Türkei information ile görüştük
12 Eylül Uluslararası Mahkeme
ÖZGÜRLÜK- Tribünali kimler düzenliyor? Neden böyle bir Tribünal yapılıyor?
Tİ- 12 Eylül rejimine karşı uluslararası mahkemeyi, çok sayıda kuruluş düzenlemekledir. Tribünalle ilgili çalışmalar “Girişim ve Koordinasyon Komitesi” tarafından örgütlendirilmektedir. Uluslararası mahkeme girişimi, özetle şu ihtiyaçlardan doğmuştur: Batı kamuoyu, Türkiye’de seçimlerin yapılıyor oluşumu ve eski siyasi parti liderlerine konulan yasakların kalkmış oluşunu ülkemizde demokrasiye dönüş olarak değerlendirmektedir. Bu değerlendirmeden hareketle Evren-Özal yönetimi ile Avrupa ülkelerinin ilişkileri giderek düzelmektedir. Hükümetler ve büyük basın tarafından oluşturulan kamuoyunun da benzer bir tutum içinde olduğu gözlenmektedir. 12 Eylül rejiminin ve emperyalist odakların ustalıklı manevraları sonucunda oluşan bu hava, açıktır ki Türkiye’nin gerçeğini yansıtmamaktadır. Rejim, geçirdiği bazı evrimlere rağmen esas özellikleri itibariyle devam etmektedir. Devletin ve iktidarın halka bakışında, 80*den sonra oluşturulan devlet düzeninin temel karakterinde esaslı bir değişiklik yoktur. Halka konulan vaşaklar devam etmekte, otoriter-baskıcı-faşist kurumla aynen korunmakta, Kürtler üzerindeki milli zulüm daha da şiddetli bir şekilde devam etmektedir.
Askeri darbelerin ve faşizmin dünya çapında lanetlendiği günümüzde Türkiye’deki 12 Eylül rejimi ve burjuvanın işlediği suçlar özellikle batının gayretleriyle unutturulmaya çalışılmaktadır. Biz işte bu durumun kısmen de olsa değişmesi için böyle bir girişimde bulunduk. Amacımız Türkiye gerçeğini bir kez daha Avrupa kamuoyunun gündemine aldırmak, Türk ve Kürt halklarının faşizme karşı mücadelesi ile en geniş dayanışmayı sağlamaktır. Yine sembolik de olsa Türkiye’deki rejimin mahkûm edilmesini sağlayarak 12 Eylül rejimiyle yakın ilişkisi olan batılı güçleri uyarmaktır.
Tribünal’in programı şöyledir: Tribünal’de tanınmış kişilerden oluşan bir jüri olacaktır. Koordinasyon Komitesi tarafından hazırlanan dosyalar jüriye sunulacak ve tanıklar dinlenecektir. Koordinasyon Komitesi, 7 temel konuda yargılama metni hazırlamıştır. Bu metinler okunup tanıklar dinlendikten sonra jüri kararını açıklayacaktır.
ÖZGÜRLÜK- Kısaca yapılacak olanları neler? Programı vb.
Tİ- Tribünal’le ilgili çalışmalar belli bir program dahilinde sürmektedir. Oluşturulan komisyonlar yargılama metinlerini hazırlamaktadırlar. Almanya’nın çeşitli şehirlerinde ve diğer ülkelerde Tribünali desteklemek amacıyla toplantı ve geceler düzenlenmektedir. Tribünal’in ilk günü büyük bir kültür gecesi hazırlığımız vardır.
ÖZGÜRLÜK- Son olarak ÖD aracılığı ile Türkiye’ye iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Tİ- Son olarak şunu belirtmek istiyoruz: Biz Türkiyeli Devrimcilerin de içinde yer aldığı Türkei İnformation Dergisi ve Dayanışma Hareketi olarak cezaevindeki arkadaşlarımıza ve tüm politik tutuklulara, ülke içinde devrimci mücadeleyi sürdürmek isteyen güçlere, zam-zulüm ve faşizm şartlarında amansızca ezilip sömürülen ve fakat teslim alınamayan emekçi halklarımıza yalnız olmadıklarını; haklı ve meşru mücadelelerinde kendileriyle birlikte olduğumuzu hatırlatmak istiyoruz. Sözün, yetkinin, kararın ve iktidarın halka ait olacağı bir Türkiye özlemiyle bütün devrimci-demokratik güçleri candan selamlıyoruz.
Bu vesileyle Özgürlük Dünyan Dergisi’ne de başarılar dileriz.
DİDF: Cunta hesap verecek
Türkiyeli Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu Yönetim Kurulu Başkanı M. Şerif’in, yurtdışı temsilcimizin sorularına verdiği yanıtı yayınlıyoruz.
EVET… 12 Eylül yargılanmalı ve sorumluları cezalandırılmalıdır. Böyle bir istemi biz F. Almanya’da faaliyet sürdüren Türkiyeli Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF) olarak destekliyor ve bunu yıllardır F. Almanya’da sürdürdüğümüz faaliyetin bir parçası olarak görüyor, bu konuda üzerimize düşeni dün olduğu gibi bugün de yapacağımızı belirtiyoruz. Böyle bir talebi neden destekleyip mücadelesini verdiğimize gelince;
Bundan 8 yıl önce Emperyalizmin desteği ve CİA ajanlarının planlarıyla ülkemizin yönetimini ele geçiren, Türkiye halkına baskı ve terörle yıllarca kan kusturan, demokrat öğretmenleri, öğretim üyelerini memurları görevinden atan, öğrencileri okulundan uzaklaştıran, binlerce kişiyi işkenceye çeken, sağlıklarını yitirten, binlerce devrimci-demokratı sürgüne mahkûm eden, eş ve çocuklarından ayrı yaşatan, Faşist kültürün egemen kılınması için kültürdeki bütün demokratik öğeleri temizleyen, yüz binlerce kitap yakan, okullarda bilimsel kitap okunmasını yasaklayan, öğretim özgürlüğü ve üniversite özerkliğini yok eden, cezaevlerine on binlerce devrimci-demokratı doldurup çürüten, doğudaki köyleri basıp halkı jandarma dipçiğinden geçiren ve burada yaşayanlar üzerinde milli zulüm ve yok etme politikası uygulayan, köyleri boşaltarak halkını sürgün eden, fabrikaları birer asken kışlaya çevirerek süngü zoruyla üretimi arttıran ve Türkiye halkım açlık ve sefalete mahkûm eden 12 Eylül yönetiminin yargılanmasını ve sorumlularının cezalandırılmasını istiyoruz.
Türkiye’deki 12 Eylül yönetiminden hesap sorulmalıdır, onlar yaptıklarının hesabını ödemelidirler. Bu gerçekleşmediği müddetçe, bunlar demokrasi mücadelesine karşı bir tehdit aracı olmaya devam edeceklerdir. Bu olmadığı müddetçe ne “ara rejim” tartışmaları ne de darbe tehditleri gündemden kalkacaktır. Bugün işçiler, emekçiler, köylüler, gençlik, ezilen sömürülen diğer halk kesimleri, bir bütün olarak, tekelci sermayenin ve onun rejiminin karşısına dikilmek zorundadırlar.
12 Eylül yönetimi boyunca;
250 bin kişi gözaltına alındı, işkenceden geçirildi.
100 bin kişi tutuklandı, yıllarca zindanlarda yattı.
6800 kişi idam talebiyle yargılanıyor.
600’ü aşkın siyasi tutukluya idam ce-‘.ası verildi.
120 idam dosyası mecliste bekliyor.
60 kişi idam edildi.
200’ü aşkın kişi işkencede katledildi.
1000’in üzerinde insan askeri operasyonlarda vurularak katledildi.
14 bin kişi vatandaşlıktan atıldı.
Evet, Bunların hesabı sorulmalıdır. Arjantin’de, Yunanistan’da olduğu gibi 12 Eylül dönemi yargılanmak sorumluları cezalandırılmalıdır.
Af Örgütü Danimarka bürosu:
“işkenceyi izliyoruz”
DAFHNE GAMMELTOFT: On bir yıldır Uluslararası Af Örgütü’nde çalışıyor. Çalışmalarına, Uruguay’da askeri cunta döneminde başladı. Uruguay’da askeri cuntanın yıkılması ardından Türkiye ile ilgili çalışmalarda yer aldı.
Uluslararası Af Örgütü Danimarka Şubesi Türkiye İrtibat Grubu Temsilcisi Daphne Gammeltoft’la yürüttükleri çalışmalar ve Türkiye’deki yaşanan gerçekler üzerine edindikleri görüşleri aldık.
Başkent Kopenhag’ın en işlek semtlerinden biri olan NÖREPORT’taki Uluslararası Af Örgütü binasında yaptığımı/ kısa görüşmeyi veriyoruz.
DAPHNE GAMMELTOFT çalışmalarını şöyle özetliyor:
– Türkiye ceza ve tutukevlerindeki tutuklu insanların çoğunluğu, özgürlük amacı taşıyan politik kişilerden oluşuyor. Bunlar gazeteciler, sendikacılar, öğretmenler, öğrenciler vs. Bizim işkenceye karşı her zaman kampanyamız sürüyor ve bu tüm tutukluları kapsıyor. Türkiye hükümetleri işkenceye karşı her zaman kampanyamız sürüyor ve bu tüm tutukluları kapsıyor. Türkiye hükümetleri işkenceye karşı 2 anlaşmanın altını imzalamıştır. Ancak hâlâ Türkiye’de işkence uygulamalarının devam ettiğine ilişkin raporlar ve çeşitli mektuplar alıyoruz. Bunlar yalnızca Danimarka şubemize değil diğer ülkelerdeki şubelerimize de ulaşıyor. Grubumuz Türkiye’deki idam cezalarına ilişkin uygulamalara karşı da çalışmalarını sürdürüyor. Ayrıca üzücü olaylar arasında birçok insanın yasa! savunma hakkından yoksun kalmış olması bulunuyor. İnsanlar işkence altında alınan ifadelerle tutuklanıyorlar, yasal savunma hakkından yoksun ve avukatlarını dahi kullanamaz durumdalar. Hücre cezasına çarptırılanların hiçbir yasal savunma hakkı yok.
Bu anlamda çalışmalarımız üç noktada toplanıyor.
1) Ölüm cezalarına karşı mücadele etmek.
2) Bütün politik tutuklulara yasal savunma hakkı tanınmış bir yargı sisteminin oluşması için mücadele etmek.
3) Bizim üzerinde çalıştığımız en önemli konu işkence uygulamalarıdır. Bu konuda çalışmanın çok önemli olduğuna inanıyoruz.
Bu ana temalara ilişkin olarak her üç aylık periyotlarla kampanyalar sürdürüyoruz.
Ayrıca Londra’daki merkezimizde çalışan Türkiye masası temsilcimiz bir yıl içerisinde çeşitli defalarda Türkiye’yi ziyaret ediyor. Halktan insanların tehlikeyi, girmeyeceği şekillerde onlarla görüşmelerde bulunuyor. Hükümet ve devlet temsilcileriyle ilgili konular üzerine görüşmelerde bulunuyor. Böylece Türkiye’deki resmî çevreler, kuruluşumuzun hangi anlamda insan haklarına ters düşen uygulamalara karşı olduğunu öğrenmiş bulunuyor.
