Haberler-Mektuplar

Türkei information ile görüştük
12 Eylül Uluslararası Mahkeme
ÖZGÜRLÜK- Tribünali kimler düzenliyor? Neden böyle bir Tribünal yapılıyor?

Tİ- 12 Eylül rejimine karşı uluslararası mahkemeyi, çok sayıda kuruluş düzenlemekledir. Tribünalle ilgili çalışmalar “Girişim ve Koordinasyon Komitesi” tarafından örgütlendirilmektedir. Uluslararası mahkeme girişimi, özetle şu ihtiyaçlardan doğmuştur: Batı kamuoyu, Türkiye’de seçimlerin yapılıyor oluşumu ve eski siyasi parti liderlerine konulan yasakların kalkmış oluşunu ülkemizde demokrasiye dönüş olarak değerlendirmektedir. Bu değerlendirmeden hareketle Evren-Özal yönetimi ile Avrupa ülkelerinin ilişkileri giderek düzelmektedir. Hükümetler ve büyük basın tarafından oluşturulan kamuoyunun da benzer bir tutum içinde olduğu gözlenmektedir. 12 Eylül rejiminin ve emperyalist odakların ustalıklı manevraları sonucunda oluşan bu hava, açıktır ki Türkiye’nin gerçeğini yansıtmamaktadır. Rejim, geçirdiği bazı evrimlere rağmen esas özellikleri itibariyle devam etmektedir. Devletin ve iktidarın halka bakışında, 80*den sonra oluşturulan devlet düzeninin temel karakterinde esaslı bir değişiklik yoktur. Halka konulan vaşaklar devam etmekte, otoriter-baskıcı-faşist kurumla aynen korunmakta, Kürtler üzerindeki milli zulüm daha da şiddetli bir şekilde devam etmektedir.
Askeri darbelerin ve faşizmin dünya çapında lanetlendiği günümüzde Türkiye’deki 12 Eylül rejimi ve burjuvanın işlediği suçlar özellikle batının gayretleriyle unutturulmaya çalışılmaktadır. Biz işte bu durumun kısmen de olsa değişmesi için böyle bir girişimde bulunduk. Amacımız Türkiye gerçeğini bir kez daha Avrupa kamuoyunun gündemine aldırmak, Türk ve Kürt halklarının faşizme karşı mücadelesi ile en geniş dayanışmayı sağlamaktır. Yine sembolik de olsa Türkiye’deki rejimin mahkûm edilmesini sağlayarak 12 Eylül rejimiyle yakın ilişkisi olan batılı güçleri uyarmaktır.
Tribünal’in programı şöyledir: Tribünal’de tanınmış kişilerden oluşan bir jüri olacaktır. Koordinasyon Komitesi tarafından hazırlanan dosyalar jüriye sunulacak ve tanıklar dinlenecektir. Koordinasyon Komitesi, 7 temel konuda yargılama metni hazırlamıştır. Bu metinler okunup tanıklar dinlendikten sonra jüri kararını açıklayacaktır.
ÖZGÜRLÜK- Kısaca yapılacak olanları neler? Programı vb.
Tİ- Tribünal’le ilgili çalışmalar belli bir program dahilinde sürmektedir. Oluşturulan komisyonlar yargılama metinlerini hazırlamaktadırlar. Almanya’nın çeşitli şehirlerinde ve diğer ülkelerde Tribünali desteklemek amacıyla toplantı ve geceler düzenlenmektedir. Tribünal’in ilk günü büyük bir kültür gecesi hazırlığımız vardır.
ÖZGÜRLÜK- Son olarak ÖD aracılığı ile Türkiye’ye iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Tİ- Son olarak şunu belirtmek istiyoruz: Biz Türkiyeli Devrimcilerin de içinde yer aldığı Türkei İnformation Dergisi ve Dayanışma Hareketi olarak cezaevindeki arkadaşlarımıza ve tüm politik tutuklulara, ülke içinde devrimci mücadeleyi sürdürmek isteyen güçlere, zam-zulüm ve faşizm şartlarında amansızca ezilip sömürülen ve fakat teslim alınamayan emekçi halklarımıza yalnız olmadıklarını; haklı ve meşru mücadelelerinde kendileriyle birlikte olduğumuzu hatırlatmak istiyoruz. Sözün, yetkinin, kararın ve iktidarın halka ait olacağı bir Türkiye özlemiyle bütün devrimci-demokratik güçleri candan selamlıyoruz.
Bu vesileyle Özgürlük Dünyan Dergisi’ne de başarılar dileriz.

DİDF: Cunta hesap verecek
Türkiyeli Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu Yönetim Kurulu Başkanı M. Şerif’in, yurtdışı temsilcimizin sorularına verdiği yanıtı yayınlıyoruz.
EVET… 12 Eylül yargılanmalı ve sorumluları cezalandırılmalıdır. Böyle bir istemi biz F. Almanya’da faaliyet sürdüren Türkiyeli Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF) olarak destekliyor ve bunu yıllardır F. Almanya’da sürdürdüğümüz faaliyetin bir parçası olarak görüyor, bu konuda üzerimize düşeni dün olduğu gibi bugün de yapacağımızı belirtiyoruz. Böyle bir talebi neden destekleyip mücadelesini verdiğimize gelince;
Bundan 8 yıl önce Emperyalizmin desteği ve CİA ajanlarının planlarıyla ülkemizin yönetimini ele geçiren, Türkiye halkına baskı ve terörle yıllarca kan kusturan, demokrat öğretmenleri, öğretim üyelerini memurları görevinden atan, öğrencileri okulundan uzaklaştıran, binlerce kişiyi işkenceye çeken, sağlıklarını yitirten, binlerce devrimci-demokratı sürgüne mahkûm eden, eş ve çocuklarından ayrı yaşatan, Faşist kültürün egemen kılınması için kültürdeki bütün demokratik öğeleri temizleyen, yüz binlerce kitap yakan, okullarda bilimsel kitap okunmasını yasaklayan, öğretim özgürlüğü ve üniversite özerkliğini yok eden, cezaevlerine on binlerce devrimci-demokratı doldurup çürüten, doğudaki köyleri basıp halkı jandarma dipçiğinden geçiren ve burada yaşayanlar üzerinde milli zulüm ve yok etme politikası uygulayan, köyleri boşaltarak halkını sürgün eden, fabrikaları birer asken kışlaya çevirerek süngü zoruyla üretimi arttıran ve Türkiye halkım açlık ve sefalete mahkûm eden 12 Eylül yönetiminin yargılanmasını ve sorumlularının cezalandırılmasını istiyoruz.
Türkiye’deki 12 Eylül yönetiminden hesap sorulmalıdır, onlar yaptıklarının hesabını ödemelidirler. Bu gerçekleşmediği müddetçe, bunlar demokrasi mücadelesine karşı bir tehdit aracı olmaya devam edeceklerdir. Bu olmadığı müddetçe ne “ara rejim” tartışmaları ne de darbe tehditleri gündemden kalkacaktır. Bugün işçiler, emekçiler, köylüler, gençlik, ezilen sömürülen diğer halk kesimleri, bir bütün olarak, tekelci sermayenin ve onun rejiminin karşısına dikilmek zorundadırlar.
12 Eylül yönetimi boyunca;
250 bin kişi gözaltına alındı, işkenceden geçirildi.
100 bin kişi tutuklandı, yıllarca zindanlarda yattı.
6800 kişi idam talebiyle yargılanıyor.
600’ü aşkın siyasi tutukluya idam ce-‘.ası verildi.
120 idam dosyası mecliste bekliyor.
60 kişi idam edildi.
200’ü aşkın kişi işkencede katledildi.
1000’in üzerinde insan askeri operasyonlarda vurularak katledildi.
14 bin kişi vatandaşlıktan atıldı.
Evet, Bunların hesabı sorulmalıdır. Arjantin’de, Yunanistan’da olduğu gibi 12 Eylül dönemi yargılanmak sorumluları cezalandırılmalıdır.

Af Örgütü Danimarka bürosu:
“işkenceyi izliyoruz”
DAFHNE GAMMELTOFT: On bir yıldır Uluslararası Af Örgütü’nde çalışıyor. Çalışmalarına, Uruguay’da askeri cunta döneminde başladı. Uruguay’da askeri cuntanın yıkılması ardından Türkiye ile ilgili çalışmalarda yer aldı.
Uluslararası Af Örgütü Danimarka Şubesi Türkiye İrtibat Grubu Temsilcisi Daphne Gammeltoft’la yürüttükleri çalışmalar ve Türkiye’deki yaşanan gerçekler üzerine edindikleri görüşleri aldık.
Başkent Kopenhag’ın en işlek semtlerinden biri olan NÖREPORT’taki Uluslararası Af Örgütü binasında yaptığımı/ kısa görüşmeyi veriyoruz.
DAPHNE GAMMELTOFT çalışmalarını şöyle özetliyor:
– Türkiye ceza ve tutukevlerindeki tutuklu insanların çoğunluğu, özgürlük amacı taşıyan politik kişilerden oluşuyor. Bunlar gazeteciler, sendikacılar, öğretmenler, öğrenciler vs. Bizim işkenceye karşı her zaman kampanyamız sürüyor ve bu tüm tutukluları kapsıyor. Türkiye hükümetleri işkenceye karşı her zaman kampanyamız sürüyor ve bu tüm tutukluları kapsıyor. Türkiye hükümetleri işkenceye karşı 2 anlaşmanın altını imzalamıştır. Ancak hâlâ Türkiye’de işkence uygulamalarının devam ettiğine ilişkin raporlar ve çeşitli mektuplar alıyoruz. Bunlar yalnızca Danimarka şubemize değil diğer ülkelerdeki şubelerimize de ulaşıyor. Grubumuz Türkiye’deki idam cezalarına ilişkin uygulamalara karşı da çalışmalarını sürdürüyor. Ayrıca üzücü olaylar arasında birçok insanın yasa! savunma hakkından yoksun kalmış olması bulunuyor. İnsanlar işkence altında alınan ifadelerle tutuklanıyorlar, yasal savunma hakkından yoksun ve avukatlarını dahi kullanamaz durumdalar. Hücre cezasına çarptırılanların hiçbir yasal savunma hakkı yok.
Bu anlamda çalışmalarımız üç noktada toplanıyor.
1) Ölüm cezalarına karşı mücadele etmek.
2) Bütün politik tutuklulara yasal savunma hakkı tanınmış bir yargı sisteminin oluşması için mücadele etmek.
3) Bizim üzerinde çalıştığımız en önemli konu işkence uygulamalarıdır. Bu konuda çalışmanın çok önemli olduğuna inanıyoruz.
Bu ana temalara ilişkin olarak her üç aylık periyotlarla kampanyalar sürdürüyoruz.
Ayrıca Londra’daki merkezimizde çalışan Türkiye masası temsilcimiz bir yıl içerisinde çeşitli defalarda Türkiye’yi ziyaret ediyor. Halktan insanların tehlikeyi, girmeyeceği şekillerde onlarla görüşmelerde bulunuyor. Hükümet ve devlet temsilcileriyle ilgili konular üzerine görüşmelerde bulunuyor. Böylece Türkiye’deki resmî çevreler, kuruluşumuzun hangi anlamda insan haklarına ters düşen uygulamalara karşı olduğunu öğrenmiş bulunuyor.
ÖD- Türkiye’deki verilmiş ve verilecek ölüm cezaları için özel olarak süren resmî çalışmalarınız nelerdir?
DG- Ölüm cezasının kaldırılması için çok yönlü çalışmalarımız sürmekte. Bu konuya ilişkin bir de İngilizce olarak hazırlanmış rapor yayınlamış bulunuyoruz.
Bu konuyla ilgili çalışmalar sürdüren özel grubumuz, Başbakan Turgut Özal’a ve ayrıca çeşitli parlamenterlere sürekli olarak yazıt iletiyor. Ayrıca on bir parlamento üyemiz (Danimarka parlamentosu üyesi) yazıt iletiyorlar ve basında yazılar yayınlıyorlar. Bizim Avrupa parlamenterleriyle de doğrudan ilişkilerimiz sürüyor. Onlar da Türkiye’deki gelişmeleri ve uygulamaları yakinen biliyorlar. Bizde onları sürekli bilgilendiriyoruz.
Türkiyeli birçok doktor, avukat, gazeteci ölüm cezalarına karşı çaba sarf ediyor ve biz onlarla da dayanışma içerisindeyiz. Grubumuz ölüm cezasının yasal uygulamadan kaldırılması için Türkiyeli parlamenterleri sürekli zorlamakta.
ÖD- Türkiye’de işkenceye maruz kalmış olmaktan dolayı sakat kalmış hatta doğal rahatsızlıkları nedeniyle yurtdışına tedavi nedeniyle çıkmak için pasaporta müracaat etmiş, ancak müracaatı, siyasal düşüncelerinden dolayı olumsuz olarak yanıtlanmış sayıları yüzlerle ifade bulan insan bulunmakta. Bu gruba en belirgin örnek olarak Aysel Zehir verilebilir. Bu uygulama hakkında neler söyleyebilirsiniz?
DG- Tüm gelişmeler tarafımızdan biliniyor. Aysel Zehir’in ağır bir işkence ve ardından yaşadığı ölüm orucu neticesinde sakat kaldığını biliyoruz. Tedavi görmek üzere Avrupa’ya çıkmak istediğini biliyoruz, ancak neden bu hakkının kısıtlandığını anlayamıyoruz.
ÖD- Uluslararası Af Örgütü’nün işkence altında tutulmuş ve uzun süreler hücre ve hapis cezalan almış kişilere sağlık alanındaki yardımları nelerdir?
DG Çeşitli ülkelerde rehabilitasyon merkezlerimiz bulunmakta. Burada Uluslararası Af Örgütü’ne bağlı doktorlar, ülkelerinde işkence görmüş insanlara fiziksel psikolojik tedavilerinde yardım ediyor. Aynı zaman da buralarda toplanan bilgiler çalışmalarımız için hukuki kaynak oluşturmakta.
ÖD- Türkiye cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlüler ve cezaevi yaşamının dışına çıkmış olan kişiler sizlerle nasıl ilişki kurabilirler? Türkiye’ye yönelik bundan sonraki belirleşmiş çalışmalarınız neler olacak?
DG- Özellikle ve olanaklı olduğunca Londra’daki merkezimizle ilişki kurmalarını isteriz. Ancak Danimarka irtibat büromuzla da ilişkiye geçebilirler. Size iki adresi de verebilirim.
ADRES: Amnesty International Frederiksborg gade 11360 Kopenhag Danmark
Telefon: 111 75 41
Amnesty International International Sekreteriat 1. Easton Street London – Wc 1 x 9 Dj/England Tlf: 4418331771
Örgütümüz Türkiye’de demokrasinin uygulandığına inanmıyor. Türkiye’deki uygulamalar Avrupa standartlarına uygun değil. Bu nedenle Avrupa Topluluğu’nda yer alması olanaksız.
Bundan sonra Türkiye ile ilgili çalışmalarımızda 1980’den bu yana yaşanan gerçekleri görüntüleyen bir kitapçık yayınlamanın yanı sıra tüm ülkelerde Türk elçiliklerini ziyaret ederek sorunları görüşmek olarak planlanmış bulunuyoruz.
ÖD- Bu söyleşi için dergimiz adına size teşekkür ederim.
DG- Ben de teşekkür ederim. Derginiz çalışmalarımızda bize kaynak oluşturacak. Sürekli olarak edinmek istiyorum. İlişkimizin uzun dönemli olmasını dilerim.

