Haberler-Mektuplar

Bitmek ya da bitmemek
Perdeci – Mehmet ESATOĞLU

Mart’a doğru bir akşam. Arı kovanı gibi bir kulis. Oyuncular soyunma odasında, kimi giyiniyor, kimi makyajda, kimi de kendi âlemine dalmış, az sonra çalacak üçüncü zili bekliyor.
Perdeci bütün işlerini önceden bitirmişliğin rahatlığıyla gözünü deliğe uydurmuş, karşıda oturanlara bakıyordu. Bunun adı, kulisten seyirci dikizlemek. Tiyatroya gelen izleyicinin hiç bilmediği bir yandır bu. İzleyici sahnede yeniden üretilecek bir olayı “dikizlemeye” gelir de ava giden avlanır misali dikizlenir, görmediği gözler tarafından.
Kiminin derdi; ahbap var mı,.kimininki hasılat, kimi de az sonra karşılaşacağı kitleyi tanımak… Perdeci, delikten gözüyle okşardı adeta gelenleri. “Vaktim yokçular”a karşı bir kültür olayına zaman ayıranlara müthiş saygı duyardı. Özellikle, tiyatroda izleyiciyle sürtüşen çalışanlara bıkmadan usanmadan anlatmaya çalışırdı, önce saygı duymayı. O da bu geleneği programcı Onnik Efendi’den öğrenmişti. Onnik Efendi, sahnede üretilen emeğin bir anıtıydı adeta. Yönetmen bile izleyicinin gerçek tepkilerini ona sorarak öğrenirdi.
Perdeci birinci zili vermeden önce, son kez delikten bakarken dördüncü sıranın ortasında gördü onu. Kulise seslendi: “Aktör baba senin yeğen gelmiş.” Aktör baba, parmağının ucunda dört numara fondöten ile duraladı, “Biliyorum, davetiye yollamıştım da..” diye yanıtladı. Perdeci, soyunma odasının aynasında Aktör Babanın gözlerini arayarak “Eskiden davetiye filan beklemez, provalara bile gelir, bizlerle ateşli tanışmalar yapardı…” diyecek oldu. Aktör Baba “Çalışıyor…” diye homurdandı. Az sonra perde açıldı ve oyuncular başladılar bir şarkı söylemeye:

Bir zamanlar Paris’te
Çanlar çaldı aniden,
Hep yönetilenler çağlar boyu
El koydular; yönetmeye
yumrukla, tüfekle
Beğenmediler eskiyi
Kaldırdılar yönetmeyi, yönetilmeyi
Karar verdiler ama hep beraber
Nasıl yaratmışlarsa hep birden
Mezarlık duvarlarında can verene dek…
Onlar öldü 1800’lerde
Ama bitmedi hikaye
Sürdü geldi bugünlere.

Oyun bitimi kuliste çay bardakları sakırdarken elinde bir kutu pastayla kulise daldı Aktör Baba’nın yeğeni. “Geçmiş olsun kerizler! Gene üç otuza attırıyorsunuz oyunları.” Pasta dilimlenirken, oyun sonrası sohbeti koyulaştı. “Patron be,” dedi yeğen, “Altı bin lira çok değil mi? Yani halk… bir aile… yirmi dört bin, olacak şey değil.” Kuliste bir an sessizlik oldu. Aktör Baba sessizliğin bir yerinde dayanamadı, “Geçende de senin gibi durum bilmez biri attı onaya böyle bir soru. Mahpus görmüş bir yönetmen şöyle yanıtladı: Tiyatro-sinema-kitap pahalı değil, asgari ücret çok ucuz.”
Oyuncular, otobüs vapur saati hesaplarıyla çıkmaya başladılar birer ikişer tiyatrodan. Bahara göz kırpan bir Şubat akşamı karşılıyordu insanları kapıda. Aktör Baba, yeğeni ve Perdeci yürüyorlardı Beyoğlu’nda. Yeğenin birkaç kadeh ısmarlama ısrarıyla daldılar köhne sokaklara. Paçanga böreği kokan bir Rum meyhanesinde camın kenarına oturdular. Kasanın yanından “Nerelerdesiniz” ile kopup geldi güleç yüzlü bir garson. Siparişlerini pek dinlemeden kendi zevkine uygun masayı bir güzel donattı. Perdeci ve Aktör Baba dudak ucu gülücükle onayladılar.
Aktör Baba ikinci kadehi yudumlarken sitemkar baktı yeğenine. “Ne o, eleştirmedin o’yunu?” Yeğen, dakikalardır bekliyordu bu soruyu. Önce yutkundu, “Fena değil, diyeceğim, bozulacaksınız ikiniz de. Ama nasıl anlatsam; sarmadı beni.” Aktör Baba buruk baktı Perdeci’ye. Perdeci, ortalığı neşelendirmek yerine sulandırdı. “Garson, yeğenime bir sarma.” Yeğen, “Lütfen alay etmeyin, beni artık sarmıyor bu tür oyunlar. Ne yapıyor bu adamlar diye sorup durdum kendime oyun boyu. Sahnede anlattığınız o altın çağa inanıyor musunuz hâlâ?” Perdeci, “Sizin firmada verilen yedi yüz elli bin liraya karşılık düşünce bazında beklentiler de mi var?” “Bırak”, dedi yeğen, “..yedi yüz elliyi. Bunca olandan sonra hâlâ altın çağdan bahsetmek kusura bakmayın ama bana artık komik geliyor.”
Hafif bir uğultu ve ne idüğü belirsiz bir müzik vardı meyhanede. Bir ara bu sesler egemen oldu masanın havasına. Aktör Baba ve Perdeci ellerinde büyümüş bir çocuğun böyle konuşması karşısında bir an duraladılar. Belki, malanın ortasında midye dolması bütün diğer mezeleri kenara itmese bu sessizlik sürüp gidecekti. Midyecinin “Hayırlı akşamlar”ıyla ona döndüler. Perdeci, “Ressam mısın sen” diye sordu midyeciye. Midyeci, “Olacaktım ama kâğıt bulamadım, malumunuz bizim gençliğimiz harp zamanı-darp zamanı…” Aktör Baba ilk dolmayı özenle açtı, “Aman çocuklar,” dedi, “Ne tuz, ne karabiber, her şeyi karar”. İhtiyar usta altında kalmadı bu övgünün: “Tıpkı senin sahnede oynayışın gibi”yi patlattı. Yeğen şaşırdı, “Siz tiyatroya gider misiniz?” Midyeci, “Şiir bilem okurum, midyelerimin güzel oluşunun sırrı bundadır. Bence, sanattan nasibini almamış adamın yapacağı hiçbir işten hayır gelmez.” Midyeci, bir göz müsaadesiyle masadaki rakıdan kadehe bir parça doldurdu ve “Oyunculuk sanatının ilerlemesi için ölesiye didinenlere!” Aktör Baba ekledi “Ve de taviz vermeyenlere…” “Bazen,” dedi midyeci, “Bu sokaklarda olmamaya karar veriyorum. Sanki masalarda muhabbetler bozuldu. Paradan başka muhabbet yok. Çok mu karardı dünya, yoksa bana mı öyle geliyor.” Bu lafın üstüne Aktör Baba önündeki sütunu perdeleyerek küçük bir gösteriye başladı:

Memleketin birinde
Çalarken despot çanları
Tıkıvermişler gençleri
Koca koca mahpushanelere
Bir nesli yok etmek üzere…
Ancak akıllı bir yönetici
İnce bir şarlatanlıkla
Kokain koklatır gibi
Koklatmış bankınotları
Dışarıda kalanlara
Korkmayın demiş
Bu para denen nesne
Biraz alın teri koksa da
Tıkayın burnunuzu
Hayat yaşamaya değer.

Yeğen dayanamadı, kesti gösteriyi, “İçtiniz, Saçmalıyorsunuz. O kadar basit değil. Bir zamanlar coşkuyla seyrederdim sahnenizi, ama şimdi: şimdi biraz kerizlikmiş gibi geliyor bana. Yanı sen, Aktör Baba, aktörsün değil mi? Doğruları söylemeye çalışırsın yıllardır. Peki, ne oldu? Ne elde ettin? Senin kadar emek harcamışlara ayda milyon veriyor tiyatrosunda bu devlet. Peki, ya sen? Ayrıca, senin yanında gibi görünenler de seni pek iplemiyor. Ellerinde bir olanak olsa, onlar ela vitrindekilere sunuyorlar. Yani biraz haybeye uğranmıyor musunuz? Hem de bütün ‘Yetkili’ çanların ‘Devrim bitti’ diye çaldığı şu günlerde, siz hangi denize kürek çekiyorsunuz?”
Masada soğuk bir rüzgâr esti. Aktör Baba. “Seni Fransız devrimcisi Marat gibi yanıtlayacağım: Ben yine de devrimden yanayım, her zaman devrim… Söylediklerine gelince, evet doğrular, savundum. Şu senin yaşadık gördük diye ileri sürdüğün koşullara rağmen. Bana söylememek ve susmak aykırı görünüyor. Konuşmanın bir bedeli var ve ben de bu bedelleri biliyorum. Başlangıçta çok net bilmesem de yaşam, süreçte çok net öğretiyor. Başka bir seçeneği de yanı sıra sunarak. Susmak, hatta övmek bu kanlı kargaşayı… İşte bunu ilk fark ettikleri an, küçük fırsatlar atıyorlar önüne. Tıpkı bir zamanlar Almanya’da olduğu gibi. Orada da işlerin ‘iyi’ gittiği ve gitmediği dönemler olmuştur. Hikâyemiz, işlerin kötü gittiği bir döneme ait. İşte tam da böylesi bir dönemde Hitler kapıyı çalmış, ama çok şükür Hitler’e karşı olanlar da var. Derken zaman içinde baskı ağırlaşmaya başlayınca karşı olan saflarda bir dalgalanma olmuş. Kimileri önceleri sesi soluğu kesmiş, sonra da övmeye başlamışlar Hitler rejimini. Zamanın büyük oyuncularından Henrich George da boyun eğenler arasında. Derken bir gün SA çeteleri dönemin bir başka ünlü oyuncusu Hans Otto’yu muhalif olduğu gerekçesiyle kaçırırlar. Dayağın ve işkencenin ucu kaçınca tıpkı birileri gibi koca aktörü getirip hastaneye atıp kaçarlar. Öldü mü, kaldı mı belli olmaz. Henrich George da sever dostunu, ama gidip hastanede ziyaret bile edemez. Aynı günlerde proleter devrimci yazarlar bir mektup yayınlarlar:
“Oyuncu Henrich George’a Açık Mektup.
Size bir soru yöneltmek zorundayım. Söyleyebilir misiniz bize, Devlet Tiyatrosu’ndan meslektaşınız Hans Otto nerde?
SA-Çeteleri’nce kaçırıldığını, bir süre hapsedildiğini ve daha sonra aldığı ölümcül yaralar dolayısıyla bir hastaneye götürülüp bırakıldığım işittik. Birkaçımız onun hastanede öldüğünden bile kuşkulanıyor. Gidip bir bakamaz mısınız ona?
Bugünkü düzene karşı koyma konusunda hiçbir kuşkuyu üzerinize çekmediğinizi de işittik. Bizim gibi komünistlerle uzun süre birlikte çalışmanızın bir yanılgı olduğunu hemencek kabullenmiş olmalısınız. Tümüyle boyundurukları altına girdiğinizden, bir zamanlar sizin de kötücül saydığınız düşmanlarımızın en tafralı övgülerini topluyor olmalısınız. Otto’yu arayabileceğinizi varsayabiliriz.
Biliyorsunuz, sıradan bir insan değil söz konusu ettiğimiz kişi. Gerçek oyunculuk sanatının uygulanabilmesi için nelerin gerektiğini araştıran, bu konuda ölesiye didinen kişilerdendi o. Düşündükleri gelişigüzel şeyler değildi; büyü bir oyun sanatının, kültürlü bir halkın onur duyacağı bir tiyatronun oluşabilmesi için bütün toplumsal ilişkilerin kökünden değişmesi gerektiği sonucuna varmış; düşünceleriyle, bunu amaçlayan bilgileri geliştirmeye yönelmişti. Sıradan kişiler karşı çıkabilirler ona, bir oyuncunun tiyatro yapabilmesi için bunca şeyin gerekmediğini savunabilirler. Bu iş için yalnızca yeteneğin gerektiğini söyleyebilirler. Ama uğraş arkadaşınız Otto’nun oyunculuk anlayışı bambaşkaydı: Ona göre salt yetenekle iş bitmiyordu. Yetenek kolayca satın alınabilirdi, çantada keklikti onca; her ödeme gücü olana kiralanabilir, her istenen amacın buyruğuna yanıt getirebilirdi yetenek, en kirli amaçların bile.
Böylesine yeteneklerin birdenbire yalan söylemeye başlamasına ne gerek var: Kolayca kandırılabilir böyleleri; gördükleri eğitimle, aldıkları bilgiyle, edindikleri sorum duygusuyla hiç de bağdaşmayacak amaçlar için kullanılabilirler. Siz de yeteneklisiniz, ama yeteneğiniz sizi kirli amaçlardan korumaya yetmiyor; önünüze yerleştirilmiş kanlı sıralardan alkış toplamanıza da köstek vurmuyor.”
“Böyle sürüp gider mektup. Günün birinde Hitler rejiminin de son bulacağı ve dünyanın değişebileceği saptamasıyla son bulur, hem de 30’lu yıllarda…”
Perdecinin “Hadi kalkalım”ıyla yürüdüler, Beyoğlu’nun sönmek bilmez yılbaşı ışıklarının altında. Midyeci “gene işi politikaya döktünüz” diye takılırken, Aktör Baba yapay bir kızgınlıkla, “Şu caddeye bak, midyeci” dedi “ve bana politik olamayan bir şey göster.” Midyeci baktı, baktı “Şu ışıklar, bak Beyoğlu’nu nasıl da ışıl ışıl yaptı. Bu yüzden ben de bu seçimlerde oyumu…” diyemeden Perdeci’yle Aktör Baba bastılar kahkahayı. Yeğen izin isteyip bir taksiye atladı. Midyeci ara sokaklardan birinde kayboldu.
Gece yarısı Fındıklı parkında oturmuş denizi seyrediyorlardı. Perdeci, “Çocuğun canını sıktık” dedi, Aktör Baba yanıt vermedi. Ayağa kalktı, suyun kenarına geldi. Perdeciye döndü, “Bir gece yine bu parktayım. Baktım adamın biri elindeki ekmeği denize batırıp yiyor. Ne o dedim baba, denizi katık etmişsin, ne zamana kadar? Adam yüzüme şöyle bir baktı. Katığım bitinceye kadar, dedi. Devrim bizler için biraz böyle. Deniz biter mi hiç?” Bu lafa ikisi de acı acı gülmeye koyuldular. Gürültüleri giderek yükselmeye başladı. Derken civarın bekçisi göründü karanlığın bir ucundan. Ağır ağır yanlarına yaklaştı. Perdeci, “Yahu bekçi baba”, dedi, “Devrimler çağı bitti mi?” Bekçi anlayamadı ne sorduğunu -ne anladıysa- “Valla bilemem beyim,” dedi, “Biz ne olur ne olmaz diye bekliyoruz.”


17 Yıldır Kızıldere’nin Sordurduğu Soru: Devrim mi, Reform mu?

68’lerde doruğuna çıkan gençliğin mücadelesinin görkemli yükselişi… İşçi sınıfının yasal mücadele ve örgütlenmesinin hızlanması… Buna paralel olarak yasadışı grev, fabrika işgali ve çeşitti eylemlerin boy göstermesi… Marksizm’in özellikle gençlik ve ileri bir kısım işçi ve aydın arasında hızla yayılması. DİSK, Fikir Kulüpleri Federasyonu, Dev-Genç… Dev-Genç’in olağanüstü boyutlara ulaman örgütlenmesi ve etkisi… Anti-emperyalist ve anti-Amerikan kitle gösterilerinin yoğunlaşması… 6. Filo askerlerinin dövülüp denize atılmasının ardından polisin öğrenci yurdunda Vedat Demircioğlu’nu döve döve öldürmesi. MHP’li faşist milislerin örgütlenerek devrimcilere saldırmaya başlaması… Vedat Demircioğlu, Tavlan Özgür, Battal Mehetoğlu ve Mehmet Cantekin’in ardı ardına öldürülmesi… Karılı Pazar… Ve yasal bir protesto olarak başlayan, giderek bir ayaklanma eğilimi içine giren şanlı 15-16 Haziran işçi Direnişi… Bu büyük direnişin devlet ve reformcu sendika yöneticilerinin işbirliğiyle durdurulması…
Devrimci faşist saldırılara karşı savunma gereksinimiyle hızla silahlanmaya başlıyor. Buna, polisin keyfî ve saldırgan tutumuna karşı tedbir almayı da eklemek gerek. Ancak silahlanmanın yalnızca bunlardan kaynaklandığını sanmak saflık olur. Bu ‘saflığı’ yasal saksılarda büyümeye alışmış reformist ve revizyonist adı verilen bitkiler yapıyor. Devrimciler bir yandan Latin Amerika pratiğinden etkilenerek, diğer yandan ideolojik açıdan, özellikle modern revizyonizmin şiddet ve şiddete dayanan devrim fikrini reddetmesine duydukları tepkiyle silahlı mücadele fikrini savurup silahlanmaya yöneliyorlar. Türkiye tarihinde ilk olarak iktidarı ele geçirme düşüncesiyle harekete geçen devrimcilerin bunu, gül demetleriyle ya da egemen sınıfların bir kesimine çağrılarda bulunarak yapmaları beklenemezdi. İllegal örgütler ortaya çıkmaya başlıyor. Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusunu, bir süre sonra Mahir Cayan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi’ni oluşturuyor. Bu örgütler büyük bir tutku ve inançla eylemlere başlıyorlar. Bankalar soyuluyor, işverenler kaçırılıyor, polis ve Amerikan emperyalizmi bağlantılı hedefler silahlı saldırılara uğruyorlar. Türkiye, tarihinde karşı karşıya kalmadığı bir bunalımın içinde kıvranıyor.
Bu noktadan sonra her şey “ilk”tir Türkiye’de… M. Suphi’nin girişimi bir yana iktidarı ele geçirmeyi hedef alan illegal mücadeleci bir örgüt, (ya da örgütler) “ilk”tir.. İktidara karşı aleni bir savaş, “ilk”tir… Silahlı mücadele zaten “ilk”tir… Reformculuğun radikal bir tarzda ve fiili olarak reddi, “ilk”tir.. Devrim için dağlara çıkılıyor, şehir gerillası başlatılıp çatışmalarda ölünüyor, “ilk”tir. Deniz Gezmiş çatışmada yakalanıyor, mesleği sorulduğunda “Devrimcilik!” diye yanıtlıyor, “ilk”tir.
Eh nihayet ekonomik ve politik tıkanıklığın yanı sıra işçi ve öğrenci mücadelesinin ulaştığı boyut karşısında dehşete kapılan burjuvazi devrim korkusuyla 12 Mart askeri faşist darbesini tezgahlıyor, bu da ilk’tir… Zayıflığına, tecrübesizliğine, eksik ve hatalarına rağmen devrim ilk kez karşıdevrimle boğaz boğaza geliyor… Devrim, Türkiye devrimci hareketinin 50 yıldır sırtında taşıdığı reformizm ve revizyonizm kamburunu sırtından atmaya, kendi ayaklan üstünde durmaya çalışıyor. Bu kamburu atıp atamadığı ya da yeni kamburlar edinip edinmediği ayrı bir tartışma ama hiç değilse kendi ayaklan üstünde durmayı öğrenmeye başlıyor bu sınavla…
12 Mart yarı-askeri faşist darbesinin yaptığı ilk iş, Anayasa’yı askıya almak, parlamentoyu Genelkurmay’ın vesayeti altına sokmak oluyor. Dernekler kapatılıyor, sendikaların eylemleri yasaklanıyor. Ve devrimci avı başlıyor. Bu arada on binlerce ilerici ve aydın da bu avdan nasibini alıyor. Hapishaneler ağzına kadar doluyor. Mahkemeler idam kararlarını sıralamaya başlıyor. Sıranın başında Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan var.
71 Devrimciliğinin coşkulu tutkusu ve devrime bağlılığı sınır tanımıyor. Kendileri Maltepe Askeri Cezaevinde tutuklu oldukları halde, devrimci birtakım görevin yanı sıra devrimin prestiji haline geldiklerine inandıkları THKO’lu üç önderin kaçırılmasının hayalini kurmaya başlıyorlar. Hayalin bir kısmı gerçek oluyor: THKP/C’den Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz, THKO’dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna 29 Kasım 1971 akşamı kazdıkları tünelden firar ediyorlar. Bundan sonrası uzun ve zorlu bir maratondur. Bu maratonun sonuna doğru, coşkulu devrimciler, hayallerinin bir bölümünü daha gerçekleştiriyorlar. Ünye’de Nato’ya bağlı radar üssünden üç İngiliz teknisyen kaçırılıyor rehin olarak. Karşılığında Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un serbest bırakılmasını istiyorlar.
Gerisi biliniyor… İngiliz rehinelerle birlikte Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Nihat Yılmaz, Hüdai Arıkan, Sinan Kazım Özüdoğru ve Sabahattin Kurt tanksavarlarla açılan ateş sonucu öldürülüyor. Niksar’ın Kızıldere Köyü muhtarının evinde… Bir süre sonra da Deniz, Hüseyin ve Yusuf idam ediliyor. Ama ne Kızıldere Katliamı Kızıldere şehitlerini unutturabiliyor, ne de idamlar Deniz’leri… Tersine, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen, on binlerce insan en azından Kızıldere şehitlerinin insani tavrı karşısında saygı duymadan edemiyor. Devrimci mirasın en küçük kırıntısının bile heder edilmemesinden yana olan Marksistler açısından ise Kızıldere’de şehit edilenlerin tavrı öğrenci derslerle doludur.
Özellikle, devrimci dayanışmanın yerine bireyciliğin, işçi sınıfı ve halkın sorunları karşısında sorumluluk duyarak ona uygun davranmanın yerine ‘banane’ciliğin, fedakârlık yerine bencilliğin, zor ve doğru olanın yerine kolay ve risk gerektirmeyen, dahası ece-, men sınıfların kabul edebileceği “çözümlerin” empoze edilmeye çalışıldığı günümüzde, Kızıldere’de şehit olanların tutumu ve o tutumu almalarına yol açan devrimci coşkulan, devrimci sorumlulukları ve devrimci hümanizmleri sahip çıkılacak, örnek alınacak niteliktedir.
Şiddet ve silahın devrimdeki rolünü reddeden, fedakârlık ve zorluları göze alamayan, her zaman ancak burjuvazi tarafından kabul edilebilir mücadele biçimlerini uygulayan ve önerenlerden günümüze ne kaldı? Günümüzde bu görüşleri savunmakta olanlardan geriye ne kalacak? Yalnızca rezil bir teslimiyet, sarsak ve karikatürize bir mücadele oyunu., yani düzenle entegrasyon…
Öte yanda ise diri ve mücadeleci bir geleneğin diri ve kabına sığmaz mirasçıları… Dik başlı ve atılıma açık… Devrim, aynı ruhla hareket eden sosyalist işçilerin eseri olabilir. Sosyalizmi, amaçlarını ve nasıl gerçekleşebileceğini bilen ve bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan işçilerin…

Mart 1989

Demokrasi ve Sosyalizm için BURJUVA PARTİLERE OY YOK

Yine bir oy verme ve sayımı dönemindeyiz. Faşizmin gene! olarak ve bazı halk kategorileri açısından özel olarak emekçileri siyasal yaşamın dışına itmesi ve feodalizmin hâlâ belirli ölçülerde varlığını sürdürüyor olmasından gelen engel ve kısıtlamalara karşın geçerli genel oy sistemi işletilecek yine. Burjuvazi, yerel yönetimler açısından egemenliğini “genel oydan çıkma ve genel oyun sonucu olarak, egemenliğin sahibi halkın iradesinin ifadesi olarak” (Marks, Fransa’da sınıf mücadeleleri) gerçekleştirmeye yönelecek. Yine halk, tarafı olmadığı bir oyuna katılmaya çağrılacak, egemenliğin sahibiyken burjuvazinin egemenliğini sürdürmek üzere. Çağrılıyor. Çeşitli burjuva, gerici düzen partileri- emekçileri “oy depolan” olarak görüyor ve birbirlerini suçlayarak, ama tümü de burjuva düzeni olumlayarak “halkın hizmetine” talip oluyorlar. Sömürü ve baskının, zorbalığın değişik biçimlerde sürdürülmesine talip oluyorlar.
Eylülcü ANAP, seçimlerden sonra karşılığını yeni zamlarla toplamak üzere elindeki belediyelere para akıtıyor, göz boyayıcı “son dakika hizmetleri” için. Ve hâlâ “alternatif yok” havasında. Hayat pahalılığını katmerlendiren enflasyonist politikasının yanında işkence ve zulmü, özellikle Güneydoğu’da katliamlarını sürdürüyor.
DYP, Demirel’in ağzından “ben kunannnv’m dışında bir şey söylemez ve emekçiler zaten O’nu iyi tanırken, SHP, özellikle siyasal demokrasi taleplerinin sömürülmesine ağırlık veriyor. Ama nasıl bir siyasal demokrasi? Eylül’le, rejimle uzlaşarak, tekelci burjuvaziyle el ele ve kendi içinde bile demokrasi uygulamayarak. Daha kısa süre önce Kürtlerle ilgili bir konuşması nedeniyle Malatya Milletvekili İbrahim Aksoy’u ihraç ederek. Cezaevleri direnişine belirli bir destek sağladıkları gerekçesiyle çeşitli il yönetimlerini görevden alarak. Ve örgütlenme, toplantı, basın vb. özgürlükleri konusunda somut hiçbir girişimde bulunmayarak.
Burjuva muhalefet yine eski taktiğini uygulayarak yerel seçimleri Özal’a güven oylamasına dönüştürme ve gelişmekte olan Özal nefretim oy olarak kendi hanesine yazma peşinde. “İtiverseniz düşecekler” diyen İnönü, ANAP’a ders verme fırsatı çıktığını söylüyor ve “26 Mart’ta Türkiye’de yeni bir dönem başlayacağını” müjdeliyor! Yerel seçimlerde SHP başarın olsa ve bu başarı, bir genel seçime yol açarak SHP’yi hükümet etse, bunun neresi yeni dönem olacak ki? SHP mevcut sömürü ve baskı düzeninin devamından başka bir şey vaat etmiyor. Ecevit de, sistemin demokratik olmayan temellerine karşı çıkmıyor, ama lafa gelince “egemen güçler”le ve “seçkinci aydınlar”la uğraşıyor.
Yerel seçimlere katılan partiler içinde ittifak yapılabilecek ve anlaşmalar yoluyla destek verilebilecek bir parti yok. Burjuva partilere verilecek oylar, ancak mevcut düzene verilmiş olacaktır.
Engels, Fransa’da sınıf mücadelelerine yazdığı giriş yazısında “genel oy sistemi(nin)… kendi kendimizi sayma olanağı” sunmasından söz eder. Bu seçimlerde, genel bir “kendimizi sayma” olanağımız pek yok görünüyor. Karanlık bir gericilik dönemi henüz yeni yeni geride bırakılıyor. Yoğun bir pasifikasyon ve depolitizasyonun yol açtığı sonuçlar henüz etkilerini önemli ölçüde koruyor. Devrimci güçler kendilerini yeni yeni toparlıyor, propaganda-ajitasyon ve örgütlenme etkinliklerini geliştirmenin daha başında bulunuyorlar. Yeni bir atılım dönemine henüz girilmekte. Adaylık için konulan engeller aday bulma zorluklan doğuruyor. Kuşkusuz bunların, tümü devrimcilerin güçsüzlüklerinin ifadesi. Ancak genel bir “kendimizi sayma” konusu yapılırsa, sayımın bugünkü koşullarda, devrimin gücünü olduğundan küçük göstereceği, oyunu devrim için kullanmaya yatkın birçok emekçinin, gerek aday eksikliğinden gerekse özellikle ajitasyon ve örgütlenme yetersizliğinden kendisine ulaşılamadığından oyunu heder edeceği söylenebilir. “Kendimizi sayma”yı, bunun olanaklı olduğu yerlerde, başvurulması gereken bir ölçüt olarak görmek gerekiyor. Bağımsız devrimci, sosyalist adayların yerel seçimlere katıldığı yerlerde.
Yerel seçimler, devrimci, sosyalist adayların, seçilebilirlikleri acısından, genel seçimlerden daha büyük kolaylıklar sunmaktadır. Özellikle devrimin etkili olduğu görece küçük bölgelerde. Bu avantajlı durumun göz kamaştırıcı olmaması gerekiyor. Ele geçirilip devrimin gelişmesine hizmet etmek üzere kullanılacak hiçbir kürsü ve mevziinin önemi küçümsenemez; ancak bir yandan, yaşanmış “kurtarılmış bölge”ci yaklaşımla burjuva devlet koşullarında yerel yönetim ve yöre kurtarmaya, elde edilebilecek yerel yönetimleri “iktidar organı” ya da buna “geçiş” olarak görmeye, dolayısıyla, “belediyelere” ve seçimlerine olmadık işlevler yüklemeye yönelmemek, diğer yandan, öncekiyle de bağlantılı olabilecek şekilde, yerel seçimlerde “ne olursa olsun” kazanmak amacıyla ilkesiz birliklere girmekten kaçınmak, şu yada bu düzen partisini ve çok temelli istisnalar dışında bu partilerden adayları destekleyici olmamak doğru tutum olacaktır.
Bu seçimlerin esas önemi, yerel yönetimleri ele geçirmekten çok, emekçi yığınlarla bağları geliştirmek, zedelenmiş ve kopmuş olan bağlan yeniden kurmaktır. Dikenin seçim platformuna girmesi, siyasetin daha çok tartışılır olması, emekçilerin ekonomik ve sosyal taleplerinin, siyasal taleplerinin yanında dile getirilişine daha duyarlı ve alıcı duruma gelmesine neden olur. Üstelik aday çıkarma ve yerel yönetim ele geçirmeyi amaç haline getirme ya da bununla sınırlanma, burjuva partilerle, reformist ve revizyonistlerle aynı platforma sürüklenmek demektir. Devrimin propagandası, düzenin, rejimin ve hükümetin teşhiri, emekçilerin acil taleplerinin ajitasyonu ve bu temelde yığınlarla bağlar kurma ve bunları kalıcı kılmayı hedefleme yerel seçimlere ilişkin yönelimin temeli edinilmek durumunda. Engels aynı yerde bunun önemini vurguluyor: “genel oy… seçim ajitasyonu ile, bizden henüz uzak bulundukları yerlerde halk yığınları ile temasa geçmek konusunda, bütün partileri, tüm halkın gözü önünde, bizim saldırımıza karşı kendi görüşlerini ve eylemlerini savunmak durumunda bırakmak konusunda bize öyle bir araç vermiştir ki, bir benzeri daha yoktur…”
Söylenenler, aday çıkarma ve seçimlere katılmaya, oyların devrimci, sosyalist adaylara kanalize edilmeye çalışılmasına karşı söylenmiyor. Amaç, hatalı tutumlara ve tehlikelerine dikkat çekmektir. Yoksa olanaklı olduğu her yerde aday çıkarmak ve seçimi kazanmaya çalışmakta yanlışlık yoktur. Devrimin ve devrimci mücadelenin gelişmesine hizmet edecek kürsü ve mevziler edinmeye çalışmak önemlidir.
Özgürlük Dünyası, proleter devrimci bağımsız adayları, mücadeleci devrimci gruplarla gösterecekleri ortak bağımsız adayları ve temel demokratik talepleri tutarlı olarak savunan, Marksistlerin ve devrimcilerin anlaşma yoluyla omuz verdikleri adayları desteklemektedir.
Kitlelerin siyasi duyarlılığın yükseldiği bu yerel seçimlerde de emekçi sınıfların aktif eylemlerle, işkencecilerden, katillerden, gizli-açık cinayet odaklarından, baskı rejiminin savunucu ve bekçilerinden hesap sormanın şartları olgunlaşma durumundadır. Devrimciler, yerel seçimlerin bu koşullarını halk düşmanı katillerden yaptıklarının hesabını bir bir vermelerinin, onları geniş kitle eylemleri ve gösterilerle köşeye sıkıştırmanın aracı olarak değerlendirmelidirler.

Mart 1989

Türkiye’de “Yenilenme”: “Sosyalizmde Devrim” mi Gerekli? Aydınlık’ta Bölünme ve “Birlikçilik”

