Arnavutluk’ta gülmece ve yergi denilince ilk akla gelen bu alanda yayınlanan “HOSTENİ” adlı dergi olur. Bu yazımızda bu dergi hakkında; gülmece,yergi ve ayrıca “HOSTENİ” Başyönetmeni Niko Nikolla Yoldaşın görüşlerine yer vereceğiz. Çeşitli defa, çeşitli yerli ve yabancı gazeteci ve yayın organı ile yaptığı röportaj ve söyleşilerinden derlendi. Bunlardan bazı bölümler bu yazıya da alındı.
Gericilik kendi deyimiyle “Küçük Arnavutluk’a” karşı her cepheden topyekûn saldırıya geçmiş durumda. Gülmece ve yergi alanında bile. O, Arnavutluk’ta böyle şeylerin bulunmadığını, gülmece ve yergi diye bir şeyin bilinmediğini bile iddia edebilecek kadar ileri gitmiştir. Bu yazıda böylesi görüşlerin de bir ölçüde ipliğini pazara çıkarmaya çalışacağız ve olup bitenleri ortaya koyacağız. Arnavutluk’un dostlarının bile bu konudan fazla bilgileri olmadığı bilinen bir gerçek…
Gülmece ve yergi bugün Arnavutluk’ta yaratılan “Yeni İnsanı” daha mükemmel ve üstün duruma getirmek için hizmet etmektedir. O eleştiridir, iknadır, öneridir, zengin ve değişik fikirdir. Ya gericilik bunu nasıl yorumluyor? Niko Yoldaş’a kulak verelim: “Kapitalistler bizden sosyalizmdeki eksiklerimizi eleştirmemizi istemiyorlar: onlar bizden sosyalizme küfretmemizi, onu lanetlememizi istiyorlar. Bu isteklerini ne yazık ki yerine getiremeyeceğiz. Bunun yerine biz sosyalizmi inşa edeceğiz.”Ama lanet olsun kapitalistlere, onlar çok sinsi ve haince sosyalizmi karalayıp kötülemeye, insanları, bizzat kapitalizmin bize geride bıraktıklarıyla sosyalizmden nefret ettirmeye, tiksindirmeye çalışıyor. Bu eski toplumun bağrında doğup gelen geride bırakmış olduklarını, kalıntılarını yok etmek için yaptığımız eleştirileri, kapitalizm sevmiyor. O, eleştirileri görmezlikten geliyor ve bizde sözde eleştiri olmadığını, onun yasak olduğu görüşünü yayıyor?”
Gülmece ve vergi, Arnavutluk’ta gericiliğe karşı ideolojik alanda yürütülen mücadeleye de katkıda bulunuyor.
Niko Yoldaş bu görevleri yerine getirecek olan gazeteciler için de şunları söylüyor: “Bir gazetecinin üç şeye ihtiyacı vardır: Serinkanlı kafa, sıcak yürek, temiz eller.
HALK GÜLMECESİ
Halk gülmecesi, Arnavutluk halkı kadar yaşlıdır. Özellikle Osmanlı güruhlarının bile bir türlü ayak basamadığı Arnavutluk Alplerinde (Kuzey Arnavutluk) çok eski çağlardan beri yok olmadan yaşayıp gelmiştir. Bugün bile hala İşkodra’da (Kuzey Arnavutluk) oturanlar espri ve nükteleriyle tanınırlar. Arnavutluk’un Yeniden Doğuşu döneminde, 19. yy. son çeyreğinde özellikle Arnavutluktu yazar Cajupi acı ve iğneleyici yergileriyle tutucu-gerici töre ve adetlere karşı mücadele örneği verdi; özellikle kadınlar tarlada çalışırken, en ağır işleri yaparken, erkeklerin yiyip içip eğlenip sefa sürdüklerini savunan ve böyle görüşler yaratan efendilere karşı da kavga etti. Zogo rejimi döneminde ise (24 Aralık 1924-7 Nisan 1939) anti-faşist Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde yayınlanan yergi dergisi “Bota e re” (Yeni Dünya) vardı. Ayrıca E. Hoca tarafından yönetilen “Zeri i Popullit” gazetesinde de gülmece ve yergi hiç eksik olmuyordu. Hele hele daha çiçeği burnunda bir komünistken, Shevget Musaraj’ın yazdığı “Balli Kombetari” (Kahramanlık Şarkısı) ince ve iğneleyici yergi örneği olarak dillere destan olmuştur. (Balli Kombetar adlı örgüt ilk önce Almanlar, daha sonra da İngiliz ve Amerikalılara paralı hizmet eden bir ihanet şebekesidir.) Onunla ilgili yazılan yergiler bugün bile yergiden hoşlanan çevrelerde sık sık anlatılır ve yergiden anlayan yergi ustalarının deyimiyle “Tıraş jileti kadar keskin böylesi bir polemiği bu güne kadar kimsenin beceremediği” iddia edilir.