Zindanlardaki direniş duvarları aştı
“Cezaevi arabasının kapısı açıldığında önce elinde kalın bir zincirli jandarma eri indi. Elinde kalın zinciri olanca gücüyle çekiyordu. Arabanın içindeki sanıklar inmemekte direniyordu. Öteki jandarmalar ‘yardıma koştular’. Zincir arabanın içinden çıktıkça zincire bağlı sanıklar birbiri üzerine yere yığıldılar. Jandarmanın çektiği zincire belirli aralıklarla sanıkların bilekleri daha küçük zincirlerle bağlanmıştı. Sonra kalın uzun zinciri ve bu zincire bağlı sanıkları nezarethaneye soktular. Yerde sürüklenen sanıkların mavi renkli elbiseleri toza bürünmüştü…”
Bu, bir roman sayfasından ya da dramatik bir film senaryosundan alıntı değil. 14.11.1988 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden Süleyman Sarılar’ın DGM’de tek tip elbiseyi ve sevk zincirini protesto etmekten yargılanan 6 genç insanın mahkemeye götürülüşünde çizdiği tablo…
Bu, Türkiye’de cezaevindeki insanın yaşamının “normal”, gündelik ve sıradan parçası haline gelmiş bir tablo…
2000 dolayında insanın Eskişehir, Diyarbakır, Malatya, Kahramanmaraş, Ergani, Adana, Buca, Haymana, Kayseri, Amasya, Çanakkale, Mudanya, Erzincan, Sağmalcılar, Ankara Merkez. Mamak, Ceyhan özel ve E tipi cezaevlerindeki açlık grevleri boşuna değil. Sekiz yıldır Türkiye insanı, zindandan; “insanlık onuru işkenceyi yenecek” diye haykırıyor. İnsanca bir yaşam için, onurunu, insanlık değerlerini korumak için can pahasına direniyor. Diyarbakır, Mamak, Metris’te verilen canlar boşuna değildir. Fatih Öktülmüş, Haydar Başbuğ, Adil Can, Kemal Pir… onlarca devrimci boşuna ölmedi.
Nedir, nedendir cezaevleri?
Cezaevleri var olan düzen ve onun koruyucu yasaları tarafından suçlu ilan edilenlerin özgürlüklerini kısıtlamak için devlet eliyle yapılmış kurumlardır. Genel geçer anlayışa göre özgürlüğün kısa ya da uzun bir süre elinden alınması, suçlu ilan edilen kişilerin cezalandırılması yöntemi olmasına karşın, ülkemizde siyasi iktidarlar tarafından yeterli görülmemekte, cezaevlerindeki insanlar yargılama sonucu kendilerine verilen cezalara, özgürlük kısıtlamalarına ek olarak, çok çeşitli yöntemlerle her gün bir kez daha cezalandırılmaktadır. Özellikle içerideki insan siyasi tutuklu ya da hükümlüyse! … Çünkü siyasi tutuklular ya da hükümlüler, düzenin haksızlıklarına ve düzene başkaldıran toplumsal muhalefetin bilinçli unsurlarıdır. Ve “huzur ve sükûnun” bozulmaması için “başlarının ezilmesi” gerekir!
Oysa 12 Eylül’den bu yana, Eylül de-politizasyonunun kırıldığı cezaevi duvarlarının ardında yaşananlar, içeridekilerin başlarının ezilemediğini, cezaevinde insanca bir yaşam için, onlarca insanın hayat, yüzlercesinin sakat kalma pahasına elde edilen kazanımlar, insanlık onurunun işkenceyi yeneceğini bir kez daha göstermiştir. Elde edilen kazanımlar sonucu, 1988 Mart’ından Ağustos’una kadar geçen süre cezaevleri açısından nispi bir rahatlık dönemi olmuştur. Bu dönemde tutuklu ve hükümlüler tek tip elbise giymeye zorlanmamakta, dışarıda yasak olmayan kitapları okuyabilmekte, havalandırmaya yeterli sayılabilecek ölçülerde çıkabilmekte, dışarı ile haberleşebilmekte, kısaca insanca yaşamın asgari ölçüde de olsa uygulandığı bir ortamda yaşamaktaydılar.
1988 Haziran ayı içersinde Ankara’da, Adalet Bakanı, Cezaevleri Genel Müdürü ve müdür yardımcıları ile bakanlık müfettişlerinin yanında 11 ilin cezaevleri birinci müdürleri ve savcılarının katıldığı bir toplantı yapıldı. Bu toplantının ardından Ağustos 1988’de “Cezaevlerinde disiplinin sağlanması ve farklı uygulamaların önlenmesi” konulu 1 Ağustos 1988 günlü 31 sayfalık bir genelge yayınlandı ve Adalet Bakanı Mehmet Topaç imzasıyla Cumhuriyet Savcılıklarına gönderildi. Genelgenin yayınlanmasından bir süre sonra Şanlıurfa, Gaziantep, Bursa, Çanakkale cezaevlerinde hücre ve mektup cezaları verildi. Ağustos genelgesinin provokatif biçimde uygulanmasında, Adalet Bakanı Müşaviri Arif Yüksel ve Cezaevleri Genel Müdürlüğü müfettişlerinden Hüseyin Turgut, özel çaba ve gayret sarf ettiler.
Ağustos genelgesinin ne denli provokatif olduğu, bazı maddelerine bakıldığında çok açık görülecektir. Hükümlü ve tutuklulara tek tip elbise giyme zorunluluğu yeniden gündeme getirilmekte ve bu konuda tutuklu ve hükümlü aleyhine azami hassasiyet gösterilmesi istenmektedir.
-Birçok yerde haftada bir yapılan ziyaretler kaldırılmakta, yerine 15 günde bir 30-60 dakikalık bir süre içinde yapılacak ziyaretler konmaktadır.
-Tutuklu ve hükümlünün, giderini kendisi sağlayacak şekilde dışarıdan yiyecek getirtmesi yasaklanmaktadır.
-Radyo, teyp, walkman, müzik aletleri, bilgisayar gibi aletler verilmeyecektir.
-Daktilodan, ancak cezaevi rehabilitasyonu ya da mesleki eğitim için yararlanılabilecektir. Örneğin savunma yazabilmek için daktilo kullanımı yasaktır.
-Disiplin cezasını gerektirecek haller, şaşırtıcı ölçüde “zengin”dir. Tek tip elbise giymemek, eğitime katılmamak, mahkemede ifade vermemek, duruşmalara gitmemek, toplu dilekçe vermek, birden fazla tutuklunun “sessizce” direnişe geçmesi, birden fazla tutuklunu» havalandırmaya çıkmaması, yatma saatlerinde yüksek sesle konuşmak, idareye ihbarda bulunmamak disiplin cezasını gerektiren hallerdendir. Uygulanacak disiplin cezalan da kınamadan, ziyaretçi kabulünden men, mektuplaşma yasağı, hücre hapsi, katıksız hapse ve tüm bunların sonucu infaz yakmaya kadar gitmektedir.
Genelgenin güvenlikle ilgili bölümünde, genel aramaların 15 günde bir yapılacağı ve koğuşların didik didik aranacağı açıkça vurgulanmaktadır. Yine bu bölümde, şebeke kapılarının kapalı tutulacağı, koğuştan koğuşa gidiş gelişlere izin verilmeyeceği, açlık grevlerinde tuz ve şeker verilmeyeceği belirtilmektedir. “İyi hal kararı verilebilecek durumlar” bölümünde ise, son derece keyfi ölçüler getirilmektedir. Disiplin cezası olmasa dahi, sicil ve müşahede fişine işlenen bir tutumun olması (!), pişmanlık gösterilmemiş olması, idareye karşı samimi olunmaması, iş ve görevlerde isteksizlik gibi sübjektif ve esasen içerdeki insanın boyun eğmesini, onu onurundan ve siyasi kimliğinden vazgeçirmeyi hedefleyen, ihbarcılığı teşvik eden ölçütler, genelgede kötü hallilik olarak tespit edilmiştir.
İşte bu genelgenin yürürlüğe girmesiyle, cezaevlerinde tek tip elbise giymeyen-lerin listeleri yapıldı, 3 günlük kınama ve hücre cezalan verilmeye başlandı. Daha Ağustos ayının sonunda,infaz yakmalar gündeme gelmeye başlamıştı bile.
Ey acılar mucidi düşman
Bilmem ki seni
Daha nasıl anlatsam nasıl tanımlasam
Hiçbir neslin kitabına sığmaz oldu ettiklerin
Bir kerecik onursuz diyebilmek için
Onursuzluğu değişmez meslek edindin…
Adana E tipi cezaevinde açlık grevin-deki 33 hükümlü dövülerek hücrelere kapatılıyor (4 Kasım 1988).
Bursa özel tip cezaevinden 60 hükümlü, elebaşı oldukları gerekçesiyle Çanakkale Cezaevine sürgün ediliyor…
Metris özel tip cezaevindeki 257 tutuklu, Sağmalcılar özel tip cezaevine sevk ediliyor…
Bunları yeni şevkler, yeni sürgünler ve yeni cezalar izliyor… Ve ardından, cezaevlerinden bir ses yükseliyor: “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!”
İçerden yükselen bu ses, bu kez de dışarıda yankısını buluyordu; içerde başlayan direniş, dalga dalga duvarların ötesine taşıyordu.
14 Kasım’da tutuklu ve hükümlü yakınları, hazırladıkları dilekçeyi İstanbul Valiliği’ne vermek üzere sessizce yürüyüşe geçiyordu. Onları 500 dolayında öğrenci sloganlarla izliyordu: “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”, “Zindanlar boşalsın, genel af”, “1 Ağustos genelgesi kaldırılsın”… Yürüyüş, vilayetin önünde çevik kuvvete bağlı polislerin saldırısıyla karşılanıyordu. Ama gösteriler, ikiye ayrılan topluluk tarafından daha sonra Eminönü ve Çemberlitaş’ta sürdürülüyordu.
Halkevleri, cezaevlerindeki baskıları ve 1 Ağustos genelgesini protesto etmek ve cezaevlerindeki açlık grevlerine destek vermek için İstanbul’da Zeytinburnu Halkevi’nde üç günlük açlık grevine oturuyordu. Onları, Anadolu Kültür Araştırma Derneği, Kartal Şamandıra Kültür Dernekleri izliyordu…
Direniş kentten kente yayılıyor her geçen gün. İstanbul ve Ankara’da öğrenciler protesto gösterileri yapıyor, ilerici demokrat tüm çevreler, gerek basın açıklamalarıyla gerekse Adalet Bakanlığı’na çektikleri telgraflarla ve gazete ilanlarıyla tepkilerini dile getiriyorlar.
Yurt dışından da destek tepkileri ulaşıyor Türkiye’deki cezaevi direnişine. Federal Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin Güney Hessen Eyaleti örgütünden yapılan açıklamada şöyle deniliyor: “Türk cezaevlerindeki insan haklarına aykırı koşullara karşı girişilen savaşımı destekliyoruz.”
Federal Alman Yeşiller Partisi, Türkiye’de tutuklu ve hükümlüler” ile yakınları tarafından sürdürülen açlık grevlerini destekliyor. Yeşiller Partisi’nin Hessen Eyaleti idare heyeti tarafından alınan ve Başbakan Özal ile Adalet Bakanlığı’na gönderilen kararda, 1 Ağustos genelgesinin Türkiye cezaevlerindeki durumun “vahşi bir şekilde kötüleşmesine” neden olduğu belirtilerek, 1 Ağustos genelgesinin geri çekilmesi isteniyor.
Açlık direnişleri içerde ve dışarıda boyutlanarak sürerken, sermayeye şirin görünmek ve kendini kanıtlamak isteyen Sosyal-demokrat Halkçı Parti, Başkanından genel sekreterine kadar tabanda gelişen destek eylemlerinin karşısına barikatlar ördüler. Cezaevlerinde ve dışarıda haklı temelde gelişen açlık direnişlerine karşı ANAP’la birleştiler. Bu anlamda Özal ile İnönü’nün yaptığı açıklamalar arasında nüanslar dışında hiçbir fark yoktu. Her ikisi de, açıkça bu tür yollarla sonuç alınamayacağını, yöntemin “bu olmaması” gerektiğini söylüyordu. SHP Genel Sekreteri, sermayenin yeni umut kaynağı Baykal, açlık grevlerinin gelişmesinin ardından SHP’nin bütün örgütlerine bu tür eylemlerden uzak durmaları için direktifler gönderiyordu. Ama SHP tabanında, genel başkana ve onun sekreterinin direktiflerine rağmen destekler verilmeye devam ediyordu.
“1 Ağustos Genelgesi” ile ülke çapında başlatılan saldırı dalgası, bugün boyutlanarak sürüyor. Gerici tüzük ve yönetmeliklere dayanılarak yasaklara, baskılama, keyfi uygulamalara son verilmesi için Adalet Bakanlığı, Cezaevi yönetimleri, savcılar nezdinde tutuklu ve hükümlülerin, tutuklu ve hükümlü yakınlarının, demokratik kuruluşların, ilerici ve aydın demokratların çabası, cezaevinden yükselen sesle birleşerek doruğa ulaşıyor.

PKK Davası sanığı Altım Üçlü sürgünlerini anlatıyor:
Diyarbakır’dan Eskişehir Özel Tip Cezaevi’ne sürgün edilen. PKK davası sanığı Altun Sait Üçlü şöyle anlatıyor:
“22 Ekim’de Diyarbakır Cezaevi’nde arama bahanesiyle cezaevinin içine üç-binden fazla asker, polis ve yüzlerce gardiyan girdi. Tüm cezaevini havalandırmaya aldılar. Tünel bahanesiyle tüm koğuşları balyozlarla, kazmalarla delik deşik ettiler, yıktılar. Genelkurmay’ın denetim ve emriyle Hayri Kozakçıoğlu’nun bizzat kendisi operasyonu yönetti. Cezaevinin dışında binlerce asker ve polis çember oluşturdu. Cezaevinin yakın mahalleleri ev ev arandı, talan edildi. Cezaevinde tüm eşyalarımız talan edildi, iğneden ipliğe kadar aranarak, kitap, para, elbise, saat vs. eşyalarımız talan edildi.
22 Ekim gündüz üçte başlayan operasyonda gece on ikiye kadar tüm cezaevindeki tutuklular havalandırmalarda tutuldu. Koğuşlar zorla dağıtıldı. Sürgün için iki üç koğuşa topladılar. Havalandırma ve yemekhane dâhil tüm haklarımız elimizden alındı. 23 Ekim akşamı saat sekizde yine binlerce asker ve polis cezaevine girerken, binlercesi de cezaevini kordona aldı. Tüm koğuşlarda sürgüne göndermek için listeler açıkladılar.
Sürgüne gönderilen hi kimsenin davası henüz bitmemiştir. Birçoğu yeni tutukludur. Çoğunun iddianamesi bile alınmamış, mahkemeye bile çıkmamıştır.
23 Ekim akşamı saat sekizde başlayan sürgün operasyonu, sabah beşte bitti. Sürgüne gönderilecek 20 tutukluyu almak bahanesiyle herkese akıl almadık işkenceler yapıldı. Hayri Kozakçıoğlu, cezaevi dışında operasyonu yönetirken, onun yardımcısı albaylar, binbaşılar cezaevi içinde bilfiil işkenceye katılıyorlardı. Tutuklulardan sürgüne gönderilenler birer ceset durumuna getirilinceye kadar elleri arkadan kelepçelenerek, ağızları bağlanarak, bu durumda işkence edilerek, sürüklenerek arabalara bindirildi. Copla, tekme yumrukla merdivenlerden atılarak arabalara bindirilen tutuklular, elleri arkadan kelepçeli oldukları halde arabada ayrıca zincire vuruldular. Kimliğini idareye vermeyenlere (hiç kimse vermedi) adını söylemesi için özel işkence yapıldı.
Cezaevinde kalanlar da, sürgüne gönderilenler de bayıltılıncaya kadar dövülüp birbirinden zorla ayrıldı. Sürgüne gönderilenler ölü vaziyette arabalara bindirildi. Kalanlar sürüklenerek koğuşlara kapatıldı.
Biz sürgün edilen Kürt tutuklular, Ergani, Silvan, Çermik, Bismil ve Diyarbakır belediyelerinden alının otobüslere doldurulduk. Yol boyunca asker ve polis dışında özel timler bizi izledi. Malatya’ya gelinceye kadar yollara, dağların tepelerine asker yerleştirilmişti.
Otobüslere bindirilen tutukluların hepsi yaralıydı. Kaşı yarılan, burnu kırılan, kalp spazmı, nefes darlığı geçirenlere doktor tedavisi; ya bir hap vermek ya da yaraya pamuk koymaktan ibaretti. Yol boyunca hiç kimsenin tedavisi ile ilgilenilmedi. Bayılma, kusma, acılar içinde kıvranma istisnasız herkeste oldu. Kelepçeler ellerimizi kestiği, bileklerimiz kan içinde kaldığı halde kelepçeler gevşetilmedi. Hiç kimseye bir lokma ekmek verilmedi. Tuvalete bile çıkarılmadık. Tuvalet ihtiyaçlarımızı otobüs içinde giderdik. Onca diretmeden sonra ancak biraz su verdiler.
Malatya’dan sonra Sakine Cansız ve Cahide Şener ve diğer dört bayan tutukluyu ki birisi hamileydi, konvoyumuzdan ayırdılar. Otobüse bindirilmeden önce ve sonra işittiğimiz tek şey, onların sloganları ve iniltileri oldu. Bayan arkadaşlarımızdan ikisinin davası henüz açılmamıştı.
Elazığ, Malatya, Kayseri ve bazı yerlerde mola verildi. Molalar, subay ve askerlerin yemek ihtiyaçlarını karşılamak içindi. 25 Ekim günü sabaha karşı Eskişehir özel tip cezaevine geldik. Doktor muayenesinden geçirilmeden, hiçbir ihtiyacımız karşılanmadan hücrelere alındık. Havalandırma dahi bizlere yasak. Hepimiz yaralı ve bitkiniz. Tecritteyiz. Eskiden burada kalan arkadaşlarımızla görüştürülmüyoruz. Hiçbir sorunumuzla ilgilenilmiyor. Hiçbir insani muamele yapılmadığı gibi devletim genel politikasına burada da maruz kalıyoruz. Açıkçası bize hayvanlara bile reva görülmeyen bir yaşam dayatılıyor. Çürümemiz, ölmemiz isteniyor…”