ÖD- Türkiye’deki verilmiş ve verilecek ölüm cezaları için özel olarak süren resmî çalışmalarınız nelerdir?
DG- Ölüm cezasının kaldırılması için çok yönlü çalışmalarımız sürmekte. Bu konuya ilişkin bir de İngilizce olarak hazırlanmış rapor yayınlamış bulunuyoruz.
Bu konuyla ilgili çalışmalar sürdüren özel grubumuz, Başbakan Turgut Özal’a ve ayrıca çeşitli parlamenterlere sürekli olarak yazıt iletiyor. Ayrıca on bir parlamento üyemiz (Danimarka parlamentosu üyesi) yazıt iletiyorlar ve basında yazılar yayınlıyorlar. Bizim Avrupa parlamenterleriyle de doğrudan ilişkilerimiz sürüyor. Onlar da Türkiye’deki gelişmeleri ve uygulamaları yakinen biliyorlar. Bizde onları sürekli bilgilendiriyoruz.
Türkiyeli birçok doktor, avukat, gazeteci ölüm cezalarına karşı çaba sarf ediyor ve biz onlarla da dayanışma içerisindeyiz. Grubumuz ölüm cezasının yasal uygulamadan kaldırılması için Türkiyeli parlamenterleri sürekli zorlamakta.
ÖD- Türkiye’de işkenceye maruz kalmış olmaktan dolayı sakat kalmış hatta doğal rahatsızlıkları nedeniyle yurtdışına tedavi nedeniyle çıkmak için pasaporta müracaat etmiş, ancak müracaatı, siyasal düşüncelerinden dolayı olumsuz olarak yanıtlanmış sayıları yüzlerle ifade bulan insan bulunmakta. Bu gruba en belirgin örnek olarak Aysel Zehir verilebilir. Bu uygulama hakkında neler söyleyebilirsiniz?
DG- Tüm gelişmeler tarafımızdan biliniyor. Aysel Zehir’in ağır bir işkence ve ardından yaşadığı ölüm orucu neticesinde sakat kaldığını biliyoruz. Tedavi görmek üzere Avrupa’ya çıkmak istediğini biliyoruz, ancak neden bu hakkının kısıtlandığını anlayamıyoruz.
ÖD- Uluslararası Af Örgütü’nün işkence altında tutulmuş ve uzun süreler hücre ve hapis cezalan almış kişilere sağlık alanındaki yardımları nelerdir?
DG Çeşitli ülkelerde rehabilitasyon merkezlerimiz bulunmakta. Burada Uluslararası Af Örgütü’ne bağlı doktorlar, ülkelerinde işkence görmüş insanlara fiziksel psikolojik tedavilerinde yardım ediyor. Aynı zaman da buralarda toplanan bilgiler çalışmalarımız için hukuki kaynak oluşturmakta.
ÖD- Türkiye cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlüler ve cezaevi yaşamının dışına çıkmış olan kişiler sizlerle nasıl ilişki kurabilirler? Türkiye’ye yönelik bundan sonraki belirleşmiş çalışmalarınız neler olacak?
DG- Özellikle ve olanaklı olduğunca Londra’daki merkezimizle ilişki kurmalarını isteriz. Ancak Danimarka irtibat büromuzla da ilişkiye geçebilirler. Size iki adresi de verebilirim.
ADRES: Amnesty International Frederiksborg gade 11360 Kopenhag Danmark
Telefon: 111 75 41
Amnesty International International Sekreteriat 1. Easton Street London – Wc 1 x 9 Dj/England Tlf: 4418331771
Örgütümüz Türkiye’de demokrasinin uygulandığına inanmıyor. Türkiye’deki uygulamalar Avrupa standartlarına uygun değil. Bu nedenle Avrupa Topluluğu’nda yer alması olanaksız.
Bundan sonra Türkiye ile ilgili çalışmalarımızda 1980’den bu yana yaşanan gerçekleri görüntüleyen bir kitapçık yayınlamanın yanı sıra tüm ülkelerde Türk elçiliklerini ziyaret ederek sorunları görüşmek olarak planlanmış bulunuyoruz.
ÖD- Bu söyleşi için dergimiz adına size teşekkür ederim.
DG- Ben de teşekkür ederim. Derginiz çalışmalarımızda bize kaynak oluşturacak. Sürekli olarak edinmek istiyorum. İlişkimizin uzun dönemli olmasını dilerim.
Zindanlardaki direniş duvarları aştı
“Cezaevi arabasının kapısı açıldığında önce elinde kalın bir zincirli jandarma eri indi. Elinde kalın zinciri olanca gücüyle çekiyordu. Arabanın içindeki sanıklar inmemekte direniyordu. Öteki jandarmalar ‘yardıma koştular’. Zincir arabanın içinden çıktıkça zincire bağlı sanıklar birbiri üzerine yere yığıldılar. Jandarmanın çektiği zincire belirli aralıklarla sanıkların bilekleri daha küçük zincirlerle bağlanmıştı. Sonra kalın uzun zinciri ve bu zincire bağlı sanıkları nezarethaneye soktular. Yerde sürüklenen sanıkların mavi renkli elbiseleri toza bürünmüştü…”
Bu, bir roman sayfasından ya da dramatik bir film senaryosundan alıntı değil. 14.11.1988 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden Süleyman Sarılar’ın DGM’de tek tip elbiseyi ve sevk zincirini protesto etmekten yargılanan 6 genç insanın mahkemeye götürülüşünde çizdiği tablo…
Bu, Türkiye’de cezaevindeki insanın yaşamının “normal”, gündelik ve sıradan parçası haline gelmiş bir tablo…
2000 dolayında insanın Eskişehir, Diyarbakır, Malatya, Kahramanmaraş, Ergani, Adana, Buca, Haymana, Kayseri, Amasya, Çanakkale, Mudanya, Erzincan, Sağmalcılar, Ankara Merkez. Mamak, Ceyhan özel ve E tipi cezaevlerindeki açlık grevleri boşuna değil. Sekiz yıldır Türkiye insanı, zindandan; “insanlık onuru işkenceyi yenecek” diye haykırıyor. İnsanca bir yaşam için, onurunu, insanlık değerlerini korumak için can pahasına direniyor. Diyarbakır, Mamak, Metris’te verilen canlar boşuna değildir. Fatih Öktülmüş, Haydar Başbuğ, Adil Can, Kemal Pir… onlarca devrimci boşuna ölmedi.
Nedir, nedendir cezaevleri?
Cezaevleri var olan düzen ve onun koruyucu yasaları tarafından suçlu ilan edilenlerin özgürlüklerini kısıtlamak için devlet eliyle yapılmış kurumlardır. Genel geçer anlayışa göre özgürlüğün kısa ya da uzun bir süre elinden alınması, suçlu ilan edilen kişilerin cezalandırılması yöntemi olmasına karşın, ülkemizde siyasi iktidarlar tarafından yeterli görülmemekte, cezaevlerindeki insanlar yargılama sonucu kendilerine verilen cezalara, özgürlük kısıtlamalarına ek olarak, çok çeşitli yöntemlerle her gün bir kez daha cezalandırılmaktadır. Özellikle içerideki insan siyasi tutuklu ya da hükümlüyse! … Çünkü siyasi tutuklular ya da hükümlüler, düzenin haksızlıklarına ve düzene başkaldıran toplumsal muhalefetin bilinçli unsurlarıdır. Ve “huzur ve sükûnun” bozulmaması için “başlarının ezilmesi” gerekir!
Oysa 12 Eylül’den bu yana, Eylül de-politizasyonunun kırıldığı cezaevi duvarlarının ardında yaşananlar, içeridekilerin başlarının ezilemediğini, cezaevinde insanca bir yaşam için, onlarca insanın hayat, yüzlercesinin sakat kalma pahasına elde edilen kazanımlar, insanlık onurunun işkenceyi yeneceğini bir kez daha göstermiştir. Elde edilen kazanımlar sonucu, 1988 Mart’ından Ağustos’una kadar geçen süre cezaevleri açısından nispi bir rahatlık dönemi olmuştur. Bu dönemde tutuklu ve hükümlüler tek tip elbise giymeye zorlanmamakta, dışarıda yasak olmayan kitapları okuyabilmekte, havalandırmaya yeterli sayılabilecek ölçülerde çıkabilmekte, dışarı ile haberleşebilmekte, kısaca insanca yaşamın asgari ölçüde de olsa uygulandığı bir ortamda yaşamaktaydılar.
1988 Haziran ayı içersinde Ankara’da, Adalet Bakanı, Cezaevleri Genel Müdürü ve müdür yardımcıları ile bakanlık müfettişlerinin yanında 11 ilin cezaevleri birinci müdürleri ve savcılarının katıldığı bir toplantı yapıldı. Bu toplantının ardından Ağustos 1988’de “Cezaevlerinde disiplinin sağlanması ve farklı uygulamaların önlenmesi” konulu 1 Ağustos 1988 günlü 31 sayfalık bir genelge yayınlandı ve Adalet Bakanı Mehmet Topaç imzasıyla Cumhuriyet Savcılıklarına gönderildi. Genelgenin yayınlanmasından bir süre sonra Şanlıurfa, Gaziantep, Bursa, Çanakkale cezaevlerinde hücre ve mektup cezaları verildi. Ağustos genelgesinin provokatif biçimde uygulanmasında, Adalet Bakanı Müşaviri Arif Yüksel ve Cezaevleri Genel Müdürlüğü müfettişlerinden Hüseyin Turgut, özel çaba ve gayret sarf ettiler.
Ağustos genelgesinin ne denli provokatif olduğu, bazı maddelerine bakıldığında çok açık görülecektir. Hükümlü ve tutuklulara tek tip elbise giyme zorunluluğu yeniden gündeme getirilmekte ve bu konuda tutuklu ve hükümlü aleyhine azami hassasiyet gösterilmesi istenmektedir.
-Birçok yerde haftada bir yapılan ziyaretler kaldırılmakta, yerine 15 günde bir 30-60 dakikalık bir süre içinde yapılacak ziyaretler konmaktadır.
-Tutuklu ve hükümlünün, giderini kendisi sağlayacak şekilde dışarıdan yiyecek getirtmesi yasaklanmaktadır.
-Radyo, teyp, walkman, müzik aletleri, bilgisayar gibi aletler verilmeyecektir.
-Daktilodan, ancak cezaevi rehabilitasyonu ya da mesleki eğitim için yararlanılabilecektir. Örneğin savunma yazabilmek için daktilo kullanımı yasaktır.
-Disiplin cezasını gerektirecek haller, şaşırtıcı ölçüde “zengin”dir. Tek tip elbise giymemek, eğitime katılmamak, mahkemede ifade vermemek, duruşmalara gitmemek, toplu dilekçe vermek, birden fazla tutuklunun “sessizce” direnişe geçmesi, birden fazla tutuklunu» havalandırmaya çıkmaması, yatma saatlerinde yüksek sesle konuşmak, idareye ihbarda bulunmamak disiplin cezasını gerektiren hallerdendir. Uygulanacak disiplin cezalan da kınamadan, ziyaretçi kabulünden men, mektuplaşma yasağı, hücre hapsi, katıksız hapse ve tüm bunların sonucu infaz yakmaya kadar gitmektedir.
