Kime sorulsa 80 öncesinde sol içinde yer alan yüz binlerden söz ediyor. Bugüne bakıldığında ise bu yüz binleri görmek mümkün değil. Geleneksel sayılabilecek iki çizgi, yani TİP-TKP ve Aydınlık, yüz-binlere kıyasla çok küçük bir kesime bitap ediyorlar. Peki gerisi ne oldu?
“Tartışıyorlar, ‘araştırıyorlar, yeni bir sosyalizm modelinin, makul bir hareketin ipuçlarını bulmaya çalışıyorlar. Kafalarında bin bir soru var: ‘Proletaryaya elveda mı? Çoğulcu sosyalizm mi?.. Neden silahları bu kadar sevdik? … Bu sorular temelinde Türk Solu’nda pek çok ayrışma yaşanıyor… Ve önümüzdeki günlerde de yeni bir kitap çıkıyor: Murat Belge’nin sosyalizmin büyük tartışmalara yola-çan, yeni tezlerini konu edindiği kitabı.”
Gülay Göktürk ile Ali Boratav, ortaklaşa kaleme aldıklar, 5 Şubat tarihli Nokta’nın “sosyalizmde yeni bir model, ‘Rönesans’ın eşiğinde” başlıklı kapak yazısında bunları söylüyorlar. Kapakta, ağzına bir gül monte edilip şahsında sosyalizmin barışçıllaşarak bir “yenilenme” içinde olduğu çağrışım! yapılan Che Guevera’nın ünlü, alnı yıldızlı bereli portresi var. Alıma da “Sosyalizmde devrim var!”, “Türk solunda demokratik bir kıvılcım çakıyor” yazılmış.
Sözde peyzaj çizilmek için fırça ele alınıyor, içinde bir dere şırıldayan sık ağaçlı bir koruluk karşısına yerleştirilmiş tuval, oysa resmedilen kavruk birkaç ağaç bile değil, nü çiziliyor. Kafada nü var çünkü düşünceler nüye ilişkin akıyor. İstenen, özlenen, fırçaya yön veriyor.
Görmezden gelinemeyen tek gerçek, TİP-TKP ile Aydınlık’ın Türkiye solunun küçük bir kesimini oluşturdukları, solun esas kesiminin bunların dışında olduğu. Evet, bu doğru, gerisi düşüncedeki çıplak.
Aynı soruyu soralım: Peki, gerisi ne oldu?
Yanıtın iki yönü olmak gerekiyor. Birincisi, dönem dönem, ekonomik-sosyal maddi koşullar ve yığınların bilinç düzeyleri, ruh halleri buna bağlı olarak değiştikçe/devrime katılan, devrimci örgütlerin peşi sıra giden insan sayısı farklılaşır, azalır, çoğalır, Lenin’in ünlü deyişiyle kitleler bazen bin kişidir, bazen milyonlarla. 1980’de solun yalnızca iki örgütü, TDKP ve Dev-Yol’un birlikte düzenledikleri 1 Mayıs gösterilerine Türkiye çapında 1 milyondan fazla insan katılmıştı. Bugün tüm Türkiye solunun seferber edebildiği nicelik buna ulaşamıyor. Bu doğaldır. Maddi ve manevi toplumsal koşullar farklı çünkü. Pek uzak olmayan bir gelecekte bu sayının kat kat aşılması “kuşkusuz şaşırtıcı olmayacak. Yanıtın bir yönü, o sözü edilen yüz binlerin henüz ortada olmadığı ama olacağıdır. Diğer yönüne gelince, ortada olanlar da görünmüyorlar, şu ya da bu yoldan kendilerini belli ediyorlar, TBKP ve Aydınlık gibi yasalcılık peşinde koşmuyorlar çünkü. Ama varlar. Giderek etkilerinin daha çok hissedileceği saptaması kâhinlik sayılmaz. Toplumsal gerçeklik bunu istiyor.
Peki, Türkiye solunun bugünkü tablosu ne? Nü çizen kitch’çi ressamların tablosuyla benzeşiyor mu?
“Tartışıyorlar, araştırıyorlar, yeni bir sosyalizm modelinin, makul bir hareketin ipuçlarını bulmaya çalışıyorlar.” Tartışma ve araştırmada bir kötülük olmadığı açıktır; doğrular tartışma ve araştırmadan çıkar ve Türkiyeli devrimcilerin geçmişte yanlış düşünüp/yaptıkları şimdiyse tartışıp araştırarak doğrusunu bulup uygulamaları gereken bir şeyler var doğal ki. Bugün daha gerekli olsa da -daha gerekli, çünkü oldukça büyük bir alt-üst-oluştan, boyutları hiç de küçük olmayan bir yenilgiden geliniyor, nedenleri, sonuçları ve gösterdiklerinin değerlendirilmesi gerekiyor-, tartışma ve araştırma yalnız bugün değil, yalnız belirli zamanlarda değil, genel-geçer bir gereklilik. Düşünsel canlılık, eylemsel canlılığın ve geleceğe uzanışın olmazsa olmazı.
Tartışma ve araştırmada bir kötülük yok ve bu bir gereklilik; ama her zor dönem için geçerli olduğu gibi, Eylül sonrası sözlüklerinde “tartışma ve araştırma’nın bir karşılığı var; özellikle aydınlarımızın jargonunda “vazgeçiyorum”, “saf değiştiriyorum”, “yoruldum” denmiyor, düzene entegre oluş “tartışıp araştırıyorum’la ifade ediliyor. Araştırılan, ileriye ve geleceğe doğru yürüyüş yararına geçmiş, geçmişin dersleri, başka zaman ve mekânların deneyleri, biriktirilmiş bilgi, ekonomik -kültürel-siyasal maddi ve manevi toplumsal yaşam koşullan değildir. Araştırılan, bir zamanlar çeşitli nedenlerle -modaya uyularak, devrimde kendi taleplerinin gerçekleşmesi görülerek, düşünsel kaygılarla vb.- seçilen saflardan yine çeşitli nedenlerle korkutucu bir hal alan zorluklardan, bunların göğüslenmesinden ürküp kaçınılarak, ‘akıllılık’ yolunda mevcut toplumda kendine yer edinme istemiyle, bireysel kurtuluş ve “özgürleşme’ kaygılarıyla, burjuvazi ve faşizmin ideolojik ve siyasal baskısına boyun eğilerek vb.- kurulu düzen saflarına adım atışın sorunlarıdır. Bu, ister görünüşte sol bir konumda durulsun, liberal, reformcu bir tür “solculuk”ta karar kılınsın, ister daha ötelere savrulmuş olunsun, son yılların moda “araştırıcılığı”nın gerçek içeriğini oluşturuyor.
Evet, Türkiye’de bu türden bir “araştırıcılık” vardır. Ancak saptanması gerekiyor: bu eğilim hızla güç kaybetmektedir. Birkaç yıl öncesine dek sol adına bu “araştırıcılar” ortalıkta dolaşıyor ve darbelenmişlik ve dağınıklık ortamında solun ve eğilimlerinin temsilcileri var sayılıyorlardı. Ama zaman değişiyor, zamanla durum da değişiyor, dağınıklık giderilip gerçek sahipler ortaya çıktıkça, sol ne olduğunu, solcular kimler olduklarını “dostlara” hatırlatıyor, düşmansa zaten biliyor. “Araştırıcıları” düşman olarak görmeyen, üstelik onlara ideolojik baskısıyla yön veren, onlar aracılığıyla düzen eklentisi bir “sol muhalefet” yaratmayı uman -bunda dış koşulların da etkisiyle gelişen tasfiyecilik şahsında belirli bir basan elde eden- düşman hayıflanıyor, genel başarısızlığını görüp gelecek korkusuyla yaşıyor. Oysa\ne önlemler almıştı! Ses soluk çıkmayacaktı!
. “Araştırıcılara” ise, “araştırmacılık”ın propagandası kalıyor: “Ne çok insan araştırıyor, yüz binlerle sayılıyorlar”! Kitch’çi ressamlarımız da bunu çiziyorlar. “Araştırıcılık/’m toplumsal yaygınlığı ve sola damgasını vurduğu, apriori olarak, kanıtlanma gereksinimi olmayan bir gerçeklik olarak sunuluyor.
Verilen tartışma ve araştırma örnekleri ilginç: “yeni bir sosyalizm modeli”, “makul bir hareketin ipuçları” araştırılıyor propagandif kitch tabloya göre, “proletaryaya elveda mı”, “çoğulcu sosyalizm mi”, “neden silahları bu kadar sevdik” sorulan tartışılıyor! Bir-iki istisnasıyla eski tartışmacıları dışında gerçekte tartışılmayan, ama tartışılma özlemi dile getirilen sorunların bizatihi kendileri soldan kopuşun ya da zaten sol-dışı oluşun karakteristik göstergeleri.
“Sovyet modeli”, “Çin modeli” gibi “sosyalizm modelleri” olduğu yaygın ve yerleşik, neredeyse gelenekselleşmiş inanışların tersine, sosyalizm bir modeller cümbüşü olarak var olmaz. Farklı sosyalizm modelleri yoktur. Marksizm-Leninizm’in evrensel temel ilkeleri, onun evrensel gerçeğinin değişiklik gösteren mekân ve zamanlara uyarlanışının sözü edilebilir ancak. Yoksa farklı temellere ve farklı uygulamalara dayanan, biri örneğin mülksüzleştirme üzerine temellenirken, diğerinde burjuvaziyle bütünleşildiği “sosyalizmler” yoktur ve olamaz. Nasıl ki monist ve ideolojik-politik çoğulculuk sistemleri olarak birbirinden farklılaşan “sosyalizmler” yoksa. Ama devrimcilerin tartışmaları istenen “yeni sosyalizm” modeline ilişkin sorular olarak,”proletaryaya elveda mı” ve “çoğulcu sosyalizm mi” sorulan art arda diziliveriyor. Proletaryasız “sosyalizm” ne hoş bir masaldır., ve çoğulcu… Ve “makul hareket” özleminin kitch’çi kafada yol açtığı temel soru: “neden silahlan bu kadar sevdik?” Makul, yani kabule şayan hareket! Kimin kabulüne mazharlık kaygısı güdülüyor? Kabul gösterecek gizli özne, burjuvazi ve burjuva düzen değil mi? Burjuvaziye karşı olmayan, onun kabulleneceği bir “sosyalizm modeli” tartışma ve araştırılma özlemi pek hoş doğrusu!
Kitsh’çi ressamlarımız, etraflarındaki “emekli devrimciler” ya da hiçbir zaman devrimci olmamış, en çok belli bir dönem devrimin gelişmesinden etkilenmiş reformcu aydınlardan ilham alıyorlar, tuvali önlerine koyduklarında ya da tuvali onların karşısına koyuyorlar. Eylül baskısının çok daha geri konumlara sürüklediği, Gorbaçov’culuğun ise pervasızlıkta cesaretlendirdiği aydınların karşısına. Sözü edilen sorular ve bunları odak edinen tartışma ye araştırmalar onlarındır çünkü.
Özellikle gerici karanlığın umutsuzluk kaynağı olduğu Eylül yılları, bu tür “araştırma ve tartışmalar’ın bir kısım devrimciler ve devrimci gruplar arasında yürütülmesinin etkeni olmadı değil. Liberal reformcu konuma en yakın grup ve kişiler, ressamlarımızın tablosunun malzemeleri arasındadırlar. Ama bunlar da geniş olarak sol diye tanımlanabilecek bir çerçevenin içinde oldukça küçük bir yer tutuyorlar. Dev-Yol’un halen sürmekte olduğu gözlenen dağınıklığı ortamında, burjuvazi ve revizyonistler ve ressamlarımız gibi düzene entegrasyon propagandistleri tarafından abartılan ve reklamasyon yoluyla sesi duyulur kılınan Taner Akçam, onun gibi Almanya burjuva düzenine entegre durumundaki Attila Keskin benzeri az sayıda insan “araştırıcı”dır. Çevre olarak ise, başlıca “Yeni Öncü”,ressamlarımıza hak verdirebilecek bir konumda. Ama o bile “proletaryaya elveda mı? sorusunu yüksek sesle dile getirmiyor. Türkiye’de, sol adına söz söyleme durumunda olmayan birkaç aydın dışında, bu soru tartışılmıyor. “Silah sevgisi” de tartışma konusu edilmiyor. Bu soru, eski legalist parlamentarist grupların ve zaten silahı eskiden de sevmeyen bir kısım aydınların kafasında ve programındadır, yanıtıyla. Bu iki konuda önemli bir yenilik yok. “Yeni Öncü”nün başını çektiği “çoğulculuk” taraftarlığı ise, moda. Solun belli başlı grupları bu . modadan uzak dursa da.eh çok taraftarı toplayan “çoğulculuk” düşüncesi; ama bu da.görece küçük bir azınlık tarafından savunulma durumunda.
Devrimciler arasında eskiden de “model” tartışmaları yürütülürdü. . “Çin modeli” savunucusu Maocular proletarya ve şehir yerine köylülük ve kıra dayanmayı öngörürler, “orta yolcu” tabir edilenler “yabancı modelleri” reddeder ve “masum” bir milliyetçilikle yaratıcılığı savunarak “kendi modellerini” geliştirmeyi arzularlardı. Ve benzeri… Kuşkusuz buralarda yanlışlık vardı, sapma vardı, ama ressamlarımızdaki “kötü niyet” olarak nitelenebilecek şey, düzene entegrasyon yönelimi yoktu. Kapitalizm karşıtlığından uzaklık ya da ona geri konumlardan muhalefetle malûl olma… daha uzatılabilir… ama reformculuktan etkilenseler de, onlar devrim istiyorlardı, “Proletaryaya elveda m:” sorusu ortada değildi onlar açısından, düzenle bağlantılara sahip olsalar da “model” arayış ve önerileri entegrasyon yönünde değildi. Henüz kapitalizm karşıtlığı az gelişmişti, köylülük mü, proletarya mı, ya da aydınlara atfedilen “ideolojik öncülük” teziyle aydınlar ya da bir grup öncü mü, proletarya mı sorulan sorulmaktaydı. Şimdiyse, kapitalizm karşıtlığı iddiasından gelenler, proletaryanın rolü konusunda genel olarak inkârcı önerilerde bulunmayanlar, “kapitalizmdeki değişiklikler”, “kol ve kafa emekçileri arasındaki farklılıkların kalkması” gibi gerekçeler göstererek, sınıf ayrılık ve zıtlıklarına dayanmayan, proletaryanın yok olmakta ve işlevsizleşmekte olduğu kapitalizm gibi ucube bir noktaya gelmekte ve sınıf uyumu ve düzen içilik adına “proletaryaya elveda” demekte, “yeni sosyalizm modeli” önermektedirler. Eskiden devrimciler hata yapıyorlardı, Marksizm’den uzaktılar, ama devrimciydiler, bugün “elvedacı” olanlar, ya gerçekten elveda diyen “emekliler”dir, ya da hiçbir zaman devrimci olmayanlardır, reformcular ve düzen yanlılarıdır.