MEKTUP
Yaşamanın çekilmez bir hal alması, halkımızın üzerindeki baskı ve şiddetin gün geçtikçe artması, faşizmin yüzünü daha da açığa çıkartıyor. Bu baskı ve şiddet uygulamaları, halkımızı bir tavır almaya itiyor. Halkımız, yani Dölekçayır Köyü halkı da şunun farkına vardı: Direnme ve birlik zafere, suskunluk ise teslimiyete götürür. Köyümüzde bu birlik ve beraberlik katmerleşti, halkımız tüm faşizan güçlere karşı, direnmeye geçti.
Anlatacağımız olaylar, Kars’ın Göle ilçesinin Dölekçayır köyünde yasanlardır. Dölekçayır köylülerinin direnişidir…
Ağustos ayından bu yana, köyümüz halkı bir taraftan devletin jandarmasının, bir taraftan da Atalay ailesinin baskısı altında. Köyümüz 120 hanelik ve yaklaşık bin nüfuslu bir köy. Köyün tüm toprakları (çayır alanları) Atalay tarafından gasp edilmeye çalışılıyor.
Atalaylar, uyduruk bir tapuyla “topraklar bizimdir” diye dava açmışlardı ve bu dava yıllardan beri sürüyordu. Birkaç kere Atalaylar hakkında ret kararı verilmişti. Ama Atalay sülalesinin Göle’deki etkinliği jandarmadan mahkemeye kadar uzandığı için, köyün arazisine tedbir kararı kondu. Halk bu kararı dinlemedi, kendi topraklarına sahip çıktı ve biçmeye başladı. Bu sıra jandarma geldi, biçmeyi engellemeye çalıştı. Fakat halk, kadınıyla kızıyla jandarmaya karşı koydu. Jandarma böyle bir direnmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu. Halkı böyle görünce üstüne ateş açmaya başladı. Halkımız yine de direnmeyi, karşı koymayı devam ettirdi. Jandarma çareyi geri kaçmada buldu. Halk da arazisinde biçmeye, otunu çekmeye devam etti.
Fakat karşı taraf rahat durmuyor, yeni yeni planlar kuruyordu. Tapu Kadastro Hâkimliği’ne köylüyü şikâyet ettiler, “otlarımızı biçip zorla çekiyorlar” dediler. Bunun üzerine jandarma halkın üzerine bir daha gönderildi. Halkın tapulu arazisinden getirdiği otu bile, arabalarla birlikte karakola götürdüler. O da yetmedi, kadınların kızların fotoğraflarını çektiler. Yine de direnmeyi kıramadılar. Halkımız, sonunda Atalay feodallerini köye sokmama kararı aldı. Atalaylar köye gelip gidemiyor, Göle’de kalıyorlar. Bir ara bunların hepsi silahlanıp köyü bastı. Köy halkı silaha karşı taş ve sopayla karşı koydu. Bu arada köyümüzün gençlerinden Gülbeyi Çelik bacağından yaralandı. Olay üstüne jandarmaya telefon açıldı, “köyde yaralı var” denildi. Ama jandarma gelmedi. 5 dakikalık uzaklıktaki yerden ancak bir buçuk saat sonra geldi. Üstelik de gelirken, “kaçın, biz geliyoruz” der gibi havaya ateş açtı. Devletin “güvenlik kuvvetlen” dediği jandarma, Atalay feodallerini, ellerinde silahlarla gördüğü halde yakalamadı. Daha sonra vurulan, dövülen insanlarımız şikâyette bulundu, teker teker isimler verdi. Saldırganlar ya yakalanmıyor veya yakalanıp bir hafta içinde serbest bırakılıyordu. O kadar ki, köylünün hakkını savunan avukatımız Emin Azeri Adliye binasında Atalaylar’ın baskınına uğrayıp dövülerek komaya sokulduğu halde yine kimse yakalanmadı.
Ama halkımız direnmesini sürdürdü ve her gün hâkimlikleri, savcılıkları zorladı. Hâkimler baktılar ki, halkımız Adliye’de tartaklanmasına, kovulmasına rağmen direniyor, zorunlu olarak arazide keşif yapmaya geldiler. İnceleme sonunda hâkimin kendi kararma karşı çıktığı görüldü. Hâkim kendi kendini çürüttü, “Ben bu yerlerin hepsine tedbir kararı koymadım, neden buranın otlarını çekmediniz” demeye başladı. Ama o bunu dediği zaman, Atalaylar köyün otunun çoğunu götürmüşler, çarçur etmişlerdi.
Halkımız bugün hâlâ kendine ait toprakta “hırsız” durumundadır. Hâlâ mahkemelerin kapısını aşındırmaktadır
Buradaki en önemli noktalardan birisi de, Atalay sülalesinin kendilerine demokrat, ilerici, yurtsever demeleridir. Atalay sülalesinin uzun zamandan beri CHP içinde, bugün de SHP içinde yer almaları ilginç bir olaydır. CHP ve onun uzantısı olan SHP, kürsülerde “Biz sömürüye, baskıya karşıyız. Bu bizim programımızdır. Biz toprak reformunu isteyen insanlarız” diyor. Diğer taraftan karakolları ve mahkemeleri rüşvetle, baskıyla yanlarına alıp halka zulüm yapıyorlar. Halkın topraklarını gasp ediyorlar. Hani bunların demokratlıkları, yurtseverlikleri? Hanı demokrasiyi savunmaları? Bunlar acaba, yağan karlarla eriyip yok mu oluyor?
İşte, günümüzdeki revizyonist ve reformist düşüncenin bir örneği daha. Bizler köylüler olarak şunun farkına vardık: Ne revizyonist ne de reformistler bize hiçbir şey getirmeyecektir. Bunların hepsinin düzenin birer kuklası olduğunun, bize yarardan çok zarar getireceğinin farkındayız. Tüm burjuva partilerinin aynı parti program ve tüzükle hareket ettiklerini biliyoruz. Bizler için A ve B partisinin hiçbir önemi olmadığını biliyoruz. Ancak ve ancak kendi haklarımıza kendi gücümüzle sahip çıkarsak başarıya gideceğimizi biliyoruz.
Bizlerin yaşadığı olaylar, ülkenin birçok yerinde yaşanabilir ve yaşanmaktadır. Onun için, kadınımızla, çoluğumuz-çocuğumuzla haklarımıza en iyi şekilde sahip çıkmalıyız. İnsanların gün geçtikçe daha da mutluluk ve refah içinde yaşaması gerekirken, bugün ülkemizde halkımız açlığa, sefalete itilmiş, elimizdeki bir avuç toprağımıza göz dikilmiştir. Artık buna dur demenin zamanı gelmiştir. Çürümüş, köhne bir yapı kazanan, ekonomik istikrarsızlığın içinde boğulan ve emperyalistlerin uşağı durumuna gelen insanların devleti yönetmelerine dur demeliyiz. Bunlar başları kesilmiş tavuk gibiler, kendilerini yönetemiyorlar ki ülkeyi yönetsinler. Artık gelecek her gün bizi aydınlığa, onları ise karanlığa götürüyor.
Dölekçayır Köyü / GÖLE

İşkence… Sıkıyönetim… İdam…
Ve SİNAN, ERDAL, ERCAN…
Mamak Askeri Cezaevi’nin önünde kadın tutukluların görüşçüleri arasında bir kadın kabinden kadın tutuklulara, gözlerini belirsiz bir noktaya dikmiş ve başka bir âlemden haber getirmiş gibi bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Askerlerin iteleyip kakalamalarına rağmen kadının sesinin acı ve içten tonu herkesi yerinde donduracak ve ne dediğini duymak için kulak vermek zorunda bırakacaktı. Mamak’ın tutuklular için o acı ve zor günlerinde kadınının söyledikleri tutuklu kadınların beyinlerinde bir çığlık halini alıyor, işkence ve dayaktan morarmış bedenlerinde ürpertiler yaratıyordu: “Sinan’ı ziyarete gittim… İyi olduğunu ve Erdal ile Ercan’ın yanında bulunmaktan memnun olduğunu söyledi.” Kadın devam ediyordu. “Onurlu direnişinizi duymaktan çok mutluydu. Sonra Erdal’a gittim… O da iyiydi. Sinan’la Ercan’ın yakınında bulunmaktan o da mutluydu. En son Ercan’ıma gittim. O da sevgili arkadaşlarının duygusunu taşıyordu ve hepinize selam söyledi…”
Kadının sözünü ettiği Sinan (SUNER) 30 Ocak 1980 akşamı MHP milletvekili Cengiz Gökçek’in koruma polisi Süleyman EZENDEMİR tarafından vurulmuş, ardından kan kaybetmesi sağlanarak ve hastaneye götürülmesi bilerek engellenerek öldürülmüştü, Erdal (EREN) ise Sinan SUNER’in öldürülmesini protesto etmek için düzenlenen yasadışı gösteride çıkan silahlı çatışmada inzibat eri Zekeriya ÖNGE’nin ölümünden sorumlu tutularak 12 Aralık 1980’i 13 Aralık’a bağlayan gece idam edilmişti. Ercan (KOCA) ise 13 Aralık gecesi Erdal (EREN)’in öldürülmesini protesto eden bir pankart asarken yakalanmış ve dövülerek komaya sokulmuş, ertesi gün de beyin kanamasından ölmüştü. Kadın ise son öldürülen Ercan KOCA’nın annesi Yaşar KOCA idi.

Sinan’ın katili*MHP’li polis Süleyman Ezendemir Cezalandırılmayacağından ne kadar da emin!
M. Sinan SUNER 30 Aralık gecesi sıkıyönetimi protesto ile ilgili yazılar yazan bir grupla birlikte Ankara’nın Hoşdere Caddesi’nde MHP milletvekilinin koruma polisi Süleyman Ezendemir tarafından arkadan vurularak yaralandı. Bu durum daha sonra otopsi raporunda “atışın arkadan öne, çok hafif yukarıdan aşağıya” bir istikamette olduğu belirtiliyordu. Saat 20.00 ile 21.00 arasında vurulan Sinan’ın hastaneye götürülmesi Süleyman EZENDEMİR tarafından bilerek geciktiriliyordu. Hoşdere Caddesi üzerinde evi bulunan tanık Ali SOYOGLU, Sinan’ı kendi arabasıyla götürmek istiyor, ancak MHP’li polis buna engel oluyordu. Daha sonra Polis S. Ezendemir, Sinan’ı kendisinin getirttiği sarı bir Mercedes arabaya bindiriyor ve Dikmen Polis Karakolu’na, oradan da bilinmeyen bir yere ve öleceği sırada da Hacettepe Hastanesi Acil Servisi’ne getiriliyordu. Hastaneye getirildiği saat konusunda da kayıt defterinde tahrifat yapılıyor, getiriliş saati bir kayda göre 22.05, diğer bir kayda göre ise 22.50 olarak gösteriliyordu, sonuçta Sinan yaralanmasından aşağı yukarı iki saat sonra hastaneye getiriliyor ve bacağından aldığı yara ile kan kaybından ölüyordu.
Mahkemede tanık hemşire Müjgan Taymaz, nöbetçi doktor Haluk AYDlN’ın “15 dakika önce getirilseydi yarasını diker, çocuğu kurtarırdık” dediğini ifade ediyor, ancak mahkeme heyeti olayın “meşru müdafaa sınırları içinde cereyan ettiğini” belirtiyor ve MHP’li polis beraat ettiriliyordu. Sinan SUNER’in annesi Nurhan UZUN (SUNER)’un çeşitli mercilere başvuruları sonuç vermiyor zaten daha mahkeme sürerken Şaban oğlu 1953 Eskişehir doğumlu, Ankara Emniyet Müdürlüğü 2. Şube 1. Kısım polislerinden katil Süleyman EZENDEMİR mükâfat olarak iki yıllığına Beyrut Temsilciliği koruma polisliğine atanıyordu.

Sinan Suner’in annesi Nurhan Uzun (Suner): “Katil polis Ezendemir cezalandırılmalıdır”
Oğlum Sinan Suner öldürüldüğünde 21 yaşında başarılı bir ODTÜ öğrencisiydi. İnsanları çok seven, haksızlığa karşı duran, devrimci kişiliğiyle her zaman insanların onurlu ve insanca yaşamalarım savunurdu.
Demokrat ve devrimci bir kişiliğe sahip olan oğlumu: Devlet korumalı MHP militanı SÜLEYMAN EZENDEMİR meşru müdafaayla değil, kasten ve arkadan vurmuştur. Kurşun Sinan’ın arka yan kalçasından girip ön tarafından çıkmıştır. Hiç kimse arkadan vurarak öldürdüğü kişi karşısında meşru müdafaa içindeydim diyemez!
Kasten adam öldürmekten yargılanıp cezalandırılması gereken katil Süleyman Ezendemir bir “anarşist”i öldürdüğü için beraat ettirilmiş, mükafat olarak da yargılanması bitmeden yurtdışında bir göreve atanmıştır.
Aklanmış binlerce insanın tedavi için bile yurtdışına çıkmasına izin verilmezken, her nasılsa Süleyman Ezendemir sanık sıfatıyla yurtdışında resmî bir göreve atanıyor.
Sinan’ın öldürülmesinden uzunca bir süre sonra açılan ve yine uzunca bir süre sürüncemede kalan davada, tutanaklar incelendiğinde; birbiriyle çelişen ifadeler yalancı tanık ifadeleri, önemli bir kısım savcı ve yargıçların yanlı tutumu ortaya çıkar.
Yargılama boyunca sanığın lehinde görüş belirten yargıçlar ve savcı korunmuş, aleyhte görüş belirtenler heyetten uzaklaştırılmıştır. Örneğin Ankara 4. Ağır Ceza mahkemesi Başkanı sanığın lehinde olduğu için tüm yargılama boyunca yerini korumuştu. Sanığın savunmalarını uzun uzun dinlerken bizim savunmamızı yazılı vermemizi istiyordu. Katil polis oğlumu öldürmesinin “Haklılığını” Sinan’ın anarşist ve terörist olduğunu ileri sürerek kanıtlamaya çalışıyordu. Her solcu anarşisttir, her anarşist de devleti yıkmaya çalışır, anarşistleri öldürmek suç teşkil etmez mantığının savunmasını yapıyordu. Bu mantığı ile mahkeme heyetini etkilemiş ve aynı mantığa sahip başka güçlerin de mahkemeyi etkilemeleri sonucu sanık beraat ettirilmiştir.
Bir kez daha belirtiyorum ki oğlum Sinan, SÜLEYMAN EZENDEMİR tarafından kasten ideolojik amaçla arkadan vurulmuştur. Mahkemenin sonucu baştan belli olan bu yargılamasını gerçek bir yargılama olarak görmüyorum. Ve inanıyorum ki; bu dava bağımsız,” yansız, insan haklarına saygılı ve hukukun üstünlüğüne inanan bir mahkemede yeniden görüldüğünde SÜLEYMAN EZENDEMİR ve onun gibi düşünenler hak ettikleri cezayı göreceklerdir. Ben bu sonsuz acıyı içimde taşıdığım ömrüm süresince yargılamanın iadesi için inatla ve sabırla çalışacağım. Oğlumun ölümünün 8. yılında onu sonsuz bir özlemle anıyorum.

13 Aralık 1980… Saat: 02.55
‘Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet!’
“Hâkim sınıflar ve uşakları kan isteklerini benim idamımla tatmin etmeyi düşünüyorlar. Ben bu olay içerisinde kasten bir eri öldürmedim. Kaldı ki isteyerek öldürmüş olsaydım, bu öldürme olaylarını sürdürecek durumdaydım.”
“Bugün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni aldığınız emirlere uygun olarak yargılayabilir ve ölüm cezası verebilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru karar verecektir.”
Gerçekten de böyle oluyor ve Erdal EREN, narin bedeni, küçücük ve sevecen bakan gözleri, incecik elleri, ama kocaman mı kocaman yüreği ve çelik gibi iradesiyle darağacına çekiliyordu. Tarih: 12 Aralık’ı 13 Aralık’a bağlayan 1980 gecesi. Askeri Cunta’nın darbesinden tam üç, olayın meydana gelmesinden on ay sonra… Yapılan duruşma sayısı 5, çıkan karar idam!
Olay, Mehmet Sinan SUNER’in, Hoş-dere Caddesi’nde Süleyman EZENDEMİR adlı MHP’li polis tarafından vurulması ve kan kaybetmesi sağlanarak öldürülmesi ile başlıyordu. Üç gün sonra Yurtsever Devrimci Gençler, Sinan’ın ölümünü protesto etmek için yine Hoşdere Caddesi’nde yasadışı bir gösteri düzenliyor ve devrimci sloganlar atıyordu. Olaya bir inzibat ekibi müdahale ediyor, çıkan silahlı çatışmada Zekeriya ÖNGE adında bir er ölüyordu. Olayda, Erdal EREN, erin yakınında bir yerde silahı ve 21 arkadaşı ile birlikte yakalanıyor, erin öldürülmesinin faili olarak yargılanıyordu.
Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi mevcut tüm hukuk kurallarını bir tarafa bırakarak alelacele sonuca gidiyor ve idama karar veriyordu. Askeri Cunta’nın darbe ile işbaşına gelmesinden sonra ise işler daha çok hızlandırılıyor ve üç ay içinde karar infaz ediliyordu. Erdal EREN karara rağmen devrimci inanç ve kararlılığından dönmüyor ve 12 Aralık’ı 13 Aralık’a bağlayan gece saat 02.55’te darağacının altında     “YAŞASİN DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİSİ!” “FAŞİZME ÖLÜM,  HALKA HÜRRİYET!” diye haykırarak sandalyeyi tekmeliyordu.

Zincirleme cinayetlerin üçüncü halkası: ERCAN KOCA
Karşıyaka Mezarlığı’nda selviler sallanıyor, bulutlara selam gönderircesine. Üç genç yatıyor birbirine yakın, kardeşçesine. Erdal, kabrinden çaprazlama bakıyor Ercan’a. Geçenler Ercan’ın mezarının üstündeki şu dizeleri okuyorlar:
“Dağ keçileri nasıl yerlerse taptaze sürgünleri
Seni de tam sürerlerken alacakaranlıklardan masmavi göklere
Kopardılar, o koskoca umut ağacının dev gövdesinden.”
Erdal’dan Ercan (KOCA)’ya geliyoruz. Ercan, on yedisindeyken Erdal’ın idamını duyar duymaz evinden çıkmış ve Erdal’ın idamını protesto eden pankartı asarken güvenlik kuvvetlerince kıstırılarak yakalanmıştı. Yakalandıktan sonra üzerinde “Erdal Eren’in hesabını Faşist Cuntadan Soralım-YDGF) yazılı pankartı indirmesi için dövülmüş ve bu durum da kendisini yakalayan askeri timin komutanı Üsteğmen Yaşar Kundur tarafından 13.12.1980 günü yapılan duruşmada şöyle belirtilmişti: “Pankartı bizzat kendisine indirtmek için zor kullandık…” Ercan Koca yakalandıktan sonra vahşice dövülecek, kafasına tabanca kabzası ile vurulacak, daha sonra ise Yenimahalle Polis Karakolu’na, oradan da Etimesgut Zırhlı Birlikler Komutanlığı’na götürülecekti. Bu dönüşü olmayan bir yoldu… Nitekim Ercan, ertesi sabah fenalaşacak ve kaldırıldığı hastanede göstermelik bir ameliyata rağmen hayata gözlerini yumacaktı.
Ercan’ın ölüm nedeni Ankara 4. Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından “…takip edilen Ercan Koca’nın takip sırasında yerlerin de buzlu olması nedeniyle birkaç defa düştüğü ve düşme sonucunda dosyada bulunan bilirkişi raporundan da anlaşılacağı gibi beyin zarı kanamasına maruz kaldığı ve bunun sonucu olarak rahatsızlanarak…” biçiminde belirtilecekti. Böylece kaçarken kafasını duvara vuranlar, yere düşenler, kendisini pencereden atanlar ve bu şekilde “ölenler”e Ercan Koca da katılacaktı.