Genelgenin güvenlikle ilgili bölümünde, genel aramaların 15 günde bir yapılacağı ve koğuşların didik didik aranacağı açıkça vurgulanmaktadır. Yine bu bölümde, şebeke kapılarının kapalı tutulacağı, koğuştan koğuşa gidiş gelişlere izin verilmeyeceği, açlık grevlerinde tuz ve şeker verilmeyeceği belirtilmektedir. “İyi hal kararı verilebilecek durumlar” bölümünde ise, son derece keyfi ölçüler getirilmektedir. Disiplin cezası olmasa dahi, sicil ve müşahede fişine işlenen bir tutumun olması (!), pişmanlık gösterilmemiş olması, idareye karşı samimi olunmaması, iş ve görevlerde isteksizlik gibi sübjektif ve esasen içerdeki insanın boyun eğmesini, onu onurundan ve siyasi kimliğinden vazgeçirmeyi hedefleyen, ihbarcılığı teşvik eden ölçütler, genelgede kötü hallilik olarak tespit edilmiştir.
İşte bu genelgenin yürürlüğe girmesiyle, cezaevlerinde tek tip elbise giymeyen-lerin listeleri yapıldı, 3 günlük kınama ve hücre cezalan verilmeye başlandı. Daha Ağustos ayının sonunda,infaz yakmalar gündeme gelmeye başlamıştı bile.
Ey acılar mucidi düşman
Bilmem ki seni
Daha nasıl anlatsam nasıl tanımlasam
Hiçbir neslin kitabına sığmaz oldu ettiklerin
Bir kerecik onursuz diyebilmek için
Onursuzluğu değişmez meslek edindin…
Adana E tipi cezaevinde açlık grevin-deki 33 hükümlü dövülerek hücrelere kapatılıyor (4 Kasım 1988).
Bursa özel tip cezaevinden 60 hükümlü, elebaşı oldukları gerekçesiyle Çanakkale Cezaevine sürgün ediliyor…
Metris özel tip cezaevindeki 257 tutuklu, Sağmalcılar özel tip cezaevine sevk ediliyor…
Bunları yeni şevkler, yeni sürgünler ve yeni cezalar izliyor… Ve ardından, cezaevlerinden bir ses yükseliyor: “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!”
İçerden yükselen bu ses, bu kez de dışarıda yankısını buluyordu; içerde başlayan direniş, dalga dalga duvarların ötesine taşıyordu.
14 Kasım’da tutuklu ve hükümlü yakınları, hazırladıkları dilekçeyi İstanbul Valiliği’ne vermek üzere sessizce yürüyüşe geçiyordu. Onları 500 dolayında öğrenci sloganlarla izliyordu: “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”, “Zindanlar boşalsın, genel af”, “1 Ağustos genelgesi kaldırılsın”… Yürüyüş, vilayetin önünde çevik kuvvete bağlı polislerin saldırısıyla karşılanıyordu. Ama gösteriler, ikiye ayrılan topluluk tarafından daha sonra Eminönü ve Çemberlitaş’ta sürdürülüyordu.
Halkevleri, cezaevlerindeki baskıları ve 1 Ağustos genelgesini protesto etmek ve cezaevlerindeki açlık grevlerine destek vermek için İstanbul’da Zeytinburnu Halkevi’nde üç günlük açlık grevine oturuyordu. Onları, Anadolu Kültür Araştırma Derneği, Kartal Şamandıra Kültür Dernekleri izliyordu…
Direniş kentten kente yayılıyor her geçen gün. İstanbul ve Ankara’da öğrenciler protesto gösterileri yapıyor, ilerici demokrat tüm çevreler, gerek basın açıklamalarıyla gerekse Adalet Bakanlığı’na çektikleri telgraflarla ve gazete ilanlarıyla tepkilerini dile getiriyorlar.
Yurt dışından da destek tepkileri ulaşıyor Türkiye’deki cezaevi direnişine. Federal Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin Güney Hessen Eyaleti örgütünden yapılan açıklamada şöyle deniliyor: “Türk cezaevlerindeki insan haklarına aykırı koşullara karşı girişilen savaşımı destekliyoruz.”
Federal Alman Yeşiller Partisi, Türkiye’de tutuklu ve hükümlüler” ile yakınları tarafından sürdürülen açlık grevlerini destekliyor. Yeşiller Partisi’nin Hessen Eyaleti idare heyeti tarafından alınan ve Başbakan Özal ile Adalet Bakanlığı’na gönderilen kararda, 1 Ağustos genelgesinin Türkiye cezaevlerindeki durumun “vahşi bir şekilde kötüleşmesine” neden olduğu belirtilerek, 1 Ağustos genelgesinin geri çekilmesi isteniyor.
Açlık direnişleri içerde ve dışarıda boyutlanarak sürerken, sermayeye şirin görünmek ve kendini kanıtlamak isteyen Sosyal-demokrat Halkçı Parti, Başkanından genel sekreterine kadar tabanda gelişen destek eylemlerinin karşısına barikatlar ördüler. Cezaevlerinde ve dışarıda haklı temelde gelişen açlık direnişlerine karşı ANAP’la birleştiler. Bu anlamda Özal ile İnönü’nün yaptığı açıklamalar arasında nüanslar dışında hiçbir fark yoktu. Her ikisi de, açıkça bu tür yollarla sonuç alınamayacağını, yöntemin “bu olmaması” gerektiğini söylüyordu. SHP Genel Sekreteri, sermayenin yeni umut kaynağı Baykal, açlık grevlerinin gelişmesinin ardından SHP’nin bütün örgütlerine bu tür eylemlerden uzak durmaları için direktifler gönderiyordu. Ama SHP tabanında, genel başkana ve onun sekreterinin direktiflerine rağmen destekler verilmeye devam ediyordu.
“1 Ağustos Genelgesi” ile ülke çapında başlatılan saldırı dalgası, bugün boyutlanarak sürüyor. Gerici tüzük ve yönetmeliklere dayanılarak yasaklara, baskılama, keyfi uygulamalara son verilmesi için Adalet Bakanlığı, Cezaevi yönetimleri, savcılar nezdinde tutuklu ve hükümlülerin, tutuklu ve hükümlü yakınlarının, demokratik kuruluşların, ilerici ve aydın demokratların çabası, cezaevinden yükselen sesle birleşerek doruğa ulaşıyor.
PKK Davası sanığı Altım Üçlü sürgünlerini anlatıyor:
Diyarbakır’dan Eskişehir Özel Tip Cezaevi’ne sürgün edilen. PKK davası sanığı Altun Sait Üçlü şöyle anlatıyor:
“22 Ekim’de Diyarbakır Cezaevi’nde arama bahanesiyle cezaevinin içine üç-binden fazla asker, polis ve yüzlerce gardiyan girdi. Tüm cezaevini havalandırmaya aldılar. Tünel bahanesiyle tüm koğuşları balyozlarla, kazmalarla delik deşik ettiler, yıktılar. Genelkurmay’ın denetim ve emriyle Hayri Kozakçıoğlu’nun bizzat kendisi operasyonu yönetti. Cezaevinin dışında binlerce asker ve polis çember oluşturdu. Cezaevinin yakın mahalleleri ev ev arandı, talan edildi. Cezaevinde tüm eşyalarımız talan edildi, iğneden ipliğe kadar aranarak, kitap, para, elbise, saat vs. eşyalarımız talan edildi.
22 Ekim gündüz üçte başlayan operasyonda gece on ikiye kadar tüm cezaevindeki tutuklular havalandırmalarda tutuldu. Koğuşlar zorla dağıtıldı. Sürgün için iki üç koğuşa topladılar. Havalandırma ve yemekhane dâhil tüm haklarımız elimizden alındı. 23 Ekim akşamı saat sekizde yine binlerce asker ve polis cezaevine girerken, binlercesi de cezaevini kordona aldı. Tüm koğuşlarda sürgüne göndermek için listeler açıkladılar.
Sürgüne gönderilen hi kimsenin davası henüz bitmemiştir. Birçoğu yeni tutukludur. Çoğunun iddianamesi bile alınmamış, mahkemeye bile çıkmamıştır.
23 Ekim akşamı saat sekizde başlayan sürgün operasyonu, sabah beşte bitti. Sürgüne gönderilecek 20 tutukluyu almak bahanesiyle herkese akıl almadık işkenceler yapıldı. Hayri Kozakçıoğlu, cezaevi dışında operasyonu yönetirken, onun yardımcısı albaylar, binbaşılar cezaevi içinde bilfiil işkenceye katılıyorlardı. Tutuklulardan sürgüne gönderilenler birer ceset durumuna getirilinceye kadar elleri arkadan kelepçelenerek, ağızları bağlanarak, bu durumda işkence edilerek, sürüklenerek arabalara bindirildi. Copla, tekme yumrukla merdivenlerden atılarak arabalara bindirilen tutuklular, elleri arkadan kelepçeli oldukları halde arabada ayrıca zincire vuruldular. Kimliğini idareye vermeyenlere (hiç kimse vermedi) adını söylemesi için özel işkence yapıldı.
Cezaevinde kalanlar da, sürgüne gönderilenler de bayıltılıncaya kadar dövülüp birbirinden zorla ayrıldı. Sürgüne gönderilenler ölü vaziyette arabalara bindirildi. Kalanlar sürüklenerek koğuşlara kapatıldı.
Biz sürgün edilen Kürt tutuklular, Ergani, Silvan, Çermik, Bismil ve Diyarbakır belediyelerinden alının otobüslere doldurulduk. Yol boyunca asker ve polis dışında özel timler bizi izledi. Malatya’ya gelinceye kadar yollara, dağların tepelerine asker yerleştirilmişti.
Otobüslere bindirilen tutukluların hepsi yaralıydı. Kaşı yarılan, burnu kırılan, kalp spazmı, nefes darlığı geçirenlere doktor tedavisi; ya bir hap vermek ya da yaraya pamuk koymaktan ibaretti. Yol boyunca hiç kimsenin tedavisi ile ilgilenilmedi. Bayılma, kusma, acılar içinde kıvranma istisnasız herkeste oldu. Kelepçeler ellerimizi kestiği, bileklerimiz kan içinde kaldığı halde kelepçeler gevşetilmedi. Hiç kimseye bir lokma ekmek verilmedi. Tuvalete bile çıkarılmadık. Tuvalet ihtiyaçlarımızı otobüs içinde giderdik. Onca diretmeden sonra ancak biraz su verdiler.
Malatya’dan sonra Sakine Cansız ve Cahide Şener ve diğer dört bayan tutukluyu ki birisi hamileydi, konvoyumuzdan ayırdılar. Otobüse bindirilmeden önce ve sonra işittiğimiz tek şey, onların sloganları ve iniltileri oldu. Bayan arkadaşlarımızdan ikisinin davası henüz açılmamıştı.