İddia, sözü geçen soruların istenilirliklerinin varoluşlarının yerine geçirilerek var oldukları iddiasından ibaret kalmıyor, “bu sorular temelinde Türk solunda pek çok ayrışma yaşanıyor” kurgusuna kadar vardırılıyor. Hem de TİP-TKP ve Aydınlık dışındaki solun sözü edilerek. Bu soruları bu iki akım -eh, belli ayrışmalara da yol açılmak üzere- tartışıp, ressamlarımızın istedikleri yönde kararlara açık ya da üstü örtülü vardılar. Ama “Türk solu”nda yukarıda alman kişi ve gruplar dışında, bu sorulardan kaynaklanan denebilirse, ayrışma unsurları hemen hemen yoktur. Bu tür soruların ve varlıklarının etkilerini küçümsemek aklımızdan geçmiyor, kafalan benzer sorularla karışmış insanların bulunuşunu da yadsımıyoruz; ama yeniden harman olan Türkiye solunda bu tür sorunların tartışma konusu yapılmadığı da ortaya konmalıdır. Üstelik Gorbaçov’culuk ve ülkemizdeki Gorbaçov’cular ve. ondan etkilenenlerin varlığına rağmen, anti-Marksist karşı-devrimci reformcu nitelikleri belirgin sorular etrafında tartışma ve araştırmalar, devrimciler içinde kendilerine geniş bir yer edinemedi; yer edindikleri kadarıyla da bunlar yerlerini hızla yeni ve gerçek sorulara ve tartışmalara bırakıyorlar, düzene entegrasyonun değil, devrimin sorunlarına ilişkin sorulara ve tartışmalara…
Ressamlarımızın böyle fırça sallamalarındaki amaç açıktır: liberalizmi, p-reformcu yönelişleri lanse ediyor, bu yönelişleri güçlü göstererek devrimcileri bu yönde etkilemek istiyorlar. Eylül koşullarından gelenlerin böylesine basit reklamasyondan etkilenebilecekleri ancak kitch’çilerce varsayılabilirdi!
Bütün bu kitch sözü Murat Belge ve kitabına getirmek için. Kitap, “sosyalizmin büyük tartışmalara yol açan yeni tezlerini konu ediniyor”muş! M. Belge’nin Nokta’daki röportajında üzerinde durduğu kadarıyla, bu tezlerin ne yeni, ne de geliştirilmek için düşünsel emek harcanmış tezler olmadıklarını göreceğiz. Belge, 40 ve çoğu da yüzyıllık tezleri yineliyor, herhangi bir aydınca geliştirici katkıda bulunmadan.
Bugün yaklaşık tüm dünyada, bu arada Türkiye’de, demokratizm ve barışçıllık yanı sıra pirim yapan, yaptığı sanılan bir yönelim, bir tutum,”birlikçilik”tir. Demokratizm ve barışçılıktan güç alarak, onlarla bağlantılı olarak sahneye konuyor “birlikçilik” oyunu. Türkiye’de 80 öncesi demokratik olmayan yapısal zaaf ve hatalara, gruplar içi ve arası demokrasi ihlallerine alternatif olarak geliştiriliyor. Bir diğer temel hareket noktası, ideolojik-siyasal ve örgütsel alanda Marksist-monist ilkenin, mutlak doğrular ve doğru tekelinin olamayacağı, bunun durgunluk kaynağı olduğu, monolitik yapıların. özgürlüksüzlüğe, mutlak itaate, tebaalığa ve şefliğe, katı hiyerarşik sistemlere ve benzerlerine yol açtığı, kışla disiplinini öngördüğü ve koşullandırdığı ileri sürülerek yadsınmasıdır. İdeolojik ve politik çoğulculuk, örgütsel çoğulculuğa da kaynaklık ederek,”yeni demokratik sosyalizm”in temelleri arasında önemli bir yer tutuyor. Çok renkli, kanatlı parti, örgüt modeli olarak sunuluyor, içinde farklı görüşler, farklı programatik düşünce ve tutum alışlar barınması meşru gösterilmekle kalınıp” canlılık adına sınıflar arası birlik ve uyum için gerekli de sayılıyor. Ve bu “kanatlı parti” fikri, kuşkusuz dünya çapında Stalin’e yöneltilen saldırıyla birleşiyor, onun asli unsurlar; arasında yer alıyor. Monist parti, Marksist tezi, yanlışlığı Stalin’e yüklenip -şüphesiz ideolojik politik monizmle birlikle- Stalin “bürokrasisi, despotluğu, buyrukçuluğu” vb. eleştiri konusu edilerek diktatörlük ve kabalık olarak yadsınıyor.”Stalin dogmatizmi”nin önemli bir yönü olarak vurgulanan ve Bolşevik Partisi’ndeki çatışma ve tasfiyelerde suçun büyük bir kısmı üzerine yıkılan, Stalin tarafından savunulup uygulanan monist parti anlayışının da alternatifi olarak geliştiriliyor çok renkliliğin, kanatlılığın “birlikçiliği”. Ve sınıf barışı, düzen içilik, burjuvaziyle uyum ve bütünleşme, farklı çizgilerin ve doğal ki onlara kaynaklık eden sınıf ve kategorilerin, onların siyasal temsilcilerinin bir arada bulunduğu çok sesli-çok renkli parti anlayışının ideolojik temellerinden ve çıkış noktalarından bir başkası. Öyle ki, birlik için “hangi temelde”, “nasıl bir birlik” sorusu geçersizleşiyor. Temel, çok seslilik çünkü. Bir arada olabilmek, birleşebilmek için ideolojik bir temel öngörülmüyor, öngörülen temel, herkesin istediğini savunabilecek oluşunun kabulü. Bu da bir ideolojik temel oluşturuyor kuşkusuz: ideolojik, politik, örgütsel çoğulculuk, bir başka deyişle, burjuvaziyle ideolojik, politik, örgütsel anlaşmalar, uyum, bütünlük halinde olabilme ve görünümde demokratik yarış, burjuvazinin kabul edebileceği sosyalizm “modeli”, onunla birlikte “sosyalizm” oyunu, bunun “makul” yol ve yöntemleri ve bu toplumsal duruşun gereksindiği “yeni” tezler. Evet ama, bu “birlik”te sosyalizme yer kalmıyor, bu, sosyalizme karşı birlik oluyor. Kara çalınmak için yeteri gerekçe bulunduğu savıyla “Stalinizme karşı” olduğu ilan edilen, ancak Sovyet revizyonist partisinin MK üyesi Aleksander Çipko’nun “Bilim ve Yaşam” adlı dergiye yazdığı yazıda “Stalinizm Marksizm’in uzantısıdır” diyerek itiraf ettiği gibi, Marksizm-Leninizm’e karşı oluşturulmaya çalışılan bir “birlik”tir. Henüz bu açıklıkta ifade edilemiyor, bunun gerektirdiği cesaret ve buna olanak tanıyacak güçlü konum biriktirilip elde edilemedi bugüne dek.
Bu sahte sosyalist, aslında sosyalizme tam cepheden karşı “birlikçilik”, Türkiye’nin mücadele edilmesi gerekli bir gerçeği günümüzde. Oluşturulmasının yolları konusunda rivayet muhtelif olsa da,tek bir birleşik parti,belli akımların dilinde. Bu belli akımlar herkesi, örneğin hem Gorbaçov’cuları hem de Gorbaçov karşıtlarını sosyalizm-içi gördükleri, herkesle birleşmeyi amaçladıkları üzerine yemin billâh ediyorlar. “Herkes partisinde birleşik parti üyesi gibi davransın” düşüncesi yayılmaya çalışılıyor. Eski ayrılıkların ve kamplaşmaların yanlışlığı, hoşgörüsüzlüğü mahkûm ediliyor, “geniş mezheplilik” matah bir şey gibi karşıtlar karşısında sahipleniliyor. “Birlikçiler”in ortak özellikleri, yasalcılık ve tasfiyecilikleri.
“Bugün belli başlı iki çok-sesli “birlikçi” blok ve bir üçüncüsünün oluşturulma çabası görülüyor. Bir blok TBKP etrafında toplanıyor, diğeri Aydınlık mihrakında. M. Karaca’sıyla, V. Sarısözen’iyle TBKP, çok-sesli, kanatlı demokratik yasal parti olarak ortaya çıkma çabasında. Sözcülerinin demeç ve yazıları, sürekli renkliliği, mezhep genişliğini vurguluyor. TBKP şimdi TSİP ile birlik görüşmeleri yapıyor. Aydınlık geçtiğimiz ay “birlikçilik” uğruna bir bölünmeye uğradı. 40 yıllık Aydınlıkçılar “birlikçilik” tartışmasında, -çatışan iki taraf da çok sesliliği, kanatlılığı yüceltmesine rağmen- anlaşma sağlayamadılar. (Demek ki “birlikçilik” her şeyin panzehiri olamıyor, ayrılık nedeni oluşturabiliyor.) Bu bloklar, gerek “birlikçilik” yansında geri kalmamak ve her biri diğerine karşı kendisinin “daha birlikçi” olduğunu kanıtlamak, gerekse gelişmelere bağlı çeşitli anlaşmalar umarak, birbirlerini de dışlamıyorlar.
Ve genel olarak liberalizmden, özel olarak Gorbaçov’culuktan en çok etkilenen, Troçkistlerin yanı sıra Stalin’e en çok düşman, temel görüşleri itibariyle TBKP’ye en yakın duran, ama ince nedenlerle onunla birleşmekten kaçınan ve reformcu konumlara en fazla ve çok noktada savrulmuş birkaç grubun ve yine, gruplar üstü duran, kendileri olmak isteyen ve herhangi bir grubun -çok sesli ve kanatlı olsa bile- disiplinine bağlanmaya tahammül edemeyen, çeşitli nedenlerle TBKP ve Gorbaçov’culuk karşısında -sosyalizm-içi değerlendirmesini yapmalarına rağmen- belli bir mesafeli tutum alan, sözü edilen gruplardan özellikle “Yeni Öncü” çevresiyle belirli gönül bağlarına ve yakınlığa sahip olan “yeni sosyalizm modeli” arayışındaki birkaç aydın yeni bir blok potansiyeli taşıyorlar. Bu doğrultuda çeşitli girişimler görülüyor. Mahalli seçimler için geçici de olsa bir blok oluşturuluyor. Sözü edilen grup ve kişilerin, en azından bazıları bir dergi hazırlığı içindeler, demeç, açıklama ve eylemlerinde birbirlerini gözetiyorlar ve üstelik lanse edicileri de var. “Birlikçilik”in yol ve yöntemleri, oluşturulacak birliğin biçimi üzerine rivayetin muhtelif olduğunu söylemiştik. Buradan da orijinal bir birlik çıkabilir. Aydınlar destekçi ve ideolojik gıda sağlayıcı, gruplar üstü “birleştirici” konumunda, birkaç grup ise görüş farklılıklarını koruyarak, bir araya gelebilir. Şimdiden tahmin yürütmek gerekmiyor, ancak “Birikim”iyle yol göstericilikte deneyli Murat Belge, “yeni arayışlar çevresinde partileşme” ile ilgili soruya “böyle bir parti kurulursa ben de katılırım, ama böyle bir girişime liderlik etmeyi düşünmem, çünkü benim mizacım buna uygun değil” diyor; öte yandan “sosyalizm dünya çapında zor durumda. Bütün dünya belli bir arayış içinde. Benim de bu arayışa Türkiye çapında katılmak gibi bir niyetim var. Kitap da, dergi de bunun bir parçası” diye ekliyor.
Liderlik, hem kendini tümüyle politikaya verişin zorluklarına katlanmayı, ne olursa olsun bir sorumluluğu, günlük sıradan ve birtakım örgütsel ayrıntılarla uğraşmayı, insan ve yönetici olarak örnek olmayı ve davanın sıkı bir takipçiliğini gerektiriyor. Lider, bütünüyle “kendisi için” olamıyor, ek kaygıları olmak, örgütünü, taraftarlarını düşünmek, örgütün seslendiği kesimi, onların özlem ve dertlerini “dikkate almak” zorunda, şöyle ya da böyle toplumsal olmak ve davranmak zorunda. Belge mizacının bunlara uygun olmadığını, kişisel özgürlüğünden “fedakârlık” edemeyeceğini belirtiyor. Halil Berktay’ın da politikayı uğraş alanı edinmemek konusunda-benzer bir yaklaşımı var. Bunlara ancak saygı duyulabilir, kişinin kendi bilincinde oluşu olarak değerlendirilebilir. Ama Halil Berktay’ın Oral Çalışlar ile birlikte yeni bir siyasal oluşumun başını çekmesi ve Belge’nin “arayışa Türkiye çapında katılma niyetine ne demeli? Belge lider olmak istemiyor, -zaten söz konusu yeni blok girişiminin yeterince lideri de var- ama “arayıştı” bir teorisyeni olacak yeni “birlikçi” partinin, arayışlarıyla katkıda bulunacak “ülkemize ve milletimize”…
Murat Belge’nin kitabı ve lanse edilişi bu çerçevede önem taşıyor, içeriğiyle değil. Aydınlık ve TBKP dışında yeni bir “birlikçi” liberal odak oluşturulma girişimi ve Belge’nin bununla bağlantılılığı, O’na ve kitabına önem kazandırıyor. Bağlantılı olduğu grupların ve mesai arkadaşlarının henüz devrimci yönler taşımaları ya da geçmişten miras böyle bir görünüm vermeleri ve bu tür malzemenin devrimin önünde yeni bir yasalcı “birlikçi” set oluşturup tasfiyeciliği güçlendirme potansiyeli taşıması, Belge ve kitabını önemli ve tehlikeli kılıyor.
Önce, tüm liberal reformcu revizyonist “birlikçi” arayışçıların savunup uygulamada birlik halinde oldukları “kanatlı parti” örgütsüzlük düşüncesine değinilmeli.
“Her örgütte farklı görüşler olur. Örgütler doğal çeşitlilikler gösteren insan topluluklarıdır.” (M. Karaca, Y. Açılım, s.7)
“… farklı görüşlerin bir arada olabildiği gerçekten kitlesel bir parti…”, “..partide çeşitlilik içinde birlik…” (Veysi Sarısözen, Saçak, s.60)
“(Bölünme öncesi tartışmalarda H. Berktay’a hitaben:) kanat yapma hakkın var.”, “SB konusunda bölünmeyelim… Afanasyev bile ‘SB sosyalist değildir’ diyor, bu adamlar SBKP’den atılmıyor.” (D. Perinçek, Saçak, s.60)
“Geniş bir birlikteliğin tek çıkış yolu olduğunu o kadar düşünüyorum ki… daha çok programatik tavizler verebilirim.” (H. Berktay, agy)
Ve M. Belge: Sosyalistler arasında her türlü farklılığa, çeşitliliğe sonuna kadar izin vermek, hatta destek olmak… (Bu tümce “ressamlarımızın” özetinden, başka konularda da özetlemeler yapıyorlar, eleştirimizde bu özetlemeleri dikkate almayacak, gerekirse daha kapsamlı bir eleştiri için kitabın çıkmasını bekleyeceğiz.)
Yapılan bir aktarmada ise Belge şunları söylüyor:
“Bugün şeflikler ihdas ederek, disiplin adına hiyerarşiler kurarak, hiyerarşisiz topluma gidemeyiz. İnisiyatifli insanlar önemliyse merkezi karar organlarının yetkisini artıramayız.” (Nokta)
“Geniş bir birlik”, “kanatlar”, “farklı düşüncelerin” bir arada bulunması” ve teşvik edilmesi, bunlar Marksizm ve sınıf partisi adına isteniyor. Burada Marksizm’in kırıntısının olmadığı, bu anlayışla kurulacak bir partide ne irade birliği ve merkezi bir davranış bütünlüğü, ne zorlu iktidar yürüyüşünün gereksindiği demirden disiplin, ne de gönüllü disiplinden gelen, hedefe tek bir yumruk gibi vuruş gücü olamayacağı ortadadır.