Hayata dönüyorum yankılanırken
Kerpiç damlarda çocuk çığlıkları
Kanla yazıyorum adını
Onurumuz bu unutmak yok
Adalıya çıktı adımız
Çağır beni yanına
Çağır beni çağır çağır
Sana ben de ölürüm…

Ercan Koca’nın annesi Yaşar ve babası Süleyman Koca anlatıyor;
“12 Eylül acı getirdi”
YAŞAR KOCA: 13 Aralık Cumartesi günü Ercan Erdal Eren’le ilgili gazeteyi okudu. Kalktı abime gideceğim dedi. Biz de saat 12.00’de Ayrancıya kayınvalidemlere gittik. Akşam saat 17.00’de eve döndüğümüzde kapının kırıldığını ve polislerin eve girdiğini gördük. Ben kapımızı neden kırdınız diye sorduğumda ihbar aldık dediler. O sırada kızım hapisteydi. Ben onunla ilgili zannettim. Polisler bizi karakola davet ettiler. Karakola giderken polislere 17 yaşında bir oğlum var, onu korkutmayın dedim. Meğer götürülen 17 yaşındaki oğlummuş. Karakolda önce benim sonra beyimin ifadelerini aldılar. Oğlumun saat 17.00’de nerede olduğunu sordular. Sabah saat 10.00’da abisine gitmek için evden çıktığını söyledim. Beni tekrar tekrar sorguya çektiler. Oğlunun bir arkadaşı var mı diye sordular. Ben pek yok dedim. Sonra bizi eve gönderdiler. Arkamızdan bir sivil polis geldi. Oğlumun tutuklanmış olduğunu söyledi. Darp yiyerek hastaneye kaldırılmış, ameliyat edilmiş. O gece bizim çocuğumuzu görmemize engel oldular. Sabah eşim oğlum hastaneye gittiler, ben evde haber beklemek için evde kaldım. Bana çocuğumun komada olduğunu söylediler. O anda çocuğumun mahvolduğunu anladım. Ertesi günü Gülhane Hastanesi’nden yarım saatte bir aramamızı istediler. Meğer çocuğumun ölüm haberini vermek için öyle demişler. 14 Aralık günü komada kalmış. 15 Aralık günü sabah 9.00’da oğlum öldü. Biz mahkemeye müracaat ettik. Otopsi yapılmasını istedik. Bize biz otopsi yaptık, yerler kaygan olduğu için beyin kanamasından ölmüş dediler. O sırada yerler kaygandı ama oğlumu sokaklarda yarım saat dövmüşler. Elbiselerini aldığımızda çamur içinde olduğunu gördüm. Öyle bir kere yere düşmekle o kadar çamurlanması mümkün değildi. Ayrıca çevreden insanlar oğlumun dövüldüğünü görmüşler, eyvah çocuk gitti demişler. Ama hiç kimse korkudan bir şey söyleyemedi, şahitlik yapamadı. Oğlumu zırhlı birlikler götürüp hücreye atmışlar. Beyin kanaması geçirdiğinden istifra etmeye başlamış. Sonradan göstermelik olarak hastaneye kaldırmışlar. Ameliyatı yapan doktor oğluma “aslında bu durumda olan gözleri iyice büyümüş hastalan ameliyat etmezdik, bana yukardan çok baskı yaptılar onun için ameliyat ettik, çocuğa boşuna ikinci defa eziyet ettik” demiş. Doktor üzüntüsünden günlerce sinir krizleri geçirmiş.
Bugün çok üzgünüm. Bütün anne ve babaların acısı çok büyük. Bu olayları yapanların ortaya çıkmasını istiyorum. Oğlumu öldürenler ellerini kollarını sallayarak geziyorlar. Bunların cezalandırılmasını istiyorum. Bizim acımız çok büyük. Ama bu caniler ortaya çıkarılırsa hiç değilse ilerde başka annelerin canı yanmaz, cezalandırılmalarını bunun için istiyorum.
ÖZGÜRLÜK- 12 Eylül döneminde “insanlık suçu” sayılan işkence ile Bir evlat vitirdiniz. O dönemin sizde bıraktığı izleri kısaca açıklayabilir misiniz?
YAŞAR KOCA (Anne)- 12 Eylül bize çok büyük ızdıraplar getirdi. Bir evladım hapiste iken bir evladım işkencede öldürüldü. Ölüm sebebine “ayağı kayarak düştü, beyin kanamasından öldü” dendi. 8 yıldır ne büyük acılar içinde olduğunuzu tahmin edersiniz.
SÜLEYMAN KOCA (Baba)- Ercan işkence ile öldürüldü. Morga giren tüm yakın çevremiz (beni morga sokmadılar) çocuğumun vücudunda, yüzünde darp izleri, zorluklar tespit ettiler.
ÖZGÜRLÜK— Peki siz bu durumda herhangi bir girişimde bulundunuz mu?
SÜLEYMAN KOCA (Baba)- Tabii bulundum. İlk önce Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Başsavcılığı’na, İçişleri Bakanlığı’na ve Askeri Konsey Başkanlığı’na telgraflar çektim. Askeri Başsavcılığın çağrısı üzerine Başsavcılığa gittim. İfademde, çocuğumun ölüsü üzerinde yakınlarımın morgda gördükleri işkence izlerini anlattım ve kanıtlanması için tekrar otopsi yapılmasını istedim. Reddettiler. Avukatımın tespiti ile işkencecilerin isimleri (Polis memuru Recep KAYNAK, Üsteğmen YAŞAR KUNDUR, er MUSTAFA AKÇA ve diğerleri) savcılığa bildirildiği halde, olay örtbas edildi ve gerçek suçlular her zaman olduğu gibi korundular. Olayın üstüne gitti diye avukatımız İsmail Hakkı ÇAKMAK birkaç kez tehdit edildi ve tartaklandı.
ÖZGÜRLÜK- Sonuçta ne söyleyeceksiniz?
YAŞAR KOCA- Manevi çöküntümüz sürüyor. Bir yandan diğer evladımızın hapishanede gördüğü işkenceler ve mahkeme kapılarında karşılaştığımız zorluklar, diğer yandan mezarlıkta yatan 17 yaşında soldurulan gülümüz. Dileğim, analar, babalar, kardeşler yanmasın bundan-sonra.
Yaşam sürüyor, sürecek… İşkenceler, idamlar sürmesin… İnsanlık suçları son bulsun…
Karşıyaka Mezarlığı’nda selviler sallanıyor bulutlara selam gönderircesine. Üç genç yatıyor birbirine yakın, kardeşçesine… Erdal kabrinden çaprazlama bakıyor. Geçenler Ercan’ın mezarının üstündeki şu dizeleri okuyorlar.
“Dağ keçileri nasıl yerlerse taptaze sürgünleri
Seni de, tam sürerlerken
alacakaranlıklardan masmavi göklere
Kopardılar, o koskoca umut ağacının dev gövdesinden”

İşçilerden
Değerli Arkadaşlar,
Tarım-İş İstanbul şubesi ile ilgili 9.11.1988 günü yapılan 6. duruşma sonunda, Kartal 2. İş Mahkemesi, Sendikalar Kanunu’nun 53. maddesi gereğince şube yönetiminin feshine karar almış, Olağanüstü Genel Kurulun en kısa zamanda yapılması itin Kayyum atamıştır.
Bizler, Tarım-İş Sendikası İstanbul şubesinin üye ve delegeleriyiz, ülkemizde tarım alanında çalışanlar yıllardır yoksulluğun pençesi altında ezilmektedirler. Yaşamın zorluğu ve yoksulluğu karşısında somut mücadeleler verilmediğinden, sorunlar, kahve köşelerinde ya da işyerlerinde “hayıflanmalar” şeklinde yorumlandığından ileriye dönük hiçbir atılım yapılmamıştır. Aksine işçilerimizin yoksulluğu gün be gün arttı. “Adam sendecilik, bahanecilik, boş vermişçilik” gibi düşünceler bunu doğurdu. Oysa bu tip düşünceler hiç bir işçimizin onuruna yakışmamaktadır. Aynı kayıtsızlık sendika yönetimine karşı da gösterildi.
Tarım-İş İstanbul Şubesi 750-800 üyeden oluşmakta, bunların 97 temsilci delegesi bulunmaktadır. Kamu kuruluşları ve özel çiftlikler de dâhil 13 işyerinde örgütlüdür. Bugüne dek gelen yönetimler gerek işçilerin bilinçsizliğinden ve gerekse sağlam bir önderlikten yoksun olmalarından yararlanarak tamamen işveren yanlısı, kendi çıkarlarını öne alan, işyeri ve işçi sorunlarına duyarsız tavırlarını sürdürmüşlerdir. Öylesine ki, bürokrat-sarı sendikacılar şube binamızı ve aracını özel işyeri ve özel araç olarak kullanmışlardır.
Ancak, bazı arkadaşlarımızın sabırlı, özverili ve inatçı çalışmaları sonucu bir çok delege ve üye işçimiz sendika yönetiminde kendilerinin de yer alması gerektiğinin bilincine varmıştır.
5.2.1988 tarihinde Sendikalar Kanunu’nun 12. maddesi ve ana Tüzüğün 30. maddesi uyarınca 14 ana maddede toplanan GEREKÇELER’i elli delegemizin imzası ile birlikte dört arkadaşımız Tarım-İş Merkez ve İstanbul şube yönetimine ileterek Olağanüstü Genel Kurul çağrısı yapmıştır. Ancak yönetim aynı duyarsızlık ile delegelerin seslerine kulak tıkayarak yanıt vermeyi bile gereksiz görmüştür. 14.3.1988 günü bir kez daha başvuru yapılmış, buna da yanıt alamayan delegelerimiz İş Mahkemesine dava açmışlardır.
Sendikanın bu tarihlerde Anadolu yakasına taşınması, yönetim Avukatlarının sahtekârca tutumları, (delegelerin işten ayrılmış gibi gösterilmek istenmesi, noter kanalı ile toplanan imzalara itirazlar, delegeleri duruşmalara çağırmak, delege olup olmadıklarının tespiti… vs.) yüzünden Kartal 2. İş Mahkemesi’nde açılan davamız uzamıştır. Delegelere, davadan vazgeçmeleri için her türlü yöntem kullanılmıştır, (tatlı vaatler, tehdit ve karalama, delege ve üyeliklerin düşürülmesi ile ilgili tehditler, dayak…) Bütün bu çabalarına karşın delegelerimizin birliği bozulmamış, aksine bu karalama kampanyaları ters tepki göstererek MUHALEFET DELEGELERİ’ne destek artmıştır.
Böylece 9.11.1988 günü yapılan 6. duruşma sonunda Kartal 2. İş Mahkemesi, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi Olağanüstü Genel Kurul’un en kısa zamanda yapılabilmesi için Kayyum atamasına gitmiştir.
Bu, Tarım-İş İstanbul şubesinin delege ve üyelerinin mücadelelerinin ilk adımıdır. Buradan bir kez de derginiz aracılığı ile DELEGELERİMİZE seslenmek istiyoruz.
Sarı sendika ağalarına, kaşarlanmış bürokrat zihniyetlere, sendikamızın bir avuç işçi düşmanı tarafından çiftlik gibi kullanılmasına, işveren yandaşlarına karşı sesimizi yükseltelim. Sendika içi demokrasiye sahip çıkalım. Anti-demokratik yasaların arkasına sığınarak bizlerin demokratik hak ve özgürlüklerin patronlara peşkeş çekenleri TARIM İŞÇİLERİ olarak tek bir yürek, tek bir yumruk olarak alaşağı edelim. Kendi sendikamızı kendimiz yönetelim. OLAĞANÜSTÜ KONGREDE ya mücadele ve birlik içinde olup ZAFER kazanalım, ya da kölelik ve yoksulluğa boyun eğelim.
Zafer birliğimizin olacaktır.
TARIM-İŞ İST. Delegesi Yılmaz ŞENTÜRK

Genel olarak işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi sürerken ülkemiz koşullarında Aliağa Petkim işçileri bu çetin mücadelede yerlerini almaktadır.
İşyerimizde iki yıldır süren iş kolu tespiti sonucu petrol mü-kimya mı tartışması mahkeme ve bilirkişi raporuyla kimya iş kolu olarak tespit edilerek sonuçlandırılmış ve bunun gereği grev hakkı doğmuştu. Uzun uğraş sonucu açıklığa kavuşan grev hakkımızı, gece yarısı alınan ve altında karanlık emeller yatan yeni kararla, işyerimize konan özel grev yasağına karşı verdiğimiz haklı direniş ve eylemlerimiz ardından gelen, gerçekte bizce bilinip kamuoyuna sonradan açıklanan özelleştirme planları, Petkim’in “dikensiz gül bahçesi” haline getirilmek istendiği, işgücünün ucuz olduğu, “verimliliğin grev gibi olumsuz bir yöntemle yok edilemeyeceği” şeklindeki iddianın sahteliği, alıcılar için, özellikle kardeş Özal’ın pazarlamacılığını yaptığı Arap alıcılar için cazip hale getirilmeye çalışıldığı gözler önüne serilmiştir. Bunların ardından gelen yeni toplu iş sözleşme görüşmelerinin başlaması ile bizi ucuz işgücü olarak görme anlayışlarını devletin ve işverenlerin sözcüsü Kamu-Sen’in tutumu doğrulamıştır.
Alpet (Petkim) işçileri, kendilerine karşı oynanan tüm bu oyunları kamuoyuna yansıtmak için yürüttükleri, ekonomik ve demokratik haklarının gasp edilmesi ve yabancı sermayeye peşkeş çekilmesine karşı açlık grevi, fazla mesaiye kalmama, vizite eylemi şeklinde eylemleri ile birlikteliklerini sağlamışlardır. Mücadelemizi sonuna kadar kararlı bir şekilde sürdüreceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın.
Hiçbir güç bize gülmeyi unutturamaz.
İşçiler el ele genel greve.
Aliağa Petkim’den bir grup işçi

Adana Orman İşletmesi’ne bağlı çeşitli ilçe ve orman bölgelerinde (Haziran-Aralık aylarında çalıştırılmak üzere) 800 civarında işçi işe alınmaktadır. Yangınla Mücadele işçisi olarak işe alınan işçilerin hizmet akitleri iş bitiminde askıya alınıp ertesi sene tekrar işbaşı yaptırılan bu işçilerin görevi yaz ve güz aylarında yoğunlaşan orman yangınlarını söndürmek olduğu halde, işçilere her türlü iş yaptırılmaktadır.
Çok güç koşullar altında yaşayan Orman işçilerine verilen aylık ücret 80 ilâ 100 bin TL. civarındadır. Pazar günü de çalıştırılmalarına rağmen pazar yevmiyesi verilmediği gibi fazla mesai ücreti de verilmemektedir. İşçiler bu vb. sorunlarını sendikaya ilettiklerinde Orman-İş Sendikasının yönetiminde bulunan sendika ağaları işçilere yapılacak bir şey olmadığını söylemektedirler. Orman-İş Sendikasının (MHP-MSP eğilimli) sendika ağaları, enflasyon oranının % 80’i aştığı 1988 yılı için % 45, 1989 yılı ün ise % 34 ücret zammı ile yetinerek işverenin istediği doğrultuda sözleşme imzalamışlardır.
İşçilerin akşamları evlerine gitmeleri yasaktır ve kendilerine tahsis edilen koğuşlardaki ranzalarda yatmak zorundadırlar Yasalarda işçilerin lehine olan hiçbir hüküm uygulanmamakta, nedeni sorulduğunda ise yetkililer “Burası Orman İşletmesi” diyerek ima etmekte, “Beğenmiyorsanız istifa edin” demektedirler.
Adana-Sarıçam Orman İşletmesi’nde çalışan bir grup işçi

Perdeci- Mehmet ESATOĞLU
Perdeci’nin dudakları gergin Coplular hazır olun
Perde finalinde uçuşan tüy havada bir an duraksadığında ve kucağına düşmemişken dudakların neden gergindi perdeci? İşte yazdan beri beklediğin an.
-Bu sevdalının sesine hasret gibi bir bekleyiştir demiyor muydun? Perde açılmadan uvertür, sonra reostadan binliklerin gündoğumu gibi ışıyışı. Ve ilk replik. Oyun başlamıştır artık. Dur durak yok. Gel gör ki bu tantanayı en çok özleyenin finalde dudakları gergin. Hey! Uzlaşmaz keçi yumuşa biraz. Devir “yumuşama” devri. El âlem öyle bir yumuşadı ki ne şekli aldı ne cismi. “İzi bile kalmadı yadigâr”. Bak da “ders al” tiyatro yöneticilerinin arka sırasında oturan bay eleştirmen senin gibi germedi dudaklarını ve yöneticilere duyururcasına patlattı; “Haarika”. Bunu senin durumunda biri yapsa diyecekler ki, bak şu perdecinin işine ödenekli sanat yöneticilerine yaranıp “güvenceli” perdeci olmak derdinde herhal. Peki ya şu eleştirmen o ne diye yırtınıyor. Yoksa sansasyon-sever bayan sanat yöneticisi yeni bir kadro kopartıp ödenekli eleştirmen mi olmaya başladı kadroya? Daha bir kısmı dışarıda kalmış 1402’liklere nazire.
Germe dudaklarını şu renkli gösteriye. “Köhne düşüncelerle doluysa eğer bir oyun bence yeni bir oyun sayılmaz.” Bunu kalın sesli kalın bıyıklı tiyatro yazarı da böyle söylemişti. Ödenekli tiyatro yöneticilerine karşı. (Dilersen gel yine de geri çevirme) Şu sahnede dansıyla güzellikler üretmeye çalışan genç kızın belinin verdiği acıları bilir misin? Ya şu metindeki olmayan komediyi zorlayan memurluğu kuliste bırakmış oyunculara ne demeli?
Senin canın ve kafan sahnedeki oyunlardan öte oyunlara gerginse orasını bilemem perdeci. Ülkede oynanan “hoşgörülü zorbalık” adlı oyunla sahnedeki oyunun ne ilgisi var yani? Ben hala önce kollarını açan ve yalanlarını salan hoşgörüyle yemeyenlere yutmayanlara kapıda sunulan zorbalığın cop menusunun, sahnedeki gösteriyle ilişkisini anlamış değilim.
Perdecinin hoşgörülü zorbalık şarkısı:
İyi akşamlar beyler bayanlar
Hoşgörülü zorbalığı bilir misiniz?
Anlatsın isterseniz size
Tadını dide dide her gün tadanlar
Sığmaz demeyin bu sahneye
Perdeci benim adım ‘
Benim sahnem koca ülke
Göbekliler korosu:
Gelin, gelin koşun gelin
Dertleri paylaşalım
Hep birlikte tartışalım.
Halk korosu:
Tartışalım biz severiz tartışmayı
Ama hayret! Size ne oldu böyle? Ne oldu
Hangi dağda kurt öldü.
Gözlüklü göbekli:
Ah bu demokrasi oyunu
Kepazelik vallahi
Koca devlet ne durumlara düşüyor.
Neyse, önce gençler siz buyurun
Anlatın dertlerinizi
Coplu’lar hazır olun
Mazallah herşey olabilir. Bir anda.
Perdeci: Oyunun kurallarını kavradınız mı? Aman dalmayın hoşgörünün namelerine. Doğruyu söyleyeni kovalayacaklar başkentin orta yerinde. Ama bu ortamda yönetici de olmak zor. Tıpkı kralın soytarısı misali. Bir sözcük bir altın, bir sözcük bir kelle. Kıldan bile ince. Dozerler imparatorunun ülkesi bu. Nice aferinler yağdırmış bir sözcük hem de imparatorluğun papatyalarının hizmetindeki gecelerde, bir anda her şeyi bitirebilir. Sanki dün olmadı mı? İmparator bir kükredi pir kükredi. Yöneticiler inledi. Koro hazır mısınız? “iyi ki doğdun dozer…”
Biz gelelim sahnedeki gösteriye. Müzikalleri her devir geçer akçe gören yönetmenle sansasyon-sever bayan yönetici el ele verip bir oyun hazırlamışlar. Müzikli, dansçı ve rokçu olmak üzre. Ama durum malum. Sade suya tirit yapsan, yemezler. Akıllı davranmaya karar vermişler tıpkı papatya filmi hazırlarken renkli cama daire başkanı olan adam gibi. Ülkede kimi yemeyenleri de göz önüne alıp metnin içine biraz şey serpiştirmişler: Yergi.
Perdeci aslında bu metnin içinde Haliç’te yüzen sebze misali gezinen yergilerin nedenini anlıyordu. Ödülleri ve övgüleri önceden hazır eleştirmenler zor durumda kalmasın diye. Bağırıyor sanat-satarlar: “Ey egemenler ne olur biraz yergi hakkı en azından renkli camdaki gâvur kadar. Olmaz mı peki bizden de o kadar. Nispi demokrasiye nispi komedi…”
O kadar insafsız olma perdeci. Geçen ay renkli camda her devrin komikleri komikliklerinin bir yerinde “Kahveci geliyor” deyip de içeri çay-kahve dağıtan birini sokmadılar mı? Peki, peki suratını buruşturma.
Perdeci akşam tiyatroya yürürken hafif bir sis vardı. Köşedeki simitçi akşam simidi satıyordu. Perdeci bir an duraksadı sonra simit kokusuna aldırmaksızın yürüdü. Belki de damaklarında ve dillerinde şekerli su düşleyenler geldi aklına. Salonda ilk sırada oturuyordu. Şekerli su verilmesin diyenler. Sansasyon-sever bayan yönetici de yergi konusunda onlardan çekiniyordu. Bu yüzden oyunun yazımına bizzat el koymuştu. Adamlar bir tuhaftı güler yüzle söylüyorlardı. “Özgürlük aşkına ölüme yatanlara şekerli su verilmesin.”
Şimdi sen kalk bu adamlara sahnede özgürlükten söz et. Gerçi bir kısmı yergilere gülüp alkışlıyordu ama bir diğeri başkentte devletin bir sahnesine gidiyor. Oyun peynirle başlayıp yumurtayla sürerken birden sahneye en az peynir ve yumurta kadar masum biri çıkıveriyor. Öpücük. Bakan beyimizin tepesi atıyor. Hırs ve öfkeyle bağırıyor. “Ahlak elden, hatta ayaktan bile gidiyor.” Yönetici basıyor düafonun düğmesine ve konuşuyor tane tane. “Dikkat bu bir emirdir. Öpmeyin öpüşmeyin mümkünse özel hayatınızda bile. Koltuğum sallanıyor maazallah düşüverir sofitadan tepenize.”
Ahlakçı ahlaksızlar bas bas öterken perdecinin kedisi özgürce gene hamile kalırken, dozerler imparatorunun salonunda prova sürüyordu. Bağırıyordu yönetmen haydi kızlar daha hızlı olun hey sen renklerin ustası biraz daha kıl ve tüy attır. Orkestra şefi kıvrak çaldır orkestrayı. Özellikle özgürlükten söz edilirken, adamların sağı ve solu belli olmuyor. Ders alalım başkentte masum öpücüğün başına gelenlerden.
Bayan yönetici endişeliydi. Oyunu binlerce yüzyıl önce yazmış yazar özgürlükten dem vuruyordu. Derken kendi de kalem oynatarak özgürlüğün boyutunu güncelleştirmeye çalışmıştı ama yine de bu özgürlük demirlerin ardındaki oğlu için kendini meydanda yakmaya kalkan ananın söz ettiği özgürlüğe pek benzemiyordu. Bu, içinde biraz radikalizm, biraz yeşilcilik (dereotu nane maydanoz dâhil) biraz da travesti hakları taşıyan tuhaf bir özgürlüktü.
Perdeci binlerin özgürlük aşkına ölüme yattığı ülkede bu ne idüğü belirsiz özgürlüğün sahnelenişine dudaklarını gere gere sonunda kanattı. Dudaklarını emerken oyun da bitmişti. Salon boşalıyordu. “Haarika”cı eleştirmen perdeci ile göz göze geldi ve patladı. “Ne yapsın yani gerçek özgürlükten söz etsin de bir sabah dozerler imparatoru gazetecileri de çağırarak tiyatroyu nasıl yerle bir ettiğini mi göstersin.” Perdeci yerinden kalktı icazetten oldum olası iğrenirdi. Sonra bana döndü “bak” dedi: Dudaklarımı gerdiysem yalnızca oyuna değil bunu sen de biliyorsun. Son günlerde oynanan tüm oyunlara gerginim belki. Bu da bir parçası mı bilemiyorum. Sahnedeki oyunu ise beğenmedim. Yalnız şu şampanya partisine koşan herifin bir türlü görmezden geldiği bir şey var. Demirler ardında insanlar var ölüme yatmış sahnede gerçek özgürlük şarkıları söylensin diye.