Elazığ, Malatya, Kayseri ve bazı yerlerde mola verildi. Molalar, subay ve askerlerin yemek ihtiyaçlarını karşılamak içindi. 25 Ekim günü sabaha karşı Eskişehir özel tip cezaevine geldik. Doktor muayenesinden geçirilmeden, hiçbir ihtiyacımız karşılanmadan hücrelere alındık. Havalandırma dahi bizlere yasak. Hepimiz yaralı ve bitkiniz. Tecritteyiz. Eskiden burada kalan arkadaşlarımızla görüştürülmüyoruz. Hiçbir sorunumuzla ilgilenilmiyor. Hiçbir insani muamele yapılmadığı gibi devletim genel politikasına burada da maruz kalıyoruz. Açıkçası bize hayvanlara bile reva görülmeyen bir yaşam dayatılıyor. Çürümemiz, ölmemiz isteniyor…”
MEKTUP
Yaşamanın çekilmez bir hal alması, halkımızın üzerindeki baskı ve şiddetin gün geçtikçe artması, faşizmin yüzünü daha da açığa çıkartıyor. Bu baskı ve şiddet uygulamaları, halkımızı bir tavır almaya itiyor. Halkımız, yani Dölekçayır Köyü halkı da şunun farkına vardı: Direnme ve birlik zafere, suskunluk ise teslimiyete götürür. Köyümüzde bu birlik ve beraberlik katmerleşti, halkımız tüm faşizan güçlere karşı, direnmeye geçti.
Anlatacağımız olaylar, Kars’ın Göle ilçesinin Dölekçayır köyünde yasanlardır. Dölekçayır köylülerinin direnişidir…
Ağustos ayından bu yana, köyümüz halkı bir taraftan devletin jandarmasının, bir taraftan da Atalay ailesinin baskısı altında. Köyümüz 120 hanelik ve yaklaşık bin nüfuslu bir köy. Köyün tüm toprakları (çayır alanları) Atalay tarafından gasp edilmeye çalışılıyor.
Atalaylar, uyduruk bir tapuyla “topraklar bizimdir” diye dava açmışlardı ve bu dava yıllardan beri sürüyordu. Birkaç kere Atalaylar hakkında ret kararı verilmişti. Ama Atalay sülalesinin Göle’deki etkinliği jandarmadan mahkemeye kadar uzandığı için, köyün arazisine tedbir kararı kondu. Halk bu kararı dinlemedi, kendi topraklarına sahip çıktı ve biçmeye başladı. Bu sıra jandarma geldi, biçmeyi engellemeye çalıştı. Fakat halk, kadınıyla kızıyla jandarmaya karşı koydu. Jandarma böyle bir direnmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu. Halkı böyle görünce üstüne ateş açmaya başladı. Halkımız yine de direnmeyi, karşı koymayı devam ettirdi. Jandarma çareyi geri kaçmada buldu. Halk da arazisinde biçmeye, otunu çekmeye devam etti.
Fakat karşı taraf rahat durmuyor, yeni yeni planlar kuruyordu. Tapu Kadastro Hâkimliği’ne köylüyü şikâyet ettiler, “otlarımızı biçip zorla çekiyorlar” dediler. Bunun üzerine jandarma halkın üzerine bir daha gönderildi. Halkın tapulu arazisinden getirdiği otu bile, arabalarla birlikte karakola götürdüler. O da yetmedi, kadınların kızların fotoğraflarını çektiler. Yine de direnmeyi kıramadılar. Halkımız, sonunda Atalay feodallerini köye sokmama kararı aldı. Atalaylar köye gelip gidemiyor, Göle’de kalıyorlar. Bir ara bunların hepsi silahlanıp köyü bastı. Köy halkı silaha karşı taş ve sopayla karşı koydu. Bu arada köyümüzün gençlerinden Gülbeyi Çelik bacağından yaralandı. Olay üstüne jandarmaya telefon açıldı, “köyde yaralı var” denildi. Ama jandarma gelmedi. 5 dakikalık uzaklıktaki yerden ancak bir buçuk saat sonra geldi. Üstelik de gelirken, “kaçın, biz geliyoruz” der gibi havaya ateş açtı. Devletin “güvenlik kuvvetlen” dediği jandarma, Atalay feodallerini, ellerinde silahlarla gördüğü halde yakalamadı. Daha sonra vurulan, dövülen insanlarımız şikâyette bulundu, teker teker isimler verdi. Saldırganlar ya yakalanmıyor veya yakalanıp bir hafta içinde serbest bırakılıyordu. O kadar ki, köylünün hakkını savunan avukatımız Emin Azeri Adliye binasında Atalaylar’ın baskınına uğrayıp dövülerek komaya sokulduğu halde yine kimse yakalanmadı.
Ama halkımız direnmesini sürdürdü ve her gün hâkimlikleri, savcılıkları zorladı. Hâkimler baktılar ki, halkımız Adliye’de tartaklanmasına, kovulmasına rağmen direniyor, zorunlu olarak arazide keşif yapmaya geldiler. İnceleme sonunda hâkimin kendi kararma karşı çıktığı görüldü. Hâkim kendi kendini çürüttü, “Ben bu yerlerin hepsine tedbir kararı koymadım, neden buranın otlarını çekmediniz” demeye başladı. Ama o bunu dediği zaman, Atalaylar köyün otunun çoğunu götürmüşler, çarçur etmişlerdi.
Halkımız bugün hâlâ kendine ait toprakta “hırsız” durumundadır. Hâlâ mahkemelerin kapısını aşındırmaktadır
Buradaki en önemli noktalardan birisi de, Atalay sülalesinin kendilerine demokrat, ilerici, yurtsever demeleridir. Atalay sülalesinin uzun zamandan beri CHP içinde, bugün de SHP içinde yer almaları ilginç bir olaydır. CHP ve onun uzantısı olan SHP, kürsülerde “Biz sömürüye, baskıya karşıyız. Bu bizim programımızdır. Biz toprak reformunu isteyen insanlarız” diyor. Diğer taraftan karakolları ve mahkemeleri rüşvetle, baskıyla yanlarına alıp halka zulüm yapıyorlar. Halkın topraklarını gasp ediyorlar. Hani bunların demokratlıkları, yurtseverlikleri? Hanı demokrasiyi savunmaları? Bunlar acaba, yağan karlarla eriyip yok mu oluyor?
İşte, günümüzdeki revizyonist ve reformist düşüncenin bir örneği daha. Bizler köylüler olarak şunun farkına vardık: Ne revizyonist ne de reformistler bize hiçbir şey getirmeyecektir. Bunların hepsinin düzenin birer kuklası olduğunun, bize yarardan çok zarar getireceğinin farkındayız. Tüm burjuva partilerinin aynı parti program ve tüzükle hareket ettiklerini biliyoruz. Bizler için A ve B partisinin hiçbir önemi olmadığını biliyoruz. Ancak ve ancak kendi haklarımıza kendi gücümüzle sahip çıkarsak başarıya gideceğimizi biliyoruz.
Bizlerin yaşadığı olaylar, ülkenin birçok yerinde yaşanabilir ve yaşanmaktadır. Onun için, kadınımızla, çoluğumuz-çocuğumuzla haklarımıza en iyi şekilde sahip çıkmalıyız. İnsanların gün geçtikçe daha da mutluluk ve refah içinde yaşaması gerekirken, bugün ülkemizde halkımız açlığa, sefalete itilmiş, elimizdeki bir avuç toprağımıza göz dikilmiştir. Artık buna dur demenin zamanı gelmiştir. Çürümüş, köhne bir yapı kazanan, ekonomik istikrarsızlığın içinde boğulan ve emperyalistlerin uşağı durumuna gelen insanların devleti yönetmelerine dur demeliyiz. Bunlar başları kesilmiş tavuk gibiler, kendilerini yönetemiyorlar ki ülkeyi yönetsinler. Artık gelecek her gün bizi aydınlığa, onları ise karanlığa götürüyor.
Dölekçayır Köyü / GÖLE
İşkence… Sıkıyönetim… İdam…
Ve SİNAN, ERDAL, ERCAN…
Mamak Askeri Cezaevi’nin önünde kadın tutukluların görüşçüleri arasında bir kadın kabinden kadın tutuklulara, gözlerini belirsiz bir noktaya dikmiş ve başka bir âlemden haber getirmiş gibi bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Askerlerin iteleyip kakalamalarına rağmen kadının sesinin acı ve içten tonu herkesi yerinde donduracak ve ne dediğini duymak için kulak vermek zorunda bırakacaktı. Mamak’ın tutuklular için o acı ve zor günlerinde kadınının söyledikleri tutuklu kadınların beyinlerinde bir çığlık halini alıyor, işkence ve dayaktan morarmış bedenlerinde ürpertiler yaratıyordu: “Sinan’ı ziyarete gittim… İyi olduğunu ve Erdal ile Ercan’ın yanında bulunmaktan memnun olduğunu söyledi.” Kadın devam ediyordu. “Onurlu direnişinizi duymaktan çok mutluydu. Sonra Erdal’a gittim… O da iyiydi. Sinan’la Ercan’ın yakınında bulunmaktan o da mutluydu. En son Ercan’ıma gittim. O da sevgili arkadaşlarının duygusunu taşıyordu ve hepinize selam söyledi…”
Kadının sözünü ettiği Sinan (SUNER) 30 Ocak 1980 akşamı MHP milletvekili Cengiz Gökçek’in koruma polisi Süleyman EZENDEMİR tarafından vurulmuş, ardından kan kaybetmesi sağlanarak ve hastaneye götürülmesi bilerek engellenerek öldürülmüştü, Erdal (EREN) ise Sinan SUNER’in öldürülmesini protesto etmek için düzenlenen yasadışı gösteride çıkan silahlı çatışmada inzibat eri Zekeriya ÖNGE’nin ölümünden sorumlu tutularak 12 Aralık 1980’i 13 Aralık’a bağlayan gece idam edilmişti. Ercan (KOCA) ise 13 Aralık gecesi Erdal (EREN)’in öldürülmesini protesto eden bir pankart asarken yakalanmış ve dövülerek komaya sokulmuş, ertesi gün de beyin kanamasından ölmüştü. Kadın ise son öldürülen Ercan KOCA’nın annesi Yaşar KOCA idi.
Sinan’ın katili*MHP’li polis Süleyman Ezendemir Cezalandırılmayacağından ne kadar da emin!
M. Sinan SUNER 30 Aralık gecesi sıkıyönetimi protesto ile ilgili yazılar yazan bir grupla birlikte Ankara’nın Hoşdere Caddesi’nde MHP milletvekilinin koruma polisi Süleyman Ezendemir tarafından arkadan vurularak yaralandı. Bu durum daha sonra otopsi raporunda “atışın arkadan öne, çok hafif yukarıdan aşağıya” bir istikamette olduğu belirtiliyordu. Saat 20.00 ile 21.00 arasında vurulan Sinan’ın hastaneye götürülmesi Süleyman EZENDEMİR tarafından bilerek geciktiriliyordu. Hoşdere Caddesi üzerinde evi bulunan tanık Ali SOYOGLU, Sinan’ı kendi arabasıyla götürmek istiyor, ancak MHP’li polis buna engel oluyordu. Daha sonra Polis S. Ezendemir, Sinan’ı kendisinin getirttiği sarı bir Mercedes arabaya bindiriyor ve Dikmen Polis Karakolu’na, oradan da bilinmeyen bir yere ve öleceği sırada da Hacettepe Hastanesi Acil Servisi’ne getiriliyordu. Hastaneye getirildiği saat konusunda da kayıt defterinde tahrifat yapılıyor, getiriliş saati bir kayda göre 22.05, diğer bir kayda göre ise 22.50 olarak gösteriliyordu, sonuçta Sinan yaralanmasından aşağı yukarı iki saat sonra hastaneye getiriliyor ve bacağından aldığı yara ile kan kaybından ölüyordu.