Düşünceler beyinde durmazlar, beyin, düşüncenin maddi varlıklardan yansıyıp üretildiği organdır. Ve düşünce demek eylem demektir. Kuşkusuz kendiliğinden, düşünce gerektirmeyen eylemler de vardır, şartlı refleksler, refleksif eylemler, alışkanlıkla edinilenler ve hayvanca güdüsel olanlar gibi. Eylem düşüncesiz olur, ama düşünce eylemsiz olamaz, eyleme dönüşür. Farklı düşüncelerin bir aradalığında partide irade birliği nasıl sağlanacaktır? Eylem birliği nasıl gerçekleşebilecektir? Eğer düşünceler sistemli farklılaşma içindeyseler, farklı programlar ya da programatik görüşler bir arada bulunma durumundaysa, irade ve eylem birliğinin gerçekleşebilme olanağı yoktur. Sistemli farklılıklar taşıyan düşünceler, düşünceler maddi varlıkların yansısı olduklarına ve düşünce üreten insanlar toplumsal yaratıklar olarak toplumlar halinde yaşadıklarına, toplumlar işbölümünden giderek konum ve çıkarları farklılaşmış karşıtlık durumunda sınıflardan oluşup geçmişten geleceğe kendi yasaları uyarınca geliştiklerine göre, çıkar farklılıklarına sahip farklı sınıf durumlarından yansırlar ve buna uygun gelişme gösterirler. Sistemleşmiş düşünceler söz konusu olduğunda, sınıf partisinde bulunabilecek düşünce ya da sınıf partisinin düşünsel temeli Marksizm-Leninizm’dir, onun ülke somutlarına uyarlanışı demek olan sınıf partisi programıdır. Toplumsal gelişme yasaları ve ona uygun toplumsal gelişmeyi öngören ve bu gelişmenin gücü olan tarihin en devrimci sınıfına dayanan, onun çıkarlarını seslendiren, proletaryanın dünya görüşü olan Marksizm-Leninizm’in düşünsel temelini oluşturmadığı bir parti sınıf partisi olamaz, gelecek yürüyüşünü yönetip yönlendiremez. Marksizm’in bir başka düşünce sistemiyle bir arada bulunuşu, partide farklı sınıfların bir arada oluşu anlamındadır, partinin sınıf partisi olmayışıdır.
Sistemli farklılıklara sahip düşünceler karşıtlık durumundaki düşüncelerdir, çünkü karşıt sınıfların durumlarından yansımışlardır. Düşüncelerin sahipleri, savunucuları ne denli iyi niyetli olurlarsa olsunlar ne denli uzlaşma ararlarsa arasınlar, farklı sistematik düşünceler, farklı sistematik düşünceler olarak kaldıkça uzlaşamazlar, uyumlu bir bütünlük oluşturamazlar. Bunun için toplumsal sınıflar gerçeğinin değişmesi gereklidir, sınıflar arasındaki karşıtlıklar yok olmadan, farklı sınıf durumlarından yansıyan düşünceler arasındaki karşıtlık da yok olmaz. Sorun, iyi niyet ya da uzlaşma arayışı değildir. Ancak insanlar, savunucuları, savundukları düşüncelerden vazgeçebilirler, bu olanaklıdır; ama bu kez o düşünceleri başkaları savunmaya devam eder. Nasıl sınıflar üretim ve değişimde farklı konum ve yerlere, farklı çıkarlara sahiplerse, üretim ve değişim süreci nasıl farklı sınıfların farklı örgütlenmeleri üzerine kuruluysa, sınıfsal kaynaklı siyasal düşünceler, ideolojiler farklı eylemlere yön verirler ve bu yön farklılığını verebilmek üzere farklı örgütlenirler. Bir arada tutulmaya çalışılan sistemli düşünsel farklılıkların değişik eylemlere ve doğal ki örgütlenmelere, bir arada tutulmakta ısrar edildikçe kanat ve hiziplere yol açması nesnel bir zorunluluktur. D. Perinçek “SB konusunda bölünmeyelim” diyor. Hoş bir istek, değineceğiz, ama bu olanaklı mıdır? Başka şeyler bir yana, Sovyetler Birliği konusunda nasıl bir eylemlilik çıkabilir bu düşünceden? “SB sosyalisttir” diyenler farklı, “değildir” diyenler farklı eylemlere yönelmeyecekler mi ve her eylem kendine uygun örgütlenmeyi dayatmayacak mı? Bu iki düşüncenin tek bir partide barındırılmasının kabulü, partinin işlev yitimi hastalığına tutulmasına neden olur. İki şık: ya konuyla ilgili eylemsizleşilecektir, ya da zıt eylemlilik içinde olunacaktır. Ve konu, basit, tek basma, tecrit edilebilir bir konu olmadığından, yalnızca sıradan bir durum tespiti sorunundan farklı olarak, tüm çok yönlülüğü ve çeşitliliğiyle ideolojik bir sorun, Marksizm mi-revizyonizm ve reformculuk mu sorunu olduğundan, konuyla ilgili farklı düşünceler sistematik farklılıklara sahiptir. “Bölünmeyelim” önerisindeki uzlaşmacılık, sadece D. Perinçek’in bu konuda H. Berktay’la sistematik bir düşünsel farklılığa sahip olmadığım, ideolojik uzlaşmacılığın O’nun ayırt edici bir niteliği olduğunu, Marksizm’in safında bulunmadığını bir kez daha belgeler. Bu konuda bir arada bulunabilmenin kabulü ve önerilmesi, Saçak’taki tanışma tutanaklarında Perinçek’in eleştirdiği “teorik pazarlıkları’,’ işine geldiğinde kendisinin yaptığı anlamına gelir ve bu tür düşünsel farklılıklarla bir arada oluş, yine eylemsizliğe değil, belli bir türden eylemliliğe, emperyalizmle uzlaşma eylemine yol açar. İki farklı düşüncenin varlığı açısından ise taraflardan birinin diğerinin düşüncesini kabul edip kendi düşüncesinden vazgeçmesiyle bir eylem birliği sağlanabilir ya da taraflar kendi eylemlerini yürütür ve bunun için kendi kanat ya da hiziplerini ya da şimdi olduğu gibi ayrı gruplarını örgütlerler. Sonuçta bu ya da benzeri bir konuda ve gene! olarak farklı sistematik düşünceler söz konusu olduğunda, bu düşünsel farklılıkların farklı eylemlilik ve örgütlülüklere yol açması, bunun da partide irade ve eylem birliğinin kırıntısın; bile bırakmaması kaçınılmazdır.
Bu durumda partide disiplinden söz edilebilir mi? Zıtlık halindeki iradeler, farklı eylem ve örgütlenmeler disiplin fikrinin temelden reddidir.
Herkes her konuda aynı düşünseydi, disiplin fikri yine doğmazdı. Disiplin, farklı düşüncelerin olduğu, ama bunların farklı sistematik düşüncelerin varlığı durumundan farklı olarak, sisteme ya da genel çerçeveye ilişkin irade birliği bulunduğundan, ayrıntılarda, taktik ve gündelik planlamalardaki farklılıklar olarak, parti çoğunluğu ya da yönetim organları tarafından belirlenen, kararlaştırılan bir düşüncenin uygulanması -ve eğer verilen kararda yanlışlık varsa, pratiğe dayanarak bu eleştirilip ders çıkarılmak üzere- ve değişik düşünenlerin bunun uygulanmasını gönüllü olarak kabullenmesi ve uygulamada kendi düşüncesiymiş gibi davranması demektir. Ve disiplin, herkesin, parti programını baştan gönüllü olarak kabul edip bir arada olabilecek herkesin, her konuda aynı şeyleri düşünmeme si, insanların düşünce yeteneklerinin, bilgi birikim düzeylerinin, deneylerinin ve kişisel özelliklerinin farklılığı dolayısıyla partide farklı düşüncelerin ortaya çıkmasının kaçınılmazlığı nedeniyle, bir ihtiyaç olarak doğar. Farklı düşüncelerin, farklı eylem ve örgütlülüklere yol açmaması içindir. Düşünce farklılıkları sistemleştikçe, tartışmalar programatik sorunlar üzerine kaydıkça, Marksizm’in ve parti programının kabulüne ilişkin irade birliği sarsıldıkça, disiplin gönüllülük niteliğini yitirmeye başlar ve bu durumda eylem birliğini sağlamak zorlaşır, ayrılıklar derinleşmesine rağmen bir arada bulunma zorlandıkça, kanat ve hizipler kaçınılmazlaşır. Disiplinin gönüllülüğü, geleceğin bilgisi ve geleceğe yürüyüşün öğretisi Marksizm’in eylem kılavuzu edinilmesi temelinde sağlanabilir. Bu irade birliği, sınıf partisinde disiplinin vazgeçilmez önkoşuludur. Olması mutlak ayrıntıdaki irade farklılıkları, ancak bu genel irade birliği içinde önemsizleşir, erir ve parti üyeleri Marksizm’in temel ilkeleri ve parti programının ötesinde ayrıntıya ilişkin sorunlarda “dediğim dedik” inatçılığına, M. Karaca’nın sistemle ilgili söylediği “hakikat tekelciliği”ne gerek olmadığını, bu tutumun yanlışlığını, çünkü son doğrulayıcının sosyal pratik olduğunu bilirler ve bu nedenle de çoğunluğun ya da yönetim organlarının kararlarını gönüllü olarak eyleme dönüştürmeyi kabullenirler.
“Sosyalist hareketi dönüştürme” özlemiyle “yeni”yi arayan ama eskiyi, antika eserler müzesinden eskinin eskisini bulup çıkaran “Rönesansçı” “arayışçımız” M. Belge, öylesine ‘özgürlükçü ki, hiyerarşiler kurmak olarak nitelediği disipline ve inisiyatif ve inisiyatifli insanlar adına merkezi organların yetkililiğine itiraz ediyor. Bu, aslında örgüt fikrine yönelik itirazdır; çünkü şöyle ya da böyle bir disipline ve yetkili merkez karar organlarına sahip olmayan örgüt olmaz, olamaz, ta ki sınıfsız topluma ulaşılabilsin. Belge, bir de “yeni tezleri” temelinde kurulmasını öngördüğü “yeni model” partinin üyesi olacağını belirtiyor. Ama yine karar organları ve bir tür disiplin olacak. Belki de Belge’ye özel bir ayrıcalık tanınır’!
Belge’nin öngördüğü partinin Marksizm’le ilişkisiz olduğu, renkli, hem de çok renkli, kanatlı, burjuva liberal düşüncelerin serbestçe savunulduğu ama Marksizm’in savunulmadığı (hiçbir Marksist böyle bir partiye katılmaz), her kafadan bir ses çıkan, parti adına farklı eylemlerin gerçekleştiği, emekçilerin hangi doğrultuda seferberliğine girişileceğinin belli olmadığı (aslında her belirsizlik de bir belirliliktir, emekçilerin liberalizm yönünde seferber edileceği önadadır), üyelerinin toplumdan ve birbirlerinden özgür ama burjuvazi ve burjuva sistem karşısında bağımlı olduğu, disiplinsiz, hiyerarşisiz toplum hiyerarşisiz partiyle kurulabileceği için (!) yönetim kademeleri bulunmayan liberter, anarşizan, anti-otoriter liberal aydınların ve liberal-demokratik rüzgârlara kapılmış gidin bazı grupların ya da onların eğitip teşvik ettiği liberalize unsurların partisi olabileceğini kanıtlamak için uğraşmaya gerek yok.
Bireysel kurtuluş yönelimindeki aydın özgürlükçülüğü ile hiyerarşiler kurulmasına karşı çıkma adına disiplin ihtiyacını yadsıyan Belge nasıl bir toplumda yaşandığını unutuyor. Hiyerarşiler kurarak hiyerarşisiz topluma gidemezmişiz! Hem de nasıl gideriz. Hiyerarşi sorununun Marksist ele almışı, devlet ve bürokrasi sorununun ele almışı gibidir. Devlet örneğin, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının bir ürünü olarak toplumdan doğmuş ve toplumun üstünde yer alan ve ona yabancı bir kurumsallaşma olarak, sömürücü sınıfların şiddet aleti bir diktatörlüktür. Demokratik olsa da olmasa da. Ve sınıfların ortadan kalkışına bağlı olarak sönecektir. Devletin ortadan kalkışı sorununda Marksistlerle anarşistler arasındaki ayrılık, yok olup olmama sorununda değil, iktidarı alır almaz devletin kaldırılması ya da sönmesi, burjuvazinin devrilmesi sonrasında otoriter hiçbir örgütlenmeye gidilmemesi ya da kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş döneminde, sosyalizmde bir proletarya devletine gerek olması üzerinedir. Artık “kelimenin gerçek anlamıyla devlet olmayan” bir “yarı-devlet” olarak, çoğunluğun devleti, sönme sürecinde bir devlet olarak proletarya devleti, proletaryanın elinde bir alet olur. Burjuva demokratik devletlerle kıyaslanmayacak demokratiklikte bir devlet olarak. Ama alet olmaya devam eder. Üstelik alet olarak sağlamlaştırılmak gerekerek, çünkü o, ancak sağlamlaşarak ve sağlamlaştıkça sönecektir. Devletin bir sömürücü toplum unsuru olduğu, sınıfsız toplumun aynı zamanda devletsiz de olacağı, sosyalizme kapitalizmden miras bir kalıntı olarak ve sınıf niteliği (kimin elinde kime karşı olmaklığı) değişip azınlığın özel müfrezesi olmaktan yönetsel-idari işlevlerin çoğunluk tarafından gerçekleştirildiği bir mekanizmaya dönüşerek varlığım sürdüreceği ve sürdürmesi gerektiği açıktır. Ama devlet sınıfsız topluma özgü olmayan, sınıf zıtlıklarının ürünü bir kurum olmasına karşın, nasıl toplumsal üretimin gelişmesi sınıfsız toplumu olanaklı kılıncaya dek proletarya tarafından zorunlu olarak kullanılmak gerekiyorsa, hiyerarşi karşıtı hiçbir hayal de, sınıfsız toplum öncesi bütünüyle hiyerarşik özelliklerinden arınmış yapılar var etmeye yetmez. Sınıfsız toplumun hiyerarşik olmayan bir toplum olacak olması başka şeydir, hiyerarşik düzenlemelerin istendiği anda kalkmayacak oluşu başka şey. Devletsizliğe nasıl sözcüğün gerçek anlamıyla devlet olmayan bir yarı-devletle, proletarya devletiyle gidilebiliyorsa, hiyerarşisizliğe de sözcüğün gerçek anlamıyla hiyerarşi olmayan, azınlığın sömürünün gerçekleştirilmesine dayanan ve bunun ihtiyacını karşılayan üst üste binmiş özel kurumlaşma özelliği olmaktan çoğunluğun kurumsallığında eskiden miras olarak devam eden bir özellik olmaya dönüşen, belki “yarı-hiyerarşi” diye tanımlanabilecek, niteliği farklılaşmış bir hiyerarşiyle gidilebilir. Varlık koşulları ortadan kalkmadan hiyerarşiden kurtulma arzusu, belki hoş bir özlemdir ama anarşist bir özlemdir ve mutlak olarak, reddedilen “sözcüğün gerçek anlamıyla hiyerarşi olmayan hiyerarşi” yerine gerçek bir hiyerarşinin, burjuva hiyerarşik kurumsallığının ve onun varlık koşullarının savunulması anlamına gelir. Bürokrasi sorununda olduğu gibi. Nasıl devlete ve hiyerarşik yapılara karşı olunmaksızın Marksist olunamazsa. bürokrasiye karşı olunmadan ve ona karşı mücadele edilmeden de Marksist olunamaz. Ama üretimin henüz sınıfsız topluma varılma olanağını var edemediği alt gelişme düzeylerinde işbölümü ve işe bağımlılığın sürdüğü, insanların, çalışma koşullarını olağanüstü kolaylaştırmak ve kendilerine, eğitimlerine, bilgilenmelerine, kültürel olarak gelişkinleşmelerine yeterince zaman ayırabilmek üzere üst boyutlarda bir makinalaşma ve otomasyonu gerçekleştiremedikleri ve dolayısıyla herkesin her şeyi -kişisel özelliklerden gelen farklılıklar dışında- bilir ve yönetebilir duruma ulaşamadığı koşullarda -ki bu koşullar henüz devletin sönüşe varamadığı koşullarla örtüşür-, sömürücü toplumlardaki niteliği dönüşmüş olmasına ve aralarındaki uzlaşmaz sınıf zıtlıkları kalkmış olmasına karşın, yöneten-yönetilen çelişmesi varağını sürdürür. Ve yöneticilerin varlığı bürokrasinin kaynağıdır. Ve sosyalizmde artık sözcüğün gerçek anlamıyla bürokrasi olmaktan çıkmış, bürokratlaşmanın önlenmesi için çeşitli önlemlere ihtiyaç gösteren bir yönetim mekanizması ve yöneticilerin varlığı Marksizm’in bürokratikliği ya da bürokrasi savunucusu olduğu anlamına gelmez. Ve kimse de “bürokratik kurumlar kurarak bürokrasisiz bir toplum inşa edilemez” demez. Çünkü hiyerarşik yapılar inşa edilmediği gibi bürokratik kurumlar da inşa etmez Marksistler, bürokrasi ve hiyerarşik yapıların köklerine, temellerine, sınıf karşıtlığı üzerine kurulu toplum yapılarına saldırırlar, toplumun genel olarak dönüştürülmesi uğraşı verirler.