BU KEZ ONLAR VARDI SAHNEDE
… Evet, bizler, yoğun iş ortamı içinde boğuşurken sosyal yaşantımızı düşünemez olduk. Oysaki sosyal ilişkiler üretken kılar kişiyi, dostluğu, paylaşmayı, dayanışmayı yaratır.
Yani yaşamı daha insanca kılar.
Emekçiler hangi koşulda olursa olsun güzelliği yaratmasını bilirler.
BANKS’ın kuruluş gününde bu sözlerle davet edildi SANK tiyatro topluluğu.
Sahneye, çalışanların, kendi yaşamları ve sorunları, gene çalışanlar tarafından getirildi bu kez. Alışık olmadığımız bir sesti bu. Daha sonra Petrol-lş tiyatro topluluğu geldi sahneye ve oyunlarıyla şunu kanıtladılar:
“Biz hayatın tüm alanlarına talibiz” Bu yeni sese hoş-geldin diyoruz.
Hoş geldin!
Kesilmiş bir kol gibi
omuz başımızdaydı boşluğun…
Hoş geldin!
Ayrılık uzun sürdü.
Özledik gözledik…
Hoş geldin!
Biz bıraktığın gibiyiz.
Ustalaştık biraz daha
taş kırmakta,
Dostu düşmandan ayırmakta…
Hoş geldin.
Yerin hasır.
Hoş geldin.
Dinleyip diyecek çok.
Fakat uzun süre vaktimiz yok.
YÜRÜYELİM
N. Hikmet

OKUYUCUDAN MEKTUPLAR
Özgürlük Dünyası, özgürlük mücadelesi için olumlu adımı atmıştır. Geçmişten yararlanıp kitle dergiciliğine ve kitle gazeteciliğine gidilmelidir. Böyle bir derginin aniden çıkması sürpriz olmakla birlikte, bence biraz geç kalınmıştır.
Boşluğu kullanan reformist ve her türden revizyonist yayınlar kitleler içine kök salma içindedirler. Bunların eleştirilerinin, teslimiyetçiliklerinin tecritlerinin yapılması, mücadelenin parçası olmalıdır.
Her türden desteğimizi esirgemeyeceğimizi belirtiriz.
Özgürlük Dünyası’nın yayın süresini daha kısa süreye indirmek önünüzdeki görevlerden olmalı.
Bir İnşaat İşçisi / G. Antep

Her iki sayınızı da merakla ve dikkatlice okudum. Genel anlamda olumlu buluyorum. Olumlu bulmadıklarım da var. Bunlar, birinci sayıda çıkan referandumla ilgili yazı ile ikinci sayıdaki “Referandum Mağlubu Eylül’dür”, “Oyun Oynandı Galip Olmayan Yok” yazıları.
Yılmaz / Berlin

İlk iki sayınızı okudum. Belirli eksikliklerinizle birlikte, çok olumlu buldum. Var olan eksikliklerinizi de diğer sayılarınızda gidereceğinize inanmaktayım. Ama bu eksikliklerinizin bazılarına değinmeden geçemeyeceğim.
Her şeyden önce, dünyanın tek sosyalist ülkesi olan Arnavutluk ve önderi Enver Hoca ile ilgili tek bir yazınızın bulunmayışı büyük eksikliktir.
Diğer önemli bir eksiklik, Stalin sorunudur. Stalin’in ölümünden sonra SBKP’yi ele geçiren yeni Çarlar, tüm güçleriyle ML’yi tahrife yöneldiler. Onlar direkt olarak ML’ye saldıramıyorlar. Bunu Stalin’in şahsında gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Bizler biliyoruz ki, Stalin savunulmadan ML savunulamaz. Modern revizyonistlerin, hainlerin, döneklerin ML ve sosyalizm diye bir sorunları yoktur. Stalin düşmanlığını dünyanın dört bir yanına yaymaya çalışıyorlar. Ama onların bilmediği bir şey var: “Stalin düşmanlığı kime yarar getirmiş ki, bu dönekler çetesine de yarar sağlasın.”
Yeni Çar Gorbaçov’un Sovyet Sosyal Emperyalizminin başına gelmesiyle birlikte, Stalin nezdinde ML düşmanlığı zirvesine ulaşmıştır. Bunlar Stalin düşmanlığı yaparken, başta ML düşmanı Troçki olmak üzere, tüm eski döneklere itibarını geri verdiler. Bu konuda dünya devrimci hareketine ve ülkemiz devrimci hareketine tarihi bir görev düşmektedir. Stalin ve onun eserlerine dört elle sarılmalı ve onun düşünceleriyle bu dönekler cephesinin maskesi bir daha düşürülmelidir.
Derginizin ileriki sayılarında Stalin ve düşüncelerine yer verilmelidir. Modern revizyonistlerin neden Stalin düşmanlığı yaptıklarına derginizde yer vererek, ülkemiz halkına anlatmalısınız.
C. Üniversitesi’nden bir öğrenci / Sivas

Dergimizi maddi ve manevi olarak destekleyeceğiz, gücünüze güç katacağız. El ele, gönül gönüle yaşatacağız Özgürlük’ü. Tüm mutluluklar özgürlüklerle gelir de ondandır Özgürlük’e olan sevgimiz, tutkumuz.
Derginin, sekterlikten uzak,kuru slogansı (anlaşılması zor) bir üslup yerine, geniş kitlelere ülkemizin manzaralarını anlaşılır bir dille sunmayı amaçlamasını çok olumlu buluyoruz.
Strasbourg Özgürlük okurları / Fransa

Özgürlük, gerçekçiliğiyle bilimsel sosyalizmi bayrak edinenlere bir umut kıvılcımı olmuştur.
Grupçuluğa set çekmesiyle, kısır kişisel ve feodal çekişmelere girmemesiyle, geniş hoşgörüsüyle, her türden revizyonizm, oportünizm ve keskin solculuğa (alşimistliğe) karşı uzlaşmaz fikri zenginliğiyle, bilimselliği ve en önemlisi alternatifli anlatımıyla (grupçuluğa düşmeden genel sosyalist anlatımıyla) ve bütün bunların yanında özel olarak Kürt ve kadın sorununa yaklaşımıyla yayın hayatına başlayan Özgürlük’e MERHABA!
İkinci sayınızdaki bir okur eleştirisine değinmek istiyorum: Legalitenin sınırlarının inceliği ve faşizmin affetmezliği.
Şu an (ilk iki sayınız için) sizin hakkınızda böyle bir şüpheye düşmek yanlış olur. (Bu şüphem, diğer dergilerin legalite çalışmanın ilkelerini özümseyememiş olmalarından kaynaklanmakta.) Ancak Türkiye’nin yaşanmış yakın tarihi, hepimiz için geniş bir düşünme ortamı yarattı -ki ben dahi yaşımın küçüklüğüne rağmen bu tarihi, olumsuzlukları ve olumluluklarıyla düşünme sürecini yaşıyorum- ve günümüzde başlayan dergicilik furyası, faşizm için legalite sınırlarını, çalışmasını bilmeyenleri avlama sürecini başlattı. Ayrıca çıkan dergiler etrafında kitle (!) toplama durumu da cabası.
Özgürlük’ü (daha iki sayısına rağmen) diğer dergilerle aynı kefeye koymuyorum. Sizden şu an dileğim; diğer dergilerle kısır kişisel ve feodal çekişmelere girmemeniz, grupçuluğa karşı tutumunuzu korumanız ve daha da önemlisi, dergi etrafında toplanma hatasına düşmemeniz. (Öncelikle yakın tarihimizdeki grupçuluğu hiç de aratmayan -adını değiştiren- “dergicilik” konumuna düşmeyeceğinize inanmak istiyorum.)
Bana gelince… 19 yaşında bir öğrenciyim. 12 Eylül’ün ürünü, yitik kuşaktanım. Amacım zoru başarmak, eskiden moda olanı -mücadeleciliği- “inançlara değil bilgiye yer vererek” bu yitik ve talihsiz kuşak içerisinde gerçekleştirmek.
Biz ne kadar talihsiz de olsak, (bazılarımızın) eskilerden ayrı -belki de üstün- bir özelliğimiz var. Bizde moda yok, düşünce var. İşte bu özelliğim(iz) Özgürlük’e ayrı bir değer vermemizi sağladı.
Yusuf Kardelen

ERDAL ERENİN İDAMI: BİR DREYFUS DAVASI
ateştir yanar ışık ve sonra kül olur
talan iklimi de geçer künyesine tarihin
Prometheus ölmüş çelik gagalı bir kartalın pençesinde

son değil Erdal’ı da yitirdik
ateş bile çalmamıştı kimseden
ama tanrısızdı
ölümlüydü üstelik aramızdan giderken

Direniş
Bekle kar altında kalan
buğday tanesi
Yine onun sularıyla
yeşereceksin
Gözyaşları fayda vermez, ağlama
Başını dik tutarsan boy vereceksin
Bilmiyorsan
bu fırtına nasıl dinecek
Etrafında allı morlu otlar bitecek
Başucunda türlü türlü kuşlar dönecek
Toprağa sıkıca sarıl,baş edeceksin.
İbrahim Karaca

Amatör topluluklardan
Seksenli yıllardan bu yana tiyatro adına önemli çıkışlar yapan amatör tiyatrolar İstanbul’da 6 ayrı şenlikte ve Ankara Metropol Şenliği’nde 80 amatör topluluk içlerinde 21’i üniversite topluluğu olmak üzere seksen sekiz ayrı oyun sundular. Ekim ayından bu yana yeniden çalışmalara başlayan amatör topluluklardan ikisi Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları Moliere’in Zoraki Hekim, İstanbul Sahnesi de Gecekondular’ın Son Gecesi adlı oyunları Ortaköy Kültür Merkezi’nde 17 Aralık 1988 16.00’da sergileyecekler.