29 Kasım 1944. Bu tarihi herkes bilir. Arnavutluk’un kurtuluş tarihi. 28.000 km2 lik toprağa sahip olan ülke, tam 28.000 ölü verdi. Savaş, o zaman bir milyonu bulan Arnavutluk halkına geride sadece yıkıntı, harabe ve bir de ortaçağ karanlığının ideolojik mirasını bırakmıştı. Halkın % 85’i okur-yazar değildi.
Lenin’in devrimden sonra “Asıl devrim şimdi başlıyor” dediği gibi; Arnavutluk’ta da asıl kavga şimdi başlıyordu. Ve gündemdeki mücadele; iç düşmanlara, kaçakçılara, vurgunculara, karaborsacılara, spekülatörlere karşıydı. Ve bir de daha da önemli olan, feodalizmin halk kitleleri içerisinde damgasını vurarak geride bıraktığı tortuları, kalıntıları: TEMBELLİK, MİSKİNLİK, KAYITSIZLIK, ÖNYARGI, VURDUMDUYMAZLIK, GERİCİ TÖRE ve GELENEKLERE vb.
Sokaklardaki ve kentlerdeki geriye kalan kalıntılarda, insanların bilinçlerindeki bir yığın zararlı, yanlış, akıl dışı görüşler tam bir uygunluk taşıyordu. Bu yıkıntının her iki çeşidi de yok edilmeliydi. Kentlerdeki yıkıntılar da, kafalardaki, bilinçlerdeki kalıntılar ve harabeler de… Aksi takdirde ne sosyalizme geçişten ne de sosyalizmi kurmaktan söz edilebilirdi. “Yeni insanın yaratılması” parolası somut amaçtı ve buna ulaşmak için öncelikle insan bilincini hedef almak gerekiyordu.
Örneğin Kurtuluş Savaşı döneminde olağanüstü fedakarlık ve kahramanlık göstermiş, işgalcilere ve ülke hainlerine karşı ölümcül savaşmış, onları Kovuncaya kadar savaşmış, gözünü budaktan esirgememiş partizanlar vardı ve bunlar neden artık mücadeleye son verilmiyor, neden savaşa son verilmiyor ve hala mücadeleye devam deniliyor, diye soruyorlar ve mücadeleye ara vermeden devam edileceğini bir türlü göremiyorlardı. Oysa onlara göre zafer elde edilmişti ve şimdi sıra zaferin meyvelerinin yenmesindeydi. Bu, tekrar, mücadeleye, kalınan yerden devam etmek de ne demek oluyordu? İşte düşman yok edilmişti, kovulmuştu… Siz bize kalmıştık artık., diyorlardı: Bunların içinden bir kısmı da, örneğin, neden ille de çocukların okula gönderilmesi gerektiğini soruyorlardı. Önceleri işte okuma-yazma yoktu ve bunlar olmadan da her şey yolunda gidiyordu. Okumak yazmak da ne oluyordu? Neden çocukları okula göndermek zorundaydılar?
Arnavutluk’ta çevrilmiş bir filmden söz edilir. Adı: “Göz Göze.” Filmde bu konuya ilişkin bir bölüm anlatılır. Yaşlı bir Arnavut bir kamyonda askerlerle birlikte Vlora kentine doğru gitmekte. Yolun kenarında da orduya ait olan telefonlar bulunmakta. Yaşlı Arnavut telefonları göstererek ve alaylı alaylı, dalga geçer gibi konuşur. “Aaah, ah. Biz eskiden, Almanlarla işbirlikçilerinin işini aha şu meret olmadan da halletmiştik.”