Kime sorulsa 80 öncesinde sol içinde yer alan yüz binlerden söz ediyor. Bugüne bakıldığında ise bu yüz binleri görmek mümkün değil. Geleneksel sayılabilecek iki çizgi, yani TİP-TKP ve Aydınlık, yüz-binlere kıyasla çok küçük bir kesime bitap ediyorlar. Peki gerisi ne oldu?
“Tartışıyorlar, ‘araştırıyorlar, yeni bir sosyalizm modelinin, makul bir hareketin ipuçlarını bulmaya çalışıyorlar. Kafalarında bin bir soru var: ‘Proletaryaya elveda mı? Çoğulcu sosyalizm mi?.. Neden silahları bu kadar sevdik? … Bu sorular temelinde Türk Solu’nda pek çok ayrışma yaşanıyor… Ve önümüzdeki günlerde de yeni bir kitap çıkıyor: Murat Belge’nin sosyalizmin büyük tartışmalara yola-çan, yeni tezlerini konu edindiği kitabı.”
Gülay Göktürk ile Ali Boratav, ortaklaşa kaleme aldıklar, 5 Şubat tarihli Nokta’nın “sosyalizmde yeni bir model, ‘Rönesans’ın eşiğinde” başlıklı kapak yazısında bunları söylüyorlar. Kapakta, ağzına bir gül monte edilip şahsında sosyalizmin barışçıllaşarak bir “yenilenme” içinde olduğu çağrışım! yapılan Che Guevera’nın ünlü, alnı yıldızlı bereli portresi var. Alıma da “Sosyalizmde devrim var!”, “Türk solunda demokratik bir kıvılcım çakıyor” yazılmış.
Sözde peyzaj çizilmek için fırça ele alınıyor, içinde bir dere şırıldayan sık ağaçlı bir koruluk karşısına yerleştirilmiş tuval, oysa resmedilen kavruk birkaç ağaç bile değil, nü çiziliyor. Kafada nü var çünkü düşünceler nüye ilişkin akıyor. İstenen, özlenen, fırçaya yön veriyor.
Görmezden gelinemeyen tek gerçek, TİP-TKP ile Aydınlık’ın Türkiye solunun küçük bir kesimini oluşturdukları, solun esas kesiminin bunların dışında olduğu. Evet, bu doğru, gerisi düşüncedeki çıplak.
Aynı soruyu soralım: Peki, gerisi ne oldu?
Yanıtın iki yönü olmak gerekiyor. Birincisi, dönem dönem, ekonomik-sosyal maddi koşullar ve yığınların bilinç düzeyleri, ruh halleri buna bağlı olarak değiştikçe/devrime katılan, devrimci örgütlerin peşi sıra giden insan sayısı farklılaşır, azalır, çoğalır, Lenin’in ünlü deyişiyle kitleler bazen bin kişidir, bazen milyonlarla. 1980’de solun yalnızca iki örgütü, TDKP ve Dev-Yol’un birlikte düzenledikleri 1 Mayıs gösterilerine Türkiye çapında 1 milyondan fazla insan katılmıştı. Bugün tüm Türkiye solunun seferber edebildiği nicelik buna ulaşamıyor. Bu doğaldır. Maddi ve manevi toplumsal koşullar farklı çünkü. Pek uzak olmayan bir gelecekte bu sayının kat kat aşılması “kuşkusuz şaşırtıcı olmayacak. Yanıtın bir yönü, o sözü edilen yüz binlerin henüz ortada olmadığı ama olacağıdır. Diğer yönüne gelince, ortada olanlar da görünmüyorlar, şu ya da bu yoldan kendilerini belli ediyorlar, TBKP ve Aydınlık gibi yasalcılık peşinde koşmuyorlar çünkü. Ama varlar. Giderek etkilerinin daha çok hissedileceği saptaması kâhinlik sayılmaz. Toplumsal gerçeklik bunu istiyor.
Peki, Türkiye solunun bugünkü tablosu ne? Nü çizen kitch’çi ressamların tablosuyla benzeşiyor mu?
“Tartışıyorlar, araştırıyorlar, yeni bir sosyalizm modelinin, makul bir hareketin ipuçlarını bulmaya çalışıyorlar.” Tartışma ve araştırmada bir kötülük olmadığı açıktır; doğrular tartışma ve araştırmadan çıkar ve Türkiyeli devrimcilerin geçmişte yanlış düşünüp/yaptıkları şimdiyse tartışıp araştırarak doğrusunu bulup uygulamaları gereken bir şeyler var doğal ki. Bugün daha gerekli olsa da -daha gerekli, çünkü oldukça büyük bir alt-üst-oluştan, boyutları hiç de küçük olmayan bir yenilgiden geliniyor, nedenleri, sonuçları ve gösterdiklerinin değerlendirilmesi gerekiyor-, tartışma ve araştırma yalnız bugün değil, yalnız belirli zamanlarda değil, genel-geçer bir gereklilik. Düşünsel canlılık, eylemsel canlılığın ve geleceğe uzanışın olmazsa olmazı.
Tartışma ve araştırmada bir kötülük yok ve bu bir gereklilik; ama her zor dönem için geçerli olduğu gibi, Eylül sonrası sözlüklerinde “tartışma ve araştırma’nın bir karşılığı var; özellikle aydınlarımızın jargonunda “vazgeçiyorum”, “saf değiştiriyorum”, “yoruldum” denmiyor, düzene entegre oluş “tartışıp araştırıyorum’la ifade ediliyor. Araştırılan, ileriye ve geleceğe doğru yürüyüş yararına geçmiş, geçmişin dersleri, başka zaman ve mekânların deneyleri, biriktirilmiş bilgi, ekonomik -kültürel-siyasal maddi ve manevi toplumsal yaşam koşullan değildir. Araştırılan, bir zamanlar çeşitli nedenlerle -modaya uyularak, devrimde kendi taleplerinin gerçekleşmesi görülerek, düşünsel kaygılarla vb.- seçilen saflardan yine çeşitli nedenlerle korkutucu bir hal alan zorluklardan, bunların göğüslenmesinden ürküp kaçınılarak, ‘akıllılık’ yolunda mevcut toplumda kendine yer edinme istemiyle, bireysel kurtuluş ve “özgürleşme’ kaygılarıyla, burjuvazi ve faşizmin ideolojik ve siyasal baskısına boyun eğilerek vb.- kurulu düzen saflarına adım atışın sorunlarıdır. Bu, ister görünüşte sol bir konumda durulsun, liberal, reformcu bir tür “solculuk”ta karar kılınsın, ister daha ötelere savrulmuş olunsun, son yılların moda “araştırıcılığı”nın gerçek içeriğini oluşturuyor.
Evet, Türkiye’de bu türden bir “araştırıcılık” vardır. Ancak saptanması gerekiyor: bu eğilim hızla güç kaybetmektedir. Birkaç yıl öncesine dek sol adına bu “araştırıcılar” ortalıkta dolaşıyor ve darbelenmişlik ve dağınıklık ortamında solun ve eğilimlerinin temsilcileri var sayılıyorlardı. Ama zaman değişiyor, zamanla durum da değişiyor, dağınıklık giderilip gerçek sahipler ortaya çıktıkça, sol ne olduğunu, solcular kimler olduklarını “dostlara” hatırlatıyor, düşmansa zaten biliyor. “Araştırıcıları” düşman olarak görmeyen, üstelik onlara ideolojik baskısıyla yön veren, onlar aracılığıyla düzen eklentisi bir “sol muhalefet” yaratmayı uman -bunda dış koşulların da etkisiyle gelişen tasfiyecilik şahsında belirli bir basan elde eden- düşman hayıflanıyor, genel başarısızlığını görüp gelecek korkusuyla yaşıyor. Oysa\ne önlemler almıştı! Ses soluk çıkmayacaktı!
. “Araştırıcılara” ise, “araştırmacılık”ın propagandası kalıyor: “Ne çok insan araştırıyor, yüz binlerle sayılıyorlar”! Kitch’çi ressamlarımız da bunu çiziyorlar. “Araştırıcılık/’m toplumsal yaygınlığı ve sola damgasını vurduğu, apriori olarak, kanıtlanma gereksinimi olmayan bir gerçeklik olarak sunuluyor.
Verilen tartışma ve araştırma örnekleri ilginç: “yeni bir sosyalizm modeli”, “makul bir hareketin ipuçları” araştırılıyor propagandif kitch tabloya göre, “proletaryaya elveda mı”, “çoğulcu sosyalizm mi”, “neden silahları bu kadar sevdik” sorulan tartışılıyor! Bir-iki istisnasıyla eski tartışmacıları dışında gerçekte tartışılmayan, ama tartışılma özlemi dile getirilen sorunların bizatihi kendileri soldan kopuşun ya da zaten sol-dışı oluşun karakteristik göstergeleri.
“Sovyet modeli”, “Çin modeli” gibi “sosyalizm modelleri” olduğu yaygın ve yerleşik, neredeyse gelenekselleşmiş inanışların tersine, sosyalizm bir modeller cümbüşü olarak var olmaz. Farklı sosyalizm modelleri yoktur. Marksizm-Leninizm’in evrensel temel ilkeleri, onun evrensel gerçeğinin değişiklik gösteren mekân ve zamanlara uyarlanışının sözü edilebilir ancak. Yoksa farklı temellere ve farklı uygulamalara dayanan, biri örneğin mülksüzleştirme üzerine temellenirken, diğerinde burjuvaziyle bütünleşildiği “sosyalizmler” yoktur ve olamaz. Nasıl ki monist ve ideolojik-politik çoğulculuk sistemleri olarak birbirinden farklılaşan “sosyalizmler” yoksa. Ama devrimcilerin tartışmaları istenen “yeni sosyalizm” modeline ilişkin sorular olarak,”proletaryaya elveda mı” ve “çoğulcu sosyalizm mi” sorulan art arda diziliveriyor. Proletaryasız “sosyalizm” ne hoş bir masaldır., ve çoğulcu… Ve “makul hareket” özleminin kitch’çi kafada yol açtığı temel soru: “neden silahlan bu kadar sevdik?” Makul, yani kabule şayan hareket! Kimin kabulüne mazharlık kaygısı güdülüyor? Kabul gösterecek gizli özne, burjuvazi ve burjuva düzen değil mi? Burjuvaziye karşı olmayan, onun kabulleneceği bir “sosyalizm modeli” tartışma ve araştırılma özlemi pek hoş doğrusu!
Kitsh’çi ressamlarımız, etraflarındaki “emekli devrimciler” ya da hiçbir zaman devrimci olmamış, en çok belli bir dönem devrimin gelişmesinden etkilenmiş reformcu aydınlardan ilham alıyorlar, tuvali önlerine koyduklarında ya da tuvali onların karşısına koyuyorlar. Eylül baskısının çok daha geri konumlara sürüklediği, Gorbaçov’culuğun ise pervasızlıkta cesaretlendirdiği aydınların karşısına. Sözü edilen sorular ve bunları odak edinen tartışma ye araştırmalar onlarındır çünkü.
Özellikle gerici karanlığın umutsuzluk kaynağı olduğu Eylül yılları, bu tür “araştırma ve tartışmalar’ın bir kısım devrimciler ve devrimci gruplar arasında yürütülmesinin etkeni olmadı değil. Liberal reformcu konuma en yakın grup ve kişiler, ressamlarımızın tablosunun malzemeleri arasındadırlar. Ama bunlar da geniş olarak sol diye tanımlanabilecek bir çerçevenin içinde oldukça küçük bir yer tutuyorlar. Dev-Yol’un halen sürmekte olduğu gözlenen dağınıklığı ortamında, burjuvazi ve revizyonistler ve ressamlarımız gibi düzene entegrasyon propagandistleri tarafından abartılan ve reklamasyon yoluyla sesi duyulur kılınan Taner Akçam, onun gibi Almanya burjuva düzenine entegre durumundaki Attila Keskin benzeri az sayıda insan “araştırıcı”dır. Çevre olarak ise, başlıca “Yeni Öncü”,ressamlarımıza hak verdirebilecek bir konumda. Ama o bile “proletaryaya elveda mı? sorusunu yüksek sesle dile getirmiyor. Türkiye’de, sol adına söz söyleme durumunda olmayan birkaç aydın dışında, bu soru tartışılmıyor. “Silah sevgisi” de tartışma konusu edilmiyor. Bu soru, eski legalist parlamentarist grupların ve zaten silahı eskiden de sevmeyen bir kısım aydınların kafasında ve programındadır, yanıtıyla. Bu iki konuda önemli bir yenilik yok. “Yeni Öncü”nün başını çektiği “çoğulculuk” taraftarlığı ise, moda. Solun belli başlı grupları bu . modadan uzak dursa da.eh çok taraftarı toplayan “çoğulculuk” düşüncesi; ama bu da.görece küçük bir azınlık tarafından savunulma durumunda.
Devrimciler arasında eskiden de “model” tartışmaları yürütülürdü. . “Çin modeli” savunucusu Maocular proletarya ve şehir yerine köylülük ve kıra dayanmayı öngörürler, “orta yolcu” tabir edilenler “yabancı modelleri” reddeder ve “masum” bir milliyetçilikle yaratıcılığı savunarak “kendi modellerini” geliştirmeyi arzularlardı. Ve benzeri… Kuşkusuz buralarda yanlışlık vardı, sapma vardı, ama ressamlarımızdaki “kötü niyet” olarak nitelenebilecek şey, düzene entegrasyon yönelimi yoktu. Kapitalizm karşıtlığından uzaklık ya da ona geri konumlardan muhalefetle malûl olma… daha uzatılabilir… ama reformculuktan etkilenseler de, onlar devrim istiyorlardı, “Proletaryaya elveda m:” sorusu ortada değildi onlar açısından, düzenle bağlantılara sahip olsalar da “model” arayış ve önerileri entegrasyon yönünde değildi. Henüz kapitalizm karşıtlığı az gelişmişti, köylülük mü, proletarya mı, ya da aydınlara atfedilen “ideolojik öncülük” teziyle aydınlar ya da bir grup öncü mü, proletarya mı sorulan sorulmaktaydı. Şimdiyse, kapitalizm karşıtlığı iddiasından gelenler, proletaryanın rolü konusunda genel olarak inkârcı önerilerde bulunmayanlar, “kapitalizmdeki değişiklikler”, “kol ve kafa emekçileri arasındaki farklılıkların kalkması” gibi gerekçeler göstererek, sınıf ayrılık ve zıtlıklarına dayanmayan, proletaryanın yok olmakta ve işlevsizleşmekte olduğu kapitalizm gibi ucube bir noktaya gelmekte ve sınıf uyumu ve düzen içilik adına “proletaryaya elveda” demekte, “yeni sosyalizm modeli” önermektedirler. Eskiden devrimciler hata yapıyorlardı, Marksizm’den uzaktılar, ama devrimciydiler, bugün “elvedacı” olanlar, ya gerçekten elveda diyen “emekliler”dir, ya da hiçbir zaman devrimci olmayanlardır, reformcular ve düzen yanlılarıdır.
İddia, sözü geçen soruların istenilirliklerinin varoluşlarının yerine geçirilerek var oldukları iddiasından ibaret kalmıyor, “bu sorular temelinde Türk solunda pek çok ayrışma yaşanıyor” kurgusuna kadar vardırılıyor. Hem de TİP-TKP ve Aydınlık dışındaki solun sözü edilerek. Bu soruları bu iki akım -eh, belli ayrışmalara da yol açılmak üzere- tartışıp, ressamlarımızın istedikleri yönde kararlara açık ya da üstü örtülü vardılar. Ama “Türk solu”nda yukarıda alman kişi ve gruplar dışında, bu sorulardan kaynaklanan denebilirse, ayrışma unsurları hemen hemen yoktur. Bu tür soruların ve varlıklarının etkilerini küçümsemek aklımızdan geçmiyor, kafalan benzer sorularla karışmış insanların bulunuşunu da yadsımıyoruz; ama yeniden harman olan Türkiye solunda bu tür sorunların tartışma konusu yapılmadığı da ortaya konmalıdır. Üstelik Gorbaçov’culuk ve ülkemizdeki Gorbaçov’cular ve. ondan etkilenenlerin varlığına rağmen, anti-Marksist karşı-devrimci reformcu nitelikleri belirgin sorular etrafında tartışma ve araştırmalar, devrimciler içinde kendilerine geniş bir yer edinemedi; yer edindikleri kadarıyla da bunlar yerlerini hızla yeni ve gerçek sorulara ve tartışmalara bırakıyorlar, düzene entegrasyonun değil, devrimin sorunlarına ilişkin sorulara ve tartışmalara…
Ressamlarımızın böyle fırça sallamalarındaki amaç açıktır: liberalizmi, p-reformcu yönelişleri lanse ediyor, bu yönelişleri güçlü göstererek devrimcileri bu yönde etkilemek istiyorlar. Eylül koşullarından gelenlerin böylesine basit reklamasyondan etkilenebilecekleri ancak kitch’çilerce varsayılabilirdi!
Bütün bu kitch sözü Murat Belge ve kitabına getirmek için. Kitap, “sosyalizmin büyük tartışmalara yol açan yeni tezlerini konu ediniyor”muş! M. Belge’nin Nokta’daki röportajında üzerinde durduğu kadarıyla, bu tezlerin ne yeni, ne de geliştirilmek için düşünsel emek harcanmış tezler olmadıklarını göreceğiz. Belge, 40 ve çoğu da yüzyıllık tezleri yineliyor, herhangi bir aydınca geliştirici katkıda bulunmadan.
Bugün yaklaşık tüm dünyada, bu arada Türkiye’de, demokratizm ve barışçıllık yanı sıra pirim yapan, yaptığı sanılan bir yönelim, bir tutum,”birlikçilik”tir. Demokratizm ve barışçılıktan güç alarak, onlarla bağlantılı olarak sahneye konuyor “birlikçilik” oyunu. Türkiye’de 80 öncesi demokratik olmayan yapısal zaaf ve hatalara, gruplar içi ve arası demokrasi ihlallerine alternatif olarak geliştiriliyor. Bir diğer temel hareket noktası, ideolojik-siyasal ve örgütsel alanda Marksist-monist ilkenin, mutlak doğrular ve doğru tekelinin olamayacağı, bunun durgunluk kaynağı olduğu, monolitik yapıların. özgürlüksüzlüğe, mutlak itaate, tebaalığa ve şefliğe, katı hiyerarşik sistemlere ve benzerlerine yol açtığı, kışla disiplinini öngördüğü ve koşullandırdığı ileri sürülerek yadsınmasıdır. İdeolojik ve politik çoğulculuk, örgütsel çoğulculuğa da kaynaklık ederek,”yeni demokratik sosyalizm”in temelleri arasında önemli bir yer tutuyor. Çok renkli, kanatlı parti, örgüt modeli olarak sunuluyor, içinde farklı görüşler, farklı programatik düşünce ve tutum alışlar barınması meşru gösterilmekle kalınıp” canlılık adına sınıflar arası birlik ve uyum için gerekli de sayılıyor. Ve bu “kanatlı parti” fikri, kuşkusuz dünya çapında Stalin’e yöneltilen saldırıyla birleşiyor, onun asli unsurlar; arasında yer alıyor. Monist parti, Marksist tezi, yanlışlığı Stalin’e yüklenip -şüphesiz ideolojik politik monizmle birlikle- Stalin “bürokrasisi, despotluğu, buyrukçuluğu” vb. eleştiri konusu edilerek diktatörlük ve kabalık olarak yadsınıyor.”Stalin dogmatizmi”nin önemli bir yönü olarak vurgulanan ve Bolşevik Partisi’ndeki çatışma ve tasfiyelerde suçun büyük bir kısmı üzerine yıkılan, Stalin tarafından savunulup uygulanan monist parti anlayışının da alternatifi olarak geliştiriliyor çok renkliliğin, kanatlılığın “birlikçiliği”. Ve sınıf barışı, düzen içilik, burjuvaziyle uyum ve bütünleşme, farklı çizgilerin ve doğal ki onlara kaynaklık eden sınıf ve kategorilerin, onların siyasal temsilcilerinin bir arada bulunduğu çok sesli-çok renkli parti anlayışının ideolojik temellerinden ve çıkış noktalarından bir başkası. Öyle ki, birlik için “hangi temelde”, “nasıl bir birlik” sorusu geçersizleşiyor. Temel, çok seslilik çünkü. Bir arada olabilmek, birleşebilmek için ideolojik bir temel öngörülmüyor, öngörülen temel, herkesin istediğini savunabilecek oluşunun kabulü. Bu da bir ideolojik temel oluşturuyor kuşkusuz: ideolojik, politik, örgütsel çoğulculuk, bir başka deyişle, burjuvaziyle ideolojik, politik, örgütsel anlaşmalar, uyum, bütünlük halinde olabilme ve görünümde demokratik yarış, burjuvazinin kabul edebileceği sosyalizm “modeli”, onunla birlikte “sosyalizm” oyunu, bunun “makul” yol ve yöntemleri ve bu toplumsal duruşun gereksindiği “yeni” tezler. Evet ama, bu “birlik”te sosyalizme yer kalmıyor, bu, sosyalizme karşı birlik oluyor. Kara çalınmak için yeteri gerekçe bulunduğu savıyla “Stalinizme karşı” olduğu ilan edilen, ancak Sovyet revizyonist partisinin MK üyesi Aleksander  Çipko’nun  “Bilim  ve Yaşam” adlı dergiye yazdığı yazıda “Stalinizm Marksizm’in uzantısıdır” diyerek itiraf ettiği gibi, Marksizm-Leninizm’e karşı oluşturulmaya çalışılan bir “birlik”tir. Henüz bu açıklıkta ifade edilemiyor, bunun gerektirdiği cesaret ve buna olanak tanıyacak güçlü konum biriktirilip elde edilemedi bugüne dek.
Bu sahte sosyalist, aslında sosyalizme tam cepheden karşı “birlikçilik”, Türkiye’nin mücadele edilmesi gerekli bir gerçeği günümüzde. Oluşturulmasının yolları konusunda rivayet muhtelif olsa da,tek bir birleşik parti,belli akımların dilinde. Bu belli akımlar herkesi, örneğin hem Gorbaçov’cuları hem de Gorbaçov karşıtlarını sosyalizm-içi gördükleri, herkesle birleşmeyi amaçladıkları üzerine yemin billâh ediyorlar. “Herkes partisinde birleşik parti üyesi gibi davransın” düşüncesi yayılmaya çalışılıyor. Eski ayrılıkların ve kamplaşmaların yanlışlığı, hoşgörüsüzlüğü mahkûm ediliyor, “geniş mezheplilik” matah bir şey gibi karşıtlar karşısında sahipleniliyor. “Birlikçiler”in ortak özellikleri, yasalcılık ve tasfiyecilikleri.
“Bugün belli başlı iki çok-sesli “birlikçi” blok ve bir üçüncüsünün oluşturulma çabası görülüyor. Bir blok TBKP etrafında toplanıyor, diğeri Aydınlık mihrakında. M. Karaca’sıyla, V. Sarısözen’iyle TBKP, çok-sesli, kanatlı demokratik yasal parti olarak ortaya çıkma çabasında. Sözcülerinin demeç ve yazıları, sürekli renkliliği, mezhep genişliğini vurguluyor. TBKP şimdi TSİP ile birlik görüşmeleri yapıyor. Aydınlık geçtiğimiz ay “birlikçilik” uğruna bir bölünmeye uğradı. 40 yıllık Aydınlıkçılar “birlikçilik” tartışmasında, -çatışan iki taraf da çok sesliliği, kanatlılığı yüceltmesine rağmen- anlaşma sağlayamadılar. (Demek ki “birlikçilik” her şeyin panzehiri olamıyor, ayrılık nedeni oluşturabiliyor.) Bu bloklar, gerek “birlikçilik” yansında geri kalmamak ve her biri diğerine karşı kendisinin “daha birlikçi” olduğunu kanıtlamak, gerekse gelişmelere bağlı çeşitli anlaşmalar umarak, birbirlerini de dışlamıyorlar.
Ve genel olarak liberalizmden, özel olarak Gorbaçov’culuktan en çok etkilenen, Troçkistlerin yanı sıra Stalin’e en çok düşman, temel görüşleri itibariyle TBKP’ye en yakın duran, ama ince nedenlerle onunla birleşmekten kaçınan ve reformcu konumlara en fazla ve çok noktada savrulmuş birkaç grubun ve yine, gruplar üstü duran, kendileri olmak isteyen ve herhangi bir grubun -çok sesli ve kanatlı olsa bile- disiplinine bağlanmaya tahammül edemeyen, çeşitli nedenlerle TBKP ve Gorbaçov’culuk karşısında -sosyalizm-içi değerlendirmesini yapmalarına rağmen- belli bir mesafeli tutum alan, sözü edilen gruplardan özellikle “Yeni Öncü” çevresiyle belirli gönül bağlarına ve yakınlığa sahip olan “yeni sosyalizm modeli” arayışındaki birkaç aydın yeni bir blok potansiyeli taşıyorlar. Bu doğrultuda çeşitli girişimler görülüyor. Mahalli seçimler için geçici de olsa bir blok oluşturuluyor. Sözü edilen grup ve kişilerin, en azından bazıları bir dergi hazırlığı içindeler, demeç, açıklama ve eylemlerinde birbirlerini gözetiyorlar ve üstelik lanse edicileri de var. “Birlikçilik”in yol ve yöntemleri, oluşturulacak birliğin biçimi üzerine rivayetin muhtelif olduğunu söylemiştik. Buradan da orijinal bir birlik çıkabilir. Aydınlar destekçi ve ideolojik gıda sağlayıcı, gruplar üstü “birleştirici” konumunda, birkaç grup ise görüş farklılıklarını koruyarak, bir araya gelebilir. Şimdiden tahmin yürütmek gerekmiyor, ancak “Birikim”iyle yol göstericilikte deneyli Murat Belge, “yeni arayışlar çevresinde partileşme” ile ilgili soruya “böyle bir parti kurulursa ben de katılırım, ama böyle bir girişime liderlik etmeyi düşünmem, çünkü benim mizacım buna uygun değil” diyor; öte yandan “sosyalizm dünya çapında zor durumda. Bütün dünya belli bir arayış içinde. Benim de bu arayışa Türkiye çapında katılmak gibi bir niyetim var. Kitap da, dergi de bunun bir parçası” diye ekliyor.
Liderlik, hem kendini tümüyle politikaya verişin zorluklarına katlanmayı, ne olursa olsun bir sorumluluğu, günlük sıradan ve birtakım örgütsel ayrıntılarla uğraşmayı, insan ve yönetici olarak örnek olmayı ve davanın sıkı bir takipçiliğini gerektiriyor. Lider, bütünüyle “kendisi için” olamıyor, ek kaygıları olmak, örgütünü, taraftarlarını düşünmek, örgütün seslendiği kesimi, onların özlem ve dertlerini “dikkate almak” zorunda, şöyle ya da böyle toplumsal olmak ve davranmak zorunda. Belge mizacının bunlara uygun olmadığını, kişisel özgürlüğünden “fedakârlık” edemeyeceğini belirtiyor. Halil Berktay’ın da politikayı uğraş alanı edinmemek konusunda-benzer bir yaklaşımı var. Bunlara ancak saygı duyulabilir, kişinin kendi bilincinde oluşu olarak değerlendirilebilir. Ama Halil Berktay’ın Oral Çalışlar ile birlikte yeni bir siyasal oluşumun başını çekmesi ve Belge’nin “arayışa Türkiye çapında katılma niyetine ne demeli? Belge lider olmak istemiyor, -zaten söz konusu yeni blok girişiminin yeterince lideri de var- ama “arayıştı” bir teorisyeni olacak yeni “birlikçi” partinin, arayışlarıyla katkıda bulunacak “ülkemize ve milletimize”…
Murat Belge’nin kitabı ve lanse edilişi bu çerçevede önem taşıyor, içeriğiyle değil. Aydınlık ve TBKP dışında yeni bir “birlikçi” liberal odak oluşturulma girişimi ve Belge’nin bununla bağlantılılığı, O’na ve kitabına önem kazandırıyor. Bağlantılı olduğu grupların ve mesai arkadaşlarının henüz devrimci yönler taşımaları ya da geçmişten miras böyle bir görünüm vermeleri ve bu tür malzemenin devrimin önünde yeni bir yasalcı “birlikçi” set oluşturup tasfiyeciliği güçlendirme potansiyeli taşıması, Belge ve kitabını önemli ve tehlikeli kılıyor.
Önce, tüm liberal reformcu revizyonist “birlikçi” arayışçıların savunup uygulamada birlik halinde oldukları “kanatlı parti” örgütsüzlük düşüncesine değinilmeli.
“Her örgütte farklı görüşler olur. Örgütler doğal çeşitlilikler gösteren insan topluluklarıdır.” (M. Karaca, Y. Açılım, s.7)
“… farklı görüşlerin bir arada olabildiği gerçekten kitlesel bir parti…”, “..partide çeşitlilik içinde birlik…” (Veysi Sarısözen, Saçak, s.60)
“(Bölünme öncesi tartışmalarda H. Berktay’a hitaben:) kanat yapma hakkın var.”, “SB konusunda bölünmeyelim… Afanasyev bile ‘SB sosyalist değildir’ diyor, bu adamlar SBKP’den atılmıyor.” (D. Perinçek, Saçak, s.60)
“Geniş bir birlikteliğin tek çıkış yolu olduğunu o kadar düşünüyorum ki… daha çok programatik tavizler verebilirim.” (H. Berktay, agy)
Ve M. Belge: Sosyalistler arasında her türlü farklılığa, çeşitliliğe sonuna kadar izin vermek, hatta destek olmak… (Bu tümce “ressamlarımızın” özetinden, başka konularda da özetlemeler yapıyorlar, eleştirimizde bu özetlemeleri dikkate almayacak, gerekirse daha kapsamlı bir eleştiri için kitabın çıkmasını bekleyeceğiz.)
Yapılan bir aktarmada ise Belge şunları söylüyor:
“Bugün şeflikler ihdas ederek, disiplin adına hiyerarşiler kurarak, hiyerarşisiz topluma gidemeyiz. İnisiyatifli insanlar önemliyse merkezi karar organlarının yetkisini artıramayız.” (Nokta)
“Geniş bir birlik”, “kanatlar”, “farklı düşüncelerin” bir arada bulunması” ve teşvik edilmesi, bunlar Marksizm ve sınıf partisi adına isteniyor. Burada Marksizm’in kırıntısının olmadığı, bu anlayışla kurulacak bir partide ne irade birliği ve merkezi bir davranış bütünlüğü, ne zorlu iktidar yürüyüşünün gereksindiği demirden disiplin, ne de gönüllü disiplinden gelen, hedefe tek bir yumruk gibi vuruş gücü olamayacağı ortadadır.
Düşünceler beyinde durmazlar, beyin, düşüncenin maddi varlıklardan yansıyıp üretildiği organdır. Ve düşünce demek eylem demektir. Kuşkusuz kendiliğinden, düşünce gerektirmeyen eylemler de vardır, şartlı refleksler, refleksif eylemler, alışkanlıkla edinilenler ve hayvanca güdüsel olanlar gibi. Eylem düşüncesiz olur, ama düşünce eylemsiz olamaz, eyleme dönüşür. Farklı düşüncelerin bir aradalığında partide irade birliği nasıl sağlanacaktır? Eylem birliği nasıl gerçekleşebilecektir? Eğer düşünceler sistemli farklılaşma içindeyseler, farklı programlar ya da programatik görüşler bir arada bulunma durumundaysa, irade ve eylem birliğinin gerçekleşebilme olanağı yoktur. Sistemli farklılıklar taşıyan düşünceler, düşünceler maddi varlıkların yansısı olduklarına ve düşünce üreten insanlar toplumsal yaratıklar olarak toplumlar halinde yaşadıklarına, toplumlar işbölümünden giderek konum ve çıkarları farklılaşmış karşıtlık durumunda sınıflardan oluşup geçmişten geleceğe kendi yasaları uyarınca geliştiklerine göre, çıkar farklılıklarına sahip farklı sınıf durumlarından yansırlar ve buna uygun gelişme gösterirler. Sistemleşmiş düşünceler söz konusu olduğunda, sınıf partisinde bulunabilecek düşünce ya da sınıf partisinin düşünsel temeli Marksizm-Leninizm’dir, onun ülke somutlarına uyarlanışı demek olan sınıf partisi programıdır. Toplumsal gelişme yasaları ve ona uygun toplumsal gelişmeyi öngören ve bu gelişmenin gücü olan tarihin en devrimci sınıfına dayanan, onun çıkarlarını seslendiren, proletaryanın dünya görüşü olan Marksizm-Leninizm’in düşünsel temelini oluşturmadığı bir parti sınıf partisi olamaz, gelecek yürüyüşünü yönetip yönlendiremez. Marksizm’in bir başka düşünce sistemiyle bir arada bulunuşu, partide farklı sınıfların bir arada oluşu anlamındadır, partinin sınıf partisi olmayışıdır.
Sistemli farklılıklara sahip düşünceler karşıtlık durumundaki düşüncelerdir, çünkü karşıt sınıfların durumlarından yansımışlardır. Düşüncelerin sahipleri, savunucuları ne denli iyi niyetli olurlarsa olsunlar ne denli uzlaşma ararlarsa arasınlar, farklı sistematik düşünceler, farklı sistematik düşünceler olarak kaldıkça uzlaşamazlar, uyumlu bir bütünlük oluşturamazlar. Bunun için toplumsal sınıflar gerçeğinin değişmesi gereklidir, sınıflar arasındaki karşıtlıklar yok olmadan, farklı sınıf durumlarından yansıyan düşünceler arasındaki karşıtlık da yok olmaz. Sorun, iyi niyet ya da uzlaşma arayışı değildir. Ancak insanlar, savunucuları, savundukları düşüncelerden vazgeçebilirler, bu olanaklıdır; ama bu kez o düşünceleri başkaları savunmaya devam eder. Nasıl sınıflar üretim ve değişimde farklı konum ve yerlere, farklı çıkarlara sahiplerse, üretim ve değişim süreci nasıl farklı sınıfların farklı örgütlenmeleri üzerine kuruluysa, sınıfsal kaynaklı siyasal düşünceler, ideolojiler farklı eylemlere yön verirler ve bu yön farklılığını verebilmek üzere farklı örgütlenirler. Bir arada tutulmaya çalışılan sistemli düşünsel farklılıkların değişik eylemlere ve doğal ki örgütlenmelere, bir arada tutulmakta ısrar edildikçe kanat ve hiziplere yol açması nesnel bir zorunluluktur. D. Perinçek “SB konusunda bölünmeyelim” diyor. Hoş bir istek, değineceğiz, ama bu olanaklı mıdır? Başka şeyler bir yana, Sovyetler Birliği konusunda nasıl bir eylemlilik çıkabilir bu düşünceden? “SB sosyalisttir” diyenler farklı, “değildir” diyenler farklı eylemlere yönelmeyecekler mi ve her eylem kendine uygun örgütlenmeyi dayatmayacak mı? Bu iki düşüncenin tek bir partide barındırılmasının kabulü, partinin işlev yitimi hastalığına tutulmasına neden olur. İki şık: ya konuyla ilgili eylemsizleşilecektir, ya da zıt eylemlilik içinde olunacaktır. Ve konu, basit, tek basma, tecrit edilebilir bir konu olmadığından, yalnızca sıradan bir durum tespiti sorunundan farklı olarak, tüm çok yönlülüğü ve çeşitliliğiyle ideolojik bir sorun, Marksizm mi-revizyonizm ve reformculuk mu sorunu olduğundan, konuyla ilgili farklı düşünceler sistematik farklılıklara sahiptir. “Bölünmeyelim” önerisindeki uzlaşmacılık, sadece D. Perinçek’in bu konuda H. Berktay’la sistematik bir düşünsel farklılığa sahip olmadığım, ideolojik uzlaşmacılığın O’nun ayırt edici bir niteliği olduğunu, Marksizm’in safında bulunmadığını bir kez daha belgeler. Bu konuda bir arada bulunabilmenin kabulü ve önerilmesi, Saçak’taki tanışma tutanaklarında Perinçek’in  eleştirdiği “teorik pazarlıkları’,’ işine geldiğinde kendisinin yaptığı anlamına gelir ve bu tür düşünsel farklılıklarla bir arada oluş, yine eylemsizliğe değil, belli bir türden eylemliliğe, emperyalizmle uzlaşma eylemine yol açar. İki farklı düşüncenin varlığı açısından ise taraflardan birinin diğerinin düşüncesini kabul edip kendi düşüncesinden vazgeçmesiyle bir eylem birliği sağlanabilir ya da taraflar kendi eylemlerini yürütür ve bunun için kendi kanat ya da hiziplerini ya da şimdi olduğu gibi ayrı gruplarını örgütlerler. Sonuçta bu ya da benzeri bir konuda ve gene! olarak farklı sistematik düşünceler söz konusu olduğunda, bu düşünsel farklılıkların farklı eylemlilik ve örgütlülüklere yol açması, bunun da partide irade ve eylem birliğinin kırıntısın; bile bırakmaması kaçınılmazdır.
Bu durumda partide disiplinden söz edilebilir mi? Zıtlık halindeki iradeler, farklı eylem ve örgütlenmeler disiplin fikrinin temelden reddidir.
Herkes her konuda aynı düşünseydi, disiplin fikri yine doğmazdı. Disiplin, farklı düşüncelerin olduğu, ama bunların farklı sistematik düşüncelerin varlığı durumundan farklı olarak, sisteme ya da genel çerçeveye ilişkin irade birliği bulunduğundan, ayrıntılarda, taktik ve gündelik planlamalardaki farklılıklar olarak, parti çoğunluğu ya da yönetim organları tarafından belirlenen, kararlaştırılan bir düşüncenin uygulanması -ve eğer verilen kararda yanlışlık varsa, pratiğe dayanarak bu eleştirilip ders çıkarılmak üzere- ve değişik düşünenlerin bunun uygulanmasını gönüllü olarak kabullenmesi ve uygulamada kendi düşüncesiymiş gibi davranması demektir. Ve disiplin, herkesin, parti programını baştan gönüllü olarak kabul edip bir arada olabilecek herkesin, her konuda aynı şeyleri düşünmeme si, insanların düşünce yeteneklerinin, bilgi birikim düzeylerinin, deneylerinin ve kişisel özelliklerinin farklılığı dolayısıyla partide farklı düşüncelerin ortaya çıkmasının kaçınılmazlığı nedeniyle, bir ihtiyaç olarak doğar. Farklı düşüncelerin, farklı eylem ve örgütlülüklere yol açmaması içindir. Düşünce farklılıkları sistemleştikçe, tartışmalar programatik sorunlar üzerine kaydıkça, Marksizm’in ve parti programının kabulüne ilişkin irade birliği sarsıldıkça, disiplin gönüllülük niteliğini yitirmeye başlar ve bu durumda eylem birliğini sağlamak zorlaşır, ayrılıklar derinleşmesine rağmen bir arada bulunma zorlandıkça, kanat ve hizipler kaçınılmazlaşır. Disiplinin gönüllülüğü, geleceğin bilgisi ve geleceğe yürüyüşün öğretisi Marksizm’in eylem kılavuzu edinilmesi temelinde sağlanabilir. Bu irade birliği, sınıf partisinde disiplinin vazgeçilmez önkoşuludur. Olması mutlak ayrıntıdaki irade farklılıkları, ancak bu genel irade birliği içinde önemsizleşir, erir ve parti üyeleri Marksizm’in temel ilkeleri ve parti programının ötesinde ayrıntıya ilişkin sorunlarda “dediğim dedik” inatçılığına, M. Karaca’nın sistemle ilgili söylediği “hakikat tekelciliği”ne gerek olmadığını, bu tutumun yanlışlığını, çünkü son doğrulayıcının sosyal pratik olduğunu bilirler ve bu nedenle de çoğunluğun ya da yönetim organlarının kararlarını gönüllü olarak eyleme dönüştürmeyi kabullenirler.
“Sosyalist hareketi dönüştürme” özlemiyle “yeni”yi arayan ama eskiyi, antika eserler müzesinden eskinin eskisini bulup çıkaran “Rönesansçı” “arayışçımız” M. Belge, öylesine ‘özgürlükçü ki, hiyerarşiler kurmak olarak nitelediği disipline ve inisiyatif ve inisiyatifli insanlar adına merkezi organların yetkililiğine itiraz ediyor. Bu, aslında örgüt fikrine yönelik itirazdır; çünkü şöyle ya da böyle bir disipline ve yetkili merkez karar organlarına sahip olmayan örgüt olmaz, olamaz, ta ki sınıfsız topluma ulaşılabilsin. Belge, bir de “yeni tezleri” temelinde kurulmasını öngördüğü “yeni model” partinin üyesi olacağını belirtiyor. Ama yine karar organları ve bir tür disiplin olacak. Belki de Belge’ye özel bir ayrıcalık tanınır’!
Belge’nin öngördüğü partinin Marksizm’le ilişkisiz olduğu, renkli, hem de çok renkli, kanatlı, burjuva liberal düşüncelerin serbestçe savunulduğu ama Marksizm’in savunulmadığı (hiçbir Marksist böyle bir partiye katılmaz), her kafadan bir ses çıkan, parti adına farklı eylemlerin gerçekleştiği, emekçilerin hangi doğrultuda seferberliğine girişileceğinin belli olmadığı (aslında her belirsizlik de bir belirliliktir, emekçilerin liberalizm yönünde seferber edileceği önadadır), üyelerinin toplumdan ve birbirlerinden özgür ama burjuvazi ve burjuva sistem karşısında bağımlı olduğu, disiplinsiz, hiyerarşisiz toplum hiyerarşisiz partiyle kurulabileceği için (!) yönetim kademeleri bulunmayan liberter, anarşizan, anti-otoriter liberal aydınların ve liberal-demokratik rüzgârlara kapılmış gidin bazı grupların ya da onların eğitip teşvik ettiği liberalize unsurların partisi olabileceğini kanıtlamak için uğraşmaya gerek yok.
Bireysel kurtuluş yönelimindeki aydın özgürlükçülüğü ile hiyerarşiler kurulmasına karşı çıkma adına disiplin ihtiyacını yadsıyan Belge nasıl bir toplumda yaşandığını unutuyor. Hiyerarşiler kurarak hiyerarşisiz topluma gidemezmişiz! Hem de nasıl gideriz. Hiyerarşi sorununun Marksist ele almışı, devlet ve bürokrasi sorununun ele almışı gibidir. Devlet örneğin, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının bir ürünü olarak toplumdan doğmuş ve toplumun üstünde yer alan ve ona yabancı bir kurumsallaşma olarak, sömürücü sınıfların şiddet aleti bir diktatörlüktür. Demokratik olsa da olmasa da. Ve sınıfların ortadan kalkışına bağlı olarak sönecektir. Devletin ortadan kalkışı sorununda Marksistlerle anarşistler arasındaki ayrılık, yok olup olmama sorununda değil, iktidarı alır almaz devletin kaldırılması ya da sönmesi, burjuvazinin devrilmesi sonrasında otoriter hiçbir örgütlenmeye gidilmemesi ya da kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş döneminde, sosyalizmde bir proletarya devletine gerek olması üzerinedir. Artık “kelimenin gerçek anlamıyla devlet olmayan” bir “yarı-devlet”  olarak, çoğunluğun devleti, sönme sürecinde bir devlet olarak proletarya devleti, proletaryanın elinde bir alet olur. Burjuva demokratik devletlerle kıyaslanmayacak demokratiklikte bir devlet olarak. Ama alet olmaya devam eder. Üstelik alet olarak sağlamlaştırılmak gerekerek, çünkü o, ancak sağlamlaşarak ve sağlamlaştıkça sönecektir. Devletin bir sömürücü toplum unsuru olduğu, sınıfsız toplumun aynı zamanda devletsiz de olacağı, sosyalizme kapitalizmden miras bir kalıntı olarak ve sınıf niteliği (kimin elinde kime karşı olmaklığı) değişip azınlığın özel müfrezesi olmaktan yönetsel-idari işlevlerin çoğunluk tarafından gerçekleştirildiği bir mekanizmaya dönüşerek varlığım sürdüreceği ve sürdürmesi gerektiği açıktır. Ama devlet sınıfsız topluma özgü olmayan, sınıf zıtlıklarının ürünü bir kurum olmasına karşın, nasıl toplumsal üretimin gelişmesi sınıfsız toplumu olanaklı kılıncaya dek proletarya tarafından zorunlu olarak kullanılmak gerekiyorsa,  hiyerarşi karşıtı hiçbir hayal de, sınıfsız toplum öncesi bütünüyle hiyerarşik özelliklerinden arınmış yapılar var etmeye yetmez. Sınıfsız toplumun hiyerarşik olmayan bir toplum olacak olması başka şeydir, hiyerarşik düzenlemelerin istendiği anda kalkmayacak oluşu başka şey. Devletsizliğe nasıl sözcüğün gerçek anlamıyla devlet olmayan bir yarı-devletle, proletarya devletiyle gidilebiliyorsa, hiyerarşisizliğe de sözcüğün gerçek anlamıyla hiyerarşi olmayan, azınlığın sömürünün gerçekleştirilmesine dayanan ve bunun ihtiyacını karşılayan üst üste binmiş özel kurumlaşma özelliği olmaktan çoğunluğun kurumsallığında eskiden miras olarak devam eden bir özellik olmaya dönüşen, belki “yarı-hiyerarşi” diye tanımlanabilecek, niteliği farklılaşmış bir hiyerarşiyle gidilebilir. Varlık koşulları ortadan kalkmadan hiyerarşiden kurtulma arzusu, belki hoş bir özlemdir ama anarşist bir özlemdir ve mutlak olarak, reddedilen “sözcüğün gerçek anlamıyla hiyerarşi olmayan hiyerarşi” yerine gerçek bir hiyerarşinin, burjuva hiyerarşik kurumsallığının ve onun varlık koşullarının savunulması anlamına gelir. Bürokrasi sorununda olduğu gibi. Nasıl devlete ve hiyerarşik yapılara karşı olunmaksızın Marksist olunamazsa. bürokrasiye karşı olunmadan ve ona karşı mücadele edilmeden de Marksist olunamaz. Ama üretimin henüz sınıfsız topluma varılma olanağını var edemediği alt gelişme düzeylerinde işbölümü ve işe bağımlılığın sürdüğü, insanların, çalışma koşullarını olağanüstü kolaylaştırmak ve kendilerine, eğitimlerine, bilgilenmelerine, kültürel olarak gelişkinleşmelerine yeterince zaman ayırabilmek üzere üst boyutlarda bir makinalaşma ve otomasyonu gerçekleştiremedikleri ve dolayısıyla herkesin her şeyi -kişisel özelliklerden gelen farklılıklar dışında- bilir ve yönetebilir duruma ulaşamadığı koşullarda -ki bu koşullar henüz devletin sönüşe varamadığı koşullarla örtüşür-, sömürücü toplumlardaki niteliği dönüşmüş olmasına ve aralarındaki uzlaşmaz sınıf zıtlıkları kalkmış olmasına karşın, yöneten-yönetilen çelişmesi varağını sürdürür. Ve yöneticilerin varlığı bürokrasinin kaynağıdır. Ve sosyalizmde artık sözcüğün gerçek anlamıyla bürokrasi olmaktan çıkmış, bürokratlaşmanın önlenmesi için çeşitli önlemlere ihtiyaç gösteren bir yönetim mekanizması  ve yöneticilerin  varlığı Marksizm’in bürokratikliği ya da bürokrasi savunucusu olduğu anlamına gelmez. Ve kimse de “bürokratik kurumlar kurarak bürokrasisiz bir toplum inşa edilemez” demez. Çünkü hiyerarşik yapılar inşa edilmediği gibi bürokratik kurumlar da inşa etmez Marksistler, bürokrasi ve hiyerarşik yapıların köklerine, temellerine, sınıf karşıtlığı üzerine kurulu toplum yapılarına saldırırlar, toplumun genel olarak dönüştürülmesi uğraşı verirler.
Çoğunluğun siyaset sahnesine girmesinin yolunun açılmasıyla bürokrasi ve hiyerarşik yapılar da en köklü darbeyi yemiş olurlar, gerisi kalıntılara katlanma ve mücadele içinde onlarla bir süre beraberce yaşayabilmeyi, ama onlar tarafından teslim alınmamayı bilip başarabilme ve dönüştürülmüş özleriyle onları kullanma sorunudur. Yok oluş koşulları ortaya çıkıncaya dek…
Anarşizan “sivil toplumcu”luğuyla ayrım gözetmeden her türlü devlete ve devlet müdahalesine “karşı çıkan” (tırnak içine alıyoruz, çünkü burjuva devlete bir karşı çıkış değildir bu) Belge’nin, yaman ama bireysel özgürlükçülüğüyle, aynı devlete karşı çıkışında olduğu gibi koşulsuz, zaman ve mekândan soyutlanmış haliyle, geçirdiği dönüşümler ve içeriği üzerine de kafa yormadan “hiyerarşi” düşmanı oluşuna şaşmak gerekmiyor. Çok renklilik olacak, içinde her türlü düşünce barınacak ve kanatları bulunacak, ama disiplinsiz ve içeriğine bakılmaksızın hiyerarşisiz olacak, yönetim kademeleri ancak yetkisizce “çalışabilecek”. Bu tür bir “örgüt”te disiplin ve hiyerarşi zaten düşünülemez, ama böyle bir örgüt de olamaz, bu, aydın özgürlükçülüğüyle örgüt fikrinin yadsınmasıdır. Belge’nin önerdiği “örgüt”te birleşecekler ne sıkı “Marksist’ler” olacaklar! Ve böyle bir “örgüt”le ne çok şeyi dönüştürme gücünde olacaklar!
Devlet, otorite, merkezi yapılar ve’ hiyerarşi “karşıtı”, “sivilci” Belge, günümüzde devletin müdahale etmediği alan kalmış ve devlet yatak odalarına bile girmemiş gibi, “sivil toplumu”, “toplumun devlet müdahalesine uğramayan ve kendi dinamiği ile özerkliğini koruyan alanları” olarak tanımlayarak, onu “yeni sosyalist model”inin temeli olarak öneriyor: “Böyle bir yapılanma yurttaşların merkezi otorite karşısında söz ve karar hakkına sahip olmalarını sağlıyorsa, geleceğin sosyalizminde böyle bir yapılanmanın temel alınması gerekmez mi?” (Nokta) Tam bir çarpıklık var burada. Kendisinden hareketle fikir üretilen sosyalist değil burjuva toplumdur. Sosyalizmde “merkezi otorite” zaten çoğunluğun, yurttaşların otoritesidir, bürokrasiyle mücadele ve yönetmeye emekçilerin katılımının araçlarının geliştirilmesi ayrı sorundur, teorik ve genel konuşta otorite, proletarya ve sene! olarak emekçilerin elindedir. Sosyalizm, kapitalizmin üst yapı özelliklerinden farklı olarak azınlığın elinde yoğunlaşmış bir merkezi otoriteye sahip değildir ve sosyalizmde “yurttaşların söz ve karar hakkından değil, fiilen söz ve kararından söz edilir. Ve birbirine karıştırılarak tartışma konusu edilen, sınıfsız toplum yerine kullanılan ‘sosyalizm’se, orada ne hak kalacaktır ne de merkezi otorite. “Çoğulcu sosyalizm” üzerine söyledikleri de, Belge’nin iyileştirilmiş bir burjuva toplum ve demokrasisi peşinde olduğunu gösteriyor: “Sosyalizm çoğulcu bir yapıda olmalıdır. Ayrım yapılmaksızın her türlü siyasi çizgiye, dini ya da etnik azınlıklara, partilere varan örgütlenme özgürlüğü tanınmalıdır.” (Nokta) “Sivil toplumun” siyasal üst yapısı da bu çoğulcu devlet olacak. Çoğulculuğu “Gorbaçov demokratizminin içeriği üzerine” başlıklı yazımızda eleştirmiştik. Kitabı çıktığında gerekirse eleştirimizi sürdüreceğiz.
Ve Belge “hala Marksist’im” diyor. Önerdiği “yeni model sosyalizmin” “birlikçi” partisinin düşünsel temelleri açısından Belge’nin hala nasıl bir “Marksist” olduğuna bakalım.
“Kendimi Marks’la özdeşleştirmiyorum. Ama bir gelenek var. Onun adıyla sürüyor. O gelenekten kopmak istemiyorum.” (Belge, Nokta). SBKP MK üyesi Aleksander Çipko’nun “19. yüzyılda yaratılan komünist toplum kuramı, elbette 20. yüzyılın sonlarında değişmeden kalamaz… Marks ve Engels’i peygamberler haline getirdik… Stalinizm, Marksizm’in uzantısından başka bir şey değildir.” (Cumhuriyet, 4 Ocak 89) şeklinde ileri görüşlülükle belirtisini ortaya koyduğu Gorbaçov’un geleceği de;Çipko ve Belge’nin vardığı nokta olacaktır. Belge, Çipko gibi Stalin karşıtlığında durmuyor, duramıyor, özdeşleşmekten kaçınarak Marks’la da arasına ayrım koymaya vardırıyor işi. “Gelenekten kopmak istemiyor”muş, bugün için elbette istemezsin, çünkü Marksizm her şeye rağmen hala prestije sahip ve prim yapmaya devam ediyor: adı kullanılmak için iyi bir malzeme olma özelliğini koruyor Marks. Ve Gorbaçov’la Belge gibileri, farklılıklarını belirtkeler de O’nu aziz mertebesine çıkararak adının sunduklarından yararlanmaya çalışıyorlar. Ama bu gidişle o gelenekten kopma günleri de gelecek.
Marksist teori ve ona ne şekilde bağlı olduğu ve “hala Marksist” oluşunu neye dayandırdığı ile ilgili olarak şöyle diyor M. Belge:
“Ben bir teoriyi bir takım basamaklar şeklinde ele alıyorum: Birinci olarak o teoriye yol açan en üst düzeydeki basamaklar var. Marksizm’in bu en üst basamağında, insanların eşitliği, özgürlüğü, mutluluğu ideali yer alıyor. İnsanın yaratıcı güçlerinin alabildiğine gelişebileceği bir toplum projesi yer alıyor. Ben bu projeye inanmak ve katılmak anlamında hala Marksist’im.” (Nokta)
Yanılmıyorsak, “insanların eşitliği, özgürlüğü, mutluluğu ideali”, diğer “ölümsüz hakikatler”den adalet, hak-hukuk vb. ile birlikte j.Jacques Rousseau’nun teorisinin “en üst basamağı”nda yer alır. Ayrıca özellikle “mutluluk ideali”ne eski Yunan filozoflarında rastlanabilir. Ama sayılan ideallerin burjuva idealler oldukları, yükseliş dönemi burjuva filozofları tarafından teorileştirildikleri tartışılmaz. Belge “hala Marksist”Iiği inandırıcı olsun diye bu ideallerin yanma bir de ‘insanın yaratıcı güçlerinin alabildiğine gelişebileceği bir toplum projesi’ni ekliyor. (Gerçi şimdilerde kapitalizmin insanlığın üretici güçlerini “alabildiğine geliştirdiği”, öyle ki bu gelişmeye proletaryanın da dayanamayıp yok olduğu ya da işlev yitimine uğramak üzere hemen hemen yok olduğu -bu, Belge’nin de iddiası- ileri sürülüyor ve herhangi bir ideal eğer proletaryaya dayanmıyor ve onun kapitalizm karşıtı durumunu yansıtarak bu duruma denk düşmüyorsa, ne denli güzel formüle edilirse edilsin, sosyalizmi ve daha ötesini yansıtmaz olmuştur.)
“Hala Marksist” olma iddiasını, hem de Marksist teorinin “en üst basamağı” diyerek “eşitlik ve özgürlük” inanışına dayandırmak, herkesi cahil ve Marksizm’i yok saymaktır. Çünkü eşitlik fikri ve ideali, burjuva içeriklidir ve burjuvazinin gelişme döneminde tarihsel olarak oynadığı rol ve proletarya elinde bir ajitasyon değeri taşımasının ötesinde bir saçmalıktan ibarettir. Söz Engels’in:
“Bütün insanların insan olarak ortak bir şeye sahip bulundukları ve bu ortak şey ölçüsünde eşit oldukları fikri, şüphesiz dünya kadar eski bir fikirdir. Ama modern eşitlik istemi bundan adamakıllı farklıdır; bu istem, daha çok, bu insan olma ortak niteliğinden, insanların bu insan olarak eşitliğinden, bütün insanların, ya da en azından bir devletin bütün yurttaşlarının, bir toplumun bütün üyelerinin eşit bir siyasal ve toplumsal değere sahip olma hakkının çıkarılmasına dayanır. Bu ilk bağıntılı eşitlik fikrinden, devlet ve toplum içinde bir hak eşitliği sonucunun çıkartılabilmesi ve bu sonucun doğal ve apaçık bir şey olarak görülebilmesi için binlerce yıl geçmesi gerekti… Feodal orta çağ, bağrında, gelişmesinin ilerlemesi içinde modern eşitlik isteminin temsilcisi olmaya aday sınıfı: burjuvaziyi de geliştirdi… Büyük ticaret, yani özellikle uluslararası ve hele dünya ticareti, hareketlerinde engellerle karşılaşmayan, bu bakıma eşit haklara sahip, hiç değilse tek başına alınmış her yerde hepsi için eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan özgür emtia sahiplerinin varlığını gerektirir. Zanaatçılıktan manifaktüre geçiş, çalışma güçlerinin kiralanması için imalatçı ile sözleşme yapabilen ve buna dayanarak, onun karşısına sözleşme yapan kişi niteliğiyle eşit haklarla çıkan belli sayıda özgür emekçinin varlığını şart koşar… Nihayet, genel olarak insan emeği oldukları için ve insan emeği olarak bütün insan emeklerinin eşitlik ve eşit değeri, bilinçsiz, ama en kesin ifadesini, modern burjuva iktisadının, bir metanın değerinin, o metanın içerdiği toplumsal bakımdan zorunlu emek aracılığıyla ölçülmesini isteyen değer yasasında bulur…
“…feodal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla feodal engellerden kurtuluş ve hak eşitliğinin kurulması istemi, toplumun iktisadi gelişmesi tarafından bir kez gündeme konduktan sonra, kısa sürede daha geniş boyutlar kazanmaktan geri kalamazdı… Modern sınıf haline dönüştüğü andan itibaren, burjuvazinin gölgesi olan proletarya, ona durmadan ve kaçınılmaz biçimde eşlik edecektir. Ve aynı biçimde, proleter eşitlik istemleri de burjuva eşitlik istemlerine eşlik edecektir. Sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması burjuva isteminin ortaya konduğu andan itibaren, bunun yanı sıra, sınıfların kendisinin kaldırılması proleter istemi, …burjuva eşitlik teorilerinin ta kendilerine dayanarak, ortaya çıkar. Proleterler, burjuvazinin sözüne mim koyarlar: eşitlik sadece görünüşte, sadece devlet alanında değil, iktisadi ve toplumsal alanda da gerçek olarak kurulmalıdır… Eşitlik istemi proletaryanın ağzında böylece ikili bir anlam taşır. Bu istem ya… apaçık toplumsal eşitsizliklere karşı, zengin ile yoksul, efendi ile köle, har vurup harman savuranlar ile açlık çekenler arasındaki karşıtlığa karşı kendiliğinden bir tepkidir; böyle bir tepki olarak, o, sadece devrimci içgüdünün ifadesidir ve doğrulanmasını da burada -sadece burada- bulur. Ya da burjuva eşitlik istemine karşı, bu istemden az çok doğru ve daha ileri giden istemler çıkaran tepkiden doğmuş bulunan bu istem, işçileri kapitalistlere karşı kapitalistlerin kendi iddiaları yardımıyla ayaklandırmak için bir ajitasyon aracı hizmeti görür, ve bu durumda, burjuva eşitliğin kendisi ile birlikte ayakta durur ve onunla birlikte yıkılır. Her iki durumda da, proleter eşitlik isteminin gerçek içeriği, sınıfların kaldırılması istemidir. Bundan öte her eşitlik istemi, zorunlu olarak saçmadır.” (Engels, Anti-Dühring, s. 178-183)
Bir şey eklemeye gerek kalmıyor… Siyasal biçimsel eşitlik olarak, yalnızca devlet alanında hak-hukuk eşitliği, faşizm ve tekelci ayrıcalıklar karşısında burjuva demokratik eşitlik özlemindeki Belge’nin “hala Marksist” olduğunun değil demokratik “arayışlarının önemli bir göstergesini sağlar ama Marksistler için bir değer taşımaz; gerekli ve zorunlu olan, sınıfların kaldırılmasıdır çünkü. Ve eşitlik ideali, “eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan özgür emtia sahiplerini” ve “imalatçı karşısına sözleşme yapan kişi niteliğiyle eşit haklarla çıkan özgür emekçinin varlığını” gereksinir, nihayetinde bu eşitlik, değer yasasına bağlanır. Dolayısıyla eşitlik talebine eşlik eden özgürlük talebi, ikisi bir arada, değişim özgürlüğü ve bunun eşit hukuk temeli üzerinde gerçekleşebilirliği olarak burjuva talep ve kategorilerdir. “Özgür emekçiler”den kasıt, feodal ve kişisel bağımlılık ilişkileri dışında, kişi, toprak ve lonca bağlarından kurtulmuş ve kendi iş güçlerini kendi başlarına değerlendirme araçlarından, üretim araç ve aletlerinden özgürleşmiş (kopmuş, yoksunlaşmış), değişim için işgücünden başka bir şeyi olmayan emekçilerdir. Ve Belge’nin eşitlik ve özgürlük istemleri, işte işgücünü satma zorundaki emekçilerin varlığını şart koşar, emekçilerin gerçek özgürlüğünü, proletaryanın diğer tüm sınıflarla birlikte ortadan kalkışını istemez. Özgürlük için yine Engels’e başvuralım:
“Kapitalist üretim biçimi, nüfusun büyük bir kısmını gitgide proleter haIine dönüştürürken, yok olma tehdidi altında, bu devrimi gerçekleştirme zorunda bulunan gücü yaratır. Toplumsallaşmış büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyetine dönüşümüne götürerek, bu devrimi gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterir. Proletarya devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti haline dönüştürür. Ama bunu yapmakla, proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf farklılıkları ile sınıf karşıtlıklarını ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır… Sınıflara bölünmenin belli bir tarihsel meşruiyeti varsa, o bu meşruiyete, ancak belli bir zaman için, ancak belli toplumsal koşullar içinde sahiptir. Sınıflar halinde bölünme, üretimin yetersizliğine dayanıyordu; modern üretici güçlerin tam bir gelişmesi ile silinip süpürülecektir. Ve gerçekten, toplumsal sınıfların ortadan kaldırılması, sadece şu ya da bu belirli egemen sınıfın değil, ama genel olarak bir sınıfın varlığının, öyleyse sınıflar ayrılığının ta kendisinin bir çağ dışılık haline geldiği tarihsel bir gelişme derecesini varsayar. Yani üretimin gelişmesinde, üretim araçları ve ürünlerin ve bunun sonucu, siyasal egemenlik, kültür tekeli ve entelektüel yönetimin özel bir toplumsal sınıf tarafından temellükünün, sadece bir gereksizlik haline değil, ama iktisadi, siyasal ve entelektüel açıdan, bir gelişme engeli haline de geldiği bir yükseklik derecesini varsayar… Üretim araçlarına toplum tarafından el konulması ile, tecimsel üretim ve bunun sonucu, ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal üretim içindeki anarşi yerine, bilinçli planlı örgüt geçer. Bireysel yaşama mücadelesi son bulur. Böylece ilk kez olarak, insan, belli bir anlamda, hayvanlar âleminden kesinlikle ayrılır, hayvansal yaşama koşullarından, gerçekten insanca yaşama koşullarına geçer. İnsanı çevreleyen, şimdiye kadar insanı egemenliği altında tutan yaşama koşulları alanı, şimdi, kendi öz toplum hayatlarının efendileri oldukları için ve kendi öz toplum hayatlarının efendileri niteliği ile, ilk kez olarak, doğanın gerçek ve bilinçli efendileri haline gelen insanların egemenliği ve denetimi altına geçer. Kendi öz toplumsal pratiklerinin, şimdiye kadar, karşılarına doğal, yabancı ve egemenlik altına alıcı yasaları olarak dikilen yasaları, bundan böyle insanlar tarafından tam bir bilinçle uygulanan ve bu yoldan egemenlik altına alınmış yasalardır. İnsanlara özgü bir şey olan ve şimdiye kadar karşılarında doğa ve tarih tarafından ihsan edilmiş bir şey olarak dikilen toplum halinde yaşama, şimdi onların has ve özgür eylemleri haline gelir. Şimdiye kadar tarihi egemenlik altında tutan yabancı, nesnel güçler, insanların denetimi altına girer. İnsanlar, işte ancak bu andan itibaren kendi tarihlerini tam bir bilinçle kendileri yapacak; onlar tarafından harekete getirilen toplumsal nedenler, ağır basan bir biçimde ve durmadan artan bir ölçüde, işte ancak bu andan itibaren onlar tarafından istenen sonuçları vereceklerdir. İnsanlığın, zorunluluk âleminden özgürlük âlemine sıçrayışıdır bu.” . (Engels, Anti-Dühring, s.417-421).
İşte, insanlığın gerçek özgürleşmesi. Özgürlük dünyasına sıçrayışı, koşulları ve zorunlu oluşuyla böyle bir içeriğe sahiptir. Değişim özgürlüğünün bir parçası olan aydın özgürlüğünün savunucusu Belge’yse, göreceğiz, ne “tarihsel meşruiyet” tanıyor, ne koşullar ve ne de zorunluluk. “İnsanın yaratıcı güçlerinin alabildiğine gelişebileceği toplum projesi”ne “inanmak anlamında hâlâ Marksist’im” diyor ama, bu proje de, Engels’in ortaya koyduğu gibi, özgürlük dünyasına sıçrayış ile aynı anlama gelmek üzere, “üretimin gelişmesinde, üretim araçları ve ürünlerin, ve bunun sonucu olarak.siyasal egemenlik, kültür tekeli ve entelektüel yönetimin özel bir sınıf tarafından temellükünün, sadece bir gereksizlik değil, ama iktisadi, siyasal ve entelektüel açıdan, bir gelişme engeli haline de geldiği bir yükseklik derecesini varsayar.” Yani maddi ve manevi yaşam araçlarının özel mülkiyeti, bu projenin gerçekleşmesi için ortadan kalkmalıdır ve üstelik zorunlu olarak kalkacaktır” da. Ortadan kalkışı zorunludur, çünkü “kapitalist üretim biçimi bu devrimi gerçekleştirme zorunda bulunan gücü yaratır” ve üstelik “toplumsallaşmış büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyetine dönüşümüne götürerek, bu devrimi gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterir.” “Sosyalizm zorunlu bir şey olduğu için sosyalist olmayız” (Nokta) diyerek sosyalizmin tarihsel bir zorunluluk oluşunu yadsıyan Belge’ye rağmen, kapitalizm zorunlu olarak kendi yok oluşunun koşullarını yaratır, hazırlar ve yolunu gösterir. Ve proletarya, bilincine vardığında gerçekleştirmek üzere, zorunlu olarak, “devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeli haline dönüştürür.” Bu sınıfsız toplum için atılması zorunlu ilk ve temel adımdır ve kuşkusuz özgürlük dünyasına ulaşmanın yolu da buradan geçer. Yoksa Belge’nin “öz: gürlüğü”, savunmuş olduğu gibi burjuva aydın özgürlüğü olmaktan ileri gitmez, “insanın yaratıcı güçlerinin gelişeceği toplum projesi” de bir hayal ve başkalarını aldatma unsuru olabilir.
Belge yalnızca bir burjuva özgürlükçüsüdür, çünkü o, Marksist teorinin ayrılmaz parçası olan ve eğer Marksizm, ondan soyundurulursa, burjuvazi için kabul edilebilir bir laf ebeliğine dönüşerek anlamsızlaşacağı mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, yani üretim araçları mülkiyetinin toplumsallaştırılması karşısında kayıtsızdır, bunu Marksist teorinin “alt basamakları”na ilişkin bir sorun olarak görmekte ve vazgeçilebileceğini söylemektedir:
“Bence bu nokta, ikinci ya da üçüncü derecede basamaklar dediğim düzeylerle ilgili sorunlar. Mülksüzleştirme, yöntemle ilgili bir basamak olarak görülebilir. Eğer tarihi evrim, beklenenden farklı yönde olmuşsa, tali basamaklarda öngörülenlerin, bu değişim doğrultusunda yeniden gözden geçirilmesi gerekir ki, o en üst düzeyimiz hâlâ geçerli kalabilsin.” (Nokta)
Mülksüzleştirme “yöntem” sorunuymuş! Mülksüzleştirmenin nasıl gerçekleştirileceği bir yöntem sorunudur, ama kendisi, hiç kuşkusuz öze ilişkindir. Belge, mülksüzleştirmeyi, onun zorunluluğunu ve özgürlük dünyasının kapısını açmasını gözden geçirmekte özgürdür, ama biz de, O’nun “hâlâ Marksist” olmadığını söylemek “zorundayız.”
Kapitalizm, üzerine kurulu olduğu sosyalleşmiş emek ve üretim ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki uzlaşmaz karşıtlık nedeniyle zorunlu olarak sosyalizme götürür ve sosyalizm de,bu uzlaşmaz karşıtlığın çözümü ile, mülk edinmenin özel karakterine son verilmesi ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla olanaklıdır. Ve M. Belge, “sivilcilik”ini öne sürerek mülksüzleştirmeden kaçınışına teorik temel yaratmaya yöneliyor: “… üretim araçlarının mülkiyelinde köklü bir değişikliği ön plana çıkarmıyorum. Özellikle Türkiye’de sosyalizm devletçilik geleneği ile özdeşleştirilmemelidir. Aksine onunla arasına mesafe koymalıdır.” (Nokta) Proletaryanın elinde devletin “gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem”i (Engels) üretim araçları mülkiyetine el koymak olacak, toplumsallaştırmanın başka yolu yok, devlet bir çırpıda ortadan kalkmıyor ya, devlet müdahaleciliği “düşmanı” Belge hemen karşı çıkıyor; toplumsallaştırmayı gerçekleştirecek devletin sınıf niteliği, azınlığın değil çoğunluğun demokrasisi oluşu hiç önemli olmuyor onun için, gene! bir “devletçilik” günah keçisi edilerek mülksüzleştirmenin karşısına geçebiliyor. Mülksüzleştirmesiz sosyalizmin olanaksızlığı, artı-değer gaspı koşullarının, yani mülk edinmenin özel biçiminin devamının sosyalizm değil kapitalizm olduğu ve devletin gelecekteki sönüşünün koşullan bugünden var olmadığı ve istekle edilemeyeceği için toplumsallaştırmanın ancak kamulaştırma olarak, üretim araçlarının devlet elinde toplanmasıyla gerçekleşebilirliği Belge için bir anlam ifade etmiyor, üzerinde düşünülmesi gerekli bir sorun bile olmuyor; O, mülksüzleştirmeyi “ön plana çıkarmayarak” çözüyor sorunu ve “yeni bir sosyalist model”e ulaşıyor, kapitalist bir modele.
Siyasal alanda, devlet yaşamı alanında bir hesaplaşmadan kaçınabilmek için “esas olarak benim devrimden anladığım toplumsal devrimdir” diyor ve devletin sınıf niteliğinde bir dönüşüme ve üretim araçlarının kamulaştırılmasına ilgi göstermeden, burjuva iktisadi, siyasi koşullar çerçevesinde iyileştirmelerle ilerlemeyi öneriyor yeni modelinde, mülksüzleştirme yerine: “Başlangıçta daha çok sosyal demokrat dediğimiz yöntemlerin benzerleri de geçerli olabilir. Bölüşüm ilişkilerinde değişiklikler getirilebilir, işçi denetimi gibi tedbirler getirilebilir. Burada amaç, toplumu ekonomik faaliyet üzerinde önce denetim sahibi yapmak ve yavaş yavaş bütün olayın sahibi yapmaktır.” Yavaş, ılımlı, burjuvaziyi ürkütmeyecek(!), “makul” bir geçiş ve tek başına bölüşüm ilişkilerinin bir anlamı olabilirmiş ve üretim ve değişim ilişkilerinde dönüşüm olmadan bölüşüm ilişkileri dönüştürülebilirmiş gibi, sosyal demokrat “sosyal adalet” formülünün peşinde yalnızca bölüşüme ilgi göstermek -“yeni model”in içeriğini oluşturuyor.
Uzlaşmaz karşıtlığı, yok edicisi gücü proletaryayı yaratışı ve Engels’in dediği gibi “büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyeti haline dönüşümüne götürerek, devrimi gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterişi ile, kapitalizmin sosyalizme götürmesinin zorunluluğunu reddederek, sosyalizmi “özünde ahlaki bir karar ve seçme” olarak varsayan seçici bir ahlakçı olan Belge, zorunluluğu ve mülksüzleştirme gerekliliğini yadsırken, kapitalizmin ürünü mülksüzleştirici devrimci güç proletaryayı yadsımaktan da doğal olarak kaçınamıyor. Nokta’nın yazısından Belge’nin proletaryayı hangi gerekçeyle ve nasıl yadsıdığı, varlığıyla mı fonksiyonel olarak mı yoksa iki yönüyle birlikte mi ve neye dayanarak yok saydığı tam olarak anlaşılamıyor; ama O, “ne işçi sınıfının devrimci olduğu tezi ne de aksi doğru değildir. Her ikisi de boş bir inanç. Herhangi bir ülkedeki ezilen bir sınıfın genel bir kanunla devrimci olup olmadığına karar vermek yanlıştır” (Nokta) görüşündeki Taner Akçam ile bir arada “işçi sınıfı devrimcidir ve devrim yapar klişeleriyle bir yere varamayız. Günümüzde işçi sınıfı yepyeni bir düzen kurmaya yetecek formasyona sahip değildir”, “Ortodoks teorinin anlattığı üstün niteliklere sahip proletaryadan mucizevî başarılar beklemekle bir yere varamayız” demektedir, önce proletarya ve devrimci fonksiyonu üzerine: Manifestoda: “Toplumun elindeki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerinin ilerlemesine anık hizmet etmiyor; tersine, bunlar, kendilerine ayak bağı olan bu ilişkiler için çok güçlü hale gelmişlerdir ve bu ayak bağlarından kurtuldukları anda, burjuva toplumun tamamına düzensizlik getiriyor, burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva toplum koşulları, bunların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak kadar dardır… Burjuvazinin feodalizmi yerle bir ettiği silahlar, şimdi, burjuvazinin kendisine karşı çevrilmiştir. Ama burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış; bu silahları kullanacak insanları da var etmiştir, -modern işçi sınıfını- proleterleri. Burjuvazi, yani sermaye, hangi oranda gelişiyorsa, proletarya da, modern işçi sınıfı da aynı oranda gelişiyor…” (Seçme Yapıtlar, s. 138) diye açıklayarak toplumsal gelişmeyi tarihsel zorunluluğu içinde, proletaryanın ortaya çıkışı ve rolüyle birlikte ortaya koyan Marks ve Engels, Feuerbach üzerine olan “Alman İdeolojisi”nin birinci bölümünde, “geliştirmiş bulunduğumuz tarih anlayışı, nihayet bize şu sonuçlan da verir” diye konuya girerek proletarya ve işlevi üzerine şunları yazıyorlar:
“1. Üretici güçlerin gelişmesinde öyle bir aşama gelir ki, bu aşamada, mevcut ilişkiler çerçevesi içinde ancak zararlı olabilen, anık üretici güçler olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelen (makina kullanımı, para) üretici güçler ve dolaşım araçları doğar ve bu, bir önceki olaya bağlı olarak, kazançlarından yararlanmaksızın toplumun bütün yükünü taşıyan, toplumdan atılmış ve zorunlu olarak,, bütün öteki sınıflara karşı en açık bir muhalefet durumunda bulunan bir sınıf doğar, bu sınıf toplum üyelerinin çoğunluğunun meydana getirdikleri bir sınıftır, köklü bir devrim zorunluluğunun bilinci, komünist bir bilinç olan ve elbette ki, kendileri de bu sınıfın durumunu gösterdikleri zaman başka sınıflarda da oluşabilen bu bilinç, bu sınıfın içinden fışkırır.
2. Belirli üretici güçlerden bazı koşullar içinde yararlanılabilir ki, bu koşullar, toplumun belirli bir sınıfının egemenliğinin koşullandır; bu sınıfın, sahip olduğu şeyden ileri gelen toplumsal gücü, düzenli olarak her çağa özgü devlet tipinde idealist biçimde pratik ifadesini bulur; bunun içindir ki, her devrimci mücadele, o zamana kadar hükmetmiş bulunan sınıfa karşı yönelir.
3. Daha önceki bütün devrimlerde eylem tarzı değişmemiş kalıyordu ve sadece bu eylemin başka türlü bir dağılımı, işin başka kişiler arasında yeni bir bölüştürülmesi söz konusuydu: komünist devrim, bunun tersine, daha önceki eylem tarzına karşı yönelmiştir, işi yo-keder ve bütün sınıfların egemenliğini sınıfların kendileriyle birlikte ortadan kaldırır, çünkü bu devrim, artık toplum içinde bir sınıf olarak ele alınmayan, artık toplum içinde bir sınıf diye tanınmayan ve daha şimdiden artık bugünkü toplum içindeki bütün sınıfların, bütün milliyetlerin vb. yok oluşunun ifadesi olan bir sınıf tarafından gerçekleştirilir. (Ve “yeni bir düzen kurmaya yetecek formasyonu yoktur” diyen Belge’nin “kuşkusu”nu izale etmek üzere bu “formasyonun” geliştirilmesiyle ilgili olarak da -MY-:)
4. Yığın içinde bu komünist bilincin yaratılması için ve gene bu işin kendisinin de iyi bir sonuca götürülebilmesi için insanların yığınsal bir değişikliğe uğraması zorunlu olarak kendini ortaya koyar, böyle bir biçim değişikliği ise ancak pratikteki bir hareketle, bir devrimle yapılabilir; bu devrim, demek ki, sadece egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır, ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerine kurmaya elverişli bir hale gelmek olanağını ancak bir devrim vereceği için de zorunlu olmuştur.” (Seçme Yapıtlar, 1, s. 46-47)
Ve “sosyalizm zorunlu bir şey olduğu için sosyalist olmayız. Sosyalizm iyi, gerçekleştirilebilir bir şey olduğu için., sosyalist oluruz., bu özünde ahlaki bir karar ve bir seçmedir” “tezi” ile ahlakın tarihselliğini ve her sınıfın ayrı ahlakı olduğunu reddeden ve maddeyle bilinç arasındaki ilişkiyi, yaşamın maddi üretimiyle bilinç ve bir bilinç kategorisi olan ahlak arasındaki ilişkiyi Platonca tersine çeviren Belge’ye karşı, uzatmaktan kaçınmak için, sözü yine Marks ve Engels’e bırakalım:
“Bu tarih anlayışı” diyorlar aynı yapıtlarında, “temel olarak gerçek üretim sürecinin gelişmesine dayanır ve bu görüş, hayatın doğrudan maddi üretiminden hareket eder; insan ilişkilerinin biçimini bu üretim tarzına bağlı ve üretim tarzı tarafından… meydana getirilmiş olarak, bütün tarihin temeli olarak kavrar, bu da, onu, devlet olarak eylemi içinde göstermek kadar, aynı zamanda, çeşitli teorik üretimlerinin ve din, felsefe, ahlak vb. gibi bilinç biçimlerinin tümünü onunla açıklamaktan, ve onun oluşunu bu üretimlerden hareket ederek izlemekten ibarettir…” (Age, s. 48.)
Bu arada Belge’nin “birey olarak” “seçme”sini nasıl zorunlu olarak yapma durumunda olduğu da Marks ve Engels tarafından açıklığa kavuşturulsun:
“… Gerçek şudur: belirli bir tarza göre bir üretici faaliyette bulunan belirli bireyler, belirli toplumsal ve siyasal ilişkilere girerler. … Toplumsal yapı ve devlet, aralıksız olarak, belirli bireylerin yaşam sürecinden doğar; ama kendi öz tasarımlarında ya da başkalarının tasarımlarında ortaya çıkabildikleri gibi bireylerin hayali sürecinden değil, gerçekte oldukları gibi, yani iş gören ve maddi olarak üretimde bulunan, dolayısıyla kendi iradelerinden bağımsız ve belirli maddi temeller, koşullar ve sınırlar üzerinde hareket eden bireylerin hayati sürecinin sonucu olarak meydana gelir.
“Fikirlerin, tasarımların ve bilincin üretimi, ilkin doğrudan ve dolaylı bir şekilde insanların maddi faaliyetine ve maddi alışverişine bağlıdır ve gerçek hayatın dilidir. İnsanların tasarımları, düşüncesi ve zihinsel ilişkisi, burada, onların maddi davranışlarının dolaysız anlatısı olarak kendini gösterir. Bütün bir halkın, siyasal dilinde, yasalarının, ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifade edildiği gibi, aynı şey zihinsel üretim için de geçerlidir. Kendi tasarımlarının, kendi Fikirlerinin vb. üreticileri, insanlardır, ama gerçek, faal, kendi üretici güçlerinin ve bunlara tekabül eden ilişkilerinin, alabilecekleri en geniş biçimleri de dâhil olmak üzere, belirli bir gelişmesiyle koşullandırılan insanlardır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir.”
“… Ve hatta insan beyninin olağanüstü hayalleri bile deneysel olarak saptanabilen ve maddi temellere dayanan, insanların maddi yaşamlarının sürecinden zorunlu olarak doğan yüceltmelerdir. Bu bakımdan ahlak, din, metafizik ve ideolojinin tüm geri kalanı, aynı şekilde bunlara tekabül eden bilinç şekilleri, derhal bütün özerk görünüşünü yitirirler. Bunların tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur; tersine, maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini değişikliğe uğratan insanların kendileridir. Yaşamı belirleyen bilinç değildir, ama bilinç belirleyen yaşamdır.” (Age, s. 25-26) .
“Yeni sosyalist model” olarak, zorunlu olmayan, mülksüzleştirmesiz, proletaryasız, “eşitlikçi-özgürlükçü”, “sivil toplumcu” “sosyalizm” “olağanüstü hayali”, hangi “maddi yaşam sürecinden zorunlu olarak doğan yüceltme”dir? Yanıt çok açık: olumsuzlanması değil olumlanması olarak, maddi yaşamın kapitalist üretim tarzından. Her hayal, her seçme, zorunlu olarak belirli gerçeklerle, maddi yaşamın belirli üretimiyle koşullandırılır, kim zorunluluğa aldırmıyorum, özgürce seçiyorum derse, onun seçimini belirleyen yine bir maddi gerçektir; ama, özgürlüğü, iradesinin özgür kullanımım, tarihsel zorunluluğun, toplumsal gelişme yasalarının dayattığı zorunluluğun bilincine varmada aramayanlar için zorunluluk, Hegel’in deyişiyle “kördür” ve “arayışçılar”, zorunluluk tarafından körce koşullandırılırlar; “seçimleri”, zorunlu olana karşı, çelişkili gerçekliğin, olumlu, mevcut koşulları olumlayan yönü tarafından belirlenerek gerçekleşir. “Zorunluluk ancak kavranılmadığı ölçüde kördür”: Belge, Hegel’i bir kez daha doğruluyor, “sosyalist seçim” hayaliyle kapitalizmi seçerken…
Zorunluluk, mülksüzleştirme, iktidar mücadelesi ve toplumsal devrimin ilk adımı olarak iktidarın alınması karşıtı Belge, “sosyalist devrim kavramı büyük ölçüde sosyalistlerin iktidara gelmesi olarak algılanmıştır, yani devrime öncelikle pratik-politik bir anlam yüklenmiştir” şeklinde eleştirmektedir sosyalistleri. Marksistler değil ama devrimci çevrelerde belli bir kabalık olmakla ve toplumsal devrime ilişkin sorunlar pek tartışma konusu edilmeyerek bir ölçüde iktidar ve iktidarın almışına ilişkin sorunlara ilgi göstermekle yetinilmekle birlikte, bu Marksizm’in ve Türkiye’de de Marksistlerin tutumu değildir, iktidarın alınışını sorun edinmemeyi haklı göstermek için saldıracak yel değirmenleri yaratmaya gerek yoktur. Ve yine, devrimin öncelikle pratik-politik bir anlamı olduğu, başka türlü toplumsal devrimin anlamsızlaşacağı ortadadır. Sorun, önce pratik-politik olarak halledilmeden toplumsal olarak halledilme yoluna girilemez. Toplumsal devrim, iktidarın almışını kaçınılmazlıkla gereksinir.
Devrimin devlet iktidarına ilişkin yönünü olumsuzlamakla başlayarak Belge, devrimin yolu sorununa, silahlı mücadeleye geliyor:
“Devrimcilik nitelemesiyse, toplumda gerçekleştirilmesi öngörülen dönüşümün radikalliği olarak değil de, bu dönüşümü gerçekleştirmek için verilecek mücadelenin (yani amacın değil aracın) radikalliği alanında aranmıştır.”
Belge iyi bir yel değirmeni mühendisi olduğu gibi, iyi bir zaaf istismarcısıdır da. Birçok devrimci grubun, Belge’nin nitelemesine hak verdirecek tutumlar içinde olduğu söylenebilir. Gerçekten de bir kısım devrimciler, dönüşümün kendisine ilişkin sorunlara pek önem vermez, ya da bu konularda pek de radikal bir tutum sergilemez ve programatik sorunlar ilgi odağını oluşturmazken, örneğin çeşitli gruplar henüz bir programa sahip değilken ya da devrimin toplumsallaştırmaya veya toprak sorununun çözümüne ilişkin programı geliştirmeye çalışmaz ya da yine örneğin Kemalizm, Sovyetler Birliği’ne karşı tutum, CHP-SHP reformizmine yaklaşım vb. gibi konularda hiç de radikal olmayan tavırlar ortaya koyarken, tartışmalarını hemen yalnızca bu sorun üzerinde yoğunlaştırmış ve bu alanda aşın radikal tutumlar geliştirmiştir. Bu noktada bazı devrimciler açısından zaaflar olduğu açıktır. Ama bir başka açık olan şey de, bu zaafların Belge’yi güçlendirmeyeceğidir. Çünkü Belge, gördüğümüz gibi, toplumsal dönüşümün kendisine radikal bir yaklaşım içinde değildir. Mücadele biçimlerine yaklaşımda ise hiç radikal değildir:
“… mücadelenin radikalliği de oldukça düz bir tercüme ile silahlı mücadele olarak anlaşılmıştır. Oysa silah kan dökülmesi demektir. Ve bu zaten dünyanın, insanlığın ilk gününden beri bilinen, bu anlamda da en ilkel mücadele biçimidir.” İktidarın almışında radikal yöntemleri insanlar icat etmiyorlar, icatçılık Marksistlerin ise hiç işi değildir. Belge’nin hiç anlamak istemediği şey, maddi toplumsal koşullar, bu koşulların neden olduğu zorunluluklar ve insan iradesinin, Marksistlerin iradesinin ancak bu zorunluluklar yönünde kullanılınca gerçek değerine kavuşabileceğidir. “En ilkel mücadele biçimi”ymiş! İnsanlık henüz ilkellikle malûlse, Engels’in dediği gibi henüz belli bir anlamda hayvanlar âleminden kesinlikle ayrılmamışsa, hayvansal yaşama koşullarından, gerçekten insanca yaşama koşullarına geçmemişse, devrimciler, iradelerini, maddi toplumsal siyasal yaşamın zorunlu kıldığı ve sınıflar arasındaki çatışmanın belli bir gelişme düzeyinde kaçınılmazlıkla doğmasına neden olduğu “ilkel” mücadele biçimlerinin ortaya çıkışının kolaylaştırılması, geliştirilmesi ve sistemleştirilmesi yönünde kullandıklarında, suç, onların değil, iktidardan gönüllüce ayrılmanın en küçük bir belirtisini göstermeyen, “kan dökmekten” kaçınmayan, egemenliğini tehdit altında hissettikçe kan dökücülüğünü tırmandıran burjuvazi ve gericilerin, onları egemen sınıf olarak ortaya çıkarırken insanlığın büyük çoğunluğunu küçük bir azınlığın sömürgen hırsı ve baskısı altında yaşamaya mahkûm etmiş maddi yaşamını belirli bir üretim tarzında, onun, henüz insanlığın baskısız-zorsuz, kendisinin efendisi olarak, insanlık âleminin gerçek insanı olarak yaşayabilmesine olanak vermeyen, baskı aygıtlarına ihtiyaç duyan, üretici güçlerin ve üretimin geri bir gelişme düzeyine denk düşmesinde, ilkelliğindedir. “İnsanlığın ilk gününden beri”, bugüne dek, insanlık henüz ilkelliğinden kurtulamamışsa ne yapalım Sayın Belge, “başa gelen çekilir.” Bu alana açıklık getirmek üzere daha iyi bir formül “aramalısınız!” Şu formül hiç de gerçeği yansıtmıyor: “Türkiye gibi parlamentarist kurumların, seçim geleneğinin vb. yerleştiği ülkelerde illegal ve silahlı mücadeleyi seçen bir sosyalist hareket başarılı olamaz.” Eh! Bu kadar olur. Özlenenin gerçek yerine bu denli açıktan geçirilişine son zamanlarda hiç rastlamamıştık doğrusu. Bu, “demokrasimiz” gibi “Balkanlar ve Ortadoğu’nun en büyük ve en iyisi” olmaya aday bir “gerçekçilik!” İnsan, Türkiye ile örneğin İngiltere’nin karıştırıldığını sanıyor. Her on yılda bir parlamentonun üzerinden silindir geçen bir ülkede “parlamentarist kurumlar ve seçim geleneğinin yerleşmişliği” tezini, hafif bir tebessümle karşılamayacak kişinin çıkabileceğini pek sanmıyoruz. Kesinlikle, Sayın Belge, “silahlı mücadelenin geçersizliği” tezini daha iyi bir nedene dayandırmak için “tartışmalı ve araştırmalısınız…”
Son bir değinme ile Belge’ye ilişkin sözlerimizi şimdilik bitirelim.
Modern revizyonistleri, Gorbaçovcuları ve benzerlerini “komünistler” olarak niteleyerek, “birçok yerde bakıyorsunuz, sosyal demokratlar ve sosyalistler daha radikal tutum alabiliyor, komünistler ise daha teslimiyetçi davranabiliyor” “saptamasını” yapan Belge, sosyal demokratlarla komünistlerin birliğine geliyor, “en geniş birlikçilik”te şimdilik Türkiye’de en ileri noktaya varan kişi olarak: “… bizde de komünizmle sosyal demokrasi birleşir diyebiliriz. Ama bunun gerçekleşmesi için iki tarafta da gelenekten gelen engeller var şu anda. Türkiye’de sosyal demokratlar hâlâ Kemalist… Ayrıca, bunun gerçekleşebilmesi için sosyalist hareketin de, bu kitapta ortaya koymaya çalıştığım yönde bir dönüşüm geçirmesi gerekiyor.”
Kapitalizmin zıtlığı, sınıf mücadelesi, bunun proletarya devleti fikrine dek uzatılması vb.nin hiç önemi yok “birlik” için: pek sorun yok sayılır, sosyal demokratlar Kemalizm’den vazgeçecekler, mümkündür, Belge”nin “yeni model sosyalizmi”nde ise zaten uzlaşmaz karşıtlıklar, proletarya, sınıf mücadelesi, devlet ve devrim gibi Marksizm’in temel tezlerinden vazgeçilmiş, “hâlâ Marksistlik” iddiasına karşın, Marksizm’in kırıntısı bile yer almamıştır Belge’nin kitabında. Ve aslında Belge kitabının özünü, dolayısıyla “yeni model”inin içeriğini el vermektedir, sosyal demokratlarla birlik için, sosyalist harekete kitabında ortaya koyduğu dönüşümü önerirken. Sosyal demokratlarla birlik noktasına gelmeyi olanaklı kılan bir dönüşüm önermektedir kitabı. Sosyal demokratlaşma önermektedir. İnsanın kendisinin bilincinde olması, kendini bilmesi saygıdeğerdir demiştik. Sonunda yakılmış olsa da, Abaelardus boşuna mücadelesini vermemiş “kendini bil”in. “En geniş birlikçilik”i ile yeni bloklaşma ve çeşitlilik içinde partileşme girişimini, düşünsel ideolojik temeliyle, haddimiz olmasa da, şimdiden kutsuyoruz.
Geniş birlikçilik”in bugünden kurulmuş iki bloğu TBKP ve Aydınlık ise, eski ayrılıkların yanlışlığını ileri sürerek ve yayınlarında karşılıklı olarak önde gelenleriyle “birlik ve birlikçilik” üzerine röportajlar yaparak bir flörtleşme içinde ve söz konusu “geniş birlik” açısından birbirlerini dışlamadan (bunu açık olarak belirtiyorlar) ikili bir taktik izleme durumundalar. Bir yandan çeşitli devrimci grup ve güçleri, tek tek devrimcileri kendi etraflarında toparlamaya çalışıyorlar, diğer yandan birbirleriyle birleşme olasılığını da göz önünde bulundurarak aralarına kaim bir çizgi çizmekten kaçmıyorlar. “Gelenekten gelen engeller” yakınlaşmalarının ilerlemesini güçleştiriyor olsa da, “herkesle birlik” şiarını zedelemek istemiyorlar, birbirlerini kesin bir dışlamayla.
Görüşler, karşılıklı olarak şöyle:
“TBKP gibi bir akımın reformcudur denilerek dışlanmasına karşıyım.” (D. Perinçek, Saçak 60, s. 7)
“Bugün Türkiye’de TBKP’den Yeni Çözüm dergisine kadar geniş skalayı dışlamadan… birliktelik arayan tavır önemlidir… TBKP’yi de reformculuğa angaje olmuş gibi görmemek lazım. Yaftalar asmayan bir mücadele gerekir.” (Oral Çalışlar, agy, s. 8)
“… Maocu Bozkurtlar diyorduk, provokasyon örgütleri diyorduk… Kolay klişe suçlamalara girmemek için sanırım herkes geçmişten yeteri kadar ders çıkarabilir.” (V. Sarısözen, Agy, s. 39)
Temel teorik düşünceleri ve programatik tezleri, ideolojik konumlan özünde aynı olan ve Belge’ninkilerle özdeşleşen bu iki “birlikçi blok”tan TBKP, bugün çok açık liberal bir görünüme bürünmüşken, D. Perinçek daha hesaplı gitmekte, örneğin 80 öncesinde, 80 günlerinde ve bir süre sonrasında iyice açığa vurduğu gerici liberal düşüncelerini, gelişmenin yönünü görerek ve henüz yeterince şiddetlenmeyen sınıf mücadelesi koşullarında bir miktar “devrimci” görünmeyi pek tehlikeli bulmayarak, 74-75’te yaptığına benzer şekilde, bütün açıklığıyla ortaya koymaktan kaçınmaktadır.  O, şimdi aydınlık içindeki “birlik” için bölünme tartışmalarında, kendisini devrimci ilan ederek ve uzun dönemli olarak izlediği çizgiyi bilenler güldürmek üzere “benim gibi devrimci insanlarla cephe cepheye gelerek pek fazla devrimcilik olmaz” (Saçak, s. 60, s.9) diye övünmekte ve karşıtlarına karşı “SB konusunda bölünmeyelim, devrim mi reform mu konusunda bölünelim” (agy, s. 7) şeklinde yüksekten konuşmaktadır. Yine, O, Eylül öncesinin Aydınlık’ı tam bir ihbarcılık  örneği  varakpareyken, “sahte sol” tanımlamasıyla devrimci grup ve kişiler hakkında ihbarlarla dolu ve bunun baş sorumlusu D. Perinçek’ken, ‘ihbarcılık’ suçlamalarının. MİT tarafından kışkırtıldığını” söylüyor ve ucuz yoldan “ihbarcılık”tan arınmak istiyordu. “İhbarcılık alçakça bir davranıştı, halk düşmanlığıydı. İhbarcılığın özeleştirisi olmazdı. İhbarcıyla konuşulacak görüşülecek hiçbir şey olamazdı. İhbarcılardan halk açısından beklenecek bir şey yoktu ve buna göre tavır almak gerekirdi.” (D.P, Saçak, s. 5) Ve Perinçek, hâşâ, ihbarcılık yapmamıştı! Neden acaba, istisnasız” tüm devrimci gruplar hakkında bu yönlü düşünüyorlar, O’nunla yan yana gelmeye niçin yanaşmıyorlar, niçin her türden devrimci birliğin dışında bırakıyorlar O’nun Aydınlık’ını, Perinçek nasıl bu denli yanıltabilmeyi başardı devrimcileri?! Ve ihbarcılığın özeleştirisi, gerçekten, çok zor olur.
Geç olmasa, Perinçek’e “birlik diyorsunuz, fakat… Türkiye sosyalistlerinin büyük bir kısmını birliğin dışında bırakıyorsunuz. Örneğin Halkın Kurtuluşu, Dev-Yol, Dev-Sol, Halkın Yolu, Partizan, Doğulular ve diğer devrimciler.” yaklaşımıyla karşıdan Berktay ve Çalışlar’ı eleştirerek onlardan kopmamasını önerirdik. Sadece ihbarcılık dolayısıyla da değil, temele ilişkin sayısız nedenle ve her şeyin ötesinde devrimci olmayışıyla, -isimleri yanlış olarak sayılan- Marksist ve devrimcilerin Perinçek ve Aydınlık’ıyla birleşmeleri olanağı yoktur. Perinçek dağınıklık ve çeşitli grupların liberal rüzgârlardan etkilenme döneminde, O’nu, Aydınlık’ını ve SP’yi aklayıp meşrulaştırıcı. Aydınlık’ın eski çizgisinin farklılaşarak demokratlaştığını belirten çeşitli söz ve tutumlarına bakarak yanılmasın. Hem Perinçek mücadele keskinleştikçe onları etkileyen demokratik görünümlü gösterilerini yapamaz olacak, hem devrimciler Marksistlerin mücadelesi ve tutumuyla uyarılacak ve hiçbir devrimci Aydınlık’ın sırtındaki yüklerin bir ucundan altına girmek istemeyecektir. Aydınlık’a, 80 öncesi bir dönem olduğu gibi, yine kendi gruplarını arındırmak üzere onlardan ayrılan ya da uzaklaştırılanlar, yani devrimci olmayan “döküntüler” kalır. Hayale gerek yok!
Marksistler ve devrimciler Perinçek ve Aydınlık’ıyla, yalnızca geçmiş çizgi ve tutumları dolayısıyla değil bugünü açısından da birleşebilme durumunda değillerdir. Devrimci ve hele Marksist hiç olmadığı için. Bir kez, sınıf zıtlıklarını teorik olarak yadsımasa da, özel siyasetlerinde ve pratik olarak, bunu yadsıyan sınıf uyumunu temel ediniyor ve proletarya iktidarı ve devleti fikrinden tümüyle uzak duruyor. Düzen çerçevesinde hükümet değişiklikleri peşinde, sosyal demokratlardan DYP’ye kadar gerici düzen güçleriyle birlik-ittifak uğraşı veriyor. Yayınlarında proletarya iktidarı fikrini işleyen tek bir yazıya yer verilmediği gibi, bu fikir SP programında da bulunmuyor ve bu programa yön vermiyor. Proletarya iktidarını bırakalım, burjuva devletin devrimci bir biçim değişikliğini bile öngörmüyor Perinçek ve SP. Bu, nasıl “devrim mi reform mu bölünmesi” arzusu? Üstelik “birlik” için Perinçek, SP programını zemin olarak öneriyor.
Ve her şeyden önce, demokrasisizlik koşullarında, örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığı koşullarda, Perinçek’in, TBKP ile anlayış birliği içinde çözümlemeye giriştiği “birlik sorununu ne legal basında ‘birlik’ hakkında yazılıp çizilen saçma sapan sözler, ne ‘dağınık’ küçük aydın gruplarıyla yapılan anlaşmalar, ne de yurt dışında sürdürülen görüşmeler diplomasisi çözebilir” (Lenin, örgütlenme, s. !94). “Birlik sorununu çözecek biricik şey” diyor Lenin, “yerel planda sağlanacak birlik, RSDİP’in bütün işçi üyelerinin tek bir illegal örgütte gerçekten birleştirilmesidir.” (age)
Çeşitli devrimci gruplar yasalcı zaaflar taşısalar da, yasalcı bir konumda değiller. Peki, yasalcılığın “birlikçi “leri Aydınlık ve TBKP devrimcilerle birleşmeyi, bu durumda nasıl hayal edebiliyorlar? İşte iki “birlikçi blok”un bu alanda bugünden gerçekleşmiş “birlik”lerinin encamı:
“Bugün yasal parti olanağını kullanmak, 2000’lerin Türkiye’sini yaratacak emekçi kuvvetlerini toplamak için belirleyici önemdedir.” (Saçak yazı kurulu bildirisi’nden, s. 3) Perinçek, teorik “kurnazlık” yapıyor, sözde yasallığı esas almadığını ve yasalcılık yapmadığını ortaya koymak üzere “yasal parti olanağını kullanmak”tan söz ediyor, ama bunun belirleyici önemde olduğunu belirtmekle (belirtmek zorunda, çünkü yasalcı eylemini açıklamak durumunda), aynı tümce içinde kaçınmak istediği görünümü vermeden edemiyor. Bugün ve bugünkü koşullar değişmedikçe, yasal parti belirleyici önemde değildir ve olmayacaktır. Ve yasalcılıkla ancak düzen güçlendirilebilir. Proletarya ve emekçiler, mücadeleleriyle, yasal örgütlenme hakkını fiilen koparıp almadıkça, yasal parti “majestelerinin muhalefeti” olmaktan öteye gidemez. Gidemiyor.
TBKP’li Veysi Sarısözen: “Yasal çalışmayan bir partinin bugün kitlelerle kaynaşma şansı yoktur. Kitlesel iletişim araçlarının bugünkü düzeyinde yasallaşmak dışında yol yoktur.” (Saçak 60, s. 40) Sarısözen’in daha ileri gittiği ve çok daha açık konuştuğu teslim edilmeli. O, başka yol tanımıyor ve “yasal olanaklardan yararlanma” kurnazlığı ile düşüncelerini gizlemeye de gerek duymuyor. “İletişim araçları” gelişti, ne yapalım!
Yazımızı kaleme alırken, Sadun Aren hocamız ve Aziz Nesin’in girişimcileri arasında adı geçtiği, Nesin’e göre, “sosyal demokrat partilerin solunda, ama tam komünist denilmeyecek bir parti. Ama komünizme açılacak, sonuç hedefi komünist parti olacak bir ara parti” olan bir başka “geniş birlikçi” “ara” bloklaşma haberi duyuldu. “Teorik Marksist yayın organı” “Gelecek”i çıkaracağı söylenen ve “Tempo”ya göre “yeni partinin TBKP, TİP, TSİP ve de Devrimci Yol’u kucaklamak durumunda” olacağı görüşünde olan Sadun hocamız da yasallık konusunda ilginç bir düşünce ileri sürüyor: “… yasallık istemek sosyalist mücadeleyi demokratik yollarla yapmayı peşinen kabul etmiş olmak demektir. Eğer sosyalizm ancak silahlı eylemle gerçekleşebilecekse, 141-142’nin kaldırılması için çalışmak büyük bir yanlış ve boş bir çaba olurdu.” (Nokta, 5 Şubat 89, s. 35) İlahi hocam, niçin öyle olsun? Paradoksu yanlış yerde arıyorsunuz. 141-142’nin kalkması Marksistlerin mücadelesinin, devrimci mücadelenin gelişmesinde iyi bir “silah” olarak hizmet görür, Perinçek’in oynamaya çalıştığı “yasal olanaklardan yararlanma” gibi bir sorunu vardır. Marksistlerin ve bunun için “‘demokratize edilmiş sosyalizm” gibi bir ilginçliği ya da “sosyalizmin demokratik yollarını” savunmaya hiç gerek yoktur. Hem sosyalizm “eğer”li söylediğiniz gibi ve yasalcılıkla malûl olmadan gerçekleşecektir ve hem de Marksistler siyasal özgürlüklerin, örneğin örgütlenme özgürlüğünün önemi bilerek, elde etmek için de mücadele vereceklerdir. Engels’e başvurursak:
“Siyasal özgürlükler, toplanma ve örgütlenme hakkı, basın özgürlüğü-bizim silahlarımız işte bunlardır. Bunlar bizim elimizden alınmaya kalkışılırken kollarımızı kavuşturup tarafsız mı kalacağız? Siyasete karışmanın mevcut durumu kabullenmek anlamına geldiği söyleniyor. Tersine, mevcut durum bize ona karşı çıkma olanağı verdiği sürece, bu olanağı kullanmamız hiç de mevcut durumu kabullenmek demek değildir.” (Seçme Yapıtlar 2, s. 295)
Mevcut durumu kabulleniciliği ve liberalizmi, hocamızın ağzından iki kısa cümleyle bu derece açık ortaya konabilen yeni parti girişiminin, üstelik militan bir devrimci mücadelenin dayatıldığı bugünkü koşullarda kayda değer bir güç oluşturabileceği olanaklı görünmüyor. Zaman, 60’lar TİP’inin dönemine göre çok değişti. Girişimciler, girişimleriyle TBKP içinde bir yer edinmeyi kuruyorlarsa, vazgeçsinler, çünkü bu girişim onlara “pazarlık gücü” sağlamayacak, tersine güçsüzlüklerini kanıtlayacaktır. Artık hocamızın peşinden gidecek pek kimse çıkmaz ve aynı pastayı paylaşmaya oynayan epey güç var, TBKP ve Aydınlık gibi.
Aydınlıkça ve TBKP ‘”birlikçiliği”-ne dönersek. Saçak yazı kurulu, “sosyalist solun birliği için, hiçbir ayrım gözetmeden, bütün sosyalist örgüt ve gruplarla ve tek tek sosyalistlerle, ortak ideolojik zemin oluşturmak amacıyla arkadaşça bir diyalog geliştirmek kararında” olmasına karşın, artık dost meclislerinde Perinçek için “komplocu p…” karşı-propagandası yapmakta olan Çalışlar ve Berktay’la birliği başaramıyor, Aydınlıkçılar bölünüyorlar. Neden, önemli ölçüde, Perinçek’in, aşırı sağ tutumlarla genel görüntünün bozulmasına yol açan Çalışlar-Berktay liberalizmini dışlayarak, “devrimcilik” gösterisiyle güçlenmeye çalışmasıdır. Çalışlar-Berktay, gitmemiş, gitmeye zorlanmışlardır, atılmışlardır. D. Perinçek’in, Özal benzeri bir “hesap adamı” olduğu belirtilmeli. Hesabını, verileri doğru saptayarak doğru yapıyor; ama ne yapalım ki, atı topal. Bu atla, hesaplar doğru yapılsa bile, devrim parkurunda koşmak, devrimci hedeflere yönelmek ve ulaşmak olanaksız. Yoksa Perinçek’in “Türkiye’de sosyalist teori Gorbaçov reformculuğuyla çarpışarak gelişecek önümüzdeki dönem. Bunu göreceksiniz, sizin dediğiniz gibi olmayacak. Gorbaçov’un platformunu savunan tek bir adam yok. Önümüzdeki dönem SB’ni eleştirenler yalnız kalmayacak” öngörüsü ve buna dayandırdığı Gorbaçov’a ve “SB sosyalisttir” düşüncesine karşı çıkmak gerektiği yönündeki hesabı doğru. Ama veriler tersine olsaydı, “hesaplı” Perinçek’in “SB sosyalisttir” noktasına ilerleyip Gorbaçov savunuculuğu yapıp yapmayacağı merak konusudur. Çünkü “aramızda tartışıyorduk”la izaha yönelebilir, ama “Gorbaçov’un ve SB’nin gelecekte ne olacağını göreceğiz” yazarak, Gorbaçov’un başarılı olup olamayacağını belirlemeyi, teori dururken, pratiğin ve geleceğin kanıtlayıcılığına bırakan aynı Perinçek’tir. Örneğin, bir yıl önce, bugünkü hesabına yetecek verileri göremeyen Perinçek, henüz Gorbaçov’u savunup savunmamaya karar vermemiş durumdaydı, orta yolculuk yapıyordu, geçen yılki yazıları bunun örneğiydi. Giden ekibin daha gerici bir görüntü verdiği ortadadır, ama bu Perinçek’in gerici reformculuğunu gidermiyor ki. Bu bölünme, yalnızca, “geniş birlikçi”, kanatlı, çok renkli, irade birliğinden yoksun particiliğin, ne denli “geniş mezhepli” olunursa olunsun, çıkmazını gösteren bir örnektir. Bölünmenin gösterdiği bir başka şey de, yılların sosyal emperyalizm “karşıtı” olan giden ekibin, Perinçek’le ayrılık noktalarından önemli birini oluşturan “Sovyetler sosyalisttir” noktasına gelişinin ortaya koyduğu ve Çalışlar’ın zaten ikrar ettiği, Aydınlıkçı sosyal emperyalizm teorisinin kofluğu ve hemen sadece politik ve özellikle dış politika sorunlarından hareketle geliştirildiği ve içeriği bakımından “sosyal emperyalizm”den “sosyalizm”e atanabilmesine elverir olduğudur.
“Mesele, olabileceğimiz kadar geniş mezhepli olmaktır” diyen Berktay’Ia “benim geniş mezhepliliğimi göstermiyorsun” diyerek ilginç bir “birlikçilik” yarışma giren Perinçek, karşıtları açıktan ve yüksek sesle “Sovyetler sosyalisttir” demelerine rağmen, onlarla parti içinde birliği olanaklı görüyor ve “ben bir ateşkes öneriyorum. SB konusunda bölünmeyelim. Devrim mi reform mu konusunda bölünelim” şeklinde bir görüş savunuyor. Yıllardır ilk kez kendi sağında muarızlar bulmuş olmanın ateşiyle, Sovyetlerin ve Gorbaçov’un kimliği sorununu atlayarak, söyleyin bakalım diyor, “devrim mi reform mu?”
Karşıtları da doğrusu çok sefiller: ne gerici tanıyorlar ne ilerici, hiç ama hiçbir ölçüte vurmaksızın “birlik” diyorlar. Halil Berktay, “geniş birlikteliğin tek çıkış yolu olduğunu o kadar düşünüyorum ki” diyor, “programatik tavizler verebilirim” ve ekliyor: “ancak onun içinde yaşanacak devrim-reform tartışmasının sağlıklı olacağını düşünüyorum.” Ve O, “geniş birlikteliği” öylesine her şeye kadir görüyor ki, “sosyalizm alanından kan kaybını durduracak esaslı turnikede geniş bir birliktelik olabilir” görüşünü savunuyor. Çalışlar da “solun birliği esas meseledir”, “birlik isteyen devrimcidir” diyor. Karşıtların “birliği” her şeyin önüne geçirdikleri ve yalnızca “ne olursa olsun birlik” değil, “her şey birliğe bağlı” dedikleri durumda, “ne olursa olsun birlikçi” olmadığını gösterme fırsatını yakaladığını düşünerek, “hayır” diyor “devrimci temelde birlik”, “devrim-reform ayrımında bölünelim.” Peki, Perinçek ne mene bir “reformculuk”a karşı, nasıl bir “reformculuğa karşı mücadele” öneriyor?
Kendisi reformcu olan Perinçek, gerçekten “birlik mücadelesinde reformculuğa karşı mücadele esastır” düşüncesinde olduğu için değil, ama SP’de ve dergi çevresinde “Doğu despotizmine karşı” bir kazan kaldırma baş gösterdiği ve Gorbaçovculuğa kayanlar kendi oyun alanında kendisini köşeye sıkıştırma ve egemenliğini tehdit etme durumuna geldiği için ve ek olarak, reformculuk eleştirisi devrimci çevrede daha fazla prim yapacağı için, TBKP karşısında bu noktadan kalkarak bir atılım yapabilmek için, reformculuğa karşı mücadeleyi gündeme getirdi, böylece muhalefeti dışladı ve daha sağlam bir konum kazandığını düşünüyor. “Önyargı” ile mi yaklaşıyoruz? Hayır, Perinçek’in reformculuğu ezeldendir ve bu konuda ileri sürülebilecek önyargılar hiç yanlış olmaz; ama, biz, bugünkü durumdan kalkmıyoruz.
Perinçek, mevcut düzeni ve onun yasallığını temel edinmekte, “geniş birlik”i bu zeminde gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Perinçek “reformculuğa karşı mücadele” demektedir, ama reformcu-revizyonist Gorbaçovculuğu ayrılık nedeni olarak görmemekte ve “SB sosyalisttir” diyenlerle birliği savunmaktadır. Gerekçesi ilginçtir: “Bugün Türkiye solunun bu hengâmeli gidişte yatıp kalkıp Sovyet tarihini tartışmasını, Türkiye’nin hayati sorunlarını bu yüzden kenara itmesini, bir cinayet olarak görüyorum. Bu tavır, Türkiye devriminin teorik ve programa-tik sorunlarını çözebilir mi?”
Perinçek, Gorbaçovculuğa ve SB’nin niteliği sorununa, Sovyet tarihine ilişkin, Türkiye’yi ve Türkiye devrimini ilgilendirmeyen sorunlar olarak bakıyor. Gorbaçov revizyonizmi ve onun gerici-liberal, kapitalist içeriği bir tarih sorunu mudur, yoksa tez ve pratikleriyle, ülkemizde aynı yoldan yürüyen ve aynı orijinli temel fikirleri savunan takipçileriyle Türkiye’yi ve devrimini yaşamsal olarak ilgilendiren bir ideoloji ve devrim sorunu mudur? Perinçek ideolojik içeriğini önemsemediği gibi güncelliğini de geçiyor, “Sovyet tarihi pek önemli değildir”e getiriyor. Peki, Sovyetler Birliği’nin sosyalist olup olmaması, yalnızca basit sıradan bir saptama sorunu mudur? Türkiye devriminin dostu-düşmanı tartışması bir yana, Sovyetleri emperyalist ya da sosyalist olarak tanımlamak yazı-turayla mı kararlaştırılıyor? Ya da sosyal emperyalizm, Kautsky’ce bir “tercih edilmiş politika” mıdır, sosyalizmin kötü bir dış politikası olarak mı şekillenmektedir” Sosyal emperyalizm, revizyonizmden ve burjuva içeriğinden soyutlanmış haliyle sınıfsal ve ideolojik bir sorun değil midir? Ve Türkiye ve Türkiye devrimi, hiçbir evrensel özellik taşımayan, uluslararası yöne ve bağlantılara sahip olmayan ülke ve sorun mudur? Perinçek kaba bir milliyetçi yaklaşımla “Türkiye devriminin teorik ve programatik sorunlarını” uluslararası sorunlardan ve teorinin evrenselliğinden koparmakta, Türkiye’ye özgü bir “Marksist teori” ve evrensel boyutlardan yoksun bir “program” ve “ulusal bir sosyalizm” öngörmektedir. Doğal ki, burada yadsınan, Marksizm’in evrensel gerçeği, onun ülkeden ülkeye değişmeyen temel tezleri ve yine onun her ülkede revizyonizmin reformcu, liberal tezleriyle, hem uluslararası hem de ulusal açıdan hesaplaşma içinde oluşudur. Salt siyasal açıdan bile alınsa, sosyal emperyalizmle uzlaşma demek olan “SB’nin sosyalist olup olmamasının önemsizliği” yaklaşımı, nasıl bir “reformculuğa karşı mücadele”nin ürünü olabilir. Üstelik sorun, siyasal uzlaşmacılıktan öte, ideolojik uzlaşmacılıkken…
“Reformculuk karşıtı” (!) Perinçek, hâlâ “emperyalizmle Üçüncü Dünya arasındaki çelişme, diğer bütün çelişmeleri belirleyen önemini koruyor” derken, nasıl bir “reformculuğa karşı mücadele”den söz edebiliyor? SB ile bir “üçüncü dünya ülkesi” olan Türkiye arasındaki çelişme görmezden gelinebilir, ama emperyalizmle üç dünya çelişmesi her şeyi belirtiyor! Yani, felsefi bir sapkınlık olan “baş çelişme”, gerici ülkelerin gerici, faşist egemen sınıflarıyla ve temsilcileriyle emperyalizm arasında! Ve burada reformculuktan bile öteye geçilmiyor sanki. Bu saptama, “üçüncü dünya ülkeleri”nde gerici egemen sınıflarla birleşmeyi ve en azından reformculuğu gerektirmiyor sanki!
“Bugün Türkiye sosyalist hareketi içindeki parçalanma eğilimi yerini birlik arama eğilimine terk etmiştir. TBKP örneği, böyle bir birlik arayışını yansıtması yönünden olumludur.” Saçak, s. 42) diyor Perinçek ve ekliyor: “Hiçbir grup ve ya kişi önyargıyla birliğin dışında ilan edilmemeli” (agy, s. 3) Ayrıca: “TBKP’den de önemli bir devrimci akım çıkacak” (Agy, s.7) Nostradamus’luğu da O’nun! Ve bir başkası: (TBKP’ye eleştirilerini sıraladıktan , sonra) “TBKP’nin bütün bu sorunların üstesinden gelebilecek bir birikime sahip olduğunu da görmeliyiz.” (agy, s. 46)
Reformcu revizyonist TBKP’nin bu yüceltilişiyle Perinçek “reformculuğa karşı mücadele” etmektedir! Ve “TBKP ile birleşmenin yolu da reformculuğa karşı mücadeledir” buyurmaktadır. Oysa reformculuğa karşı gerçek bir mücadeleyle TBKP ile mücadeleci güçlerin arasına kalın bir ayrılık çizgisi çekilebilir ve TBKP ile ancak reformcu bir zeminde birleşilebilir. Perinçek’inki nasıl bir “reformculuğa karşı mücadele” ki, karşıtlarının “birlikçiliği” gibi “her şeye kadir” ve ne yapılırsa yapılsın, ister emperyalizmle ister TBKP ile birleşilsin “reformculuğa karşı mücadele” edilmiş oluyor! Bu, Perinçek’in sihirli formüllü yeni hayat iksiri! Nektar gibi bir şey!
Ve bir Perinçekçi, H. Bülbül, Belge’nin sosyal demokratlarla birlikçiliğine yaklaşarak “reformculuğa karşı mücadele konusunda tutum alınmazsa SHP’deki sosyalistleri bile kazanamayız. SHP’de eriyorlar” diyor. Bu, öylesine bir sihirli formüllü “reformculuğa karşı mücadele” ki sonunda iş, yine 80’nin hemen öncesi ve sonrasındaki Evren’i kazanmaya varacak! Reformculuğa karşı, onu etkisizleştirmek için mücadele edilir, dönüştürmek, sosyalistleştirmek için değil, ayrım sınıfsal çünkü. Ama ne türden sosyalistlerse, SHP’de sosyalistler bulunuyor ve onları kazanmanın yolu da sihirli formülden geçiyor!
Tekrar D. Perinçek’te söz: “Türkiye devrimcileri, düzene entegre oldukları için, reformculukla mücadele motorunu kullanarak ilerleyecekler.” (Agy, s. 15) Düzene entegre olana en azından “reformcu” denmezse ne denir? Perinçek’in “devrimcileri”, “düzene entegre” oluyorlar, ama hâlâ “devrimci” kalıyorlar! Bu “devrimciler”, “reform mu devrim mi bölünmesi”nde “reformculuğa karşı mücadele” savunucusu Perinçek gibi “devrimciler”den olsa gerek!
Son olarak Stalin sorununa bir değinme: Çalışlar-Berktay’a karşı Stalin’i savunma görüntüsü çizen Perinçek Saçak 59’da “yekpare parti” konusunda Stalin’i aşmakla övünüyor. Ve bu konuda yalnız eski Aydınlıkçı ekiple değil açık Stalin düşmanlığı yapan V. Sarısözen’le de birleşiyor. Sarısözen: “Birliğin önündeki en büyük temel engel, Stalinci birlik anlayışı… Orada, parti tek sesli, tırnak içinde monolitik bir parti olarak tarif edilmiştir…” (agy, s. 39) Monolitik partiyi reddeden reformcu revizyonist Sarısözen ile “reformculuğa karşı mücadele”ci (!) Perinçek “birlik” partisinin reformcu ve “devrimci” kanatlarını oluşturmak üzere birleyebilirler ve Perinçek orada “reformculuğa karşı mücadelesine” devam eder. Perinçek’in mücadelesi, “reformculuğa karşı” değil, reformcudur ve yasala, “geniş birlikçi”, hemen herkese karşı uzlaşmacı Perinçek reformcudur ve bundan vazgeçeceğine dair en küçük bir belirti de yoktur.
Yasala, kanatlı “geniş birlikler” ve “birlik” girişimlerinden geçilmeyen günümüzde Marksistlere bu konuda yapacak tek şey kalıyor: Burjuvaziyle proletarya ve revizyonizmle Marksizm arasındaki zıtlığı ve uzlaşmazlığı muğlâklaştırmak üzere ortaya atılan bu sahte birlikçi liberal rüzgârlar, propaganda ve tutumlara ilişkin uyanıklığı artırmak, gerçek yüzü ve niteliğini açığa çıkarmak ve mümkün olan her alanda gerçek devrimci içeriğe sahip birlikler oluşturmak. Devrimci-demokratik zeminli eylem ve güç birlikleri, daha gelişkin ve kalıcı birlikler ve olanaklı güçlerle parti çatısı altında birlikler…