Aralık 1988

Geçmişin yanılgıları tekrarlanmamak

Özgürlük Dünyası’nın 1. ve 2. sayıları, mevcut politik koşullarda, işçi hareketinin gereksinimlerine uygun bir içerik ve biçimde çıkmadı. İçinde bulunduğumuz dönemde, devrimci-demokratik hareketin saflarında var olan, mücadele edilmesi ve aşılması gereken zaaflar ve eğilimler, aynı düzeyde olmasa da, Özgürlük Dünyası’na da yansıdı.
İçinde bulunduğumuz dönemde, art arda yayın hayatına giren ve kendilerini’ ‘sosyalist basın” olarak niteleyen yasal dergilerden farklı olarak Özgürlük Dünyası, her şeyden önce, ülke düzeyinde merkezi bir teşhir ve ajitasyon aracı, günlük sınıf mücadelesini yönetmeye ve yönlendirmeye çalışan merkezi bir yayın organı, bir örgütlenme merkezi ve aracı değil, teorik-ideolojik mücadele aracı olmalıydı. Bu, sadece teorik (ideolojik) mücadelenin, koşullardan bağımsız olarak taşıdığı önemden, günümüz koşullarında ise, kazandığı özel önemden kaynaklanmıyor.
Ülke düzeyinde merkezi ve temel teşhir, ajitasyon ve propaganda aracı olan, sınıf mücadelesini yönlendirme işlevi yüklenen yayın organları, kabul edilsen ya da edilmesin, niyetten ve söylenenlerden bağımsız olarak, aynı zamanda birer örgütlenme aracı ve merkezi olma işlevi yüklenirler. Bu, özellikle, gericilik, yenilgi ve dağınıklık yıllarının ardından, toparlanma ve örgütlenme doğrultusunda ilk adımların atıldığı dönemlerde daha çok geçerlidir. Yukarda belirtilen özelliklere sahip olan ve temel alman merkezi yayın organının, hazırlanış, basım ve dağıtım biçimi aynı zamanda, örgütlenmenin iskeletini, örgütsel ilişkileri, taraftar ve kitle ilişkilerini şekillendirir ve belirleyen etkenlerden biri olur. Çünkü merkezi yayın organı, başka şeylerin yanı sıra, kolektif bir örgütleyicidir de…
Legal yayınlar, 12 Eylül öncesi hemen tüm devrimci hareketlerin, merkezi teşhir-ajitasyon ve propaganda araçlarının temel hatta tek biçimiydi. İllegal biçim ya da yeraltı basını ya hiç söz konusu değildi ya da legal yayınların basit bir eklentisiydi ve temel araç değildi. Tüm örgütlenme girişim/eri, örgütsel ilişkiler, kadrolaşma, deney birikimi, çalışma tarzı, taraftar ve kitle ilişkileri legal merkezi yayın organları etrafında şekillendi ve gelişti. Legal dernekçilik de bu şekillenişi ve gelişimi tamamlayan bir başka halka oldu. Hemen bütün sol örgütler bu temel üzerinde yükseldi. Ne var ki, bu temel üzerinde, iç ilişkileri, taraftar ve kitle bağları, kadrolarının özellikleri, deney birikimi, çalışma tarzı ve benzeri açılardan her koşulda varlığını ve faaliyetini sürdürebilecek bir örgüt inşa edilemezdi. Diktatörlüğün muhtemel saldırılarını göğüsleyebilecek, her koşulda varlığını ve faaliyetini sürdürebilecek bir örgüt yaratılamazdı Legal, en fazla yarı-legal bir örgüt yaratılabilirdi. 12 Eylül öncesi olan buydu. Böyle olduğu da 12 Eylül sonrası bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.
12 Eylülcü generaller bir gece devlet yönetimine bütünüyle el koydular. Demokratik hak ve özgürlüklerin kırıntılarını da rafa kaldırdılar. Her şeyi yasakladılar ve saldırıyı başlattılar. Sonuç? Biliniyor.
Bıkkınlık yaratacak kadar, sık sık, 12 Eylül öncesi ve sonrasından derslerin çıkartılması ve çıkarıldığı vurgulanmasına karşın, gerekli derslerin çıkarılmadığı, günümüzdeki pratik göz-önüne alındığında açıkça görülüyor. Günümüzde de aynı zamanda kolektif bir örgütleyici olan merkezi yayın organları, legal olarak çıkarılıyor. Ülke düzeyinde merkezi teşhir, ajitasyon, propaganda faaliyeti ya sadece legal yayınlarla ya da legal yayınlar temel alınarak sürdürülüyor. Diğer merkezi yayın organları ya tamamen tasfiye ediliyor ya da, işlevini tamamen yitirecek bir biçimde çıkarılıyor, merkezi yayın organı olarak legal yayınlar temel alınıyor. Legal yayınlar, bu işlevi üstlendikleri, temel hatta tek araç oldukları sürece, aynı zamanda temel örgütlenme aracı ve merkezi olmaları kaçınılmazdır. İçinde bulunduğumuz dönemde de, gelişme bu yöndedir. Legalize olma biçiminde bir tasfiyecilik süreci yaşanıyor. Bu süreci başta Aydınlıkçılar, TKP, TİP olmak üzere, tüm revizyonist gruplar körüklüyorlar. Legalizm, burjuva yasalcılığı ülkemiz sol hareketinin köklü ve geleneksel bir hastalığıdır. Faturası ağır ödendi ve ödenecektir.
Legal olanaklara ve araçlara tabi olmak, onları temel almakla, legal araçlardan ve olanaklardan yararlanmak farklı şeylerdir.
Özgürlük Dünyası, politik bir hareketi örgütlemek amacıyla çıkmadığı gibi, politik bir hareketin teşhir, ajitasyon ve propaganda faaliyetini, günlük pratik faaliyeti doğrudan yönlendiren, merkezileştiren ve sonuçlarını örgütleyen temel bir araç da değildir. O, böyle bir işlev yüklenmeksizin, işçi ve emekçi hareketinin gelişimine, devrim ve sosyalizm mücadelesine katkıda bulunmaya çalışacaktır. Katkısı esas olarak, proletarya hareketinin üç temel yönünden biri olan, teorik (ideolojik) mücadele cephesinde olacaktır. Bu legal bir yayın organı için, mevcut politik koşullarda, devrim ve sosyalizm mücadelesinin, işçi ve emekçi hareketinin uzun verimli çıkarları ve karşı karşıya olunan acil sorunlar ve görevler açısından tek doğru ve en uygun çerçevedir.
“Devrimci teori olmadan, devrimci hareket olamaz.” Burjuvazi ve gericilik, devrimci teorinin oluşumu ile birlikte, ona, her cepheden çok yönlü, sistemli ve kesintisiz bir saldırı kampanyası başlattı ve sürdürdü. Bu saldırı kampanyasını sürdürürken, sosyalist ve işçi hareketi içinde de müttefikler buldu. Marksist-Leninist teoriye burjuvazinin ve gericiliğin cepheden saldırılarıyla, revizyonizmin ve oportünizmin saldırıları birleşti.
Burjuvazi ve gericilik, Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonu ve modern revizyonist ihanetle birlikte, M-L ‘e, devrim ve sosyalizm mücadelesine yönelttiği saldırılarda yeni ve güçlü müttefikler buldu. Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkeler, proletaryanın devrimci partilerinin ezici bir çoğunluğu, modern revizyonist İhanetle birlikte, M-L’e, devrim ve sosyalizm davasına saldırının üsleri haline geldiler. M-L adına, sosyalizme, M-L teoriye çok yönlü bir saldırı kampanyası başlattılar. Eski burjuvazinin ve eski döneklerin saldırılarıyla, yeni burjuvazinin ve yeni hainlerin saldırıları birleşti. Bu saldırı bugün de tüm şiddetiyle sürüyor. Modern revizyonist ihanetin uluslararası işçi hareketi üzerindeki derin etkileri henüz giderilebilmiş değil.
Uluslararası planda, içinde bulunduğumuz dönemin bir başka özelliği de, Gorbaçov’un genel sekreter olmasıyla birlikte, revizyonist yeni burjuvazinin ve akımların, M-L’e ve sosyalizme karşı yeni bir saldırı kampanyası başlatması, Troçkist, Maocu, modern revizyonist tüm anti-Marksist akım ve grupların, bu saldırı kampanyasının etrafında ve tek cephede birleşmesidir. Ekim devrimi günlerine dönüş sosyalizmde yeni açılım olarak yansıtılmaya çalışılan Gorbaçovculuk, M-L’e ve sosyalizme en fütursuz, en açık saldırılardan biridir. Gorbaçovculukta, teoride ve pratikte olumlanabilecek hiçbir şey yoktur.
Bir unsuru da yeni revizyonist burjuvazi olan dünya burjuvazisinin ve işçi hareketi içindeki uzantılarının, M-L ‘e saldırılarını yoğunlaştırdığı ve bu saldırıların yaşanılan ağır yenilgi sonucu etki alanını genişlettiği günümüz Türkiye’sinde, M-L ‘in ağırlığını savunma ve anti-Marksist akımlara karşı ilkeli ve uzlaşmaz bir mücadele yürütme artan bir önem kazanmıştır. Bu mücadele, burjuva ideolojisinin bütün biçimlerine karşı kesintiye uğramaksızın ve kararlı bir biçimde yürütülmeden ne işçi sınıfının bilinci, sosyalist bilinç düzeyine çıkarılabilir, ne de işçi sınıfının kendiliğinden gelişen mücadelesi, devlet iktidarının ele geçirilmesini merkezine alan politik mücadele düzeyine yükseltilebilir.
Başta Gorbaçovcular olmak üzere modern revizyonistler, ideolojik, politik ve ekonomik açmazlarını, M-L’i daha azgınca saldırarak çözmeye çalışıyorlar. Modern revizyonizmin açmazları ve bunalımı, M-L’in bunalımı ve açmazları olarak yansı turnaya çalışılıyor. Açık ya da üstü kapalı, M-L’in eskidiği, iflas ettiği, gününü doldurduğu, yenilenmesi gerektiği ileri sürülüyor.
Geçmişin değerlendirilmesi ve dersler çıkarılması adı altında, devrimle, reform, M-L ile oportünizm ve revizyonizm arasındaki ayrım çizgisi bulanıklaştırılmaya, geçmişte içinde zaaflar taşısa da, bu temeldeki ayrışma mahkum edilmeye çalışılıyor. 12 Eylül öncesi dönemde, diktatörlüğe muhalif gruplar arasındaki ilişkilerde yapılan ve savunulmaması gereken hatalar gündeme getirilerek, o dönemdeki her türlü ayrışmayı hata olarak gösterme çabası içine giriliyor. Geçmişin hatalarına tepki duyan, ancak revizyonizm ile M-L, reformizmle devrim arasındaki farkı görmeyen, bu nedenle de geçmişi doğru değerlendiremeyen ve devrim ve sosyalizm adına genel bir birlik arzulayan geri bilince sesleniliyor. Bu temelde güç toplama yolları aranıyor.
Devrim ve sosyalizm mücadelesinin yeminli düşmanları olan Troçkistler, modern revizyonistler aklanmaya ve sosyalizmin unsurları olarak yansıtılmaya çalışılıyor. M-L ‘in, devrim ve sosyalizm mücadelesinin düşmanlarına karşı ilkeli ve uzlaşmaz bir mücadelenin yerine,  işbirliği ve uyumun geçirilmesi savunuluyor.
Özgürlük dünyası, geçmişten dersler çıkarma, grupçuluğa karşı çıkma, sekterizmi eleştiri, birlik vb. gerekçelerle, reformizmle devrim, oportünizm ve revizyonizmle M-L arasındaki ayrım çizgilerini bulanıklaştırmak, bu alanda geçmişle atılan adımları ve geçmişin kazanımlarını yok etmek için estirilen liberal rüzgâra karşı mücadele edecektir. Geçmişin devrimci kazanımlarını savunacak ve geliştirecektir.
Özgürlük dünyası, M-L ‘in en temel tezlerinin ve sosyalizmin tartışıldığı bir kürsü değil, savunulduğu bir kürsü olmalıdır ve olacaktır.
M-L bilimsel ve genç bir teoridir. Yaşanan kriz, sosyalizmin ve M-L’in değil, modern revizyonizmin, burjuva-revizyonist dünyanın krizidir. Arnavutluk’ta, dünyanın tek sosyalist ülkesi olan Arnavutluk’ta, kriz yoktur. M-L, sosyalist Arnavutluk’ta uygulanıyor. Ve orada hiçbir alanda kriz yaşanmıyor.
Özgürlük Dünyası’nın platformu, günün modası yeni arayışların platformu, özgür tartışma platformu değildir. Özgürlük Dünyası’nın “nasıl bir sosyalizm” arayışı yoktur ve olmayacaktır. M-L teori ilkesel düzeyde bu soruna açıklık getirmiştir ve pratik, M-L ‘den sapıldığında sosyalizmin inşa edilemeyeceğini açıkça göstermiştir.
Öte yandan, ülkemizde 12 Eylül yılları gericilik ve yenilgi yılları oldu. Diğer devrimci grup ve hareketlerin yanı sıra, ML harekete de ağır darbeler vuruldu. 12 Eylülcüler, ML ‘in savunulmasını yasakladılar. Devrime, ML teoriye karşı sistemli bir saldın kampanyası yürüttüler. Tüm yasal basın ML ‘e ve sosyalizme saldırının kürsüsü oldu. Bu koşullarda, yasa dışı araçlarla 12 Eylülcülerin, sosyal demokrasinin ve legal kürsüler ı edinen Troçkistlerin, modern revizyonistlerin ML’e saldırılarına karşı sistemli ve yaygın bir ideolojik mücadele yürütülemedi. Ayrıca, burjuvazinin ve gericiliğin baskısını, ideolojik saldırılarını göğüsleyememe, sağa savrulma, davayı inkâr, reformizme ve gericilik arasındaki dalaşmalara ve çatışmalara bel bağlama, burjuva ideolojisinin ve onun bir biçimi olan revizyonizmin ve sağ oportünizmin etkisinin artması, tasfiyeciliğin gelişmesi, yenilgi ve gericilik yıllarının tipik özellikleri ve sonuçlarıdır. Gericilik ve yenilgi yıllarında devrim kaçkınlarından, yılgınlardan, düzenle uzlaşan ve birleşen eski devrimcilerden oluşan bir tabakayla, burjuvazinin, revizyonizmin ve oportünizmin sosyal temeline yeni unsurlar eklenir.
Reformizme ve gericilik arasındaki dalaşmalara ve çalışmalara bel bağlamanın, kaçınılmaz sonuçlarından biri de politik mücadeleyi göstermelik parlamentarizmin dar çerçevesi ile sınırlama, ya da temel almadır. Günümüzde, işçilerin, emekçilerin dikkatleri gerici faşist partiler arasındaki dalaşma ve çatışmalara parlamenter zemindeki kombinezonlara çekiliyor. Derin ve sözde bilimsel tahliller yapılıyor. Gerici burjuva partiler arasındaki dalaşmalarda, birinin ötekine karşı desteklenmesiyle parlamenter zemindeki kombinezonlarla işçilerin, emekçilerin acil taleplerini elde edebilecekleri politik özgürlüklerin kazanılabileceği beklentisi yaratılıyor. Referandumları, genel ve yerel seçimleri ve parlamentosuyla anti-demokratik rejimin asma yaprağı olan burjuva parlamentarizmi, 12 Eylülle, Özal’la, faşizmle demokrasi güçlerinin hesaplaşma platformu olarak ele alınıyor. Bu temelde taktikler belirleniyor. Politik mücadele, bu temelde tutum belirlemelere ve hükümet değişikliklerine indirgeniyor. Özgürlük dünyası, politik mücadelenin bu çerçevede ele alınmasına ve emekçilerin mücadelesinin parlamenter kanallara akıtılarak, düzenin sınırları içine hapsedilmesine karşı mücadele edecektir…
Uzamasın. Özgürlük Dünyası Marksizm-Leninizm’in saflığını korumak için mücadele yürütecektir.