Çoğunluğun siyaset sahnesine girmesinin yolunun açılmasıyla bürokrasi ve hiyerarşik yapılar da en köklü darbeyi yemiş olurlar, gerisi kalıntılara katlanma ve mücadele içinde onlarla bir süre beraberce yaşayabilmeyi, ama onlar tarafından teslim alınmamayı bilip başarabilme ve dönüştürülmüş özleriyle onları kullanma sorunudur. Yok oluş koşulları ortaya çıkıncaya dek…
Anarşizan “sivil toplumcu”luğuyla ayrım gözetmeden her türlü devlete ve devlet müdahalesine “karşı çıkan” (tırnak içine alıyoruz, çünkü burjuva devlete bir karşı çıkış değildir bu) Belge’nin, yaman ama bireysel özgürlükçülüğüyle, aynı devlete karşı çıkışında olduğu gibi koşulsuz, zaman ve mekândan soyutlanmış haliyle, geçirdiği dönüşümler ve içeriği üzerine de kafa yormadan “hiyerarşi” düşmanı oluşuna şaşmak gerekmiyor. Çok renklilik olacak, içinde her türlü düşünce barınacak ve kanatları bulunacak, ama disiplinsiz ve içeriğine bakılmaksızın hiyerarşisiz olacak, yönetim kademeleri ancak yetkisizce “çalışabilecek”. Bu tür bir “örgüt”te disiplin ve hiyerarşi zaten düşünülemez, ama böyle bir örgüt de olamaz, bu, aydın özgürlükçülüğüyle örgüt fikrinin yadsınmasıdır. Belge’nin önerdiği “örgüt”te birleşecekler ne sıkı “Marksist’ler” olacaklar! Ve böyle bir “örgüt”le ne çok şeyi dönüştürme gücünde olacaklar!
Devlet, otorite, merkezi yapılar ve’ hiyerarşi “karşıtı”, “sivilci” Belge, günümüzde devletin müdahale etmediği alan kalmış ve devlet yatak odalarına bile girmemiş gibi, “sivil toplumu”, “toplumun devlet müdahalesine uğramayan ve kendi dinamiği ile özerkliğini koruyan alanları” olarak tanımlayarak, onu “yeni sosyalist model”inin temeli olarak öneriyor: “Böyle bir yapılanma yurttaşların merkezi otorite karşısında söz ve karar hakkına sahip olmalarını sağlıyorsa, geleceğin sosyalizminde böyle bir yapılanmanın temel alınması gerekmez mi?” (Nokta) Tam bir çarpıklık var burada. Kendisinden hareketle fikir üretilen sosyalist değil burjuva toplumdur. Sosyalizmde “merkezi otorite” zaten çoğunluğun, yurttaşların otoritesidir, bürokrasiyle mücadele ve yönetmeye emekçilerin katılımının araçlarının geliştirilmesi ayrı sorundur, teorik ve genel konuşta otorite, proletarya ve sene! olarak emekçilerin elindedir. Sosyalizm, kapitalizmin üst yapı özelliklerinden farklı olarak azınlığın elinde yoğunlaşmış bir merkezi otoriteye sahip değildir ve sosyalizmde “yurttaşların söz ve karar hakkından değil, fiilen söz ve kararından söz edilir. Ve birbirine karıştırılarak tartışma konusu edilen, sınıfsız toplum yerine kullanılan ‘sosyalizm’se, orada ne hak kalacaktır ne de merkezi otorite. “Çoğulcu sosyalizm” üzerine söyledikleri de, Belge’nin iyileştirilmiş bir burjuva toplum ve demokrasisi peşinde olduğunu gösteriyor: “Sosyalizm çoğulcu bir yapıda olmalıdır. Ayrım yapılmaksızın her türlü siyasi çizgiye, dini ya da etnik azınlıklara, partilere varan örgütlenme özgürlüğü tanınmalıdır.” (Nokta) “Sivil toplumun” siyasal üst yapısı da bu çoğulcu devlet olacak. Çoğulculuğu “Gorbaçov demokratizminin içeriği üzerine” başlıklı yazımızda eleştirmiştik. Kitabı çıktığında gerekirse eleştirimizi sürdüreceğiz.
Ve Belge “hala Marksist’im” diyor. Önerdiği “yeni model sosyalizmin” “birlikçi” partisinin düşünsel temelleri açısından Belge’nin hala nasıl bir “Marksist” olduğuna bakalım.
“Kendimi Marks’la özdeşleştirmiyorum. Ama bir gelenek var. Onun adıyla sürüyor. O gelenekten kopmak istemiyorum.” (Belge, Nokta). SBKP MK üyesi Aleksander Çipko’nun “19. yüzyılda yaratılan komünist toplum kuramı, elbette 20. yüzyılın sonlarında değişmeden kalamaz… Marks ve Engels’i peygamberler haline getirdik… Stalinizm, Marksizm’in uzantısından başka bir şey değildir.” (Cumhuriyet, 4 Ocak 89) şeklinde ileri görüşlülükle belirtisini ortaya koyduğu Gorbaçov’un geleceği de;Çipko ve Belge’nin vardığı nokta olacaktır. Belge, Çipko gibi Stalin karşıtlığında durmuyor, duramıyor, özdeşleşmekten kaçınarak Marks’la da arasına ayrım koymaya vardırıyor işi. “Gelenekten kopmak istemiyor”muş, bugün için elbette istemezsin, çünkü Marksizm her şeye rağmen hala prestije sahip ve prim yapmaya devam ediyor: adı kullanılmak için iyi bir malzeme olma özelliğini koruyor Marks. Ve Gorbaçov’la Belge gibileri, farklılıklarını belirtkeler de O’nu aziz mertebesine çıkararak adının sunduklarından yararlanmaya çalışıyorlar. Ama bu gidişle o gelenekten kopma günleri de gelecek.
Marksist teori ve ona ne şekilde bağlı olduğu ve “hala Marksist” oluşunu neye dayandırdığı ile ilgili olarak şöyle diyor M. Belge:
“Ben bir teoriyi bir takım basamaklar şeklinde ele alıyorum: Birinci olarak o teoriye yol açan en üst düzeydeki basamaklar var. Marksizm’in bu en üst basamağında, insanların eşitliği, özgürlüğü, mutluluğu ideali yer alıyor. İnsanın yaratıcı güçlerinin alabildiğine gelişebileceği bir toplum projesi yer alıyor. Ben bu projeye inanmak ve katılmak anlamında hala Marksist’im.” (Nokta)
Yanılmıyorsak, “insanların eşitliği, özgürlüğü, mutluluğu ideali”, diğer “ölümsüz hakikatler”den adalet, hak-hukuk vb. ile birlikte j.Jacques Rousseau’nun teorisinin “en üst basamağı”nda yer alır. Ayrıca özellikle “mutluluk ideali”ne eski Yunan filozoflarında rastlanabilir. Ama sayılan ideallerin burjuva idealler oldukları, yükseliş dönemi burjuva filozofları tarafından teorileştirildikleri tartışılmaz. Belge “hala Marksist”Iiği inandırıcı olsun diye bu ideallerin yanma bir de ‘insanın yaratıcı güçlerinin alabildiğine gelişebileceği bir toplum projesi’ni ekliyor. (Gerçi şimdilerde kapitalizmin insanlığın üretici güçlerini “alabildiğine geliştirdiği”, öyle ki bu gelişmeye proletaryanın da dayanamayıp yok olduğu ya da işlev yitimine uğramak üzere hemen hemen yok olduğu -bu, Belge’nin de iddiası- ileri sürülüyor ve herhangi bir ideal eğer proletaryaya dayanmıyor ve onun kapitalizm karşıtı durumunu yansıtarak bu duruma denk düşmüyorsa, ne denli güzel formüle edilirse edilsin, sosyalizmi ve daha ötesini yansıtmaz olmuştur.)
“Hala Marksist” olma iddiasını, hem de Marksist teorinin “en üst basamağı” diyerek “eşitlik ve özgürlük” inanışına dayandırmak, herkesi cahil ve Marksizm’i yok saymaktır. Çünkü eşitlik fikri ve ideali, burjuva içeriklidir ve burjuvazinin gelişme döneminde tarihsel olarak oynadığı rol ve proletarya elinde bir ajitasyon değeri taşımasının ötesinde bir saçmalıktan ibarettir. Söz Engels’in:
“Bütün insanların insan olarak ortak bir şeye sahip bulundukları ve bu ortak şey ölçüsünde eşit oldukları fikri, şüphesiz dünya kadar eski bir fikirdir. Ama modern eşitlik istemi bundan adamakıllı farklıdır; bu istem, daha çok, bu insan olma ortak niteliğinden, insanların bu insan olarak eşitliğinden, bütün insanların, ya da en azından bir devletin bütün yurttaşlarının, bir toplumun bütün üyelerinin eşit bir siyasal ve toplumsal değere sahip olma hakkının çıkarılmasına dayanır. Bu ilk bağıntılı eşitlik fikrinden, devlet ve toplum içinde bir hak eşitliği sonucunun çıkartılabilmesi ve bu sonucun doğal ve apaçık bir şey olarak görülebilmesi için binlerce yıl geçmesi gerekti… Feodal orta çağ, bağrında, gelişmesinin ilerlemesi içinde modern eşitlik isteminin temsilcisi olmaya aday sınıfı: burjuvaziyi de geliştirdi… Büyük ticaret, yani özellikle uluslararası ve hele dünya ticareti, hareketlerinde engellerle karşılaşmayan, bu bakıma eşit haklara sahip, hiç değilse tek başına alınmış her yerde hepsi için eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan özgür emtia sahiplerinin varlığını gerektirir. Zanaatçılıktan manifaktüre geçiş, çalışma güçlerinin kiralanması için imalatçı ile sözleşme yapabilen ve buna dayanarak, onun karşısına sözleşme yapan kişi niteliğiyle eşit haklarla çıkan belli sayıda özgür emekçinin varlığını şart koşar… Nihayet, genel olarak insan emeği oldukları için ve insan emeği olarak bütün insan emeklerinin eşitlik ve eşit değeri, bilinçsiz, ama en kesin ifadesini, modern burjuva iktisadının, bir metanın değerinin, o metanın içerdiği toplumsal bakımdan zorunlu emek aracılığıyla ölçülmesini isteyen değer yasasında bulur…
“…feodal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla feodal engellerden kurtuluş ve hak eşitliğinin kurulması istemi, toplumun iktisadi gelişmesi tarafından bir kez gündeme konduktan sonra, kısa sürede daha geniş boyutlar kazanmaktan geri kalamazdı… Modern sınıf haline dönüştüğü andan itibaren, burjuvazinin gölgesi olan proletarya, ona durmadan ve kaçınılmaz biçimde eşlik edecektir. Ve aynı biçimde, proleter eşitlik istemleri de burjuva eşitlik istemlerine eşlik edecektir. Sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması burjuva isteminin ortaya konduğu andan itibaren, bunun yanı sıra, sınıfların kendisinin kaldırılması proleter istemi, …burjuva eşitlik teorilerinin ta kendilerine dayanarak, ortaya çıkar. Proleterler, burjuvazinin sözüne mim koyarlar: eşitlik sadece görünüşte, sadece devlet alanında değil, iktisadi ve toplumsal alanda da gerçek olarak kurulmalıdır… Eşitlik istemi proletaryanın ağzında böylece ikili bir anlam taşır. Bu istem ya… apaçık toplumsal eşitsizliklere karşı, zengin ile yoksul, efendi ile köle, har vurup harman savuranlar ile açlık çekenler arasındaki karşıtlığa karşı kendiliğinden bir tepkidir; böyle bir tepki olarak, o, sadece devrimci içgüdünün ifadesidir ve doğrulanmasını da burada -sadece burada- bulur. Ya da burjuva eşitlik istemine karşı, bu istemden az çok doğru ve daha ileri giden istemler çıkaran tepkiden doğmuş bulunan bu istem, işçileri kapitalistlere karşı kapitalistlerin kendi iddiaları yardımıyla ayaklandırmak için bir ajitasyon aracı hizmeti görür, ve bu durumda, burjuva eşitliğin kendisi ile birlikte ayakta durur ve onunla birlikte yıkılır. Her iki durumda da, proleter eşitlik isteminin gerçek içeriği, sınıfların kaldırılması istemidir. Bundan öte her eşitlik istemi, zorunlu olarak saçmadır.” (Engels, Anti-Dühring, s. 178-183)
Bir şey eklemeye gerek kalmıyor… Siyasal biçimsel eşitlik olarak, yalnızca devlet alanında hak-hukuk eşitliği, faşizm ve tekelci ayrıcalıklar karşısında burjuva demokratik eşitlik özlemindeki Belge’nin “hala Marksist” olduğunun değil demokratik “arayışlarının önemli bir göstergesini sağlar ama Marksistler için bir değer taşımaz; gerekli ve zorunlu olan, sınıfların kaldırılmasıdır çünkü. Ve eşitlik ideali, “eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan özgür emtia sahiplerini” ve “imalatçı karşısına sözleşme yapan kişi niteliğiyle eşit haklarla çıkan özgür emekçinin varlığını” gereksinir, nihayetinde bu eşitlik, değer yasasına bağlanır. Dolayısıyla eşitlik talebine eşlik eden özgürlük talebi, ikisi bir arada, değişim özgürlüğü ve bunun eşit hukuk temeli üzerinde gerçekleşebilirliği olarak burjuva talep ve kategorilerdir. “Özgür emekçiler”den kasıt, feodal ve kişisel bağımlılık ilişkileri dışında, kişi, toprak ve lonca bağlarından kurtulmuş ve kendi iş güçlerini kendi başlarına değerlendirme araçlarından, üretim araç ve aletlerinden özgürleşmiş (kopmuş, yoksunlaşmış), değişim için işgücünden başka bir şeyi olmayan emekçilerdir. Ve Belge’nin eşitlik ve özgürlük istemleri, işte işgücünü satma zorundaki emekçilerin varlığını şart koşar, emekçilerin gerçek özgürlüğünü, proletaryanın diğer tüm sınıflarla birlikte ortadan kalkışını istemez. Özgürlük için yine Engels’e başvuralım:
“Kapitalist üretim biçimi, nüfusun büyük bir kısmını gitgide proleter haIine dönüştürürken, yok olma tehdidi altında, bu devrimi gerçekleştirme zorunda bulunan gücü yaratır. Toplumsallaşmış büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyetine dönüşümüne götürerek, bu devrimi gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterir. Proletarya devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti haline dönüştürür. Ama bunu yapmakla, proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf farklılıkları ile sınıf karşıtlıklarını ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır… Sınıflara bölünmenin belli bir tarihsel meşruiyeti varsa, o bu meşruiyete, ancak belli bir zaman için, ancak belli toplumsal koşullar içinde sahiptir. Sınıflar halinde bölünme, üretimin yetersizliğine dayanıyordu; modern üretici güçlerin tam bir gelişmesi ile silinip süpürülecektir. Ve gerçekten, toplumsal sınıfların ortadan kaldırılması, sadece şu ya da bu belirli egemen sınıfın değil, ama genel olarak bir sınıfın varlığının, öyleyse sınıflar ayrılığının ta kendisinin bir çağ dışılık haline geldiği tarihsel bir gelişme derecesini varsayar. Yani üretimin gelişmesinde, üretim araçları ve ürünlerin ve bunun sonucu, siyasal egemenlik, kültür tekeli ve entelektüel yönetimin özel bir toplumsal sınıf tarafından temellükünün, sadece bir gereksizlik haline değil, ama iktisadi, siyasal ve entelektüel açıdan, bir gelişme engeli haline de geldiği bir yükseklik derecesini varsayar… Üretim araçlarına toplum tarafından el konulması ile, tecimsel üretim ve bunun sonucu, ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal üretim içindeki anarşi yerine, bilinçli planlı örgüt geçer. Bireysel yaşama mücadelesi son bulur. Böylece ilk kez olarak, insan, belli bir anlamda, hayvanlar âleminden kesinlikle ayrılır, hayvansal yaşama koşullarından, gerçekten insanca yaşama koşullarına geçer. İnsanı çevreleyen, şimdiye kadar insanı egemenliği altında tutan yaşama koşulları alanı, şimdi, kendi öz toplum hayatlarının efendileri oldukları için ve kendi öz toplum hayatlarının efendileri niteliği ile, ilk kez olarak, doğanın gerçek ve bilinçli efendileri haline gelen insanların egemenliği ve denetimi altına geçer. Kendi öz toplumsal pratiklerinin, şimdiye kadar, karşılarına doğal, yabancı ve egemenlik altına alıcı yasaları olarak dikilen yasaları, bundan böyle insanlar tarafından tam bir bilinçle uygulanan ve bu yoldan egemenlik altına alınmış yasalardır. İnsanlara özgü bir şey olan ve şimdiye kadar karşılarında doğa ve tarih tarafından ihsan edilmiş bir şey olarak dikilen toplum halinde yaşama, şimdi onların has ve özgür eylemleri haline gelir. Şimdiye kadar tarihi egemenlik altında tutan yabancı, nesnel güçler, insanların denetimi altına girer. İnsanlar, işte ancak bu andan itibaren kendi tarihlerini tam bir bilinçle kendileri yapacak; onlar tarafından harekete getirilen toplumsal nedenler, ağır basan bir biçimde ve durmadan artan bir ölçüde, işte ancak bu andan itibaren onlar tarafından istenen sonuçları vereceklerdir. İnsanlığın, zorunluluk âleminden özgürlük âlemine sıçrayışıdır bu.” . (Engels, Anti-Dühring, s.417-421).