Mart 1989

Gençliğin Yaşa Koşullarının Bir Eleştirisi

Gençlik, atılganlığı, dinamizmi, coşkusu, öğrenmeye yatkınlığı gibi özellikleri bakımından diğer kesimlerden ayrılır. Ülkeden ülkeye toplumdan topluma ya da aynı toplumda değişen koşullarda bulunmasına göre kimi farklılıklar gösterir. Örneğin ülkemizde, siyasal-toplumsal koşullarda meydana gelen önemli değişikliklere bağlı olarak gençliğin davranış biçimlerinde de gözle görülür farklılıklar ortaya çıkmaktadır. 60-80 yılları arasının öğrenci gençliği, devi-nimliliği, hep “ayakta oluşu” ile dikkatleri çekerken, 12 Eylül sonrasında “sakin”, “kafasını kuma gömen”, “elin etlisine sütlüsüne karışmayan”, “kişisel çıkarlarına en büyük önemi veren” bir gençlik tipi yaygın biçimde gözlenebilmiştir.
Gençlik sosyal sınıf kökenleri bakımından, çeşitli katmanlardan gelenlerin bileşiminden oluşur. İşçi gençlik, öğrenci gençlik, köylü gençlik, esnaf gençlik, burjuva gençliği, vs. hepsi birden gençliği oluştururlar. Her bir gençlik kesimi gelmiş bulunduğu sınıfın özelliklerini de taşır. Örneğin yaşam biçimleri, düşünüş ve davranış tarzları, alışkanlıkları, zevkleri, üretim karşısındaki konumları, mutluluk ve sefaletten aldıkları pay açısından işçi gençlikle burjuva gençliği çok çok farklı yerlerdedir. İşçi gençlik üretime en büyük katkıda bulunmasına karşılık mutluluğu en az yaşayan fakat buna karşılık acı ve sefaletten rekor derecesinde pay alan bir kesimdir. Burjuva gençliği ise bunun tam tersi, asalak bir yaşantı sürdürmesine karşın aşırı mutluluktan, zevk ve eğlenceden, lüks ve konfordan çatlayacak hallerdedir. Benzer karşılaştırmalar diğer gençlik kesimleri arasında da yapılabilir.
İşçi gençliğin toplumsal muhalefet içindeki bugünkü yeri ile bulunması gereken yerin henüz, çakışmadığı bir gerçektir. Öğrenci gençlik ise durgunluğu, hareketsizliği -belli bir aradan sonra- bir hayli kırmış görünmektedir. Birkaç yıldan beri öğrenci gençlik mücadeleciliği ile yeniden ön plâna çıkmıştır. Mücadelenin gelişimine ve eylemlerin çeşitlenmesine bağlı olarak birlik, örgütlenme vb. sorunlar da çok tartışılır olmuştur. Ülke genelinde tırmanışa geçen dinci gericilik üniversitelerde de ‘türban’ kisvesiyle ortaya çıkmıştır. Bu nedenlerle yazımızda üniversite gençliği geniş yer tutacak. Gençliğin bazı yönlerden yaşam koşullarının eleştirisi, genel çizgileriyle işçi gençlik, daha ayrıntılı olarak da öğrenci gençlik temelinde olacaktır.
İşçi Gençlik
Çağımız, işçi sınıfının, diktatörlüğün değişik biçimleri altında emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından hayâsızca sömürüldüğü, buna karşı isyan ve ayaklanmaların alabildiğine yaygınlaştığı emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. İşçi sınıfıyla birlikte diğer emekçi sınıf ve katmanlar da sömürü sistemine, giderek artan ölçülerde başkaldırmaktadırlar. İşçi gençlik de parçası olduğu sınıfla birlikte emperyalizme, kapitalizme, faşizme karşı yiğitçe çarpışmaktadır.
Emperyalist-kapitalist sistemin bir parçası olan ülkemizde baskı ve sömürü daha şiddetli ölçülerde yaşanmaktadır. Buna karşı ezilen sınıf ve ulusların mücadelesi, savaşı da zaman zaman doruk noktasına çıkmaktadır. Böylesi dönemlerde gericilik yüzündeki bütün maskeleri bir yana atarak çareyi askeri darbelerde, cuntalarda bulmaktadır. 12 Eylül bunun son örneğidir. Cuntanın yol açtığı yıkımdan en çok etkilenen kesimlerden biri de işçi gençlik olmuştur.
İşçi gençlik, ülkemizde, fabrikaların yanı sıra yaygın olarak sanayi sitelerinde, atölyelerde, tarımda istihdam edilmiştir. Düşük ücret, en basit sosyal haklardan yoksunluk, süresi sınırı belirsiz çalışma günleri, horlanma, aşağılanma, eğitimsizlik, kötü beslenme ve barınma koşullan, işsizlik, hayat pahalılığı, vb. genç işçinin yaşamını karartmaktadır. Sömürünün sınırsızlığı, yaşamın çekilmezliği genç işçilerin erken yaşlarda bedensel ve moral çöküntüsüne, “yaşlanmasına” yol açmaktadır. Patron tarafından her an kapı dışarı edilmek kız ve erkek genç işçiler için ayrı bir tehdit oluşturmaktadır. Yaygın işsizlik genç işçileri, patronun her türlü dayatmasına rıza göstermeye zorlamaktadır. Bundan yararlanan patron işçi genç kızlara iğrenç tekliflerde bulunabilmekte, genç işçilerin zor durumundan insafsızca yararlanabilmektedir. İşten atılan genç işçilerin ve iş bulamayan gençlerin de içinde yer aldığı işsizler ordusu gitgide büyümektedir. İşsizlik gençleri, kahvelere, kötü alışkanlıklara ve bunalımlara sürüklemektedir.
Genç işçilerin önemli bir bölümünü de çıraklar oluşturmaktadır. Feodalizmden kalma bu kurum, sanat öğrenme adına çırakların posaları çıkana kadar sömürülmesine yol açmaktadır. Çıraklar gece geç saatlere kadar atölyede çalıştırılmakla kalmayıp, patronların her türlü hizmetine yetişmek zorunda kalmaktadırlar. Sendika ve sigorta gibi haklar onlar için adeta bir lükstür. Angaryanın yanı sıra küfür ve dayak da genç işçinin günlük “ödenekleri” arasındadır. Çırağın en az aldığı şey ise ücrettir. Nerdeyse bedavaya çalıştırılır. Eğitim çağındaki çocukların insafsızca sömürülmesi demek olan çıraklık yasaklanması, gereken bir kurumdur, ama çıraklık yasası, bu ortaçağ kalıntısını sadece pekiştirmekle yetinmektedir.
Açlık ve sefaletin yanında, büyük kentlerde çalışan genç işçilerin karşısına, ayrıca büyük kent sorunları da dikilmektedir. Ailelerinden uzakta büyük kentlerin acımasız koşullan karşısında bir başına savaşmak zorunda kalan genç işçi, yalnızlık ve çaresizlik duygularının etkisi altında bir takım sağlıksız tepkiler geliştirmektedir. Güçlüklerin üstesinden gelemeyince bilinçsizce arabesk müziğe, vs. yönelmektedir. Genç işçilerin bu durumu ayrı bir sömürünün kaynağı haline gelmiş, gözyaşı ticareti ve arabesk müzik endüstrisi alabildiğine gelişmiştir.
En insanı umut ve hayalleri, kapitalizmin sert duvarlarına çarparak parçalanan genç işçiler için sistemin vaat edebileceği hiçbir şey yoktur. Daha fazla sömürü ve aşağılanma dışında… Ama genç işçilerin, parçası bulundukları işçi sınıfı ve diğer emekçilerle birlikte kendileri için yapabilecekleri çok şey var.
Öğrenci Gençlik:
Genel Olarak Eğitim Sistemi. İlk ve Orta Eğitim.
Eğitim sistemi ülkemiz genelinde, ilköğretimden üniversiteye kadar (üniversite dahil) müzminleşmiş, kemikleşmiş, tortulaşmış sorunlar yığıntısı görünümündedir.
“Sistemin esas dokusunu ‘ezbercilik’ oluşturmaktadır. Normal, teknik-mesleki, bütün öğretim kurumlarında kural aynıdır. Başarının, öğrenmenin biricik yolu ezberdir. Sistenim başarı kriteri ezberdir. “Ne kadar çok ezberlersen o kadar başarılısın.” Laboratuar uygulamaları göstermeliktir. Teknik-mesleki öğretim kurumlarında temel olması gereken pratik eğitim, yine zayıf ve göstermeliktir. Örneğin endüstri meslek lisesini bitiren bir öğrencinin torna tezgâhını tanımaması, tıp fakültesini bitiren bir öğrencinin enjeksiyon yapmayı bilmemesi son derece normaldir. Meslek liseleri, endüstri meslek liseleri ve teknik liseler aynı zamanda öğrencilerin korkunç şekilde sömürüldükleri kurumlardır. Teknik liseliler ve meslek liseliler, gerek okulda gerekse staj yerlerinde bedavaya veya çok küçük ücretler karşılığında çalıştırılırlar. Bu okullarda okuyanlar aynı zamanda geleceğin sanayi proletaryası adaylarıdır.
Uygulamadan uzak ve adeta pratikten kaçan eğitim yöntemi eğitim kurumlarında okuyan öğrencileri bir hafızlar kitlesine dönüştürmüştür. Başını kitaptan kaldırmadan, evde, okulda, salonda, tuvalette, ilkokulda, üniversitede, normal (düz) lisede, meslek lisesinde, sınavdan önce, sınavlar arasında, gece ve gündüz, kimyayı ve Türkçeyi… Her yerde her zaman, her derste ezber. Ezber… Ezber… Ezber…
Ezber öğrenci için kaçınılmaz öğrenme yolu, öğretmen için de biricik öğretme yöntemidir. Asgari pedagojik eğitimden yoksun olan öğretmenden başka türlü yöntemler de beklenemez zaten.
Ezberlenenlerin önemli bir oranını ne günlük yaşamda ne de okul bittikten sonra kullanılacak olan bilgiler oluşturur. Körü körüne ezberin boyutları ‘örümceğin sindirim sistemi’ne kadar uzanmaktadır. “Not” başarıyı ölçmekten çok öğrenciyi “terbiye etme”nin, cezalandırmanın aracıdır. Öğrenciye istedikleri davranışları dikte ettirmek için bir kısım öğretmenler ‘not’u tehdit ve korkutma aracı olarak kullanırlar. İnzibatlığa pek özenen bu tip öğretmenlerin ‘disiplin’ adına öğrencileri falakaya yıkmalarına, bayıltıncaya kadar dövmelerine herhangi bir engel bulunmadığı gibi, bir takım yasa hükümleri de bu türden tutumları destekleyici niteliktedir.
Liseler üniversiteye dönük-öğretim yapılan kurumlardır. Ancak sadece liseyi bitirmek, üniversite sınavlarına hazır olmaya yetmez. Bir de paralı özel dershanelere devam etmek gerekecektir. Çünkü lise bittiğinde önceki yıllardan bellekte pek bir şey kalmaz. Ezberciliği dayatan sistemin zorunlu sonucudur bu. Ezber, gerekli notu almak için yapılır, yeterli notu alan öğrenci, yeni metinler ezberlemek durumundadır. Belleğin yapısı gereği, yeniler, önceki ezberleri unutturur. Bu nedenle mezun olduğunda kafasında doğru dürüst bir şey kalmayan öğrenci, üniversite sınavlarına hazırlanmak için çareyi özel dershanelere devam etmekte görür. Ancak parası olanların bu imkânı bulabilmeleri, fırsat eşitsizliğinin kaynaklarından birini oluşturur.
Temel yöntem olarak katı ezberi esas alan sistem, bilimsel-pedagojik öğretim yöntemlerinin, akıl yürütmenin, eleştirinin yaratıcılığın kesinlikle karşısındadır. Öğrenci ezberlemekle ödevli kılındığı dogmatik metinlerin hiçbir şekilde dışına çıkamaz. Anlasın anlamasın, inansın inanmasın her türlü bilim dışı dogmaları dağarcığına sokmak zorundadır. Bu da medrese eğitiminin ta kendisidir.
Öğretmen-öğrenci-idareci ilişkileri bakımından olsun, disiplin kuralları vb. bakımlardan olsun, öğretim kurumlarında mümkün mertebe askeri düzenlemeler egemen kılınmaya çalışılmıştır. Disipline aykırı görülen bir davranış en sert yaptırımlarla karşılanmıştır.
Eğitimin içeriği yine çağdışı, ırkçı, gerici dünya görüşünün etkinliği altında oluşturulmuştur. Özellikle 12 Eylül sonrasında ırkçı, milliyetçi-mukaddesatçı ideolojinin hegemonyası daha da pekiştirilmiştir. Bu etkinliğe bağlı olarak ders kitapları yeniden kaleme alınmış, doğal bilimlerin yanı sıra sosyal bilimler zorunlu ders olmaktan çıkarılmış, hatta bu bilimlerin adından bile korkulduğunun ilginç bir göstergesi olarak “sosyal bilimler” adını taşıyan fakültelerin ismi değiştirilerek “edebiyat” yapılmıştır. İmam-hatip liseleri, kuran kursları gibi kurumlar aracıyla ümmetçi, tarikatçı bir gençlik yetiştirilmek istenmiştir. Ayrıca bu gibi kurumlardan dinci, faşist hareketler kadro kaynağı olarak da yararlanmaktadırlar.
Devlet yetkilileri, arada bir, “eğitim sisteminde değişiklik yaptık… yapacağız” gibi açıklama yapmaktan da geri durmazlar. Ancak yapılanlar, ufak tefek rötuşlardan ileri gitmez. Bunlar da, eğitim sistemini yöneltilen tepkileri nötralize etmek amacını gütmektedir.
Üniversite Gençliği:
Üniversiteler, çağdaş bilimsel bilgi birikimini bünyesinde toparlama, bilimsel araştırmalar yapma yoluyla bilimin gelişmesine yeni katkılarda bulunma, çağdaş bilimsel bilgi birikimini halka, topluma aktarma ve yayma faaliyeti yürütmekle yükümlü kuruluşlardır. Üniversiteliler bilimin çeşitli dallarında yapılan araştırmalara katılma ve bilimsel bilgiler edinme durumundadırlar. Eğitimin temel işlevi, bireyde istenilen tipte yeni bir davranış yaratmak üzere, davranış değişikliği oluşturmak olduğundan, üniversiteleri eğitim kurumları gibi düşünmek yanlıştır. Üniversitelerde ‘eğitim’ değil, bilimsel araştırma ve öğrenim yapılır. Üniversiteliler doğal ve toplumsal olaylar hakkında diğer toplum katmanlarına oranla daha çok bilgilenme olanaklarına sahip olmalarından ötürü ‘aydın’ kesiminden sayılırlar. Onların aydın niteliklere sahip olmaları genç olmalarıyla da birleşir ki, bu özellikler, üniversite gençliğinin sosyal değişim ve ilerlemeyi sağlayan hareketliliğin önlerinde bulunmalarına yol açar. Ancak bundan üniversite öğrencilerinin sosyal devrimlerin öncüleri olduğu sonucunu çıkarmak doğru değildir. Zaman zaman gericiliğe karşı ön saflarda çarpışsalar da, üniversiteliler, devrimi sonuna kadar götürme yeteneğinde değildirler. Emperyalizm ve proleter devrimler çağı olan çağımızda devrimi sonuna kadar götürme yeteneğine sahip olan biricik sınıf, işçi sınıfıdır. Üniversite gençliği devrimci mücadelesinde işçi sınıfının yakın müttefikidir. Eğitim koşullarının giderek kötüleşmesi, geleceğe güven kalmaması vb. öğrenci gençliğin işçi sınıfıyla nesnel birlikteliğine yol açan tepki ve mücadelesine neden olmaktadır.
Ülkemiz üniversiteleri gerçek anlamda üniversite niteliğine hiçbir zaman kavuşmamışlardır. Bunda ülkemizin sosyo-ekonomik ve buna bağlı siyasal koşullarının rolü büyüktü. .Üniversiteler ülkemizde dışa bağımlı kapitalist ekonominin ihtiyaçlarına yanıt verecek tarzda örgütlenmiştir. Bu nedenle üniversiteler bilimsel araştırma kurumları olmaktan çok, mesleki eğitim kuruluşları gibidir. Serbestçe bilimsel çalışma yapma ve elde edilen yeni bilimsel bulguları halka yaymak için zorunlu koşullardan olan bilimsel, idari özerklik yoktur. Aksine üniversiteler sıkı bir idari denetim altındadır. 12 Eylül sonrasında ise, üniversitelerin tepesine YÖK’ün oturtulması sonucunda, üniversitelerde baskı ve karanlığın at koşturduğu bir döneme girilmiştir. YÖK dönemi bir yandan boyunduruğun alabildiğine artırıldığı, diğer yandan da baskı ve boyunduruğa karşı mücadelenin giderek yoğunlaştığı bir dönem olmuştur.
Şu bir gerçektir ki ülkemiz devrimci mücadele tarihinde üniversite gençliğinin önemli bir yeri olmuştur. Diğer toplum kesimlerinin henüz hareketlenmediği dönemlerde, üniversitelilerin devrimci anti-emperyalist eylemi geniş çalkantı ve etkiler yaratacak düzeylerde yükselmiş ve gelişmiştir. 12 Eylül sonrasının ilk öğrenci eylemleri de işçiler ve diğer emekçi kesimlerde olumlu ve uyarıcı etkiler yaratmıştır. Yine 71’in devrimci hareketlerine öğrenci liderleri önderlik etmiş, bu önderlerin etkisi daha sonraki dönemlerde de artarak kökleşmiştir.
Yüksek öğrenim gençliği, baskı ve zulme karşı ezilenlerin yanında yer alışıyla, geçmişte ve günümüzde egemen sınıfların baş ağrısı olagelmiştir. Mücadelenin uzun süreler duraksaması, yükselmesi ya da gerilemesi gibi durumlar, bu gerçeği değiştirmez. İmparatorluk döneminde merkezi Osmanlı despotluğuna ve onun taşrada halka zulmeden görevlilerine karşı suhtelerin (bugünkü üniversiteliler anlamında) geliştirdiği birçok ayaklanma ve mücadeleler yüksek öğrenim gençliğinin halk ve demokrasiden yana olan tutumuna tanıklık eder. İmparatorluk ve Cumhuriyet’ten sonra, uzun yıllar üniversite gençliğinin kayda değer hareketine rastlanmaz. Ancak 60’Iı yıllardan itibaren mücadele giderek büyük boyutlar kazanır. Üniversite gençliğinin mücadelesi, 60-80 yılları arasında yükselme ve gerilemeler kaydederek devam etmiş, 12 Eylül cuntasıyla birlikte kesintiye uğramıştır. Sonraları birkaç yıl süren sessizliği, yeniden filizlenen öğrenci eylemleri izlemiştir.
12 Eylül’ün siyasi duyarsızlaştırma kampanyasının üniversite gençliği üzerinde önemli ölçülerde etkisi olmuştur. 80 öncesinde aydın ve mücadeleci nitelikleriyle öne çıkan ‘üniversite gençliği’ imajı tamamen silinip, yerine tekyönlü düşünmeye koşullandırılmış, “okulcu” gençlik tipi oluşturulmak istenmiştir. “Tek tipleştirme”, baskı politikasıyla da eklemlenince “apolitikleştirme” işlemi tamamlanmıştır.
Başlıca kaygının okul bitirmek olması… Yurt ve dünya olaylarına kasıtlı bir ilgisizlik… Baskı, işkence ve katliamlar karşısında sessizlik… Askeri yönetimin, öğrenci gençliğin kişilik yapısına kazıdığı derin çizgiler arasında yer alır. Bu izler elbette ki bir çırpıda silinemez. Cunta’nın gençlik üzerindeki çeşitli alanlarda tahrip edici etkileri, ancak mücadele içinde giderilebilir. Bu anlamda üniversitelilerin devrimci eylemine ivme kazandırmanın yolu, onlarla sıcak, mücadele ruhunu geliştirici, sekter olmaktan uzak ilişkiler kurmaktan geçer. “Gençlik içinde politik ajitasyon yapmak onları devrimcilerden soğutur” görüşü pratik içinde güven verici, dostane, tutarlı bire eylem çizgisi izlemekle geçersizleştirilebilir. Sorunlarının nedenleri hakkında soruları olanlar, bunların en tam, en doyurucu açıklamasını, iyi yapılmış politik açıklamalarda bulabilirler. Bireylerin yaşadıkları çelişki ve sorunlardan hiç birisi -şu ya da bu ilişki biçimiyle- politik tercihlerle bağlantısız değildir. Hiç birisi egemen sınıfın ya da emekçi sınıfın veya bunların ilişki ve çatışmalarının dışında bulunamaz. İşte politik ajitasyon emekçilerin ve gençlik kitlelerinin yaşadıkları sorun ve çelişkileri isabetli bir tarzda yakalayarak onlara açıklama getirir, ışık tutar, çözüm unsurlarım gösterir, kökenlerine işaret eder. Kitleler ve tek tek insanlar devrimci siyasi ajitasyonun içeriğinde kendilerini, yaşam biçimlerinin dinamik açıklamasını bulurlar. Ekonomik ve siyasi ajitasyon birbirini reddetmez. Komprador tekelci burjuvazi ve toprak ağalarının sömürü düzeni ayakta kaldığı sürece emekçilerin, gençliğin ekonomik, mesleki ve akademik sorunlar, devam eder. Bu nedenle koşullara uygun düşen ekonomik ve siyasi ajitasyonu birbirini destekleyecek tarzda geliştirmek önerilebilir. Ancak belli bir dönemin ardından siyasi ajitasyonu öne almak gerekecektir. Bu yapılmazsa devrimciler gelişen sınıf mücadelesinin gerisinde kalabileceği gibi, siyasi ajitasyonun etkili olabileceği bir ortamı değerlendirmemiş olurlar.
Asıl mesele kitlelerin siyasal bilinç kazanmasıdır. Kitleleri siyasal mücadeleye hazırlayabilmek için bir dönem ekonomik, akademik ajitasyon ağırlık kazansa bile, elverişli koşullar oluştuğunda birinci plana siyasi ajitasyon geçmelidir. Ama bu ekonomik teşhir ve açıklamaların ihmal edilmesi gerektiği anlamına gelmez. Ekonomik ajitasyon düzenin çeşitli biçimlerde türevlerine karşı (zamlar, düşük ücretler, pahalılık, işsizlik, öğrenciler için atılmalar, harçlar, polis baskısı, YÖK, barınma, yurtlarda kışla disiplini vs.) yapılır. Siyasi ajitasyon ise iktidara yöneliktir.
Üniversitelerde Bugünkü Durum, Örgütlenme Sorunları
Her gün bir yenisi sahneye konulan demokrasi güldürülerinin örtemediği bir gerçek var: Faşist cunta bugün de yürürlüktedir. Anayasalarıyla, yasalarıyla, mahkemeleriyle, YÖK’üyle hâlâ ayaktadır. İpler yine generallerin elinde. Örtünmeye çalıştığı çarşaflar, diktatörlüğün baskı, katliam ve işkencelerinin devamına bir engel oluşturmuyor. YÖK’ün ablukası olanca ağırlığıyla devam ediyor. YÖK diğer kurumlarla birlikte üniversitelerdeki en küçük kıpırdanışı bile ezmek için işbaşında. Üniversitelerde bu baskıların etkileri henüz kırılabilmiş değil. Esas olarak bu nedenle, öğrenci hareketinin genişlemesi kolay ve erken olmuyor, kitleselleşme kısa vadede gerçekleşmiyor.
Örgütlenme, mücadelenin başta gelen sorunu olmaya devam ediyor. Örgüt olmayınca elde edilen kazanımlar kalıcı olamıyor, eylemlerde süreklilik ve birliktelik sağlanamıyor. Aynı amaçlarla sürdürülen faaliyetler arasında ilişki ve merkezileşme mümkün olmuyor.
Genel olarak öğrenci kitlesi içinde “nasıl bir örgütlenme” sorusuna açıklayıcı ve ikna edici bir yanıt bulunabilmiş değil. Kestirip atmaya dayalı, kolaya yaklaşımlar çözüm getirmiyor.
Bugünkü koşullarda öğrenci örgütlenmesi söz konusu olduğunda, ilk önce öğrenci dernekleri akla gelmektedir. Bu derneklerde faaliyetlerin içeriği ve sınırları yasalarca belirlenmiştir. Buna göre öğrenci demekleri öğrencilerin kültürel, sportif, ders araç-gereç vb. ihtiyaçların karşılanmasına yardımcı olmak için kurulur. Derneklerin siyasetle uğraşmaları yasaklanmıştır. 80 öncesinde olduğu gibi öğrenci derneklerini anti-faşist, siyasi demekler olarak kurmak yasalar tarafından, yine, yasaklanmıştır. Öğrencilerin, dernek amaç ve içeriğini belirlemede özgürlükleri alabildiğine kısıtlanmış bulunuyor. Fiili yapılanmalar dışında dernek kurucu üyeleri, derneğin anti-faşist olmasında karar kılsalar bile, bunu yasal bakımdan yaşama geçirme olanağı yoktur. Ancak geniş ve güçlü bir kitle desteği sağlanırsa yasal dernekler de siyasi örgütler olarak ayakta durabilir. Tabi fiili olarak… Derneklerin akademik örgütler mi devrimci-siyasi örgütler mi olduğu tartışmasına bu açıdan yaklaşılabilir.
Devrimciler gerici de olsa dernek,’ sendika gibi kitle örgütlerinde çalışmayı reddetmezler. Anti, faşist, devrimci dernek ve örgütlerin yasal olarak kurulamadığı hallerde, faaliyetleri kurulu ya da kurulabilir olanlarda da sürdürebilirler. Dernek ve örgütlerin siyası mücadelenin araçları olması için verilen uğraşların önde gelen bir yeri olmak. Derneklere henüz devrimci, siyasi nitelik kazandırılamadığı durumlarda, siyasi olmayan (akademik, mesleki, ekonomik vs.) dernek ve kuruluşlarda, bu örgütlerin mücadelenin araçları olması için, devrimci örgütler haline getirmek için uğraş verilebilmeli. Başlangıçta anti-faşist dernek oluşturmak için yeterli kitle desteği oluşmamışsa faaliyet ve sosyal pratiğin belli bir gelişim aşamasında anti-faşist niteliklerde bir derneğin yasal değilse de, fiili koşullan doğabilir.
Mücadelenin Durgunluk ve Gerileme Nedenleri:
Üniversite gençliğinin eylemlerinde örgütlenme konusunda yaşanan muğlaklıklar, siyasi ajitasyonun yetersizliği, polis baskısı ve terörü karşısında oluşan dağınıklık, öğrenci gençliğin sosyal yapısından kaynaklanan özellikleri, gerilemeye neden olan etkenler arasında sayılabilirler.
Düzenin çeşitli sonuçlarından zarar gören kitlelerin tepkileri başlangıçta doğrudan doğruya bu sonuçların kendisine karşıdır. Çünkü karşılaştıkları kötülüklerin gerçek nedenlerini, kaynaklarım, dolayısıyla da çözümün nerede olduğunu göremezler. Sıvası ajitasyon esas olarak nedenleri, kaynakları, yani sorunun iktidar olgusunda yattığını göstermeye yönelir.
Son yıllarda üniversite gençliğinin akademik sorunları kamuoyuna ve bizzat öğrencilere yaygın biçimlerde yansıtıldı. Bu sorunlara geniş ölçüde dikkat çekildi. Akademik ajitasyonun pratikte meyveleri görülmüş kimi konularda, gelişen eylemlerin sonucunda ya da eylem tehdidi ortaya çıktığında, siyasi bir manevra anlamında diktatörlüğe geri adımlar attırılabilmiş, tavizler koparılmıştır. Bu gelişmelerin yarattığı ortamda, siyasi ajitasyona ağırlık vermeye yönelmek vurgulanmayı hak eden bir tutumdur. Siyasi ajitasyonu ısrarla geliştirmenin zamanıdır.
Kararlı, yılmayan, ısrarlı ve atak bir tutum içinde mücadelenin en önünde yer almak kararsızları da cesaretlendirir, harekete geçmelerinde etkili olur. Gençlikle kurulan sağlam bağlar, tutarlı bir mücadele çizgisi, etkin bir propaganda ve ajitasyon faaliyeti, kitlelerin devrimci temeller üzerinde sıkıca birleştirilmelerinin de güvencesini verir.
Ayrı Bir Örgüt (Dernek) Gerekli mi?
Öğrenci derneklerinin örgütsel niteliklerine ilişkin tartışmaya yukarda işaret edilmişti. Sorun.olan-olması gereken ayrımı içinde konulduğunda, statükoyu olduğu gibi kabul edemeyeceğimiz, ileri hedeflere varmak için şimdiki durumu devrimci tarzda dönüştürmeye (olması gerekene ulaşmaya) çalışma zorunluluğu kendini gösterir.
Öğrenci gençlik de komprador-tekelci kapitalizmin ekonomik ve siyasi saldırılarının hedefi olmakta, çıkarları burjuva-feodal düzenle çelişmektedir. Çoğunlukla öğrenciler, hangi kademede öğrenim görürlerse görsünler, mezun olduklarında, ne ilgi ve yeteneklerine göre ne de geçimlerini sağlayabilecek ölçülerde bir iş güvencesine sahip bulunuyorlar. Mezun olanların büyük bir oranı işsizler ordusuna katılıyor, ya da ilgisiz işlerde çok düşük ücretler karşılığında çalışmak zorunda kalıyorlar. Bu güvencesizlik öğrenciler için daha okul yıllarında derin endişelerin kaynağı olmakta, öğrenim süresince ortaya çıkan ekonomik zorluklar ve diğer bozuk eğitim koşulları bir araya gelmekte, bu durum öğrencinin eğitim düzenine karşı nefretini körüklemektedir. Bunun sonucunda faşist-feodal eğitim sistemine karşı öğrenci gençliğin mücadelesi gündeme gelmektedir.
Üniversite gençliğinin, akademik-demokratik haklan ve demokratik-özerk üniversite için mücadele ve örgütlenmesini bu koşullardan ayrı düşünemeyiz.
Geniş öğrenci kitlesinin eğitim sistemi nedeniyle uğradığı zararlar, öğrenim süresince hedef olduğu ekonomik ve siyasi saldırılar birlik ve örgütlenmenin önemini arttırıyor. Öğrenci derneklerinin kitlesel örgütler olmasının şartlarını yaratıyor.
Bu koşullar, ‘nasıl bir öğrenci derneği’ sorusuna karşılık olmak üzere belirli ipuçları veriyor.
Öğrenci dernekleri, ne kitlelerden kopuk, siyasi mücadele veren, ne de kendini akademik-mesleki taleplerle sınırlayan örgütler olmalıdır. Öğrenci dernekleri, anti-faşist, siyasi perspektiflere sahip bulunmalı, öğrenci kitlesini bu temelde mücadeleye çekmeye çalışmalı, ancak dayandığı anti-faşist, devrimci mücadele platformunu öğrenci kitlesini dışarıda bırakacak şekilde ele almamalıdır. Örneğin anti-faşist olmayı bir üyelik koşulu olarak getirmemelidirler.
ANTİ-FAŞİST BİR MÜCADELE PERSPEKTİFİ VE PLATFORMU TEMELİNDE MÜCADELE VEREN ÖĞRENCİ DERNEKLERİNE, ‘FAŞİST (HİTLERCİ, DİNCİ FAŞİST, VS.). POLİS, AJAN VB. OLANLAR DIŞINDA HER ÖĞRENCİ ÜYE OLABİLMELİDİR.
Ülke genelini düşünürsek öğrenci kesiminden olanların da içinde yer aldığı geniş bir anti-faşist potansiyelin varlığından söz edilebilir. Bu potansiyeli kucaklayacak genişlikte ayrı bir anti-faşist örgütün merkezi olarak yaratılması koşullarını ele almak başlı-başına ayrı bir yazının konusudur. Böyle bir yapılanmanın eksikliği, hatta bir ihtiyaç olduğu söylenebilir. Bu türden bir örgütlenmenin olmayışı öğrenci dernekleri sorununa da doğrudan etki yapmaktadır. Ülke çapında örgütlenen merkezi anti-faşist bir örgüt her yönüyle tartışılmalı, yasal ve fiili kuruluş şartları irdelenmelidir.
Türban ve Dinci Tırmanış
Eylül’ün yarattığı, kendileri için oldukça elverişli ortamda dinci gericilik ülke genelinde olduğu gibi üniversitelerde de çeşitli biçimlerde kara yüzünü göstermeye başlamış, üniversite gençliğine yönelik faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır. Üniversite gençliğinin devrimci demokratik doğrultuda yükselen mücadelesinden ürkünce de türban demagojisini ortaya atmıştır, iktidarın ve tüm gerici çevrelerin yaygın desteğinde, demokratik kıpırdanışları türban yaygarasını kulak tırmalayıcı gürültüsünde boğmak istemiştir. Türban zamanla tüm gericiliğin bayrağı haline gelmiş, dinci-şeriatçı, militan hareketin simgesi olmuştur. Din gereği örtünme gibi demagojilerle demokrasi düşmanı yüzlerini gizlemek istemişlerdir. Kimi demokrat çevrelerde giyim, inanç özgürlüğünü savunma adına türban maskesi altında yürütülen gerici faaliyetleri istemeden destekleme durumuna düşmüşlerdir.
12 Eylül sonrası dönemin belli bir anından itibaren “dinin emri” gerekçesiyle kız öğrencilerden bazıları aniden türban takmaya başladı. Bir süre geçtikten sonra “Başörtü, türban engelleniyor” diye gürültü koparmaya başladılar. Öğrenci hareketinin de ivme kazandığı aynı dönemlerde türbanın gerçek işlevi ortaya çıktı. Gericiliğin yapmak istediği, öğrencilerin haklı istemler doğrultusundaki mücadelesinin, gelişmesini engellemek, kendi gerici propagandalarını yaygınlaştırmaktı. Çıkardıkları gürültü ve yaygaraların yanı sıra, iktidarın ve diğer gerici makam ve kurumların desteği ile önemli ölçüde başarı sağladılar.
Türban Karşısındaki Tutum Ne Olmalıdır?
Resmi makamların türlü bahanelerle öğrencilerin sosyal ve kültürel yaşamlarına müdahale etmelerinin yanı sıra, şeriatçıların bir takım hakların şemsiyesi altına girerek gerici faaliyetlerini sürdürmeleri, yoğun bir şekilde teşhir edilmelidir. Sorunu türbandan yana olup olmama bakımından değil, ilke olarak isteyen türban da takabilmeli, türbanın altında yatan etkinlikler karşısında alınacak tutum yönünden ele almalıdır. Bu tarz yaklaşım, biçimsel konulara ilişkin kısır tartışmalara taraf olmayı, reddeder, buna karşılık gizlenmek istenen anti-demokratik yüzü açığa çıkarmayı amaçlar.
Son Birkaç Söz
İşçi-köylü-öğrenci gençlik ve diğer emekçi gençlik kitleleri bugün kötü bir durumdadır. Geleceğe güven yoktur. Yaşam gün geçtikçe iyileşmek bir yana gitgide çekilmez hale geliyor. Henüz çocuk yaşlardaki gençler, asılıyor, komünizm propagandasından yargılanıyor, simit çalmak gibi suçlardan karakollarda dayak yiyor, işkence görüyor ve zindanlara tıkılıyor. Genç kızlar evlerinden kaçmak zorunda kalıyor, fuhuş tüccarlarının eline-ağına düşüyor. Okullar, fabrika ve tarlalar,”atölyeler genç insanların ezilmesine, baskı altına alınmasına tanık oluyor.
Ama burjuvazi ve gericilik kendi mezarım kazıyor. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin yanı sıra, gençliği de kendisine karşı mücadeleye ve en temel haklarını, özgürlüklerini almak için başkaldırmaya itiyor. Baskı ve sömürü yalnızca ezilmeyi getirmiyor, aynı zamanda direniş ve ayaklanmayı da doğuruyor. Birleşme ve örgütlenme doğrultusundaki eğilimleri geliştiriyor, işçi sınıfı, diğer emekçiler Ye gençleri devrimcilerin sesine daha çok kulak vermeye yöneltiyor.
Emekçiler ve gençler düşmanları tarafından yıkıma itiliyor. Ama onların dostları da var. Dostları onların kurtuluşları için mücadele ediyor ve onlarla birleşmek ve bağlan güçlendirmek için her şeyi yapıyor. İşçi, öğrenci ve diğer emekçi sınıflara mensup gençler er geç devrimci dostlarını tanıyacaklar ve onlarla birlikte güzel günler ve özgürlük dünyası için mücadelelerine hız kazandıracaklardır.