Yaygın bir düşünce vardı: Komünizm dedikleri artık bir gece ansızın çıkıp geliverecek, ondan sonra insanlara, sadece küçük bir düğmeye basmak kalacaktı. Ondan sonrası mı? Gelsin rakılar masaya ve bir tek zile basar basmaz kızarmış güvercin bile şıp diye ağzına girecekti insanların. Gel keyfim gel, yan gelip \atılacaktı… Eee bunca yıl bunun için dövüşülmemiş miydi?
Görüldüğü gibi, ideolojik devrim için geniş bir alan el atılmak için bekliyordu. İnsanların bilincindeki gerçekleştirilecek olan bu DEVRİM ne ihmal edilebilirdi, ne de insanların duyguları, yetişmişlikleri göz ardı edilebilirdi. Yani yanlışlara düşmemek için dikkatli, özenli, sabırlı olmak gerekiyordu. Elbette tüm yaşamını Arnavutluk için adamış birisini, Muhammed’e ya da İsa’ya inandı diye veya karısının da kendisi gibi eşit olduğunu bir türlü kabullenmiyor diye, daha işin başında halk iktidarının düşmanı olarak damgalamak doğru olamazdı. Eğer “sol-sekter bir politika” izlenmiş olsaydı, çeşitli inanç ve görüş ayrılıklarına karşın kurtuluş savaşı döneminde sağlanmış olan halkın birliğini tekrar elde tutmayı, parti kolay kolay sağlayamazdı. Bu mücadeleden vazgeçilemezdi, bununla birlikte bu mücadele akılcı, ağır başlı, temkinli ve tavizsiz sürdürülmeliydi. İşte böyle geniş bir konu alanı, politik bir yergi ve gülmece dergisi için biçilmiş bir kaftandı, bulunmadık bir fırsattı.
MİZAH OLSUN DİYE MİZAH YAPMAK…
Yani sözün kısası gülmece ve yergi için daha işin başında politik bir amacın yerine getirilmesi gerektiği ortadaydı. Burada amaç sadece insanları güldürmek değil. “Amaç sadece insanları güldürmek olsa…” diyor Niko Yoldaş ve şunları ekliyor: “Çok basit o zaman. Çık sokağa ve indir pantolonu aşağıya, bütün insanlar gülerler.
MİZAH DERGİSİNE İSİM ARANIYOR
Yeni çıkacak gülmece ve yergi dergisi için çok isim tartışılıyor ve sonunda “HOSTENİ” adında karar kılınıyor. “Hosteni” “Diken” anlamına geldiği gibi, Arnavutluk’ta aynı zamanda, köylülerin tarla sürerken öküzlere ilerlemesi için batırdıkları “Üvendire” anlamına da kullanılıyor. İşte bu isimden de amaç, daima ileriye gitmek, bunun için mücadele etmek, direnenlere de “Diken” batırmak… Üzerinde durulan elbette sadece isim değildi, aynı zamanda program da hazırlandı. Hatta kısa bir süre içinde aradaki yüzyıllık farkı kapatmak hedef bile alındı. Niko anlatmaya devam ediyor: “Eskiden elbette her şey çok ilkel ve basitti; çok az insan vardı ve tecrübemiz de azdı. Bugün gerçi HOSTENİ ile hayli ilerledik, yol aldık, ama tam memnun değiliz. Daha bir yığın eksiklerimiz var. Her şey istediğimiz gibi olmuyor birden. Çünkü bilindiği gibi sabır işi bu, ama okuyucu çok ciddi bir yargıç.”
