Elif diye diye omuzlamış sazını diyar diyar gezmiş Karacaoğlan. Hâlâ dolaşır aramızda sevilen türkülerde. Ya Elif düşseydi yollara Karacaoğlan diye diye ne olurdu acaba? Adı üstünde Elif bu, olmaz. Dağlar taşlar bile üzerine düşerdi! Türküler yaratamazdı yani, olsa olsa türküler yaratılırdı!
Ferhat ile Şirin’in olmaz sevdasında da dağlan delme işi Ferhat’a, Ferhat’ın dağları delip kendisini almasını beklemek Şirin’e düşmüş. Dağları delmek “erkek işi”! Halk kahramanlarımızın da hemen hepsi erkektir Köroğlu’yla, Dadaloğlu’yla… Bir-iki çocuk padişaha vekâlet eden iki sultan dışında padişahların hatta gelmiş geçmiş -kitaplı, kitapsız- peygamberlerin de hepsi erkektir. Anaerkil dönem daha sonra Amazonlar bir yana mitolojinin en güçlü kahramanı İda Dağı’nın ulu yöneticisi gökler tanrısı Zeus da erkektir. İlkçağ filozofları, çağdaş bilim adamları ve Marksist kuramcılar arasında kadınların sayısı iki elin parmak sayısını geçmez.
– NEDEN?
– Saçları ile akılları arasındaki oran elvermediğinden mi?
– Başarılı olan her erkeğin arkasında bir tane bulunmak zorunda olup, öne çıkamadıklarından mı?
– Dizler dövülmesin diye kızlar dövüldüğü için mi?
– (Kimi kamu görevlilerinin de vurguladığı gibi) Sırtına kötek, karnına bebek hem farz hem sünnet olduğundan mı?
– Allah’ın erkeklere bir lütfu olanların elleri hamur teknesinden çıkmadığından mı?
– Özgür bırakıldıkları zaman ya davulcular ya zurnacılar başarılı erkek olurlar kaygısıyla mı, geri bırakılır kadınlar…
Evet, geri bırakılır kadınlar…
Geri-ileri, güçlü-zayıf, başarılı-başarısız nitelemelerine sahip olarak dünyaya gelmez insanlar. Kız ya da erkek bebekler, güçsüzlükleriyle, bakıma, ilgiye, sevgiye, özene olan gereksinimleriyle eşit durumdadırlar. Diğer yandan daha dünyaya geldiklerinde ayrı roller verilir. Örneğin oğlan çocuksa doğan, helvası kavrulur tez elden. “Toplum” içinde ezici bir çoğunluk oluşturur hâlâ, çocuğunun kız olduğunu öğrendiğinde bozulan ana-babaların sayısı. Ve daha doğrusu sonrası hastaneden çıkmadan, pembe-kırmızı kundaklar ya da giysiler kız, maviler erkek çocuğuna düşer… Artık bebekler, ana-babaların kendilerinin mini modelleri olarak mevcut burjuva toplumun ikiyüzlü ahlâk ve gerici anlayışlarının biçim verdiği birey” olmaya adaydırlar. Kız ve erkek çocuklar her türden gericiliğin elbirliğiyle eksiksiz hazırlanan kendi koşullarında, haksız bir rekabet ortamında yarışa bırakılırlar. Yaşamın her noktasında bu yarışı, kadınlar kaybetmiştir. Egemen-sınıflar tüm kurumlarıyla, yazılı-sözlü kurallarıyla emekçi ve her tabakadan ezilen halk yığınlarını kişiliksizliğe, ürkekliğe, kaderciliğe terk ederken, her sınıf ve katmandaki erkeği de ayrıca, kadınları ikinci kez kişiliksizleştirmek, uysal, baş eğmekten başka uman olmayan, erkeğin “izin” verdiği ölçüde gelişebilecek ezilen cinsin yaratılması için kullanmıştır.