Mart 1989

NEWROZ

PROMETE
Kalbinde her dakika şu pek yüce özleyişin
ateşli gagasını hisset ve daima düşün;

Onlar niçin gökte, ben niçin çukurdayım?
Niçin cihan bana gülsün de, ben yalnız ağlayım?
Yükselmek göklere ve gülmek, ne tattı şey:

Bir gün şu hastalıklı vatan canlanırsa… Ey
ışığa ve bolluğa can atan, milletin gelecekteki
meçhul elektrikçisi, bütün fikir alanlarının,
-nesi varsa- yüklen getir, biraz mis kinliği ezen
bir parça ruhu; benliği, anlayışı besleyen
ve onları canlandıran materyallerini; boş durmasın elin.

Gör daima önünde eski zaman masalları
gökten “ateş” harikasını yere indiren kahramanını…
Varsın bulunmasın bilecek adım, sanını…
Tevfik FİKRET

Newroz… Kimilerine göre sadece bir efsane, kimilerine göre efsane haline gelmiş bir başkaldırı destanı. Kimilerine göre ise her ikisi, yani, zulme bir başkaldırı… Ve yüzyıllar boyunca Ortadoğu halklarının belleğinde bu başkaldırının nesilden nesle efsane olarak aktarılma biçimi. Üstelik Ergenekon Destanı gibi, okul kitaplarında zoraki olarak yaşatılan cinsinden de değil… Şu an bile halk kitlelerinin içinde canlı bir biçimde yaşayan diri bir gün ve onun destanı…
Newroz yorumlarının tümünde ortak bir yan var: Bayram coşkusu, zulmün -hiç değilse bir süre için- başının ezilmesi, başkaldırı heyecanı, ateş, karanlıktan aydınlığa geçiş ve bahar… Tüm bunlar, halkların geçmiş yaşamlarında mutlu dönemeçlerin sem bolü öğeler olarak anılmış, efsanelere benzer biçimlerde geçmişlerdir. Newroz dendiğinde de genel olarak hatırlananlar bunlardır. Ve Newroz geldiğinde geceleyin (21-22 Mart) çok uzaklardan görülebilecek biçimde dağlarda ateşler yakılır, gündüzleri kırlara çıkılır, eğlenilir, oynanır. Kürdistan’da kolektif bir coşkunun tüm Kürtleri sardığı bir gün yaşanır. Çok eski mutlu dönemeçlerin efsanelerle halkın bilincine görünmez biçimlerde kazınmış halidir bu… Yani Newroz’dur, yeni gündür: bahardır…
Newroz hakkında tarihlerde somut verilere rastlanmaz. Newroz’la dile gelen öykünün gerçekte yaşanmadığından mıdır bu, yoksa her şeyiyle gadre uğramış mazlum Kürt Halkının bu şanlı sayfasının da gadre uğramasından mı, bilinmez. Dahhak (Zohhak, Azdahak)-Kawa (Gave) çatışmasının, efsanede anlatıla geldiği gibi mi, yoksa bir başka biçimde mi yaşandığını söyleyebilmek de zor. Yalnızca, bu çatışmanın sonucunun geniş halk kitlelerince bayram olarak kutlanmasına ve DAHHAK-KA\VA çatışmasında Kawa’nın sahip çıkılan yan olmasına bakılarak, efsanenin içeriğini dikkate almadan da, Kawa’nın, bu çatışmada haklı unsur olduğuna ve tavrının halkın yanında olduğuna hükmedilebilir. Zaten efsanenin kendisi de Dahhak’ın zulmünü anlatır. Ancak zulüm, sınıfsal ya da ulusal (yaşandığı varsayılan çağ göz önüne alındığında zaten ulusal bir biçimde olamazdı.) bir zulüm olarak değil, bir eziyet, bir keyfîlik olarak anlatılır. Bir anlatıma göre Dahhak, her gün öldürttüğü iki gencin beynini, sırtında çıkan bir yarayı iyileştirmek için, bir başka anlatıma göre ise, sırtındaki yaranın içinden çıkan iki yılanı doyurmak için kullanır. Zulme ilişkin bu tür bir anlatım doğaldır ve gerçekte köleci ya da feodal bir baskı, masal ve efsanelerde bu ya da buna benzeyen biçimlerde ifade edilebilirdi. Efsanenin geri kalan bölümünde, Dahhak’ın her gün iki kişiyi kurban ederek beyinlerini çıkaran cellâdı, (bazı yerlerde aşçısı olarak geçiyor) iyi yürekli biri çıkıyor. İki yerine bir kişiyi kurban etmeye ve ikincisininkinin yerine bir koyun beyni koymaya başlıyor. Bu şekilde ölümden kurtulanların, vahşi ve ulaşılmaz dağlık bir bölgede toplanmalarını sağlıyor. Bunlar zamanla çoğalıp Kürt topluluğunu oluşturuyorlar. Gerekli güce ulaştıklarında demirci Kawa’nın önderliğinde Dahhak’a karşı ayaklanıyorlar. Kawa, demirci önlüğünü mızrağına geçirip bayrak yapıyor, halkının önüne geçip Dahhak’ı öldürüyor.
Efsanenin bundan sonrası yoktur. Dahhak (bazı yerlerde Zohhak, bazı yerlerde Azdahak.) kimdir? Hangi dili konuşur?’ Hangi halkın kralıdır? Bilinmiyor. Olayın nerede geçtiğine dair de herhangi somut bir bilgi yok. Yalnızca 1596’da Farsça olarak yazılan tarihi Kürt eseri Şerefname’de -Şehname’ye atfen- Piştadiler tahtında Cemşid’in yerine geçen ve bu mitolojik İran hanedanının 5. kralı olarak belirtilen Dahhak’tan söz edilir. (Kürtler B. Nikitin) Bundan sonrası Newroz Bayramı olarak halkın, özellikle de Kürt Halkının bilincinde yaşıyor.
Dahhak-Kawa öyküsü ve Newroz’un, Mezopotamya ya da İran’la ilişkisi açık. En azından, bu topraklar eksen alınırsa, bu civarlarda geçmiş. Bu konuda birçok veri var: Newroz Bayramı özellikle bu yöre halklarınca hâlâ kutlanıyor. Adlar bu yöre insanlarının kullandığı adlar… Kawa’nın mızrağına geçirdiği demirci önlüğünün tarihte kullanılan ilk bayrak olduğu kabul ediliyor ve eski Perslilerin bayrağa, deyim olarak “Kawa’nın Önlüğü” dedikleri biliniyor… “İran’da Demavend’de her yıl 31 Ağustos’ta İran’ın zalim Zohhak (Dahhak)’tan kurtuluşu kutlanıyor ve bu bayram Kürt Bayramı olarak adlandırılıyor.” Kürtler (B. Nikitin)… Ve NEWROZ adı “YENİGÜN” anlamına gelmek üzere Farsça ve Kürtçede aynı biçimde kullanılıyor.
NEWROZ ADININ ANLAMI
Newroz adı (sözcüğü) tam olarak YENİGÜN anlamına geliyor. Sözcük bu biçimiyle Kürtçenin Soran lehçesinde kullanılıyor. NEW sözcüğü Soran lehçesi ve Farsçada yeni anlamına geliyor. İndo-Europen dillerin tümünde de aynı veya benzer biçim ve anlamlarda kullanılan (İngilizcede NEW: Yeni, NOW: Şimdi; Fransızcada NOUVELLE: Yeni, ilk) bu sözcük, Osmanhcada da yer bulmuştur: NEWbahar: ilkbahar, NEVANEV: yeni-yeni, NEVzad: yeni doğmuş vs. gibi… Bu sözcük, Kürtçede, bazı yörelerde “NÛ”, bazı yörelerde “NUH” Kürtçenin Zazaca lehçesindeyse “NAW” veya “NOW” biçimlerinde kullanılıyor.
“ROZ” sözcüğü ise Soran lehçesinde GÜN anlamında yine ROZ biçiminde kullanılıyor. Bu sözcük Kürtçede “RO” veya “ROJ” biçiminde kullanılıyor ve GÜN veya GÜNEŞ anlamlarına geliyor. Farslar da aynı anlama gelmek üzere GÜN’e “RÜZ” diyorlar ve NEWROZ’u “NEWRÜZ” olarak adlandırıyorlar.
Şöyle veya böyle olsun, ister ses, ister anlam olarak bu sözcük Farslar, Kürtler, Afgan ve Pakistanlılar arasında aynı biçimlerde kullanılıyor ve genellikle kutsal bir gün olarak kabul ediliyor. Aşağı yukarı aynı etnik köken veya ortak ve benzer kültüre sahip ulusal toplulukların bu türden benzerlikleri doğaldır. Ne var ki bu topluluklar içinde Kürtler Newroz’a diğerlerinden farklı biçimde yaklaşıyor ve bu günü kendilerine daha yakın buluyorlar. Kürtlerin Newroz’a daha çok sahip çıkmalarının üzerinde biraz durmak gerekiyor.
NEWROZ’UN ÖNEMİ NEREDEN GELİYOR?
Bir efsanede anlatılan öykünün ve bu öyküde yer alan bir günün öneminin fazla abartıldığı öne sürülebilir. Binlerce yıl önce, tam olarak nasıl yaşandığı bile belli olmayan bir dönemin, bugün, bunca üzerinde durulmasının nedeni ne olabilir? Tahminen MÖ. VII. yüzyılda, hatta daha eski bir zamanda geçtiği varsayılan bu olay günümüzde neden bunca önem kazanıyor?
Kuşkusuz efsaneler tek başlarına, bin yıllar önce yaşanmış olayları izah etmek için yeterli kaynaklar değil. Ve efsaneler, olayları, oldukları gibi de değil, anlatıcılarının kişisel özellikleri, söz konusu olaydan sonra yaşanmış olayları ve yorumları alarak, başka efsanelerle karışarak ve ortaya ayrıştırılması zor bir harman çıkararak dile getirirler. Bu anlamda efsaneler, tarihi gerçekleri araştırmak için temel kaynak olarak alınamazlar. Zaten Kawa-Dahhak-Newroz efsanesine çeşitli biçimleriyle benzeyen çok sayıda efsane daha vardır. Bu konuda tarihçi Basil NİKİTİN, KÜRTLER adlı kitabında şöyle diyor:
“…Kürtler’deki bu olgularla Beotya’da Dionysos’a adak olarak kurban edilen çocuklar yerine oğlaklar konulduğunu anlatan Pausanias’ın söyledikleri arasında bir ilişki kurulabilir. Öte yandan, Ön-Asya’nın dinsel sembolleri içinde yılanla Dionysos arasında da bazen bir yakınlık kurulması mümkündür. Bir yanda Zohhak (Dahhak) ve koyunlar, öte yandan Dionysos (yılan) ve oğlaklar: Her iki halde de insan yerine hayvan konulmaktadır. Bu konuda Dumezil’in kanısına işaret edelim: “Azdahak hikâyesinde minik şeytanın ortaya çıkışı ve öpücüğü… her gün insanları ölümden kurtaran ve onlara sürü yetiştirmesini öğreten Armail-Kurmail (B. Nikitin burada, Kurmail ile Kurmanc sözcüğü arasındaki benzerliğin çarpıcılığına dikkat çeker) adlı olağanüstü aşçıların müdahalesi,.belki de, İran’da Hordad-Amerdad, Arap dünyasında Harud-Marud adı verilen çocuk besleyen iki erkek melek hakkında Amb-rossia efsanelerinin mahalli (Kürt?) bir biçiminden ibarettir.” Bak. Centures; s.66 (B. Nikitin. Kürtler s.46)
Bu durum böyle olmasına ve Kawa-Dahhak efsanesinin, birçok efsanedeki benzer motifleri içermesine karşılık, diğer efsanelerden ayrılan önemli bir yanı vardır. Bu yan, efsanede sembolize olan günün, yeni-gün’ün yani Nevvroz’un, hâlâ büyük bir canlılıkla, haksızlığa karşı isyan coşkusu ve heyecanıyla kutlanıyor olmasıdır. Aradan bin yıllar geçmiş olmasına karşın 21-22 Mart gecelerinde dağlar yakılan ateşten ısıl ışıl olur. Kürdistan, baharla birlikte doğanın uyanmasına ek olarak yeniden canlanır adeta. Gökyüzüne on binlerce mermi boşaltılır. Cirit oynanır, güreşler tutulur, vs.
Tüm bunlar, ister istemez bu yıldönümünün ne türden bir olayın yıldönümü olduğu düşüncesini akla getiriyor. Olayın, yalnızca, her gün iki gencin beyninin Dahhak’ın yarasının sağaltılması için kurban edilmesinden ibaret bir zulüm olmadığı açıktır, ilk çağlarda, doğaüstü güçlerin varlığına inancın, günümüze oranla çok güçlü olduğu, bugün bize mantıksız gelen birçok saçma şeyden medet umulabildiği göz önünde bulundurulduğunda, insan beyni, insan kanı vb. şeylerin hastalıkların sağaltılmasında kullanılmış olduğu hatırlandığında, anlatılan türden gelişmelerin yaşanmış olması da olanaklıdır. Yaşanmışsa bu da dizginsiz bir despotluğun göstergesi olabilir ancak. Ama herhalde efsanede sözü edilen zulmün, o çağlarda köle sahiplerinin (ve onların temsilcisi kralın, efsaneye göre Dahhak’ın) köleler üzerindeki zulmü olduğu akla daha yakındır. Efsanede dile getirildiği gibi, insanların bu kadar kolaylıkla ve keyfî olarak öldürülebildiği dönem, kölelerin insan bile sayılmadığı ilk çağ köleci toplumlarının yaşandığı dönem olabilir. Zaten köle sahiplerine karşı köle isyanlarının yoğunlaşmaya başladığı dönem de Kawa-Dahhak çatışmasının yaşandığı varsayılan MÖ. VII. ve ondan önceki birkaç yüzyıldır. Bu anlamda Newroz’la sembolize edilen isyan geleneğinin, köleciliğe karşı kölelerin başarıyla sona eren, hiç değilse köle sahipleri temsilcisi durumunda olan kralın öldürülmesiyle sonuçlanan isyanı olması gerekir. Zaten Newroz’un kalıcılığı, Newroz’un yıldönümünde yaşanan coşku, çağlar boyunca nesilden nesle aktarılan heyecan, ancak, ezilen halk kitlelerinin geçmişte yaşadığı büyük bir özgürlük mücadelesinin ve zaferinin kalıntısı olmasından ileri gelebilirdi.
SPARTAKÜS’LE KAWA’NIN KISA BİR KARŞILAŞTIRMASI

Tarihten öğrenebildiğimiz kadarıyla hiçbir köle ayaklanması köleciliği yıkamadı. Köle ayaklanmaları yalnızca köleci sistemin yıkılmasını sağlayan unsurlardan biri oldu. Ürettikleri ürünlerden hiçbir çıkan olmayan kölelerin üretime karşı duyduğu ilgisizlik, buna bağlı olarak üretimin sürekli olarak düşmesi, barbar toplumların yerleşik köleci toplumları istila edip onların içinde erirken kendi doğal demokratik geleneklerini getirmeleri gibi etkenler, köleciliğin, yerini, bir başka sömürü biçimine, feodalizme terk etmesine yol açtı. Bu süreç yüzyıllar sürdü ve patlayan köle ayaklanmalarıyla ciddi ivmeler kazandı. Ve hiçbir yerde feodalizm birdenbire ortaya çıkmadı. Köle ayaklanmalarının bu sürece hız verdiğinden, köle ayaklanmalarının görüldüğü yerlerde feodalizme, ya da üreticilerin ürettiklerinin hiç değilse bir kısmına sahip olabildiği üretim biçimlerine dönüşümüne katkıda bulunduğundan söz edilebilir.
Tarihin kaydettiği, en büyük ve önemli köle ayaklanması Spartaküs ayaklanmasıdır. Köleci Roma İmparatorluğu’nu temellerine kadar sarsan, İtalya’yı baştan aşağı isyan dalgalarıyla kasıp kavuran bu ayaklanma, bilindiği gibi, isyancıların yenilgisi ve büyük bir köle kıyımı ile sonuçlandı. Buna rağmen bu isyan köleler için bir umut ışığı, bir esin kaynağı oldu.
Bu isyan başarıyla sonuçlansaydı, köleciliği ortadan kaldırabilecek gelişmelere yol açabilir ve ardından sömürü biçimlerinin tümünü ortadan kaldırabilir miydi? Kuşkusuz hayır. Muhtemelen feodalizme geçişin çok çok daha radikal bir biçimini oluştururdu, hepsi bu kadar. Sömürü biçimlerinin tümünü ortadan kaldırabileceği ihtimalinin sözünü etmeye gerek bile yok. Tarihi koşullar buna hazır olmaktan çok uzaktı. .Bunun için yüz yılların geçmesi gerekiyordu.
Her şeye karşın Spartakus ayaklanması, tarihi işlevini yerine getirdi. Yenildi ama yok olmadı. Kölelerin içinde isyan ateşini yaktı ve kölelerin de, isterlerse isyan edebileceğini ve kölelik zincirlerini parçalayabileceğini kanıtladı.
Bu anlamda Kawa’mn önderlik ettiği ayaklanma daha da büyük bir önem kazanıyor. Kawa muzaffer bir köle ayaklanmasının lideridir. Kuşkusuz bu ayaklanma da bir çırpıda köleciliği yek etmemiştir. Ya da aynı biçimde, insanın insan tarafından sömürülmediği bir ekonomik siyasi sistemin doğmasına neden olmamıştır. Muhtemelen feodalizmin oluşmasına zemin hazırladığından söz edilebilir. Ama bu da tarihi bir ilerlemedir ve halkın inisiyatifi ve coşkusuyla gerçekleşmiştir. Ve üstelik Newroz’la sembolize edilen bir zaferle sonuçlanmıştır. İsyancıların önlerine açılan yeni döneme “Yeni-Gün” demelerine ve aradan bin yıllar geçmesine rağmen bunun unutulmamış olmasına neden olacak kadar mutlu bir başlangıca yol açmıştır bu isyan. Newroz’un önemi de buradadır. Dünya halklarının tarihinde şanlı bir sayfadır. İlerlemedir. Sınıf mücadeleleri tarihinde, ezilen halk kitlelerinin hanesine yazılması gereken bir sayfa.
Bugün Newroz’a devrimcilerin ve Kürt yurtseverlerinin sahip çıkmasının, ve o isyan geleneğini yaşatmaya çalışmasının nedeni de budur.
Kürt yurtseverlerinin Newroz’a daha büyük bir tutkuyla sahip çıkmalarının doğal ve anlaşılır bir nedeni var: Kürt yurtsever ve devrimcileri özgürlüklerini kazanmış ulusların yurtsever ve devrimcilerinden farklı bir şeyin mücadelesini veriyorlar. Varlığı ve dili inkâr edilmiş, tarihi, kültürü ve tüm değerleri talan edilmiş bir ulusun, ulusal, devrimci ve demokratik değerlerini ortaya çıkarma ve yaşatma mücadelesini veriyorlar. Bu, bir halkın bütün unsurlarıyla var olma mücadelesidir. Esasta kendilerine ait olduğunu varsaydıkları evrensel değerdeki bir mücadele gününe tutkuyla sarılmalarına anlayışla yaklaşmak gerekir. Kaldı ki bu, bir yanıyla onların hakkıdır da.
Gerçekte Kawa Kürt müdür? İsyanına önderlik ettiği halk ya da köleler topluluğu Kürt müydü? Bunun büyük bir önemi yok. Kölelerin etnik köken olarak homojen bir bütünlük oluşturmadıkları düşünüldüğünde bu sorulara hayır yanıtı vermek de olanaklıdır. Örneğin İtalya’daki köle isyanını gerçekleştiren köleler büyük çoğunlukla İtalyan da değillerdi. Bu ayaklanmaya önderlik eden Spartakus Trakyalıydı. Ancak bu, Spartakus ayaklanmasının önemini azaltmıyor, tersine, bu isyana daha büyük bir evrensel karakter veriyor. Tarihler, Avrupa-merkezci anlayışa uygun olarak yazılmamış olsaydı, bu anlamda Ortadoğu tarihi,’Avrupa tarihi yazılırken ki, özen gösterilerek araştırılmış olsaydı, muhtemelen bugün, Kawa da bir Spartaküs olarak, evrensel önemde büyük bir köle ayaklanmasının önderi olarak anılırdı. Bu anlamda Kawa’nın ve mücadelesine önderlik ettiği halkın Kürt olup olmamasından bağımsız olarak Newroz’da simgelenen isyan geleneği ve aydınlığa tutku, yurtsever, devrimci ve Marksistleri, dünya halklarının ortak devrimci kültürü ve mirası açısından son derece yakından ilgilendiriyor ve ona sahip çıkılmasını gerektiriyor. “… İnsanlığın bütün tarih boyunca yarattığı kültürü tamtamına bilmeksizin ve geçmişteki bu kültürü dönüştürmeksizin bir proletarya kültürünün kurulamayacağını anlamazsak, meseleyi hiçbir zaman çözemeyiz. Proletarya kültürü hazır ve bitmiş bir halde ortaya çıkmaz. (…) Proletarya kültürü kapitalist, feodal, bürokratik toplumların boyunduruğu altındaki toplumların bulup derlediği bilgiler bütününün mantıksal bir gelişimi ve bütün hepsini içerip aşan bir ürünü olmalıdır. (Lenin, Seçme Yazılar. 1966 s. 100-101)
Newroz bugün bile hâlâ Kürt yurtseverlerinin ve devrimcilerin ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Her Newroz, Kürtlerin ulusal ve demokratik mücadelesinin yeni bir ivme kazandığı bir dönem oluyor. Geniş halk kitleleri içinde hâlâ yaşayan isyan geleneğinin canlanması, aktif hale gelmesi ve kolektif coşku ruhunun oluşmasının vesilesi oluyor. Newroz yaşıyor.
Kürt Halkı bu yıl da Newroz’u, parçalandığı Ortadoğu’nun tüm ülkelerinde, ulusal ve demokratik ve demokratik hakları gasp edilmiş olarak kutlayacak. Faşist baskı ve sömürünün zulmüne rağmen kutlayacak. Biraz mahzun ama umutlu. Yine silah sıkacak, yine dağlarda isyan ateşi yakacak, yine özgürlüğe ve demokrasi olan tutkusunu dile getirecek. Ama kutlayacak. Özgür bir halk olarak, tüm haklarına sahip bir halk olarak dünya halklarının yanında yerini alıncaya kadar. Kawa’nın ve Newroz’un ilham ettiği budur.

Mart 1989

İşçi Sınıfı Hareketi, Sendikalar ve Sendikal Mücadele

1- SORUNUN ÖNEMİ ÜZERİNE
İşçiler arasındaki rekabet son bulup, tüm işçiler orta sınıfların kendilerini sömürmelerine müsaade etmemeye karar verdiklerinde mülkiyetin egemen gücü son bulacaktır. İşçiler bugüne dek kendilerine alınıp satılabilen bir mal gibi davranılmasına ses çıkarmadıkları için, ücretler arz ve talep kanununa, işgücü pazarının belirli bir andaki durumuna bağlı kalmıştır. İşçiler kararlarını verip bundan böyle kuzu kuzu alınıp satılmaya razı olmayacaklarını ilan eder etmez, çağdaş ekonomik-politik düzenin tümü, ücret kanunu ile birlikte yıkılacaktır. İşçiler yalnızca zahmet çeken değil, aynı zamanda düşünen insanlar gibi davrandıklarında, kendi emeklerinin meyvelerinden adil bir pay almaya kararlı olduklarını gösterdiklerinde (kapitalizmin) yıkılışı sağlama bağlanmış demektir. Eğer işçiler sadece kendi aralarındaki rekabeti yok etmekle yetinip daha öteye gidemezlerse, ücret kanununun sonunda yeniden işlemeye başlayacağı gerçektir. Ancak, amaçlarının bu şekilde sınırlanması, günümüz sendikal hareketinin ölümü olacak, sonunda işçiler arasındaki rekabetin yeniden canlanmasına yol açacaktır. Böyle bir politika söz konusu değildir. Zorunluluk, sendikaları rekabetin yalnızca bir yönüne değil, tümüne son vermeye itecektir. Bu sonuca ulaşılacaktır!” (abç) (1)
Sendikal hareket ve işçi sınıfı saflarında son otuz-kırk yıldır kapitalist burjuvazi, faşizm, reformizm, revizyonizm ve bu akımlara yaslanan sendika bürokrasisi tarafından yaratılan büyük bir kargaşa var. Engels’in yukarıdaki sözlerinin kavranması, bu ideolojik kargaşanın çözümü ve işçi sınıfı saflarında yaratılan parçalanmanın yenilmesi açısından büyük önem taşıyor.
Marksizm, sendikalizmi, anarko-sendikalizmi, ekonomizmi ve sosyal reformizmi yenilgiye uğrattı. Kapitalist burjuvazi sendikal hareketi “ekonomik hareket” olarak tanıyarak ve siyasal mücadeleyi burjuva demokrasisinin ve burjuva iradesinin işçi sınıfına bir “lütfü” ilan ederek işçi ve sendika aristokrasisini Marksizm-Leninizm’in genel teori ve taktiğinin yanı sıra, sendikal hareketin ve Marksizm-Leninizm’in sendikal hareketle ilgili çizgisinin yeni bir tahrifatına zorladı. Reformizm ve revizyonizm ve bunların etkisi altındaki sendikacılık akımları, sendikal mücadeleyi salt “ekonomik” mücadele olarak gördüler.
Emperyalist burjuvazinin “hür sendikalar”, revizyonizmin “ekonomik hareket olan sendikal hareketin işçilerin ve sendikaların siyasal mücadeleye katılmalarıyla birleştirilmesinin sınıf sendikacılığı hareketi” olduğu biçimindeki demagojileri ve bu demagojilerin işçi sınıfı saflarında etkisi “sendikal hareketin” salt “ekonomik hareket” olarak genelde benimsenmesinden güç almaktadır. Gerek bu nedenle gerekse, “sendikalar siyaset yapsın-yapmasın” kavgası ve bu kavga içinde sınıf sendikacılığının ne olup olmadığı tartışmasının bugün hâlâ sürüyor olması nedeniyle -belki de pek çok sınıf bilinçli işçi için gereksiz olan- işçi sınıfının Marksizm öncesi ve sonrası hareketinin ve sendikal eyleminin niteliği sorununu bu yazının girişi yapma gereğini duyduk. İleri işçilerin Marksizm-Leninizm’e kazanılması; sınıf hareketinin doğru taktikler üzerinde birleştirilebilmesi ancak sorunun teorik önemi ve pratik sonuçları kavrandığı ölçüde olacaktır.

2- İŞÇİ HAREKETİNİN DOĞUŞU VE SENDİKALAR
Engels’in yukarıdaki sözlerinde, kendiliğinden ortaya çıkmış ve gelişmiş haliyle sendikal hareket, salt “ekonomik” hareket midir, kendiliğindendi mücadele salt ekonomik mücadele midir sorularının cevabı vardır. Yine de işçi hareketi ve sendikal mücadelenin nesnel bir “zorunluluk” olarak doğuşu sürecini ele almak gerekiyor.
Feodal toplumun bağrında kapitalist üretim ilişkilerinin doğuşu, aynı zamanda, işçi sınıfının yeni bir sınıf olarak doğuşunu getirdi. Kapitalizm koşullarında, işçi sınıfının doğuşu süreci içinde işçilerin kendi aralarındaki rekabet ilk içgüdüsel davranış olarak kendim bu dönemde ortaya koydu. İşçiler itildikleri yoksulluk ve sefaleti hafifletmenin yolunu birbirleriyle rekabet ederek “gelirlerini” artırmakta görüyorlardı.
“İşçilerin kendi aralarındaki rekabet” dönemi uzun sürmedi. Makineli üretime geçiş, işçilerin birbirlerine karşı düşmanlığının yerine yeni bir düşmanlığın, sınıf düşmanlığının geçişinin başlangıcını ortaya çıkardı. İşçilerin “burjuvaziye karşı beslediği düşmanlığın ilk, en kaba ve en az başarılı ifadesi” olan eylemler işçilerin “suç teşkil eden eylemleriydi.” İşçiler sefalet ve yoksulluk içinde yaşarlarken başkalarının kendilerinden çok daha iyi durumda olduğunu gördüler. İşçi, bütün halk içinde çile çekenin niçin yalnız kendisi olduğunu kavrayacak nitelikte değildi… Sonunda ihtiyaçlar, mülkiyetin kutsallığına beslediği köklü saygıya üstün geldi ve hırsızlığa başladı”. (2) Kapitalizm geliştikçe “yıllık tutuklama sayısı ile pamuk balyası tüketimi arasındaki” artan ilişkinin gösterdiği gibi, toplumsal ve ahlaki suçlar, işçilerin burjuvaziye karşı beslediği düşmanlığın bir biçimiydi. Makineli üretim ve kapitalizmin genelleşmeye başlayan gelişmesi, suç teşkil eden eylemlere yol açmakla kalmadı; işçilerin burjuvaziye karşı düşmanlığına yeni özellikler kazandırdı. İşçilerin “bir sınıf olarak burjuvaziye karşı, bir sınıf olarak ilk örgütlü direnişi” bu dönemde kendini gösterdi. Bu direniş, “üretime makinaların sokulmasına karşı” girişilen şiddet hareketleriydi. İşçiler, makineleri tahrip etmeye yöneldiler.
Büyük ölçekli makineli üretimin gelişmesi ve üretimin toplumsallaşması, birbirlerini tanımayan insan yığınlarını tek bir yere giderek daha fazla topladı. Bu toplumsallaşma süreci içerisinde işçiler kendi aralarındaki rekabete son vermek gerektiğini deneyleriyle anladılar; tek tek mülkiyete karşı işlenen suçların ve makinaların tahrip edilmesinin işçilerin içine itildiği yoksulluk ve sefaleti kaldıramayacağı görüldü. Bu, iki olguyu bir arada gündeme getirdi: Grevler ve “işçiler arasında kalıcı birlikler” olan sendikalar…
Grevler ve direnişler önceden az-çok örgütlenen hareketlerdi, işçilerin grev ve direniş sonrasında da yaşayan örgütlenmeleri “kalıcı birlikler olan sendikaları” doğurdu ve geliştirdi. Sendikalar, işçilerin karşıt sınıf olan burjuvaziye karşı sınıf dayanışmalarının ürünü olarak doğdu. Sendikaların doğması, grev hareketinin bir mücadele biçimi olarak tarih sahnesine girmesi, modern kapitalist toplumun bağrındaki derin çelişmelerin su yüzüne çıkmasını ifade ettiği gibi, aynı zamanda, işçi sınıfının bir sınıf olarak hareketinde tarihsel bir döneme de işaret ediyordu. Sendikalar ve grev hareketleri işçilerin “kendi aralarındaki rekabete son verme” ve bir sınıf olarak burjuvaziyle “toptan rekabet” etmenin ilk girişimleriydi.
Engels bu konuda şöyle yazar: “Sendikalar ve grevlerin gerçek önemleri, kendi aralarındaki rekabete son vermek için işçilerin giriştiği ilk çabalar arasında olmalarında yatar. Burjuvazinin işçiler üzerindeki hâkimiyetinin bütünüyle işçilerin kendi aralarındaki rekabete -yani dayanışma yokluğuna- dayandığı gerçeğinin kavranması, sendikaların temelini oluşturur.”(3) (abç)

3- ULUSAL ÖLÇEKLİ SENDİKAL BİRLİKLER: İŞÇİ SINIFININ EKONOMİK VE POLİTİK HAREKETİ
Şimdi, sendikal mücadelenin, kendiliğinden işçi sınıfı hareketinin salt “ekonomik” mücadele mi olduğu sorununa dönülebilir.
Marx şunları yazıyor: “Büyük ölçekli sanayi, birbirlerini tanımayan insan yığınlarını tek bir yere toplar, rekabet, işçiler arasında çıkar ayrılıklarını doğurur. Ancak, ücretlerin korunması, patronlarına karşı bu ortak çıkarları, işçileri ortak bir direniş düşüncesinde birleştirir-birlik kurma. Bu yüzden işçi birlikleri her zaman çifte amaç taşırlar; işçiler arasındaki rekabete son vermek ve bu sayede kapitalistle toptan rekabet etmek. Direnişin ilk amacı yalnızca ücretlerin korunması olsa bile, önceleri birbirinden kopuk olan birlikler, baskı amacıyla bir araya gelen kapitalistleri görünce gruplar halinde birleşirler. Her zaman karşılarına yekvücut dikilen sermayeyi gördükçe, birliklerinin sürdürülmesi, onlar için, ücretlerin korunmasından daha gerekli bir dununa gelir.”(4) (abç)
Marx’ın yukarıdaki açıklamalarından anlaşılacağı gibi işçiler, sendika birliklerinde birleştiklerinde sadece kendi aralarındaki rekabete son vermekle kalmazlar. Bu sayede kapitalistlerle toptan rekabete girerler. Bu birliklerin ve işçilerin direnişinin ilk amacı yalnızca ücretlerin korunması olsa bile, “baskı amacıyia biraraya gelen kapitalistleri görünce” işçiler kaçınılmaz olarak biraraya gelirler, işçilerin mücadelesi ücret ve tek tek fabrika-ekonomik sorunlardan filizlenmesine karşın, zorunlu olarak ulusal çapta, sınıfın sınıfa karşı mücadelesine dönüşür. Bu mücadele, ücretli emeğin sermayeye karşı mücadelesi, sınıfın sınıfa, proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesidir.
Tek tek burjuvalarla tek tek işçiler arasındaki üretimden pay alma mücadelesi olarak başlayan mücadele, “karşılarına yekvücut olarak dikilen sermaye” sınıfının birleştiğini deneyleriyle yaşamaları, işçileri burjuvazinin kendilerine karşı girdiği yola zorunlu olarak iter, oluşturdukları birliklerin sürdürülmesi, onlar için “ücretlerinin korunmasından daha gerekli” hale gelir. İşçiler kapitalistlerle girdikleri günlük mücadeleler içinde birlik olmayı, sınıf olarak hareket etmenin önemini kavrarlar. “Tek tek burjuvalarla tek tek işçiler arasındaki çatışmalar” diyor Marx, “giderek iki sınıf arasındaki bir çatışma durumuna gelir. Böylece işçiler, burjuvalara karşı birlikler (sendikalar) kurarlar, ücretleri yüksek tutmak için aralarında kenetlenirler, muhtemel ayaklanmalar için önceden hazırlıklı olmak amacıyla kalıcı birlikler oluştururlar… Yürüttükleri kavganın gerçek meyvesi, bu kavganın hemen ardından elde edilen sonuçta değil, işçi birliklerinin yaygınlaşmasında yatmaktadır. Modern sanayinin yarattığı gelişmiş haberleşme araçları, ayrı ayrı bölgelerdeki işçiler arasında temas sağlayarak bu birliklerin oluşmasına katkıda bulunmaktadır. Hepsi de aynı niteliği taşıyan sayısız yerel mücadeleyi merkezileştirerek ulusal ölçekte sınıflar arası bir mücadele durumuna getirmek için gerekli olan da bu temasın ta kendisiydi. Ne var ki, her sınıf mücadelesi siyasal bir mücadeledir.”(5) (abç)
Marx’ın bu tahlillerinde iki düşüncenin altını çizmek gerekiyor: İlki; tek tek fabrikalarda patronlarla işçiler arasında başlayan çatışmaların bir yandan baskı amacıyla bir araya gelen kapitalistlerin zoru, öte yandan büyük ölçekli üretim, haberleşme vb.’nin yarattığı olanaklar sonucu, işçiler aralarında önce mahalli, giderek ulusal ölçekte birlikler oluştururlar ve mücadele, burjuvaziyle proletarya arasında ulusal ölçekte mücadeleye varır; yani sınıfın sınıfa karşı mücadelesine dönüşür. Altı çizilmesi gereken ikinci nokta, “her sınıf mücadelesi”nin “siyasal mücadele” olduğu düşüncesidir. Bu iki düşünceyi gözden yitirmediğimiz zaman, kaçınılmaz olarak, işçilerin sermayeye ve patronlara karşı giriştiği her hareketin özünde politik bir hareket olduğu düşüncesine varılır. Marx bu soruna başka bir yoruma yer vermeyecek şekilde açıklık getirmektedir. “İşçi sınıfının egemen sınıflar karşısına bir sınıf olarak çıkıp onları sıkıştırdıkları her hareket, apaçık politik bir harekettir. Örneğin, belirli bir fabrikada, hatta belirli bir sanayi dalında grevler vb. aracılığıyla kapitalisti işgününü kısaltmaya zorlama girişimi katıksız ekonomik bir harekettir. Buna karşılık, sekiz saatlik işgünü vb. bir kanunu çıkartmak için girişilen hareket politik bir harekettir. Ve böylece, işçilerin ayrı ayrı ekonomik hareketlerinden her yerde politik bir hareket doğar. Bu hareket, çıkarlarını, genel bir biçimde zorlayıcı nitelikte gene! bir toplumsal gücü içerir biçimde, elde etmeyi amaçlayan sınıfın hareketidir.”(6)
İşçilerin tek tek fabrikalarda girdikleri ücret (ekonomik) mücadelesinin özünde politik mücadelenin bulunması bir yana, işçi sınıfının burjuvazi ve sermayeye karşı “ulusal ölçekte” mücadeleye girmesi, bu temelde “ulusal çapta” birliklerin (kendiliğinden meslek birlikleri) doğması, işçilerin mücadelesini doğrudan sermayeye ve sınıf olarak burjuvaziye karşı bir mücadele düzeyine yükseltmektedir ki; işte bu, kendiliğinden işçi hareketinin aynı zamanda politik bir mücadele olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla “ulusal ölçekteki” sendikal örgütler, ekonomik mücadeleden doğan meslek örgütleri olmakla birlikte, ekonomik politik işçi hareketinin ürünü ve ifadesidirler. Örneğin 19. yüzyılın ilk yansından başlayarak, yüzyıl boyunca grevlerin, birliklerin ve sendikaların örgütlenmesi Chartistler adı altında geniş bir siyasi parti oluşturan işçilerin siyasi mücadeleleriyle birlikte gelişmiş; işçilerin tek tek fabrikalarda başlayan ekonomik mücadeleleri ulusal ölçekte birlikler ve politik bir işçi hareketi olan Chartist hareketle birlikte politik bir mücadeleye varmıştır.
Sendikalarda salt “ekonomik mücadele” olduğu düşüncelerine karşı Engels’in, sendikal mücadelelerin ve örgütlenmelerin politik anlamım ortaya koyan şu tahlillerinden de söz etmek gerekiyor: “… eğer sendikalar sermayenin açgözlülüğüne karşı savaşmak üzere kurulmadılarsa, ne için kurulmuşlardır? Kem küm etmekte yarar yok. Günümüz toplumunun, birbirine düşman iki büyük temel sınıfa ayrılmış olduğu katı gerçeğini hiçbir kibar, yumuşak söz gizleyemez… (emekçilerin) emeğinin ürünü her iki sınıf arasında bölüşülmek zorundadır ve sürüp giden mücadele işte bu bölüşüm üzerinedir…”
“Toplumun iki büyük sınıfı arasındaki mücadele zorunlu olarak politik bir mücadele durumunu alır… Sınıfın, sınıfa karşı her mücadelesinde uğruna mücadele edilen bir sonraki hedef, siyasi iktidardır. Egemen sınıf siyasi üstünlüğünü, diğer deyişle kanun yapıcı organdaki çoğunluğunu savunur. Egemenlik altındaki sınıf ise, önce iktidardan pay almak, daha sonra da kendi çıkar ve gerekleri doğrultusunda mevcut kanunları değiştirebilmek üzere, bu iktidarın tümünü almak için savaşır.”(7)
Marx ve Engels’i izleyen Lenin sorunu daha çarpıcı ve belirgin bir biçimde açıklıyor. “Dahası, tarihin deneyleri, politik özgürlükten yoksun oluşun, ya da proletaryanın politik haklarının kısıtlanışının, politik mücadeleyi en öne koymayı her zaman gerekli kıldığını, tartışılmaz biçimde kanıtlamıştır.” (8) Gerçekten de işçi sınıfının hareketi incelendiğinde, proletaryanın, demokratik hak ve özgürlükleri sadece fabrika sorunları için mücadele içinde değil, daha çok demokrasi ve özgürlük için politik hareket içinde kazandığını görürüz. Marksizm-Leninizm, işçi hareketinin, doğuşundan Marksist harekete varan gelişiminin iktisadi ve siyasal mücadelenin bir bileşkesi olması somut tarihsel gerçeğine dayanarak “iktisadi ve siyasal mücadeleyi ayrılmaz bir biçimde” (Lenin) birbirine bağlar. Çoğu kez sanıldığı gibi, siyasal mücadele özel bir zorlama, ya da sosyalistlerin özel isteği sonucu sendikal harekete empoze edilen bir şey değildir.

4- İŞÇİ HAREKETİ SENDİKALAR VE MARKSİZM
Buraya kadar anlatılan ve Marx, Engels ve Lenin’in çözümlemeleri şöyle özetlenebilir: İşçi hareketinin “ilk biçimi”, “alt biçimi” olan “ekonomik mücadele” (tırnak içindekiler F. Kota’ya aittir)’yle doğan “sendikal hareket”, gelişimi içinde işçi sınıfının ekonomik hareketiyle politik hareketinin ayrılmaz bir birliği olarak “ulusal ölçekte” birleşmiş ve ulusal ölçekte sendikal birliklerin örgütlenmesine varmıştır. İşçi sınıfının Marksizm öncesi döneminin başlıca örgütlenmeleri olan sendikalar, kendileri de farkına varmadan (işçi sınıfının) örgütlenme merkezleri olmuşlardır.
Şimdi artık yazının ilk bölümünün girişinde Engels’ten aktarılan bölüme gelinebilir. Engels bu pasajında işçi hareketinin geçmişini (tarihini) ve geleceğini; o günkü mevcut durumunu ve zorunlu olarak varacağı sonuçları tahlil etmektedir. Engels’in “işçiler sadece kendi aralarındaki rekabeti yok etmekle yetinip daha öteye gidemezlerse, ücret kanununun, sonunda yeniden işlemeye başlayacağı gerçektir.” düşüncesi, işçi hareketinin Marksizm’in işçi hareketine egemen olmadan önceki bütün tarihinin özetlenmesi ve çıkarılan sonuçlarıdır.
Ekonomik politik bir hareket olarak gelişmesine rağmen, işçi sınıfının Marksizm öncesi döneminin temel karakteristiği, hareketin kendiliğindenliği ya da büyük ölçüde sendikal hareket olmasıdır. Hareketin kendiliğindenci niteliğini belirleyen şey, “işçilerin sadece kendi aralarındaki rekabeti yok etmekle” yetinmeleri, “rekabetin yalnızca bir yönüne değil, tümüne son verme” bilincine ulaşamamalarıdır. Kötülüklere, yoksulluk ve sefalete karşı mücadele ederken, bunların gerçek kaynağını, “ücret kanunu”nu, kapitalizmin bizzat kendisini yıkmak gerektiği bilincine erişememeleridir. İşçi hareketinin ve işçilerin ufku ve bilinci hareketin bu döneminde esas olarak “maddi yaşam koşullarının” iyileştirilmesi ve burjuvazinin iktidarının sınırlanması; bir başka deyişle ve son tahlilde “iktidardan pay almak”la sınırlıdır. Bu mücadele, “rekabetin tümüne”, “son verme”yeceği gibi, “ücret kanununun yeniden işlemesini” de önleyemez. İşçi sınıfı hareketi henüz, kendiliğinden hareket, işçi sınıfı, “burjuvaziyle toptan rekabete” girmesine karşın kendiliğinden sınıf durumundadır. Ayaklanmalar ve grevleriyle burjuvazinin ekonomik ve siyasal iktidarını sarsacak mücadeleler içine giren işçi sınıfı, kendi hareketinin, kendi yaşam koşullarının henüz bilincinde değildir; onun bilinci burjuva bilincin çerçevesini esas olarak aşamamıştır. Paris Komünü bir proletarya diktatörlüğü olmasına karşın, işçiler burjuvazinin “ekonomik iktidarına” son verecek, kapitalizmi ve “ücret kanunlarını” tümüyle ortadan kaldıracak tedbirleri alma bilincini gösteremedikleri için yenilgiye uğramış, orada da ücret kanunu “sonunda” “yeniden” işlemeye başlamıştır.
İşçi sınıfı “ücret kanununun yeniden işlemeye başlamasını”,, “işçiler arasındaki rekabetin yeniden canlanmasını” nasıl önleyebilir, proletarya hangi koşullarda “kendisi için sınıf” ve hareketi, gerçek bir proletarya hareketi haline gelebilir’?
İşçiler, “aralarındaki” “rekabete” son verip, “çağdaş ekonomik-politik düzenin tümü(nü) ücret kanunuyla birlikte” yıkmaya karar verme bilincine eriştiklerinde, yani “yalnızca zahmet çeken değil, aynı zamanda düşünen insanlar gibi davrandıklarında”, işçi sınıfı “kendisi için sınıf”, işçi hareketi gerçek sosyalist siyasal hareket, işçilerin bilinci gerçek sınıf bilinci düzeyine ulaşmış demektir. Bu koşullarda işçi hareketi kendiliğinden olmaktan çıkmış, örgütlü sosyalist siyasal hareket düzeyine yükselmiş olur. Artık işçi “kendi maddi yaşam koşullarının” “teorik bilincine” varmıştır. Bu bilinç, siyasal platformda kendini, burjuvazinin diktatörlüğünü yıkarak, işçi sınıfının burjuvazi üzerinde diktatörlüğünü kurması biçiminde gösterir. Devlet iktidarını ele geçirme mücadelesi, işçi sınıfının sınıf bilinçli sosyalist siyasal mücadelesidir.
Engels, incelemeye çalıştığımız pasajında, “işçiler sadece kendi aralarındaki rekabeti yok etmekle yetinip daha öteye gidemezlerse, ücret kanununun sonunda yeniden işlemeye başlayacağı gerçektir… Amaçların bu şekilde sınırlanması günümüz sendikal hareketin ölümü olacak, sonunda işçiler arasındaki rekabetin yeniden canlanmasına yol açacaktır.” derken işçi sınıfının mücadelesinin kendiliğinden düzeyde kaldığı; bu mücadelenin devlet iktidarını ele geçirme mücadelesine dönüşmediği sürece, işçi hareketinin ve sendikal hareketin kaçınılmaz olarak başarısızlığa uğrayacağını vurgulamaktadır. Ama Engels hemen arkasından sorunun başka bir yönünü vurgulamaktadır. “Zorunluluk, sendikaları, rekabetin yalnızca bir yönüne değil, tümüne son vermeye itecektir, bu sonuca ulaşılacaktır.”
Kapitalizmin çelişkileri ve yol açtığı bütün sonuçlar, nasıl ki, işçi hareketini ve sendikal ve siyasal hareketi “zorunlu” olarak doğurmuşsa, gene aynı nedenler işçi sınıfını ve sendikaları “zorunlu” olarak devlet iktidarı mücadelesine, kapitalizmi ve kapitalizmin yol açtığı rekabeti bütün yönleriyle ortadan kaldırma mücadelesine “itecektir.” Engels’e göre, sendikaların, bütün sınıflan ve sınıfların varlığından doğan rekabeti ortadan kaldıracak olan proletarya devrimine girmesi, toplumdaki nesnel yasaların belirlediği bir “zorunluluk” olarak kaçınılmazdır; zorunluluk sendikaları bu yola itecektir.
Marx, işçi hareketinin ve sendikal hareketin tarihini, içinde bulunduğu durumu ve işçi hareketine yol açan nesnel koşulları, zorunlulukları tahlil ederek sendikaların işlev ve görevleriyle ilgili şu sonuçlara varmıştır:
“… sendikaların ilk hedefi, günlük ihtiyaçlara, sermayenin ardı arkası kesilmez saldırılarını engelleme yollarıyla, kısacası ücret ve işgünü uzunluğu sorunlarıyla sınırlı kalmıştır. Sendikaların bu eylemi yalnızca meşru değil, aynı zamanda gereklidir. Günümüzün üretim sistemi son bulmadıkça bu eylemden vazgeçilemez. Tam tersine, bu eylem, … genelleştirilmelidir. Sendikalar, buna karşılık, kendileri de farkına varmadan, örgütlenme merkezleri olmuşlardır. Sendikalar, emek ve sermaye arasındaki gerilla savaşları bakımından gerekliyseler ücretli emek ve sermaye egemenliği düzenini değiştirmenin örgütlü araçları olarak daha da gereklidirler.
“Sendikalar özgün amaçlarının yanı sıra, artık, daha büyük çıkarları olan tam kurtuluş için işçi sınıfının örgütlenme merkezleri olarak bilinçle hareket etmeyi öğrenmelidirler. Bu amaca yönelik her toplumsal ve politik harekete yardımcı olmalıdırlar. (Böylece) kendilerini tüm işçi sınıfının temsilcileri ve savunucuları sayarak ve böyle davranarak birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır… Çabalarının, dar ve bencil olmayıp, ezilen milyonların kurtuluşuna yönelik olduğuna dünyayı inandırmalıdırlar.”(9)
Marksizm soyut, spekülatif düşünceden doğmadı. Mevcut somut üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin, burjuva ekonomi-politiği ve burjuva ekonomi politik düzenin köklü bir eleştirisiyle birlikte, burjuvazinin, işçi sınıfı ve hareketinin somut ilişki ve olgularının tahlilinden doğdu. Marx, sendikaları, tarihte gördüğü işlevleri ve gelecekteki görevlerini çözümleyip ortaya koyarken tamamen somut olgusal ilişki ve olaylara dayandı. Engels, “zorunluluk, sendikaları yalnızca rekabetin bir yönüne değil, tümüne son vermeye itecektir, bu sonuca ulaşılacaktır” düşüncesine varırken, soyut bir sübjektif isteği ifade etmiyor; tarihe ve kapitalist ekonomi politiğin ve mevcut kapitalist toplumsal sistemin somut çelişmelerine, mücadele eden “büyük güçler”in sınıfsal çatışmalarına dayanıyordu. O, insanın iradesinden bağımsız nesnel toplumsal “zorunluluk”un yasalarını çözümlüyordu.
Marx Avrupa’daki ilk işçi sınıfı ayaklanmaları olan 1848 hareketlerinin, özellikle de tarihteki ilk proletarya diktatörlüğü olan Paris Komünü’nün siyasal tahlillerine dayanarak işçi sınıfı hareketinin varacağı “zorunlu” sonuçları formüle etti. İşçi hareketinin yarattığı bu tecrübelerle birlikte, Marksizm’in doğması ve proletarya hareketiyle kaynaşması sürecinde, sendikaların “özgün amaçlarının yanı sıra, artık daha büyük çıkarları olan tam kurtuluş için işçi sınıfını örgütleme merkezleri olarak bilinçli hareket etme” biçiminde beliren yeni işlevleri, proletarya diktatörlüğü ve sınıfsız toplum için mücadele olarak kesin ilkesel biçimine ulaştı. Sendikalar işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesi içinde doğan, ama “bilinçle hareket etmeyi” öğrenen sınıf örgütleri olacaklardır. “İşçiler bayraklarına tutucu bir deyiş olan: ‘Adil bir iş-gününe karşılık âdil ücretler!’ sözlerini yazacaklarına şu devrimci sloganı yazmalılar: Ücret sistemi kaldırılsın!”(10) Sendikalar da işte ancak bayraklarına bu sloganı yazdıkları zaman gerçek anlamda bilinçli sınıf örgütleri olabilirler. Bu, sendikaların proletarya iktidarı için mücadeleyi bayraklarına yazmaları anlamına gelir ve ancak bu koşulla sınıf sendikaları olabilirler.