Mahkemede tanık hemşire Müjgan Taymaz, nöbetçi doktor Haluk AYDlN’ın “15 dakika önce getirilseydi yarasını diker, çocuğu kurtarırdık” dediğini ifade ediyor, ancak mahkeme heyeti olayın “meşru müdafaa sınırları içinde cereyan ettiğini” belirtiyor ve MHP’li polis beraat ettiriliyordu. Sinan SUNER’in annesi Nurhan UZUN (SUNER)’un çeşitli mercilere başvuruları sonuç vermiyor zaten daha mahkeme sürerken Şaban oğlu 1953 Eskişehir doğumlu, Ankara Emniyet Müdürlüğü 2. Şube 1. Kısım polislerinden katil Süleyman EZENDEMİR mükâfat olarak iki yıllığına Beyrut Temsilciliği koruma polisliğine atanıyordu.
Sinan Suner’in annesi Nurhan Uzun (Suner): “Katil polis Ezendemir cezalandırılmalıdır”
Oğlum Sinan Suner öldürüldüğünde 21 yaşında başarılı bir ODTÜ öğrencisiydi. İnsanları çok seven, haksızlığa karşı duran, devrimci kişiliğiyle her zaman insanların onurlu ve insanca yaşamalarım savunurdu.
Demokrat ve devrimci bir kişiliğe sahip olan oğlumu: Devlet korumalı MHP militanı SÜLEYMAN EZENDEMİR meşru müdafaayla değil, kasten ve arkadan vurmuştur. Kurşun Sinan’ın arka yan kalçasından girip ön tarafından çıkmıştır. Hiç kimse arkadan vurarak öldürdüğü kişi karşısında meşru müdafaa içindeydim diyemez!
Kasten adam öldürmekten yargılanıp cezalandırılması gereken katil Süleyman Ezendemir bir “anarşist”i öldürdüğü için beraat ettirilmiş, mükafat olarak da yargılanması bitmeden yurtdışında bir göreve atanmıştır.
Aklanmış binlerce insanın tedavi için bile yurtdışına çıkmasına izin verilmezken, her nasılsa Süleyman Ezendemir sanık sıfatıyla yurtdışında resmî bir göreve atanıyor.
Sinan’ın öldürülmesinden uzunca bir süre sonra açılan ve yine uzunca bir süre sürüncemede kalan davada, tutanaklar incelendiğinde; birbiriyle çelişen ifadeler yalancı tanık ifadeleri, önemli bir kısım savcı ve yargıçların yanlı tutumu ortaya çıkar.
Yargılama boyunca sanığın lehinde görüş belirten yargıçlar ve savcı korunmuş, aleyhte görüş belirtenler heyetten uzaklaştırılmıştır. Örneğin Ankara 4. Ağır Ceza mahkemesi Başkanı sanığın lehinde olduğu için tüm yargılama boyunca yerini korumuştu. Sanığın savunmalarını uzun uzun dinlerken bizim savunmamızı yazılı vermemizi istiyordu. Katil polis oğlumu öldürmesinin “Haklılığını” Sinan’ın anarşist ve terörist olduğunu ileri sürerek kanıtlamaya çalışıyordu. Her solcu anarşisttir, her anarşist de devleti yıkmaya çalışır, anarşistleri öldürmek suç teşkil etmez mantığının savunmasını yapıyordu. Bu mantığı ile mahkeme heyetini etkilemiş ve aynı mantığa sahip başka güçlerin de mahkemeyi etkilemeleri sonucu sanık beraat ettirilmiştir.
Bir kez daha belirtiyorum ki oğlum Sinan, SÜLEYMAN EZENDEMİR tarafından kasten ideolojik amaçla arkadan vurulmuştur. Mahkemenin sonucu baştan belli olan bu yargılamasını gerçek bir yargılama olarak görmüyorum. Ve inanıyorum ki; bu dava bağımsız,” yansız, insan haklarına saygılı ve hukukun üstünlüğüne inanan bir mahkemede yeniden görüldüğünde SÜLEYMAN EZENDEMİR ve onun gibi düşünenler hak ettikleri cezayı göreceklerdir. Ben bu sonsuz acıyı içimde taşıdığım ömrüm süresince yargılamanın iadesi için inatla ve sabırla çalışacağım. Oğlumun ölümünün 8. yılında onu sonsuz bir özlemle anıyorum.
13 Aralık 1980… Saat: 02.55
‘Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet!’
“Hâkim sınıflar ve uşakları kan isteklerini benim idamımla tatmin etmeyi düşünüyorlar. Ben bu olay içerisinde kasten bir eri öldürmedim. Kaldı ki isteyerek öldürmüş olsaydım, bu öldürme olaylarını sürdürecek durumdaydım.”
“Bugün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni aldığınız emirlere uygun olarak yargılayabilir ve ölüm cezası verebilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru karar verecektir.”
Gerçekten de böyle oluyor ve Erdal EREN, narin bedeni, küçücük ve sevecen bakan gözleri, incecik elleri, ama kocaman mı kocaman yüreği ve çelik gibi iradesiyle darağacına çekiliyordu. Tarih: 12 Aralık’ı 13 Aralık’a bağlayan 1980 gecesi. Askeri Cunta’nın darbesinden tam üç, olayın meydana gelmesinden on ay sonra… Yapılan duruşma sayısı 5, çıkan karar idam!
Olay, Mehmet Sinan SUNER’in, Hoş-dere Caddesi’nde Süleyman EZENDEMİR adlı MHP’li polis tarafından vurulması ve kan kaybetmesi sağlanarak öldürülmesi ile başlıyordu. Üç gün sonra Yurtsever Devrimci Gençler, Sinan’ın ölümünü protesto etmek için yine Hoşdere Caddesi’nde yasadışı bir gösteri düzenliyor ve devrimci sloganlar atıyordu. Olaya bir inzibat ekibi müdahale ediyor, çıkan silahlı çatışmada Zekeriya ÖNGE adında bir er ölüyordu. Olayda, Erdal EREN, erin yakınında bir yerde silahı ve 21 arkadaşı ile birlikte yakalanıyor, erin öldürülmesinin faili olarak yargılanıyordu.
Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi mevcut tüm hukuk kurallarını bir tarafa bırakarak alelacele sonuca gidiyor ve idama karar veriyordu. Askeri Cunta’nın darbe ile işbaşına gelmesinden sonra ise işler daha çok hızlandırılıyor ve üç ay içinde karar infaz ediliyordu. Erdal EREN karara rağmen devrimci inanç ve kararlılığından dönmüyor ve 12 Aralık’ı 13 Aralık’a bağlayan gece saat 02.55’te darağacının altında “YAŞASİN DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİSİ!” “FAŞİZME ÖLÜM, HALKA HÜRRİYET!” diye haykırarak sandalyeyi tekmeliyordu.
Zincirleme cinayetlerin üçüncü halkası: ERCAN KOCA
Karşıyaka Mezarlığı’nda selviler sallanıyor, bulutlara selam gönderircesine. Üç genç yatıyor birbirine yakın, kardeşçesine. Erdal, kabrinden çaprazlama bakıyor Ercan’a. Geçenler Ercan’ın mezarının üstündeki şu dizeleri okuyorlar:
“Dağ keçileri nasıl yerlerse taptaze sürgünleri
Seni de tam sürerlerken alacakaranlıklardan masmavi göklere
Kopardılar, o koskoca umut ağacının dev gövdesinden.”
Erdal’dan Ercan (KOCA)’ya geliyoruz. Ercan, on yedisindeyken Erdal’ın idamını duyar duymaz evinden çıkmış ve Erdal’ın idamını protesto eden pankartı asarken güvenlik kuvvetlerince kıstırılarak yakalanmıştı. Yakalandıktan sonra üzerinde “Erdal Eren’in hesabını Faşist Cuntadan Soralım-YDGF) yazılı pankartı indirmesi için dövülmüş ve bu durum da kendisini yakalayan askeri timin komutanı Üsteğmen Yaşar Kundur tarafından 13.12.1980 günü yapılan duruşmada şöyle belirtilmişti: “Pankartı bizzat kendisine indirtmek için zor kullandık…” Ercan Koca yakalandıktan sonra vahşice dövülecek, kafasına tabanca kabzası ile vurulacak, daha sonra ise Yenimahalle Polis Karakolu’na, oradan da Etimesgut Zırhlı Birlikler Komutanlığı’na götürülecekti. Bu dönüşü olmayan bir yoldu… Nitekim Ercan, ertesi sabah fenalaşacak ve kaldırıldığı hastanede göstermelik bir ameliyata rağmen hayata gözlerini yumacaktı.
Ercan’ın ölüm nedeni Ankara 4. Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından “…takip edilen Ercan Koca’nın takip sırasında yerlerin de buzlu olması nedeniyle birkaç defa düştüğü ve düşme sonucunda dosyada bulunan bilirkişi raporundan da anlaşılacağı gibi beyin zarı kanamasına maruz kaldığı ve bunun sonucu olarak rahatsızlanarak…” biçiminde belirtilecekti. Böylece kaçarken kafasını duvara vuranlar, yere düşenler, kendisini pencereden atanlar ve bu şekilde “ölenler”e Ercan Koca da katılacaktı.