HOSTENİ’yi kimler çıkarıyor? Nasıl yapıyorlar? Bu soruya da Niko şu yanıtı veriyor: “Elbette beş-on kişiyle olacak iş değil. Halk mizahını çok iyi izlemeliyiz ve araştırmak zorundayız. Ve yine halk yığınlarını çekebilmek için en iyi yazar ve çizerlerle çalışmak zorundayız. Hosteni’de tanınmış yazarlar şunlar: Nonda Bulka, Shevqet Musaraj, Naum Prifti, Geqo Bushaka, Spro Dede ve Niko Nikolla’yı sayabiliriz. Seçilmiş nükteli öyküleriyle D. Agolli’yi de ayrıca söylemeye gerek var mı acaba?
ÖYLE ZAMANLAR OLUR, MEKTUPLAR YAĞAR…
Öyle zamanlar olur, her ay yazı masasına mektuplar yağar, dolar. Öneriler yakınmalar, eleştiriler vb. vb. Dergiye gelen bu yığınlarca yazı ve mektup arasından elbette seçim yapmak gerekir. Niko bu konuda şunları söylüyor: “Gerçekten önemi büyük olan ve toplumsal yanı olanlar bizi daha çok ilgilendirir. Öyle yazılar geliyor ki, örneğin herhangi bir kentten bir yoldaş, tutuyor bize şunları yazıyor: ‘Garsonun biri geçenlerde bir akşam rakı servisi yaparken bana ters ters baktı.’ Buyurun. Bununla kim ilgilenir ki?”
Bugün tüm yazı kurulu tam on iki kişiden oluşmakta. Ama onların on ikisini de bir arada görmek çok nadirdir. Hatta o kadar çok istememe rağmen bir gün olsun toplu bir resimlerini çekmek nasip olmadı bir türlü. Ama bu işin bir de diğer yanı var. Bir araya gelmiyorlar, peki nerede bu adamlar? Bu beyler elbette hep masa başlarında değiller. Çoğunlukla onlar ülkeyi karış karış gezip inceleme ve araştırmaya çıkarlar. Örneğin bir işyerinin yöneticisine, sekreter, bir gün ansızın, “Bugün Hosteni’den konuklar var, ziyarete gelecekler” deyiverse, adamın belki de dilini yutar. Çünkü o ziyarette bulup çıkarılanlar, eksikler, hatalar resimlerle belgeli olarak Hosteni’nin bir sonraki sayısında gün ışığına çıkarılıp ülkenin dört bir yanma duyurulur. Bu eleştiri daha sonra ister işyerinde, ister bakanlıkta ya da kooperatifte olsun, ilgililerce yapılan bir toplantıda ele alınır, yanıtlanır, hatalar ve zaaflar belirlenir ve elbette sonunda da önlem alınır. Böylece Hosteni görevini yapmıştır.
1980 yılında, derginin bir kaç sayısında peş peşe Arnavutluk dilini korumak, geliştirmek için kampanya başlatıldı. Resmi bakanlık genelgelerinden tutun da bölgesel ve merkezi birçok belge didik didik incelendi ve içindeki dil yanlışlıkları (dilbilgisi, anlatım tarzı, yazım kurallarıyla ilgili tüm yanlışlıklar) bulup ortaya çıkarıldı. Öyle ilginç örnekler ortaya çıktı ki kurşun kalemle düzeltilen bir resmi yazı, sonunda baştan savma yapılmış bir ev ödevinden farksız görünüyordu. Dil ile ilgili olarak da Niko Yoldaş şunu söylüyor: “Bakanlar dahi kendi dilimizi doğru bir şekilde kullanmazlarsa bunu halktan nasıl bekleyebiliriz?”
Bazen baş sayfa yazısız çok şeyi anlatıyor. Bir örnek: Kapaktaki resimde bir birahane ve içinde derin konuşmalara dalıp gitmiş erkekler. Evet, sadece erkekler var. İçeriyi ha bire dumanlıyorlar ve kenarda da bir tek kadın görülüyor. Garson kadın. Bira fıçılarını kaldırıp götürmek zorunda olan bir kadın. Ve tüm resmin tam üstünde tek bir kelime yazılı: “Burrari” (Erkek)!