5- MARKSİST LENİNİST PARTİ VE SENDİKALAR
İşçi sınıfı hareketinin Marksist hareketle kaynaşması süreci siyasal bakımdan işçi sınıfında ve hareketinde bir nitelik değişimine yol açtı. Sendikalar için proletaryanın siyasal mücadelesini bilinçle sürdürme ve devlet iktidarını ele geçirme mücadelesinin kaldıraçtan olarak hareket etme işlevini doğurmakla kalmadı; işçi sınıfının örgütlenmesi açısından da son derece büyük sonuçlar doğurdu.
Engels bu konuda şunları yazıyor: “Bu bilinç işçi sınıfı içerisinde bir kez yayıldı mı, sendikaların durumu da önemli ölçüde değişecektir. Artık işçi sınıfının tek örgütü olma ayrıcalığından yararlanamayacaklardır. Çeşitli işkollarındaki sendikaların yanı sıra, ya da onların üstünde, bir bütün olarak işçi sınıfının politik örgütü olacak genel bir sendika yer almalıdır.” (11)
“Proletarya, mülk sahibi sınıfların kolektif iktidarına karşı savaşımda, ancak mülk sahibi sınıflar tarafından kurulan bütün eski partilerin karşıtı olan, ayrı bir siyasal parti oluşturursa, bir sınıf olarak hareket edebilir.”(12)
İşçi sınıfının kendiliğinden hareketinin Marksist hareketle birleşmesi ve sosyalist sınıf bilincinin işçi sınıfı saflarında yayılması, zorunlu olarak sınıfın ekonomik ve politik hareketini devlet iktidarını ele geçirme mücadelesine dönüştürdü. İktidar mücadelesinde, proletarya diktatörlüğü için mücadelede, işçi sınıfı da tarihteki her sınıf gibi, “öncü birliğim” yaratarak mücadeleye girebilirdi. Tarihte hiçbir sınıf yoktur ki, öncülerin oluşturduğu öncü birliğe ihtiyaç duymadan mücadele etsin… İşçi sınıfının “kendisi için bir sınıfa dönüşmesi süreci, aynı zamanda “politik örgütü olacak genel bir sendika”yı, “eski partilerin karşıtı olan ayrı bir siyasal parti”yi yaratma sürecidir. Bu süreç aynı zamanda sendikaları partiye, sendikal mücadeleyi siyasal iktidar mücadelesine bağlayan bir süreçtir.
İşçi sınıfının politik partisine sahip olması, sınıfın ekonomik ve politik mücadelesinde sendikaların işlevini azaltacak ya da ortadan mı kaldıracaktır?
Hayır, iktidar mücadelesinde sendikaların önemi azalmadığı gibi, devrim ve sosyalizm mücadelesinde daha büyük bir önem kazanmışlardır. Engels, program sorunları üzerine Bebel’e yazdığı mektupta “… bu örgütler (sendikalar) işçilerin sermayeye karşı günlük mücadelelerini yürüttükleri, çatısı altında işçilerin kendilerini yetiştirdikleri ve bu günlerde şimşekleri çok çektikleri halde (…) karşı güçlerin yıkamadıkları örgütlerdir… Programda (Alman Sosyal Demokrat Parti programı) bunlara değinilmesi bence kesin olarak gereklidir ve mümkünse parti örgütünde bunlar için özel bir yer ayrılmalıdır.”(13) (abç) der. Görüldüğü gibi, sendikalar sınıf bilinçli proletaryanın devrim ve sosyalizm mücadelesinde, partinin yanı sıra “özel bir yer” tutmaktadır. Sendikalar gereksiz örgütler değil; aksine, proletarya açısından son derece gerekli örgütlerdir. Çünkü sendikalar, “ücret kanunu”nu ve kapitalizmi yıkma yeteneği olmayan ekonomik ve politik mücadelenin “örgütlenme merkezleri” olmaktan çıkmış; bunların yanı sıra ve çok daha önem’i olarak, kapitalizmi yıkmanın araçları ve devrim ve sosyalizm mücadelesinin kaldıraçları durumuna yükselmişlerdir.
Engels’in sözleriyle, “Sınıfın sınıfa karşı politik mücadelesinde örgüt en önemli bir silahtır. O ölçüde önemlidir ki, yalnızca politik nitelikteki ya da Chartist örgütler paramparça olurken, sendika örgütleri giderek güçlenmiş, dışarıdaki hiçbir sınıf örgütünde görülmeyen bir güç düzeyine ulaşmıştır.” (14) Bütün işçileri bağrında toplamaya yetenekli ve parçalanmaz bir güç olan sendikalar, sınıfın temel kitle örgütleri ve yeri başka bir örgütlenmeyle doldurulamayacak bir silahtır, öylesine bir silahtır ki, “sendikalara parti örgütlerinde özel bir yer” ayrılması zorunludur. Devrim için ayaklanmada, proletarya diktatörlüğü ve sınıfsız toplum için mücadelede “proletaryanın kitle örgütlerini (kitle örgütleri olan sendikaları, bize ait) çevresinde toplamaya ve savaş sırasında yönetmeye yetenekli bir parti’ (Stalin)’e ne kadar zorunlu bir ihtiyaç varsa, “partiyi sınıfa bağlayan volan kayışları” (Stalin) olan sendikalara da o kadar zorunlu bir ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç ve devrim ve sosyalizm mücadelesinde sendikaların önemi yadsınamaz. Sendikalar olmadan işçi sınıfını devrim ve sosyalizm mücadelesinde eğitip örgütlemek, işçi hareketini sosyalist sınıf hareketine dönüştürmek olanaksızdır.
Bu noktada üzerinde durmamız gereken bir soru gündeme geliyor: Parti, sendikalar “üstünde” nasıl yer alacaktır? Her iki sınıf örgütü arasındaki ilişkinin niteliği ve biçimi nasıl ve neye dayanacaktır?
Bu soruların muhatabı esas olarak sendikalar değil, partidir. Bu sorulara yanıt bulması gerekenler kendiliğinden işçi kitleleri değil, Marksist-Leninistlerdir. Proletaryanın öncüsü ve kurmay heyeti olan parti, sendikalar üzerindeki yönetici etkinliği geniş işçi kitleleriyle kurduğu bağlar sayesinde elde edebilir. Parti bu etkinlik ve yönetici rolü sendikaların partiye bağlanması için öze! bir mücadeleyle kazanabilir.
Partinin “sendikaların üstünde” yer alması, sendikaların partiye bağlı olması demek, Stalin’in sözleriyle Marksizm-Leninizm’e göre, “Sendikaların… partinin yönetimine resmen ast olarak bağlı olmaları demek değildir. Sadece bu örgütlerden olan ve bunlarda tartışma götürmez bir biçimde etkili olan parti üyeleri, bu parti-dışı örgütlerin çalışmalarında proletarya partisine yaklaşmalar ve onun siyasal önderliğini gönül rızasıyla kabul etmeleri için bütün ikna yollarına başvurmalıdır demektir. (15) Demek ki, parti, “sendikalar üzerinde” yer alırken, bu yerini tamamen kendi siyasal çalışması ve siyasal etkinliği ve önderlik yetenekleriyle edinmektedir.
Proletarya devrimci bir öncüye, Marksist-Leninist bir partiye sahip olmadan devrim yapamaz, kapitalizmin ve burjuvazinin kendim bağladığı kölelik zincirlerini kıramaz. Ancak, işçiler sendikalar içinde örgütlenmeden, sendikalar parti etrafında toplanmadan, onun önderliğini ve yöneticiliğini gönüllü olarak kabul edebileceği bir konuma çekmeden sendikaları işçi sınıfının örgütlenme ve direniş merkezlerine, sosyalizm okullarına, kısacası, sınıf sendikalarına dönüştürmeden de parti devrim yapamaz. Çünkü devrim kitlelerin kendi eseri olacaktır. Parti, sendikalar üzerinde bu etkinliğini, üyelerini partisiz sendikalara ve işçi yığınları içine yollayarak, sendikalarda ve işçi sınıfı saflarında çalışarak, kitlelerin sevgi güven ve desteğini kazanarak kurabilir.

6- İŞÇİ SINIFI, SİYASAL MÜCADELE, SİYASAL BİLİNÇ

İşçi sınıfı kendiliğinden siyasal mücadelelere” hangi nedenlerle sürüklenmiştir?
Kapitalizmin ve burjuvazinin işçileri içine ittiği yoksulluk, sefalet ve “insan dışı” durum, proletaryanın burjuvaziye ve kapitalizme karşı mücadeleye girmesinin somut temelini oluşturur. Bu somut temel üzerinedir ki, burjuvazi, işçi sınıfını kendi varlığına karşı ekonomik ve siyasal, yasal ve yasa dışı her türden mücadeleye hazırlar.
Burjuvazi bunu başlıca iki biçimde yapar: Bunun ilki fabrikalardaki işçilerin iş günü süresi ve ücretlerin korunmasıyla ilgili her talebi karşısında patronların sınıf olarak birleşmesidir. Sınıfların karşı karşıya gelmeleri, burjuvaziyle proletaryanın iki düşman sınıf olarak mücadeleye girmeleri sınıf mücadelesidir ve bu mücadele zorunlu olarak siyasal mücadeledir. Marx, “… baskı amacıyla bir araya gelen kapitalistleri görünce (işçiler) gruplar halinde birleşirler. Her zaman karşılarına yekvücut olarak dikilen sermayeyi gördükçe, birliklerinin sürdürülmesi, onlar için, ücretlerin korunmasından daha gerekli bir duruma gelir. (…) Gerçek bir iç savaş olan bu mücadelede yaklaşan bir savaşın gerekli tüm unsurları birleşip gelişirler. Bir kere bu noktaya ulaştığında, birlik siyasi bir niteliğe kavuşur.” (16) derken tam da bu durumu ifade etmektedir. Burjuvazi ve kapitalizmin yarattığı koşullar, “halk kitlelerini işçi durumuna” getirmekle kalmıyor; işçileri önce ekonomik mücadeleye, giderek ulusal ölçekte siyasal mücadeleye çekiyor.”… işgününün sınırlandırılması ancak yasal müdahale ile düzenlenebilmiştir. Emekçilerin dışarıdan devamlı baskıları olmasaydı, bu müdahale gerçekleşemezdi. (…) İşte genel politik eylemin bu gerekliliği, sermayenin, sadece ekonomik eylemde bile daha güçlü olduğunun kanıtıdır.” (17) Oysa “… İşçi sınıfının egemen sınıflar karşısına bir sınıf olarak çıkıp onları sıkıştırdıkları her hareket, apaçık politik bir harekettir.” (18) (abç)
Marx’ın bu tahlillerinden çıkan sonuçlar nedir?
Bunlardan birincisi; bizzat kapitalizmin yarattığı koşulların ve burjuvazinin bir sınıf olarak işçi sınıfına karşı birleşmesinin, işçileri “sınıf olarak” birleşmeye ve siye;.-! mücadeleye zorladığıdır. İkincisi; proletaryanın mücadelesi “sadece ekonomik” platformda kaldığı sürece, burjuvazinin işçi sınıfından daha güçlü olduğu ve bu nedenle işçilerin ücretleri ve işgününü korumak için politik eyleme başvurmak zorunda kaldığı gerçeğidir. Üçüncüsü iş günü ücretleri koruma mücadelesinde bile işçilerin politik eyleme girerek başarı kazanabilecekleridir. Dördüncüsü; işçilerin burjuvaziyi bir sınıf olarak “sıkıştıran” her hareketinin politik bir hareket olduğu ve beşinci olarak, işçilerin politik eyleme, bir sınıf olarak hareket eden burjuvaziyi “gördükçe”, ondan öğrenerek, kapitalizmin yarattığı yoksulluk ve sefaleti yaşayarak kendiliğinden girdiği politik eylemin bu bilincini deneyimle kendiliğinden edindiğidir. Ancak, işçi sınıfının bu politik eylemi burjuvazinin ekonomik, siyasal egemenliğini yıkmamakta; onun egemenliğine bir “müdahale” olmakta ve sınırsızlığını sınırlayıcı bir rol oynamaktadır. İşte, kapitalizmin ve burjuvazinin işçileri zorunlu olarak siyasal mücadele alanına sürmesinin ve hazırlamasının ilk nedeni böyle açıklanabilir.
Burjuvazi proletaryayı siyaset sahnesine başka bir nedenle de zorunlu olarak çeker. “Burjuvazi (yürüttüğü) bu savaşların (feodallere, sanayinin gelişimine ters düşen burjuva kesimlerine, diğer ülke burjuvalarına karşı) tümünde proletaryaya gider, onun yardımını ister; böylece proletaryayı da siyaset sahnesine çeker. Bu nedenle, burjuvazinin bizzat kendisi proletaryaya siyasi ve genel eğitim unsurlarını sağlamaktadır. Başka bir deyişle burjuvazi, proletaryayı kendisine karşı savaşmak için gerekli silahlarla donatmaktadır.” (19)
Burjuvazi feodal sınıflara ve başka uluslardan burjuvazi vb. ye karşı ekonomik ve siyasal egemenliğini korumak ve pekiştirmek için başta işçi sınıfı olmak üzere, toplumun diğer sınıf ve tabakalarını hükümet, devlet, kamu ve yönetim sorunlarına çekmek zorundadır. Bu durum, işçileri, dar fabrika sorunlarından sıyrılıp ülke, hükümet, devlet ve kamu işleriyle uğraşmaya yöneltir. Proletarya böylece ilk siyasal derslerini burjuvaziden alır ve kendi öz siyasal mücadelesinin ilk eğitimini burjuvazinin okulunda görür.
Proletaryaya burjuvazi tarafından verilen siyasal eğitimin örgütsel alandaki ilk ürünü sendikal birlikler olmuştur. Sınıfın temel kitle örgütleri olan sendikaların oluşumu “dar fabrika sorunları” için mücadelelerle başlamasına rağmen, “sınıfın sınıfa” karşı” ekonomik ve siyasal mücadelesinin sonucudur. İşçi hareketinin kendiliğinden döneminin proletaryaya sağladığı belki de en önemli kazanım, “birlik kurma Fikri” ve bu fikrin bir ifadesi olan sendikalardır.
Hareketin bu kendiliğindenci döneminde işçi sınıfı içinde ya da ona yaslanmaya çalışan siyasal, “demokratik”, “sosyalist” akım ve partiler de doğmuştur. Ancak bu partiler bağımsız işçi partileri değil, burjuvazinin ideolojisinin işçi sınıfı saflarındaki etkilerinin bir ifadesi olan burjuva, küçük burjuva partilerdir. Sendikalist, anarşist, anarko-sendikalist, ütopik sosyalist akım ve partiler gibi. Proletaryayı burjuvaziye ve burjuva ekonomi politik düzenine bağlayan kaldıraçlar olan bu parti ve akımlar, düşünceleri, eylemleri ve temsil ettikleri ideoloji ve siyasetlerle burjuva bilincin ürünü ve taşıyıcılarıdırlar. Bu nedenledir ki bu dönemde proletarya bir sınıf olmasına karşın henüz burjuvaziden bağımsız ve kendisi için bir sınıf olgunluğuna erişememiştir.
Proletaryanın kendi bilincine varmasının anlamı nedir? Proletaryanın kendi bilincine varması, kapitalizmin proletaryayı içine ittiği, “öz maddi yaşam koşulları” ve “yaşam ilişkileri”yle “kendi kendini yitirmiş (insanın-bize ait) aynı zamanda bu yitirmenin teorik bilincini” de kazanmasıdır. (20)
Proletaryanın kendiliğinden hareketinin tarihi, “işçilerin salt kendi çabalarıyla yalnızca sendikal bilincini, yani sendikalarda birleşmenin, işverenlerle savaşmanın ve hükümeti gerekli işçi yasalarını çıkarmaya zorlamaya çalışmanın gerekliliğine vb. duyulan inancı geliştirebileceğim gösterir.” (21) O halde proletarya “kendi öz maddi yaşam koşullarının”, “kendi yaşam ilişkilerinin” “teorik bilincine” nasıl ve hangi yoldan varacak ve nasıl bağımsız bir sınıf olarak hareket edecektir?
Kapitalizm ve burjuvazi kendi gelişmesi açısından bilimi ve tekniği geliştirmek zorundadır. Egemen burjuvazi, bütün tarihi kendi sınıf tarihi olarak ilan etmek ve kendi egemenliğini evrenselleştirmek zorundadır. Öte yandan, kapitalizm, toplumu öylesine örtüsüz biçimde iki karşıt sınıfa böler ve öylesine keskin, açık çelişkiler yaratır ki, “burjuva ideologlarının bir bölümü”nün toplumun temelini oluşturan gerçek çelişkileri görüp teorik olarak kavramasının ön koşullarını yaratır. Bu nedenlerle, felsefe, bilim, bilimsel bilgi, tarih ve toplum bilimleriyle uğraşan burjuva aydın topluluğu içinden bir bölümü, dünyanın ve toplumun diyalektik ve tarihsel materyalist kavranışının bilgisine kaçınılmaz olarak varır. Burjuva aydınları arasında diyalektik ve tarihsel materyalist düşünceler yaygınlaştığında, proletaryanın dünya görüşünün ve gerçek sınıf bilincine erişmesinin bütün “unsurlar,” oluşmuş demektir.
Marx bu konuda şunları yazıyor: “…nasıl daha önceleri asillerin bir bölümü burjuvazi saflarına katılmışsa, şimdi de burjuvazinin bir bölümü, özellikle tarihsel gelişimi teorik açıdan bütünüyle anlayabilecek düzeye yükselmiş burjuva ideologlarının bir bölümü proleterlere katılır.” (22)
Proletaryanın kendi hareketi içinde ve kendi kendine sosyalizmin düşüncelerine ve proleter sınıf bilincine varması olanaksızdır. Onun varlık koşulları ve kendiliğinden hareketi, diyalektik ve tarihsel materyalist düşünceleri oluşturanlar için sadece bir esin kaynağıdır ve proletaryanın dünya görüşü ve sınıf teorisi, onun kendiliğinden hareketinden tamamen bağımsız olarak gelişir. “İşçiler arasında Sosyal-Demokrat bilinç olamazdı… Bu bilinç onlara dışarıdan verilmeliydi… Sosyalizm teorisi, mülk sahibi sınıfların eğitim görmüş temsilcileri, aydınlar tarafından geliştirilen felsefi, tarihsel ve ekonomik teorilerden ortaya çıkmıştır.” (23)
İşçi sınıfı hareketinin kendiliğindenci döneminde, kaynağını ütopik sosyalistlerden alan sosyalizm teorileri ortaya çıktı. Ancak bunlardan hiçbiri diyalektik ve tarihsel materyalist teoriler değildi, burjuva dünya görüşünü aşamadıkları gibi, burjuva ekonomi-politik düzenin inkârını da içermiyorlardı. Proletaryanın tarihsel rolünü kavrayamayan bu teoriler, ya soyut insan ve insan aklına dayanarak burjuvazinin “akılcı”lığı ile “sosyalizm”e varılacağını iddia ediyor; ya da sosyalizm adına küçük’-burjuva sosyalizminin ve kolektif “eşitlikçi” kapitalizmin ekonomi-politiğinin teorisini yapıyordu. Bu nedenle proletaryaya siyasal iktidar mücadelesini doğrudan ya da dolaylı olarak öngörmeyen burjuva teorilerdi.
Marx ve Engels bütün bu teorileri aştılar. Onlar tarihi materyalist acıdan incelediler. Burjuva dünya görüşlerini ve bunlara temel teşkil eden felsefi idealizmin, “sosyalist” biçimleri dahil bütün biçimlerini mahkum ettiler. Burjuva ekonomi-politiğinin ve düzeninin bütün maddì-toplumsal temellerini ve yasalarını köklü bir tarzda eleştirdiler. Onların elinde sosyalizm gerçek sınıf temellerine oturdu, proleter sosyalizmi doğdu. Proletarya Marx ve Engels’in öğretilerinde tarihi devrimci yerini aldı.
Marx proletaryanın tarihsel devrimci rolünü şöyle açıklar: “Proletarya, özel mülkiyetin proletaryayı yaratarak kendine karşı verdiği yargı kararını uygular; tıpkı ücretli emeğin, başkasının zenginliği ve kendi öz sefaletini yaratarak, kendine karşı verdiği yargı kararını da uyguladığı gibi. Eğer proletarya zaferi kazanırsa, bu hiç de toplumun mutlak yanı durumuna geldiği anlamım taşımaz; çünkü bu zaferi ancak hem kendi kendini hem de kendi karşıtım kaldırarak kazanabilir. Öyleyse, onu içeren karşıtı olan özel mülkiyet kadar, proletarya da ortadan kalkmıştır.” (24)
‘Burjuvazinin mezar kazıcısı’ bir toplumsal sınıf olarak doğan proletarya, “kendi öz yaşam koşulları”nın “teorik bilinci”ne vardığında, burjuvazinin mezarını kazdığı kadar, kendi kendini de tarihe gömecek bir sınıf olduğunu kavrar. O bu bilinci Marksizm teorisiyle birlikte alır. Çünkü Marksizm teorisi kendi öz yaşamının ve maddi yaşam ilişkilerinin teorisi ve bilgisidir.
Manifesto’nun yayınlanmasıyla başlayan süreçte, 1848 ayaklanmalarıyla Paris Komünü arasında kalan yıllar, proletaryanın hareketiyle Marksist hareketin kaynaştığı yıllar oldu. Bu yıllar proletaryanın gerçek siyasal mücadeleyle içice olduğu yıllardı. Marksizm teorisi, proletaryanın kendiliğinden mücadelesine siyasal iktidar perspektifi verdi. Marksist materyalist tarih kavrayışı, “her devrimin temel meselesinin iktidar meselesi” olduğu; kapitalizmin yıkılmasının kaçınılmaz olduğu kadar, kapitalizmden sosyalizme geçişin bir siyasal devrim dönemine uygun düştüğü; bu geçiş döneminin proletarya diktatörlüğünden başka bir şey olmadığının bilgisini proletaryaya verdi. Kendiliğinden sınıf olan proletarya bu süreçte “kendisi için sınıf durumuna geldi ve kapitalizmin sınırları ve burjuva ideolojisinin belirleyici etkileri altında süren mücadelesini bu bilgiyle geliştirdi, devlet iktidarı mücadelesine dönüştürdü. Bu dönüşüm proletaryanın ileri öğeleri arasında bütün diğer partilerden ayrı ve bağımsız proletarya partisi düşüncelerinin egemen olması anlamına geliyordu.
Marksist hareketin işçi hareketiyle birleşmesi, sendikalara partizan sendikalar perspektifini, sınıf sendikaları perspektifini kazandırdı. Bu perspektif, sendikaların günlük çıkarların yanı sıra ve ondan daha çok, tam kurtuluş, sosyalizm ve devrim için mücadele perspektifidir. Sendikalar, devrimin, proletarya diktatörlüğü için mücadelenin kaldıraçları oldular. Bu, özel olarak sosyalistler böyle istediği için değil, “zorunluluk” nedeniyle böyle oldu.

7- İŞÇİ SINIFININ SENDİKAL HAREKETİ VE REVİZYONİZM

Yazının başında revizyonizmin, Marksizm-Leninizm’in, sendikalarla ilgili teori ve çizgisinde yarattığı ana tahribata değinmiştik. Bu bölümde, sınıf sendikacılığı sloganıyla kendini gizlemeye çalışan revizyonist sendikacı çizgi üzerinde durmak istiyoruz. Revizyonist sendikacılık ile sosyal demokrat sendikacılık arasında öze ve biçime ilişkin teori ve pratik bir ayrılığın olmaması nedeniyle burada söylenenler, aynı zamanda sosyal demokrat reformist sendikacılığı da doğal olarak içine alacaktır. Emperyalist ve gerici burjuvazilerin doğrudan örgütlediği san, gerici ve faşist sendikacılık üzerinde durmayacağız.
Marksizm-Leninizm’in ve M-L öğretinin bütün özü proletarya diktatörlüğü öğretişidir. Gerek sosyalizmin gerekse işçi sınıfı hareketi tarihinin gördüğü bütün revizyonist ve modern revizyonist akım ve partilerin, Marksizm-Leninizm’in teori ve siyasal çizgisinde inkar ettiği düşünce, proletarya diktatörlüğü ve bunun için mücadele düşüncesidir. Son otuz yıldır işçi sınıfı hareketine egemen olan, büyük bir kargaşa ve bölünmeye yol açan günümüz revizyonizminin bütün fraksiyonları, proletarya diktatörlüğü teori ve pratiğine saldırarak ve yozlaştırarak ortaya çıktılar. Bu, onları doğal olarak sendikal mücadeleyi de yozlaştırmaya götürdü.
Devrim, sosyalizm ve proletarya diktatörlüğünü inkâr eden revizyonistler, sınıf sendikacılığı sloganını da devrimci anlamından uzaklaştırdılar ve içi boş bir lafa dönüştürdüler. Revizyonist partiler, farklı noktalardan yola çıksalar bile, sınıf sendikacılığım temelden reddeden sınıf işbirlikçisi reformist bir sendikal çizgi üzerinde buluştular.
Revizyonist akım ve partilerin Marksizm-Leninizm’in sendikalarla ilgili teori ve çizgisinde yaptıkları ana tahrifat, sendikaların işlevi, rolü ve proletaryanın siyasal mücadelesi karşısındaki yeri üzerinedir. Onlar, geniş mesleki örgütleri olmalarından yola çıkarak sendikaları “ekonomik mücadele” örgütü derekesine düşürmüşlerdir.
Sovyet revizyonistlerine bağlı Dünya Sendikalar Federasyonu kendi niteliğini şöyle tanımlıyor; “DSF’nin sendikal niteliğini daha da ısrarla belirtmek, mesleki sorunlara, sendika olarak varlığımızı haklı çıkaran talep ve faaliyetlere daha büyük bir dikkat göstermek demektir.” (25)
“Eğer emekçilerin çoğunluğu, işverenlere karşı mücadelede birleşirse işverenlerin direnişi ancak böyle kırılabilir.” (26)
Sovyet ve İspanyol revizyonist sendika şeflerinden alınan yukarıdaki alıntılar tipik, ilkel bir ekonomizmin ifadeleridir. Sovyet sendika şeflerinin dediği gibi “sendika olarak varlığı., haklı çıkaran”, “sendikal niteliği daha da ısrarla belirt(en)”, “mesleki sorunlara …daha büyük dikkatin ele alınması ve öne sürülmesi sınıf sendikacılığının ayırt edici niteliği değildir. Ayırt edici nitelik, sendikaların gerçek ve tam kurtuluş için, kapitalizmin yıkılışı için mücadeledir. Sınıf sendikalarının “varlık” ve “sendika haklılık nedeni,” “mesleki talepler”in ekonomik sorunların varlığı değil proletaryanın sömürülen bir sınıf olarak varlığı ve tam kurtuluş için duyduğu devrim ve sosyalizm ihtiyacıdır. Revizyonist sendikacı liderler işçi sınıfını “mesleki sorunlar” üzerinde tutacak bir ekonomizmi sınıf sendikacılığı olarak öne sürüyorlar.
İspanyol revizyonist sendika şefinin yukarıdaki sözleri, Sovyet revizyonist sendikacıların çizgisine daha da açıklık kazandırıyor. Ona göre, “emekçilerin çoğunluğu işverenlere karşı birleşirse işverenlerin direnişi… kırılabilir.” Oysa Marksizm-Leninizm “işverene ve hükümete karşı mücadele bilinci”nin, kendiliğinden bilinç olduğunu ısrarla vurgular. Ve işçiler çoğunlukla bu bilinci kendiliğinden işçi hareketi içinde kazanırlar. Marksist-Leninistlerin, sınıf sendikacılığının işçilere vereceği eğitim ve bilinç, sosyalizm bilinci, devrim için siyasal iktidarı ele geçirme bilincidir. Sınıf sendikacılığını diğer bütün sendikacılık akımlarından ayıran temel ayrım noktası budur. Kendiliğindenci bilincin, “işveren ve hükümete karşı birleşme” bilincinin “işverenlerin direncini” kıracağını iddia etmek, Marksizm-Leninizm’i, sosyalizm mücadelesini rafa kaldırmak olduğu gibi, işçi sınıfını “ücret kanununa” ve “burjuva ekonomi politik düzenine” köle etmekten başka bir şey değildir. Bu, işçi sınıfını kendiliğindenci “iktisadi mücadelenin” dar sınırları içine hapsetmenin tipik ekonomi politikasıdır.
Görüldüğü gibi, revizyonist sendika ele başları, işçi hareketini Marksizm ve sosyalizm öncesi dönemin kendiliğinden işçi hareketinin de gerisine götürmektedir. Revizyonistler sendikaların siyasal rolünden yarım ağızla söz ediyorlar. Fransız revizyonist sendika sekreteri şunları yazıyor: “…toplumu değiştirmek, önce devlet ekonomisini yönetecek araçları elde etmektir.
Emekçinin… işletmenin olduğu gibi, ekonominin de yönetimde tam pay alması ve bunun araçlarına sahip olması…
Sendikal örgütlenmenin sürekli (kapitalist ve sosyalist toplumda) ve temel görevi, varoluş nedeni emekçilerin çıkarlarının savunulmasıdır.
“(Kapitalist ve sosyalist toplumda) toplumun uyumlu ve dengeli gelişmesini sağlayabilmek için bir karşı ağırlık gereklidir. Sendikalar toplumsal olaylarda bu karşı ağırlıkların başlıcalarıdır.” (27)
Proletarya “devlet ekonomisini yönetecek araçları” mı elde edecektir; yoksa burjuva devleti yıkıp yerine sosyalist ekonomiyi inşa edecek kendi devletini mi kuracaktır? Revizyonistlerin ve revizyonist sendika şeflerinin elinde Marksizm-Leninizm’in ve proleter sosyalizminin içinin boşaldığı açık. Onlar, hükümette etkili olma ve sendikaların, “toplumsal olaylarda karşı ağırlıkları” temsil etmesi “mücadelesi”nin “araçları” olmasını sendikaların “siyasal mücadele”ye katılması olarak görüyorlar. Yani onlara göre, sendikalar, “ekonomik mücadele” örgütleridir; siyasal mücadeleleri ise işçi sınıfının toplumda “karşı ağırlık” mücadeleleridir. Revizyonist elebaşlarının sınıf sendikacılıklarının bütün özü işte budur.
İşçi sendikaları toplumda bu “karşı ağırlık”ı nasıl kazanabilir?
İtalyan revizyonist sendika “liderleri” bu soruya şu yanıtı veriyorlar: “reformlar için eylem, emekçilerin, toplumun gelişmesini denetleyebilmesi ve dolayısıyla sınıflar arasındaki kuvvet dengesini bozması için gitgide daha büyük imkânlar elde etmeye yönelik bir kavga stratejisidir.” (28)
Proletarya, ücretlerin ve ücretlere bağlı yaşam koşullarının iyileştirilmesi “stratejik” mücadelesiyle burjuvaziyi “Denetleme” yoluyla “kuvvet dengesi”nin bozulmasına yol açacak kazanımlar elde edecek ve böylece işçi sınıfı toplumda bir “karşı ağırlık” meydana getirecek!
İtalyan revizyonistlerinden yapılan alıntı, bütün bunların yan ısıra, en ilkel, en bayağı bir ekonomizmi ve dolayısıyla reformizmi de teorileştiriyor. Proletaryayı kısmi talepler ve “reformlar” mücadelesiyle oyalamak! Siyasal mücadeleyi reformlar mücadelesine, ekonomik mücadelenin dar sınırlarına, burjuva siyasasına mahkûm etmek! Sovyet, İspanyol, Fransız ve İtalyan revizyonist sendika yöneticilerinin tümünün ortak çizgisi işte bu.
Sovyet revizyonistlerinin ısrarla altını çizdiği, Euro-komünistlerin ve sendika ağalarının düşünceleri içinde vurgulanan sendikal örgütlerin “Sendikal” ve “mesleki” niteliğinin özel olarak ön plana getirilmesi ne anlam taşıyor? Sendikaların meslek örgütleri olduğu bir gerçektir ve bu gerçeği inkâr eden hiçbir ideolojik, siyasal akım ya da parti yoktur. Buna karşın revizyonist akımların sendikaların “meslek örgütü” olduğunu ön plana çıkarmaya çalışmalarının nedeni, bir yandan proletaryayı ve sendikaları proletaryanın devrimci siyasal mücadelesinden uzak tutmak; öte yandan “ideolojiden bağımsız” “meslek örgütü” demagojisiyle proletaryayı ve sendikaları kendiliğindenciliğin, dolayısıyla burjuva ideolojisinin kölesi yapmaktır. Onlara göre sendikalar “meslek örgütü” olarak salt “iktisadi mücadele”den doğmuşlardır ve iktisadi mücadele (toplusözleşme) örgütleridir! Marksizm, sendikalara “siyasal mücadele görevi” vermiştir ve bugünkü siyasal mücadele “mesleki taleplere” bağlı “stratejik”, “reformlar” mücadelesidir! Bu çizgi sendikaları proletaryanın devrimci ideoloji ve siyasasından uzak tutma çizgisinden başka bir şey değildir.
Sendikaların “ekonomik örgüt” ya da “meslek örgütü” olduğu düşüncesinin vurgulanıp ön plana getirilmesi, doğrudan doğruya onların devrimci siyasal işlevlerinin, işçi sınıfı mücadelesinin kaldıraçları olmalarının düşünce olarak bile işçi hareketinden silinmesini hedefliyor.
Marksizm-Leninizm’in sınıf mücadeleleri ve proletarya devrimi ile ilgili temel teori ve taktiklerinin yozlaştırılması, revizyonist akımları doğal olarak reformist, sınıf işbirlikçisi çizgiye savuruyor. Ama revizyonizm ve revizyonist sendikacılık akımının Marksizm-Leninizm’in sendikalar teori ve çizgisiyle ilgili ana tahrifatı sendikaların sınıf mücadelesi içindeki yeri ve işlevi sorununda kendini gösteriyor.
Marksist-Leninistler, uluslararası revizyonizmin otuz yıldır ortaya atıp savunduğu, “sendikalar ideolojik örgüt değildir”, “siyasal örgüt değildir”; sendikalar “mesleki” ya da “ekonomik örgütlerdir”, “ekonomik mücadele” yürütür propagandasının proletarya saflarındaki etkilerini kırmak zorundadır. Çünkü revizyonizmin her türünü teoride reddeden pek çok devrimci grup ve akım bile revizyonist akımların sendikalar konusunda yarattığı kargaşa ve tahrifatın tuzağına düşmekten kaçınamadığı için ekonomizme ve reformizme batıyorlar.
Pek çok devrimci grup devrim ve sosyalizm mücadelesini, proletarya diktatörlüğü için mücadeleyi ilke olarak savunuyor. Proletaryanın siyasal iktidarı sorununun önemini kabul ediyor. Buna rağmen onlar, sendikaların, diğer emekçi sınıf ve tabakaların meslek örgütlerinin platformu ve işlevleriyle ilgili teorik çözümlemeleriyle, bu örgütlerin “ekonomik mücadele örgütleri” olduğunu iddia edebiliyor; sendikaların ye diğer kitle örgütlerinin “ekonomik mücadelenin siyasal mücadeleyle-bağlanması”, “devrim ve sosyalizm mücadelesi veren örgütler olması” gerektiğini reddedebiliyorlar.
Örneğin Emeğin Bayrağı dergisi şunları yazıyor: “Ekonomik-demokratik yapıda köklü değişiklikler yapmak, yerleşik anlamda bir devrime tekabül eder. Ki, sendikaların doğrudan böyle bir görevi olamaz”, “Sendikalar ekonomik mücadelenin başlıca araçları ve siyasal mücadelenin de yardımcı araçlarıdır.” “Ekonomik-demokratik mücadeleyi siyasal iktidar mücadelesine kanalize etmek, ancak siyasal bir partinin, söz konusu olan işçi sınıfıysa işçi sınıfının siyasal partisinin işidir.” (28) “İşçi sınıfının ekonomik savaşımının temel aracı ve siyasal savaşımının yardımcı araçları-kaldıraçları olarak sendikalar…” (29)
Emeğin Bayrağı dergisi doğru görüşlere de yer veriyor olsa bile, sendikaların bütün tarihleri boyunca gördüğü siyasal işlevi “yardımcılık” ve “yandaşlık” derekesine indiriyor. Dergi görüşlerinin bütünü açısından bakıldığında, sınıf sendikacılığını ilkede kabul eder görünse de, revizyonistlerin yukarda ortaya konan “sendikalar ekonomik mücadele örgütüdür” görüşünün etkisinden kurtulamıyor ve sendikaların işçi sınıfının temel kitle örgütü olduğu düşüncesini bir türlü kavrayamıyor.
Dergiden yapılan ilk alıntıdaki “Ekonomik-demokratik ve politik yapıda değişiklikler yapmak, yerleşik anlamda (bu ne anlama geliyorsa) bir devrime tekabül eder… Sendikaların doğrudan böyle bir görevi olamaz” formülasyonu ne anlama geliyor? Sendikaların “doğrudan devrim” görevleri olmayacaksa, doğrudan görevleri ne olacaktır? Doğrudan görev “ekonomik mücadele” midir, yoksa “siyasal mücadelenin aracı” olma mıdır?
Lenin Rus Sosyal Demokratları Tarafından Bir Protesto’da “…sendikaların dikkatlerini sadece ‘sermayeye karşı ivedi mücadeleye’ adamamaları, işçi sınıfının genel politik ve sosyal hareketinden uzak kalmamaları gerektiği; ‘dar’ amaçların peşinden koşmaları, fakat baskı altındaki milyonlarca işçinin kurtarılması için çalışmaları gerektiğini” belirtiyor ve ekliyor “Dahası, tarihin deneyleri… proletaryanın politik haklarının kısıtlanışının, politik mücadeleyi en öne koymayı her zaman gerekli kıldığını, tartışılmaz biçimde kanıtlamıştır.”(30)
Lenin’in belirttiği “milyonlarca işçinin kurtarılması için çalışmalar”, E. Bayrağı dergisinin sözünü ettiği ve sendikaların “doğrudan böyle bir görevi olamaz” dediği “devrime tekabül eden”, “ekonomik-demokratik ve politik yapıda köklü değişiklikler” için mücadeledir.
E. Bayrağı dergisi yazarları, sendikalar “ekonomik mücadelenin başlıca araçları ve siyasal mücadelenin yardımcı araçlarıdır” derken sendikaların asıl mücadele alanlarının ekonomik mücadele alanı olduğunu ve siyasal mücadeleye “yandaş” ve “yardımcı” olarak katıldıkları iddiasını öne sürüyorlar? Dergi en iyimser yorumla, siyasal mücadelenin parti tarafından verildiğini, sendikaların bu mücadelede “yardımcı” ve “yandaş” rolü oynadıklarını iddia ediyor.
Bu düşüncelerin Marksizm-Leninizm’in teori ve pratiği ile bir ilgisinin bulunmadığı ortada. Marksizm-Leninizm’in ve işçi sınıfı hareketinin tarihi, işçi sınıfının mücadelesi içinde ekonomik hareketle siyasal hareketin ayrılmaz bir biçimde birleştiğini öğretiyor. İşçi sınıfı hareketinin Marksizm öncesi döneminde, kendiliğinden hareket, ekonomik mücadele ile burjuva ideolojisine ve siyasasına bağlanan siyasal hareketin birliği olarak sendikalarda merkezileşiyordu. İşçi sınıfı hareketiyle Marksist hareketin birleşmesiyle birlikte, “işçi sınıfının mücadelesi içinde ekonomik hareket ile siyasal eyleminin ayrılmaz bir biçimde birleşik” (Engels) bir harekete dönüştüğünü görüyoruz. Bu tarihi gelişme, sendikaların sınıf sendikalarına dönüşmesine ve proletaryanın bağımsız bir parti olarak örgütlenmesine yol açmakla birlikte, işçi hareketini ekonomik hareket ve siyasal hareket olarak bölmedi; tersine, işçi sınıfının bütün hareketini, devlet iktidarı mücadelesinin bileşenine dönüştürdü; ekonomik mücadeleyi proletaryanın siyasal iktidar mücadelesine bağladı; ekonomik hareketi siyasal hareketle bölünmez bir biçimde birleştirdi. Kısaca, sendikaların mücadelesini proletaryanın kurtuluş mücadelesi düzeyine yükseltti. Sendikaları, proletaryanın kurtuluşu için bilinçle mücadele eden sınıf “direniş merkezleri”, yani partizan sendikalar haline getirdi.
İşçi hareketinin Marksist hareketle birleşmesi, sendikaları proletaryanın kurtuluşu mücadelesi veren araçlara dönüştürmüşse, proletarya “bağımsız bir siyasal parti” olarak örgütlenmeye neden ihtiyaç duyuyor? Bunun nedeni, sendikalar gibi sınıfın en geri öğelerini de kapsayan geniş kitle örgütlerinin devrim ve iktidar mücadelesini başarıya ulaştırma yeteneğine sahip olmamalarıdır. Proletaryanın politik mücadelede bağımsız siyasal partiye, öncü birliğe, bir kurmay heyetine ihtiyaç duymasının bütün nedeni budur.
Görüldüğü gibi sendikaların ekonomik mücadele aracı olduğu ve siyasal mücadeleye “yardımcı” ve “yandaş” olarak katıldığı düşünceleri ekonomizmin ve reformizmin derin etkisi altında şekillenmiş görüşlerdir.
E. Bayrağı yazarları, “bizde burada öne sürülen görüşleri savunuyoruz; sendikalar siyasal mücadelede yardımcı rol oynar derken, partinin önder ve yönetici güç, iktidarı zapt edip proletarya diktatörlüğünü doğrudan uygulayacak siyasal öncü olduğunu kastediyoruz. Sendikalar işçi sınıfının kurtuluş mücadelesini verirler, ancak, devlet iktidarını ele geçirerek, bu mücadeleyi yönetecek güç işçi sınıfının partisidir. Sendikalar bu anlamda ‘yardımcı’dır düşüncesindeyiz” diyebilirler. Bu açıklama doğru olamaz. Çünkü partinin devriminin ve siyasal mücadelenin yönetici ve önder örgütü olmasının kategorik karşılığı sendikaların siyasal mücadelede “yardımcı” örgüt olması değildir. Kategorik olarak “önderlik” ve “yöneticilik”in karşılığı “yardımcılık” değildir. Marksizm’in klasikleri, proletaryanın siyasal iktidar mücadelesinde sendikaların işlevlerini ve anlamlarını açık seçik tanımlıyorlar. Engels, sendikaları, “sömürücülerin siyasal iktidarına karşı mücadelede bir manivela olarak” ele alıyor. Lenin, partinin devrimin yönetici gücü olmasının yanında, sendikaları, “hareket ettirici kayışlar” olarak tanımlıyor. Stalin ise, sendikaları “partiyi sınıfa bağlayan volan kayışları” olarak değerlendiriyor.
Proletaryanın hareketi, devrim ve iktidar mücadelesi bir bütündür. Proletarya devrim mücadelesine bir sınıf olarak sendikalar gibi, koşullar doğduğunda, Sovyetler ve diğer başkaları gibi kitle örgütleriyle katılır. Bu örgütler devrim ve sosyalizm mücadelesinde proletaryanın “araçları” ve “devrimin kaldıraçları” işlevini görürler. Proletaryanın sınıf örgütü, devrim için başvurduğu bir araç olarak parti, bu kitle örgütlerinin eylemini birleştirir, yönetir; kurmay heyeti olarak, “yönetici güç” işlevini görür.
E.Bayrağı dergisi, “ekonomik demokratik mücadeleyi siyasal iktidar mücadelesine kanalize etmek ancak… İşçi sınıfının siyasal partisinin işidir” demekle bize biraz daha hak veriyor. Bu sözler, E. Bayrağı’nın düşünce sistemine daha da açıklık getiriyor. Sınıf sendikaları, “sosyalizm okulu”, “burjuvaziye karşı bilinçle hareket eden direniş merkezleri” olmayacak mıdır? Siyasal mücadele çağrıları, devrimci mücadele ve ayaklanma çağrıları yapıp bu sloganların eğitimini yapmayacak mıdır? Sınıf sendikaları, işçilere ücret mücadelesini iktidar mücadelesiyle birleştirelim demeyecek ve daha önemlisi, bütün halkın mücadelesinin siyasal mücadelede birleşmesi için savaşmayacak mıdır? E. Bayrağı dergisinin görüşleri bütün bunlarla birlikte değerlendirilmelidir.
Revizyonizmin sendikaların ve başka meslek örgütlerinin rolü ve işlevleriyle ilgili yozlaşmış teorilerinin, revizyonizme, reformizme ve sınıf işbirliğine karşı olan, başka siyasal dergiler üzerindeki etkisinden de söz etmek gerekiyor. Bu etki kimi “solcu” dergilerde meslek örgütlerinin ve sendikal mücadelenin küçümsenmesine varan “sol” bakış açılarının egemen olmasına yol açıyor. Örneğin “Yeni Çözüm” vb. meslek örgütlerinin “anti-faşist siyasal mücadele” verebilmeleri, için üyelerinde “anti-faşist siyasal bilinç” arıyorlar. Böyle bir “‘meslek örgütü” ya da “kitle örgütü” düşüncesine başka bir nedenle deşil, revizyonizmin sendikalar ve meslek örgütlerinin “ekonomik mücadele örgütü” olduğu yolundaki görüşlerinin teorik-ideolojik etkileri sonucunda varıyorlar. Teori ve ideolojideki sağcılık, bu sağcılığın sonuçlarından kurtulmak için onların sol sekter bir siyasal örgütsel ve taktik tutuma düşmelerinde önemli rol oynayabiliyor.
Revizyonist hareketlerin ve bu hareketlere bağlı sendikacılık akımlarının, sendikaların ekonomik mücadele örgütleri olduğu biçimindeki teorileri, proletarya sallarında proletarya ideolojisine uzak durma eğiliminin yaşam bulmasına zemin yaratıyor. İdeolojiden bağımsız(!) siyaset dışı örgüt düşüncesi bir yandan kendiliğindencilikten güç alırken, öte yandan sendikaların “meslek örgütü” ve “salt ve ekonomik mücadele örgütü” olduğu propagandası ile güçlendiriliyor.
Oysa tarihte hiçbir sınıf örgütü, hiçbir toplumsal örgüt yoktur ki, bir ideolojiye siyasal çizgiye bağlanmasın, ya da onun bir ifadesi olmasın. Sendikalar, işçi hareketinin kendiliğindenci döneminde de salt “ekonomik örgüt”, ‘”ideoloji dışı” örgüt değildi; proletaryanın ekonomik mücadelesinden filizlenmesine karşın, bu dönemde burjuva ideolojisinin ve siyasal platformunun kıskacı altındaydılar. Bu, başlangıçta kendiliğinden böyleydi; giderek bilinçli bir tarzda burjuva ideolojisinin ve siyasetinin kıskacı altına sokuldular.
Lenin, “işçi hareketinin kendiliğinden’ gelişimi doğrudan doğruya burjuva ideolojisine bağlanması sonucunu doğurur” der! İşçi hareketi üzerinde kendiliğindenciliğin, bu temelde burjuva ideolojisinin egemenliğinin yaşamasında, “ideolojik bağımsızlık”, “siyasetten bağımsız meslek örgütü olma” vb. demagojilerinin rolüne özel olarak işaret etmeye gerek bile yoktur. Özellikle, Türkiye işçi sınıfı ve sendikal hareketinin durumu bunun en somut ve canlı örneğidir. Bu açıdan sınıf hareketi içinde oynadıkları rol bakımından, faşist, reformist ve revizyonist sendikacılık hareketleri arasında kayda değer bir ayırımdan söz edilemeyeceği biliniyor.
Revizyonizm ve reformizm, proletaryanın devrim ve sosyalizm mücadelesini inkâr ettiği anda varacağı yer kuşkusuz burjuva ideolojisi ve siyasetidir. Revizyonist akımların, Marksizm-Leninizm’in genel devrimci özünü, siyasal iktidar hedefini yozlaştırması, işçi hareketinin kargaşaya düşmesinde ve saflarında bölünme doğmasında başlıca faktördü. Ancak bu yola girdikleri andan itibaren, onların Marksizm-Leninizm’in sendikalarla ilgili teori ve çizgisini tahrif edip bozmaları kaçınılmazdı. İşçi hareketinin saflarında yarattıkları kargaşayı derinleştirmede bu faaliyetleriyle de önemli bir rol oynadılar. Bu durum sendikal alanda da özel bir mücadele platformu açılmasının ve proletaryanın günlük mücadeleleri içinde revizyonizmin ve reformizmin sendikalarla ilgili görüş ve çizgilerine karşı şiddetli bir teorik-ideolojik mücadele yürütülmesinin ertelenemez bir görev olduğunu göstermektedir.