Hayata dönüyorum yankılanırken
Kerpiç damlarda çocuk çığlıkları
Kanla yazıyorum adını
Onurumuz bu unutmak yok
Adalıya çıktı adımız
Çağır beni yanına
Çağır beni çağır çağır
Sana ben de ölürüm…
Ercan Koca’nın annesi Yaşar ve babası Süleyman Koca anlatıyor;
“12 Eylül acı getirdi”
YAŞAR KOCA: 13 Aralık Cumartesi günü Ercan Erdal Eren’le ilgili gazeteyi okudu. Kalktı abime gideceğim dedi. Biz de saat 12.00’de Ayrancıya kayınvalidemlere gittik. Akşam saat 17.00’de eve döndüğümüzde kapının kırıldığını ve polislerin eve girdiğini gördük. Ben kapımızı neden kırdınız diye sorduğumda ihbar aldık dediler. O sırada kızım hapisteydi. Ben onunla ilgili zannettim. Polisler bizi karakola davet ettiler. Karakola giderken polislere 17 yaşında bir oğlum var, onu korkutmayın dedim. Meğer götürülen 17 yaşındaki oğlummuş. Karakolda önce benim sonra beyimin ifadelerini aldılar. Oğlumun saat 17.00’de nerede olduğunu sordular. Sabah saat 10.00’da abisine gitmek için evden çıktığını söyledim. Beni tekrar tekrar sorguya çektiler. Oğlunun bir arkadaşı var mı diye sordular. Ben pek yok dedim. Sonra bizi eve gönderdiler. Arkamızdan bir sivil polis geldi. Oğlumun tutuklanmış olduğunu söyledi. Darp yiyerek hastaneye kaldırılmış, ameliyat edilmiş. O gece bizim çocuğumuzu görmemize engel oldular. Sabah eşim oğlum hastaneye gittiler, ben evde haber beklemek için evde kaldım. Bana çocuğumun komada olduğunu söylediler. O anda çocuğumun mahvolduğunu anladım. Ertesi günü Gülhane Hastanesi’nden yarım saatte bir aramamızı istediler. Meğer çocuğumun ölüm haberini vermek için öyle demişler. 14 Aralık günü komada kalmış. 15 Aralık günü sabah 9.00’da oğlum öldü. Biz mahkemeye müracaat ettik. Otopsi yapılmasını istedik. Bize biz otopsi yaptık, yerler kaygan olduğu için beyin kanamasından ölmüş dediler. O sırada yerler kaygandı ama oğlumu sokaklarda yarım saat dövmüşler. Elbiselerini aldığımızda çamur içinde olduğunu gördüm. Öyle bir kere yere düşmekle o kadar çamurlanması mümkün değildi. Ayrıca çevreden insanlar oğlumun dövüldüğünü görmüşler, eyvah çocuk gitti demişler. Ama hiç kimse korkudan bir şey söyleyemedi, şahitlik yapamadı. Oğlumu zırhlı birlikler götürüp hücreye atmışlar. Beyin kanaması geçirdiğinden istifra etmeye başlamış. Sonradan göstermelik olarak hastaneye kaldırmışlar. Ameliyatı yapan doktor oğluma “aslında bu durumda olan gözleri iyice büyümüş hastalan ameliyat etmezdik, bana yukardan çok baskı yaptılar onun için ameliyat ettik, çocuğa boşuna ikinci defa eziyet ettik” demiş. Doktor üzüntüsünden günlerce sinir krizleri geçirmiş.
Bugün çok üzgünüm. Bütün anne ve babaların acısı çok büyük. Bu olayları yapanların ortaya çıkmasını istiyorum. Oğlumu öldürenler ellerini kollarını sallayarak geziyorlar. Bunların cezalandırılmasını istiyorum. Bizim acımız çok büyük. Ama bu caniler ortaya çıkarılırsa hiç değilse ilerde başka annelerin canı yanmaz, cezalandırılmalarını bunun için istiyorum.
ÖZGÜRLÜK- 12 Eylül döneminde “insanlık suçu” sayılan işkence ile Bir evlat vitirdiniz. O dönemin sizde bıraktığı izleri kısaca açıklayabilir misiniz?
YAŞAR KOCA (Anne)- 12 Eylül bize çok büyük ızdıraplar getirdi. Bir evladım hapiste iken bir evladım işkencede öldürüldü. Ölüm sebebine “ayağı kayarak düştü, beyin kanamasından öldü” dendi. 8 yıldır ne büyük acılar içinde olduğunuzu tahmin edersiniz.
SÜLEYMAN KOCA (Baba)- Ercan işkence ile öldürüldü. Morga giren tüm yakın çevremiz (beni morga sokmadılar) çocuğumun vücudunda, yüzünde darp izleri, zorluklar tespit ettiler.
ÖZGÜRLÜK— Peki siz bu durumda herhangi bir girişimde bulundunuz mu?
SÜLEYMAN KOCA (Baba)- Tabii bulundum. İlk önce Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Başsavcılığı’na, İçişleri Bakanlığı’na ve Askeri Konsey Başkanlığı’na telgraflar çektim. Askeri Başsavcılığın çağrısı üzerine Başsavcılığa gittim. İfademde, çocuğumun ölüsü üzerinde yakınlarımın morgda gördükleri işkence izlerini anlattım ve kanıtlanması için tekrar otopsi yapılmasını istedim. Reddettiler. Avukatımın tespiti ile işkencecilerin isimleri (Polis memuru Recep KAYNAK, Üsteğmen YAŞAR KUNDUR, er MUSTAFA AKÇA ve diğerleri) savcılığa bildirildiği halde, olay örtbas edildi ve gerçek suçlular her zaman olduğu gibi korundular. Olayın üstüne gitti diye avukatımız İsmail Hakkı ÇAKMAK birkaç kez tehdit edildi ve tartaklandı.
ÖZGÜRLÜK- Sonuçta ne söyleyeceksiniz?
YAŞAR KOCA- Manevi çöküntümüz sürüyor. Bir yandan diğer evladımızın hapishanede gördüğü işkenceler ve mahkeme kapılarında karşılaştığımız zorluklar, diğer yandan mezarlıkta yatan 17 yaşında soldurulan gülümüz. Dileğim, analar, babalar, kardeşler yanmasın bundan-sonra.
Yaşam sürüyor, sürecek… İşkenceler, idamlar sürmesin… İnsanlık suçları son bulsun…
Karşıyaka Mezarlığı’nda selviler sallanıyor bulutlara selam gönderircesine. Üç genç yatıyor birbirine yakın, kardeşçesine… Erdal kabrinden çaprazlama bakıyor. Geçenler Ercan’ın mezarının üstündeki şu dizeleri okuyorlar.
“Dağ keçileri nasıl yerlerse taptaze sürgünleri
Seni de, tam sürerlerken
alacakaranlıklardan masmavi göklere
Kopardılar, o koskoca umut ağacının dev gövdesinden”
İşçilerden
Değerli Arkadaşlar,
Tarım-İş İstanbul şubesi ile ilgili 9.11.1988 günü yapılan 6. duruşma sonunda, Kartal 2. İş Mahkemesi, Sendikalar Kanunu’nun 53. maddesi gereğince şube yönetiminin feshine karar almış, Olağanüstü Genel Kurulun en kısa zamanda yapılması itin Kayyum atamıştır.
Bizler, Tarım-İş Sendikası İstanbul şubesinin üye ve delegeleriyiz, ülkemizde tarım alanında çalışanlar yıllardır yoksulluğun pençesi altında ezilmektedirler. Yaşamın zorluğu ve yoksulluğu karşısında somut mücadeleler verilmediğinden, sorunlar, kahve köşelerinde ya da işyerlerinde “hayıflanmalar” şeklinde yorumlandığından ileriye dönük hiçbir atılım yapılmamıştır. Aksine işçilerimizin yoksulluğu gün be gün arttı. “Adam sendecilik, bahanecilik, boş vermişçilik” gibi düşünceler bunu doğurdu. Oysa bu tip düşünceler hiç bir işçimizin onuruna yakışmamaktadır. Aynı kayıtsızlık sendika yönetimine karşı da gösterildi.
Tarım-İş İstanbul Şubesi 750-800 üyeden oluşmakta, bunların 97 temsilci delegesi bulunmaktadır. Kamu kuruluşları ve özel çiftlikler de dâhil 13 işyerinde örgütlüdür. Bugüne dek gelen yönetimler gerek işçilerin bilinçsizliğinden ve gerekse sağlam bir önderlikten yoksun olmalarından yararlanarak tamamen işveren yanlısı, kendi çıkarlarını öne alan, işyeri ve işçi sorunlarına duyarsız tavırlarını sürdürmüşlerdir. Öylesine ki, bürokrat-sarı sendikacılar şube binamızı ve aracını özel işyeri ve özel araç olarak kullanmışlardır.
Ancak, bazı arkadaşlarımızın sabırlı, özverili ve inatçı çalışmaları sonucu bir çok delege ve üye işçimiz sendika yönetiminde kendilerinin de yer alması gerektiğinin bilincine varmıştır.
5.2.1988 tarihinde Sendikalar Kanunu’nun 12. maddesi ve ana Tüzüğün 30. maddesi uyarınca 14 ana maddede toplanan GEREKÇELER’i elli delegemizin imzası ile birlikte dört arkadaşımız Tarım-İş Merkez ve İstanbul şube yönetimine ileterek Olağanüstü Genel Kurul çağrısı yapmıştır. Ancak yönetim aynı duyarsızlık ile delegelerin seslerine kulak tıkayarak yanıt vermeyi bile gereksiz görmüştür. 14.3.1988 günü bir kez daha başvuru yapılmış, buna da yanıt alamayan delegelerimiz İş Mahkemesine dava açmışlardır.
Sendikanın bu tarihlerde Anadolu yakasına taşınması, yönetim Avukatlarının sahtekârca tutumları, (delegelerin işten ayrılmış gibi gösterilmek istenmesi, noter kanalı ile toplanan imzalara itirazlar, delegeleri duruşmalara çağırmak, delege olup olmadıklarının tespiti… vs.) yüzünden Kartal 2. İş Mahkemesi’nde açılan davamız uzamıştır. Delegelere, davadan vazgeçmeleri için her türlü yöntem kullanılmıştır, (tatlı vaatler, tehdit ve karalama, delege ve üyeliklerin düşürülmesi ile ilgili tehditler, dayak…) Bütün bu çabalarına karşın delegelerimizin birliği bozulmamış, aksine bu karalama kampanyaları ters tepki göstererek MUHALEFET DELEGELERİ’ne destek artmıştır.
Böylece 9.11.1988 günü yapılan 6. duruşma sonunda Kartal 2. İş Mahkemesi, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi Olağanüstü Genel Kurul’un en kısa zamanda yapılabilmesi için Kayyum atamasına gitmiştir.
Bu, Tarım-İş İstanbul şubesinin delege ve üyelerinin mücadelelerinin ilk adımıdır. Buradan bir kez de derginiz aracılığı ile DELEGELERİMİZE seslenmek istiyoruz.
Sarı sendika ağalarına, kaşarlanmış bürokrat zihniyetlere, sendikamızın bir avuç işçi düşmanı tarafından çiftlik gibi kullanılmasına, işveren yandaşlarına karşı sesimizi yükseltelim. Sendika içi demokrasiye sahip çıkalım. Anti-demokratik yasaların arkasına sığınarak bizlerin demokratik hak ve özgürlüklerin patronlara peşkeş çekenleri TARIM İŞÇİLERİ olarak tek bir yürek, tek bir yumruk olarak alaşağı edelim. Kendi sendikamızı kendimiz yönetelim. OLAĞANÜSTÜ KONGREDE ya mücadele ve birlik içinde olup ZAFER kazanalım, ya da kölelik ve yoksulluğa boyun eğelim.
Zafer birliğimizin olacaktır.
TARIM-İŞ İST. Delegesi Yılmaz ŞENTÜRK
Genel olarak işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi sürerken ülkemiz koşullarında Aliağa Petkim işçileri bu çetin mücadelede yerlerini almaktadır.