Aralık 1988

Türkiye’de tasfiyecilik

Türkiye işçi sınıfı hareketine bir göz attığımızda; tasfiyeciliğin, işçi sınıfının siyasi örgütlülüğünün baş düşmanı olduğu tespit edilebilir. Tasfiyecilik, işçi sınıfının siyasi örgütlülüğünü despot, anti-demokratik, faşist devlet biçimlerine uyarlamanın ismidir.
Lenin diyor ki; “Tasfiyecilik, kökü derinlerde olan toplumsal bir olgudur. Liberal burjuvazinin karşı devrimci ruh haliyle, demokratik küçük burjuvazideki dağılma ve parçalanmayla ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. Liberallerle, küçük burjuva demokratlar, devrimci sosyal-demokrat partinin maneviyatını bozmak, onu alttan kundaklayıp devirmek, çatısı altında basan sağlayabilecekleri yasal işçi örgütleri için yolu temizleyip açmak amacıyla her çareye başvuruyorlar, bin bir türlü yol deniyorlar. Yaşadığımız şu günlerde tasfiyeciler, ideolojik ve örgütsel yönden, dünün devriminden, arta kalan en önemli şeye ve yarının devriminin en önemli siperine karşı savaşıyorlar.” (Tasfiyecilik Üzerine, Sol yayınları, sf. 68-69) Türkiye işçi sınıfının siyasi hareketinin 70 senelik geçmişinin irdelenmesini şimdilik bir yana bırakıp, yakın geçmişe bakıldığında, Lenin’in görüşlerinin derin anlamını daha iyi anlayabiliyoruz. Ülkemizdeki tasfiyecilik, 12 Eylül sonrasında canlanarak, tarihsel görevini yerine getirmek amacıyla sahneye çıktı. Karşıdevrimin saldırılarının, işçi sınıfı hareketine ve devrimi savunan örgütlere zarar verdiği her dönem aynı zamanda, tasfiyeciliğin de “bayram günleri”dir.
“Tasfiyeciler kimlerdir?” sorusunun cevabı gayet açık ve nettir. Her türden revizyonist akımın amacı, işçi sınıfı hareketini tasfiye etmektir. Tabii ülkemizde tasfiyecilik, sadece revizyonizmden ibaret değil. Bir dönem keskin devrimci pozlarda gezinirken, sonradan apolitik mevzilerde kapitalist yaşamın bir unsuru olduğu halde devrim aleyhine propaganda yaparak “vicdanını” rahatlatan “yeni” burjuvalar, işçi sınıfının siyasi hareketini ve devrimci örgütleri bölüp parçalamayı kendine meslek edinmiş burjuva kariyeristler tasfiyeciliğin ana unsurlarıdır. Bunlar, karşı devrimin “zaferi” ile hemen ortaya çıkıp, karşı devrimin ortalığı “temizlediğini” sanarak tasfiyeciliğini geliştirmek amacıyla kollarını sıvarlar.
12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte ülke çapında başlatılan genel saldırı ve Türkiye devrimci hareketinin bu saldırıyı yeterli ölçüde göğüsleyememesi ve de güç kaybına uğraması sonucu, revizyonist tasfiyecilik için en uygun ortamın doğduğu anıldı. Bugün revizyonistler, Türkiye devrimci hareketinin yenilgisinin nedenlerini sözde bulmak için “iyi niyetli” bir uğraşı içinde oldukları görünümünü yaratmaya özen gösteriyorlar.
Tasfiyeciliğinin ideolojik bakış açısı idealizmdir. Dolayısıyla onlar, devrimin sorunlarına bu idealist, şarlatan görüşlerle yaklaşmaktadırlar. Sözüm ona, “teori”de yapılan hatalar, “teorik eksiklik”, tarihsel süreç içinde Türkiye’nin sosyal, ekonomik, politik yapısıyla ilgili derinlemesine ve kapsamlı görüşlere sahip olunmaması vb.nin Türkiye devrimci hareketini yenilgiye götürdüğü ileri sürülüyor. Tabii ki bu tespitle baylarımız, hızla “bilimsel”, “derin” araştırmalara girişiyorlar veya araştırıyor görüntüsü veriyorlar. Sonunda piyasayı birçok “Marksist bilim adamı”(!) kaplıyor. Büyük teorisyenler pozunda bu revizyonistler, nedense, “iyi güzel de, sizin dediğiniz gibi derinlemesine teorik bilgilere sahip olunmaması yenilginin nedeni ise, bu bilgiler olsaydı ne yapılması gerekirdi?” sorusuna bir türlü cevap vermek istemiyorlar. Çünkü bu sorunun cevabı pek bilgiç revizyonistlerin amacını açığa çıkaracak. Örneğin; “Marksizm” adına açıktan devleti savunan Doğu Perinçek ve grubunu ele alalım. (Bkz. Dipnot 1) Doğu Perinçek’in başını çektiği ve giderek birkaç eski arkadaşından başka kimsenin kalmadığı “Aydınlık” ismiyle “şöhrete” kavuşan bu revizyonist burjuva aydınların, 12 Eylül öncesinde tam anlamıyla karşı devrimci bir politika izledikleri biliniyordu. Onlar, bir yandan CHP-AP karması bir hükümet isterken, diğer yandan da, bir an önce müdahale etmesi için orduya çağrı çıkarmaktan geri kalmıyorlardı. Bunların 12 Eylül öncesinde tespit ettikleri taktik, bir bakıma, 12 Eylül darbesiyle birlikte pratiğe geçirildi Ama ne yazık ki(!), bu işin önderliğini D.Perinçek’in partisinin yerine ordu yaptı. Ülke “kargaşadan” (Bkz. dipnot 2) kurtarıldı. Bir milyona yakın insan “aşın solcu” diye gözaltına alındı. Bunlardan 200 bini tutuklanarak zindanlara dolduruldu, on binlerce genç devrimci sakat bırakıldı. Yüzlercesi işkencede öldü, 50’ye yakın insan idam edildi. DİSK kapatılarak dağıtıldı, İşçi sınıfı ve emekçi halkın birçok demokratik hak ve özgürlüğü ortadan kaldırıldı; kısacası, Türk ordusu, Aydınlıkçı’ların istekleri doğrultusunda hareket edip, ülkeyi zapturapt altına aldı.
Şimdi, böylesine “başarılı” taktikler saptayıp, orduya dahi “yol gösteren” bu kişilerin, doğan ortamdan yararlanarak, Türkiye devrimci hareketinin, işçi ve emekçilerin mücadelesinin karşı-devrimin saldırıları karşısında güç kaybetmesinin nedenlerini arıyor görünüp ortalıkta gezinmelerine ne denmelidir! Ama bu revizyonistler, çok “zeki” insanlardır. Türkiye devrimci hareketinin geçici yenilgisinde revizyonizmin belirleyici etkisinin olduğunu gözlerden gizleyerek aydın lafazanlığıyla, karşı-devrimin saldırıları karşısında teslim olanları etraflarında toplayabileceklerini sanıyorlar. Bu nedenle, 1983 Kasım seçimleri sonrasında, hemen kolları sıvayarak ortaya fırladılar, birbirleriyle yarış edercesine, işçi ve emekçilerin hareketini, “yeni rejime” uyarlamaya çalışıyorlar.
Böylece revizyonizm, tarihi fonksiyonuna uygun bir tarzda, 12 Eylül’den sonra geriye devrimci olarak ne kalmışsa onu da tasfiye etmek için, “iyi niyetli” çabasına girişmişti. Onlar, sözde, herkesi “sol gruplar arası olumsuzlukların” üzerine gitmeye ve “sol içi çatışmalardan arınmaya” ve “bağnazlıktan kurtularak”, “olgun devrimciler” olmaya ve “devrimin sorunlarını birlikte tartışma”ya çağırıyorlardı. Kısacası, bir yandan 12 Eylül öncesinde “baş düşman Sovyetler ve revizyonistler alınmalı, batı emperyalizmi ve Türkiye gericiliği ve devleti savunulmalıdır” diyen Aydınlıkçılar, diğer yandan da, “anti-Sovyetizm, anti-komünizm demektir, Sovyetlere kim karşıysa Maocudur. Türkiye halkının baş düşmanı MHP ile birlikte Maoculardır” diyen TPK ve diğer Sovyetçi revizyonistler, şimdi “dostluk” ve “barış” adına, “Marksistleri” birliğe çağırıyorlar. Doğu Perinçek, M. Ali Aybar, Murat Belge ve Sovyetçi revizyonistler arasında “birlik”ler kuruluyor! Bununla, Türkiyeli “Marksistler” arasındaki çatışmaya da, barışa da revizyonistlerin karar vermiş olduğu kanıtlanmış oluyor!
Revizyonistler arasındaki barış veya düşmanlık, her zaman, işçi sınıfının dünya görüşünü ve işçi sınıfının siyasi hareketini hedef alır, onu tasfiyeyi amaçlar. Tüm bu olaylar, Marksizm-Leninizm ile revizyonizm arasındaki ayrımı Çin ve Sovyet çatışması olarak görülmesinin yanlışlığını kanıtlıyor. Ama yine de, revizyonistlerin olaylara çok “iyi niyetli”  yaklaştıklarından hiç kimsenin şüphesi olmasın! Çünkü onlar bu “iyi niyet” gösterisine girmeden, devrimci fikirlerden etkilenen, ama yenilgi dönemlerinde sözde “kafası karışan” kişileri kazanıp saflarını genişletemeyeceklerini çok iyi bilirler. Bunun için de, 1983 Kasım seçimlerinden sonra “Marksistler arası” özgür tartışma kampanyası başlatıldı. Kimi revizyonistler, çıkardıkları yasal dergilerde, kendi dışındaki “Marksist gruplardan” olanlara da sayfa açtı. Nedense “diğer Marksist gruplar” dedikleri hep de kendileri gibi düşünen kişilerden oluşuyordu. Bu kampanyanın arkasından yasal “sosyalist parti”nin kurulması girişimleri gündeme geldi. Böylece, 12 Eylül sonrası silah zoruyla kurulan ve yine silah zoruyla, tek yanlı propaganda kampanyalarıyla “halka onaylatılan” rejimin Anayasasıyla “meşruluk” bulan -ve bir yıldır bu meşruluğu elde etmeye çalışan- parti -ve yasallaşmaya çalışanı- işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesinin geçici bir süre için “yenilgiye” uğramasının nedenlerini araştırıyormuş gibi davranabiliyor. Bu manzara karşısında içimizden, “devrimci hareket yenildiyse sana ne, sen açıktan karşı-devrimin yanında yer almıştın. Sana mı kaldı devrimci hareketin yenilgisinin nedenlerini araştırmak” diye sormak geliyor. Bir an için böylesine bir “sekterliğe”(!) düşmeyerek, Aydınlıkçıların da “nedamet” getirerek devrimin sorunlarına Marksist bir açıdan eğildiklerini düşünelim. Aydınlıkçıların söylediklerine ve yaptıklarına bakıldığında, bunlar hakkında en küçük bir “iyi niyet” beslemenin bile büyük bir yanılgı olduğu görülebilir.
Doğu Perinçek ve arkadaşlarının çıkardığı “2000’e Doğru” ve “Saçak” isimli dergilere ve “Sosyalist Parti”nin izlediği çizgiye göz attığımızda, yukarıda ileri sürdüğümüz görüşlerin tüm kanıtlarını bulabiliriz. Bu revizyonistler sözde demokrasi istediklerini iddia ediyorlar. Aslında ise istedikleri demokrasi, 12 Eylül “demokrasisinin” sınırlarının biraz daha genişletilmesinden ibarettir. Ama esas amaçları, işçilerin ve emekçilerin mücadelesinin sosyal kurtuluşa doğru yol almasının önünü kesmektir.
İster Aydınlıkçılar olsun, isterse TKP ve yandaşları revizyonistler olsun, tüm güçleriyle “Marksizm’in”, egemen sınıflar tarafından kabul edilebilir zararsız bir ideoloji olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Doğu Perinçek, yasal partisini kurmaya çalıştığı dönemde, birilerine seslenerek, “posta kutularına gizlice bildiri atmakla bir şey yapılamaz, gelin hep birlikte yasal sosyalist partiyi kuralım” diyebiliyordu. Aslında, Doğu Perinçek, Marksistleri ihanete, 12 Eylül sonrasında geriye kalan devrimci ne varsa onu tasfiye etmeye, kısacası; polisi “gizli örgütleri” bulma uğraşısından kurtarmaya çağırıyordu. Böyle bir çağrı, 70 seneden beri, işçi sınıfının ve emekçilerin yasal siyasi faaliyete katılmasının ve siyasi örgütlerini kurmasının yasak olduğu “Türkiye’ye özgü demokrasi” rejiminin bulunduğu ülkemizde kapılıyor.
Doğu Perinçek, Haydar Kutlu, Nihat Sargın, M. Ali Aybar, Yalçın Küçük vb. için Türkiye’de yasal “sosyalist parti”nin kurulması yasak değil. “Komünist partisi” kurulmadan demokrasi olmaz diyerek yola çıkan Haydar Kutlu ve Nihat Sargın’ın başlattığı tartışmaya, “artık komünist partisi kurulabilir” sözleriyle, Kenan Evren, Turgut Özal, Recep Ergün vb. de katıldılar. Haydar Kutlu ve Nihat Sargın’ın “komünist partisi”ni kurmak için “eyleme” geçmelerinin amacı, “komünist partisinin kurulması” düşüncesini, Türkiye’yi yönetenlerin nezdinde de tartıştırmak ve onları ikna etmekti. Bunun için gerek D. Perinçek ve arkadaşları ve gerekse Haydar Kutlu ve Nihat Sargın, ülkenin cumhurbaşkanıyla, başbakanıyla, bakanlarıyla, generalleriyle bir diyalog ve tartışma ortamı yaratıyorlar.
Hızlı bir tarzda “komünist partisi”nin kurulması gerekliliği tartışılıyor. Kimisi 141. ve 142. maddelerin kaldırılmasını, kimisi ise 1982 Anayasası’nın değiştirilmesini istiyor. Bu tartışmalar içinde en doğru düşünceyi Uğur Mumcu dile getirdi. “U.Mumcu, gerek Doğu Perinçek ve arkadaşlarının “sosyalist parti”sinin, gerekse TKP’nin programına göre adı “komünist” olan partinin kurulmasının, mevcut yasalara göre yasak olmadığını söylüyor. Cumhuriyet gazetesinin yazarı, 1982 Anayasası’nda ve Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. maddeleriyle yasaklanan, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki egemenliğidir diyor. Gerek TBKP’lilerin, gerekse “SP”lilerin proletarya diktatörlüğünden vazgeçtiklerini ve çok partili demokrasiden yana olduklarını, seçimlerle işbaşına gelmeye çalışacaklarını ilan ettiklerini de ekliyor. Aslında U. Mumcu, “anarşizmi durdurmak, illegal örgütleri etkisiz hale getirmek için oyalanmadan, bir an önce, proletarya diktatörlüğünü ve devrimi reddeden komünist partisi yasallaştırılmalıdır, bunun için ne Ceza Yasası’nda, ne de Anayasa’da bir değişikliğe gitmeye gerek yoktur” demek istiyor. Her türden revizyonist de bu düşüncededir. Ama halen, düşüncelerini herkesin anlayacağı biçimde dile getirmekten çekiniyorlar. Cumhurbaşkanını, başbakanı, egemen burjuvaziyi “demokrasi kültürüne” kazanmaya ve “demokratlaştırmaya” çalıştıklarını ileri sürebiliyorlar. Oysa olayları yakından takip edenler, aslında, “yeni rejim”e uygun ideolojik ve siyasi değişikliklere gidenlerin revizyonistler olduğunu, Evren’in, T. Özal’ın, Demirel’lerin, İnönü’lerin, Ecevit vb. demokrasi anlayışıyla bütünleştiklerini görebiliyorlar. Başkalarını “demokrasi kültürüne” kazananlar TKP’liler, TİP’liler, Aydınlıkçılar ve diğer revizyonistler değil, “Türkiye’ye özgü demokrasi”nin savunucularıdır! Bu “demokrasi”nin eksikliği, rejimi kabul eden ve onun dışına çıkmayacak yapıyı savunacak “komünist” veya “sosyalist” isimli bir partinin kurulmasıdır. Perinçek, keskin laflarla herkesi bu platforma çağırıyor “Yasal siyasi faaliyet yürütüyoruz, bize yönelen saldırıları göğüslüyoruz, her şeyin bir bedeli var, bu bedeli ödeyerek veya ödemeye hazır olarak hareket ediyoruz” diyerek, “kahramanlık” gösterilerine girişmekten de geri kalmıyor.
Bu revizyonistler bir şeylerin “bedeli”ni mi ödüyor, yoksa, egemen burjuvazi tarafından mükafatlandırılıyorlar mı? İşte bu tespit edilmelidir.
Haydar Kutlu ve Nihat Sargın, polise teslim oldu. Şimdi “çok ağır” ceza talebiyle yargılanıyorlar. Arkalarına da Avrupa “komünistleri”ni, sosyal-demokrat partileri vb. almışlar. Amaçlan, programını ilan ettikleri “komünist partisi”nin kurulmasını sağlamak. Bunun için yargılanma temelinde bir tartışma açtılar. Bu tartışma sürecinde, TBKP’nin programı temelinde bir “komünist partisi”nin kurulabileceğini Kenan Evren de kabul etti. Uluslararası mali sermayenin Türkiye’deki uzantılarından biri olan Sabancı Holding’in Başkanı Sakıp Sabancı da “komünist partisi kurulabilir” dedi.
Olaylara yüzeysel bakanların, “Türkiye’de demokratikleşme hızla gelişiyor” demekten kendilerini alıkoyamayacaklarını biliyoruz. Oysa demokrasi adına hiçbir şekilde hayale kapılmamak gerekir. Çünkü bu platformda, revizyonizmle fikir birliğine varan egemen sınıfların temsilcileri, hep birlikte işçi sınıfının siyasal hareketini tasfiyeyi amaçlamaktadırlar.
12 Eylül darbesi ve aradan geçen 8 sene, karşı-devrime, sadece polisiye tedbirlerle Türkiye devrimci hareketini çok edemediğini gösterdi. Tutuklamalar, işkenceler, kısacası, faşist terör işçi ve emekçileri sömürü ve baskıya karşı mücadele etmekten alıkoyabilseydi veya mücadele etmekten vazgeçirebilseydi, burjuvazi siyasi iktidarını, her yerde faşist biçime büründürmekte (bir an olsa bile) tereddüt göstermezdi. Yani, faşizm, her zaman işçi ve emekçilerin sosyal ve siyasal kurtuluş mücadelesini ezmek için ne çare olabiliyor ve ne de sınıf mücadelesini yok edebiliyor. Çünkü bunlar, (faşistlerin de iradesine tabi olmayan) sınıf farklılıklarının, insanın insan tarafından sömürülmesinin yarattığı objektif olgulardır. Egemen sınıflar açısından 12 Eylül darbesi “başarılı” oldu. Ama başka şartlarda ve emekçilerin sınıf mücadelesinin tecrübeleriyle olgunlaştıkları ortamda, 12 Eylül benzeri askeri darbeler, aynı “başarıyı” tekrar elde edebilecek mi? Bu soruya kesinlikle hayır cevabı verilebilir. Ve buna tarihten örnekler de gösterilebilir. Örneğin, Şili’yi ele alalım. Faşist Pinochet bile, halkın mücadelesi karşısında “demokrasi” gösterisine girişebiliyor ve kendisini “demokrat” ilan edebiliyor. Bugün, Şili halkı bu faşist diktatörün karşısına “Çakala ölüm!” sloganıyla dikilebiliyor.
İşçilerin ve emekçilerin mücadelesin» ve örgütlülüğünün bugün, 12 Eylül öncesindeki boyutlarına erişemediği bir gerçektir. Ama aşırı sömürü ve baskı, 12 Eylül öncesi Türkiye’sinin yeniden gündeme gelmesinin şartlarını oluşturuyor. Bunun için, karşı-devrimciler hep birlikte, “Türkiye, 12 Eylül öncesindeki gibi uçurumun kenarına gelmeyecektir” deyip duruyorlar. Bunları söylerken, bir yandan da kendileri bile söylediklerine inanmıyorlar. Onlar, terörün her şeyi halledemediğini görüyorlar. “Yok ettik, bir daha bellerini doğru Namazlar” dediklerim yok edemediklerini görüyorlar. Eylemlerin arkasından “tahrik edicilerin” bulunduğunu söylemekten de kendilerini alamıyorlar. Bunun için, terörün yanı sıra, “demokrasiciliği” geliştirip, revizyonist tasfiyeciliği de tam anlamıyla devreye sokmaya çalışıyorlar. Revizyonistlerin geçici de olsa devreye sokulmasının ağırdan alınmasının nedenlerinden biri, bu işi başarıp başaramayacakları konusunda tereddüt göstermeleridir. Çünkü Türkiye’de, revizyonistlerin istenen görevi yerine getirebilmek için büyük şansları yok. Bunun çeşitli nedenleri vardır.