8. İŞÇİ HAREKETİ, İSÇİ ARİSTOKRASİSİ VE SENDİKA BÜROKRASİSİ
Marksizm-Leninizm tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu söyler. Tarih bize, insan toplumunun ezenler ve ezilenler, sömürenler ve sömürülenler olarak bölünmesinden sonra, bütün sömürücü egemen sınıfların, egemen oldukları tarihsel dönem boyunca toplumun maddi hayatına egemen olmakla kalmadıklarını; ama aynı zamanda manevi hayatına da, ideolojileri, kültür ve siyasetleri, dinî, hukukî, ahlakî kural, norm ve kurumlarıyla egemen olduklarını öğretir.
Bütün sınıflı toplumlarda sömürücü egemen sınıfların egemenliklerini sürdürebilmesinin ön koşulu, ezilenlerin ve sömürülenlerin egemen sınıfın dünya görüşünün etkisi altında bulunmasında yatmaktadır. Egemen gerici sınıfın ve devletinin zorunun yanı sıra, gene devlet kurumlarında, toplumsal örgütlerde ve değer yargılarında kurumlaşıp somutlaşan egemen gerici dünya görüşünün emekçi yığınlarının toplumsal ve manevi yaşamlarını etkileyip yönlendirdiği sürece, özel mülke ve sömürüye dayanan toplumsal düzenin egemenliği devam edebilir. Her egemen sınıf, çıkarlarını “kamu çıkarı”, “genel toplumsal” ya da “ulusal çıkar” ilen eder; kendi egemenliğini bu yolla “meşrulaştırıp” “yasallaştırır”, “evrenselleştirir.” Her sömürücü egemen sınıf, sınıf egemenliğini egemenlik aracı ve örgütlenmiş egemen zor olan devlet aracılığıyla sürdürür. Egemen sınıf, sınıf çıkarlarını ve egemenliğini bütün toplumun manevi yaşamında meşrulaştırıp yasallaştırdığı sınıf çıkarlarının ifadesi olan egemen dünya görüşü ve bu görüşün belirlediği “kamu çıkarı”, “kamu işleri” ve “toplumsal çıkar” görünümünde ve bütün toplumun üzerine çıkararak örgütler. Bu devlettir. Egemen sınıf, devletini, devlet kurum ve güçlerini (bürokrasi, ordu, polis vb.) emekçiler üzerinde özel mülke dayalı egemenliğinin bir ifadesi olan ideolojik egemenliğinden de yararlanarak emekçiler arasında sağladığı, seçtiği tabakalardan oluşturur, bu tabakalara ekonomik ayrıcalık sağlar. Genel-kural olarak bütün sınıflı toplumlarda devlet kurumları ve aygıtları bu yoldan oluşturulmuştur.
Egemen sınıfın, sınıf çıkarları olan “kamu çıkarı” ve “genel toplumsal çıkarlar”ın egemen sınıfın çıkarı olduğu düşünceleri sömürülen ve ezilen sınıflar içinde yayıldığında, bütün kurumlarıyla, devlet sömürülenleri ve ezilenleri bastırma aracı olarak işlev görür. Ne var ki, egemen sınıf, toplumsal düzenin çelişkilerinin keskinleşmesine bağlı olarak, ezilenler ve sömürülenler üzerindeki manevi etkinliğinin yıkılmasıyla birlikte doğan başkaldırıyı devlet aracılığıyla bastırma girişimiyle yetinmez; sistemli olarak sömürülenlerin ve ezilenlerin hareketi içine sızmaya; çeşitli öğelerini satın almaya, ayrıcalıklı tabakalar yaratarak başkaldırıyı yatıştırmaya da yönelir. Başkaldırı hareketi içinde teslimiyetçi ve uzlaşmacı ideoloji biçiminde doğan ideoloji, yeni biçimde egemen sınıf ideolojisi olarak doğar ve etkili olur.
Modern burjuva toplumu, tarihe hiçbir sömürü toplumunun yaşamadığı ölçüde, örtüsüz, açık bir çelişme yaratır. Bir yanda toplumun azınlığını teşkil eden kapitalist mülk sahipleri; öte yanda, toplumun büyük bir çoğunluğunu oluşturan ve vahşi ve artı-değer sömürüsü altında daha çok ürettikçe daha hızlı yoksullaşan ve sefalete daha çok batan mülksüz proleterler kitlesi…
Burjuvazinin feodal gericiliğe karşı mücadelesinde onun yedeği olan proletarya, burjuvazinin egemen sınıf olarak örgütlenmesinin ardından, kapitalizmin gelişmesi ve yarattığı açık çıplak çelişkinin keskinleşmesi sonucu burjuvaziye karşı mücadeleye girdi. Bizzat kapitalist sömürünün doğurduğu proletaryanın kendiliğinden mücadelesi, aynı zamanda burjuvazinin işçi ve emekçilerin manevi yaşanılan üzerindeki egemenliğinin, ideolojik, kültürel, siyasal ahlaki vb. etkinliğinin, “ulusal çıkar”, “kardeşlik”, “eşitlik”, “özgürlük” gibi burjuva değer yargılarının yıkılma sürecinin başlangıcını teşkil etti.
Burjuvazi ve burjuva devlet bir yandan işçi hareketini bastırmaya çalışırken, öte yandan işçi sınıfı kitleleri içinde azınlık teşkil eden ayrıcalıklı bir tabaka yaratmaya yöneldi. Bu dönem, kapitalist sömürgeciliğin güçlendiği, kapitalizmin “ön tekel” dönemi de diyebileceğimiz dönemine denk düştü. Burjuvazi, sömürgecilik sayesinde, sömürgelerde elde ettiği kârların kırıntılarıyla kendi ülkesinin proletaryasının “üst tabakaları”nı satın alacak imkânları elde etti. Kapitalizmin emperyalizme doğru yol almasıyla elde ettiği koşullar ve proletarya saflarında yarattığı “yeni”, yaşamı ve ilişkileriyle burjuvalaşmış tabakanın, işçi sınıfı hareketi içinde işçi sınıfına yabancı bir ideolojik ve siyasal eğilim yaratması kaçınılmazdı.
Kapitalizmin ilk ortaya çıktığı yer İngiltere’dir. İngiliz kapitalizmi hızlı bir gelişmeyle olgunlaştı ve kapitalizmin “ön tekel” döneminde, dünya sömürgeciliğinin en büyük gücü haline geldi. İngiliz burjuvazisi sömürgelerden sağladığı aşırı kârların kırıntılarıyla İngiliz işçi sınıfı içinde kalifiye işçilere dayanan bir tabakayı burjuvalaştırdı. İngiliz sendikalizmi ve ekonomizm diye bilinen ideolojik eğilim aristokratik ve bürokratik işçi tabakasına dayanarak işçi hareketinin gelişmesine damgasını vurdu. Gelişimi içinde reformizme ve parlamentarizme varan Chartist hareket ve İngiliz İşçi Partisi hareketi, işçi sınıfının bu tabakalarına dayanarak etkili oldu ve işçi hareketini derinden etkiledi.
Kara Avrupa’sında bu gelişme daha geç ve farklı biçimlerde yaşanmasına karşın, İngiliz sendikalizminin işçi hareketi içinde gördüğü işlevi değişik görünümler altında da olsa üstlenenler hep var oldu. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kara Avrupa’sında, İngiliz sendikalizmi eğiliminin yüklendiği işlevi anarşizm ve anarko-sendikalizm akımları üstlendi; bu akımlar işçi hareketini bölmede ve burjuvazinin tuzunu kurutmada önemli rol oynadı. Anarşizm ve anarko-sendikalizm akımları hızla yıkıma uğrayan küçük burjuvaziye ve işçi sınıfı içindeki küçük burjuva katmanlara dayanan, burjuvaziye yandaşlık eden sözde “sol” ideolojik-siyasal eğilimi olarak doğdular.
Kapitalizmin emperyalizm öncesi döneminde gerek İngiltere’de, gerekse kara Avrupa’sında reformist, sendikalist, anarko-sendikalist ve anarşist akımlar, işçi hareketinin bağımsız bir siyasal harekete dönüşmesine karşı doğmuşlardı. İngiliz sendikalizmi, işçi hareketinin ekonomik hareket olarak kalmasının bir unsuruyken, siyasal mücadeleyi burjuvazinin parlamentosuna bırakan reformist bir ideolojik eğilimi temsil ediyordu. Kara Avrupa’sının bütün anarko-sendikalist ve anarşist akımları işçi sınıfının siyasal mücadelesini ve devlet iktidarının ele geçirilmesini reddediyor, proletaryayı burjuva sisteminin anarşisini derinleşecek eylem çizgisinde kalmaya zorluyor, ekonomik ve siyasal mücadeleye karşı geliyordu. Marks, bu anarşist ve anarko-sendikalist akımların tümünün de ortak karakteristiği olan Bakunin’i “Bu eşek, her sınıf hareketinin, sınıf hareketi niteliğiyle, zorunlu olarak siyasal bir hareket olduğunu ve her zaman da böyle olmuş olduğunu bile anlamamış” (31) diye şiddetle suçlar.
Marks, bütün Bukunin’ci, Proudhon’cu vb. anarşist, anarko-sendikalist akımların ideolojik kaynağının bir ve aynı olduğuna, onların burjuva ideolojisinin ifadesi olduklarına dikkat çeker ve işçi hareketi içinde oynadıkları rolü şöyle özetler: “Bu fraksiyonların hepsi, mevcut burjuva toplumu koruma isteğinde tam anlaşma halindedir. Ama burjuva toplumu savunurken, kaçınılmaz olarak burjuvazinin egemenliğini de savunuyorlar, yığınlar (ve devlet iktidarı) birbirlerine karşı “kaba kuvvete” başvurduklarında, bu anarşi temsilcileri, her seferinde anarşiyi kısa kesmek için ellerinden geleni yaptılar. Bu dillere destan ‘anarşi’nin içeriği son tahlilde, daha gelişmiş ülkelerde ‘düzen’ denilen şeye varıyordu”(32)
Görüldüğü gibi, ortaya çıkış süreçleri ve tarihsel kaynaklan nispeten farklı olsa bile, İngiliz sendikalizminin ve daha sonraki dönemde Avrupa’daki revizyonizmin vardığı yere, anarko-sendikalist akımlar da varıyordu. Ve vardıkları yer “düzen”in restorasyonunun, kapitalizmin ve burjuvazinin egemenliğinin savunulmasının bir durağıydı; “sınıfların işbirliği” durağıydı.
Soruna burjuvazinin ve kapitalizmin yarattığı koşullar ve sonuçlarının ötesinde proletaryanın hareketinin tarihi açısından bakarsak, 1900’lere gelen elli yıl boyunca, proletaryanın hareketinin teoride ve taktikte dalgalanmalara ve zigzaglara düştüğünü söyleyebiliriz. İşçi hareketinin bu elli yıllık tarihindeki sapmaları, “revizyonizm (oportünizm-reformizm) ile anarşizm (anarko-sendikalizm, anarko-sosyalizm)” (Lenin) olarak iki büyük eğilim grubu altında toplayabiliriz. Bu süreçte işçi hareketi içinde egemen teori haline gelmiş olan Marksizm’den, iki grupta toplanabilecek bu uzaklaşma eğilimleri, işçi hareketinin yarım yüzyıllık tarihinde, hareketi şu ya da bu biçimde etkilediler ve var oldular. İngiliz sendikalizminden, Fransız “düzen”cilerine, Bernstein revizyonizmine ve Rus ekonomizmine varan sapmalar ,oportünist ve reformist eğilimi temsil ederken; kara Avrupa’sında etkili olan anarko-sendikalist akımlar (Proudhon, Bakunin, Karopotkin vb.) anarşizmi ve anarko-sosyalizmi temsil ediyorlardı. Ama bütün bu eğilimler, yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, işçi hareketi içerisinde hep aynı rolü oynadılar; işçi sınıfını siyasal iktidar mücadelesinden şu ya da bu yolla uzak tutma, bağımsız siyasal hareketini şu ya da bu biçimde baltalama…
İşçi hareketi içindeki bu sapmaların ne rastlantı ile ne bazı kişi ve grupların yanılgısı ile ve hatta ne de ulusal özelliklerin ya da geleneklerin etkisiyle vb. açıklanamayacağı bir gerçektir. İşçi hareketi içinde bu saplamaların ortaya çıkmasında , “ekonomik düzende ve tüm kapitalist ülkelerin evriminin özel niteliğinde yatan” bu sapmaları doğuran “öze” ilişkin nedenler vardır. İşçi hareketinin büyümesi bu nedenlerin en önemlilerinden biridir. Kapitalizmin farklı ülkelerdeki, hatta bir ülke kapitalizminin çeşitli sektörlerindeki gelişmenin eşitsizliği; kapitalizmin “çelişkiler içinde ve çelişkiler yoluyla gerçekleşen toplumsal evriminin diyalektik niteliği; burjuvazinin (iradesinin dışında) girmek zorunda kaldığı taktik değişiklikler vb. gibi “öze” ilişkin nedenler, proletarya hareketi içindeki dalgalanmaların, sapma ve yanılgıların başlıca gerçek nedenleridir.
İşte bu nedenlerdir ki, işçi sınıfı hareketi içinde Marksizm’den sapma ve ayrılmalar her zaman ortaya çıkabilir. Ve esasen, işçi hareketinin, sözünü ettiğimiz elli yıllık dönemi aynı zamanda Marksizm’in, bu iki grup altında topladığımız sapmalara ve Marksizm’den ayrılmalara karşı mücadele dönemi olmuştur.
Daha önce sözü edilmiş olmasına karşın, bu sapmaların sınıfsal temellerine topluca değinmek gerekiyor. Proletarya harekeli içinde ortaya çıkan dalgalanma ve sapmalar, açıktır ki, proletarya saflarındaki çeşitli katmanların varlığına dayanır. Lenin. proletarya sallarında ortaya çıkan ekonomist, oportünist, reformist, anarşist ve anarko-sendikalist sapmaların toplumsal nedenlerini yukarıda ortaya konulmuş “öze” ilişkin nedenlerin yanı sıra şöyle açıklar: “Ama proletarya ile kendisine komşu olan, köylülük de dahil, küçük-burjuva katmanlar arasında Çin şeddi yoktur ve olamazdı da. Şu halde kolayca anlaşılır ki, küçük burjuvaziden kişilerin grupların ve çevrelerin proletaryaya geçmesi, İçendi yönünden, zorunlu olarak, proletaryanın, taktiğinde dalgalanmalara yol açar,” (33)
Lenin’in yukarıdaki sözlerinden anlaşılacağı gibi, proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesinde ortaya çıkan sapmaların sınıf temelini, proletaryaya yeni katılan ve dolayısıyla proletarya saflarında yarattıkları katmanlar oluşturmakladır. İngiliz sendikalizmi, kara Avrupa’sının proletaryası saflarında oluşan küçük burjuva tabakalardan farklı toplumsal kategoriler üzerinde (burjuvalaşmış işçi aristokrasisi ve bürokrasisi) oluşmasına rağmen, işçi hareketi içinde aynı işlevi gördüğünü okurların peşinen anladığını, varsayarak, proletaryanın taktiğinde “dalgalanmalara” yol açan sapmaların ideolojik içeriğine kısaca da olsa değinmek gerekiyor. Açıktır ki Lenin, yukarıdaki sözleriyle proletarya hareketinin taktiğinde ortaya çıkan” dalgalanmaları” tarihin bir zorunluluğu olarak görürken, kuşkusuz “masum” ya da “kabul edilebilir” bir şey olarak ele almıyor. O, 19. yüzyıl ortalarından 20. yüzyıl başlarına kadarki elli yıllık dönemin, bu dönemin işçi hareketinin tanık olduğu bütün Marksizm dışı sapmaların ideolojik içeriğini bir ve aynı şey olarak değerlendiriyor. Lenin’in aşağıdaki sözleri, bütün bu sapmaların ideolojik içeriğini, idealist özünü olanca çıplaklığı ile sergiliyor. O bu sözleriyle, bizi güncel sorunumuzla daha yakınlaştırmış oluyor.
Lenin şunları yazıyor: ” Anarko-sendikalizmi ve reformizmi… burjuva dünya anlayışının dolaysız bir ürünü olarak,.onun etkisi olarak görmek gerekir, anarko-sendikalizm ve reformizm. işçi hareketinin bir tek yönüne takılıp kalıyorlar, hareketin bu tek yönlü niteliğini teori payesine çıkarıyorlar, şu ya da bu dönemin özgül özellikleri olan, işçi simli eyleminin şu ya da bu koşulları olan, işçi hareketinin eğilimlerini ya da özelliklerini karşılıklı olarak birbirlerini dışlayan şeylermiş gibi açıklıyorlar. Oysa gerçek yaşam, gerçek tarih, tıpkı yaşamın ve doğadaki gelişmenin hem yavaş evrim, hem de çabuk sıçramaları, süreklilikteki kesintileri içermeleri gibi bu farklı eğilimleri de içerir.” (34) (abç)
Kapitalizm nasıl ki küçük burjuvaziyi ve köylülüğü sürekli mülksüzleştirip proletarya saflarına yolluyorsa, bu öğelere dayanarak ideolojisini de proletarya saflarında yeniden üretiyor. O aynı zamanda, gerekli olgunlaşmayı sağladığında proletarya içerisinde burjuvalaşmış kategoriler yaratarak burjuvaziyi gerek toplumsal tabaka olarak, gerekse ideoloji olarak yeniden üretiyor. Burjuvaziyle proletarya arasında Çin şeddi yok ve burjuvazi her bakımdan proletarya-saflarına sızıyor; kendi dünya görüşünün, siyasetinin, değer yargılarının dayanaklarını yaratabiliyor. Felsefi idealizm proletarya hareketinde, teori ve taktiklerinde dalgalanmaya yol açabiliyor.
Anarşizm ve anarko-sendikalizm, proletaryaya ekonomik ve siyasal mücadeleyi bırakmasını öğütlüyor; devlet ve otorite düşmanlığı ile otorite karşıtı anarşi yaratmayı vaaz ediyor, anarşinin derinleştirilmesi yoluyla sosyalizmin bir gün doğacağı ütopyası peşinde koşuyordu. Sendikalizm, oportünist revizyonizm ve ekonomizm ise, işçi hareketini ekonomik mücadele çizgisinde tutuyor ve reformlar ve evrim yolundan sosyalizme varılabileceğinin başka bir ütopyasını sunuyordu. Dolayısıyla, bütün bu akımlar görünürde karşıt yollardan yürüyerek aynı noktaya geliyordu: proletaryanın siyasal iktidar mücadelesine ve tam kurtuluş yoluna girmekten uzaklaştırılması…
Kapitalizmin emperyalizm öncesi döneminin elli yılı, bu akımlarla Marksizm arasında amansız bir mücadeleye tanık oldu. Bu akımlar, “proletaryanın maddi yaşam koşullarına, “kendi öz yaşam ilişkileri”ne uygun düşmediği; proletaryanın dünya görüşünün teorisi olma niteliği taşımadığı içindir ki, Marksizm teorisi proletarya hareketine egemen oldu ve sözü edilen bu akımlar proletarya tarafından proletarya hareketinin dışına atıldılar.
Anarşizm ve reformizm proletarya hareketi içinde etkili oldukları dönem boyunca, proletaryanın bağımsız siyasi mücadele ve örgütlenmesini baltalamakla kalmadı; işçi sınıfının sendikal hareketini ve örgütlenmesini de baltaladı. Anarşizm, sendikaların “anarşi yanlılığı”na çekip ekonomik ve siyasal mücadeleye girmesini inkâr ederken; reformizm ve ekonomizm, sendikaları reform örgütü olarak burjuvazinin kabul edebileceği bir platformda tutmanın teori ve pratiği olarak işlev gördü. Son otuz yıldır, yeniden hortlatılmış olan, sendikaların ve sendikal hareketin “ideolojiden bağımsız” hareket, “siyaset dışı hareket” olduğu düşüncelerinin ideolojik kökleri gerçekte, yüz yıl önce Marksizm tarafından yenilgiye uğratılmış olan anarko-sendikalizmde ve reformist ekonomizmde yatmaktadır. Engels’in şu düşünceleri bugün de devrimci sendika çizgisinin köşe taşı olmaya devam ediyor: “Siyaset konusunda mutlak bir çekimserlik olanaksızdır; bu nedenle çekimser tutumu benimseyen bütün gazeteler (aynı zamanda örgütler bize ait) aslında siyaset yapmaktadırlar. Önemli olan siyasetin nasıl yapıldığı ve hangi siyasetin yapıldığıdır… Günlük yaşamın deneyimi, mevcut hükümetin kendileri üzerinde uyguladığı, ister siyasal ister toplumsal amaçlı baskı, işçileri istesinler istemesinler, siyasetle uğraşmaya zorluyor. Onlara çekimserlik vaaz etmek onları burjuva siyasetin kucağına itmek olur.” (36)
Anarşizm, anarko-sendikalizm, ekonomizm ve reformizm, burjuva ideolojisi ve burjuva siyasal hareketiydi. İşçi sınıfını kendi öz ideoloji ve siyasetinden uzak tutmanın, burjuva siyasetine çekmenin siyasasıydı. Proletarya kendi öz siyasal eylemine girdiğinde bütün bu ideolojik ve siyasal hareketler iflasa mahkûmdu. Proletarya zorunlu olarak bu yolda yürüdü. Paris Komünü Hareketi ve Paris Komünü’nün tecrübeleriyle olgunlaşan Marksizm; proletaryanın öz ideolojisi ve taktiği, “anarşist sosyalizmi”ni de, “reformist sosyalizm”i de işçi hareketinin dışına attı. Sendikalar ve sendikal hareket bayrağına Marksizm taktiğini yazdı.
Ekonomik hayatta 1870’lerden itibaren görülen tekelci ilişkiler, 20. yüzyıl başlarına gelindiğinde, bütün ekonomik hayata tekelci kapitalist birlikler olarak egemen oldular. Kapitalizm, 19. yüzyılın son çeyreği içindeki gelişmesiyle yeni bir evreye girdi, tekelci kapitalizme vardı; rekabetçi kapitalizm emperyalist kapitalizme dönüştü. Kapitalizmin emperyalizm dönemi, dünyanın bütün öbür ulusları ezen ayrıcalıklı “büyük” uluslar arasında paylaşılması dönemidir. Emperyalizm dönemi, kapitalizmin çelişkilerinin olağanüstü keskinleştiği, ama aynı zamanda bir avuç “büyük” ayrıcalıklı ulusun burjuvazinin azami kârlar elde ettiği dönemidir. Tekelci kapitalizm çağı, kapitalizmin son evresi, ölümü ve proletarya devriminin gündeme girdiği çağı olmasına karşın, emperyalizmin işçi sınıfı ve işçi hareketi içinde yeni oportünist eğilimleri yaratmasının maddi-toplumsal koşullarını da istisnasız bütün kapitalist ülkelerde olgunlaştırma olanağını elde ettiği çağdır.
1870’lerden itibaren İngiliz burjuvazisinin sömürge tekeli sayesinde sömürgelerden elde ettiği aşırı kârların kırıntılarıyla, İngiliz işçi sınıfının yarattığı “imtiyazlı” tabakalardan daha önce söz etmiştik. Kapitalizmin tekelci evreye yükselmesiyle birlikte, bütün ileri ülkelerde, tekelci burjuvazi, emperyalist sömürünün “kırıntıları”yla proletaryanın üst tabakalarını satın alma ve burjuvalaştırma olanaklarını elde etti. Yaşamları ve yaşam koşullarıyla burjuvalaştırılan bu tabakalar, proletarya hareketi; proletaryanın sosyalist ve Marksist hareketi içinde çürümenin, oportünizmin ve burjuvazinin ideolojisi ve siyasetiyle proletarya saflarına sızmasının iktisadi ve toplumsal temelini oluşturdular. Bu tabakalar, işçi sınıfının aristokrat, bürokrat küçük-burjuva tabakalarıydı.
Emperyalizm, ileri kapitalist ülkeler proletaryası saflarında yozlaşmaya yol açmakla kalmadı; emperyalizme bağımlı kapitalizmin girdiği; kapitalizmin az-çok geliştiği ve sınıf olarak proletaryanın doğduğu ve güçlendiği bütün ülkelerin proletaryasının saflarında bozulma ve yozlaşma biçiminde az-çok güçlü bir aristokrasi ve bürokrasinin doğmasına yol açtı. Çünkü tekelci kapitalist üretim koşullan ve gerçekleşen azami kâr emperyalist burjuvaziye ve geri ülkelerin tekelci büyük burjuvazisine az-çok bu olanağı veren koşulları da doğurdu. Ezilen ülkelerin proleter kitlelerinin ve geniş emekçi köylü yığınlarının aşırı tekelci sömürüsü, emperyalist burjuvaziye ve bağımlı büyük burjuvaziye proletaryanın üst tabakalarını ve küçük burjuvazinin bir bölümünü satın alma imkânı tanıdı. Dolayısıyla, uluslararası proletarya ve ezilen halk yığınları içinde emperyalizm ve tekelci burjuvaziyle uzlaşma eğiliminin maddi ve toplumsal temeli bizzat emperyalizm tarafından yaratıldı. Kapitalizmin emperyalizm öncesi döneminde proletarya saflarında farklı iktisadi ve toplumsal nedenlerle ortaya çıkan oportünist, reformist ve anarşist sapmalara, kapitalizmin emperyalizme dönüşmesi, tek ve ortak bir iktisadi ve toplumsal temel yarattı. İleri proletaryanın sosyalist ve ezilen ülkelerin proleterlerinin ve halklarının devrimci demokrasi hareketi içindeki oportünizmin, her türden revizyonizmin ve ulusal ihanetin iktisadi temeli emperyalizm; toplumsal temeli ise bu iktisadi temel üzerinde doğan işçi sınıfı aristokrasisi, bürokrasisi ve küçük burjuvazinin emperyalizm tarafından satın alınan tabakalarıdır.
Marksizm, 20. yüzyıl başlarına gelinceye kadar kapitalist ülkelerin proletarya hareketi üzerinde tam bir zafer kazanmış, bütün oportünist ve revizyonist akımları proletaryanın sosyalist hareketinin dışına atmıştı. Ama Paris Komünü’nün yenilgisinden ve kapitalizmin gelişmesinin emperyalizme doğru seyretmesinin olgularının ortaya çıkmasından sonraki süreç, proletaryanın saflarında yeni iktisadi-toplumsal kategorilerin doğması süreci oldu. Bu, aynı zamanda, sosyalist proletaryanın ve Marksist hareketin saflarında bozulma ve çürüme eğilimlerinin baş göstermesi süreciydi. Bu eğilimin ilk ifadesi, Marksizm’in revizyonunu hedef alan oportünist ve reformist Bernstein’ci revizyonizm eğilimiydi. Bernstein’ci revizyonizm eğilimi, Marksizm, karşısında yenilgiye uğradı. Fakat proletarya ve sosyalist hareket içinde içten içe çürüme, emperyalizmin ilk büyük genel krizi ve bu krizin yol açtığı birinci büyük savaşla ortaya çıktı. Sosyalist proletaryanın ve sendika ve sosyalist sendika hareketinin hemen bütün ülkelerdeki liderleri proletaryaya ve proleter enternasyonalizmine ihanet ettiler; işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi olarak kendilerini yemleyen ve yaratan emperyalizme kaydılar; kendi ulusal burjuvazileriyle işbirliği yoluna girdiler. Proletarya saflarındaki bürokratik ve aristokratik öğelerin, yani proletaryanın küçük burjuvazisinin oportünist ihaneti en uç noktada; sosyal reformizm, sosyal-şovenizm ve sosyal-emperyalizm biçiminde ortaya çıktı. Bu ihanetle birlikle 2. Enternasyonal’in proletarya partileri sosyal-şoven ve sosyal-emperyalist burjuva partilerine; proletaryanın sosyalist sendikaları burjuva sendikalarına dönüştü; 2. Enternasyonal’in aygıtları ve liderleri proletaryadan koptular, kendi “ulusal” burjuvazilerinin uşaklığına yöneldiler.
Proletaryanın büyük ve sadık önderi Lenin, işçi aristokrasisi ve bürokrasisinden oluşan bu ihanete karşı muzaffer bir savaş açtı ve onların ihanetinin nedenlerini şöyle açıkladı: “Emperyalizm dönemi, dünyanın bütün öbür ulusları arasında paylaşılması dönemidir, bu ayrıcalıklardan ve bu ezgiden gelen ganimet kırıntıları, hiç kuşkusuz, bazı küçük burjuvazi katmanlarına olduğu gibi, işçi sınıfı aristokrasisine de düşüyor. Proletarya ve emekçi yığınların son derece küçük azınlığını oluşturan bu katmanları “Struvecilik’e doğru yönelmişlerdir, çünkü ‘Struvecilik’ onlara bütün ulusların ezilen yığınlarına karşı ‘kendi’ ulusal burjuvazileri ile bağlaşmalarının bir doğrulanmasını verir.” (34)
Lenin’in bu çözümlemeleri işçi sınıfı içinde oportünizmin bulduğu iktisadi ve toplumsal temeli açıklığa kavuşturmakla kalmıyor; burjuva ideolojisinin işçi sınıfıyla olan ilişkisini ve işçi sınıfı içinde azınlık teşkil eden aristokrat ve bürokrat tabakalarının ideolojik ve siyasal eğilimini de ortaya koyuyor. Lenin, işçi sınıfının ana kütlesiyle bürokratlar ve aristokratlar tabakası arasındaki ayrılmaya işaret etmekle, bu tabakaların işçi sınıfıyla hiçbir ortak çıkarının olmadığını, yollarının kaçınılmaz olarak ve kesinlikle ayrı olduğunu kanıtlıyor. O, “Emperyalizm işçiler arasında da imtiyazlı kategoriler yaratma, onları proletaryanın büyük yığınlarından ayırma eğilimi taşıyor” diye yazarken, proletaryanın, enternasyonalizm ve Marksizm bayrağı altında toplanacağından hiç kuşkusu yoktur. Nitekim çok geçmeden geniş proleter yığınları hain aristokrat ve bürokrat önderlerden koptu, Leninizm’in bayrağı altında toplandı.
Burada bir sorunu gündeme getirmek gerekiyor: Revizyonistler, reformistler ve sosyal demokratlar, işlevi ve eylemi ne olursa olsun, “sosyalist” olan, “solcu” olan hemen her sendika yöneticisini, ya da fabrikalarda bulunan herkesi “işçi” ilan ettikleri gibi, bunların temsil ettiği ideolojik-siyasal akımları “sosyalist” ve “sol” akım olarak öne çıkarıyorlar. Çoğu devrimci ve “sosyalist”, işçi aristokratlarını ve sendika bürokratlarını, işçi sınıfı temsilcisi, ya da bir “sosyalist” fraksiyon mensubu olarak ele alıyor, bunların yarattığı siyasal hareketi “sosyalizmin” bir fraksiyonu sayıyorlar. Revizyonist, reformist akımlardan etkilenen sözde “sosyalist” akımlar işçi sınıfının meselelerini, sosyalizmin sorunlarını, işçi aristokratları ve sendika bürokratlarıyla sözde “çözme” platformuna saplanıp kalıyor. Oysa sözde “çözme” çabasına girdiği sorunların işçi sınıfının değil, işçi aristokrasisinin ve sendika bürokrasisinin çıkarlarının sorunları olduğunu bir türlü anlamıyor. Revizyonizm, reformizm ve sosyal-demokrasi işçi kitleleri içinde bu nedenle de güç buluyor. İşçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisine dayanan revizyonizm ve sosyal-demokrasi Marksizm öğretisini, onun saf sınıf niteliğini bu noktadan bozarken gerçekte, işçi sınıfı içindeki küçük burjuva katmanların sınıf ayrıcalıklarının savunusunu yapıyor, ama devrimciler, “sosyalizm” iddiasındaki devrimci akımlar ve sıradan işçi, işçi sınıfı içinde olanların, sosyalizme “katılmış” olanların nasıl olup da burjuvaziyi, burjuva ideolojisini temsil edebileceklerini, burjuvazinin ajanları olabileceklerini, revizyonizmin ve sosyal-demokrasinin Marksizm’in teorisinde yarattıkları bozulmayı anlamadıkları için de kavramıyorlar. Onların elinde sosyalizmin sınıfsal özü yok oluyor, sosyalizm biçimselleşiyor…
Oysa Marksizm-Leninizm’in kurucuları sık sık sözünü ettiğimiz gibi, açık bir biçimde proletarya saflarındaki burjuvaziye dikkat çekiyor ve bu tabakaları “burjuva ideolojilerinin taşıyıcıları” olarak suçluyorlar. Lenin, Emperyalist ideoloji, işçi sınıfının içine sızmaktadır. Çünkü bu sınıfı öteki sınıflardan ayıran Çin Şeddi yoktur.” der. Emperyalist ideolojinin işçi sınıfına sızmasının ifadesi ve sızdırıcısının, maddi yaşamı ve iktisadi çıkarlarıyla emperyalizme bağlanmış işçi aristokrasisi ve bürokrasisi, yani proletaryanın küçük-burjuvazisi olduğunu, burada sözü edilenlerden sonra tartışmanın bile gereksiz olduğu son derece açıktır.
İşçi aristokratlarının ve sendika bürokratlarının sosyalizme “katılmaları” sınıf bilinçli işçiyi, devrimcileri ve sosyalistleri aldatmamalıdır. Onların elinde sosyalizm, küçük-burjuva ve burjuva fikirleri, oportünist boyun eğişi, burjuvaziye uşaklığı ve milliyetçi eğilimleri gizlemenin aracından başka bir şey değildir. Onlar için sosyalizm hiçbir zaman “ciddi bir inanç” değildir. Lenin, işçi sınıfı içindeki burjuva tabakaların sosyalizme ve işçi hareketine “katılımları”nın bütün özünü parlak bir biçimde çözümlemiş ve bizlere güçlü bir silah olarak vermiştir. O şöyle der: Oportünistlerin işçi partisine (işçi hareketine – bize ait) biçimsel katılımları, gerçeklikte onları -nesnel olarak- burjuvazinin siyasal bir müfrezesi olmaktan, onun işçi hareketi içindeki ajanları olmaktan hiçbir zaman alıkoyamaz.” (35) Lenin’in bu düşüncelerine rağmen, bugün uluslararası işçi hareketi içinde revizyonist aristokrasi ve bürokrasi egemenliğini sürdürebiliyorsa, bu, büyük ölçüde Marksizm’in devrimci mücadele yöntemlerinin, devrimci özünün bozulmuş ve “sosyalizm” iddiasındaki devrimci hareketlerin revizyonizmin reformist platformundan kopamamış olmalarının da sonucudur.
Proletarya saflarındaki burjuva tabakaların emperyalist ideolojiyi işçi sınıfı içine taşımalarının doğal sonucu, proletarya saflarında oportünizmin yeşermesidir. Proletarya saflarında bütün proletarya hareketi tarihi boyunca ortaya çıkmış olan bütün anti-Marksist sapmalar ve bütün anti-Marksist ideolojik akımlar, söz ve eylem arasındaki ayrılık anlamına gelen oportünizmle başlamıştır. En fazla şiddet yanlısı, en sol ve sözde “uzlaşmaz” akım olan anarşizm ve anarko-sendikalizm akımları bile son tahlilde oportünizmin bir durağı olmuştur. Yukarıda Marks’tan yapılan alıntıda bu açıkça görülüyor. Oportünizm nedir? Lenin, “oportünizmde önemli olan sınıf işbirliği fikridir” der. Sınıf işbirliği/proletaryanın burjuvaziye karşı, sınıf mücadelesinin yerine “..sermaye ayrıcalıklarının kendilerine bıraktıkları kırıntılardan yararlanan proletaryanın sayısı çok olmayan üst katmanları ile küçük burjuvazinin proleter yığınlarına, genel olarak emekçiler ve sömürülenler yığınlarına karşı bağlaşması” (Lenin)’nın geçirilmesidir. Sınıf mücadelesinin, proletaryanın emperyalizme ve burjuvaziye karşı mücadelesinin yerine, proletaryanın burjuvaziyle işbirliğinin geçirilmesi sınıf işbirliği tutumu ve politikacı… İşte proletarya saflarındaki oportünizm budur. Ve bu oportünizmin iktisadi temeli emperyalizmin ve kapitalizmin işçi aristokrasisi ve bürokrasisine sağladığı “kırıntılaradır. Bu kırıntılarla beslenen aristokrat ve bürokrat tabakaları, kırıntıların sağladığı yaşam koşullarını korumak için iktisadi, toplumsal, ideolojik ve siyasal olarak burjuvaziyle işbirliğine girer ve proletaryaya her dönemeçte yeniden ihanet ederler.
İkinci Enternasyonal partilerin ve o dönemin Sosyalist Sendikalar Enternasyonali’nin.oportünizme kaydıklarından söz edilmişti. İkinci Enternasyonalin proletaryaya ihanet eden aristokrat ve bürokrat topluluğu bu ihanetle kalmadı; Marksizm’in “yeni” yorumu ve geliştirilmesi adı altında bir tür revizyonizm olan sosyal-demokrat reformist ideolojiye, emperyalist ideolojiye vardı.
Stalin’in ölümünün arkasından sosyalizmi ve Marksizm-Leninizm’i yeniden bozan modern revizyonist parti ve akımlar da aynı nedenlerle ve aynı yoldan doğdu.
Gerek Sovyetler Birliği’nde, gerekse Avrupalı komünist partilerinde ve bu ülkelerdeki işçi sınıfı hareketi ve sendikalar içinde kapitalizmin, emperyalizmin ve bürokrasinin ayrıcalıklarından yararlanan, “kırıntılarla” beslenen ayrıcalıklı tabakalar doğdu, genişledi. Oportünizm, emperyalizm ve burjuvaziyle uzlaşma eğilimleri olarak yeniden yeşerdi. Bu oportünizm ve aristokrat, bürokrat ve küçük-burjuva tabakaların iktisadi ve toplumsal çıkarlarının ifadesi olarak emperyalist ideoloji, işçi sınıfı içinde toplumsal bir temel buldu ve yayıldı. Modern revizyonist ideoloji emperyalist bir ideoloji olarak işçi sınıfı hareketini ve sosyalist hareketi bozdu. Sovyet aristokrasisi ve bürokrasi emperyalist burjuvaziye dönüşürken, batılı ülke partileri reformist işçi partilerine, emperyalist burjuva partilerine dönüştüler. Uluslararası işçi sınıfının sendikaları, işçi aristokrat ve bürokratlarının elinde, yeni bir bozulmayla revizyonist sendikal akımların doğrudan etkisi altında reformist ve revizyonist sendikalar haline geldiler. Görüldüğü gibi, sınıf işbirliği ve oportünizmle başlayan çürüme ve ihanet Marksizm-Leninizm’in toptan inkarına ve modern revizyonist ideolojiye vardı.
Stalin’in sözleriyle ifade edersek, işçi sınıfı hareketinin, Marksizm-Leninizm ve sosyalizmin yeni bir inkârına varan “proletarya” tabakaları proletaryanın yeni ayrıcalıklı tabakalarıydı. Stalin, burjuvaziyle her zaman işbirliğine giren “işçi” tabakalarım şöyle tanımlıyor: “Burjuvaziyle uzlaşan, en güçlüleriyle ateşkes ilan eden ve onlara boyun eğen, böylece burjuvazinin saflarına katılma eğilimi gösteren işçi sınıfının üst tabakası, proletaryanın en varlıklı kesimidir.”
Konuyu nispeten genişletse bile, işçi hareketinin farklı dönemlerinin tarihine şu ya da bu biçimde girmek gerekiyordu. Sendikal hareketin sorunları, işçi hareketine Marksizm’in egemen olmasından bu yana sosyalist hareketle iç içe geçmiştir. Her ne kadar sendikal hareket ve Marksist hareket birbirlerinden bağımsız ve biri diğerinin dışında doğmuş olsalar da, birbirlerinden soyutlanarak ele alınamazlar. Kimi idealist ham kafa “teorisyenler” bunu inkâr etse de, bu durum toplumsal gerçekliği ve olguları değiştirmiyor. Çünkü bir soyutlamayla ifade edersek; işçi hareketi içinde sapmaların, oportünizmin ve revizyonizmin sınıfsal temelini oluşturan tabakaların bir yanını sendikalardan bağımsız olarak doğan işçi aristokrasisi oluştururken; diğer yanını, büyük ölçüde sendikalarda yeşeren sendika bürokrasisi oluşturmaktadır. Aristokrasi ve bürokrasi işçi sınıfının en ayrıcalıklı, en varlıklı ve iç içe geçmiş tabakalarıdır. İşçi aristokrasisi, genel olarak kalifiye işçi kitlesinden, sendika bürokrasisi işçi hareketinin ve sendikaların her kademede yönetici ve lider topluluğunun yozlaşmasından doğmaktadır. Şimdi artık sendikalar sorununa ve sendika bürokrasisinin sendikalardaki işlevlerinin bazı sorunlarına dönebiliriz.
Şu geçerken vurgulanmalı; çünkü, bu yazının bu bölümünde işçi hareketi ve sendikal hareketle işçi aristokrasisi ve sendika, bürokrasinin işçi sınıfından ayrı “çıkarlara” sahip olduğunu ve onların sınıf işbirliği çizgilerine bu “çıkarlar”ın yön verdiği ileri sürüldü. Sendikal hareketin ve işçi hareketinin tüm tarihi boyunca ortaya çıkan oportünist ve revizyonist akımlar bunu reddettiler ve işçi sınıfının çıkarlarını temsil ettiklerini iddia ettiler. Ancak, bugünün Avrupa “komünistleri” ve Gorbacov’culuk platformunu ilan ettikten sonra bütün revizyonist akımlar artık bazı şeyleri açıkça itiraf ediyorlar. Onlar, bugün işçi sendikalarının salt işçi örgütleri olmadığını, dolayısıyla da sadece işçi sınıfının çıkarlarını takip eden bir politika izleyemeyeceğini açıkça ilan ediyorlar.
İspanyol revizyonist sendikacılığının elebaşlarından Gorbaçov’cu revizyonist bürokrat Marcalino Comacha şunları yazıyor: “… Komisyonlar (sendikalar – bize ait) … geleneksel olarak işçi diye adlandırdığımız insanlardan başkalarını da bir araya getiriyor. ‘Sendikal konfederasyonumuz, teknisyenleri, diplomalı-ücretli uzmanları bünyesinde topluyor. Ücreti biraz fazla, fabrikadaki konumu biraz yüksek de olsa, teknisyen de, herhangi bir işçiden farklı değildir. Bilimsel-teknik devrimin etkisi altında işçi sınıfının içyapısı değişikliğe uğruyor. İşçi sınıfının bileşimi içinde, birbirinden farklı kesim ve gruplar ortaya çıkıyor. : “İşçi sınıfının sosyal-ekonomik açıdan, dolayısıyla politik bakımdan, dünya görüşü düzeyinde belirli ölçüde daha çoğulcu duruma geldiğini görüyoruz… Sendikal birlik olmadan emekçi sınıfının çıkarları için mücadelenin etkili olamayacağı da doğrudur. Bundan ötürü, gerçi birbiriyle çelişkili de gözükse, aynı zamanda hem çoğulcu, hem de tekçi olmak gerekiyor.” (37) (Marcelino Comacho, İspanyol İşçi Sendikaları (İşçi Komisyonları) Konfederasyonu’nun Genel Sekreteri’dir. Yeni Çağ dergisi, uluslararası modern revizyonist partilerin ortak olarak yayınladıkları teori ve Enformasyon dergisidir.)
Burada öne sürülen cüretkâr ve hayasız revizyonist ihanet görüşlerini yorumlamanın bir anlamı yok. Okur, kendiliğinden Lenin’in ve Marksist-Leninistlerin tahlil ve öngörülerinin ne kadar şaşmaz olduğunu; sendika bürokratlarının “burjuvazinin ajanları” olduklarını, çıkarlarının işçi sınıfıyla “ayrılma” eğiliminde olduğunu, emperyalizmin ve burjuvazinin beslemeleri olduklarını söylerken ne kadar haklı olduklarını kendiliğinden tespit edecektir. Kuşkuşuz okur, Comacho’nun, fabrikalarda burjuvazinin adamları olan, artı-değer sömürüsünün yoğunlaştırılmasından başka işlevleri olmayan, artı-değerden kırıntılarla beslenen diplomalı uzmanlar ve “teknisyenler”le, artı-değer sömürüsü altında olan işçinin çıkarlarını nasıl uzlaştırdığının; artı-değer sömürüsünden pay alan bir asalağı nasıl ücretli işçi yapabildiğinin; dolayısıyla işçi sınıfının içyapısında nasıl değişiklikler meydana getirebildiğinin ve aynı zamanda nasıl “hem çoğulcu”, “hem de tekçi” olunabildiğinin anlamını irdelemelidir. Sınıf bilinçli işçi, Comacho’nun “sosyalizm”inin, sosyal-demokrasinin ve burjuvazinin “sosyalizm”inden daha geride bir “sosyalizm” olduğunu hemen anlayacaktır. Comacho, açıkça, sendikaların küçük burjuva bürokrasinin ve aristokrasisinin örgütü haline dönüşmesini, işçi kitlelerinin bunların çizgisi etrafında birleşerek örgütlenmesini savunmaktadır.
Diplomalı “uzmanlar”, “teknisyenler” fabrikada üretiminin planlayıcıları ve yöneticileridir. Onlar işçinin kanını emen “otomasyon”un, “akort” sistemlerinin mucitleri ve işçinin kenesidirler. Bu, teori ve pratiği ile son derece açık. Ve revizyonist Comacho’nun görüşleri Lenin’in görüşlerinin toptan inkârı, sendikaları işçi sınıfının mücadelesinin araçları olmaktan çıkarmanın teorisidir. Bu görüşler, küçük-burjuva ve burjuva bürokrasinin çıkarlarının ve hareketin burjuvaziye bağlanmasının görüşleridir. Comacho’nun itiraf ve görüşleri, işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinin burjuvaziyle “bağlaşma”dan öte, tam bir kaynaşma içine girdiğini gösteriyor. Comacho, bu görüşlerinden sendikaların rolü ve işlevleriyle ilgili çıkardığı sonuçlarla, Marksizm-Leninizm’in çözümlemelerini ve bu yazıda öne sürülen görüşleri tartışmaya yer vermeyecek biçimde doğruluyor. O, sendikaların işçi partileri karşısında “özerk” Ve “bağımsız” olması gerektiği, bu örgütlerin meslek örgütü olduğu sakızını çiğnedikten sonra şunları da yazıyor: “deneyimimiz özellikle sendikalardaki çalışmalarımız gösteriyor ki, bu tür hareketleri (sendikal hareketleri -bize ait) birer ‘aktarma kayışı’ gibi kullanma girişimleri; neredeyse bunların tasfiyesi anlamına geliyor. Bu hareketler kendi bağımsızlıklarım; kendi dinamiklerini korumalıdır.” (agy)’ Comacho Stalinci “şemayı” işte böylece kırmış oluyor!
Başka bir şey söylemeye gerek yok, yalnız şu söylenmeli: Revizyonist elebaşları, bütün revizyonist sendika bürokrasisi, sendikaları proletaryanın’ değil ama burjuvazinin ve emperyalizmin “aktarma kayışları” haline getirmeye çalışıyor, öyle görüyor. Onlar, bu görüş ve tutumlarıyla, proletaryadan ve sosyalizmden çok önce kesin olarak ayrıldıklarını ve burjuvazinin yanma vardıklarını açık seçik itiraf ediyorlar.
Bu yazının daha önceki bölümlerinde, hangi renkten olursa olsun, bütün sendika bürokratlarının ve sendikacılık akımlarının sendikaları işçi sınıfının siyasal mücadelesinden, tam kurtuluş için mücadelesinden uzak tutma, sendikaları siyasal mücadeleyi baltalamanın aracı haline getirme çizgisi izlediklerinden söz edildi. Dolayısıyla da, burjuva sendikacılık akımlarının, sendikal mücadeleyi “ekonomik mücadele”ye indirgediklerini öne sürüldü. Ancak bu arada, oportünizmin sınıf işbirliği çizgisinin işçi sınıfının ekonomik mücadelesini bile baltaladığını, sendikaların revizyonist, reformist ve faşist sendikacılığın elinde salt bir “toplu sözleşme” örgütü haline getirildiğini de ortaya koymaya çalışıldı. Sorunun bu yanını nispeten açmakta yarar var.
İşçi sınıfı hareketinin ve sendikal hareketin salt ekonomik mücadele alanında kalmasından doğan ekonomik mücadeledeki başarısızlıklar bir yana, bürokrat ve aristokrat sendika şefleri ve burjuva sendikacılık akımları sendikal hareket içinde ekonomik mücadele açısından da hareketi bölücü, uzlaşmacı ve restorasyoncu bir çizginin temsilcileridirler. İşçi sınıfının ekonomik talepleri onların elinde, işçi aristokrasisinin ve sendika bürokrasisinin taleplerine dönüşüyor; ekonomik sorunlar için mücadele işçi sınıfının dışında, fabrika ve işletmelerdeki patron temsilcileriyle bürokrat sendika yöneticileri arasındaki pazarlıklara indirgeniyor. İşletmelerde sendika yöneticileriyle işveren temsilcilerinin çok sayada “yasal” komisyon ve kurullarının doğması ve yayılması rastlantı değildir. Fabrika sorunlarının, işçilerin ve sendika tabanının dışında sözde çözümlenmesinin aldatıcı taktiği olarak, böylesi komisyonlar özel olarak ve burjuva sendikal akımlar ve işveren örgütlerince, hükümetlerce destekleniyor. İşçiler üzerine pek çok pazarlık buralarda yapılıp bağlanıyor.
Burjuva sendikacılık akımları ve sendika patronları işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin başlıca aracı olan grev eylemine başvurmaktan kaçınmayı bir çizgi olarak benimsemişlerdir. Onlar, işçilerin aşağıdan zorlaması olmadıkça greve başvurmadıkları gibi, girmek zorunda kaldıkları grevleri de sürekli baltalama ve yenilgiye dönüştürme çizgisi izliyorlar.
Oysa işçi sınıfının ekonomik ve siyasal mücadelesi acısından grevlerin önemi ortadadır. Grevler proletarya için, büyük mücadele öncesinde bir eğitim okulu, sosyalizm okuludur. Grevler, proletarya açısından genel çarpışma için gerilla çatışmalarıdır. Ayrıca, hareketin kendiliğindenci karakterinin yenilmesi açısından vazgeçilmez silahtır. Proletarya savaşmanın, dayanışmanın ve sınıf kardeşliğinin ilk derslerini grevlerde alır. İster ekonomik grevler, isterse siyasal grevler olsun, bütün grevler proletarya hareketinin vazgeçilmez mücadele biçimleridir.
Bir dönemin Alman İşçileri Bakanı’nın grevler üzerine bir sözü vardır. Bu söz, Lenin’e hak verdirecek ölçüde gerçeği dile getiren vurucu bir sözdür. Alman İşçileri Bakanı, “Her grevin ardında devrim ejderhası yatar” der. Bu gerçektir; gerçek olduğu gibi, aynı zamanda burjuvazinin, karşı-devrimin ve her renkten sendika ağasının grevlerden duyduğu ürküntüyü çarpıcı bir biçimde dile getirmektedir. Sendika ağalan grevlerden, işçi sınıfının siyasal mücadelesinden olduğu gibi ekonomik mücadelesinden de ürkmektedir. Bu doğaldır, çünkü sendika bürokrasisi kendi sınıf çıkarını, dolayısıyla burjuvazi ve emperyalizmi savunmaktadır. Sendika bürokrasisinin ve işçi aristokrasinin çıkarları, işçi sınıfı üzerindeki sömürünün yoğunlaşmasındadır. Sendika yöneticilerini ekonomik hareketle bile, greve ve eyleme sürükleyen işçi sınıfının baskısıdır. Bu baskıdır ki, onları grev ve eyleme zorlamakla kalmaz; burjuva sendikacılık akımları arasındaki rekabeti ve patronlar ve burjuvaziyle çelişkilerini kışkırtır. Onlar ancak bu sayede grevlere başvurma eğilimine girmek zorunda bırakılabilirler. Ama onlar, her koşul altında, isçilerin mücadelesini kırma propagandasına ve eylemine girmekten vazgeçmezler. Çünkü grevler her bakımdan bürokrat sendika yöneticilerini ve çıkarlarını da kendiliğinden hedef alır.
Ülkemiz sendikalarına egemen olan sendika yöneticilerinin ve sendikacılık akımlarının mücadele ve grev aleyhtarı tutumları biliniyor. Uluslararası alanda da durum farklı değildir. Burjuva sendikacılık akımlarının, özellikle modern revizyonizmin uluslararası işçi harekeline esemen olduğu son otuz-kırk yıldır grevler karşısında izledikleri çizgiyle burjuvaziye ve emperyalizme yeni bir cesaret gelmiş ve işçi sınıfının ekonomik haklarıyla birlikte, grev hakkında da hemen her ülkede önemli kısıtlamalar getirmeyi burjuvazi başarmıştır.
Burjuva ideologlarından C. Harmel, “Kahraman grev, coşturucu grevler, tehlikeler içinde koşturucu grev, muharebe, gerçek bir muharebe olan grev artık bitmiştir” diyebilmektedir. C. Harmel’in teshillerinin bir yönünde gerçek’ payı vardır; o da, başta revizyonistler olmak üzere, bütün işçi düşmanı partilerin ve sendikal akımların grev hareketini baltaladığı gerçeğidir. Burjuva ideologlarına bu cesareti veren, onları sevince boğan, örneğin Fransız revizyonist sendikalarının ’68 grev ve genel grevini açıkça baltalamaları, İtalyan revizyonist sendikalarının 1970’in sıcak güzündeki alçakça grev kırıcı tutumları, İngiliz sendikalarının, Alman sosyal demokrat sendikalarının vb.lerinin 1964 ve 68 grevlerine ve daha sonraki pek çok greve vurdukları darbelerdir, vb. C. Harmel, sorununun başka bir yönü üzerine ise olağanüstü yanılıyor. Dünya işçi sınıfının bütün resmi sendikalarının başına kırk yıla yakındır revizyonist akımların ve sosyal-demokrat reformizmin, yani burjuvazinin ajanları ve uşaklarının çöreklenmiş ve işçi hareketine karşı alçakça bir baltalama faaliyeti içinde olmalarına karşın, uluslararası işçi sının her geçen gün daha geniş bir kitle olarak grev ve direnişlere giriyor ve Enver Hoca’nın deyimiyle, bu grevler ve direnişler her geçen gün daha vurucu özellikler kazanıyor, burjuvazinin ve emperyalizmin umutlanması için bir neden yok, burjuvazi “gerçek bir muharebe olan grevler”i giderek görüyor ve görmediklerini de göreceği kesin. İşçi sınıfı son sözü söylemedi.
Özetleyerek ifade edilirse, işçi sınıfı içinde burjuvazinin ajanları olan sendika bürokrasisi ve her soydan burjuva sendikacılık akımı, ekonomik mücadelenin de baltalayıcısıdır. Onlar, işçi sınıfının ekonomik ve siyasal grevlerinin ve mücadelesinin yerine, “fabrika ve işyeri meclisleri”ni, “işletme komisyonları”nı geçirerek işçi sınıfını uyuşukluk ve uzlaşma içine itmeye çalışıyorlar. İşçilerin “işletme yönetimlerine katılması”, “ekonomik demokrasi” vb. masallarıyla işçi hareketini ekonomik ve siyasal mücadeleden uzaklaştırma ve yatıştırma politikası izliyorlar. Bu politika, kesin olarak proletaryanın sınıf mücadelesi politikası değil; sınıf işbirliği, kapitalizmin restorasyonu ve işçi sınıfının kapitalist sömürü altında inceltilmiş, kökleştirilmesi politikasıdır.
İşçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinin işçi hareketi sendikal hareket ve sosyalist hareket içinde oynadığı rolden söz ederken, bu tabakaların işçi sınıfı içindeki burjuvazi olduğu, işçi sınıfı içinde burjuva ideolojisinin yaylaları olduğu düşüncelerini doğal sonucuna vardırmak zorunludur. Onlar sadece, burjuvazinin ve emperyalizminin sınıfsal ve ideolojik uzantıları değil; aynı zamanda siyasal uzantılarıdır. İşçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi işçi sınıfı içindeki burjuva partisidir. Faşist, reformist, revizyonist ve gerici sendika ağası kökleri, farklılaşan bütün demagojilerine, çıkar çatışmalarına ve birbiriyle rekabet eden sendikacılık akım ve aygıtları içinde bölünmüş olmalarına karşın, işçi hareketi karşısındaki düşman kampın, kapitalist partinin öğe ve unsurlarıdırlar. Kimilerinin “sosyalist”, kimilerinin sosyal-demokrat ya da “komünist” adı taşımaları ve “sınıf sendikacılığı” sloganı atmaları durumu değiştirmiyor. Sendikal hareket içinde bürokrat sendika yöneticilerinin gördüğü işlev, hareketin burjuva-kapitalist partiye bağlanması işlevidir. Bütün sendika ağası kliklerinin ve burjuva sendikacılık akımlarının “özerk sendika”, “sendikaların partilerden ve siyasetten bağımsızlığı” çizgileri durumu değiştirmiyor. Bu çizgi özünde, burjuva partisinin ve burjuvazinin çıkarlarının ifadesi ve çizgisidir. Sendikaları burjuva partisine bağlamanın bir biçimidir. Görüldüğü gibi burjuvaziye ve burjuva partisine karşı mücadele zorunlu olarak sendika bürokrasisi ve işçi aristokrasisine karşı mücadeleyle birleşiyor. İşçi aristokrasisi ve her renklen sendika ağası kliğinin işçi sınıfının ve sendikaların dışına atılması mücadelesinin özel önemi bütün tarihsel tecrübeyle kanıtlanmıştır. Bu, Marksist-Leninistler ve sınıf bilinçli işçiler açısından tartışma götürmeyecek kadar açıktır.
Ancak bir soran vardır ki, bu açıklığa kavuşturulmalıdır. İşçi aristokrasisine ve sendika bürokratlarına karşı mücadele nasıl başarıya ulaştırılabilir?
Şu bilinen bir şey: İşçi sınıfının işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisine karşı mücadelesi, şu kişi yerine bu kişinin sendika yönetimine gelmesi ya da sendika ağalarının sendikalardan tecrit edilmesi mücadelesi değildir. Bu mücadele tamamen ideolojik, siyasal ve örgütsel bir mücadeledir. Bu mücadele, işçi hareketi içinden ve sendikalardan, burjuva sendikacılık akımlarının atılması; bu akımların işçi hareketinin dışına sürülmesi; burjuva partisinin sözde farklılaşan bütün fraksiyonlarıyla işçi sınıfının hareketinden ve sendikalarından tasfiye edilmesi mücadelesidir. Sorunu, şu yöneticinin yerine bu sendika yöneticisinin seçilmesi, ya da şu ve bu sendikal kliğin temizlenmesi derekesine düşürmek, hareketi kısırlaştırmak ve kapsamını daraltmak olacağı gibi, aynı zamanda işçi hareketini ve devrimci hareketi başarısızlığa mahkûm etmek anlamını taşımaktadır.
Lenin, işçi aristokrasisi ve bürokrasisine karşı yürüttüğü büyük savaşın tecrübeleriyle Marksist-Leninistlerin ve sınıf bilinçli işçinin bu konuda benimsemesi gereken çizgiyi derinliğine ve genişliğine aydınlatmıştır. O şöyle diyor: “Ne olursa olsun işçi hareketi içindeki akımlar savaşımı ve çağ değişikliği sorunu yerine, şu ya da bu kişilerin rolü .sorununu koymak saçmadır.”(38) Lenin döneminde olduğu gibi, bugün de işçi hareketinin ve sendikal hareketin soruna, “akımlar savaşı” ve işçi hareketinin seyrinin “değişikliği sorunu”dur. Bunu yadsımak ve sorunu şu ya da bu sendika yöneticisi takımı ve ihanet etmiş kişilerin “rolü” sorununa indirgemek, tarihin ve sınıf mücadelesinin idealistçe kavranışından başka bir şey olmayacaktır, işçi hareketi içindeki “akımlar savaşı” ve “çağ değişikliği” sorunu, işçi hareketi içinden burjuva partisinin ideolojik, siyasal ve örgütsel tasfiyesi, burjuvazinin her cepheden işçi hareketinin dışına atılması sorunudur.
Marksist-Leninistler ve sınıf bilinçli işçiler ve sorunu devrimci ve Marksist-Leninist tarzda ele almadıkları koşullarda, bugün tarihin ön plana çıkardığı görevleri asla başaramazlar Bu görevleri başarmak, Marks, Engels, Lenin ve Stalin’i izlemek, Marksizm-Leninizm’i devrimci yöntemi ve özüyle kavramakla mümkündür. Bugün, işçi hareketi ve sendikal hareket, İkinci Enternasyonal oportünizminin temsilcisi parti ve akımlarının ve yozlaşmış liderler tabakasının proletaryaya ihanet ettiğinde ortaya çıkan sorunlarla; öz olarak aynı sorunlarla karşı karşıyadır. Üstelik bugün, SSCB gibi revizyonizmin egemen burjuva olarak örgütlenmiş olduğunu dikkate alırsak, bu sorunların daha da ağırlaşmış olduğu söylenebilir.
Lenin İkinci Enternasyonal’in oportünist önderlerine ve revizyonist çizgilerine karşı mücadelenin yönünü şöyle çiziyordu: “Devrimci örgütlenmeye geçiş bir zorunluluktur; yani tarihsel durum bunu gerektiriyor, proletaryanın devrimci eylemleri çağı bunu zorunluluk durumuna getiriyor: ama bu geçiş, ancak devrimci enerjinin boğazlayıcıları eski önderlerin başı üzerinden ancak eski partiyi yıkarak, onun başı üzerinden gerçekleştirebilir.” (39)
Bugün de proletaryanın “devrimci örgütlenme”sine geçiş zorunludur. İşçi sınıfının sendikal ve siyasal hareketinin bugünkü durumu bunu zorunlu kılıyor. Proletaryanın devrimci mücadelesi, burjuvaziye ve kapitalizme karşı mücadelenin tarihsel gelişimi sorunları bunu zorunlu hale getiriyor. Fakat proletaryanın devrimci örgütlenmesine geçiş, işçi sınıfının devrimci siyasal hareketinin proletaryaya egemen olması ve sendikaların tam kurtuluş için mücadelenin araçlarına dönüşmesi ihtiyacı ancak ve ancak tek bir yoldan başarılabilir. Eski partiyi proletarya saflarındaki burjuva partisini yıkarak bu başarılabilir. Modern revizyonist, sosyal-demokrat partilerin, faşist ve gerici partilerin ve bütün bu partilerin işçi sınıfı içindeki temsilcisi ve dolayısıyla proletarya içindeki burjuva partisi, bu partinin reformist, revizyonist ve genel-faşist fraksiyonları, gerici “önderlerin başı üzerinden” yıkılarak devrimci örgütlenme ve proletaryanın devrimci eylemlerine geçiş başarılabilir.
Ülkemizde de işçi aristokratlarına ve sendika bürokratlarına dayanan revizyonist, reformist, gerici ve faşist fraksiyonlar ve sendikacılık akımları burjuva partisinin; işçi sınıfı içindeki farklı fraksiyonlarıdır; burjuva partisi ve onun her renkten fraksiyon ve akımı yıkılmadan proletaryanın devrimci örgütlenmesi ve eylemine geçiş asla gerçekleşemez. Bu yüzdendir ki, Marksist-Leninistlerin ve sınıf bilinçli işçilerin sendikalarda ve işçi sınıfı içinde bu akımlara karşı yürüteceği mücadele, taktik farklılıklar arz etse bile, çok cepheli ve topyekûn ideolojik, siyasal ve örgütsel, teorik ve taktik mücadeledir. Bu mücadelenin bir yanı sınıfın en ileri öğelerini Marksizm-Leninizm’e kazanarak fabrikalarda parti örgütlerini genişletme ve güçlendirme faaliyeti; öte yanı, tüm sınıfı sosyalizme ve burjuvaziye karşı mücadeleye çekerek, sendikaları mücadele merkezlerine dönüştürme mücadelesidir. Sendikalarda, burjuva sendikacılık akımlarının ve sendika bürokratlarının işçi partisi ve işçi sınıfı tarafından yenilmesi, proletarya içindeki burjuva partisinin, “eski partinin yıkılması” ve bir anlamda burjuvazinin yenilgiye uğratılmasıdır. Lenin’in çizdiği devrimci taktik bugün de geçerliliğini koruyor ve Marksist-Leninistlere yön gösteriyor.
Enver Hoca’nın şu Leninist görüşünü aktararak yazının bu bölümünü bitirelim: “…bizzat reformcu sendikaların içinde ve bu sendikaların burjuva şeflerinin çizgisine ve tavırlarına karşı, onların maskesini indirmek ve onları işçilerden tecrit etmek amacıyla, kararlı bir mücadele yürütmeden işçi sınıfının uyanması ve devrimci mücadelenin önderliğini ele geçirmesi sağlanamaz.” Enver Hoca’nın bu görüşlerinin, sınıf bilinçli işçilerin sendikalarda ve işçi sınıfı saflarında yürüteceği faaliyetinin yönünü belirleyecek önemde olduğuna işaret etmeye bile gerek yoktur. Proletarya saflarında ve örgütlerinde mevzilenmiş burjuva partisi başka bir biçimde tasfiye edilemeyeceği gibi, proletaryanın devrimci hayata uyanışının koşullan da oluşturulamaz, proletaryanın sınıf ve eylem birliği sağlanamaz.
Marksist-Leninizm’in sendikalar üzerine teori ve ezgisinin revizyonist akımlar ve sosyal-demokrasi tarafından tahrifatına hedef olan başlıca sorunları, genel teori ve çizgide yaratılan bu tahrifatın iktisadi, toplumsal ve ideolojik temelleri ve doğurduğu kargaşa ve bölünmelerin sonuçları esas olarak yazının buraya kadarki bölümlerinde ele alınmış oluyor. Sonraki bölümler, geçmiş sendikal faaliyetinin değerlendirilmesi ve bugünkü sendikal hareketin pratik siyasal ve örgütsel taktik sorunlarını ele alacaktır.

KAYNAKÇA
(1) Engels, Sendikalar Üzerine, s.19
(2) Engels, age, s. 12
(3) Engels, age, s. 19
(4) Marx, age, s.52
(5) Marx-Engels, age, S.58
(6) Marx, age, s.91
(7/ Engels, age, S.118-119
(8) Lenin, age, s. 158
(9) Marx, age, s.80-81
(10) Marx, age, s.79
(11) Engels, age, s.121
(12) Marx-Engels Lahey, Genel Kongre Kararları
(13) Engels, Sendikalar Üzerine, s. 100
(14} Engels, age, s. 119
(15) Stalin, Leninizm’in Sorunları
(16) Marx, Sendikalar Üzerine, s.53
(17) Marx, age, s.76
(18) Marx, age, s.91
(19) Marx-Engels, age, s,59
(20) Marx, Kutsal Aile, s.411
(21) Lenin, Sendikalar Üzerine, s.175
(22) Marx, age, s.59
(23) Lenin, age, s. 176
(24) Marx, Kutsal Aile, s.411
(25) DSF Belgeleri aktaran Flip Kota D.S.M.l.K.Ç.
(26) M. Comacho, Şemaları Kıran Bir Hareket, Yeniçağ Dergisi.
(27) Henri Krasucki
(28) Emeğin Bayrağı, sayı: 9, s.25-26
(29) Emeğin Bayrağı, sayı: 12. s.28
(30) Sendikalar Üzerine, s. 158
(31) Lenin Anarşizm ve Anarko-sendikalizm
(32) Lenin, age
(33) Lenin, age
(34) Lenin Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky
(35) Lenin, age
(36) Lenin, Anarşizm ve Anarko-sendikalizm
(37) Yeniçağ Dergisi, Şemaları Kıran Bir Hareket
(38) Lenin, Proletarya Diktatörlüğü ve Dönek Kautsky
(39) Lenin, age.

Mart 1989

Zorlu Sınava Hazırlık… Sınıfın Eylem Yılı ‘88 İşçiler: “Baskıya Son, Özgürlük İstiyoruz!”

Yapılan araştırma, Türkiye genelini kapsaması bakımından eksiklikleri taşıyor olsa da, sınıfın ’88 yılında yaptığı grev ve grev dışı diğer eylemlerin neler olduğu belirlenip ona göre değerlendirilmeye çalışıldı.

1- GREVLER VE SINIF

80 Eylül karabasanıyla ’84’e kadar hiçbir grev ve kayda değer bir eylem yapılmadı.
’84’ten ’87 yılına kadar da ekonomiyi etkileyecek grevler yaşanmadı.
Belirtilen dönemde imzalanan toplu iş sözleşmelerinde ücretler iktidarın yıllık programlarda öngördüğü enflasyona göre (ki hedeflenen enflasyon oranı, gerçekleşenden sürekli küçük oldu) arttı. Ama yine enflasyon durmadı.
İşte bu ’80’ler sendikal mücadelesini, Uluslararası Kamu Görevlileri Federasyonu (PUİS) Gn.Sek. Hans Engdbens “sendikacılığın S’si yoktur”, biçiminde değerlendirilir (1).
Bunlar enflasyonun nedeni işçi ücretleri olduğu ve grevleri sorumlu tutan politikaların/tezlerin iflas ettiğinin göstergeleridir.
Ana sorun: Ekonomik ve siyasi yapının çürümüşlüğüdür.
Nitekim ’80 sonrası adı “istikrar” olar, ekonomi politikaların izlendiği dönemde, ücretlerin reel olarak sürekli düştüğü konusunda pek çok çalışma var. Aksi mümkün değil. Eğer ücretler reel olarak düşmemiş olsa, her yıl çalışmanın da arttığı dikkate alınması halinde ulusal gelir pastasından ücretlilerin payı artması ya da en kötü ihtimalle eski payını koruması gerekirdi ama azalmış; ’80’de yüzde 27’îerde olan oran ’88’de yüzde 15’ler kadar geriler.
Burjuvazi, büyüyen ulusal pastadan daha çok pay almanın mücadelesini ‘milli bütünlüğü koruma ve kollama’ adına yapıyor
Evet: bu “bütünlükte” işçilere verilen değer…
Bu yıllarda sözleşmeli personel uygulaması, resmi sendikasızlaştırma politikasının ürünü olarak yürürlüğe girer. Bir yönüyle de, örgütlü kitlelerin gücünün verdiği korku ve bunun karşısında iktidarın benimsediği örgütsüzleştirme politikası. Nitekim Ziraat Bankası Genel Müdürü Ulusoy, ’88 yılı içinde toplu sözleşme görüşmelerinde ufak miktarda ücret artışını kabullenmezken, çalışan personele gönderdiği yazıda “sözleşmeli personel olmanız halinde, ücretlerin net yüzde 100” artacağını bildirir. Evet, bu neyin bonkörlüğü.
Bu koşullarda ’88’c girildi ve yaşandı.
1.1- İşçiler
İşçi sınıfı, burjuvazinin ekonomik, siyasal ve ideolojik baskısı altında varlığını sürdürüyor.
Bu halde işçi sınıfı kendi ayakları üzerinde duramadığı sürece, ücretli, kölelik düzenin paslı zincirlerinden kurtulamayacaktır.
Ekonomik haklar ki başta ücret bilinci olup, işçinin temel sınıf bilincidir. Bu; var olan ücretli kölelik düzenin tüm sonuçlarına karsı olma ve kendi efendisi olduğu sistemini kurma için gerekli siyasal bilinçle birleştirilmesi halinde, tarihi misyonlarına uygun tavır içinde kendisi İçin sınıf olacaktır.
Eylül sonrasında yıldırıcı resmi terörle yaratılan karanlık ortamda, işçi sınıfı kendisi için sınıf olma fonksiyonlarını yerine getirdiği söylenemez.
’84’de toplu iş sözleşme görüşmelerinin yeniden başlamasıyla sınıf, ’80-’84 arasında gasp edilen haklarını diğer bir deyişle “kaybettiklerimizi alırız” diye aklından geçirdiği halde (ki sanırım sendika yöneticileri de benzer düşünceyi paylaşıyordu), ’89’a gelindi ama beklentilerin gerçekleşmediği görülüyor.
Bugün işçilere, bilinç düzesi ve örgütlülük durumun sonucu olarak kendiliğindenci mücadele anlayışı hâkim; fakat her geçen gün, bir anlayışın ürünü.
Zaten ’88’de grevler ve diğer eylemler bunun sonucu olarak yaygınlaşıyor…
Bunda, gelecek şekilleniyor.
Sınıftan “vebadan kaçar” gibi kaçan bürokrat sendikacıların işverenle uzlaşmacı politikaları da, işçileri üretim birimlerinde dalga dalga genişleyen kendiliğinden eylemlere itiyor.
Önümüzdeki dönem, bu tür eylemlerin artacağı ve yaygınlaşacağı bir süreç olma özelliği taşıyor; fakat bir yönüyle de işçiler kendiliğindenciliği aştığı oranda güçlenecek ve güvenle yürüyecektir.
1.2- Sendikalar/Tür-İş
Türk-İş’in politikası; kurulduğu tarihten (1952) bugüne, iktidarla öz olarak hükümet olan parti ile iyi geçinme ve sorun yaratır duruma düşmeme titizliğiyle hareket etmedir. Varlık-temeli “partiler üstü” politikasıdır. Diğer bir anlatımla, günü yaşama ve iktidarın “nimetlerinden” yararlanmadır.
Türk-İş yetkili kurullarıyla, politikasıyla çelişen eylem kararları alıyor. Fakat bu kararların tamamen benimsenip uygulandığı söylenemez; sonuç olarak sulandırıp savsaklıyorlar.
Nitekim Şubat ’88 ve Kasım ’88 kararları en önemlileri.
Bu gelişmede geleceğe umutla bakmanın tohumu var: O da, sınıfın duyarlılığı ve mücadeleyi sahiplenmesi… Zaten sendika üst yönetimi o eylem kararlarını almaya iten de bu gelişmedir. Bu, alınan kararlan uygulatacak etkinlikte bugün olmayabilir ama yarın neden olmasın…
Türk-İş’in politikası esas olarak hükümetlerle iyi geçinme denen “partiler-üstü politikasıydı”. Gerçi buna “resmi ideolojiyi” savunmada denilebilir. Türk-İş’in bu politikasında belirgin ilk değişiklik ’87 Referandumunda yaşandı. Arkasından aynı yıl seçimlerde ve ’88 Referandumu’nda benimsediği tavır, geleneksel politikasında bir değişikliğin göstergeleridir denilebilir mi?
Esas olarak, vurgulanan değişikliğin boyutu abartılmamalı. Fakat hiçbir gelişme olmuyor da denemez.
Türk-İş’in referandum ve seçimlerde aldığı tavrı, benimsemek ya da benimsememek ayrı bir konu olup: burada dikkate alınması gereken nokta, partiler-üstü politikayla çelişen bir davranış içine giriyor olmasıdır.
Evet; Türk-İş belirtilen politikalar ek olarak beklenmeyen çıkışlar yapmakta, uygulanmayan eylem kararlan almaktadırlar. Hem de resmi sendikal anlayışlarına ters düşerek… Bu davranışların nedeni, sınıfın tabandan gelişen muhalefetidir.
Sendikaları denetleyen ve-yönlendi-ren işçilerin etkinliğinin zayıf olması, gündelik mücadeleyi sendika bürokratlarının yönlendirmesine neden oluyor. Fakat bütünleşmemiş ama gelişen muhalefet, günü yaşayan sendikal anlayışın etkisi altında kalmamış olan nitelikli işçilerin omuzlarında gelişip, yaygınlaşıyor.
Gelişmelerin boyutunu T. Harb-İş Sen. Başkanı Kenan Durukan şöyle ‘ değerlendiriyor: “Ortak sorunları çözüme ancak Türk-İş götürür. Sorunların çözümsüzlüğü de Türk-İş’i götürür(2).
Belirtilen türden işçilerin sendikal örgütlülükte güçlenmesi halinde, sınıfın sorunları çözümlenebilecektir. Aksine esaret zinciri var, hep olacaktır.
1.3- Sendika-İşçi İlişkisi
Sınıfın mücadelesinin boyutunu değerlendirmek için yasada yer alan grev ve grev dışı eylemlerin birlikte ele alınması gerekiyor. Aksine yapılacak gözlem eksik kalmış olacaktır.
Elbette eylemlerdeki bütünsellik sendika-işçi ilişkisini de etkiliyor.
İşçilerin sendikaya kendi dışında talepleri için mücadele ecen örgütler olarak bakması ve sınıfın gücünün boyutunu görememesi üzerine, kendisini sendikal örgütlülük içinde yalnız hissetmesi anlamında yabancılaşmıştır denebilir.
Belirtilen bu anlayış yeni sendika-‘ iara olan güvensizlik, yerini adım adım sendikalara sahip çıkmaya ve “sendika yöneticileri yapamıyorsa, biz yaparız” anlayışına dönüşmektedir. Oysa yakın zamana kadar, “sendika bana ne veriyor ki, boşu boşuna aidat ödeyeyim” anlayışı hâkimdi.
Yani sınıf, yeni ve de gasp edilmiş haklarını nasıl alabileceği sürecini yaşıyor.
Yaşanılanların sınıfı etkileme boyutu: işçilerin yaklaşık yüzde Elik kısmı sendikanın tavrını benimsiyor ve siyasi iktidarla (bugün ANAP’la) iyi geçinmek istiyor ve eylemlere karşı çıkıyor; yüzde 49’luk bir kısmı eyleme hazır olmayıp, sendikaların kendileri yerine hak almasını ve bu anlamda da gelişmelerin içinde aktif rol almak istemiyor ve geriye kalan diğer yüzde 50’lik kısmı ise şartların değiştiğinin farkında ve eyleme taraftar(3).
Belirtilen oranlar değişebilir, üç aşağı beş yukarı olabilir; ama yapılabilecek bir gözlem var ki, o da işçilerin ekonomik ve siyasi hayattaki gelişmeleri izlediği ve sınıf olarak mücadele azminin arttığıdır. Bu, ’80 öncesindeki gibi şu partili ya da bu partili gibi farklılaşmalar yaratılmadan sağlanıyor olması da bir başka güçlendirici noktadır.
İşçilerde belirtilen bu gelişmeler, sendikacıları siyasal iktidardan umutlu bekleyiş içinde olan yani statükoyu korumayı savunanlar ile savunmayanlar arasındaki çelişmeyi, safların netleşmesi yönünde etkilemektedir. Nitekim yaşanan bu çelişmede güçlenen ve gelişen kanat, iktidardan bekleyiş içinde olmayan ve gücünü sınıftan alan ve de işçilerle kader birliği yapmış olanlardır.
Geleceğin garantisi: Bu birliktir.
1.4- Toplu Sözleşmeler ve İşçiler
Gelir dağılımının bu kadar adaletsiz olduğu koşullarda sınıfın toplu sözleşmelerde parasal/ekonomik taleplerle ilgili maddelerde hassaslaşma-sı anlaşılır bir durum.
İşçi ile işveren diğer bir deyimle emek ile sermaye arasında uyuşmazlık konulan, işkolu ve işyerinin özgül konumuna göre değişse de, genellikle ekonomik taleplerden ücretlerin artırılmasında yoğunlaştığı gözlenebilir.
Zaten bunun sonucu olarak ki. sendikanın “mücadelesinde kararlı ve iyi olduğu” konusunda genel eğilim, parasal gelir sağlamasıdır. Bu, işçilerin içinde bulunduğu koşulların zorunlu sonucudur.
Diğer yanda da sendikaların mali kaynaklarının yetersizliğinden grevci işçilere ya para verilmiyor, ya da çok yetersiz miktarda verilmesine karşın, grev yapılıyor ve diğer eylemlerle birlikte yaygınlaşıyorsa bu durum; sınıfın mücadeleyi sahiplenmesi ve gücünün boyutunu görme sürecinde olmasıdır.
Günümüzde “en çok” gelir artışı sağlayan toplu sözleşmelerin gelir katkısı, enflasyonla kısa zamanda sıfırlanıyor.
Ayrıca toplu sözleşmenin imzalanması sonrasında bazı işyerlerinde tek tek ve bazılarında topluca (NE-TAŞ) işçi çıkarmaları yaşanıyor. Bu halde sınıf, toplu sözleşme görüşmelerinde “iş güvencesinin sağlanmasına” yönelik (ki bununla sınırlı değil) taleplere önem vermek durumundadır.
’88 içerisinde imzalanan toplu sözleşmelerde taraf sendikanın üye işçileri, işverenin teklif ettiği ücret artışlarının yetersiz olduğunu ve toplu iş sözleşmesinin imzalanmaması taban olarak istendiği halde, yine de sendikalar bir bir sözleşmeleri bağıtladılar.
Otomobil-İş ile MESS, Genel Maden-İş ile TKİ ve T. Harb-İş ile yabancı sermayeli/Amerikan işverenle imzalanan sözleşmeler, tabanın “grev” demesine karşın imzalandı.
Bu sebeple sınıfın doğan tepkilerine karşı, “aba altından sopa gösterenler” bile oldu.
Türk Harb-İş Sendikası’nın Amerikan kökenli HNSI, Tuslog, AFES, Contact ve Combustion ile sözleşmenin 27 Eylül’de imzalanması tabanın tepkisini çeker. Bunun üzerine sendikanın yayın organında(4) Başkan Kenan Durukan köşesinde “beyni kafasından iki karış yukarıda hayal peşinde koşan maceraperestlerin provokasyonlarından uzak durmaya ve böylelerini, olası ise ıslah etmeye olmuyorsa dışlamaya mecburdurlar” diye yazar ve işçilere karşı tehditkâr bir dil kullanır.
Zonguldak maden işçilerinin yoğun baskısı üzerine şubelerden (ikişer kişi; beş şube var) temsilcilerin katılımıyla ve genel merkez yönetiminde yer aldığı, bir komisyon oluşturulur. 20.000 kişiyi kapsayan bir anket sonucu, toplu sözleşme taslağı hazırlanır. Taslak Mayıs ’88’de sendika yönetimine 11.000 imzalı bir dilekçeyle sunulur. İşçilerin taleplerinden bazıları yüzde 200 net çıplak ücret artışı, haftalık 30 saatlik çalışma süresi vs. Grev 29 Kasım’da başlayacaktı. Ama 9 saat kala anlaşılır ve sözleşme kamu işveren sendikası ile Genel Maden-İş Sendikası arasında imzalanır. Taleplerinin yarısının bile alınmadığını belirten işçiler “SATILDIK” derler. Zonguldak’ın tarihinde ilk defa grev görmesi de böylece engelleniyordu.
Dipten gelen dalga, sistemi ve bürokratik sendikal yapıyı zorluyor.
1.5- Devlet-İşçi İlişkileri
İşyerinin çalışan/emekçi/işçi ve çalışmayan/sermayedar/işvereni ile bir bütün oluşturduğunu ve aynı alanda bulunan bu tarafların çıkarlarının, “birlik ve beraberlik” nakaratlarıyla “ortak” olduğu anlayışı hâkim kılınmak ve yaşatılmak istenmektedir.
Aslında taraflar açısından mekân/alan ortaklığı dışında, çıkar ortaklığının olması “eşyanın tabiatına” aykırıdır. Çünkü emek ve sermaye karşıt/farklı kutuplarda yer alır.
Nitekim geçen yıl işçiler “eşyanın tabiatına uygun anlayışla, yarınların gerçek sahipleri olduklarının örneklerini vermiştir.
Bu gelişmede devletin yeri: Günümüzün devleti: Üretim araçları üstünde özel mülkiyen ve yaratılan ürünün çalışmayanlar/burjuvazi tarafından gasp olayını yasallaştıran bir hukuk düzenlemesi, güvenlik ve yargı da yasalarca belirlenen düzen-koruyucu sınırların korunmasını amaçlayan kurumlar bütünüdür. Kısaca bu oluşumun özellikler:
1- Toplum-üstü bir oluşum olmaması anlamında sınıfsal içeriği olduğu,
2- Çalışan ve işvereniyle bir bütün oluşturmadığı,
3- İşveren olarak çalışan karşısında yer alması hallerinde işyeri uzlaşmazlığı nedeni nc olursa olsun, ilişkilerin altında (emek-sermaye) uzlaşmazlığın yattığı sayılabilir.
Bu yapılanım işçilerin isteklerini bürokratik örgütünde gereğince dikkate almaması ve onların horlanması, onların sendikal mücadelesinin gelişmesini engellemesi ve eylemlerini kırması gibi yaklaşım içinde bulunması, esas davranış biçimidir. .
1.6- ’88 Grevleri
Tespit edebildiğim kadarıyla Türk-İş’e bağlı 12 sendika, Hak-İş’e bağlı 4 sendika ve Bağımsız 2 sendika üyesi 30.147 işçi tarafından 357 işyerinde grev yapılmıştır. İşçi toplamının yüzde 87,7’si Türk-İş’e bağlı sendikaların üyesidir. 15.330 işçinin yani toplamın yüzde 50,85’inin sürdürdüğü grev ’88 yılı içerisinde biterken, diğer geri kalan ise ’89 yılma sarkmıştır. Bunlar içinde ’87 yılında çıkılan grevler bile vardır (Doğu Galvaniz -17.9.1987; Motif Duvar – 30.10.1987 ve Sace -9,11.1987). Belirleyebildiğim kadarıyla 4592 gün grevlerde geçmiş olup, bu sebeple kaybolan işgünü sayısı yaklaşık iki milyondur. Bu yıl İçinde 521.544 işçi adına 2.140 tane toplu iş sözleşmesi imzalanır. YHK ise 11.558 işçiyi kapsayan 30 toplu iş sözleşmesi imzalar.