Çünkü burjuvazi kadının, yaratan, yaşatan -ve uyanışı örgütlü olduğunda savaşan- gücünü iyi bilir…
Kadın yaratandır: Öncelikle doğurgan özelliğiyle insanın yeniden üretimini sağlar. Anadır, yoktan var etmek, eksik olanı tamamlamak, sabır-taşına taş çıkarırcasına sabretmek, denge unsuru olmak ailenin tüm maddi-manevi angaryası (aile bütçesi ne olursa olsun evdekileri doyurmak olmadığı koşullarda kanaat etmeyi ve şükretmeyi öğretmek kadının asli görevlerindendir) ” kadınlık yazgısından” sayılmış, egemen güç yasalarının eksik bıraktığını dinler, dinlerin boşluklarını gerici yoz töreler doldurmuş, üstüne erkeğin zoruna dayalı baskı… Böylesine kuşatılmış kadın, kendine yabancılaşma, kendini yok etme pahasına yaratandır… Ve altyapısıyla, üstyapısıyla süregelmiş yazılı-sözlü yasaları yetmezmiş gibi, günbegün çürüyen kurumlarıyla burjuvazi, kadına dair her şeyi kendi devamını sağlayacak metaya çevirmiş. Kadının kullanılmadığı reklam yoktur. Ve her malın reklamını yaparken özellikle de konfeksiyon ve kozmetik ürünlerinde o’nun cinselliğini pazarlar biraz da. Farklı kategorilerde de olsa birbirlerinden pek farkı yoktur kadınların: Ezilmeleri, aşağılanmaları ve sürekli erkeğin üç adım gerisinde ezilen cins olmanın sonuçları açısından. Maddi refah düzeyi yüksek az sayıda kadın dışında tüm kadınların durumlarının vahametini kim reddedebilir. Hiçbir sosyal güvencesi olmayan tam tersi her türden güvencesizlikle baş başa olan ev kadını, ezilen cins olmanın en az bilincinde ve “düzenin”, devamının sağlanmasında en fazla güvencesidir. Gerek üretim alanlarında gerek kamu ve hizmet sektörlerinde çalışan kadın ise, ücretlerin düşüklüğü, çalışma saatlerinin uzunluğu, sağlık ve sosyal tesislerden yoksun koşulların ağırlığıyla, çalışma yaşamındaki soluksuz sömürü ev içinde ev işlerine, çocuklarına, kadın olarak “eşine karşı” sorumluluklarda katmerleşerek sürer…
İşyerlerinde yönetici kadınların sayısını, sosyal durumunu veya insanca yaşamanın mücadelesinin verildiği kurumlarda kadının aldığı yeri uzun boylu araştırmaya gerek yok. Örneğin tüm Türkiye’de son yıllardaki kadın sendikacı sayısı çok nettir. Üç tane: Biri istifa etmiş, diğeri “olağanüstü kongrelerle” işten el çektirilmiş. Üçüncüsü de yeni seçilmiş. Ekonomik ve sosyal düzlemde dayday durması bile engellenen kadının siyasi yönetime katılmak için yürümesi ne mümkün! Kadının her alanda erkekle eşit olduğu yalnızca bir aldatmacadır yürürlükteki yasal ortamda. Mevcut siyasi-ekonomik yapının canım yakarcasına ayağına basan kadın örgütlüklerinin, yaşama şansı nedir!?
Kadının “toplum” içindeki yerinin, yaratan, yaşatan işlevinin fazlasıyla farkında olan burjuvazi cinsler-arası çelişkiyi kendi lehine çevirmek için binlerce yıldır akla gelebilecek acık ve sinsi her aracı kullanmış ama en etkili aracı diğer cins, erkek cinsi olmuş. Bunun nedeni, kadınların örgütlü gücünden duyulan korkudur. Burjuvazi biliyor, kadın isterse hele örgütlü güçlü kadın isterse başlarına neler açmaz – nicel olarak az da olsa fabrika direnişlerinde, gericiliğin her türden saldırılarına karşı mahalle direnişlerinde, son yıllarda cezaevlerinde tanıdılar.- Bunun için de karşı örgütlenmeleri yaratıyor, var olanları pekiştirmek için de devlet bütçesinden ayrılan özel ödeneklerle çaylı pastalı, kermesli, defileli melankolik ikiyüzlü dünyalarına renk katıyorlar. Egemen, basın-yayın, ortalama bilinç düzeyinin altındaki kadın yığınlarının gözlerini kamaştırmak için boyama görevlerini canla başla yerine getiriyor.