İşte, insanlığın gerçek özgürleşmesi. Özgürlük dünyasına sıçrayışı, koşulları ve zorunlu oluşuyla böyle bir içeriğe sahiptir. Değişim özgürlüğünün bir parçası olan aydın özgürlüğünün savunucusu Belge’yse, göreceğiz, ne “tarihsel meşruiyet” tanıyor, ne koşullar ve ne de zorunluluk. “İnsanın yaratıcı güçlerinin alabildiğine gelişebileceği toplum projesi”ne “inanmak anlamında hâlâ Marksist’im” diyor ama, bu proje de, Engels’in ortaya koyduğu gibi, özgürlük dünyasına sıçrayış ile aynı anlama gelmek üzere, “üretimin gelişmesinde, üretim araçları ve ürünlerin, ve bunun sonucu olarak.siyasal egemenlik, kültür tekeli ve entelektüel yönetimin özel bir sınıf tarafından temellükünün, sadece bir gereksizlik değil, ama iktisadi, siyasal ve entelektüel açıdan, bir gelişme engeli haline de geldiği bir yükseklik derecesini varsayar.” Yani maddi ve manevi yaşam araçlarının özel mülkiyeti, bu projenin gerçekleşmesi için ortadan kalkmalıdır ve üstelik zorunlu olarak kalkacaktır” da. Ortadan kalkışı zorunludur, çünkü “kapitalist üretim biçimi bu devrimi gerçekleştirme zorunda bulunan gücü yaratır” ve üstelik “toplumsallaşmış büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyetine dönüşümüne götürerek, bu devrimi gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterir.” “Sosyalizm zorunlu bir şey olduğu için sosyalist olmayız” (Nokta) diyerek sosyalizmin tarihsel bir zorunluluk oluşunu yadsıyan Belge’ye rağmen, kapitalizm zorunlu olarak kendi yok oluşunun koşullarını yaratır, hazırlar ve yolunu gösterir. Ve proletarya, bilincine vardığında gerçekleştirmek üzere, zorunlu olarak, “devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeli haline dönüştürür.” Bu sınıfsız toplum için atılması zorunlu ilk ve temel adımdır ve kuşkusuz özgürlük dünyasına ulaşmanın yolu da buradan geçer. Yoksa Belge’nin “öz: gürlüğü”, savunmuş olduğu gibi burjuva aydın özgürlüğü olmaktan ileri gitmez, “insanın yaratıcı güçlerinin gelişeceği toplum projesi” de bir hayal ve başkalarını aldatma unsuru olabilir.
Belge yalnızca bir burjuva özgürlükçüsüdür, çünkü o, Marksist teorinin ayrılmaz parçası olan ve eğer Marksizm, ondan soyundurulursa, burjuvazi için kabul edilebilir bir laf ebeliğine dönüşerek anlamsızlaşacağı mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, yani üretim araçları mülkiyetinin toplumsallaştırılması karşısında kayıtsızdır, bunu Marksist teorinin “alt basamakları”na ilişkin bir sorun olarak görmekte ve vazgeçilebileceğini söylemektedir:
“Bence bu nokta, ikinci ya da üçüncü derecede basamaklar dediğim düzeylerle ilgili sorunlar. Mülksüzleştirme, yöntemle ilgili bir basamak olarak görülebilir. Eğer tarihi evrim, beklenenden farklı yönde olmuşsa, tali basamaklarda öngörülenlerin, bu değişim doğrultusunda yeniden gözden geçirilmesi gerekir ki, o en üst düzeyimiz hâlâ geçerli kalabilsin.” (Nokta)
Mülksüzleştirme “yöntem” sorunuymuş! Mülksüzleştirmenin nasıl gerçekleştirileceği bir yöntem sorunudur, ama kendisi, hiç kuşkusuz öze ilişkindir. Belge, mülksüzleştirmeyi, onun zorunluluğunu ve özgürlük dünyasının kapısını açmasını gözden geçirmekte özgürdür, ama biz de, O’nun “hâlâ Marksist” olmadığını söylemek “zorundayız.”
Kapitalizm, üzerine kurulu olduğu sosyalleşmiş emek ve üretim ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki uzlaşmaz karşıtlık nedeniyle zorunlu olarak sosyalizme götürür ve sosyalizm de,bu uzlaşmaz karşıtlığın çözümü ile, mülk edinmenin özel karakterine son verilmesi ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla olanaklıdır. Ve M. Belge, “sivilcilik”ini öne sürerek mülksüzleştirmeden kaçınışına teorik temel yaratmaya yöneliyor: “… üretim araçlarının mülkiyelinde köklü bir değişikliği ön plana çıkarmıyorum. Özellikle Türkiye’de sosyalizm devletçilik geleneği ile özdeşleştirilmemelidir. Aksine onunla arasına mesafe koymalıdır.” (Nokta) Proletaryanın elinde devletin “gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem”i (Engels) üretim araçları mülkiyetine el koymak olacak, toplumsallaştırmanın başka yolu yok, devlet bir çırpıda ortadan kalkmıyor ya, devlet müdahaleciliği “düşmanı” Belge hemen karşı çıkıyor; toplumsallaştırmayı gerçekleştirecek devletin sınıf niteliği, azınlığın değil çoğunluğun demokrasisi oluşu hiç önemli olmuyor onun için, gene! bir “devletçilik” günah keçisi edilerek mülksüzleştirmenin karşısına geçebiliyor. Mülksüzleştirmesiz sosyalizmin olanaksızlığı, artı-değer gaspı koşullarının, yani mülk edinmenin özel biçiminin devamının sosyalizm değil kapitalizm olduğu ve devletin gelecekteki sönüşünün koşullan bugünden var olmadığı ve istekle edilemeyeceği için toplumsallaştırmanın ancak kamulaştırma olarak, üretim araçlarının devlet elinde toplanmasıyla gerçekleşebilirliği Belge için bir anlam ifade etmiyor, üzerinde düşünülmesi gerekli bir sorun bile olmuyor; O, mülksüzleştirmeyi “ön plana çıkarmayarak” çözüyor sorunu ve “yeni bir sosyalist model”e ulaşıyor, kapitalist bir modele.
Siyasal alanda, devlet yaşamı alanında bir hesaplaşmadan kaçınabilmek için “esas olarak benim devrimden anladığım toplumsal devrimdir” diyor ve devletin sınıf niteliğinde bir dönüşüme ve üretim araçlarının kamulaştırılmasına ilgi göstermeden, burjuva iktisadi, siyasi koşullar çerçevesinde iyileştirmelerle ilerlemeyi öneriyor yeni modelinde, mülksüzleştirme yerine: “Başlangıçta daha çok sosyal demokrat dediğimiz yöntemlerin benzerleri de geçerli olabilir. Bölüşüm ilişkilerinde değişiklikler getirilebilir, işçi denetimi gibi tedbirler getirilebilir. Burada amaç, toplumu ekonomik faaliyet üzerinde önce denetim sahibi yapmak ve yavaş yavaş bütün olayın sahibi yapmaktır.” Yavaş, ılımlı, burjuvaziyi ürkütmeyecek(!), “makul” bir geçiş ve tek başına bölüşüm ilişkilerinin bir anlamı olabilirmiş ve üretim ve değişim ilişkilerinde dönüşüm olmadan bölüşüm ilişkileri dönüştürülebilirmiş gibi, sosyal demokrat “sosyal adalet” formülünün peşinde yalnızca bölüşüme ilgi göstermek -“yeni model”in içeriğini oluşturuyor.
Uzlaşmaz karşıtlığı, yok edicisi gücü proletaryayı yaratışı ve Engels’in dediği gibi “büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyeti haline dönüşümüne götürerek, devrimi gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterişi ile, kapitalizmin sosyalizme götürmesinin zorunluluğunu reddederek, sosyalizmi “özünde ahlaki bir karar ve seçme” olarak varsayan seçici bir ahlakçı olan Belge, zorunluluğu ve mülksüzleştirme gerekliliğini yadsırken, kapitalizmin ürünü mülksüzleştirici devrimci güç proletaryayı yadsımaktan da doğal olarak kaçınamıyor. Nokta’nın yazısından Belge’nin proletaryayı hangi gerekçeyle ve nasıl yadsıdığı, varlığıyla mı fonksiyonel olarak mı yoksa iki yönüyle birlikte mi ve neye dayanarak yok saydığı tam olarak anlaşılamıyor; ama O, “ne işçi sınıfının devrimci olduğu tezi ne de aksi doğru değildir. Her ikisi de boş bir inanç. Herhangi bir ülkedeki ezilen bir sınıfın genel bir kanunla devrimci olup olmadığına karar vermek yanlıştır” (Nokta) görüşündeki Taner Akçam ile bir arada “işçi sınıfı devrimcidir ve devrim yapar klişeleriyle bir yere varamayız. Günümüzde işçi sınıfı yepyeni bir düzen kurmaya yetecek formasyona sahip değildir”, “Ortodoks teorinin anlattığı üstün niteliklere sahip proletaryadan mucizevî başarılar beklemekle bir yere varamayız” demektedir, önce proletarya ve devrimci fonksiyonu üzerine: Manifestoda: “Toplumun elindeki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerinin ilerlemesine anık hizmet etmiyor; tersine, bunlar, kendilerine ayak bağı olan bu ilişkiler için çok güçlü hale gelmişlerdir ve bu ayak bağlarından kurtuldukları anda, burjuva toplumun tamamına düzensizlik getiriyor, burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva toplum koşulları, bunların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak kadar dardır… Burjuvazinin feodalizmi yerle bir ettiği silahlar, şimdi, burjuvazinin kendisine karşı çevrilmiştir. Ama burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış; bu silahları kullanacak insanları da var etmiştir, -modern işçi sınıfını- proleterleri. Burjuvazi, yani sermaye, hangi oranda gelişiyorsa, proletarya da, modern işçi sınıfı da aynı oranda gelişiyor…” (Seçme Yapıtlar, s. 138) diye açıklayarak toplumsal gelişmeyi tarihsel zorunluluğu içinde, proletaryanın ortaya çıkışı ve rolüyle birlikte ortaya koyan Marks ve Engels, Feuerbach üzerine olan “Alman İdeolojisi”nin birinci bölümünde, “geliştirmiş bulunduğumuz tarih anlayışı, nihayet bize şu sonuçlan da verir” diye konuya girerek proletarya ve işlevi üzerine şunları yazıyorlar:
“1. Üretici güçlerin gelişmesinde öyle bir aşama gelir ki, bu aşamada, mevcut ilişkiler çerçevesi içinde ancak zararlı olabilen, anık üretici güçler olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelen (makina kullanımı, para) üretici güçler ve dolaşım araçları doğar ve bu, bir önceki olaya bağlı olarak, kazançlarından yararlanmaksızın toplumun bütün yükünü taşıyan, toplumdan atılmış ve zorunlu olarak,, bütün öteki sınıflara karşı en açık bir muhalefet durumunda bulunan bir sınıf doğar, bu sınıf toplum üyelerinin çoğunluğunun meydana getirdikleri bir sınıftır, köklü bir devrim zorunluluğunun bilinci, komünist bir bilinç olan ve elbette ki, kendileri de bu sınıfın durumunu gösterdikleri zaman başka sınıflarda da oluşabilen bu bilinç, bu sınıfın içinden fışkırır.