GREVLER
Grev sayısı    Kat. İşçi sayısı        Kaybolan işgünü
1984    4        56            4947
1985    21        2410            194296
1986    21        7926            234940
1987    307        29734            1961940
1988    357        30147           
Kaynak: ’87 Petrol-İş, Tablo-78; Tuba Ajansı ’88 sayıları

Tablo’da görüldüğü üzere ’84 sonrasında grev ve katılan işçi sayısı artmakta olup, kaybolan işgünü sayısı da benzer gelişme gösterir.
Örnek Grev: SEKA…
SEKA’da grev (6 Eylül) öncesinde, iktidar (1 Eylül) kâğıt ithaline ilişkin gümrük ve ithal vergisi, resim ve harçlarını kaldırmayı kararlaştırır. 13 Eylül’de yani grevden bir hafta sonra yayımlanan bir kararname ile gazete kâğıdı ithalinde gümrük vergisi kaldırılır. Bu davranışın temelinde, işveren olarak devletin salt ekonomik davranmamalıdır.
Ve o anlamda ideolojiktir.
Aksi, varlığıyla çelişir.
İşçilerin bir yıl için istediği ücret zammı toplamı 95 milyar TL’yken, 4 aylık grevin yarattığı üretim kaybının toplam değeri 189 milyar TL’dir. Bu süre içerisinde ithal edilen kâğıdın toplam değeri 277,5 milyardır. Kâğıt üreticisi ve ithalatçısı. Halis Toprak’tan inciler “grevden sonra aylık satışını 6 milyardan 12 milyar liraya çıktı” der(5). Yani satışta ve dolayısıyla kârda yüzde 100’lük bir artış.
Bunlar, ekonomik gerekçeyle hareket etmemenin ya da etmek istememenin göstergeleridir.
Evet; “hesap” adamı Özal’ın rakamları.
Ayrıca toplu iş sözleşmesi imzalanması (14 Ocak) sonrasında, “hesap” adamının yerli “süper” beyni Kahveci “bizim işçiler -yani SEKA işçileri N.O.- yapılan zamma rağmen bir İsveçli, bir Kanadalı işçisinin ancak beşte biri kadar ücret alıyorlar” der(6); yavuz hırsız misali…
Kâğıdın tonu, Avrupalaştı, yani söyledikleri gibi uluslararası fiyatı yakaladı, hatta geçiyor; ama nedense onu üreten işçilerin ücreti Avrupalaşamaz? Hatta daha kötüsü olur…
Fiyat Avrupalı; ücretler Afrikalı…
Biraz tarih: Avrupa’nın sömürgesi Afrika, kölelik zincirini kırıyor…
Bazı malların fiyatı (TL) Türkiye ve Almanya ile karşılaştırmak olarak(7); süt (1 lt.), 1200-1300; domates (1 kg.), 2300-2000; margarin (500 gr), 1040-3400; pirinç (1 kg.), 2200-3250;muz (1 kg.), 4000-1250 ve patates (1 kg.), 350-500. Ya ücretler yine aynı sıralama ile doktor, 300 bin – 7 milyon; lise öğretmeni 22C – 3 milyon 300 bin; sanayi işçisi, 250 bin – 3 milyon 600 bin ve postacı 180 bin – 2 milyon 200 bin.
Ayrıca ’80 yılında 16 bin TL alan bir SEKA işçisi, bin TL daha ekleyerek bir ton kâğıt alırken aynı işçi bugün 90 bin TL alır ama kâğıdın tonunun 870 bin TL’ye yükselmesi sebebiyle, ancak 9,6 aylık maaşıyla alabilecektir. Evet, üretilen ürünün ve emeğin fiyatlandırılmasının güzel örneği (bunlar, Aralık ’88’de bir SEKA işçisinin anlatımlarıdır).
Rakamlar için fazla yoruma ne gerek?
Bu durumda tabi ki, SEKA ’87’de 2 milyarı aşkın kâr eder (’88 yılı yayımlanmadı).
Bu da, KİT’leri bütçeye yük etmeme ve fiyatların serbest bırakılmasının ya da fiyat ayarlamaların, yani zamların kerametidir. Madem bu kadar kârlı, ya “çalışanına verilmesi” ya da “fiyatlarının artırılmaması” önerilerine karşı olarak da “kârların fiktif” olduğu söyleniyor. Yani kâr rakamları şişirmeymiş. İki durum var, ikisini de söyleyen aynı ağız…
Yine ayin ağzı söyleten kafanın bir başka uygulaması, elektriğin bir kilovat saati ülke içinde tüketimi. 136 TL’yken, aynı miktar İtalya’ya 54 TL’ye satılmak isteniyor(8). İtalya’ya 54 TL’ye satılarak kâr edildiğine göre, yurt içinde daha ucuza satılması gerekir… Olur mu? Ne diyor, Özal, “fiyatların takdiri Allah’a kaldı. Fiyatlara karışmam”. Fakat İtalya tüketicilerine lâyık gördüğünü “vatandaşları” olan Türkiye tüketicilerinden esirgiyor: bu da, bir başka “yurtseverlik” örneği. Ya da “dışarıda itibarımızın arttığının göstergesi”…
Bunlar, Çağ Atlaya(maya)n Türkiye’den kesitler…
Gözlem
Grevin sonuç itibariyle etkisi iki başlık altında toplanabilir: çalışana ekonomik katkısı, yani gelir artışı ve sınıfın güvenini artırması sayılabilir. Ayrıca sendikal örgütte yaşanılan sıcaklık gereği sendika yönetimi ile işçiler/taban arasında ilişkilerin artması sonucu, var olan çelişkiler su yüzüne çıkar. Çelişkilerin demokrasinin işleyişi ya da işletilmesi temelinde çözümü sınıfın birliğini pekiştirir ve gücünü artırır.
Ekonomik kazanımların korunabilmesi ve artırılmasının garantisi, mücadelesinin boyutunun genişletilmesinden ve sınıfın güç birliğinden geçer.
Sınıfın mücadelesinin önünde iki barikat: ekonomik kazanımlarla yetinme (gerçi böyle bir sınırlama ile ne kadar kazanım korunabileceği açık) yani ekonomizm ve sendikal örgütlülüğün esas işlevini ekonomik kazanımlarla sınırlama, siyasi faaliyetlerde bulunmama yani sendikalizmdir.
İşçilerin/emeğin sermayeye karşı mücadelesi bu iki akıma karşıda verilmek zorunda; çünkü belirtilen bütünlüğün sağlanamaması halinde, bedeli pahalıya ödenmektedir.
Yakın tarihten, Eylül karanlığı ve suskunluk…
Sınıf artan sorunlarının çözümünün genelleşmesine bağlı olarak, bu anlamda politikleşmektedir. Tek tek işyerlerinde birbirinden kopuk olarak toplu iş sözleşmesi alanında verilen mücadele boyutunu aşmaktadır. Sınıfın çektiği sıkıntıya bağlı olarak da, duydukları tepki artmaktadır(9). Tepki, esas olarak sermayeye karşı duyulurken, aynı zamanda mücadeleye gerekli duyarlılığı göstermeyen sendika ve sendikacılara yani sendikal bürokrasiye de yönelmekledir.
Sendikal bürokrasi; imtiyazlı durum, yaşam tarzı, alışkanlıkları ve ilişkileriyle sınıf içinde bir tabakadır. Bu anlamda varlığı düzenle birleşmiştir. Bugün sendikalara esas olarak bu kesim hâkimdir.
İşçi sınıfının mücadelesi grevleriyle ve diğer eylemleriyle, sendikal örgütlerde belirtilen engelleri aşmasına ve tabandan denetimin sağlanmasına paralel yükselecek ve kitleselleşecektir.
1.7- Grevlere Destek
Burada esas olarak, işçi sınıfı dışında toplumu oluşturan diğer sınıf ve tabakaların grevlere yaklaşımı üzerinde gözlemlerde bulunulacaktır. Sınıf içi dayanışma, grev dışında diğer eylemler kısmında ele alınacaktır.
Geçmişte ekonomik krizin sebebi “aşın miktarda anan işçi ücretleri, kıdem tazminatları ve ideolojik nitelikli grevler” olduğu tezlerinin yoğun işlenmesinden ve propagandasının yapılmasından işi iyi gitmeyen küçük üreticiler ve dükkânını hiç satış yapmadan kapatan esnaf etkilenir; elbette ki bundan işçi sınıfına ve mücadelesine “hoş olmayan gözle” bakıldığı sonucu çıkarılamaz.
Ama gelinen ’88 yılında hem işçilerin ekonomik sorunları ve hem de küçük üretici ve esnafların sıkıntılarının halen devam etmesinin zamanlama açısından çakışması sonucunda; toplumun bu kesimlerinin sınıfın eylemlerine artık açıktan sempatiyle baktığının örnekleri yaşanıyor.
Zonguldak’ta yıllar sonrasında yaşanan grev heyecanı esnafı da etkiledi: Bu ilde berber İsmail Baş haftalar öncesinden “grevci işçiye tıraş karşılıksız” diye söyler. Yine Maden Mühendisleri Odası, Esnaf Kefalet Kooperatifleri ve Şoförler Derneği de grevi desteklediklerini açıklarlar(10).
Geçen ’87 yılında Seydişehir’de yapılan grevde esnafın söylenen desteği yaşanır.
Bir yönüyle grev sonrasında işçilerin gelirlerinin artacağına ve bu sebeple kendisinin de yani esnafın da iflastan kurtulacağı umuduyla bakışın sonucu destek verilmektedir.
İstanbul Umum Pazarcılar Derneği SEKA-İzmit’i ziyaret ederek, bir kamyon sebze ve meyveyi grevci işçilere götürüp, dağıtır(11).
İşçilerin eylemi toplumun diğer sınıf ve tabakalardan destek görmesi anlamında toplumsallaşmayı, eylemin boyutunun işyerinin dışına taşmasıdır.
Bu gelişme, emek ve sermaye kutuplaşmasının ve saflaşmasının arttığının diğer bir göstergesidir.
1.8- Grevlerin Süresi
Grev sürdürülen işyerlerinde, tarafların davranış biçimine/mücadelesine bağlı olarak, süreleri uzamakta ya da kısa olmaktadır.
Bunda işkolu ve işyerinin özgül konumu da önemli olduğu gibi makro olarak ülkenin içinde bulunduğu konjonktürel durumda etkili olur.
Yaşanan ekonomik krizin grevlerin süresi üzerinde etkisi olup, gelişmeler salt bu sebeple açıklanamaz.
Nitekim SEKA grevinde olduğu gibi kamu işvereninin tavrı yalnız ekonomik olmayıp ideolojiktir de; çünkü işyeri üretimde bulunamazken (bunun yarattığı maddi kayıp, işçilerin istemlerinin ek maliyet yükünü kat be kat aştı) bazı kâğıt ithalatçısı firmalar (ör: Toprak Kâğıt) “bayram eder” oldu (bu sebeple kâğıttaki fiyat artışının kültürel faaliyete etkisi de hatırlanmalı).
Kamu ve özel sektör işbirliği yani sermayenin (devlet ve tekelci sermayenin) dayanışması konumunda açıklayıcı bir örnek.
Emek cephesi açısından işçinin istemlerinde kararlı ye azimli olması da, grevin uzamasının bir başka nedeni olabilir.
Sermayenin grevlerin süresiyle ilgili değerlendirmesi, TİSK Genel Sek. Kubilay ATASAYAR: “Grevlerin uzamasındaki temel neden olan ekonomik şartların yanında siyasal bazı şartlara da işaret etmek yerinde olacaktır” diyerek, grevlerin neden utmadığı konusunda açıklamada bulunur.
Tabi ki, bununla SEKA örneğinde olduğu gibi işverenin durumundan ziyade yine grevlerin yoğunlaştığı ve işçiler arası dayanışmanın geliştiği dönemde, “grevlerin ideolojik olduğu” bakışıyla “memleket ekonomisinde şu kadar kayıp oldu” yaygarası sürdürülecek.
Kim tarafından mı?
Elbette ki, sermaye ve onun en üst kurumu tarafından…
Ülke ekonomisinin kalkınmasıyla siğili diğer kayıp gerekçeleri “nedense” dikkate alınmaz ya da doğrusu alınmak istenmez. Hayali ihracat, lüks ithalat ve artan dış borçlanma vs. ile ülke kaynaklan yurt dışına transfer edilir ve bunun da adı onlara göre “yurtseverlik.”
Pardon, aslında yurt-satarlık.
1964 ve 1980 yılları arasında grev sonucu kaybolan işgünü toplam 21,1 milyon iken iş kazaları sebebiyle kaybolan işgünü 43,5 milyondur(13). Bunlardan grevin sebep olduğu işgünü kaybı rakamı gerçeği aşağı yukarı tam yansıtırken, iş kazaları için aynı düşünce geçerli değil; çünkü sigortasızlık ve iş kazaları için aynı düşünce geçerli değil; çünkü sigortasızlık ve iş kazasının işyerine yönelik getireceği yaptırımlardan dolayı, iş kazaları bilgisinin eksikliği anlaşılır. Grevin sebep olduğu kaybolan işgünü rakamı, iş kazalarının sebep olduğunun yüzde 48,5’i kadardır. Grevlerle kaybolan iş-gününün “milli” ekonomi ve kalkınma açısından ciddi bir sorun olduğunu ileri sürenler (ki bu sermayedarlardır), çalışma koşullarında ve işyerlerinde sağlıklı ve güvenli çalışma ortamı bulunmamasından nedense hiç mi hiç bahsetmezler.
Çünkü o işyerinin sahipleri kendileri…
Çünkü bu yaklaşım, “onların” insana bakışının ifadesi…
Evet, iş kazalarının çokluğu Eylül’e sebep olmazken, ya grevler…
Ekonomi için en büyük kaynak ve önemli temel değer emektir. Grev esnasında emeğe bir şey olmayıp, bu değer sadece geçici bir süre için üretimden çekilir. Aynı durum iş kazaları için geçerli değildir. Çünkü iş kazaları emeği “tahrip etmekte” ve bu anlamda da ekonomide yerine konamayacak kaybın nedenidir.
Sınıfının eylemlerinin ve bunlardan bir tanesi olan grevin süresi, mücadelenin boyutuna ve işçilerin örgütlülük düzeyine bağlıdır.

2- GREV DIŞI EYLEMLER

Yaptığımız bu araştırmada ’88 yılına ait yasada yer almayan ya da belirtilmeyen ama sınıf tarafından kabul gören ve bu temelde sahiplenip uygulanan grev dışı eylemlerin neler olduğu, kronolojik olarak sıralanmış ve incelenmiştir. Bu çalışma, Türkiye genelini kapsaması bakımından eksiklikleri taşıyor olsa da, sınıfın genel eğilimini görmek imkânını verebilir. Hatırlanırsa:
’84 Mayıs’ında bir grup aydının hazırlayıp devletin en üst katında yer alanlara sunduğu dilekçe, “gizli bir örgüt” oluşturmanın delili olarak değerlendirilir ve buna göre yapılan yargılamayla, Eylül sonrası kıpırdanma hemen anında bastırılmak istenir. Hatta yargılamanın sürdüğü sıra, dönemin devlet başkanı yaptığı bildik gezi konuşmalarının birinde, dilekçeyi verenleri yurt dışına karşı ülkeyi “jurnalleyenler” olarak tanımlar.
Nitekim yine *84-’85 öğretim yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden pek çok öğrenci kaydının silinmesi nedeni ile dekanlığa verdiği dilekçeler de kavuşturmaya uğrar.
Bugün…
Değil topluca dilekçe vermek, yürümek bile artık toplum nezdinde sıradanlaşıyor. Bir başka açıdan “meşru” görmek zorunda kalıyorlar.
Zaten hukukta “meşru müdafaa” diye bir savunma mekanizması vardır. Buna göre, zorda kalınan anda, kişinin kendisini savunmak durumunda olması halinde eylem, cezayı gerektiren suç olmadığı varsayılır.
Benzer durum sınıfsal mevziilenim için de geçerlidir.
Yaşadığımız bugünde, sınıfın yasada belirtilmeyen grev dışı eylemleri birer “meşru müdafaanın” aracıdır. Ve bu halde de yapılan eylem, yasada var mıdır, yok mudur tartışması yapılmaz. Örneklendirecek olursak; bıçakla birisine karşı savunmaya kalkmak toplum (ve hukuk) gözünde suçtur. Fakat aynı durum, elinde baltayla saldırana karşı olma halinde “meşru müdafaadır”… İşte GREV DIŞI EYLEMLER, sınıfın belirtilen türde bir savunması ve bir yönüyle de varlığını güçlendirmesidir.
2.1- Yasal ve Toplumsal Meşruluk.
Kişi/grup davranışlarının yasaya uygunluğu, yasal meşruluk.
Yasaya karşı meşruluk, toplumsal mücadelenin gelişme boyutuna paralel olarak davranışların yasaya uygunsuzluğunun genelinde/toplumda kabul görmesidir. Bu bazen yasanın yorumunun genişletilmesiyle de yasal taban bulmaktadır. Açılımı anlamın da pek çok örnekten bir tanesi: DİSK aynı TCK maddelerinin yürürlükle bulunduğu sıra faaliyetlerinden dolayı varlığını yok edecek derecede kovuşturmaya uğramazken, Eylül sonrası yaşadığı süreci yaşar, ya da yaşatılır.
Yani aynı yasa maddelerinin farklı yorumu.
İnsanlık tarihi yasaya karşın meşruluğun ürünüdür.
Öz olarak yasaların işlevsizliği sınıfsal mevzilenmeye bağlı olup, bu sebeple yeniden düzenlemeye gidilir.
Değişimin sınıfsal güç ilişkilerine göre ileri ya da geri düzeyde olması mümkündür.
Eylül sonrası topluma ve özelinde sınıfa giydirilen dar elbisenin sökülmeye başladığı süreci yaşıyoruz.
Yıldırıcı resmi terörün geriletilme-si ve bürokratik sendikal örgütlülüğe karşı sınıfın gücünün boyutunu görmesi, kendine olan güvenin artması temelinde, toplumsal meşruluğun gelişmesi devam edecektir.
Bugünden yaşanılan zorluklar, yarınlara yürüyüşün/varışın güvencesidir.
2.2- Grev Dışı Eylemler
Sınıfın ’88 yılı içerisinde, yoğun katılımıyla en çok başvurduğu eylem türü yemek boykotudur.
11 Mart’taki yemek boykotu, eylem-öncesi ve sonrasında Özal’ın da katılımıyla yoğun tartışma konusu olur. Eylem öncesinde Özal “yemek nimettir… tepmek hoş bir şey değil” derken, sonrasında ise “yemeğe küsmek, Türk geleneklerine aykırıdır. Başka gösteri yapabilirlerdi” der. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı İmren Hanım, önce ‘”isçilerin hiçbir şekilde yasadışı eylemlere girişmesini istemiyorum” derken, sonra ise “uygulamanın yasalara aykırı olmadığı kanaatindeyim” diye görüş belirtir.
Belirgin düşünce değişikliğinin esas sebebi, eylemin başarıyla uygulanmış olmasıdır. Ayrıca kamu işyerlerinin başvuru üzerine Samsun Cumhuriyet Savcılığı, “yemek boykotunun yasadışı olmadığına” karar verir.
Sınıf tarafından benimsenen ve uygulanan eylemin meşruluk kazanmasının güzel bir örneği.
Türkiye çapında gerçekleşen bu eylem sonrasında sınıfın kendine güveninin artması üzerine, grev dışı eylemlere daha sık başvurduğu gözleniyor.
Sınıfın zengin eylem biçimlen olduğu görülüyor. Yarınlarda sınıf olarak yönetebileceğinin kaynağı bu zenginlikte yatıyor.
11 Mart – Yemek Boykotu sonrasında yoğun, katılımlı ikinci eylem yine yemek boykotu olup; bunu da, Petrol-İş toplu sözleşme uyuşmazlıklarını ve Petlas’ta YHK’ca imzalanan sözleşmeyi protesto etmek ve SEKA grevini desteklemek amacıyla, 8 Kasım’da 80000 kişinin katılımıyla yapar.
Yine ’83 yılı içinde yoğun katılımlı üçüncü eylemde yemek boykotudur; Eskişehir Şeker Fabrikasında meydana gelen iş kazasında (12 Aralık) iki işçinin ölümü üzerine, bu ilde Türk-İş’e bağlı 18 sendika şubesinin örgütlü olduğu işyerlerinde, 35.000 kişinin katılımıyla 15 Aralık’ta yapılır.
Sınıfın bütün eylemleri ve özelinde direkt üretimle ilgili olarak işi yavaşlatma eylemi konusunda, TİSK Başkan Vekili Refik Baydur: “Türkiye’de uygulandığı haliyle grev yasağının kimseye hayrı yok. Yasağın olduğu sektörlerde meydana gelen direniş ve iş yavaşlatmalarının maliyeti, grevden daha fazla” diye açıklama yapar.
Bu düşünce, eylemlerin gücünün ve etkinliğinin sermaye tarafından nasıl yorumlandığının bir tür itirafıdır; bir yönüyle de sınıfın verdiği derstir.
Evet; verilecek diğer bir başka yönüyle de “alınacak” çok ders var.
2-3- Nedenleri?
Bunlar:
Çalışanların işten çıkarılması, toplu sözleşme görüşmelerinde uyuşmazlık, toplu iş sözleşmesi hükümlerinin işveren tarafından uygulanmaması, ücretlerin düşük olması ve zamanında ödenmemesi, zamların yapılması ve hayat pahalılığın artması, sınıf içi dayanışmanın gereği ve “diğerleri” olarak sıralanabilir. “Diğerleri” işverenin hakaret etmesi ve birikmiş alacağın olması vs. şeklinde sayılabilir.
Günümüzde yaşanılan, işten çıkarmalara salt “finansman sorunu” olarak bakılamaz. Çünkü üretim maliyeti içinde emeğin payı öz olarak azalan bir trend izliyor. O halde, buna ek başka gerekçeler neler olabilir? İşçileri sendikasızlaştırman sendikal mücadeleyi baltalamak ve yükselen hak alma mücadelesini bastırmak sayılabilir.
Toplu sözleşme görüşmelerinde uyuşmazlığın belirmesi üzerine, grev öncesinde sınıfın eylemlere girmesi çok önemli; çünkü böylece, gelişmeleri izleyen işçiler mücadeleyi sahiplenerek kararlılıklarını göstermiş oluyorlar.
Grev dışı eylemlerin bir gerekçesi de toplu iş sözleşmesi hükümlerinin işveren/sermaye tarafından uygulanmamasından doğan hak uyuşmazlığıdır. Bu ‘80 öncesinde Hak Grevleriyle çözülürken, yeni yasada yargı kanalıyla çözülmesi hükmü getirilmiştir. İşverenleri bu tür uyuşmazlıkları yaratmaya iren (bir başka) sebep, yargının “kaplumbağa” adımlarla denemesidir. Bu halde, demek ki toplu iş sözleşmesinin uygulanabilirliği işçilerin duyarlılığına ve kararlılığına bağlıdır.
Grev dışı eylemler, nedenlerinin çokluğu temelinde besleniyor/çeşitleniyor.
2.4- Katılım
Emek-sermaye temel çelişmesine bağlı olarak, emek faktörünün işyeri düzeyinde de olsa sorunlarını çözme ve yönelik her girişimi esasında belirtilen çelişki temelinde sermayeye karşı bir tavırdır.
Ve bu, önceleri işyerleri düzeyinde sınırlı kalırken; ele alman sorunun genelleşmesine bağlı olarak aygınlaştığı ve bu anlamda da sınıfın güçlendiğini söylemek mümkündür. Bir başka anlatımla, sınıfın varlığını koruması ve geliştirmesi eylemlerin yaygınlaşması temelinde katılımın artmasına paralel bir gelişme gösterir.   Bugün yaşananlar, yarınlara yeni’ katılımlarla yürüyüşün garantisidir.
2.5- Dayanışma
Sınıf içi dayanışma ruhu henüz “sermayenin dayatmalarını” aşacak düzeyde ve örgütlülükte olmadığını görmek mümkün. Esas olarak kendiliğinden de olsa sendikal mücadelede dayanışmanın güçlendirilmesi yönünde atılan adımlar sıklaşmakta…
Sınıfın dayanışması, ele alman sorunun kitlesellik boyutuna ve mücadeleye bakışma bağlı olarak gelişiyor.
İşçiler onurlu bu kavgasında yalnız kendi basma olmayıp, toplumun diğer sınıf ve tabakalarından da destek alıyor.
İşte SEKA grevinde yaşanılanlar, sınıf-içi dayanışma açısından önemli bir gelişme… Son anda, işçilerin istemesine karşın engellenen Zonguldak TKİ grevinin tartışıldığı sırada esnafın destekleyen yaklaşımı…
Yarınlar, bu temelde aydınlanıyor/şekilleniyor.
2.6- Sendika-İşçi İlişkisi
Sendikaların “olmazsa olmaz” koşulu, sınıfın sermayeye karış mücadelesinde işlevlerini yerme getirmesidir.
Varlık koşulu bu, olmalıdır.
Geçen yıl ’88’de sınıfın grev dışı eylemlerinde sendikalar, hâkim “bürokratik sendikal” anlayışına karşın, işlevlerinin gereğim az da olsa yerine getirmek zorunda kalırlar.
Zaten işçilerin düşünce bazında birey olmaktan kurtulup, bütün-birlik sınıf olmasının yarattığı gücü görmesi, ilk aşamada sendikalarda oluşmak durumundadır.
Bu, sınıfın kendisine yönelmesinin başlangıcı olan bir süreçtir.
Grev dışı eylemlerde, işçilerin sendikadan bekleyişi, kendiliğindenciliğin aşılmasına bağlı olarak aşılacak ve o oranda da sınıf kendisine yönelecektir. Bu, sendikal bürokrasinin panzehiridir.
Bu eylemlerde Türk-İş ve bağlı sendikalardan Petrol-İş, Yol-İş, Deri-İş, Selüloz-İş, Tümtis, Teksif ve Bağımsız Otomobil-İş’in yer alması, bir yönüyle de hâkim “bürokratik sendikal” anlayışta açılan gediklerdi, denebilir mi?
Mevcut sendikal örgütlerin eylemlerde yer almasının özü: Sınıf tabanının mücadele azminin artmasındandır.
2.7- Devlet-İşçi İlişkisi
Hem yasama-yargı ve yürütme güçlerini bünyesinde toplayan bir üst Örgütlenme kurumu olması ve hem de ekonomik olarak işveren niteliğine sahip/sermayedar olması sebebiyle, devlet genellikle grev dışı eylemlere karşı ”güvenlik” güçleriyle müdahalede bulunur. Sonrası mahkemelerde devam eder. Ayrıca sınıf, devletin bazı hizmetlerinden yararlandırılmaz.
Televizyon, sınıfın güçlü eylemi 11 Mart-Yemek Boykotunu 45 saniye gösterirken, Alaska’da buzullar arasında sıkışan balinaları bir hafta boyu (belki daha fazla) her akşam 3-5 dakika gösterdi.
Balıkesir’de eylem yapan sendika şubelerinin ortaklaşa hazırlayıp üyelerine gönderdiği bildiriler PTT tarafından dağıtılmaz; “hizmet” parasıyla da olsa yaptırılmaz.
Neden?
Kısaca bunlar, devletin emek-sermaye çelişmesinde taraf olduğunun ve “milli” ekonominin yaratıcıları işçilere nasıl baktığının göstergesidir.

3- SON SÖZ

’88 yılında işçilerin yaptığı grevler ve grev dışındaki diğer eylemleri birlikte bütün olarak, işçilerin kendindeki gelişmeler sendika ve devlet ilişki boyutuyla incelenmeye çalışıldı.
Yeni yasal düzenleme ’84 sonrasında yapılan grev sayısı ve katılan işçi sayısı ile bu eylemin sebep olduğu kaybolan işgünü her yıl artan bir trend izliyor.
Ayrıca Aralık “88 sonu itibariyle toplu sözleşme görüşmelerinde 54.131 işçiyi kapsayan 58 işven için 19 sendika uyuşmazlık ve 8.767 işçiyi kapsayan 28 işyerinde 11 sendika grev kararı aşamasındadır. Buna ek olarak. ’89 yılı içinde kamuya ait işyerlerinde 650.000 işçiyi kapsayan görüşmelerin yapılacak olması, yılın “sıcak” geçeceğinin diğer bir etkenidir.
Sermayenin egemen olmasına bağlı olarak devleti de üretim faaliyetinde bulunması yanı devletin işverenliği durumlarında, gerek devletin yürütme organı olan hükümet, gerekse bürokratik içeriğini oluşturan yöneticiler ve gerekse de devletin ekonomik müdahaleciliğini meydana getiren/ci-simleştiren işletme yetkilileri kapitalist işvereni andırır davranışla, işçi karşısında yer almaktadırlar.
Kapitalist üretim tarzının temel çelişkisi, üretim faaliyetinin giderek edindiği “sosyal/toplumsal” nitelikte, üretim ilişkilerinin (mülkiyet, bölüşüm ve toplumda alt-üst ilişkilerinin bütünü) özel mülkiyetçe belirlenen “özel” tabanı arasındaki çelişkidir. Yani emek-sermaye çelişkisi.
İşyeri düzeyinde işçi ile işveren/burjuvazi arasındaki çelişkiler, esas itibariyle belirtilen emek-sermaye çelişkisi temelinde gelişmekte ve somutlaşmaktadır.
Yarınlar, bu çelişkinin çözümü a ürürünü olacaktır…

KAYNAKÇA:

1- TUBA Ajansı, 25 Nisan 1988 sf, 651
2- Harb-İş Sendikası dergisi, Ocak 1989
3- Yıldırım Koç. 11 Şubat 1989 tarihli Otomobil-İş paneli
4- Harb-İş Sendikası dergisi, Ekim 1988
5- Celal PİR, Milliyet, 10 Ocak J989
6- Milliyet, 19 Ocak 1989
7- Sabah. 16 Şubat 1989
8- Milliyet, 3 Şubat 1989
9- Yıldırım Koç, Demokrat Ekonomist, sy:. 6, sf. 15.
10- 2000’e Doğru, 4 Aralık 1988
11- Cumhuriyet, 25 Aralık 1988
12- TURA Ajansı, 2 Ocak 1989, sy: 687.
13- Türkiye’de Yapılan Grevlerin Nicel ve Nitel Değerlendirilmesi (1963-1980), Türkiye Denizciler Sendikası Eğitim Dizisi-8, sf: 45.
14- Gazeteler, Dergiler ve Tüba Ajansı sayılarında hazırlanmıştır.

EK:
GREV DIŞI EYLEMLERİN DÖKÜMÜ-1988

OCAK ‘88
1 OCAK- 60 işyerinde Laspetkm-İş’e üye 15.000 işçi, hükümeti ve hayat pahalılığını, zamları protesto için, öğle yemeğinden önce, topluca 1 dakikalık “ALKIŞLAMA” kararı aldılar. Ve eylem kararı uygulanır.
21 OCAK- Trakya Döküm’de 11 işçinin işten çıkarılması üzerine, 20 Ocak’ta işçiler İŞBAŞI YAPMAZLAR.  21 Ocak’ta da işbaşı yapmak isteyen işçileri işveren işyerine almaz. Bunun üzerine Muratlı, Ahmetbeş ve Büyükkarıştıran Belediyeleri sendikal mücadele nedeniyle işçi çıkarmayı doğru bulmadıklarını açıklarlar.
OCAK- Îstanbul/Sefaköy, Korozan Ambalaj Sanayi Fabrikasında çalışan 200 işçi işten çıkarılan arkadaşları Ali Güler’in yeniden işe alınması için işyeri önünde GÖSTERİ yaptılar.

ŞUBAT ’88
ŞUBAT- İşten çıkarılan 500 Otomobil-İş üyesi, İstanbul Valisi ile görüşmek isterler. Fakat vali görüşmeyi kabul etmez; bunun üzerine işçiler Sultanahmet Parkı’na kadar topluca YÜRÜRLER.
8/10 ŞUBAT- 5 ve 6 Şubat günleri, işverenin 45 işçiyi topluca işten çıkaracağının anlaşılması üzerine, NETAŞ işçileri, yemekhanede toplanır ve işyerinden Otomobil-İş’in Ümraniye Şube binasına kadar YÜRÜRLER. 8 Şubat’ta İŞBAŞI YAPMAZLAR. Ve işveren işçileri 1 günlük izinli saydığını açıklar; fakat direniş 9 ve 10 Şubat’ta da devam eder. İşveren 10 Şubat’ta sendika temsilcisi 9 işçiyi daha işten çıkarır. 11 Şubat’ta işbaşı yaparlar.
22 ŞUBAT- Güney Ege Linyitleri İşletmesi’nin Yatağan Termik Santralı’nda çalışan 2000 işçi enflasyonla erozyona uğrayan işçi ücretlerinden yapılan kesintilerin yüksekliğini protesto amacıyla, yeni bir eylem türü geliştirdiler: İşçiler, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Türk-İş Başkanlığı’na birer MUTEMET DİLEKÇESİ gönderirler ve dilekçeye bordrolarını da eklerler, Bakan ve Başkan’dan evlerini bu parayla/aylıklarıyla (en kıdemlisi 90.000 TL alıyor) geçindirmelerini isterler. Ayrıca, kesintilerin azaltılmaması halinde ücretlerin alınmayacağını da belirtiyorlar…
24 ŞUBAT- Etibank’a bağlı Bandırma Boraks-Asit Fabrikası işçileri, servis arabalarının gecikmeli gelmesi, nedeniyle, toplam çalışan 120 işçi servislere binmezler ve fabrikadan evlerine kadar YÜRÜRLER.
ŞUBAT- Beymen ve Altınyıldız’da çalışan 2800 işçi, ücretlerin yetersizliği, ek zam isteği ve işçi çıkarmalarını protesto için 5 gün YEMEK BOYKOTU yaparlar…
25 ŞUBAT- Taksim Dünya Sineması işçilerinden 12’si işten çıkarılması üzerine, tekrar “işe alınıncaya” kadar olmak üzere, AÇLIK GREVİNE başlarlar.

MART ’88
5 MART- İzmir’de yapılan, Türk-İş bölge toplantısında, işçiler ellerinde kuru ekmekler; “açız” “asgari ücretimiz kuru ekmeğe bile yetmiyor” diye sloganlar attılar.
MART- Hak-İş’e bağlı Hizmet-İş Sendikası İstanbul Şube Başkanı ve Mali Sekreteri Türk-İş yönetimi ve sendikaların tutumunu protesto amacıyla; 3 gün süreli AÇLIK GREVİ yaptılar.
8/9 MART- Çalışanlar üzerindeki baskıları ve zamları protesto etmek amacıyla, Türk-İş’e bağlı sendikaların Balıkesir’de kurulu şubelerinin başkanları 8 ve 9 Mart’ta 2 günlük bir AÇLIK GREVİ yaptılar. Eylemlerinde Türk-İş yönetiminin de kendilerini desteklemelerini isterler. Sendika şube başkanlarının eyleme başlarken işçiler için hazırladıkları ortak bildiri, PTT tarafından işçi üyelere dağıtılmaz. Açlık grevi eylemini desteklemek için İş-bir’de çalışan 250 işçi bir YÜRÜYÜŞ yaparlar.
11 MART Ülke çapında 1.500.000’i aşkın işçinin katılımıyla YEMEK BOYKOTU yaparlar. Eylemle ilgili olarak yapılan açıklamalar, eylem öncesi:
– Özal (Başbakan): “Yemek nimettir. Nimeti tepmek hoş bir şey değil.”
– Bakan İmren Hanım: “…işçilerin hiçbir şekilde yasadışı eylemlere girişmesini istemiyorum.”
TİSK kendi üyelerine gönderdiği genelgede, yemek boykotunun yasadışı olduğu ve boykota katılanların işverenlerce savcılara bildirilmesi gerektiğini açıklar.
– Kamu İşveren Sendikaları, Türk-İş’in eylem kararlarının yaşama geçirilmesini, “Türkiye’nin tansiyonu uygun olmadığından imkânsız” görüyor.
— Hak-İş “destek” kararı almaz; katılan üye, işçiler olur.
– Eylemi, öğrenciler de destekler. Yemek boykotu eylemi başarıyla gerçekleştirildi. Eylem sonrası:
– Özal, ‘Yemek boykotunun tutmadığını, başarısız olduğunu’ açıklar ve “boykotu/düzenleyenler yanlış yaptılar, bu işçinin kabahati değil… Yemeğe küsmek, Türk geleneklerine aykırıdır. Başka gösteri yapabilirlerdi” der.
– İmren Hanım: Uygulamanın yasalara aykırı olmadığı kanaatindeyim. İşçilerimize her zaman güveniyorum.”
Yemek boykotu eylemiyle ilgili olarak yapılan soruşturma sonucu Samsun Cumhuriyet Savcılığa “yemek boykotunun Ceza Yasası, Sendikal ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt yasaları açısından, suç oluşturmadığına” karar verir. Savcılıkça soruşturma, Samsun’da kurulu kimi kamu işyerlerinin başvurusu üzerine başlatılmıştı.
24-26 MART- 22Mart’ta olağanüstü toplanan Öz Demir-İş Başkanlar Kurulu, 24 ve 26 Mart tarihleri arasında 3 gün uygulamak üzere, ek zammın ödenmediği işyerlerinde yemek boykotu ve diğer eylemler kararı aldılar. Teksan, Testaş ve Türnosan ve Gerkonsan’da oluşan 13 işyerinde toplam 6.500 işçi çalışır. Kurulun eylem programı: 3 gün süreyle yemek boykotu, 3 gün süreyle servise binmeme, 3 gün süreyle oturma eylemi ve son olarak tüm bunlara karşın anılan uygulamanın yapılmaması halinde daha katı eyleme başvurulması hedeflenir. İlk planda YEMEK BOYKOTU başarıyla yapılır. Yalnız Kayseri’de eyleme katılan 1200 işçi polisle çatışır.
EK ZAM: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı ile TİSK Başkanı yaptığı görüşmeden sonra; tartışılan ek zammın aylık 10.000 TL olarak, toplusözleşmenin bitimine en az 9 ay kalmış işçilere uygulanması yönünde bir tavsiye kararı aldı. Kamu İşveren sendikaları da karara uyacaklarını açıklar.
MART- Yol-İş Sendikası ek zammı kabullenemeyip, “Sadakaya Hayır” kampanyası açar. Ve bunun gereği olarak ek zammın yasal dayanağı bulunmadığını, ödeyen işverenlerin mahkemeye verileceğini işverenlere bildirir. Bu sendikanın sözleşmede taraf bulunduğu işyerlerinde, ek zammın ödenmesi için işverenler Maliye ve Gümrük Bakanlığı’na başvurarak, ödemenin yasal gerekçesinin kendilerine iletilmesini isterler ve Bakanlık da bir açıklama yapar.
MART- Dok Gemi-İş Sendikası İstanbul Şubesi üyeleri Camialtı, Haliç, İstinye ve Pendik tersanelerinde ek zammı protesto için aralarında topladıkları 100’er TL’yi Özal’a gönderirler.
1 MART- İstanbul Bakırköy’de kurulu Emayetaş fabrikasında Otomobil-İş’e üye işçiler üç aydır ikramiyelerinin ödenmediğini açıklayarak, işyeri bahçesinde bir OTURMA EYLEMİ yaparlar
26 MART- Türk-İş Adapazarı’nda miting yapar. Konuşmacılardan Türk Metal Başkanı Mustafa ÖZBEK,”Mayıs ayında süreli ya da süresiz olarak üretimi durduracağız” dedi. Niye durdurulmadı?

NİSAN ‘88
NİSAN- Türk-İş Adana’da miting yapar.
5 NİSAN- Sınıfın eylemlerinin arttığı bu dönemde, Türk-İş Yönetim Kurulu YHK’ya katılma kararı alır.
5/7 NİSAN- Tüpraş’ın Aliağa, Batman, Yarımca ve Kırıkkale işyerlerinde çalışan Petrol-İş üyesi 4.000 işçi, toplu sözleşmede öngörülen ücret skalalarına oturtulmalarındaki gecikmeye karşı Mart sonuna değin başlayan eylemleri Nisan ayının ilk haftasında da sürer, eylemleri YEMEK BOYKOTU, SERVİSE BİNMEME, SAKAL BIRAKMA ve TOPLU VİZİTEYE ÇIKMA biçimindeydi.
14 NİSAN- Türk-İş’e bağlı Deri-İş,’ Petrol-İş, Kristal-İş ve Tümtis ile bağımsız Otomobil-İş ve Banksen “1 MAYIS MİTİNGİ” için İstanbul Valiliği”ne başvururlar. Valilik 18 Nisan’da yaptığı açıklamada izin vermediğini bildirir.
NİSAN- Safranbolu’da bir konfeksiyon atölyesinde çalışan 38 işçinin, ücret artışı sağlamak amacıyla İŞ BIRAKMA eylemi yaparlar ve polis tarafından gözaltına alınırlar.
NİSAN- Meva Mekanik Ev Aletleri ve Ternal Soğutma Cihazları işyerinde, 3 işçinin işten çıkarılması üzerine Otomobil-:İş üyesi işçiler YEMEK BOYKOTU yaparlar ve arkasından iki saat süreyle İŞİ BIRAKIRLAR.
16 NİSAN- Çimse-İş’in uyuşmazlıkta bulunduğu 26 kamu işyerinden biri olan Yarımca-Seramik’te işçiler, protesto YÜRÜYÜŞÜ yaparlar. Mitinge dönüşen eylemde, polislerin sendikacıları gözaltına alma girişimi işçiler tarafından engellenir.
İGSAŞ’taki sessiz protesto halen devam ediyor.
27 NİSAN- Günlük gazetelere verilen ilanlarla 11 sendika ve 400’ü aşkın kişi 1 MAYIS’A ÇAĞRI yapar.
Başkan ŞEVKET- “Bugünkü koşullarda 1 Mayıs’tan daha önce çözümlenmesi gereken sorunlar var.” “Var”dıysa, çözdünüz mü? Neyi?
NİSAN- TÜMTİS’in örgütlü olduğu Topkapı Ambarlar’ında Ağustos ‘87’de önce 65 ve sonra 70 işyerinde başlatılan grev tüm zorluklara karşın, başarıyla toplu sözleşmenin imzalanması üzerine ’88 Nisan’ında bitirilir. Grev kırıcı girişimlerin neler olduğu günlük basında pek çok sefer yer alır. Yaklaşık 240 işyerinin bulunduğu Ambarlarda başlatılan grev üzerine, İşveren Sendikası NAK-İŞ grev dışında kalan işyerlerinde “Dayanışma Lokavtı” uygular. Fakat grevci işçilerin ve sendikanın kararlılığı sonucu, NAK-İŞ dışında bazı üye işverenlerle; yapılan görüşmelerde, “peyderpey” anlaşmaların yapılması üzerine, bu işyerleri faaliyete başlar. Bu sıra, Zeytinburnu Belediyesi ambarların rahatsız olduğu gerekçesiyle işyerlerini mühürler. Fakat işçilerin de çalışmak istemesi sonucu mühürler sökülür. Zabıta gelişmeler karşısında yetersiz kalınca, polis çağırır; 300Çevik Kuvvet işçileri çembere alır. Polislerin sebep olduğu gelişmeler sonrası, bir işçi kalp krizi geçirir; Grevi kırma girişimi salt, bunlarla da sınırlı olmayıp, grev sebebiyle “Anadolu’ya mal sevkiyatı durdu”, “nakliye felç” ve “MAFYA mal sevkiyatıyla 100 milyar vurdu” gibi gerekçelerle, Topkapı Ambarlarda Koç Expres’in işvereni -ANAP’ın İstanbul Milletvekili Sadi ABBASOĞLU’nun ‘girişimleriyle korsan’ ambar (BİRNAK) kurulur. Nitekim BİRNAK (Birleşik Taşımacılık Taahhüt Paz. AŞ),Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne ait Kadıköy-Küçükbakkalköy’deki bir depoda faaliyete başladığını ilân eder. İşçilerin duyarlılığı meyvesini verir ve bu korsan ambarda faaliyet polis denetiminde sürdürülür. Tüm bunlara yani ANAP milletvekilinin, belediyenin ve polisin grev kırıcı davranışlarına karşın, grev, toplu sözleşmenin (ücretlerde yüzde 212 artış saptanması ve diğer haklar) imzalanmasıyla Nisan ’88’de biter…

MAYIS 88
1 MAYIS- 1 Mayıs İŞÇİ BAYRAMI kutlamalarına izin verilmez… Buna karşın yapılan çeşitli gösterilerde 85 kişi gözaltına alınır. İstanbul’da istiklâl Caddesi’nde yaklaşık 1000 kişinin katıldığı gösteri yapılır.
MAYIS- Ücretlerin azlığı sebebiyle, Yatağan ve Yeniköy Termik Santralleri’nde işçileri toplu istifaya bağladılar. Yatağan’da 15, Yeniköy’de de 70 işçi istifa eder.
10 MAYIS- Polisan Boya Fabrikası’nda toplu sözleşmeden doğan hakların verilmemesi, yemeklerin kalitesinin bozulması, ambulans hizmetinin kaldırılması nedeniyle yapılan servis arabalarına binmeme eylemi, gerekçe gösterilerek işten çıkanları işçilerden 7’si 10 Mayıs’ta AÇLIK GREVİNE başlar ve eylemlerini Petrol-İş Gebze Şubesi’nde sürdürürler.
MAYIS- Türkiye Taşkömürü Kurumu odalarında Genel Maden-İş üyesi işçiler üç saat süren bir direniş yaparlar.
20 MAYIS- Çorlu Ünilever/Karsan Nakliye’de 102 işçiden 55’inin işten çıkarılması üzerine işçiler işyerine girmeyerek eylem yaparlar. İşçiler sendikal örgütlenmenin işten atılmanın gerekçesi olduğunu açıklar.

HAZİRAN 88
2 HAZİRAN- 2821 ve2822 sayılı yasalarda bazı maddeler değiştirilir ve 2 Haziran’da RG’de yayınlanır. Değişiklik sonrası işçi direnişlerinin yaygınlaştığı gözleniyor. Ve bu da değişikliğin ne oranda sınıfın ihtiyaçlarını giderdiğinin bir ifadesidir. Özellikle, Petrol-İş’in örgütlü bulunduğu “petrol, kimya ve lastik” işkolunda yaygınlaşan direnişin üç nedeni bu işkolunun grev yasağı kapsamına sokulması, toplu sözleşme görüşmelerinde uyuşmazlıklar (Shell, BP ve Mobil) ve imzalanmış toplu sözleşmelerin uygulanmasındaki gecikmeler (Tüpraş)… Eylemler TOPLU VİZİTEYE çıkma, SAKAL BIRAKMA, YEMEK BOYKOTU, SERVİSE BİNMEME ve İŞ YAVAŞLATMA biçiminde sürüyor. Eylemler yaygınlaşır. Marshall, Fital-İş, Aysan, Pimaş, Lever-İş ve Solventaş işyerleri de katılır.
Bu eylemler 20 Haziran’da Türkiye petrollerinde son bulurken, TÜGAŞ’a bağlı gübre fiyatlarında devam eder.
– “Genel İşler” işkolunda dört büyük ilde, toplu sözleşme uyuşmazlıklarının giderilmemesi üzerine belediye işçileri yeniden direnişe başlar ve uyuşmazlık 22 Haziran’da son bulur.
– Türkiye Şişe Ve Cam Fabrikalarına bağlı Çayırova Cam, Cam Elyaf ve Cam İsletme Tesisleri’nde çalışan 2300 işçi toplu sözleşme hükümleri işveren tarafından uygulanmadığı için YEMEK BOYKOTU ve SERVİSE BİNMEME biçiminde eylemler yaparlar.
– “Madencilik” işkolunda grev yasağının kaldırılmış olmasına karşın yine de TKİ 30,000 işçinin grev yapması mümkün değil çünkü Yasa’nın “işletme, sözleşmesi” konusundaki hükmü TKİ işyerlerini bir tek sözleşme çerçevesinde ele alan işletme sözleşmesi nedeniyle, termik santrallere kömür vermeyen ocakların işçileri de grev hakkını kullanamazlar.
– İstanbul TEK’de İşçi sağlığı-iş güvenliği tedbirlerinin yetersizliği sebebiyle süren eylem Ege’ye de yayılır.
– Özal “yasalarımız meselelerin iş yavaşlatma ve direnişlerle çözümlenmesine müsait değildir. Kanunsuz direnişin ağır sorumluluğu vardır” der.
TİSK Başkan Vekili Refik Baydur, “Grev yasaklarının iş hayatının çok önemli sorunlarından birini oluşturuyor… Türkiye’de uygulandığı haliyle grev yasağının kimseye hayrı yok. Yasağın olduğu sektörlerde meydana gelen direniş ve iş yavaşlatmalarının maliyeti, grevden daha fazla… Grevi tamamıyla kaldıramayacağımıza göre, sınırını iyi çizmeliyiz. Örneğin bankacılık işkolunda neden grev yasağı var, anlamıyorum” der.
Sınıfın yakınma yerine, daha yasalarda yapılan değişikliğin mürekkebi kurumadan grev dışı eylemlere girişmesi, duyarlılığı ve sahiplenmesi açısından önemli bir gelişmedir.
8 HAZİRAN- Belediye işçilerinin eylemi sonucu İzmir Karşıyaka Belediye Başkanı Nevzat Çobanoğlu, Kamu İşveren Sendikası TÜHİS üyeliğinden ayrılmak zorunda kalır.
11 HAZİRAN- Türk-İş Örgütlenme Sekreteri Orhan Balaban, yaygınlaşan eylemlerin üç nedeni olduğunu açıklar ve sırasıyla, ücretlerin yetersizliği, işverenlerin işçi sağlığı ve iş güvenliği konularına olumsuz yaklaşımı, toplu sözleşmelere getirilen kısıtlamalar olarak sıralar.
12 HAZİRAN- Yol-İş Sendikası Başkanlar Kurulu bildirisi ”Türk-İş’in, işçinin gücünü göstermesi için eylemleri sürdürmesi”‘ ister ve devamında “bıçak kemiğe dayanmıştır” der.
HAZİRAN- Türkiye Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne Türkiye Gemi Sanayi AŞ tarafından üretilen üç geminin devir-teslim töreninde, Ulaştırma Bakanı Ekrem Pakdemirli’nin kürsüye gelmesiyle birlikte, İstinye Tersanesi işçileri alandan “Açız, aç”, “Aldığımız para ev kirasına yetmiyor”, “Sadaka değil, hakkımızı istiyoruz” sloganlarını atarak ayrılırlar ve spor sahasında toplanırlar; burada Dok Gemi-İş İstanbul Şube Başkanı Cemal Özgül, “toplu sözleşme ile verilmiş haklarımızı işveren vermeyecek” diye konuşur. O gün YEMEK BOYKOTU yaparlar.
22 HAZİRAN- 22 Haziran günü E-5 Karayolu’nda yürüyüş yapmayı. 20 Haziran’da kararlaştıran sendikalar şunlar: İzzet Çetin (T. Harb-İş/Kocaeli Şb.Bş.); Cemal Sinliova (Kristal-İş/Kocaeli Şb. Bş.); Mehmet Sucu (Çimse-İş Hereke Şb. Bş.); Necati Aydın (Tümtis/Kocaeli Şb. Bş.); Nuri Tekin (Petrol-İş/Gebze Şb. Bş.); Bahtiyar Demir (Belediye-İş/Sakarya Şb. Bş.); Ali Oskay (Teksif/Kocaeli Şb. Bş.); Mehmet Tura (Teksif/Hereke Şb. Bş.); Hüseyin Miralay.(Tes-İş/Sakarya Şb. Bş.); Bu 10 sendika yöneticisi: “Türk-İş yönetimini ve Başkanlar kurulu’nu uyarmak, Hükümet’in işçilere yönelik hasmane tutumunu protesto etmek, başta Anayasa olmak üzere, 2821 ve 2822 sayılı yasalardaki anti-demokratik hükümleri kaldırmak vs. amacıyla, 22 Haziran’da E-5’te yürümek isterler. Yürüyüş polis tarafından engellenir. Yürüyüşçülerden altısı izinsiz gösteri yapmaktan gözaltına alınır. Sonra serbest bırakılırlar. Yaptıkları ortak açıklamada Türk-İş yönetimini ve tüm sendikacıları “aktif eylemlere davet ediyoruz” derler.
HAZİRAN- işçinin çalıştığı MAFER ilâç fabrikasında 12 işçinin çıkarılması üzerine işçiler; direnişe geçerler. İşverenin sendikalaşma nedeniyle işçi çıkardığı ve üretimi durduğu görüşünde olan işçiler işyerinde toplanarak işvereni ALKIŞLAMA eylemi yaparlar.
19 HAZİRAN- Türk-İş ve Teksif’in “değişmez” Başkanı Şevket Yılmaz, kalp spazmı geçirir, tedavisine İstanbul-Amerikan Hastanesi’nde devam eder.
“Sınıf yastadır!”
Bakan İmren Hanım, “Yılmaz’ın rahatsızlığının yansıtıldığı ölçüde ciddi olmadığını açıklar.
Rastlantı hiç değil! Eylem kararları ve hastalık…
Yılmaz’ın hastalığı nedeniyle Türk-İş Başkanlar Kurulu toplantısının ertelenmesini Petrol-iş Başkanı Münir Ceylan “yanlış olduğunu” açıklar. O sıra genel kanı “Yılmaz’ın gerçeklen hasta olmadığı teşkilat içi sorunları hafifletmek ve kabul edilen Şubat 88 eylem kararları uygulanamaz hale getirmek için bu yolu seçtiği” ileri sürülür.
Fazla söze ne gerek…

TEMMUZ 88
13 TEMMUZ- Şubat 88 Eylem Kararları için Türk-İş Yönetimi ve Başkanlar Kurulu üyelerinin “yasadışı greve teşvik” iddiasıyla yargılandıkları dava, Ankara 10. Asliye Hukuk Mahkemesinde başlar.
16 TEMMUZ- SEKA görüşmelerinde uyuşmazlık çıkması üzerine İzmit’teki işyerinde çalışan 4000 işçi, viziteye çıkma istemlerinin reddedilmesi üzerine OTURMA EYLEMİ yaparlar. SEKA’ya ait diğer işyerlerinde\toplu sözleşme uyuşmazlığı nedeniyle başlayan eylemlerinde, işyeri yemeklerini ailelere dağıtma, alkışlama ve bozuk paraları SEKA Gn. Md. önüne yağma biçiminde devam eder.
20 TEMMUZ- Deva’da kıdem ortalaması on yılı aşan 5 işçinin iş akitlerinin fethedilmesi üzerine 220 işçi atılan arkadaşlarının işe alınmasını sağlamak amacıyla İŞBAŞI YAPMAZ. Eylem üç gün sürer.
TEMMUZ- Akfa özel çay şirketi Kıyıcık Çay Fabrikasında 300 işçi Haziran ayı ücretlerinin ödenmemesini protesto için, 20 Temmuzda İŞBAŞI YAPMAZ.
23 TEMMUZ- Eskişehir’de değişik işkollarında kurulu işyerlerinde çalışan işçiler, düşük ücretleri protesto etmek için ücret bordrolarım Özal ve Aykut’a (Bakan)’ postalarlar.
29 TEMMUZ- SEKA’ya bağlı işyerlerinde 16 Temmuz’da başlayan eylemler devam eder.
30 TEMMUZ- Hak-İş’e bağlı Hizmet-İş Sendikası Genel Başkanı Muzaffer Ünlü, 30 Temmuz’da kefen giyerek yaptığı basın toplantısında “kapıcıların sorunlarına ilgisiz kalan hükümeti, siyasi partileri ve sendika ağalarını protesto etmek için, diri diri mezara gömülmüş gibi yaşayan kapıcıları çağrıştırmak için bu protestoyu düzenlediklerini”, açıklar.
31 TEMMUZ- 18 ABD üssünde, Harb-İş’e bağlı işçiler toplu sözleşme görüşmelerindeki uyuşmazlık nedeniyle, fazla çalışmalara kalmama eylemi başlar.