Kısaca, kadının ekonomik, sosyal, siyasal ve tüm bunlar yön veren ideolojik ve kültürel baskılanımı ile yok olması kaçınılmaz tarihi bir zorunluluk olan ezen sınıf güçlerinin tüm kurumlarıyla bir parça daha ömrünü uzatmaya yarayan mineral işlevi yerine getirilirken, köle ruhun kadına özgü bir olgu olduğu bir düşünce, bir yaşama biçimi olarak sunuluyor.
Yüzyıllar süren uykusundan örgütsüz, kendiliğindenci bir biçimde de olsa zaman zaman silkinip uyanmasını, yiğitliği tarih sayfalarına yazdıran yazan kadınları, kadın hareketlerini engelleyemedi egemen güçler. Ve dahası ve en güzeli, aynı gövdenin eli-ayağı gibi bütün olarak erkeklerin hemen yanı başında ezilenlerin topyekûn verdikleri devrim mücadelelerinden de alıkoyamadı kadını, egemen güçler.
Canlarına yettiği gün, öfkeleriyle depremler yaratabilen insanlardı kadınlar; 1857 yılında New York’ta kadın işçilerin, eşit işe eşit ücret verilmesi, iş-gününün on saate indirilmesi, kadınlara oy ve sendikalaşma hakkının tanınması talepleriyle 8 Mart’ta gösteriler düzenleyip, direnişe geçtiler, grev sırasında fabrikada çıkan yangın, kadın işçilerin ölümüne sebep olmuştu. 1910’da II. Enternasyonal’e bağlı sosyalist kadınların yaptığı konferansta Clara Zetkin yangında ölen işçi kadınların anısına 8 Mart’ın Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanmasını önerir, öneri kongre tarafından kabul edilir. 8 Mart’a anlamını veren günün devrimci niteliği, kadının özgürleşmesi ve hak eşitliği mücadelesinin zorunluluğunu, kendi gücünün ayrımına varmasının önemini içerir.
Günümüz koşullarında 8 Mart’ı yalnızca, kutlamalar düzeyinde anmak fazla bir şey ifade etmiyor. Büyük olasılıkla demagojik bir biçimde de olsa, egemen güçler ve yarattıkları kadın kuruluşları da kadınlar gününe yönelik mesajlar verebilirler. Ama 8 Mart’ı emekçi ve devrimci özünden soyutlayarak.
Kadının üzerindeki ölü toprağı, kadının yerinin sorgulandığı son birkaç yıldır kalkmış gibiyse de, ülkedeki sınıf bilinçli kadın ve erkekleri çokça sorması ve sıkması gereken gerçek; henüz kadınların sembolik bir gün bile olsa 8 Mart’lara devrimci anlamına yüklenecek bilinç ve güç de olmadığı.
Ama bu gerçek, böylesi bir günde, ezilenlerin ezenleri soluksuz bıraktığı, dünya için verilen kavgada (alanlarda, mahallelerde) saldırılarla, iş kazalarında ve işkence tezgâhlarında katledilen Selma Aybal’ları, Nazan Ünaldı’ları; Fatma Gözüsulu’ları, Didar Şensoy’ları ve isimsiz nice kadın şehitlerin saygıyla selamlanmasına da sebeptir. Yine bu gerçek; kadının uğradığı haksızlıklar; kadının gelişimine engel olan her alandaki sömürüye karşı verilecek demokratik mevziler mücadelesi içinde itici güç olmalı.