2. Belirli üretici güçlerden bazı koşullar içinde yararlanılabilir ki, bu koşullar, toplumun belirli bir sınıfının egemenliğinin koşullandır; bu sınıfın, sahip olduğu şeyden ileri gelen toplumsal gücü, düzenli olarak her çağa özgü devlet tipinde idealist biçimde pratik ifadesini bulur; bunun içindir ki, her devrimci mücadele, o zamana kadar hükmetmiş bulunan sınıfa karşı yönelir.
3. Daha önceki bütün devrimlerde eylem tarzı değişmemiş kalıyordu ve sadece bu eylemin başka türlü bir dağılımı, işin başka kişiler arasında yeni bir bölüştürülmesi söz konusuydu: komünist devrim, bunun tersine, daha önceki eylem tarzına karşı yönelmiştir, işi yo-keder ve bütün sınıfların egemenliğini sınıfların kendileriyle birlikte ortadan kaldırır, çünkü bu devrim, artık toplum içinde bir sınıf olarak ele alınmayan, artık toplum içinde bir sınıf diye tanınmayan ve daha şimdiden artık bugünkü toplum içindeki bütün sınıfların, bütün milliyetlerin vb. yok oluşunun ifadesi olan bir sınıf tarafından gerçekleştirilir. (Ve “yeni bir düzen kurmaya yetecek formasyonu yoktur” diyen Belge’nin “kuşkusu”nu izale etmek üzere bu “formasyonun” geliştirilmesiyle ilgili olarak da -MY-:)
4. Yığın içinde bu komünist bilincin yaratılması için ve gene bu işin kendisinin de iyi bir sonuca götürülebilmesi için insanların yığınsal bir değişikliğe uğraması zorunlu olarak kendini ortaya koyar, böyle bir biçim değişikliği ise ancak pratikteki bir hareketle, bir devrimle yapılabilir; bu devrim, demek ki, sadece egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır, ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerine kurmaya elverişli bir hale gelmek olanağını ancak bir devrim vereceği için de zorunlu olmuştur.” (Seçme Yapıtlar, 1, s. 46-47)
Ve “sosyalizm zorunlu bir şey olduğu için sosyalist olmayız. Sosyalizm iyi, gerçekleştirilebilir bir şey olduğu için., sosyalist oluruz., bu özünde ahlaki bir karar ve bir seçmedir” “tezi” ile ahlakın tarihselliğini ve her sınıfın ayrı ahlakı olduğunu reddeden ve maddeyle bilinç arasındaki ilişkiyi, yaşamın maddi üretimiyle bilinç ve bir bilinç kategorisi olan ahlak arasındaki ilişkiyi Platonca tersine çeviren Belge’ye karşı, uzatmaktan kaçınmak için, sözü yine Marks ve Engels’e bırakalım:
“Bu tarih anlayışı” diyorlar aynı yapıtlarında, “temel olarak gerçek üretim sürecinin gelişmesine dayanır ve bu görüş, hayatın doğrudan maddi üretiminden hareket eder; insan ilişkilerinin biçimini bu üretim tarzına bağlı ve üretim tarzı tarafından… meydana getirilmiş olarak, bütün tarihin temeli olarak kavrar, bu da, onu, devlet olarak eylemi içinde göstermek kadar, aynı zamanda, çeşitli teorik üretimlerinin ve din, felsefe, ahlak vb. gibi bilinç biçimlerinin tümünü onunla açıklamaktan, ve onun oluşunu bu üretimlerden hareket ederek izlemekten ibarettir…” (Age, s. 48.)
Bu arada Belge’nin “birey olarak” “seçme”sini nasıl zorunlu olarak yapma durumunda olduğu da Marks ve Engels tarafından açıklığa kavuşturulsun:
“… Gerçek şudur: belirli bir tarza göre bir üretici faaliyette bulunan belirli bireyler, belirli toplumsal ve siyasal ilişkilere girerler. … Toplumsal yapı ve devlet, aralıksız olarak, belirli bireylerin yaşam sürecinden doğar; ama kendi öz tasarımlarında ya da başkalarının tasarımlarında ortaya çıkabildikleri gibi bireylerin hayali sürecinden değil, gerçekte oldukları gibi, yani iş gören ve maddi olarak üretimde bulunan, dolayısıyla kendi iradelerinden bağımsız ve belirli maddi temeller, koşullar ve sınırlar üzerinde hareket eden bireylerin hayati sürecinin sonucu olarak meydana gelir.
“Fikirlerin, tasarımların ve bilincin üretimi, ilkin doğrudan ve dolaylı bir şekilde insanların maddi faaliyetine ve maddi alışverişine bağlıdır ve gerçek hayatın dilidir. İnsanların tasarımları, düşüncesi ve zihinsel ilişkisi, burada, onların maddi davranışlarının dolaysız anlatısı olarak kendini gösterir. Bütün bir halkın, siyasal dilinde, yasalarının, ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifade edildiği gibi, aynı şey zihinsel üretim için de geçerlidir. Kendi tasarımlarının, kendi Fikirlerinin vb. üreticileri, insanlardır, ama gerçek, faal, kendi üretici güçlerinin ve bunlara tekabül eden ilişkilerinin, alabilecekleri en geniş biçimleri de dâhil olmak üzere, belirli bir gelişmesiyle koşullandırılan insanlardır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir.”
“… Ve hatta insan beyninin olağanüstü hayalleri bile deneysel olarak saptanabilen ve maddi temellere dayanan, insanların maddi yaşamlarının sürecinden zorunlu olarak doğan yüceltmelerdir. Bu bakımdan ahlak, din, metafizik ve ideolojinin tüm geri kalanı, aynı şekilde bunlara tekabül eden bilinç şekilleri, derhal bütün özerk görünüşünü yitirirler. Bunların tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur; tersine, maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini değişikliğe uğratan insanların kendileridir. Yaşamı belirleyen bilinç değildir, ama bilinç belirleyen yaşamdır.” (Age, s. 25-26) .
“Yeni sosyalist model” olarak, zorunlu olmayan, mülksüzleştirmesiz, proletaryasız, “eşitlikçi-özgürlükçü”, “sivil toplumcu” “sosyalizm” “olağanüstü hayali”, hangi “maddi yaşam sürecinden zorunlu olarak doğan yüceltme”dir? Yanıt çok açık: olumsuzlanması değil olumlanması olarak, maddi yaşamın kapitalist üretim tarzından. Her hayal, her seçme, zorunlu olarak belirli gerçeklerle, maddi yaşamın belirli üretimiyle koşullandırılır, kim zorunluluğa aldırmıyorum, özgürce seçiyorum derse, onun seçimini belirleyen yine bir maddi gerçektir; ama, özgürlüğü, iradesinin özgür kullanımım, tarihsel zorunluluğun, toplumsal gelişme yasalarının dayattığı zorunluluğun bilincine varmada aramayanlar için zorunluluk, Hegel’in deyişiyle “kördür” ve “arayışçılar”, zorunluluk tarafından körce koşullandırılırlar; “seçimleri”, zorunlu olana karşı, çelişkili gerçekliğin, olumlu, mevcut koşulları olumlayan yönü tarafından belirlenerek gerçekleşir. “Zorunluluk ancak kavranılmadığı ölçüde kördür”: Belge, Hegel’i bir kez daha doğruluyor, “sosyalist seçim” hayaliyle kapitalizmi seçerken…
Zorunluluk, mülksüzleştirme, iktidar mücadelesi ve toplumsal devrimin ilk adımı olarak iktidarın alınması karşıtı Belge, “sosyalist devrim kavramı büyük ölçüde sosyalistlerin iktidara gelmesi olarak algılanmıştır, yani devrime öncelikle pratik-politik bir anlam yüklenmiştir” şeklinde eleştirmektedir sosyalistleri. Marksistler değil ama devrimci çevrelerde belli bir kabalık olmakla ve toplumsal devrime ilişkin sorunlar pek tartışma konusu edilmeyerek bir ölçüde iktidar ve iktidarın almışına ilişkin sorunlara ilgi göstermekle yetinilmekle birlikte, bu Marksizm’in ve Türkiye’de de Marksistlerin tutumu değildir, iktidarın alınışını sorun edinmemeyi haklı göstermek için saldıracak yel değirmenleri yaratmaya gerek yoktur. Ve yine, devrimin öncelikle pratik-politik bir anlamı olduğu, başka türlü toplumsal devrimin anlamsızlaşacağı ortadadır. Sorun, önce pratik-politik olarak halledilmeden toplumsal olarak halledilme yoluna girilemez. Toplumsal devrim, iktidarın almışını kaçınılmazlıkla gereksinir.
Devrimin devlet iktidarına ilişkin yönünü olumsuzlamakla başlayarak Belge, devrimin yolu sorununa, silahlı mücadeleye geliyor:
“Devrimcilik nitelemesiyse, toplumda gerçekleştirilmesi öngörülen dönüşümün radikalliği olarak değil de, bu dönüşümü gerçekleştirmek için verilecek mücadelenin (yani amacın değil aracın) radikalliği alanında aranmıştır.”
Belge iyi bir yel değirmeni mühendisi olduğu gibi, iyi bir zaaf istismarcısıdır da. Birçok devrimci grubun, Belge’nin nitelemesine hak verdirecek tutumlar içinde olduğu söylenebilir. Gerçekten de bir kısım devrimciler, dönüşümün kendisine ilişkin sorunlara pek önem vermez, ya da bu konularda pek de radikal bir tutum sergilemez ve programatik sorunlar ilgi odağını oluşturmazken, örneğin çeşitli gruplar henüz bir programa sahip değilken ya da devrimin toplumsallaştırmaya veya toprak sorununun çözümüne ilişkin programı geliştirmeye çalışmaz ya da yine örneğin Kemalizm, Sovyetler Birliği’ne karşı tutum, CHP-SHP reformizmine yaklaşım vb. gibi konularda hiç de radikal olmayan tavırlar ortaya koyarken, tartışmalarını hemen yalnızca bu sorun üzerinde yoğunlaştırmış ve bu alanda aşın radikal tutumlar geliştirmiştir. Bu noktada bazı devrimciler açısından zaaflar olduğu açıktır. Ama bir başka açık olan şey de, bu zaafların Belge’yi güçlendirmeyeceğidir. Çünkü Belge, gördüğümüz gibi, toplumsal dönüşümün kendisine radikal bir yaklaşım içinde değildir. Mücadele biçimlerine yaklaşımda ise hiç radikal değildir:
“… mücadelenin radikalliği de oldukça düz bir tercüme ile silahlı mücadele olarak anlaşılmıştır. Oysa silah kan dökülmesi demektir. Ve bu zaten dünyanın, insanlığın ilk gününden beri bilinen, bu anlamda da en ilkel mücadele biçimidir.” İktidarın almışında radikal yöntemleri insanlar icat etmiyorlar, icatçılık Marksistlerin ise hiç işi değildir. Belge’nin hiç anlamak istemediği şey, maddi toplumsal koşullar, bu koşulların neden olduğu zorunluluklar ve insan iradesinin, Marksistlerin iradesinin ancak bu zorunluluklar yönünde kullanılınca gerçek değerine kavuşabileceğidir. “En ilkel mücadele biçimi”ymiş! İnsanlık henüz ilkellikle malûlse, Engels’in dediği gibi henüz belli bir anlamda hayvanlar âleminden kesinlikle ayrılmamışsa, hayvansal yaşama koşullarından, gerçekten insanca yaşama koşullarına geçmemişse, devrimciler, iradelerini, maddi toplumsal siyasal yaşamın zorunlu kıldığı ve sınıflar arasındaki çatışmanın belli bir gelişme düzeyinde kaçınılmazlıkla doğmasına neden olduğu “ilkel” mücadele biçimlerinin ortaya çıkışının kolaylaştırılması, geliştirilmesi ve sistemleştirilmesi yönünde kullandıklarında, suç, onların değil, iktidardan gönüllüce ayrılmanın en küçük bir belirtisini göstermeyen, “kan dökmekten” kaçınmayan, egemenliğini tehdit altında hissettikçe kan dökücülüğünü tırmandıran burjuvazi ve gericilerin, onları egemen sınıf olarak ortaya çıkarırken insanlığın büyük çoğunluğunu küçük bir azınlığın sömürgen hırsı ve baskısı altında yaşamaya mahkûm etmiş maddi yaşamını belirli bir üretim tarzında, onun, henüz insanlığın baskısız-zorsuz, kendisinin efendisi olarak, insanlık âleminin gerçek insanı olarak yaşayabilmesine olanak vermeyen, baskı aygıtlarına ihtiyaç duyan, üretici güçlerin ve üretimin geri bir gelişme düzeyine denk düşmesinde, ilkelliğindedir. “İnsanlığın ilk gününden beri”, bugüne dek, insanlık henüz ilkelliğinden kurtulamamışsa ne yapalım Sayın Belge, “başa gelen çekilir.” Bu alana açıklık getirmek üzere daha iyi bir formül “aramalısınız!” Şu formül hiç de gerçeği yansıtmıyor: “Türkiye gibi parlamentarist kurumların, seçim geleneğinin vb. yerleştiği ülkelerde illegal ve silahlı mücadeleyi seçen bir sosyalist hareket başarılı olamaz.” Eh! Bu kadar olur. Özlenenin gerçek yerine bu denli açıktan geçirilişine son zamanlarda hiç rastlamamıştık doğrusu. Bu, “demokrasimiz” gibi “Balkanlar ve Ortadoğu’nun en büyük ve en iyisi” olmaya aday bir “gerçekçilik!” İnsan, Türkiye ile örneğin İngiltere’nin karıştırıldığını sanıyor. Her on yılda bir parlamentonun üzerinden silindir geçen bir ülkede “parlamentarist kurumlar ve seçim geleneğinin yerleşmişliği” tezini, hafif bir tebessümle karşılamayacak kişinin çıkabileceğini pek sanmıyoruz. Kesinlikle, Sayın Belge, “silahlı mücadelenin geçersizliği” tezini daha iyi bir nedene dayandırmak için “tartışmalı ve araştırmalısınız…”
Son bir değinme ile Belge’ye ilişkin sözlerimizi şimdilik bitirelim.
Modern revizyonistleri, Gorbaçovcuları ve benzerlerini “komünistler” olarak niteleyerek, “birçok yerde bakıyorsunuz, sosyal demokratlar ve sosyalistler daha radikal tutum alabiliyor, komünistler ise daha teslimiyetçi davranabiliyor” “saptamasını” yapan Belge, sosyal demokratlarla komünistlerin birliğine geliyor, “en geniş birlikçilik”te şimdilik Türkiye’de en ileri noktaya varan kişi olarak: “… bizde de komünizmle sosyal demokrasi birleşir diyebiliriz. Ama bunun gerçekleşmesi için iki tarafta da gelenekten gelen engeller var şu anda. Türkiye’de sosyal demokratlar hâlâ Kemalist… Ayrıca, bunun gerçekleşebilmesi için sosyalist hareketin de, bu kitapta ortaya koymaya çalıştığım yönde bir dönüşüm geçirmesi gerekiyor.”