AĞUSTOS 88
1 AĞUSTOS- Üç aydır grevde olan Ege Plas’da işçiler işyerinde üretimin devam etmesini fabrika önünde toplanarak protesto ederler.
3 AĞUSTOS- iki aydır ücretlerini alamadıklarını ileri süren Yenimahalle (Ankara) Belediyesi işçileri, Belediye Başkanlığı önünde toplanarak boş ceplerini gösterirler.
SEKA işyerlerinde eylemler devam eder.
8 AĞUSTOS- Yerel seçimlerle ilgili referandumda, Türk-İş “Hayır” yönünde oy kullanacağını açıklar Hak-İş ise “Evet” der.
18 AĞUSTOS- MESS ile sürdürülen sözleşme görüşmeleri uyuşmazlığa giren bir grup Türk Metal üyesi işçiler, durumu “yalınayak yürüyerek” protesto ederler.
AĞUSTOS- Mersin’de kurulu Anadolu Cam Sanayinde Kristal-İş üyesi 300 işçi, Ağustos’un 2. haftası içinde, Sinop Cam Sanayisinde çalışan 3 işçinin işten çıkarılmasını ve işten atmalara karşı iş çıkışı otobüse binmeyerek yaklaşık 2 kilometre yürürler.
AĞUSTOS- İstanbul/Taşkızak Tersanesi’nde çalışan Harb-İş üyesi işçiler, “enflasyonu ve yetersiz toplu sözleşme ücretlerini” protesto için ücret bordrolarını toptan, Milli Savunma Bakanı Ercan Vuralhan’a postalarlar. Ayrıca sendikanın bu durum karşısında ilgisiz, kaldığını açıklarlar.
18 AĞUSTOS- 16 Ağustos’ta eyleme teşvik gerekçesiyle Eskişehir-Cicisan’da 10’u kadın 28 işçi, işten çıkarılırlar, işten atılan bu 28 işçi, AÇLIK GREVİNE başlar ve Cicisan’da çalışan 300 işçi de katılır. İki hafta kadar süren açlık grevi sonucu 28 işçiden 22’si işe alınır; diğer 6’sı da ödencelerini/alacaklarını alarak işten ayrılırlar.
22 AĞUSTOS- Cicisan’dan çıkarılan 28 işçinin açlık grevini desteklemek üzere, Eskişehir’de kurulu 10 sendika şube başkanı ve yöneticisi AÇLIK GREVİNE başlarlar. Katılan sendikalar; Tek Gıda İş ve Harb-İş’ten 2’şer yönetici; Tarım-İş, Belediye-İş, Türk Metal, Şeker-İş, Teksif, Kristal-İş, Çimse-İş ve Tez Koop-İş sendikalarının şube başkanları katılırlar.
24 AĞUSTOS- Yürürlükteki toplu iş sözleşmesine işverenin uymadığı gerekçesiyle Likat-İş Sendikası Genel Başkanı ve yönetim kurulu üyelerinin 3 günlük AÇLIK GREVİNE başladıkları açıklanır.
AĞUSTOS- Şeker-İş Sendikası Ankara şubesine üye 1100 işçinin ortak hazırladığı dilekçede, Şubat 88 Başkanlar Kurulu gelen kararlarının uygulanmaması sebebiyle Türk-İş ve Şeker-İş yönetimi protesto edilir.

EYLÜL 88
3 EYLÜL- Harb-İş Genel Merkezindeki AÇLIK GREVİNE 6 kişi katılır ve bunları 21 şube yöneticisi de destekler. Eyleme katılan Harb-İş Başkanı Kenan Durukan, “Amacımız, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı işyerlerindeki ikinci yıl zamlarının yetersizliğini, kamuoyuna duyurmak ve 650.000 kamu işçinin ücretlerine ilgisiz kalan yetkilileri uyarmaktı” diye açıklama yapar. Türk-İş yöneticileri sendika merkezini ziyaret ederler.
EYLÜL- Bitaş’ta çalışan işçiler, Demokratik Kadın Derneği’ne üye bir işçinin işten çıkarılması nedeniyle YEMEK BOYKOTU yaparlar.
EYLÜL- Toplu sözleşme hükümlerinin uygulanması üzerine, İstanbul Cam’da Kristal-İş üyesi 350 işçi toplu VİZİTEYE ÇIKMA eylemi yaparlar.
EYLÜL- Hasel Halı Fabrikasında 100 dolayında işçinin işten çıkarılması işçilerin düzenlediği bir YEMEK BOYKOTUYLA protesto edilir. İşçiler “toplu sözleşme görüşmelerine bir ay kala işçi çıkarmanın sendikal amaçlı olduğunu” açıklarlar.
EYLÜL- Uşak Şeker Fabrikası’nda çalışan Şeker-İş üyesi 970 işçi ücret artırımı için işverene yaptıkları başvuruya yanıt alamayınca, kampanya törenlerine katılmazlar.
EYLÜL- Kocaeli, İstanbul ve Bursa’da bağımsız Otomobil-İş Sendikası’nın MESS ile uyuşmazlığa düştüğü işyerlerinde çalışan işçiler, Eylül’ün 2. haftasında, kahverengi şapkalı (ki bu renk, Referandum’da “Hayır” rengi) bir yürüyüş yaparlar. Kahverengi şapkalarıyla çalışan ve servise binmeden yürüyen işçiler, polisle çatışırlar; yaklaşık 200 kişi gözaltına alınır.
25 EYLÜL- Türk-İş ve bağlı sendikaların yöneticileri, yapılacak erken yerel seçimlere ilişkin Anayasa değişikliği Referandumunda “HAYİR” der; Hak-İş “EVET”, bu konfederasyona bağlı ÖzDemir-İş ve bazı sendika şubeleri de “HAYIR” der.

EKİM ’88
22 EKİM- Petkim işyerlerinde toplu sözleşme görüşmesi uyuşmazlığı nedeniyle Petrol-İş’in başlattığı kademeli AÇLIK GREVİ ikinci gününde, devam eder.
23 EKİM- 20 kadar ‘sendikanın İstanbul şubeleri ortak olarak, SEKA (İzmit) grevini ziyaret ederler, yardımda bulunurlar. Ayrıca Doğu Galvaniz, TOE ve Hurma Elektronik grevlerini de ziyaret ederler.
25 EKİM- Alpet’te açlık grevine katılan işçi sayısı 3500’e yükselir.
EKİM- Eskişehir’de kurulu Entil Fabrikası’nda çalışan; 500 dolayındaki işçi, Otomobil-İş Sendikası’nın aldığı karara uyarak bıraktığı sakallarını, sendikanın MESS’Ie toplu iş sözleşmesi imzalanması üzerine keserler. İşçiler “MESS’in katı tutumuna karşı başlattığımız SAKAL BIRAKMA eylemimiz 1,5 aydır sürüyordu” derler
EKİM- Güney Ege linyitlerinde çalışan 6000 dolayındaki işçi, SEKA grevini sürdüren işçilerle dayanışmak amacıyla, aralarında para toplayıp aldıkları gıda maddelerini SEKA grevcilerine gönderirler.
29 EKİM- Petrol-İş Ankara Şubesi yöneticileri, Petkim işyerlerindeki açlık grevlerini desteklemek amacıyla AÇLIK GREVİ yaparlar.

KASIM 88
3 KASİM- Belediyelerde işsizlik haklarının ödenmesindeki gecikmeler ve işçi başına 600.000 TL’yi bulan alacaklarını tahsil edebilmek amacıyla, İstanbul-Bakırköy Belediyesi işçileri VEZNE ÖNÜNDE BEKLEME eylemi yaparlar. Bakırköy Belediyesi işçilerinin yoğun oturduğu semtlerde kadınların gruplar oluşturarak, belediye şube ve merkez bürolarına gelerek yetkililerle tartışırlar ve hizmetlerin aksamasından hoşnutsuzluklarını dile getirirler.
8 KASIM- Petrol-İş Sendikası 8 Kasım’da 620 işyerinde 80.000 üyesi ile bir YEMEK BOYKOTU yaparlar. Bu, 11 Mart yemek boykotundan sonra en geniş katılımlı ikinci eylemdir. Petkim’e bağlı işyerlerindeki toplu sözleşme uyuşmazlıklarını ve Petlas’ta TKK’ca imzalanan toplu iş sözleşmesini protesto eden Petrol-İş üyeleri “SEKA’daki grevle dayanışmalarını da bu yolla dile getirdiklerini” açıklarlar.
Petrol-İş’in Alpet’teki açlık grevi ise 15 gündür sürüyor.
10 KASIM- Selüloz-İş Sendikası SEKA’dan sonra özel sektör kâğıt fabrikalarında da greve çıkmak üzere Türkiye Kâğıt İşverenleri Sendikası ile yürütülen toplu sözleşme görüşmeleri uyuşmazlığa giren işyerlerinden 17’sinde 5500 işçi ile YEMEK BOYKOTU yapar.
16 KASIM- Deniz Binbaşı Mesut Kamacı’nın Gölcük Tersanesi’nde 80 dolayında işçiye hakaret etmesi üzerine 4500 işçi 2 günlük YEMEK BOYKOTU yaparlar: 16 Kasım günü Harb-İş Sendikası şube binasına doğru topluca YÜRÜMESİ nedeniyle, E-130 Karayolu yarım saat kadar trafiğe kapanır. İşçiler yürüyüş sırasında “BASKIYA SON, ÖZGÜRLÜK İSTİYORUZ!” sloganını atarlar.
18 KASIM- Türk-İş’e bağlı Yol-İş Sendikası Genel Başkanı Bayram Meral: “170.000 Yol-İş’li işçinin SEKA grevcileriyle dayanışma amacıyla, her üyeden ayda bir ekmek, 200 TL kampanyası başlattıklarını” açıklar.
KASIM- Petkim ve Alpet’te uyuşmazlık nedeniyle başlatılan açlık grevi 25 Ekim’den bu yana sürüyor. Kasım’ın ikinci haftası içinde, açlık grevindeki işçileri desteklemek için eşleri de AÇLIK GREVİ yaparlar.
21 KASIM- Selüloz-İş İzmit Şubesi’nde, SEKA grevi nedeniyle, 2 günlük AÇLIK GREVİNE başlarlar.
22 KASIM- Zonguldak’ta toplu sözleşme görüşmeleri uyuşmazlığa giren ve 29 Kasım’da greve çıkacak kömür işçilerinden 22’si uyarı niteliğinde AÇLIK GREVİ yapar.
KASIM- Tariş’e verdikleri pamukların bedellerini alamayan Aydınlı pamuk üreticileri, Tariş’te 14 saat vezne önünde bekleme eylemi yaparlar. Üreticilerin 23 Ekim’e kadar teslimat yapmış olanlarına alacaklarının ancak yüzde 50’sinin ödendiğini açıkladılar.

ARALIK ‘S8
1 ARALIK- ’87 Referandumunda Türk-İş’in “yasaksız bir demokrasi için EVET” kampanyası ile ilgili dava, beraatla sonuçlanır.
ARALIK- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yetkili organlarınca yapılan incelemelerde varılan sonuçlara göre, Zonguldak’taki kömür, ocakları, iş ve işçi sağlığı açısından çalışabilir durumda değil raporu verirler. Yine çalışanlar var; işçiye verilen kıymet.
8 ARALIK- ÖzDemir-İş’in uzun süredir grevde bulunduğu TOE-Çayırova Fabrikasında grev kapsamı dışındaki 90 işçinin, ücretlerinin ödenmemesi sebebiyle işyeri veznesi önünde bekleme eylemi yaparlar. Fabrikanın aşçıları da protesto eylemine vezne önünde beklemenin yanı sıra, yemek yapmadan katılıyorlar.
15 ARALIK- Eskişehir Şeker Fabrikası’nda 12 Aralık’ta meydana gelen iş kazasında iki işçinin ölümünü protesto eden ve iş güvenliğinin sağlanmasını isteyen 35.000 işçi Eskişehir’de YEMEK BOYKOTU yapar. Bu, bu yıl içinde 11 Mart’ta Türk-İş’in ve 8 Kasım’da Petrol-İş’in yemek boykotundan sonra geniş katılımlı 3. eylem oluyor. Eyleme, Türk-İş’e bağlı 18 sendikanın üye işçileri katılır.
15 ARALIK- Türk-İş Başkanlar Kurulu yayımladığı 11 Şubat tarihli bildiride, işçilere işi yavaşlatma çağrısı yaptığı ve 2822’nin md. 70/1’i ihlal ettiği gerekçesiyle 1 aydan 3 aya kadar hapis ve 30 bin-80 bin TL ağır para cezası ile cezalandırılması istemiyle açılan dava, sonuçlanır ve yöneticiler beraat ederler.
ARALIK- STFA tarafından yürütülen Yeni Galata Köprüsü inşaatında çalışan işçiler, ücret ödemelerinin sürekli olarak 4-5 gün gecikmeli yapılmasını hafta içinde yaptıkları bir YEMEK BOYKOTU ile protesto ederler. Boykota aylıkların ödenmesi ile eyleme son verilir.
ARALIK- Ankara ASELSAN’da ücretler arasında büyük farklılıkların olması sebebiyle, işçiler bir günlük YEMEK BOYKOTU yaparlar; eyleme 2000 işçi katılır.
ARALIK- Finansman sıkıntısına düştüğü için Hasbi Menteşoğlu’na satılan Tu-Pi Tavukçulukta işçiler, ücretlerini alamadıkları için “Kuru Ekmekli Protesto” eylemi yaparlar.
ARALIK- Türk-İş yılbaşını grevde geçiren SEKA işçisine bir ödemede bulunur. Türk-İş’e bağlı sendikalardan toplanan 450 milyon TL Selüloz-İş Sendikası Başkanı İsmail Önay’a çek olarak verilir. Türk-İş Genel Örg. Sek. Orhan Balaban, “Grevlerin desteklenebilmesi amacıyla, her işçiden ayda bin lira sloganlı bir dayanışma kampanyasının başlatıldığını ve sürdürüleceğini” açıklar. …
Diğer bir deyimle Türk-İş ve bağlı sendikalar ilk kez, grevdeki sendikaları dayanışma için FON oluşturur.
Türk-İş Başkanlar Kurulumun 27 Aralık’taki toplantısında, bu fonda toplanan ve sendikaların yeni katkılarıyla 450 milyon TL’ye ulaşan paradan grevdeki SEKA işçilerine verilmesini kabul eder. İşçiler yeni yıla girmeden bir gün önce 60000’er TL alırlar. SEKA grevi 14 Ocak 1989’da biter.

Mart 1989

Söyleşi: Almanya Komünist Partisi Başkanı DIETHARD MÖLLER: “KPD DEVRİMİN ARACI”

ÖZGÜRLÜK: Diethard, “70 ve 20 Yıl KPD”, Alman işçi hareketi ve KPD için bunun anlamı nedir?
D. MOLLER: Alman işçi hareketinin 150 yıla dayanan uzun mücadeleci ve devrimci bir geleneği vardır. KPD bundan 70 yıl önce sosyal demokrat önderlerin ihanetinden sonra Kasım devriminin fırtınalı günlerinin ortasında kuruldu. Yine aynı şekilde bundan 20 yıl önce ERNST AUST’un önderliğinde -bu kez de revizyonistlerin ihaneti yüzünden- kurulması zorunluluktu. Bu ihanetler sırasında binlerce Alman kadın ve erkek işçi ve birçok ilerici, devrimci insan sosyalist bir devrim için Alman emperyalizmine karşı yaşamını yitirdi. KPD’nin tarihi, burjuvazinin döktüğü kanla yazılmıştır. Faşizm altında, 1945’ten bu yana ve Kasım döneminde, devrimin tüm kurbanları bize sosyalist Almanya hedefini gerçekleştirme görevini yüklemiştir. Bu nedenle, KPD’nin 70 yıllık geçmişi bizim için ve Alman işçi sınıfı için, her şeyden önce Marx ve Engels’in, Luxemburg ve Liebknecht’in, Thaelmann ve Ernst Aust’un mirasının yerine getirilmesi demektir.

ÖZGÜRLÜK: KPD’nin bizim ülkemizde, özellikle devrimciler ve sosyalistler arasında iyi ve şanlı bir adı vardır. Partinin şu andaki durumu nedir? KPD’nin tasfiyecilikle mücadele etmek zorunda kaldığı son yılları nasıl geçti?
D. MOLLER: KPD’nin karşılaştığı güçlüklerin iki nedeni vardı: Birincisi, F. Almanya’da komünist olarak başarılar elde etmek gerçekten kolay değildir. Oportünizm işçi sınıfı üzerine kâbus gibi çökmüştür. SPD, sendika ileri gelenleri ve revizyonistler kol kola çalışıyorlar. Doğu Almanya vs Sovyetler Birliği’ndeki ihanet, her şeyden önce Gorbaçov’un açık kapitalist reformları, sosyalizm imajına zarar verdi. Oportünistlerin ve revizyonistlerin yarattığı bu imajı kırmak için ve gerçek sosyalizmin işçi hareketi içinde kök salması için, bizim daha çok çalışmamız gerekmektedir. Bu sorun KPD içinde büyük bir karamsarlığa yol açtı. Bu yılgınlığa karşı eski merkez komitesi tarafından -ki zaten kendisi çoktan yozlaşmıştı- hiçbir şey yapılmadığı gibi, tam tersine teşvik de edildi. Onlar bu durumun suçunu sosyalizme yüklediler. Ve ML düşünceyi “çok katı”, “anti-demokratik” vb. gerekçelerle suçladılar, ona saldırdılar.
KPD’yi krize sürükleyen ikinci nokta ise partinin sınıfsal bileşimiydi. Üyelerinin büyük bir kısmı küçük burjuva kökenliydi ve öğrenci hareketinden gelmekteydiler. Gerçi içlerinden bazıları işçi olarak işyerlerine girdiler ama düşüncelerinde esas olarak yine küçük burjuva kaldılar. Yozlaşan eski MK bu sorunu da dikkate almadı ve buna karşı önlem almak için ideolojik mücadeleye girişmedi. KPD’nin tasfiyesini bugün engelleyebilmiş olsak da (revizyonist-troçkist MK’nın neden olduğu tasfiyesini) partinin şu andaki durumu ciddiyetini koruyor. Gücümüz önemli ölçüde zayıfladı. Ama biz parti yaşamını değişikliğe uğratmak için çok önemli önlemler aldık. Parti üyelerinin sürekli eğitimi ve bilinçlendirilmesi oldukça önemlidir. Asıl eğitim her şeyden önce sınıf mücadelesi içinde oluyor. Bu nedenle KPD’nin asıl çalışmasını işçi sınıfına yönelttik. Parti içinde, kolay hayallere ve çabuk başarılar elde etmeye karşı savaşmak için görevlerimizin ağırlığı ve ciddiyetiyle ilgili bir bilinç yarattık. Aynı zamanda ML’in öğrenilmesi için sürekli bir eğitim örgütledik. Revizyonizme karşı propagandamız önemli ölçüde güçlendi.

ÖZGÜRLÜK
: 5 ve 6 Kasım 1988 tarihlerinde 7. Kongrenizi yaptınız. Sizler için en önemli kararlar nelerdir? Genel olarak kongreyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Partinin önüne koyduğu ve hemen başlaması gereken önemli görevler hangileridir?
D. MÖLLER
: KPD 7. kongresinin en önemli belgesi, KPD, MK’sının sunduğu rapordur. Bunun ağırlıklı üç politik noktası vardır. 1. partinin tüm ideolojik sapmalara karşı savunulması. Krize bağlı olarak çok sayıda eski “komünist” çeşitli parolalarla partilim dağıtılmasını talep ettiler. Egemen güçler doğal olarak bu duruma çok sevindiler. 2. partinin sınıf mücadelesi üzerinde yönlendirilmesi. En kısa zamanda “KPD’nin Kriz Programı”nı yayınlayacağız. Biz şimdi bütün gücümüzle sendikalarda ve işletmelerde parti çalışmasını ilerletmek için uğraşıyoruz; Çünkü sosyalist bir Almanya yaratma görevimizi ancak işçi sınıfı içinde kök salarak yerine getirebiliriz. Bu arada bizim için, tüm milliyetlerden işçilerin birliğini sağlamanın da büyük bir önemi var. Temel ilkemiz: “Tek sınıf, tek düşman, tek mücadele!” 3. Sosyalist Arnavutluğun savunulması. Burjuvazi ve onun tüm yayın organları, bilumum Revizyonistler ve Troçkstler vb. gerçek sosyalizmin rolünü karartmaya çalışıyorlar. Fakat bizler, işçi sınıfının iktidarda olduğu, işsizliğin, vergilerin, zamların bilinmediği, ücretsiz sağlık hizmetlerinin olduğu bu ülkeyi savunmalıyız ve başarılarının propagandasını yapmalıyız. Parti kongresi, geniş ve güçlü bir parti birliğini ortaya koydu. O, önümüzde duran büyük görevlere sarılmak için partiye iyimserlik ve atılım verdi.

ÖZGÜRLÜK: Uluslararası ilişkiler açısından, kardeş partiler arasında şu anda partinizin rolünü nasıl görüyorsunuz?
D. MÖLLER: Mütevazı. Eski troçkist-revizyonist MK uluslararası komünist harekete büyük zararlar verdi. O yüzden partinin kriz içinde olduğu en zor dönemlerimizde kardeş partilerin yardım ve tavsiyeleriyle yanımızda yer almalarından dolayı çok seviniyoruz. Aynı şekilde şimdi bizde kardeş partilerin troçkizme karşı mücadelelerinde kendi deneylerimizle yardım etmeye hazırız. Biz partimize karşı troçkist saldırının bir rastlantı olmayıp aksine uluslararası troçkizm tarafından planlandığını biliyoruz. Ve biz yine aynı şekilde uluslararası troçkizmin bütün ülkelerdeki seksiyonlarına, Marksist-Leninist partileri parçalayıp yok etme görevini verdiğini de biliyoruz.

ÖZGÜRLÜK: KPD’nin hâlâ ilişkileri olan kardeş partiler açısından bunun yankısı nasıl oldu?
M. MÖLLER: Doğrusunu söylemek gerekirse; kardeş partilerin büyük bir kısmı, eski trockist-revizyonist MK’nın saldırıları ve aldatmacaları karsısında çok dikkatliydiler. Aynı şekilde partinin yeniden örgütlenmesi ve yaşaması için mücadele veren komünistlere karşı da yok temkinliydiler. Buna rağmen baştan itibaren ML partilerin desteğini aldık. Bu bizim için büyük bir yardımdı. Örneğin TDKP’den aldığımız ve almakta olduğumuz -hiçbir karşılık beklemeden- kardeşçe yardım proleter enternasyonalizminin varlığının bir kanıtıdır. Ve KPD’nin pratiği, yolumuzun doğru olduğunu kanıtladı. Bugün bir dizi kardeş partiyle ilişkilerimizi ML temelinde yeniden inşa ettik.

ÖZGÜRLÜK: KPD, son yıllardan ne gibi dersler çıkardı?
D. MÖLLER: Buna önceki sorulara verdiğim yanıtlarda değindim; fakat tüm çalışmamızda işçi sınıfının birliğinin yaratılmasına ağırlık verdiğimizi de eklemek istiyorum. Buna daha önceleri KPD tarafından yeterince dikkat edilmedi. Yabancı işçiler şimdilerde ülkemizde işçi sınıfının önemli bir kısmını oluşturuyor ve en çok sömürülüyorlar. Burjuvazi işçileri bölmek ve faşist düşünceleri yaymak için ulusal duyguları istismar ediyor. Biz tüm işçilere ortak düşmanlarını göstermeliyiz ve aynı zamanda ülkemizdeki tüm işçilerin ulusal haklarını ve özelliklerini savunmalıyız. Eğer biz tüm işçiler, birlikte ve tek bir güç halinde -büyük bir ordu gibi- savaşırsak sermayenin egemenliğini yıkabiliriz. Sonunda da Kürt, Türk, Alman, İtalyan, İspanyol vb. fark etmeden hepimize yer sağlayacak yeni bir toplumu kurabiliriz.

ÖZGÜRLÜK: Diethard Yoldaş, birkaç yıldır Türkiye’de de bir “yeşil hareket” ortaya çıktı. Kendilerini çevre dostları olarak nitelendiren ve çevre sorunlarıyla uğraşan gruplar ve hatta bir de küçük bir parti var. Bu akımın Batı Avrupa’dan ülkemize “ithal” edildiği de söyleniyor. Sizin bu hareketle yıllardan beri deneyiminiz var. Almanya’da bu hareket nasıl oluştu? Politik ve ideolojik olarak nasıl değerlendirilebilir? Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
D. MÖLLER: Önce, Marksistlerin her zaman çevre korunması için ve doğanın kapitalist tahribatına karşı mücadele ettiklerini belirtmek isterim. Marks ve Engels de bu kapitalist haydutluğu mahkûm etmişlerdir. Eminim ki, Türkiye’deki insanlar o güze! ülkelerinin emperyalist tahribata uğramasını istememektedirler. Emperyalistler, ülkelerinde yok edemedikleri çöpleri ve tehlikeli, zararlı ürünleri kendilerine bağımlı ülkelere ihraç etme yolunu giderek daha fazla kullanıyorlar. Yeşil hareket yalnızca yüzeyseli, doğanın zehirlenmesini görüyor: ama arkadaki nedenleri, kapitalist sistem ve kâr hırsını neden olarak göremiyor. Bu hareket bizde ileriye doğru bir perspektifleri olmayan, doğayı kapitalist sistem içinde birazcık kurtarmayı amaçlayan çeşitli küçük burjuva akımlardan oluştu. Kapitalist sistemi aktif olarak savunup, onun yar duruyla doğayı kurtarmayı isteyecek kadar ileri gittiler. Bu durum, yeşillerin içinde büyük bir krize yol açtı. Çünkü gerçekten ciddi olarak çevre yıkımına karşı olanlar, bu mücadele içinde çevremizin zehirlenmesinin sistemle bağlantılı olduğunu kavradılar. Bu durumdakiler Yeşiller’den ayrıldılar; ama çoğu teslimiyetin içine düştüler. Yeşiller’in diğer büyük parçası esas olarak makam ve hükümete katılma mücadelesine kapıldı ve esas amaçlarından vazgeçtiler. Bana göre, Türkiye’de bir doğanın kurtarılması hareketi, vatanın emperyalist çevre tahribatına karşı kurtarılması ancak işçi sınıfı, özgürlük ve demokrasi mücadelesi, emperyalizme karşı yapılacak bütün mücadeleyle birleştiği takdirde başarıya ulaşacaktır.

ÖZGÜRLÜK: 6/7/8 Ocak tarihlerinde Frankfurt’ta Revizyonist Alman (Komünist) Partisi’nin = DKP 9. Kongresi vardı. Kongre öncesi ve sonrası partinin parçalanacağı dedikoduları çıktı. DKP’nin politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Özel olarak bu problemle ilgili olarak DKP’nin parçalanma nedenleri nelerdir?
D. MÖLLER: Şimdi, böyle bu- parçalanma -ne yazık ki- olmadı. Biz zaten böyle bir şey de beklememiştik. DKP, 1968 yılında Ernst Aust’un KPD’yi kurduğu tarihte içişleri bakanıyla uzlaşılarak kuruldu. Başından beri sözde “anti-tekel demokrasi” yani kapitalizmin varlığı için çalıştı. Sovyetler Birliği’nin bütün emperyalist suçlarını ister Çekoslovakya’da, ister Afganistan’da olsun “sosyalist” olarak kutladı. Bizim ülkemizde sosyal-demokrat sendika liderleriyle iyi ilişkileri var ve onlara işçi sınıfını sessiz tutmakta yardımcı oluyorlar. Geçen sürede DKP yönetimi “anti tekel demokrasi” platformundan geriye giderek açıkça, utanmadan kapitalist sömürünün yaşatılması için mücadeleye geçtiler. Bunun komünizmle hiçbir ilişkisinin olmadığı açıktır. Revizyonistler arasında çıkan çelişkiler taktik çelişkilerdir. Bazılarına bu kadarı da yetmiyor, onlar tam Gorbaçov çizgisine girmek istiyorlar. Bu da batı demokrasilerine özgü ve kapitalist rekabeti kutlamak demektir. DKP yönetimi ise bu kadar aşırıya gitmeden yalnızca kapitalizmi savunarak sanki çok soldaymış görüntüsü yaratıyor. DKP’nin içindeki tüm gruplar görünürdeki tüm farklarına karşın yalnızca kapitalizmin yaşatılması ve iyileştirilmesi için çalışıyorlar. Bunun nasıl olacağı üzerine tanışıyorlar, ama birbirlerine muhtaç oldukları için beraber kalıyorlar. Sallantıdaki etkinliklerini tamamen kaybetmek istemiyorlar. Belki içlerinden bir grup ayrılabilir de. Bu ülkemiz işçilerine bir şey kazandırmaz. Revizyonizmin krizinden ders çıkararak Marksizm’e yönelecek tek tek DKP üyelerine ortak mücadele için elimizi uzatırız.

ÖZGÜRLÜK: Okuyucularımız KPD’nin Gorbaçov politikasına karşı tavrını biliyorlar. Biz buna rağmen senden meşhur’ “açıklık” ve “yenilenme” kavramlarına karşı kamuoyunda nasıl tavır aldığınızı ve değerlendirdiğinizi öğrenmek istiyoruz. Politik ve ideolojik olarak Gorbaçov’-un reform politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
D. MÖLLER: İflas etmiştir! Son günlerdeki haberler, bu politikanın Sovyetler Birliği’nde yokuş aşağı gittiğini gösterdi. Yaşayabilmek için zorunlu besin maddelerini ve mallan bulmak oldukça zor. Gorbaçov. yeni bir şeyler keşfetmiş gibi yapıyor, keşfettiği şey yalnızca eski tanınmış kapitalist rekabet ve pazar, özellikle de iş pazarı. Sovyetler Birliği’nde işgücü tekrar meta oldu; yani artık işsizler de var. Aynı batıda olduğu gibi işçiler ücreti etkileyen bir etmen olarak ele alınıp rasyonelleştirmeyle işyerleri yok ediliyor. Üretimi hızlandıran güç eskisi gibi halkın gereksinimleri değil, işyerinin kazancı. Yükselen krizin nedeni bu. Gorbaçov, uluslararası mali sermayeyi yardıma çağırıyor. Sizlerin Türkiye’de bunu çok iyi bildiğiniz gibi bu yardım köleleştirme, aşağılama ve sömürünün keskinleştirilmesi demektir. Gorbaçov’un reformları yalnızca zengin küçük tabakanın, sömürücülerin çıkarmada ve işçi sınıfına karşıdır. Bu alanda batı kapitalizmiyle arasında hiçbir fark yoktur.
Gorbaçov’un  “Barış politikası” çok insanı etkiledi. Bizim gözlerimizde ise bu yalnızca bir demagojidir. Gorbaçov, ekonomiyi düzeltmek için şimdilik silahlanma giderlerinin azaltılmasına gerek duymaktadır. Çok büyük gürültülerle silah gücünün % 10’unu yok ederse aslında bunun hiçbir anlamı yoktur. Sovyetler Birliği, yapılan hesaplara göre şimdiki silahlarıyla dünyayı üç defa yok edebilir. Bu silâhların 10’unu yok etse yine elinde dünyayı iki hadi diyelim bir defa yok edebilecek silahı kalacaktır. Bunun neresi “Barış politikası” olabilir? Tam da tersine Gorbaçov’un Amerika ve Batı Avrupa ülkeleriyle ekonomik rekabeti keskinleştirme çizgisi, uzun sürede gerilimi arttıracak ve savaş tehlikesini yükseltecektir.
Kamuoyunda Gorbaçov’un çizgisini kapitalist ve emperyalist olarak niteliyor ve saldırıyoruz. Biz kesin bir ayrım çizgisi çekmek ve bu politikanın komünizmle hiçbir ilişkisinin olmadığını göstermek istiyoruz.

ÖZGÜRLÜK: Çevre hareketi dışında ülkemize Batı Avrupa’dan “ithal” edilen bir hareket daha var: Feminizm – Feminizmin sizdeki gelişmesi nasıl? Kadınlar arasında bu hareketin şimdiki durumu ne? KPD ve kadın sorunu! Bunun üzerine ne diyebilirsin? Almanya’daki kadınların en önemli sorunları nelerdir? KPD bu soruna nasıl bakıyor?
D. MÖLLER: Açıkça söylemek zorundayım ki; partinin diğer sorunları nedeniyle bu sorunla son yıllarda az, çok az ilgilendik. Biz komünistler için kadın sorununun çok büyük önemi olduğu açıktır. Örneğin Arnavutluk Emek Partisi’nin kurulsundan hemen sonra Arnavutluk’ta bir demokratik kadın birliği kurulmuştur, Biz bu görevi hâlâ yerine getiremedik. Buna rağmen çok kadından destek görüyoruz. KPD, 7. kongresinde artık kadın sorununda aktif olma görevini önüne koydu. Kadının kurtuluşu için açık, devrimci bir çizgi oluşturmak istiyoruz. Hemen ilk devrimci kadın gruplarını oluşturacağız ve çalışmalarına destek olacağız. Bu önemli alana sermayeye ve feministlere bırakmayacağız. Amacımız, kadın ve erkeğin kapitalizm ve emperyalizme karşı birleşik mücadelesi!!!

ÖZGÜRLÜK: Son olarak Türkiye balkı ve Türkiye cezaevlerindeki siyasi tutuklularla dayanışma hakkında da bir şeyler söylemek istiyor musun?
D. MÖLLER: Biz, Batı Alman sermayesinin Türkiye’yi ve Türkiye halklarını sadece bir pazar ve kâr kaynağı olarak gördüğünü biliyoruz. 12 Eylül askeri darbesine önemli katkıda bulundular. Diktatörlüğün de yardımıyla Türkiyeli işçileri ve Türkiye halkını daha iyi yağmalayabildiler. Onlar, diktatörlere, para, silah, askeri danışmanlar vb. yolladılar. Türkiye halkı ve Türkiyeli işçilerin savaşımıyla dayanışmayı görevimiz olarak görüyoruz. Böylece aynı şekilde ortak düşmanımıza, Batı Alman sermayesine karşı savaşım veriyoruz. Türkiyeli işçilerin ve tüm Türkiye halkının emperyalizme, NATO’ya ve AET’ye ve emperyalistlerin tüm kuklalarına karşı cesur savaşım: bize büyük bir destektir. Her iki ülke halklarının ve işçi sınıfının bu kan emici parazitlerin mümkün olan en kısa zamanda iktidardan alaşağı edilip, çökertilmelerinden ortak çıkarları vardır. Bu nedenle biz, Türkiyeli işçilerin ve Türkiye halkının, emperyalizme ve yeni sömürgeciliğe karşı, bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük savaşımında ilerlemesini ve kendi ülkelerini çok yakın bir zamanda satılmaktan ve ihanetten kurtarmalarını arzu ediyoruz. Onurlarını yeniden sağlamaları arzumuzdur. Politik tutuklular, onurları ve hakları için yürüttükleri cesur kavgalarıyla, bizim için devrimin ve işçi hareketinin birer kahramanı oldular. İşkence ve baskı, onların mücadele azmini yok edemedi. Onların parlak mücadele örneklerini ülkemizde duyurmak için her şeyi yapacağız. Sizlerle birlikte şunu talep ediyoruz: TÜM SİYASİ TUTUKLULAR DERHAL SERBEST BIRAKILSIN!
Şimdi işçilere ve insanlığa karşı tüm cinayetleri işleyen suçluların zindanlara atıldığı, özgürlük ve ilerleme için savaşanların serbest bırakıldıktı o günün en kısa zamanda gelmesini diliyoruz.

ÖZGÜRLÜK: Bu konuşma için sana teşekkür ederiz. KPD’ye yeni yılda başarılar dileriz.
D. MÖLLER: Ben size teşekkür ederim ve Türkiyeli işçilere Türkiye halkına özgürlük ve demokrasi savaşımında başarılar dilerim.

EK:
Perestroyka’nın hışmına uğradılar: DKP (Alman “Komünist” Partisi) İki Kanatlı Oldu
Kısa adı DKP olarak bilinen revizyonist Alman Komünist Partisi Ocak ayı içinde yaptığı son kongresinde bölünmenin eşiğine geldi ve sonunda iki kanatlı oldu. Gorbaçov reformlarını en ateşli şekilde savunanlar “Yenilemeciler” eski çizgiyi savunan “Gelenekselciler” karşısında yenilgiye uğradılar. Kongre öncesinde bu duruma düşmemek için parti başkanı alelacele Moskova’ya giderek Doğu Almanya Başkanı Honneker ve Gorbaçov’la birlikte tam anlaştıklarını belirtmek için resim çektirip açıklamalar yapmıştı. Almanya’da ise parti başkam mesajlar yayınlayarak üyelerini bölünme konusunda uyarmış birliğe çağırmıştı. Temelde önemli bir farklılık olmayan iki kanattan bugünkü Doğu Almanya revizyonist partisinin çizgisini savunan ve “henüz sosyalizmden tam bir-kopuştan yana olmayan” “gelenekselciler” grubu, böyle bir durumda özellikle Batı Almanya’daki kapitalizmden biç farklarının kalmayacağının ayan beyan ortaya çıkacağından korktuklarından, Gorbaçov reformları konusunda “her ülke kendine özgü yolunun seçecek” diyerek oldukça temkinli ve tedbirli davranmaktalar. Kendilerinin açıklamalarına göre, toplam 47000 üyesi olan DKP son üç yılda (Gorbaçov’un gelişinden bu yana) parti içindeki görüş ayrılıklar nedeniyle 10.000 üyesini kaybetti. En son gelişmeler sonucunda da 4.000’e yakın üyesinin partiden ayrılacağı söylenmekte. F. Almanya’da Özellikle Köln, Hamburg ve Bremen grubu olarak bilinen ve “Yenilemeciler” yani hızlı Gorbaçovcular olarak anılan grup merkez yönetim organları seçiminde de yenilgiye uğrayınca kongre sonrasında atağa geçti. “Bölünmeyi önleme pahasına oldubittiyle kongre yapıldı, tartışmalar engellendi. Bu tabuları yıkacağız ve ileriki dönemde, kongrenin son etabı olarak bilinen kararlar vb. bölümünde bu gidişe dur deyip tavır alacağız” diyor ve çeşitli yerlerde acık toplantılar yapıyorlar. Bugün parti içinde % 30’a yakın bir kesimi oluşturan hızlı Gorbaçovculara belli görevler verilerek uzlaşmaya gidilecek ve bölünme engellenmiş olacak.

Mart 1989

Clara Zetkin İle -Kurgusal- Bir Söyleşi

“Kadın sorunu kendi içinde ve tek basma bir sorun değil, büyük toplumsal sorunun sadece bir parçasıdır.”

Sosyalist kadın hareketinin önderlerinden olan zengin deneyim ve bilgi sahibi C. Zetkin’i okurlarımıza daha yakından tanıtabilmek ve ilgiyle okunmasını sağlamak için onunla yapılan -kurgusal- bir söyleşiyi sunuyoruz. Kurgusal diyoruz, çünkü onun verdiği yanıtları Almanca ve Türkçe yazılı yapıtlarından kelimesi kelimesine derleyip sunduk. 5 Temmuz 1857 yılında doğan C. Zetkin’i 8 Mart nedeniyle de saygıyla anıyoruz.

ÖZGÜRLÜK: Clara, yaşamın süresince edindiğin zengin bir deneyim ve bilgiye sahipsin. Önce SPD içinde daha sonra KPD üyesi olarak ve ayrıca “Eşitlik” adındaki kadın dergisinin yayınlayıcısı olarak ve daha sonra ise Alman Rayştag (Parlamentosunda) Milletvekili olarak bulundun. Tüm yaşamında politika ile uğraştın. İlk soru: Ne diyorsun ve düşünüyorsun, senin için birinci planda kadınlarla ilgili politika mı, yoksa genel politika mı geliyor?
C. ZETKİN: Kadın sorunu, kapitalist düzen içinde, burjuva toplumda kadınların yararına yapılabilecek reformlarla çözülebilecek ve kendi başına ve tek olarak ele alınacak bir sorun değildir. Benim düşünceme göre, kadın sorunu, büyük sosyal sorunun sadece bir parçasıdır. Şayet proletarya, kapitalist düzeni yok edip sosyalizmi inşa eder ve böylece tüm sömürücülere ve baskılara karşı cins ayrımı gözetmeksizin mücadele ederse çözülebilir.

ÖZGÜRLÜK:
Senden öğrenmek istediğimiz, sormak istediğimiz bir nokta var: Peki ama böyle hedeflerden yola çıkmak, kadınlara özgü sorunlarla genel ve temel hedefler arasında bağlantı kurarak kadınları kazanmak, devrimci sallara çekmek zor olmuyor mu? Biliyorsun hem de şimdi -belki sen de gelişmeleri izliyorsun. Batı Avrupa ülkelerinde ve hatta Gorbaçovun ülkesinde- kadınların işsizlik nedeniyle tekrar evlerine, ocaklarına (!) dönmesi için uğraşıldığı bu dönemde?
C. ZETKİN: Kadınlar aile içinden çıkarılarak, insanlığın içine kök salmalıdırlar. Ekonomik ve politik eğitim faaliyeti, kadınları, sobanın arkasında otururken cezp edip çekemez: bu çalışma, yaşamdan kazanılan deneyimlerin ve gözlemlerin sonucu olan ve bunlarla birlikte yürüyen bir bilinçlendirmenin sonucu olabilir. Kadınlar bunu, büyük eğitim yetenekleriyle kolayca kazanabilirler. Üretim içinde kadın, oynadığı role, gücüne ve gittikçe artan önemine dayanarak sosyal-politik haklarını kendi iradesiyle hatta erkeklerin iradesine rağmen elde edecek.

ÖZGÜRLÜK: Sence sosyalist kadın hareketi nereden işe başlamalı? Ya da sosyalist kadın politikasının kadınları harekete geçireceği, kendi hakları ve toplumsal kavga için harekete geçirilebileceği temel kaldıraç nedir? Yakalanacak halka nedir?
C.  ZETKİN: Asıl kaldıracın olduğu sadece bir tek değil, birçok, hatta sayılamayacak kadar çok nokta var. Ön planda gelen, tartışmasız bir şekilde kadınlar için de geçerli olan, özellikle de emekçi kadınlar için ele alınacak olan, işsizlik sorunu. Bu sorunun onlar için önemli ve özel bir yanı var.

ÖZGÜRLÜK: Tam da şimdilerde, kadınlar arasında işsizliğin arttığı bir ortamda, çalışma süresinin kısaltılması ve kapitalistlerin bir türlü yanaşamadıkları eşit işe eşit ücret gibi sorunlar gündemde. Bunu nasıl görüyorsun?
C. ZETKİN: Kapitalistlerin çalışma gününü sonsuza kadar uzatmalarından ve bunu da düşük ve gülünç bir ücretle ödemelerinden büyük çıkarları var. Bu çaba çalışan kadınların çıkarlarına ters düşmektedir. Erkekler ve kadınlar birlik olup kapitalist sömürüye karşı mücadele etmelidirler, tik önce elbette eşit işe eşit ücret talebine bağlı olarak, yani her iki cins için de geçerli olacak şekilde ve bunun dışında ve bundan öteye gideren, kapitalist iktidara karşı koyarak onu çökertmeye yönelerek tabii…

ÖZGÜRLÜK: Dergimiz aracılığı ile kadınlara ve tüm emekçilere iletmek istediğin, tavsiye ya da önerilerin var mı? Özellikle kadın politikasıyla ilgili olarak…
C. ZETKİN: “Kadın yoldaşlar! İnsan yaşamına, yaratıcı olan kadının yaşamına sarılalım! Nereden işe sarılsak orada mutlaka zorluklar ve güçlüklerle karşılaşacağız, çünkü içinde yaşadığımız toplumda her şey kapitalist sömürü tarafından, onun yasalarıyla belirleniyor ve ona tabi olma zorunluluğuyla karşı karşıya. İşte tüm bunlar bizim mücadelede teme alacağımız dayanak noktaları. Onlardan kalkarak ajitasyon ve teşhir faaliyetlerimizi kadınlar arasında sürdürebiliriz.

Mart 1989

8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Gününün Düşündürdükleri

Elif diye diye omuzlamış sazını diyar diyar gezmiş Karacaoğlan. Hâlâ dolaşır aramızda sevilen türkülerde. Ya Elif düşseydi yollara Karacaoğlan diye diye ne olurdu acaba? Adı üstünde Elif bu, olmaz. Dağlar taşlar bile üzerine düşerdi! Türküler yaratamazdı yani, olsa olsa türküler yaratılırdı!
Ferhat ile Şirin’in olmaz sevdasında da dağlan delme işi Ferhat’a, Ferhat’ın dağları delip kendisini almasını beklemek Şirin’e düşmüş. Dağları delmek “erkek işi”! Halk kahramanlarımızın da hemen hepsi erkektir Köroğlu’yla, Dadaloğlu’yla… Bir-iki çocuk padişaha vekâlet eden iki sultan dışında padişahların hatta gelmiş geçmiş -kitaplı, kitapsız- peygamberlerin de hepsi erkektir. Anaerkil dönem daha sonra Amazonlar bir yana mitolojinin en güçlü kahramanı İda Dağı’nın ulu yöneticisi gökler tanrısı Zeus da erkektir. İlkçağ filozofları, çağdaş bilim adamları ve Marksist kuramcılar arasında kadınların sayısı iki elin parmak sayısını geçmez.
– NEDEN?
– Saçları ile akılları arasındaki oran elvermediğinden mi?
– Başarılı olan her erkeğin arkasında bir tane bulunmak zorunda olup, öne çıkamadıklarından mı?
– Dizler dövülmesin diye kızlar dövüldüğü için mi?
– (Kimi kamu görevlilerinin de vurguladığı gibi) Sırtına kötek, karnına bebek hem farz hem sünnet olduğundan mı?
– Allah’ın erkeklere bir lütfu olanların elleri hamur teknesinden çıkmadığından mı?
– Özgür bırakıldıkları zaman ya davulcular ya zurnacılar başarılı erkek olurlar kaygısıyla mı, geri bırakılır kadınlar…
Evet, geri bırakılır kadınlar…
Geri-ileri, güçlü-zayıf, başarılı-başarısız nitelemelerine sahip olarak dünyaya gelmez insanlar. Kız ya da erkek bebekler, güçsüzlükleriyle, bakıma, ilgiye, sevgiye, özene olan gereksinimleriyle eşit durumdadırlar. Diğer yandan daha dünyaya geldiklerinde ayrı roller verilir. Örneğin oğlan çocuksa doğan, helvası kavrulur tez elden. “Toplum” içinde ezici bir çoğunluk oluşturur hâlâ, çocuğunun kız olduğunu öğrendiğinde bozulan ana-babaların sayısı. Ve daha doğrusu sonrası hastaneden çıkmadan, pembe-kırmızı kundaklar ya da giysiler kız, maviler erkek çocuğuna düşer… Artık bebekler, ana-babaların kendilerinin mini modelleri olarak mevcut burjuva toplumun ikiyüzlü ahlâk ve gerici anlayışlarının biçim verdiği birey” olmaya adaydırlar. Kız ve erkek çocuklar her türden gericiliğin elbirliğiyle eksiksiz hazırlanan kendi koşullarında, haksız bir rekabet ortamında yarışa bırakılırlar. Yaşamın her noktasında bu yarışı, kadınlar kaybetmiştir. Egemen-sınıflar tüm kurumlarıyla, yazılı-sözlü kurallarıyla emekçi ve her tabakadan ezilen halk yığınlarını kişiliksizliğe, ürkekliğe, kaderciliğe terk ederken, her sınıf ve katmandaki erkeği de ayrıca, kadınları ikinci kez kişiliksizleştirmek, uysal, baş eğmekten başka uman olmayan, erkeğin “izin” verdiği ölçüde gelişebilecek ezilen cinsin yaratılması için kullanmıştır.
Çünkü burjuvazi kadının, yaratan, yaşatan -ve uyanışı örgütlü olduğunda savaşan- gücünü iyi bilir…
Kadın yaratandır: Öncelikle doğurgan özelliğiyle insanın yeniden üretimini sağlar. Anadır, yoktan var etmek, eksik olanı tamamlamak, sabır-taşına taş çıkarırcasına sabretmek, denge unsuru olmak ailenin tüm maddi-manevi angaryası (aile bütçesi ne olursa olsun evdekileri doyurmak olmadığı koşullarda kanaat etmeyi ve şükretmeyi öğretmek kadının asli görevlerindendir) ” kadınlık yazgısından” sayılmış, egemen güç yasalarının eksik bıraktığını dinler, dinlerin boşluklarını gerici yoz töreler doldurmuş, üstüne erkeğin zoruna dayalı baskı… Böylesine kuşatılmış kadın, kendine yabancılaşma, kendini yok etme pahasına yaratandır… Ve altyapısıyla, üstyapısıyla süregelmiş yazılı-sözlü yasaları yetmezmiş gibi, günbegün çürüyen kurumlarıyla burjuvazi, kadına dair her şeyi kendi devamını sağlayacak metaya çevirmiş. Kadının kullanılmadığı reklam yoktur. Ve her malın reklamını yaparken özellikle de konfeksiyon ve kozmetik ürünlerinde o’nun cinselliğini pazarlar biraz da. Farklı kategorilerde de olsa birbirlerinden pek farkı yoktur kadınların: Ezilmeleri, aşağılanmaları ve sürekli erkeğin üç adım gerisinde ezilen cins olmanın sonuçları açısından. Maddi refah düzeyi yüksek az sayıda kadın dışında tüm kadınların durumlarının vahametini kim reddedebilir. Hiçbir sosyal güvencesi olmayan tam tersi her türden güvencesizlikle baş başa olan ev kadını, ezilen cins olmanın en az bilincinde ve “düzenin”, devamının sağlanmasında en fazla güvencesidir. Gerek üretim alanlarında gerek kamu ve hizmet sektörlerinde çalışan kadın ise, ücretlerin düşüklüğü, çalışma saatlerinin uzunluğu, sağlık ve sosyal tesislerden yoksun koşulların ağırlığıyla, çalışma yaşamındaki soluksuz sömürü ev içinde ev işlerine, çocuklarına, kadın olarak “eşine karşı” sorumluluklarda katmerleşerek sürer…
İşyerlerinde yönetici kadınların sayısını, sosyal durumunu veya insanca yaşamanın mücadelesinin verildiği kurumlarda kadının aldığı yeri uzun boylu araştırmaya gerek yok. Örneğin tüm Türkiye’de son yıllardaki kadın sendikacı sayısı çok nettir. Üç tane: Biri istifa etmiş, diğeri “olağanüstü kongrelerle” işten el çektirilmiş. Üçüncüsü de yeni seçilmiş. Ekonomik ve sosyal düzlemde dayday durması bile engellenen kadının siyasi yönetime katılmak için yürümesi ne mümkün! Kadının her alanda erkekle eşit olduğu yalnızca bir aldatmacadır yürürlükteki yasal ortamda. Mevcut siyasi-ekonomik yapının canım yakarcasına ayağına basan kadın örgütlüklerinin, yaşama şansı nedir!?
Kadının “toplum” içindeki yerinin, yaratan, yaşatan işlevinin fazlasıyla farkında olan burjuvazi cinsler-arası çelişkiyi kendi lehine çevirmek için binlerce yıldır akla gelebilecek acık ve sinsi her aracı kullanmış ama en etkili aracı diğer cins, erkek cinsi olmuş. Bunun nedeni, kadınların örgütlü gücünden duyulan korkudur. Burjuvazi biliyor, kadın isterse hele örgütlü güçlü kadın isterse başlarına neler açmaz – nicel olarak az da olsa fabrika direnişlerinde, gericiliğin her türden saldırılarına karşı mahalle direnişlerinde, son yıllarda cezaevlerinde tanıdılar.- Bunun için de karşı örgütlenmeleri yaratıyor, var olanları pekiştirmek için de devlet bütçesinden ayrılan özel ödeneklerle çaylı pastalı, kermesli, defileli melankolik ikiyüzlü dünyalarına renk katıyorlar. Egemen, basın-yayın, ortalama bilinç düzeyinin altındaki kadın yığınlarının gözlerini kamaştırmak için boyama görevlerini canla başla yerine getiriyor.
Kısaca, kadının ekonomik, sosyal, siyasal ve tüm bunlar yön veren ideolojik ve kültürel baskılanımı ile yok olması kaçınılmaz tarihi bir zorunluluk olan ezen sınıf güçlerinin tüm kurumlarıyla bir parça daha ömrünü uzatmaya yarayan mineral işlevi yerine getirilirken, köle ruhun kadına özgü bir olgu olduğu bir düşünce, bir yaşama biçimi olarak sunuluyor.
Yüzyıllar süren uykusundan örgütsüz, kendiliğindenci bir biçimde de olsa zaman zaman silkinip uyanmasını, yiğitliği tarih sayfalarına yazdıran yazan kadınları, kadın hareketlerini engelleyemedi egemen güçler. Ve dahası ve en güzeli, aynı gövdenin eli-ayağı gibi bütün olarak erkeklerin hemen yanı başında ezilenlerin topyekûn verdikleri devrim mücadelelerinden de alıkoyamadı kadını, egemen güçler.
Canlarına yettiği gün, öfkeleriyle depremler yaratabilen insanlardı kadınlar; 1857 yılında New York’ta kadın işçilerin, eşit işe eşit ücret verilmesi, iş-gününün on saate indirilmesi, kadınlara oy ve sendikalaşma hakkının tanınması talepleriyle 8 Mart’ta gösteriler düzenleyip, direnişe geçtiler, grev sırasında fabrikada çıkan yangın, kadın işçilerin ölümüne sebep olmuştu. 1910’da II. Enternasyonal’e bağlı sosyalist kadınların yaptığı konferansta Clara Zetkin yangında ölen işçi kadınların anısına 8 Mart’ın Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanmasını önerir, öneri kongre tarafından kabul edilir. 8 Mart’a anlamını veren günün devrimci niteliği, kadının özgürleşmesi ve hak eşitliği mücadelesinin zorunluluğunu, kendi gücünün ayrımına varmasının önemini içerir.
Günümüz koşullarında 8 Mart’ı yalnızca, kutlamalar düzeyinde anmak fazla bir şey ifade etmiyor. Büyük olasılıkla demagojik bir biçimde de olsa, egemen güçler ve yarattıkları kadın kuruluşları da kadınlar gününe yönelik mesajlar verebilirler. Ama 8 Mart’ı emekçi ve devrimci özünden soyutlayarak.
Kadının üzerindeki ölü toprağı, kadının yerinin sorgulandığı son birkaç yıldır kalkmış gibiyse de, ülkedeki sınıf bilinçli kadın ve erkekleri çokça sorması ve sıkması gereken gerçek; henüz kadınların sembolik bir gün bile olsa 8 Mart’lara devrimci anlamına yüklenecek bilinç ve güç de olmadığı.
Ama bu gerçek, böylesi bir günde, ezilenlerin ezenleri soluksuz bıraktığı, dünya için verilen kavgada (alanlarda, mahallelerde) saldırılarla, iş kazalarında ve işkence tezgâhlarında katledilen Selma Aybal’ları, Nazan Ünaldı’ları; Fatma Gözüsulu’ları, Didar Şensoy’ları ve isimsiz nice kadın şehitlerin saygıyla selamlanmasına da sebeptir. Yine bu gerçek; kadının uğradığı haksızlıklar; kadının gelişimine engel olan her alandaki sömürüye karşı verilecek demokratik mevziler mücadelesi içinde itici güç olmalı.
8 Mart’ı anmanın adı, kadının özgüvenini örgütlü güce dönüştürmek olmalı; insan türünün bir diğer yarısını oluşturan “sabrın”, “özverinin”, mihenk taşları… kahrın sırdaşları kadınlar, cinslerine yönelik aşağılanmaya, hiç’lenmeye karşı gösterdikleri dayanma gücünü ve azmini, kölelikten kurtulmak, çifte zincirlerini parçalamak için kullandığında neler olmaz.
Kadınların, tüm ömürleri süresince bir dolu alanda, hem “toplum”, hem babalar-kardeşler ve giderek yaşamlarını paylaştıkları erkekler karşısında, onların güçlerini pekiştiren, yineleyen esas olarak da o “toplum”a can veren burjuvaziyi yaşatmak için, geliştirmek zorunda kaldıkları yaratıcılıkları ve yeteneklerini, zor ama soy olan iş için; ezen sınıfları alt-üst yapılarıyla dolayısıyla erkeği egemen kılan tüm gerici anlayışları yok edecek zorlu kavga da doğrudan, erkekten daha atak ve kararlıca yerini almasının gerekliliğinin bilinciyle anılmalı 8 Mart’Iar.
8 Mart’Iar gibi anlamlı günler, önlemi er geç giderilecek insana yaraşır, eşit, hakça bir yaşam ve kolay kazanılmayacak o biricik dünyaya yürünülen, ayrıca, kadınların gerçek kurtuluşları için de yürüdükleri köprü olmalı.
O biricik dünyanın adı “SOSYALİZM”dir.
Burjuvazinin, kadının köle ruhlulaştırmaya yönelik uygulamaları ve kadının kurtuluşuna dair demagojilerine ve kafa bulandırmalarına iyi bir yanıt olacaktır, Lenin’in On birinci Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü başlıklı makalesi:
“Bolşevik Sovyetik devrim, kadının ezilmesinin ve eşitsizliğinin köklerine baltayı, şimdiye kadar yeryüzünde hiçbir partinin ve hiçbir devrimin göze alamadığı bir şekilde derinlemesine vurdu. Bizde, Sovyet Rusya’da, kadın ile erkek arasındaki yasal eşitsizlikten bir iz bile kalmadı. Evlilik ve aile hukukundaki özellikle laçka, bayağı, ikiyüzlü eşitsizlik, çocuğa ilişkin eşitsizlik”, Sovyet iktidarı tarafından tamamıyla ortadan kaldırıldı. Bu, kadının özgürleşmesi için yalnızca ilk adımdır. Ama burjuva ve en demokratik bir tek Cumhuriyet bile, bu ilk adımı olsun atmayı göze almamıştır. Bunu “kutsal özel mülkiyet” karşısındaki korku yüzünden göze almamışlardır.
İkinci ve en önemli adım, toprakta, fabrikada ve işletmede özel mülkiyetin kaldırılmasıdır. Kadının tam ve gerçekten kurtulması için, “ev köleliği”nden kurtulması için yol, kadının ev ekonomisinin küçük ayrıntılarından toplumsallaştırılmış büyük ev ekonomisine geçmesiyle ve yalnızca böylelikle açılır.” (Kadın Sorunu Üzerine, çev: İsmail YARKIN, İnter Yayıncılık, 1988, sf.64)
Kendinden başka kendi adına, herkesin konuştuğu ezilen kadın yığınları; kendileri için en iyi koşullar altında bile, bilge vakarlarını bilinçli isyanları ile birleştirip, sorunlarını doğrudan sahiplenip, kavgalarında her düzeyde doğrudan yer almakla yetinmemelidir. Çünkü aldıkları hak ve kazanımlarını yaşatmak için sonuna kadar savunmadıkça şu ama bu oranda da olsa ezilen cins olmanın her an, yeniden adayı olmaktan kurtulamazlar.

Mart 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