ELEŞTİRİ SEVİLMEZ
Eleştiriyle ilgili olarak Niko neler söylüyor, kulak verelim: “Biz nasıl mizahı, mizah olsun diye yapmıyorsak; aynı şekilde eleştiriyi de eleştiri olsun diye salt eleştirmek için yapmıyoruz. Bazılarına eleştiri hoş gelmeyebilir, ne yapalım, gelmesin! Bazılarının huzurunu kaçırmış olabilir. Ne yapalım kaçırsın? İyi ama biz neden eleştiriyoruz ki? Çünkü biz ilerlemek istiyoruz, çünkü insan bizde her şeyin merkezindedir. Eğer biri kalkar da, bizde her şey çok da güzel yolunda gidiyor, diye iddiada bulunursa o yanılıyordur. Sosyalizmin ve komünizmin inşası demek, sınıf mücadelesi demektir. Bu, bu kadar açıktır.”
Ne var ki Hosteni bu işi yapan tek yayın organı değildir. En başta “Zeri i Popullit” eksiklik nerede olursa olsun, zaafları, yanlışları tek tek gün ışığına çıkarmaktadır. Ama elbette Hosteni’nin üslubuyla değil. O örnekler vererek ve somut olarak açıklayıp ortaya koyarak anlatıyor ve destekliyor. Ama Hosteni kendine özgü iğneleyici, yergili ve alaylı üslubuyla ele alıyor böyle konuları.
SOSYALİZMDE ELEŞTİRİ YASAK MI?
Sosyalizme düşman olanların yaymaya çalıştıkları bir şey de, güya sosyalizmde eleştiri yasakmış ve kim buna cesaret edip yaparsa onun işi bitik demekmiş. Bu tam bir önyargı ve bu önyargıyı yargıya çevirmek için şunu söylemek yeter. Evet sosyalizmde yasak var, ama eleştirmek değil, eleştiriyi görmezlikten gelmek yasak, baskı altına almak yasak ve kim buna cesaret eder onun işi bitik demektir. İşte böyle Bay Burjuvazi; alttan alta güya böyle böyle ilerde işbirliği yapacağı bir kafadaki adamlarını yaratmak için çaba sarf etmekte. Bay Burjuvazi, ne var ki bu senin kursağında kalacaktır. Bunu da bilesin. Çünkü senin deyiminle “Stalinistlerin Arnavutluk’u, ve yine senin “komünist” diye nitelendirdiğin ve çok iyi anlaştığın “Doğu Bloğu” “komünistlerinden” değil ve oradaki dostların gibi de hiç konuşmuyor.
Bürokratların ve teknokratların Arnavutluk’ta işi oldukça zor. Çünkü eleştiriden korkan birisi varsa, o da bunlar. Eleştiriden en son çekinen ise Arnavutluk Halkı. Bunu onun yüksek başarıları da kanıtlıyor. Daha önce de söylediğimiz gibi ilk yıllarda parti, partizanlara abeceyi (alfabeyi) öğretmek için epey güçlük çekti. Sadece öğretmek için değil okuma-yazmanın önemini kavratmak için de çok güçlük çekti. Bu işi Parti Okulu üstlenmişti. Aradan 40 yıl geçti ama Arnavutlar şimdi yüksek düzeyde teknikerlere, uluslararası çapta bilim adamı ve uzmana sahipler.
DAHA NE YAPMAK GEREK?
Çok şey! Niko anlatıyor: “Daha üretken olmalıyız, daha tutumlu, ekonomik ve akıllı bir ekonomik politika yürütmeliyiz. Bunu kapitalist ülkeler -elbette kendi amaçları doğrultusunda- çoktan çözümlediler. Örneğin otomobil sanayinde akar-şerit (bant) montaj sistemi; bilimsel- teknik devrimin insan gücünün yerine geçecek aletleri yaratmış olması vb. İşte bunlara biz de erişmeliyiz. Ama elbette biz, kapitalistlerin gittiği yoldan gitmeyeceğiz. Zaten işin can alıcı noktası da budur. Bizde bilim-teknik devrimi işçilere karşı değil, onların yararına, halkın çıkarları doğrultusunda ikiliyor. Bu sorun için temel bir koşul var ve biz onu “henüz çözemedik. O da insan bilincine yerleşmiş tarihsel tortu ve artıkların sökülüp atılması.”