Kapitalizmin zıtlığı, sınıf mücadelesi, bunun proletarya devleti fikrine dek uzatılması vb.nin hiç önemi yok “birlik” için: pek sorun yok sayılır, sosyal demokratlar Kemalizm’den vazgeçecekler, mümkündür, Belge”nin “yeni model sosyalizmi”nde ise zaten uzlaşmaz karşıtlıklar, proletarya, sınıf mücadelesi, devlet ve devrim gibi Marksizm’in temel tezlerinden vazgeçilmiş, “hâlâ Marksistlik” iddiasına karşın, Marksizm’in kırıntısı bile yer almamıştır Belge’nin kitabında. Ve aslında Belge kitabının özünü, dolayısıyla “yeni model”inin içeriğini el vermektedir, sosyal demokratlarla birlik için, sosyalist harekete kitabında ortaya koyduğu dönüşümü önerirken. Sosyal demokratlarla birlik noktasına gelmeyi olanaklı kılan bir dönüşüm önermektedir kitabı. Sosyal demokratlaşma önermektedir. İnsanın kendisinin bilincinde olması, kendini bilmesi saygıdeğerdir demiştik. Sonunda yakılmış olsa da, Abaelardus boşuna mücadelesini vermemiş “kendini bil”in. “En geniş birlikçilik”i ile yeni bloklaşma ve çeşitlilik içinde partileşme girişimini, düşünsel ideolojik temeliyle, haddimiz olmasa da, şimdiden kutsuyoruz.
Geniş birlikçilik”in bugünden kurulmuş iki bloğu TBKP ve Aydınlık ise, eski ayrılıkların yanlışlığını ileri sürerek ve yayınlarında karşılıklı olarak önde gelenleriyle “birlik ve birlikçilik” üzerine röportajlar yaparak bir flörtleşme içinde ve söz konusu “geniş birlik” açısından birbirlerini dışlamadan (bunu açık olarak belirtiyorlar) ikili bir taktik izleme durumundalar. Bir yandan çeşitli devrimci grup ve güçleri, tek tek devrimcileri kendi etraflarında toparlamaya çalışıyorlar, diğer yandan birbirleriyle birleşme olasılığını da göz önünde bulundurarak aralarına kaim bir çizgi çizmekten kaçmıyorlar. “Gelenekten gelen engeller” yakınlaşmalarının ilerlemesini güçleştiriyor olsa da, “herkesle birlik” şiarını zedelemek istemiyorlar, birbirlerini kesin bir dışlamayla.
Görüşler, karşılıklı olarak şöyle:
“TBKP gibi bir akımın reformcudur denilerek dışlanmasına karşıyım.” (D. Perinçek, Saçak 60, s. 7)
“Bugün Türkiye’de TBKP’den Yeni Çözüm dergisine kadar geniş skalayı dışlamadan… birliktelik arayan tavır önemlidir… TBKP’yi de reformculuğa angaje olmuş gibi görmemek lazım. Yaftalar asmayan bir mücadele gerekir.” (Oral Çalışlar, agy, s. 8)
“… Maocu Bozkurtlar diyorduk, provokasyon örgütleri diyorduk… Kolay klişe suçlamalara girmemek için sanırım herkes geçmişten yeteri kadar ders çıkarabilir.” (V. Sarısözen, Agy, s. 39)
Temel teorik düşünceleri ve programatik tezleri, ideolojik konumlan özünde aynı olan ve Belge’ninkilerle özdeşleşen bu iki “birlikçi blok”tan TBKP, bugün çok açık liberal bir görünüme bürünmüşken, D. Perinçek daha hesaplı gitmekte, örneğin 80 öncesinde, 80 günlerinde ve bir süre sonrasında iyice açığa vurduğu gerici liberal düşüncelerini, gelişmenin yönünü görerek ve henüz yeterince şiddetlenmeyen sınıf mücadelesi koşullarında bir miktar “devrimci” görünmeyi pek tehlikeli bulmayarak, 74-75’te yaptığına benzer şekilde, bütün açıklığıyla ortaya koymaktan kaçınmaktadır. O, şimdi aydınlık içindeki “birlik” için bölünme tartışmalarında, kendisini devrimci ilan ederek ve uzun dönemli olarak izlediği çizgiyi bilenler güldürmek üzere “benim gibi devrimci insanlarla cephe cepheye gelerek pek fazla devrimcilik olmaz” (Saçak, s. 60, s.9) diye övünmekte ve karşıtlarına karşı “SB konusunda bölünmeyelim, devrim mi reform mu konusunda bölünelim” (agy, s. 7) şeklinde yüksekten konuşmaktadır. Yine, O, Eylül öncesinin Aydınlık’ı tam bir ihbarcılık örneği varakpareyken, “sahte sol” tanımlamasıyla devrimci grup ve kişiler hakkında ihbarlarla dolu ve bunun baş sorumlusu D. Perinçek’ken, ‘ihbarcılık’ suçlamalarının. MİT tarafından kışkırtıldığını” söylüyor ve ucuz yoldan “ihbarcılık”tan arınmak istiyordu. “İhbarcılık alçakça bir davranıştı, halk düşmanlığıydı. İhbarcılığın özeleştirisi olmazdı. İhbarcıyla konuşulacak görüşülecek hiçbir şey olamazdı. İhbarcılardan halk açısından beklenecek bir şey yoktu ve buna göre tavır almak gerekirdi.” (D.P, Saçak, s. 5) Ve Perinçek, hâşâ, ihbarcılık yapmamıştı! Neden acaba, istisnasız” tüm devrimci gruplar hakkında bu yönlü düşünüyorlar, O’nunla yan yana gelmeye niçin yanaşmıyorlar, niçin her türden devrimci birliğin dışında bırakıyorlar O’nun Aydınlık’ını, Perinçek nasıl bu denli yanıltabilmeyi başardı devrimcileri?! Ve ihbarcılığın özeleştirisi, gerçekten, çok zor olur.
Geç olmasa, Perinçek’e “birlik diyorsunuz, fakat… Türkiye sosyalistlerinin büyük bir kısmını birliğin dışında bırakıyorsunuz. Örneğin Halkın Kurtuluşu, Dev-Yol, Dev-Sol, Halkın Yolu, Partizan, Doğulular ve diğer devrimciler.” yaklaşımıyla karşıdan Berktay ve Çalışlar’ı eleştirerek onlardan kopmamasını önerirdik. Sadece ihbarcılık dolayısıyla da değil, temele ilişkin sayısız nedenle ve her şeyin ötesinde devrimci olmayışıyla, -isimleri yanlış olarak sayılan- Marksist ve devrimcilerin Perinçek ve Aydınlık’ıyla birleşmeleri olanağı yoktur. Perinçek dağınıklık ve çeşitli grupların liberal rüzgârlardan etkilenme döneminde, O’nu, Aydınlık’ını ve SP’yi aklayıp meşrulaştırıcı. Aydınlık’ın eski çizgisinin farklılaşarak demokratlaştığını belirten çeşitli söz ve tutumlarına bakarak yanılmasın. Hem Perinçek mücadele keskinleştikçe onları etkileyen demokratik görünümlü gösterilerini yapamaz olacak, hem devrimciler Marksistlerin mücadelesi ve tutumuyla uyarılacak ve hiçbir devrimci Aydınlık’ın sırtındaki yüklerin bir ucundan altına girmek istemeyecektir. Aydınlık’a, 80 öncesi bir dönem olduğu gibi, yine kendi gruplarını arındırmak üzere onlardan ayrılan ya da uzaklaştırılanlar, yani devrimci olmayan “döküntüler” kalır. Hayale gerek yok!
Marksistler ve devrimciler Perinçek ve Aydınlık’ıyla, yalnızca geçmiş çizgi ve tutumları dolayısıyla değil bugünü açısından da birleşebilme durumunda değillerdir. Devrimci ve hele Marksist hiç olmadığı için. Bir kez, sınıf zıtlıklarını teorik olarak yadsımasa da, özel siyasetlerinde ve pratik olarak, bunu yadsıyan sınıf uyumunu temel ediniyor ve proletarya iktidarı ve devleti fikrinden tümüyle uzak duruyor. Düzen çerçevesinde hükümet değişiklikleri peşinde, sosyal demokratlardan DYP’ye kadar gerici düzen güçleriyle birlik-ittifak uğraşı veriyor. Yayınlarında proletarya iktidarı fikrini işleyen tek bir yazıya yer verilmediği gibi, bu fikir SP programında da bulunmuyor ve bu programa yön vermiyor. Proletarya iktidarını bırakalım, burjuva devletin devrimci bir biçim değişikliğini bile öngörmüyor Perinçek ve SP. Bu, nasıl “devrim mi reform mu bölünmesi” arzusu? Üstelik “birlik” için Perinçek, SP programını zemin olarak öneriyor.
Ve her şeyden önce, demokrasisizlik koşullarında, örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığı koşullarda, Perinçek’in, TBKP ile anlayış birliği içinde çözümlemeye giriştiği “birlik sorununu ne legal basında ‘birlik’ hakkında yazılıp çizilen saçma sapan sözler, ne ‘dağınık’ küçük aydın gruplarıyla yapılan anlaşmalar, ne de yurt dışında sürdürülen görüşmeler diplomasisi çözebilir” (Lenin, örgütlenme, s. !94). “Birlik sorununu çözecek biricik şey” diyor Lenin, “yerel planda sağlanacak birlik, RSDİP’in bütün işçi üyelerinin tek bir illegal örgütte gerçekten birleştirilmesidir.” (age)
Çeşitli devrimci gruplar yasalcı zaaflar taşısalar da, yasalcı bir konumda değiller. Peki, yasalcılığın “birlikçi “leri Aydınlık ve TBKP devrimcilerle birleşmeyi, bu durumda nasıl hayal edebiliyorlar? İşte iki “birlikçi blok”un bu alanda bugünden gerçekleşmiş “birlik”lerinin encamı:
“Bugün yasal parti olanağını kullanmak, 2000’lerin Türkiye’sini yaratacak emekçi kuvvetlerini toplamak için belirleyici önemdedir.” (Saçak yazı kurulu bildirisi’nden, s. 3) Perinçek, teorik “kurnazlık” yapıyor, sözde yasallığı esas almadığını ve yasalcılık yapmadığını ortaya koymak üzere “yasal parti olanağını kullanmak”tan söz ediyor, ama bunun belirleyici önemde olduğunu belirtmekle (belirtmek zorunda, çünkü yasalcı eylemini açıklamak durumunda), aynı tümce içinde kaçınmak istediği görünümü vermeden edemiyor. Bugün ve bugünkü koşullar değişmedikçe, yasal parti belirleyici önemde değildir ve olmayacaktır. Ve yasalcılıkla ancak düzen güçlendirilebilir. Proletarya ve emekçiler, mücadeleleriyle, yasal örgütlenme hakkını fiilen koparıp almadıkça, yasal parti “majestelerinin muhalefeti” olmaktan öteye gidemez. Gidemiyor.
TBKP’li Veysi Sarısözen: “Yasal çalışmayan bir partinin bugün kitlelerle kaynaşma şansı yoktur. Kitlesel iletişim araçlarının bugünkü düzeyinde yasallaşmak dışında yol yoktur.” (Saçak 60, s. 40) Sarısözen’in daha ileri gittiği ve çok daha açık konuştuğu teslim edilmeli. O, başka yol tanımıyor ve “yasal olanaklardan yararlanma” kurnazlığı ile düşüncelerini gizlemeye de gerek duymuyor. “İletişim araçları” gelişti, ne yapalım!
Yazımızı kaleme alırken, Sadun Aren hocamız ve Aziz Nesin’in girişimcileri arasında adı geçtiği, Nesin’e göre, “sosyal demokrat partilerin solunda, ama tam komünist denilmeyecek bir parti. Ama komünizme açılacak, sonuç hedefi komünist parti olacak bir ara parti” olan bir başka “geniş birlikçi” “ara” bloklaşma haberi duyuldu. “Teorik Marksist yayın organı” “Gelecek”i çıkaracağı söylenen ve “Tempo”ya göre “yeni partinin TBKP, TİP, TSİP ve de Devrimci Yol’u kucaklamak durumunda” olacağı görüşünde olan Sadun hocamız da yasallık konusunda ilginç bir düşünce ileri sürüyor: “… yasallık istemek sosyalist mücadeleyi demokratik yollarla yapmayı peşinen kabul etmiş olmak demektir. Eğer sosyalizm ancak silahlı eylemle gerçekleşebilecekse, 141-142’nin kaldırılması için çalışmak büyük bir yanlış ve boş bir çaba olurdu.” (Nokta, 5 Şubat 89, s. 35) İlahi hocam, niçin öyle olsun? Paradoksu yanlış yerde arıyorsunuz. 141-142’nin kalkması Marksistlerin mücadelesinin, devrimci mücadelenin gelişmesinde iyi bir “silah” olarak hizmet görür, Perinçek’in oynamaya çalıştığı “yasal olanaklardan yararlanma” gibi bir sorunu vardır. Marksistlerin ve bunun için “‘demokratize edilmiş sosyalizm” gibi bir ilginçliği ya da “sosyalizmin demokratik yollarını” savunmaya hiç gerek yoktur. Hem sosyalizm “eğer”li söylediğiniz gibi ve yasalcılıkla malûl olmadan gerçekleşecektir ve hem de Marksistler siyasal özgürlüklerin, örneğin örgütlenme özgürlüğünün önemi bilerek, elde etmek için de mücadele vereceklerdir. Engels’e başvurursak:
“Siyasal özgürlükler, toplanma ve örgütlenme hakkı, basın özgürlüğü-bizim silahlarımız işte bunlardır. Bunlar bizim elimizden alınmaya kalkışılırken kollarımızı kavuşturup tarafsız mı kalacağız? Siyasete karışmanın mevcut durumu kabullenmek anlamına geldiği söyleniyor. Tersine, mevcut durum bize ona karşı çıkma olanağı verdiği sürece, bu olanağı kullanmamız hiç de mevcut durumu kabullenmek demek değildir.” (Seçme Yapıtlar 2, s. 295)
Mevcut durumu kabulleniciliği ve liberalizmi, hocamızın ağzından iki kısa cümleyle bu derece açık ortaya konabilen yeni parti girişiminin, üstelik militan bir devrimci mücadelenin dayatıldığı bugünkü koşullarda kayda değer bir güç oluşturabileceği olanaklı görünmüyor. Zaman, 60’lar TİP’inin dönemine göre çok değişti. Girişimciler, girişimleriyle TBKP içinde bir yer edinmeyi kuruyorlarsa, vazgeçsinler, çünkü bu girişim onlara “pazarlık gücü” sağlamayacak, tersine güçsüzlüklerini kanıtlayacaktır. Artık hocamızın peşinden gidecek pek kimse çıkmaz ve aynı pastayı paylaşmaya oynayan epey güç var, TBKP ve Aydınlık gibi.