8 Mart’ı anmanın adı, kadının özgüvenini örgütlü güce dönüştürmek olmalı; insan türünün bir diğer yarısını oluşturan “sabrın”, “özverinin”, mihenk taşları… kahrın sırdaşları kadınlar, cinslerine yönelik aşağılanmaya, hiç’lenmeye karşı gösterdikleri dayanma gücünü ve azmini, kölelikten kurtulmak, çifte zincirlerini parçalamak için kullandığında neler olmaz.
Kadınların, tüm ömürleri süresince bir dolu alanda, hem “toplum”, hem babalar-kardeşler ve giderek yaşamlarını paylaştıkları erkekler karşısında, onların güçlerini pekiştiren, yineleyen esas olarak da o “toplum”a can veren burjuvaziyi yaşatmak için, geliştirmek zorunda kaldıkları yaratıcılıkları ve yeteneklerini, zor ama soy olan iş için; ezen sınıfları alt-üst yapılarıyla dolayısıyla erkeği egemen kılan tüm gerici anlayışları yok edecek zorlu kavga da doğrudan, erkekten daha atak ve kararlıca yerini almasının gerekliliğinin bilinciyle anılmalı 8 Mart’Iar.
8 Mart’Iar gibi anlamlı günler, önlemi er geç giderilecek insana yaraşır, eşit, hakça bir yaşam ve kolay kazanılmayacak o biricik dünyaya yürünülen, ayrıca, kadınların gerçek kurtuluşları için de yürüdükleri köprü olmalı.
O biricik dünyanın adı “SOSYALİZM”dir.
Burjuvazinin, kadının köle ruhlulaştırmaya yönelik uygulamaları ve kadının kurtuluşuna dair demagojilerine ve kafa bulandırmalarına iyi bir yanıt olacaktır, Lenin’in On birinci Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü başlıklı makalesi:
“Bolşevik Sovyetik devrim, kadının ezilmesinin ve eşitsizliğinin köklerine baltayı, şimdiye kadar yeryüzünde hiçbir partinin ve hiçbir devrimin göze alamadığı bir şekilde derinlemesine vurdu. Bizde, Sovyet Rusya’da, kadın ile erkek arasındaki yasal eşitsizlikten bir iz bile kalmadı. Evlilik ve aile hukukundaki özellikle laçka, bayağı, ikiyüzlü eşitsizlik, çocuğa ilişkin eşitsizlik”, Sovyet iktidarı tarafından tamamıyla ortadan kaldırıldı. Bu, kadının özgürleşmesi için yalnızca ilk adımdır. Ama burjuva ve en demokratik bir tek Cumhuriyet bile, bu ilk adımı olsun atmayı göze almamıştır. Bunu “kutsal özel mülkiyet” karşısındaki korku yüzünden göze almamışlardır.
İkinci ve en önemli adım, toprakta, fabrikada ve işletmede özel mülkiyetin kaldırılmasıdır. Kadının tam ve gerçekten kurtulması için, “ev köleliği”nden kurtulması için yol, kadının ev ekonomisinin küçük ayrıntılarından toplumsallaştırılmış büyük ev ekonomisine geçmesiyle ve yalnızca böylelikle açılır.” (Kadın Sorunu Üzerine, çev: İsmail YARKIN, İnter Yayıncılık, 1988, sf.64)
Kendinden başka kendi adına, herkesin konuştuğu ezilen kadın yığınları; kendileri için en iyi koşullar altında bile, bilge vakarlarını bilinçli isyanları ile birleştirip, sorunlarını doğrudan sahiplenip, kavgalarında her düzeyde doğrudan yer almakla yetinmemelidir. Çünkü aldıkları hak ve kazanımlarını yaşatmak için sonuna kadar savunmadıkça şu ama bu oranda da olsa ezilen cins olmanın her an, yeniden adayı olmaktan kurtulamazlar.
Mart 1989