İşyerimizde iki yıldır süren iş kolu tespiti sonucu petrol mü-kimya mı tartışması mahkeme ve bilirkişi raporuyla kimya iş kolu olarak tespit edilerek sonuçlandırılmış ve bunun gereği grev hakkı doğmuştu. Uzun uğraş sonucu açıklığa kavuşan grev hakkımızı, gece yarısı alınan ve altında karanlık emeller yatan yeni kararla, işyerimize konan özel grev yasağına karşı verdiğimiz haklı direniş ve eylemlerimiz ardından gelen, gerçekte bizce bilinip kamuoyuna sonradan açıklanan özelleştirme planları, Petkim’in “dikensiz gül bahçesi” haline getirilmek istendiği, işgücünün ucuz olduğu, “verimliliğin grev gibi olumsuz bir yöntemle yok edilemeyeceği” şeklindeki iddianın sahteliği, alıcılar için, özellikle kardeş Özal’ın pazarlamacılığını yaptığı Arap alıcılar için cazip hale getirilmeye çalışıldığı gözler önüne serilmiştir. Bunların ardından gelen yeni toplu iş sözleşme görüşmelerinin başlaması ile bizi ucuz işgücü olarak görme anlayışlarını devletin ve işverenlerin sözcüsü Kamu-Sen’in tutumu doğrulamıştır.
Alpet (Petkim) işçileri, kendilerine karşı oynanan tüm bu oyunları kamuoyuna yansıtmak için yürüttükleri, ekonomik ve demokratik haklarının gasp edilmesi ve yabancı sermayeye peşkeş çekilmesine karşı açlık grevi, fazla mesaiye kalmama, vizite eylemi şeklinde eylemleri ile birlikteliklerini sağlamışlardır. Mücadelemizi sonuna kadar kararlı bir şekilde sürdüreceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın.
Hiçbir güç bize gülmeyi unutturamaz.
İşçiler el ele genel greve.
Aliağa Petkim’den bir grup işçi
Adana Orman İşletmesi’ne bağlı çeşitli ilçe ve orman bölgelerinde (Haziran-Aralık aylarında çalıştırılmak üzere) 800 civarında işçi işe alınmaktadır. Yangınla Mücadele işçisi olarak işe alınan işçilerin hizmet akitleri iş bitiminde askıya alınıp ertesi sene tekrar işbaşı yaptırılan bu işçilerin görevi yaz ve güz aylarında yoğunlaşan orman yangınlarını söndürmek olduğu halde, işçilere her türlü iş yaptırılmaktadır.
Çok güç koşullar altında yaşayan Orman işçilerine verilen aylık ücret 80 ilâ 100 bin TL. civarındadır. Pazar günü de çalıştırılmalarına rağmen pazar yevmiyesi verilmediği gibi fazla mesai ücreti de verilmemektedir. İşçiler bu vb. sorunlarını sendikaya ilettiklerinde Orman-İş Sendikasının yönetiminde bulunan sendika ağaları işçilere yapılacak bir şey olmadığını söylemektedirler. Orman-İş Sendikasının (MHP-MSP eğilimli) sendika ağaları, enflasyon oranının % 80’i aştığı 1988 yılı için % 45, 1989 yılı ün ise % 34 ücret zammı ile yetinerek işverenin istediği doğrultuda sözleşme imzalamışlardır.
İşçilerin akşamları evlerine gitmeleri yasaktır ve kendilerine tahsis edilen koğuşlardaki ranzalarda yatmak zorundadırlar Yasalarda işçilerin lehine olan hiçbir hüküm uygulanmamakta, nedeni sorulduğunda ise yetkililer “Burası Orman İşletmesi” diyerek ima etmekte, “Beğenmiyorsanız istifa edin” demektedirler.
Adana-Sarıçam Orman İşletmesi’nde çalışan bir grup işçi
Perdeci- Mehmet ESATOĞLU
Perdeci’nin dudakları gergin Coplular hazır olun
Perde finalinde uçuşan tüy havada bir an duraksadığında ve kucağına düşmemişken dudakların neden gergindi perdeci? İşte yazdan beri beklediğin an.
-Bu sevdalının sesine hasret gibi bir bekleyiştir demiyor muydun? Perde açılmadan uvertür, sonra reostadan binliklerin gündoğumu gibi ışıyışı. Ve ilk replik. Oyun başlamıştır artık. Dur durak yok. Gel gör ki bu tantanayı en çok özleyenin finalde dudakları gergin. Hey! Uzlaşmaz keçi yumuşa biraz. Devir “yumuşama” devri. El âlem öyle bir yumuşadı ki ne şekli aldı ne cismi. “İzi bile kalmadı yadigâr”. Bak da “ders al” tiyatro yöneticilerinin arka sırasında oturan bay eleştirmen senin gibi germedi dudaklarını ve yöneticilere duyururcasına patlattı; “Haarika”. Bunu senin durumunda biri yapsa diyecekler ki, bak şu perdecinin işine ödenekli sanat yöneticilerine yaranıp “güvenceli” perdeci olmak derdinde herhal. Peki ya şu eleştirmen o ne diye yırtınıyor. Yoksa sansasyon-sever bayan sanat yöneticisi yeni bir kadro kopartıp ödenekli eleştirmen mi olmaya başladı kadroya? Daha bir kısmı dışarıda kalmış 1402’liklere nazire.
Germe dudaklarını şu renkli gösteriye. “Köhne düşüncelerle doluysa eğer bir oyun bence yeni bir oyun sayılmaz.” Bunu kalın sesli kalın bıyıklı tiyatro yazarı da böyle söylemişti. Ödenekli tiyatro yöneticilerine karşı. (Dilersen gel yine de geri çevirme) Şu sahnede dansıyla güzellikler üretmeye çalışan genç kızın belinin verdiği acıları bilir misin? Ya şu metindeki olmayan komediyi zorlayan memurluğu kuliste bırakmış oyunculara ne demeli?
Senin canın ve kafan sahnedeki oyunlardan öte oyunlara gerginse orasını bilemem perdeci. Ülkede oynanan “hoşgörülü zorbalık” adlı oyunla sahnedeki oyunun ne ilgisi var yani? Ben hala önce kollarını açan ve yalanlarını salan hoşgörüyle yemeyenlere yutmayanlara kapıda sunulan zorbalığın cop menusunun, sahnedeki gösteriyle ilişkisini anlamış değilim.
Perdecinin hoşgörülü zorbalık şarkısı:
İyi akşamlar beyler bayanlar
Hoşgörülü zorbalığı bilir misiniz?
Anlatsın isterseniz size
Tadını dide dide her gün tadanlar
Sığmaz demeyin bu sahneye
Perdeci benim adım ‘
Benim sahnem koca ülke
Göbekliler korosu:
Gelin, gelin koşun gelin
Dertleri paylaşalım
Hep birlikte tartışalım.
Halk korosu:
Tartışalım biz severiz tartışmayı
Ama hayret! Size ne oldu böyle? Ne oldu
Hangi dağda kurt öldü.
Gözlüklü göbekli:
Ah bu demokrasi oyunu
Kepazelik vallahi
Koca devlet ne durumlara düşüyor.
Neyse, önce gençler siz buyurun
Anlatın dertlerinizi
Coplu’lar hazır olun
Mazallah herşey olabilir. Bir anda.
Perdeci: Oyunun kurallarını kavradınız mı? Aman dalmayın hoşgörünün namelerine. Doğruyu söyleyeni kovalayacaklar başkentin orta yerinde. Ama bu ortamda yönetici de olmak zor. Tıpkı kralın soytarısı misali. Bir sözcük bir altın, bir sözcük bir kelle. Kıldan bile ince. Dozerler imparatorunun ülkesi bu. Nice aferinler yağdırmış bir sözcük hem de imparatorluğun papatyalarının hizmetindeki gecelerde, bir anda her şeyi bitirebilir. Sanki dün olmadı mı? İmparator bir kükredi pir kükredi. Yöneticiler inledi. Koro hazır mısınız? “iyi ki doğdun dozer…”
Biz gelelim sahnedeki gösteriye. Müzikalleri her devir geçer akçe gören yönetmenle sansasyon-sever bayan yönetici el ele verip bir oyun hazırlamışlar. Müzikli, dansçı ve rokçu olmak üzre. Ama durum malum. Sade suya tirit yapsan, yemezler. Akıllı davranmaya karar vermişler tıpkı papatya filmi hazırlarken renkli cama daire başkanı olan adam gibi. Ülkede kimi yemeyenleri de göz önüne alıp metnin içine biraz şey serpiştirmişler: Yergi.
Perdeci aslında bu metnin içinde Haliç’te yüzen sebze misali gezinen yergilerin nedenini anlıyordu. Ödülleri ve övgüleri önceden hazır eleştirmenler zor durumda kalmasın diye. Bağırıyor sanat-satarlar: “Ey egemenler ne olur biraz yergi hakkı en azından renkli camdaki gâvur kadar. Olmaz mı peki bizden de o kadar. Nispi demokrasiye nispi komedi…”
O kadar insafsız olma perdeci. Geçen ay renkli camda her devrin komikleri komikliklerinin bir yerinde “Kahveci geliyor” deyip de içeri çay-kahve dağıtan birini sokmadılar mı? Peki, peki suratını buruşturma.
Perdeci akşam tiyatroya yürürken hafif bir sis vardı. Köşedeki simitçi akşam simidi satıyordu. Perdeci bir an duraksadı sonra simit kokusuna aldırmaksızın yürüdü. Belki de damaklarında ve dillerinde şekerli su düşleyenler geldi aklına. Salonda ilk sırada oturuyordu. Şekerli su verilmesin diyenler. Sansasyon-sever bayan yönetici de yergi konusunda onlardan çekiniyordu. Bu yüzden oyunun yazımına bizzat el koymuştu. Adamlar bir tuhaftı güler yüzle söylüyorlardı. “Özgürlük aşkına ölüme yatanlara şekerli su verilmesin.”
Şimdi sen kalk bu adamlara sahnede özgürlükten söz et. Gerçi bir kısmı yergilere gülüp alkışlıyordu ama bir diğeri başkentte devletin bir sahnesine gidiyor. Oyun peynirle başlayıp yumurtayla sürerken birden sahneye en az peynir ve yumurta kadar masum biri çıkıveriyor. Öpücük. Bakan beyimizin tepesi atıyor. Hırs ve öfkeyle bağırıyor. “Ahlak elden, hatta ayaktan bile gidiyor.” Yönetici basıyor düafonun düğmesine ve konuşuyor tane tane. “Dikkat bu bir emirdir. Öpmeyin öpüşmeyin mümkünse özel hayatınızda bile. Koltuğum sallanıyor maazallah düşüverir sofitadan tepenize.”
Ahlakçı ahlaksızlar bas bas öterken perdecinin kedisi özgürce gene hamile kalırken, dozerler imparatorunun salonunda prova sürüyordu. Bağırıyordu yönetmen haydi kızlar daha hızlı olun hey sen renklerin ustası biraz daha kıl ve tüy attır. Orkestra şefi kıvrak çaldır orkestrayı. Özellikle özgürlükten söz edilirken, adamların sağı ve solu belli olmuyor. Ders alalım başkentte masum öpücüğün başına gelenlerden.
Bayan yönetici endişeliydi. Oyunu binlerce yüzyıl önce yazmış yazar özgürlükten dem vuruyordu. Derken kendi de kalem oynatarak özgürlüğün boyutunu güncelleştirmeye çalışmıştı ama yine de bu özgürlük demirlerin ardındaki oğlu için kendini meydanda yakmaya kalkan ananın söz ettiği özgürlüğe pek benzemiyordu. Bu, içinde biraz radikalizm, biraz yeşilcilik (dereotu nane maydanoz dâhil) biraz da travesti hakları taşıyan tuhaf bir özgürlüktü.