Aydınlıkça ve TBKP ‘”birlikçiliği”-ne dönersek. Saçak yazı kurulu, “sosyalist solun birliği için, hiçbir ayrım gözetmeden, bütün sosyalist örgüt ve gruplarla ve tek tek sosyalistlerle, ortak ideolojik zemin oluşturmak amacıyla arkadaşça bir diyalog geliştirmek kararında” olmasına karşın, artık dost meclislerinde Perinçek için “komplocu p…” karşı-propagandası yapmakta olan Çalışlar ve Berktay’la birliği başaramıyor, Aydınlıkçılar bölünüyorlar. Neden, önemli ölçüde, Perinçek’in, aşırı sağ tutumlarla genel görüntünün bozulmasına yol açan Çalışlar-Berktay liberalizmini dışlayarak, “devrimcilik” gösterisiyle güçlenmeye çalışmasıdır. Çalışlar-Berktay, gitmemiş, gitmeye zorlanmışlardır, atılmışlardır. D. Perinçek’in, Özal benzeri bir “hesap adamı” olduğu belirtilmeli. Hesabını, verileri doğru saptayarak doğru yapıyor; ama ne yapalım ki, atı topal. Bu atla, hesaplar doğru yapılsa bile, devrim parkurunda koşmak, devrimci hedeflere yönelmek ve ulaşmak olanaksız. Yoksa Perinçek’in “Türkiye’de sosyalist teori Gorbaçov reformculuğuyla çarpışarak gelişecek önümüzdeki dönem. Bunu göreceksiniz, sizin dediğiniz gibi olmayacak. Gorbaçov’un platformunu savunan tek bir adam yok. Önümüzdeki dönem SB’ni eleştirenler yalnız kalmayacak” öngörüsü ve buna dayandırdığı Gorbaçov’a ve “SB sosyalisttir” düşüncesine karşı çıkmak gerektiği yönündeki hesabı doğru. Ama veriler tersine olsaydı, “hesaplı” Perinçek’in “SB sosyalisttir” noktasına ilerleyip Gorbaçov savunuculuğu yapıp yapmayacağı merak konusudur. Çünkü “aramızda tartışıyorduk”la izaha yönelebilir, ama “Gorbaçov’un ve SB’nin gelecekte ne olacağını göreceğiz” yazarak, Gorbaçov’un başarılı olup olamayacağını belirlemeyi, teori dururken, pratiğin ve geleceğin kanıtlayıcılığına bırakan aynı Perinçek’tir. Örneğin, bir yıl önce, bugünkü hesabına yetecek verileri göremeyen Perinçek, henüz Gorbaçov’u savunup savunmamaya karar vermemiş durumdaydı, orta yolculuk yapıyordu, geçen yılki yazıları bunun örneğiydi. Giden ekibin daha gerici bir görüntü verdiği ortadadır, ama bu Perinçek’in gerici reformculuğunu gidermiyor ki. Bu bölünme, yalnızca, “geniş birlikçi”, kanatlı, çok renkli, irade birliğinden yoksun particiliğin, ne denli “geniş mezhepli” olunursa olunsun, çıkmazını gösteren bir örnektir. Bölünmenin gösterdiği bir başka şey de, yılların sosyal emperyalizm “karşıtı” olan giden ekibin, Perinçek’le ayrılık noktalarından önemli birini oluşturan “Sovyetler sosyalisttir” noktasına gelişinin ortaya koyduğu ve Çalışlar’ın zaten ikrar ettiği, Aydınlıkçı sosyal emperyalizm teorisinin kofluğu ve hemen sadece politik ve özellikle dış politika sorunlarından hareketle geliştirildiği ve içeriği bakımından “sosyal emperyalizm”den “sosyalizm”e atanabilmesine elverir olduğudur.
“Mesele, olabileceğimiz kadar geniş mezhepli olmaktır” diyen Berktay’Ia “benim geniş mezhepliliğimi göstermiyorsun” diyerek ilginç bir “birlikçilik” yarışma giren Perinçek, karşıtları açıktan ve yüksek sesle “Sovyetler sosyalisttir” demelerine rağmen, onlarla parti içinde birliği olanaklı görüyor ve “ben bir ateşkes öneriyorum. SB konusunda bölünmeyelim. Devrim mi reform mu konusunda bölünelim” şeklinde bir görüş savunuyor. Yıllardır ilk kez kendi sağında muarızlar bulmuş olmanın ateşiyle, Sovyetlerin ve Gorbaçov’un kimliği sorununu atlayarak, söyleyin bakalım diyor, “devrim mi reform mu?”
Karşıtları da doğrusu çok sefiller: ne gerici tanıyorlar ne ilerici, hiç ama hiçbir ölçüte vurmaksızın “birlik” diyorlar. Halil Berktay, “geniş birlikteliğin tek çıkış yolu olduğunu o kadar düşünüyorum ki” diyor, “programatik tavizler verebilirim” ve ekliyor: “ancak onun içinde yaşanacak devrim-reform tartışmasının sağlıklı olacağını düşünüyorum.” Ve O, “geniş birlikteliği” öylesine her şeye kadir görüyor ki, “sosyalizm alanından kan kaybını durduracak esaslı turnikede geniş bir birliktelik olabilir” görüşünü savunuyor. Çalışlar da “solun birliği esas meseledir”, “birlik isteyen devrimcidir” diyor. Karşıtların “birliği” her şeyin önüne geçirdikleri ve yalnızca “ne olursa olsun birlik” değil, “her şey birliğe bağlı” dedikleri durumda, “ne olursa olsun birlikçi” olmadığını gösterme fırsatını yakaladığını düşünerek, “hayır” diyor “devrimci temelde birlik”, “devrim-reform ayrımında bölünelim.” Peki, Perinçek ne mene bir “reformculuk”a karşı, nasıl bir “reformculuğa karşı mücadele” öneriyor?
Kendisi reformcu olan Perinçek, gerçekten “birlik mücadelesinde reformculuğa karşı mücadele esastır” düşüncesinde olduğu için değil, ama SP’de ve dergi çevresinde “Doğu despotizmine karşı” bir kazan kaldırma baş gösterdiği ve Gorbaçovculuğa kayanlar kendi oyun alanında kendisini köşeye sıkıştırma ve egemenliğini tehdit etme durumuna geldiği için ve ek olarak, reformculuk eleştirisi devrimci çevrede daha fazla prim yapacağı için, TBKP karşısında bu noktadan kalkarak bir atılım yapabilmek için, reformculuğa karşı mücadeleyi gündeme getirdi, böylece muhalefeti dışladı ve daha sağlam bir konum kazandığını düşünüyor. “Önyargı” ile mi yaklaşıyoruz? Hayır, Perinçek’in reformculuğu ezeldendir ve bu konuda ileri sürülebilecek önyargılar hiç yanlış olmaz; ama, biz, bugünkü durumdan kalkmıyoruz.
Perinçek, mevcut düzeni ve onun yasallığını temel edinmekte, “geniş birlik”i bu zeminde gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Perinçek “reformculuğa karşı mücadele” demektedir, ama reformcu-revizyonist Gorbaçovculuğu ayrılık nedeni olarak görmemekte ve “SB sosyalisttir” diyenlerle birliği savunmaktadır. Gerekçesi ilginçtir: “Bugün Türkiye solunun bu hengâmeli gidişte yatıp kalkıp Sovyet tarihini tartışmasını, Türkiye’nin hayati sorunlarını bu yüzden kenara itmesini, bir cinayet olarak görüyorum. Bu tavır, Türkiye devriminin teorik ve programa-tik sorunlarını çözebilir mi?”
Perinçek, Gorbaçovculuğa ve SB’nin niteliği sorununa, Sovyet tarihine ilişkin, Türkiye’yi ve Türkiye devrimini ilgilendirmeyen sorunlar olarak bakıyor. Gorbaçov revizyonizmi ve onun gerici-liberal, kapitalist içeriği bir tarih sorunu mudur, yoksa tez ve pratikleriyle, ülkemizde aynı yoldan yürüyen ve aynı orijinli temel fikirleri savunan takipçileriyle Türkiye’yi ve devrimini yaşamsal olarak ilgilendiren bir ideoloji ve devrim sorunu mudur? Perinçek ideolojik içeriğini önemsemediği gibi güncelliğini de geçiyor, “Sovyet tarihi pek önemli değildir”e getiriyor. Peki, Sovyetler Birliği’nin sosyalist olup olmaması, yalnızca basit sıradan bir saptama sorunu mudur? Türkiye devriminin dostu-düşmanı tartışması bir yana, Sovyetleri emperyalist ya da sosyalist olarak tanımlamak yazı-turayla mı kararlaştırılıyor? Ya da sosyal emperyalizm, Kautsky’ce bir “tercih edilmiş politika” mıdır, sosyalizmin kötü bir dış politikası olarak mı şekillenmektedir” Sosyal emperyalizm, revizyonizmden ve burjuva içeriğinden soyutlanmış haliyle sınıfsal ve ideolojik bir sorun değil midir? Ve Türkiye ve Türkiye devrimi, hiçbir evrensel özellik taşımayan, uluslararası yöne ve bağlantılara sahip olmayan ülke ve sorun mudur? Perinçek kaba bir milliyetçi yaklaşımla “Türkiye devriminin teorik ve programatik sorunlarını” uluslararası sorunlardan ve teorinin evrenselliğinden koparmakta, Türkiye’ye özgü bir “Marksist teori” ve evrensel boyutlardan yoksun bir “program” ve “ulusal bir sosyalizm” öngörmektedir. Doğal ki, burada yadsınan, Marksizm’in evrensel gerçeği, onun ülkeden ülkeye değişmeyen temel tezleri ve yine onun her ülkede revizyonizmin reformcu, liberal tezleriyle, hem uluslararası hem de ulusal açıdan hesaplaşma içinde oluşudur. Salt siyasal açıdan bile alınsa, sosyal emperyalizmle uzlaşma demek olan “SB’nin sosyalist olup olmamasının önemsizliği” yaklaşımı, nasıl bir “reformculuğa karşı mücadele”nin ürünü olabilir. Üstelik sorun, siyasal uzlaşmacılıktan öte, ideolojik uzlaşmacılıkken…
“Reformculuk karşıtı” (!) Perinçek, hâlâ “emperyalizmle Üçüncü Dünya arasındaki çelişme, diğer bütün çelişmeleri belirleyen önemini koruyor” derken, nasıl bir “reformculuğa karşı mücadele”den söz edebiliyor? SB ile bir “üçüncü dünya ülkesi” olan Türkiye arasındaki çelişme görmezden gelinebilir, ama emperyalizmle üç dünya çelişmesi her şeyi belirtiyor! Yani, felsefi bir sapkınlık olan “baş çelişme”, gerici ülkelerin gerici, faşist egemen sınıflarıyla ve temsilcileriyle emperyalizm arasında! Ve burada reformculuktan bile öteye geçilmiyor sanki. Bu saptama, “üçüncü dünya ülkeleri”nde gerici egemen sınıflarla birleşmeyi ve en azından reformculuğu gerektirmiyor sanki!
“Bugün Türkiye sosyalist hareketi içindeki parçalanma eğilimi yerini birlik arama eğilimine terk etmiştir. TBKP örneği, böyle bir birlik arayışını yansıtması yönünden olumludur.” Saçak, s. 42) diyor Perinçek ve ekliyor: “Hiçbir grup ve ya kişi önyargıyla birliğin dışında ilan edilmemeli” (agy, s. 3) Ayrıca: “TBKP’den de önemli bir devrimci akım çıkacak” (Agy, s.7) Nostradamus’luğu da O’nun! Ve bir başkası: (TBKP’ye eleştirilerini sıraladıktan , sonra) “TBKP’nin bütün bu sorunların üstesinden gelebilecek bir birikime sahip olduğunu da görmeliyiz.” (agy, s. 46)
Reformcu revizyonist TBKP’nin bu yüceltilişiyle Perinçek “reformculuğa karşı mücadele” etmektedir! Ve “TBKP ile birleşmenin yolu da reformculuğa karşı mücadeledir” buyurmaktadır. Oysa reformculuğa karşı gerçek bir mücadeleyle TBKP ile mücadeleci güçlerin arasına kalın bir ayrılık çizgisi çekilebilir ve TBKP ile ancak reformcu bir zeminde birleşilebilir. Perinçek’inki nasıl bir “reformculuğa karşı mücadele” ki, karşıtlarının “birlikçiliği” gibi “her şeye kadir” ve ne yapılırsa yapılsın, ister emperyalizmle ister TBKP ile birleşilsin “reformculuğa karşı mücadele” edilmiş oluyor! Bu, Perinçek’in sihirli formüllü yeni hayat iksiri! Nektar gibi bir şey!
Ve bir Perinçekçi, H. Bülbül, Belge’nin sosyal demokratlarla birlikçiliğine yaklaşarak “reformculuğa karşı mücadele konusunda tutum alınmazsa SHP’deki sosyalistleri bile kazanamayız. SHP’de eriyorlar” diyor. Bu, öylesine bir sihirli formüllü “reformculuğa karşı mücadele” ki sonunda iş, yine 80’nin hemen öncesi ve sonrasındaki Evren’i kazanmaya varacak! Reformculuğa karşı, onu etkisizleştirmek için mücadele edilir, dönüştürmek, sosyalistleştirmek için değil, ayrım sınıfsal çünkü. Ama ne türden sosyalistlerse, SHP’de sosyalistler bulunuyor ve onları kazanmanın yolu da sihirli formülden geçiyor!
Tekrar D. Perinçek’te söz: “Türkiye devrimcileri, düzene entegre oldukları için, reformculukla mücadele motorunu kullanarak ilerleyecekler.” (Agy, s. 15) Düzene entegre olana en azından “reformcu” denmezse ne denir? Perinçek’in “devrimcileri”, “düzene entegre” oluyorlar, ama hâlâ “devrimci” kalıyorlar! Bu “devrimciler”, “reform mu devrim mi bölünmesi”nde “reformculuğa karşı mücadele” savunucusu Perinçek gibi “devrimciler”den olsa gerek!
Son olarak Stalin sorununa bir değinme: Çalışlar-Berktay’a karşı Stalin’i savunma görüntüsü çizen Perinçek Saçak 59’da “yekpare parti” konusunda Stalin’i aşmakla övünüyor. Ve bu konuda yalnız eski Aydınlıkçı ekiple değil açık Stalin düşmanlığı yapan V. Sarısözen’le de birleşiyor. Sarısözen: “Birliğin önündeki en büyük temel engel, Stalinci birlik anlayışı… Orada, parti tek sesli, tırnak içinde monolitik bir parti olarak tarif edilmiştir…” (agy, s. 39) Monolitik partiyi reddeden reformcu revizyonist Sarısözen ile “reformculuğa karşı mücadele”ci (!) Perinçek “birlik” partisinin reformcu ve “devrimci” kanatlarını oluşturmak üzere birleyebilirler ve Perinçek orada “reformculuğa karşı mücadelesine” devam eder. Perinçek’in mücadelesi, “reformculuğa karşı” değil, reformcudur ve yasala, “geniş birlikçi”, hemen herkese karşı uzlaşmacı Perinçek reformcudur ve bundan vazgeçeceğine dair en küçük bir belirti de yoktur.
Yasala, kanatlı “geniş birlikler” ve “birlik” girişimlerinden geçilmeyen günümüzde Marksistlere bu konuda yapacak tek şey kalıyor: Burjuvaziyle proletarya ve revizyonizmle Marksizm arasındaki zıtlığı ve uzlaşmazlığı muğlâklaştırmak üzere ortaya atılan bu sahte birlikçi liberal rüzgârlar, propaganda ve tutumlara ilişkin uyanıklığı artırmak, gerçek yüzü ve niteliğini açığa çıkarmak ve mümkün olan her alanda gerçek devrimci içeriğe sahip birlikler oluşturmak. Devrimci-demokratik zeminli eylem ve güç birlikleri, daha gelişkin ve kalıcı birlikler ve olanaklı güçlerle parti çatısı altında birlikler…
Mart 1989