Disiplin denilince Arnavutluk’ta da biz de olduğu gibi “Alman disiplini” geliyor akla ve bu hayli da yaygın. Halta bununla ilgili fıkralar bile anlatılır: İşte bir tanesi: Bir gün bir Alman işadamı ticari işleri için Arnavutluk’a gelir. Bu işlerinin yanı sıra gezerken kereste fabrikasına uğrar ve çok hoşuna giden mobilyalık kereste parçalarından almak ister. Sipariş verir ve ayrıca 100X 30 büyüklüğünde parçalar olmasını ister. İşçiler depoda tam da aynısına benzeyen hazır kesilmiş başka bir parça kereste bulurlar ve Almana onu teklif ederler. Ama bunun ölçüleri 100 X 40’ttr. Ne var ki fazla fiyat almak istemezler ve aynı fiyata vereceklerini söylerler. Hemen tahmin edileceği gibi, Alman cinnet geçirmiş gibi şaşırır, afallar ve bir türlü akıl erdiremez. Tıpkı bir konuşmasında E. Hoca’nın dediği gibi kapitalizmde olsa böyle sorumlu birinin, işyerine zarar veren bu davranışı nedeniyle çoktan işini son verilmiştir bile… Niko böylesi olayla ilgili olarak sunaları söylüyor: “Elbette biz böyle yapmadık ve Arnavutluk’ta böyle davranmıyoruz. Ama bununla birlikte işçilerin davranışı yanlıştır. Onlar gayet rahat ve basit olarak bir anda şunu düşündüler. ‘Biz nasıl olsa bu fabrikanın efendisiyiz’ ve ‘Yaşasın halk iktidarı’ deyip kendileri fiyat biçtiler. İşte biz Alman halkında hayranlık duyduğumuz bu disiplin tarzını eğitim çalışmasıyla yaratmalıyız. Onlar kapitalizmde yaşıyorlar ama bu ilişkide insanların bilincindeki tüm feodal artıkları, kalıntıları ve tortulan çoktan fırlatıp atmışlar. İlerde sosyalizmi mücadele ederek ele geçirdiklerinde hiç böyle sorunları olmayacak.”
Ne kadar da güzel diyalektik olarak anlatılan bir gerçek değil mi? İnsanın aklına bizim ülkemizden gelip burada örneğin Almanya’da Alman işçileriyle birlikte çalışan insanlarımız geliyor.
Elbette bu “Alman disiplini” kavramı bütün ülke halkları gibi Arnavutluk halkında da, ülkesine saldırıya geçip işgal eden “disiplinli Hitler Ordusundan” kalma bir şey. Ama diğer yandan, toplumsal gelişmeler, yeni toplumların eskisinin artıklarını içinden atması vb. bunlar tarihsel birer gerçek ve bunların fırlatılıp atıldığı ülkelerdeki halk ve devrimciler için olumlu bir avantajdır.
ARNAVUTLUK KARARLILIKLA YOLUNDA İLERLİYOR.
Arnavutluk ‘dosta düşmana’ karşı durmadan ilerlemekte. Hele bir de görülen zaaf ve eksiklerin üzerine üzerine gidilmesi, gelişimi daha çabuklaştırıyor. Hoş, ne var ki, böyle yanlışlar görülüp de yine dosta düşmana karşı açıkça dile getirildiğinde, düşmanlar istismara yeltenerek sosyalizmde kusurlar aramaya kalkıyorlar.
“Suyun uyuyup düşmanın uyumadığını” Arnavutluk halkı da biliyor ve bunu bile bile, sağlam, emin kararlı adımlarla yolunda ilerliyor. İçeride ve dışarıda bu yolda ayağa takılanlar mı olacakmış. Bunun için Arnavutluk halkı bizdekinin aynısı bir sözü hatırlatıyor: “VARSIN, KÖPEKLER HAVLASIN, KERVAN YOLUNA DEVAM EDİYOR” ya da bizdeki söylenişiyle “İT ÜRÜR, KERVAN YÜRÜR!” … Ve kervan yoluna devam ediyor!
Aralık 1988