Perdeci binlerin özgürlük aşkına ölüme yattığı ülkede bu ne idüğü belirsiz özgürlüğün sahnelenişine dudaklarını gere gere sonunda kanattı. Dudaklarını emerken oyun da bitmişti. Salon boşalıyordu. “Haarika”cı eleştirmen perdeci ile göz göze geldi ve patladı. “Ne yapsın yani gerçek özgürlükten söz etsin de bir sabah dozerler imparatoru gazetecileri de çağırarak tiyatroyu nasıl yerle bir ettiğini mi göstersin.” Perdeci yerinden kalktı icazetten oldum olası iğrenirdi. Sonra bana döndü “bak” dedi: Dudaklarımı gerdiysem yalnızca oyuna değil bunu sen de biliyorsun. Son günlerde oynanan tüm oyunlara gerginim belki. Bu da bir parçası mı bilemiyorum. Sahnedeki oyunu ise beğenmedim. Yalnız şu şampanya partisine koşan herifin bir türlü görmezden geldiği bir şey var. Demirler ardında insanlar var ölüme yatmış sahnede gerçek özgürlük şarkıları söylensin diye.
BU KEZ ONLAR VARDI SAHNEDE
… Evet, bizler, yoğun iş ortamı içinde boğuşurken sosyal yaşantımızı düşünemez olduk. Oysaki sosyal ilişkiler üretken kılar kişiyi, dostluğu, paylaşmayı, dayanışmayı yaratır.
Yani yaşamı daha insanca kılar.
Emekçiler hangi koşulda olursa olsun güzelliği yaratmasını bilirler.
BANKS’ın kuruluş gününde bu sözlerle davet edildi SANK tiyatro topluluğu.
Sahneye, çalışanların, kendi yaşamları ve sorunları, gene çalışanlar tarafından getirildi bu kez. Alışık olmadığımız bir sesti bu. Daha sonra Petrol-lş tiyatro topluluğu geldi sahneye ve oyunlarıyla şunu kanıtladılar:
“Biz hayatın tüm alanlarına talibiz” Bu yeni sese hoş-geldin diyoruz.
Hoş geldin!
Kesilmiş bir kol gibi
omuz başımızdaydı boşluğun…
Hoş geldin!
Ayrılık uzun sürdü.
Özledik gözledik…
Hoş geldin!
Biz bıraktığın gibiyiz.
Ustalaştık biraz daha
taş kırmakta,
Dostu düşmandan ayırmakta…
Hoş geldin.
Yerin hasır.
Hoş geldin.
Dinleyip diyecek çok.
Fakat uzun süre vaktimiz yok.
YÜRÜYELİM
N. Hikmet
OKUYUCUDAN MEKTUPLAR
Özgürlük Dünyası, özgürlük mücadelesi için olumlu adımı atmıştır. Geçmişten yararlanıp kitle dergiciliğine ve kitle gazeteciliğine gidilmelidir. Böyle bir derginin aniden çıkması sürpriz olmakla birlikte, bence biraz geç kalınmıştır.
Boşluğu kullanan reformist ve her türden revizyonist yayınlar kitleler içine kök salma içindedirler. Bunların eleştirilerinin, teslimiyetçiliklerinin tecritlerinin yapılması, mücadelenin parçası olmalıdır.
Her türden desteğimizi esirgemeyeceğimizi belirtiriz.
Özgürlük Dünyası’nın yayın süresini daha kısa süreye indirmek önünüzdeki görevlerden olmalı.
Bir İnşaat İşçisi / G. Antep
Her iki sayınızı da merakla ve dikkatlice okudum. Genel anlamda olumlu buluyorum. Olumlu bulmadıklarım da var. Bunlar, birinci sayıda çıkan referandumla ilgili yazı ile ikinci sayıdaki “Referandum Mağlubu Eylül’dür”, “Oyun Oynandı Galip Olmayan Yok” yazıları.
Yılmaz / Berlin
İlk iki sayınızı okudum. Belirli eksikliklerinizle birlikte, çok olumlu buldum. Var olan eksikliklerinizi de diğer sayılarınızda gidereceğinize inanmaktayım. Ama bu eksikliklerinizin bazılarına değinmeden geçemeyeceğim.
Her şeyden önce, dünyanın tek sosyalist ülkesi olan Arnavutluk ve önderi Enver Hoca ile ilgili tek bir yazınızın bulunmayışı büyük eksikliktir.
Diğer önemli bir eksiklik, Stalin sorunudur. Stalin’in ölümünden sonra SBKP’yi ele geçiren yeni Çarlar, tüm güçleriyle ML’yi tahrife yöneldiler. Onlar direkt olarak ML’ye saldıramıyorlar. Bunu Stalin’in şahsında gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Bizler biliyoruz ki, Stalin savunulmadan ML savunulamaz. Modern revizyonistlerin, hainlerin, döneklerin ML ve sosyalizm diye bir sorunları yoktur. Stalin düşmanlığını dünyanın dört bir yanına yaymaya çalışıyorlar. Ama onların bilmediği bir şey var: “Stalin düşmanlığı kime yarar getirmiş ki, bu dönekler çetesine de yarar sağlasın.”
Yeni Çar Gorbaçov’un Sovyet Sosyal Emperyalizminin başına gelmesiyle birlikte, Stalin nezdinde ML düşmanlığı zirvesine ulaşmıştır. Bunlar Stalin düşmanlığı yaparken, başta ML düşmanı Troçki olmak üzere, tüm eski döneklere itibarını geri verdiler. Bu konuda dünya devrimci hareketine ve ülkemiz devrimci hareketine tarihi bir görev düşmektedir. Stalin ve onun eserlerine dört elle sarılmalı ve onun düşünceleriyle bu dönekler cephesinin maskesi bir daha düşürülmelidir.
Derginizin ileriki sayılarında Stalin ve düşüncelerine yer verilmelidir. Modern revizyonistlerin neden Stalin düşmanlığı yaptıklarına derginizde yer vererek, ülkemiz halkına anlatmalısınız.
C. Üniversitesi’nden bir öğrenci / Sivas
Dergimizi maddi ve manevi olarak destekleyeceğiz, gücünüze güç katacağız. El ele, gönül gönüle yaşatacağız Özgürlük’ü. Tüm mutluluklar özgürlüklerle gelir de ondandır Özgürlük’e olan sevgimiz, tutkumuz.
Derginin, sekterlikten uzak,kuru slogansı (anlaşılması zor) bir üslup yerine, geniş kitlelere ülkemizin manzaralarını anlaşılır bir dille sunmayı amaçlamasını çok olumlu buluyoruz.
Strasbourg Özgürlük okurları / Fransa
Özgürlük, gerçekçiliğiyle bilimsel sosyalizmi bayrak edinenlere bir umut kıvılcımı olmuştur.
Grupçuluğa set çekmesiyle, kısır kişisel ve feodal çekişmelere girmemesiyle, geniş hoşgörüsüyle, her türden revizyonizm, oportünizm ve keskin solculuğa (alşimistliğe) karşı uzlaşmaz fikri zenginliğiyle, bilimselliği ve en önemlisi alternatifli anlatımıyla (grupçuluğa düşmeden genel sosyalist anlatımıyla) ve bütün bunların yanında özel olarak Kürt ve kadın sorununa yaklaşımıyla yayın hayatına başlayan Özgürlük’e MERHABA!
İkinci sayınızdaki bir okur eleştirisine değinmek istiyorum: Legalitenin sınırlarının inceliği ve faşizmin affetmezliği.
Şu an (ilk iki sayınız için) sizin hakkınızda böyle bir şüpheye düşmek yanlış olur. (Bu şüphem, diğer dergilerin legalite çalışmanın ilkelerini özümseyememiş olmalarından kaynaklanmakta.) Ancak Türkiye’nin yaşanmış yakın tarihi, hepimiz için geniş bir düşünme ortamı yarattı -ki ben dahi yaşımın küçüklüğüne rağmen bu tarihi, olumsuzlukları ve olumluluklarıyla düşünme sürecini yaşıyorum- ve günümüzde başlayan dergicilik furyası, faşizm için legalite sınırlarını, çalışmasını bilmeyenleri avlama sürecini başlattı. Ayrıca çıkan dergiler etrafında kitle (!) toplama durumu da cabası.
Özgürlük’ü (daha iki sayısına rağmen) diğer dergilerle aynı kefeye koymuyorum. Sizden şu an dileğim; diğer dergilerle kısır kişisel ve feodal çekişmelere girmemeniz, grupçuluğa karşı tutumunuzu korumanız ve daha da önemlisi, dergi etrafında toplanma hatasına düşmemeniz. (Öncelikle yakın tarihimizdeki grupçuluğu hiç de aratmayan -adını değiştiren- “dergicilik” konumuna düşmeyeceğinize inanmak istiyorum.)
Bana gelince… 19 yaşında bir öğrenciyim. 12 Eylül’ün ürünü, yitik kuşaktanım. Amacım zoru başarmak, eskiden moda olanı -mücadeleciliği- “inançlara değil bilgiye yer vererek” bu yitik ve talihsiz kuşak içerisinde gerçekleştirmek.
Biz ne kadar talihsiz de olsak, (bazılarımızın) eskilerden ayrı -belki de üstün- bir özelliğimiz var. Bizde moda yok, düşünce var. İşte bu özelliğim(iz) Özgürlük’e ayrı bir değer vermemizi sağladı.
Yusuf Kardelen
ERDAL ERENİN İDAMI: BİR DREYFUS DAVASI
ateştir yanar ışık ve sonra kül olur
talan iklimi de geçer künyesine tarihin
Prometheus ölmüş çelik gagalı bir kartalın pençesinde
son değil Erdal’ı da yitirdik
ateş bile çalmamıştı kimseden
ama tanrısızdı
ölümlüydü üstelik aramızdan giderken
Direniş
Bekle kar altında kalan
buğday tanesi
Yine onun sularıyla
yeşereceksin
Gözyaşları fayda vermez, ağlama
Başını dik tutarsan boy vereceksin
Bilmiyorsan
bu fırtına nasıl dinecek
Etrafında allı morlu otlar bitecek
Başucunda türlü türlü kuşlar dönecek
Toprağa sıkıca sarıl,baş edeceksin.
İbrahim Karaca
Amatör topluluklardan
Seksenli yıllardan bu yana tiyatro adına önemli çıkışlar yapan amatör tiyatrolar İstanbul’da 6 ayrı şenlikte ve Ankara Metropol Şenliği’nde 80 amatör topluluk içlerinde 21’i üniversite topluluğu olmak üzere seksen sekiz ayrı oyun sundular. Ekim ayından bu yana yeniden çalışmalara başlayan amatör topluluklardan ikisi Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları Moliere’in Zoraki Hekim, İstanbul Sahnesi de Gecekondular’ın Son Gecesi adlı oyunları Ortaköy Kültür Merkezi’nde 17 Aralık 1988 16.00’da sergileyecekler.
Aralık 1988