Önce ülkenin iç durumunu ele alalım. Türkiye’de revizyonist tasfiyeciliğin tabanını oluşturan sosyal temelin zayıf olduğu gerçektir. Yaygın bir tabaka oluşturan, egemen sınıflar tarafından baskı altında tutulan küçük burjuva aydınlar, işçi sınıfı içindeki bürokrat ve aristokrat küçük-burjuva tabaka vb. revizyonizmin toplumdaki sosyal temelini oluşturmaktadır. Tabii ki bununla, revizyonistlerin “sosyalizm” adına bilinçsiz işçi ve emekçileri etkileyebildiklerini veya etkileyebileceklerini inkâr etmiş olmuyoruz, örneğin, 12 Eylül öncesinde revizyonistlerin işçi ve emekçilerin üzerinde önemli ölçüde siyasi, ideolojik ve örgütsel etkilerinin olduğu bir gerçektir. 12 Eylül öncesinde, işçi ve emekçilerin mücadeleci kesimleri revizyonistlerin peşinde yürüdükleri için, 12 Eylül darbesinin karşısında aciz kaldılar. 8 sene boyunca görülmemiş baskı ve sömürüye tabi tutuldular, var olan demokratik hak ve özgürlüklerini kaybettiler, DİSK gibi mücadeleleriyle kurup yaşattıkları sendikalarının kapatılıp dağıtılmasına engel olamadılar. 12 Eylül darbesiyle birlikte, işçi ve emekçileri kendi başlarına bırakan revizyonistler, sınılın kendilerine duyduğu güveni de kaybettiler. Hiç kimse, revizyonistlerin, 12 Mart 1971 sonrasındaki gibi “Marksizm” adına işçi ve emekçileri etkileyerek, güçlü “Marksist” gruplar haline gelmesinin, ’83 Kasım’ı sonrasında da tekrarlanacağım ummasın. Çünkü bu iki dönem arasında çok önemli farklılıklar var. 12 Mart’ta karşı-devrimin saldırısıyla “yenilgiye” uğrayan radikal “sol” ve devrimci gençlikti. O dönemde, işçi ve emekçiler, karşı-devrimin saldırılarıyla yoğun bir tarzda karşı karşıya kalmadı, örneğin, DİSK kapatılmadı, sıkıyönetime rağmen kısıtlanmış faaliyetine devam etti. TÖS ve Dev-Genç dışında diğer demokratik kitle örgütleri kapatılmadı. Kapatılan TÖS’ün yerine TÖB-DER kuruldu. 1973’e gelindiğinde, işçi ve emekçilerindeki sınıfsal uyanış görülmemiş boyutlara çıkmıştı. 1973 seçimlerinde “sol” sloganlarla harekete geçen CHP, AP vb. gibi sağ partilerden daha çok oy alarak birinci parti olabiliyordu. Devrimci sosyalist düşünce, Türkiye’nin en ücra köylerine kadar yayılmıştı.
12 Mart 1971 darbesinin hışmına uğramayan revizyonistler, “devrimci Marksist” görünümünde, kendileri için hazırlanan ortamdan yararlanarak, hızlı bir tarzda güç topladılar. 12 Mart 1971 darbesi sonucu, yenilgiye uğrayan radikal “sol”un yılgın küçük-burjuva aydın taraftarlarını topladılar. Örneğin, o dönemde TSİP’li, “ilerlemeci” olmak moda oldu. Yasal dergi ve gazeteleri bunlar çıkarıyor ve “devrimcilik”, “sosyalistlik” adına birçok insanı etraflarında toplayabiliyorlardı. DİSK ve diğer “demokratik kitle örgütleri” adı verilen örgütlerin yöneticilerinin büyük bir kesimi, “ilerlemeciler”e katılmıştı. Devrimci, sol gruplar kendilerini toplayıp siyasi faaliyete girmeye başladığında, revizyonistlerin önemli ölçüde güç kazandıklarını ve yol aldıklarını gördüler.
Ama ne var ki, 1983 Kasım seçimleriyle birlikte, tekrar 1973 sonrası döneme girilmedi. Revizyonizmin, 12 Eylül darbesi karşısında işçi ve emekçilerin mücadelesinin yenilgiye uğramasından önemli payı vardı. Bununla birlikte, karşı-devrim her şeye rağmen 1973 sonrasının yeniden doğmaması için, siyasal rejimde gerekli değişiklikleri yapmıştı ve olabildiğince dikkatliydi. 1983 Kasım seçimleri, 12 Eylül darbesinin gericiliği, her türden sağcı düşünceyi güçlendirdiğini gösteriyordu. Sosyal-demokrat olarak ortaya çıkanlar dahi daha geri düzeydeydi. 12 Eylül yenilgisi işçi ve emekçilerde moral bozukluğu yarattığı gibi, özellikle, işçi ve emekçiler, revizyonistler tarafından desteklenen CHP ve hükümetinin politikasının karsısında. “sol”a olan güvenini kaybetmişti. Bu kaybolan güven, CHF reformistleri ve revizyonistlerin 12 Eylül’den az önce ve 12 Eylül’den sonra darbeyi destekleyen politikalarıyla daha da gelişmişti. “Sola küsen” bilinçsiz yığınlar, darbecilere boyun eğmekten başka çıkar yol bulamamışlardı. Kısacası; göstermelik demokrasiye geçişle birlikte, siyasi rejim, revizyonistlerin tasfiyeci faaliyetlerine uygun bir özellik kazanmasına karşın, revizyonizm istenen boyutta işçiler ve emekçiler üzerinde etkin olamıyor olamayacaktır.
12 Eylül darbesinin Türkiye devrimci hareketine büyük kayıplar verdirmesinin baştan gelen nedenlerinden biri yasalcılıktı. On binlerce devrimci, Türkiye’deki siyasal rejime uygun düşmeyen yasalcılığın adeta “kurbanı” olmuştu. 12 Eylül darbesinin siyasal rejimde yaptığı değişikliğe rağmen, bugün, revizyonizm yasalcılığı yeniden diriltmeye çalışıyor.
Bugün, her türden revizyonist, siyasal ve ideolojik görüşlerini gözden geçirerek “yeni rejime” uygun hale getiriyor. Böylece, Türkiye devrimci hareketinin devrimci çizgi doğrultusunda yemden güçlenmesine engel olunmak isteniyor. Ama her renkten revizyonist, istedikleri ortamı bulamamanın de sıkıntısını çekiyor. Çünkü devrimci mücadeleden kopanlar, öyle geri düzeye savruldular ki, revizyonistlere doğru dahi bir eğilim göstermiyorlar. Binlerce, on binlerce küçük-burjuva, bir dönem burjuva demokrasisinin elde edilmesi amacıyla harekete katılmıştı. Hepsi de sosyalist geçiniyordu, sosyalizm için mücadele ediyormuş gibi devrimcilerin ve devrimci Marksistlerin saflarına katılmışlardı. Kısacası, burjuva demokratları oldukları halde, gerçek devrimcilerin ve sosyalistlerin saflarına katılmışlardı. Hemen devrim olacağını sanıyorlardı. Devrimci mücadelenin yenilgisi ve umutlarının boşa çıkmasıyla, bunlar devrim saflarını (hatta lafta da olsa kendine Marksist diyenlerin dahi) terk edip, ya sosyal-demokratlara katıldılar veya siyasetten dahi koparak, kapitalist sömürüden bir şeyler koparmanın peşine düştüler. (Bunların geldikleri sınıf ve aile çevresinin kapitalist sömürüden pay almaya imkân tanıdığı unutulmasın) Ve ya, düzen içinde iyi bir yaşantı kurmaya yarayacak meslekler edindiler.
İşte bu unsurlar, başlarının yeniden “belaya” girmesini istemedikleri için revizyonistlerden, dahi uzak duruyorlar. Çünkü 1960’lardan ’80’lere kadar ki siyasal sürece bir göz attığımızda, her on senede bir yasal olarak kurulan “sosyalist” partilerin, çeşitli derneklerin üye ve yöneticileri tutuklanmakta, 141-142. maddelere aykırı hareket ettiklerine dair iddialarla yargıç önüne çıkarılmaktadırlar. Örneğin, “Barış Derneği” yasal bir örgüt olmasına rağmen, üye ve yöneticileri hemen tutuklanıp, 141, 142. maddelere aykırı hareket ettikleri gerekçesiyle yargılanmışlar, “gizli örgüt” üyesi olmak iddiasıyla mahkûm edilmişlerdir. Türkiye’de, “sosyalistlik” adına, ne, kadar mevcut yasalara uygun siyasi faaliyet yürütülürse yürütülsün, yine de “gizli komünist partisi üyesi” olmak iddiasıyla yargılanıp cezalandırılmaktan kurtulunamıyor. Türkiye, 15 yaşında bir çocuğun “kırmızı fener altında gitar çalıp, komünizm propagandası yaptı” diye tutuklanıp yargılandığı bir ülkedir. Her yerde “orak-çekiç” resmi arandığını hiç kimse unutamaz.
Böylesine bir ülkede, işçi sınıfının siyasal hareketini rejime uyarlama dahi oldukça zordur. Bunun için (12 Eylül gibi terör döneminden sonra) düzenle kaynaşma imkânlarına sahip olanlara, “gelin yasalara uygun hareket eden sosyalist partiye katılın” çağrısına ses verenler, “eski devrimciler”in çok azınlığıydı. 12 Eylül öncesindeki devrimci hareketlerin taraftarlarının epeycesi sosyal demokratlaşarak SHP’li oldu. Yani, “sosyalistliği” terk ettiler.
1985’e gelindiğinde uluslararası revizyonizm içinde önemli değişiklikler oldu. Gorbaçov, SBKP’nin genel sekreteri oldu, Sovyet kapitalizmini çıkmazdan kurtarmak için sözde bürokratizme savaş açtı. Gorbaçov, Stalin’in ölümünden sonra Kruşçevci revizyonistlerin Sovyetlerdeki sosyalizmi ve proleter demokrasisini tasfiye ettiklerini unutturmak, Sovyetlerde Kruşçevcilerle birlikte kapitalizmin yeniden kurulduğunu gizlemek amacıyla, “glasnost”, “perestroyka” sloganlarıyla klasik kapitalizme dönüşün yollarını aramaya başladı. Gorbaçov, uluslararası kapitalizmle daha fazla kaynaşmak arzusuyla anti-Stalinist kampanya başlattı. O, emperyalist sisteme, emperyalistler arası savaşa rağmen kalıcı barışın, sözde silahsızlanmanın sağlanabileceği düşüncesiyle harekete geçerek Marksizm-Leninizm’e savaş açtı.
Gorbaçov, “demokrasiyi geliştirelim” laflarıyla, açıktan klasik kapitalizmi savunanlara söz hakkı tanırken, gerçek sosyalizmi, proletarya demokrasisini savunanlara “demokrasi” tanımamaya özen gösterdi.
Gorbaçov’cu revizyonistler, kapitalizmin savunucusu Buharin’in ve arkadaşlarının itibarını geri vererek, Stalin’in bunlara karşı haksızlık yaptığım söyleyip, “demokrasi” yaygarasıyla yeri göğü inletirken, diğer yandan da Lenin’in görüşlerini çarpıtmaktan, Stalin’in görüşlerine yasaklar getirmekten, çekingen ve korkak bir tarzda da olsa Stalin’i savunanları hemen susturmaktan geri kalmadılar. Gorbaçov’un “demokrasisi”, dinci gericiler ve her türden Marksizm-Leninizm düşmanları vb. içindir. Gorbaçov çok “demokrat”tır ama Kruşçev gibi, Stalin’i haksız, delilsiz, hiçbir maddi kanıt getirmeden suçlarken, bu suçlamaları tek tek delillerle çürüten Enver Hoca’nın görüşlerinin, Sovyetlerde yayınlanmasına da izin vermez. Kruşçevin Stalin hakkındaki iftiraları, Enver Hoca başta olmak üzere dünya Marksist-Leninistleri tarafından birer birer çürütüldüğü biliniyor. Gorbaçov, Stalin hakkında, Kruşçev’in suçlamalarının dışında yeni hiçbir şey getirmedi. Ama O, uluslararası emperyalist burjuvazi ve dünya gericiliğini arkasına alarak, anti-Stalin kampanyasıyla Kruşçev ile birlikte kapitalist yola giren Sovyet ekonomisinin çıkmazının faturasını, Lenin’in, Stalin’in şanlı sosyalist dönemine kesmeye çalışıyor. “70 senelik sosyalizmin hataları” adı altında, sosyalist Sovyetlerle kapitalist Sovyetler arasındaki farkı göz ardı etmektedir. Stalin, sosyalist ekonomiyi uyguluyordu. 1929’larda dünya kapitalizmi ekonomik krizin içine yuvarlanarak bataklığa doğru sürüklenirken, sosyalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu Sovyetlerde ekonomi gelişiyor ve halkın refah düzeyi artıyordu. Günümüzün Sovyetleri ise, emperyalist-kapitalist ülkelerden bile daha şiddetli ekonomik krizin içindedir. Gorbaçov’cu revizyonistler bunun da nedenini, Stalin döneminde arıyorlar! Akılları sıra, Stalin dönemindeki sosyalizm sayesinde refah içinde yaşayan Sovyet halklarının, o dönemi hatırlamasını engelleyecekler. Bunun için Kruşçev-Brejnev döneminde kapitalist ekonominin gelişmesi sonucu güçlenen bürokrat burjuvazinin, onun yoz ve lüks yaşantısının, yolsuzluğun nedenlerinin Stalin dönemindeki sosyalizmde aranması gerektiğini ileri sürüyorlar.
Gorbaçov gerçek sosyalizmi yerden yere vururken, kapitalizme övgüler düzmekten, Lenin’in emperyalizm hakkındaki görüşlerinin yanlış olduğunu belirtmekten de geri kalmıyor. Gorbaçov, dünyanın her yerinde gerileme sürecine giren her türden revizyonisti canlandırmak için yoğun çaba harcıyor.
Batılı kapitalist ülkelerde yaşanan durgunluk ve yer yer patlak veren siyasi kriz koşullarına rağmen; çok önceden beri sosyal-demokratlarla aynı ideolojik siyasi görüşü savunan Avrupa “komünistli” revizyonistler başta olmak üzere tüm revizyonistler, hızlı bir tarzda güç kaybediyorlar.
Avrupa “komünistleri”nin ateşli savunucusu ve “teorisyeni” İspanyan meşhur revizyonist Carillo ve önderlik ettiği parti tamamen iflas etti. Carillo, sonunda revizyonist İspanya Komünist Partisi’nden de kovuldu. Programından proletarya kavramını ve proletarya demokrasisini çıkaran Fransa’nın revizyonist partisi, artık tükenme dönemini yaşıyor, parçalanıp dağılma sürecinde. Aynı akıbeti İtalyan revizyonist partisi de yaşıyor.
Derinleşen kapitalizmin genel bunalımı döneminde, işçi ve emekçilerin karşısına devrimci bir alternatif sunamayan revizyonistlerin, giderek erimesinden doğal bir şey olamaz. Sözde sosyalist olan ülkelere bakarsak, onların da Kruşçev’in izinden giderek kapitalizmi yeniden inşa etmenin bedelini ödediklerini görürüz. Bunlar, ekonomik krizden kurtulabilmek için batılı emperyalist burjuvazinin sömürüsü altına girmekten başka çıkar yol göremiyorlar. Tito’nun “öz yönetim sosyalizmi” isimli kapitalist sistemi de daha bir çıkmaza saplanmış, Yugoslav toplumu derin ve şiddetli bir bunalımın içine yuvarlanmıştır. Enver Hoca’nın Yugoslavya için söyledikleri bugün, pratik tarafından bir bir kanıtlanıyor. Enver Hoca, çok kısa bir süre sonra Yugoslavya’da burjuva şovenizminin alabildiğine hortlayacağını, Yugoslavya’nın milliyetlerin çatışma alanına döneceğini söylüyordu. Yugoslavya’da kapitalizm, tüm çelişkileriyle tarih sahnesine çıkmıştır. (Bkz. dipnot 3)
Kapitalist ekonomi krizinin dünyayı sardığı, emperyalizmin sömürgesi ülkelerdeki işçi ve emekçiler başta olmak üzere, tüm dünyadaki işçi ve emekçilerin kapitalizmin krizi altında ezildikleri bir dönemde, Gorbaçov’cu revizyonistler, kapitalizme övgüler düzebiliyor, çürüyen kapitalizm demek olan tekelci dönemde, kapitalizmin gelişme dönemini yaşadığını ve kapitalist üretim ilişkilerinin esasta üretici güçlerin gelişmesinde olumlu rol oynadıklarını ileri sürebiliyor. Sovyet revizyonistleri çürüyen, içine yuvarlandıkları ekonomik krizden bir türlü kurtulamayan kapitalizme hayrandır.
Çin’in Deng’i, Gorbacov’dan çok önce, klasik kapitalizmin yolunu tutmuştu. Kapitalizmin ekonomik krizi, günümüz Çin’ini dört bir yandan sarıyor. Emperyalistlere, sömürüye açılan kapılar enflasyonu, işsizliği birlikte getiriyor. Deng’in “liberal ekonomi”si çıkmazdı.
Dünya revizyonizminin böylesine bir bunalım içine girdiği dönemde, Gorbaçov’un “perestroyka”sı revizyonizmin derdine çare olabilir mi? (Bkz. dipnot 4)
Gorbaçov’un revizyonist düzenlemelerinden en fazla güç alanlar, Türkiye’nin revizyonistleri oldu. TKP’liler, TİP’liler, lafta da olsa sosyalizmin bazı devrimci ilkelerini savunmak zorunda kalıyorlardı. 12 Eylül sonrası, bu durum onları zorda bırakıyordu. Türkiye’nin “yeni siyasal rejimine” uygun değişikler yapmadan, yasal siyasi faaliyet sürdüremeyeceklerini biliyorlardı. Ama görüşlerinde yapacakları değişiklerin, devrim ve sosyalizm adına etraflarında toplanan kişilerin tepkisini çekmemesi gerekirdi. Kendilerinin dışında örgütlenen diğer revizyonist grupların “yeni görüşlere” karşı çıkmaları da düşünebilirdi. Bunun için ilk önce, “Sol Birlik” adı altında tüm Sovyetçi revizyonistleri yeni rejime uyarlamayı öngören platformda bir araya getirdiler. Ama bu girişimler, TKP ve TİP’lileri sıkıntıdan kurtarmaya yetmiyordu. İşte tam bu alanda Gorbaçov “imdatlarına” yetişti. Gorbaçov’un “bürokratizme” açtığı savaş TKP’lileri güçlendirebilirdi. Çünkü Türkiye’de, “Sovyetler sosyalisttir ama bürokratlar egemendir” diyen, önemli sayıda “sosyalist grup” vardı. TKP, “evet, Sovyetler’de bürokratlar egemendi” diyerek, bunlarla birleşebilirdi. Örneğin Yeni Öncü isimli derginin yazarları “bürokratizmi” eleştiri temelinde TKP’lilerle birleşmeye hazırdı.
Bir dönem keskin TKP ve Sovyet “düşmanı” olan Aydınlıkçılar, Gorbaçov’a sempatik bakmaya başladı. Gorbaçov klasik kapitalizm yolunu izleyip, sosyalizmin biçimsel kalıntılarını tasfiye etmek için kollarını sıvadığına göre, artık Aydınlıkçılar için de geriye bir sorun kalmıyordu. Aybar ve diğer Avrupa “komünizmi”ne sempati duyanların Gorbaçov’a ve onun izinde yürüyen TKP’lilere karşı yeniden dostluk duyguları gelişiyordu. Kısacası, Türkiyeli revizyonistler arasında dostluğun doğmasını sağlıyor, kucaklaşmalarının koşullarını yaratıyor ve birleşmelerinin önünde tek engel olarak kariyerizm hastalığı kalıyordu. Birbirlerinin emrine kolayca giremeyeceklerini düşünerek, ayrı örgütler olarak kalıp, aynı amaçta birleşmeyi yeğlediler.
Revizyonistlerin birleşmesinin temel dayanağını anti-Stalinizm oluşturuyor. Gorbaçov’un anti-Stalinizm’i, Türkiyeli revizyonistlerin birliğinde yapıştırıcı rol oynuyor. Anti-Stalinizm, Ecevit gibi gericilerin, sosyal-demokratlarla revizyonistlerin arasındaki dostluğu da pekiştiriyor. Anti-Stalinizm, “çok partili sosyalizm” düşüncesiyle destekleniyor ve geliştiriliyor. 12 Eylül darbesi önünde boyun eğip seslerini çıkarmayanlar anti-, Stalinizm temelinde bir araya gelip, “demokrasi” savunucusu kesilebiliyorlar. Tabii savundukları, vazgeçmek istemedikleri, proleter demokrasisi değil, burjuva demokrasisidir.
Revizyonizmin, 1983’den başlayıp, 1987 Kasım seçimlerine kadar süren bu yoğun faaliyeti artık eski hızını kaybetmek üzeredir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, “komünist partisi kurulabilir” diyerek, hızını kaybeden revizyonistlerin faaliyetini yeniden manşetlere çıkararak, tartışmaları canlandırdı. Niye sorusunun cevabı açıktır. Çünkü revizyonistler, şovlar düzenlemelerine rağmen, işçi ve emekçiler üzerindeki eski ideolojik ve siyasi etkinliklerini canlandıramadılar. Bugün yine, işçilerin, emekçilerin, gençliğin yeni yeni kımıldayan hareketinde etkili olanın devrimci “sol” güçlerin olduğu söyleniyor. Günlük gazeteler bu haberlerle dolup taşıyor. Gazete haberlerine, yorumlarına, başbakanın, bakanların, emniyet müdürlerinin açıklamalarına baktığımızda, çeşitli kitlesel eylemlerin arkasında devrimci grupların olduğu ileri sürülüyor.
Demek ki, revizyonistler bugünkü koşullarda tarihsel görevleri olan tasfiyeciliği istenen tarzda yerine getiremezler. Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar vb. devrimi reddedip seçimle işbaşına gelmeyi vaat eden, demokrasiyi savunan, burjuva demokrasisi sayesinde iktidara geleceğini ileri süren ve proletarya demokrasisini reddeden vb. özellikleri olan, ismi “komünist” bir parti kurulabilir demelerinin sebebi, revizyonizmin tasfiyeci görevini yerine getirmesinin ortamını tam olarak hazırlamaktır.
Doğru ideolojik görüşlere sahip olmadan, tutarlı bir siyasi çizgi ilemeden, karşı-devrimin saldırılarıyla gelişip gürbüzleşen tasfiyecilik etkisiz hale getirilemez. Bugün de, dün de, rejime uyarlı “Marksist” olma uğraşısı sürüyor. Rejime uyumlu “Marksistler”in yolunda yürümenin nelere mal olduğunu herkes gördü.
Tasfiyeciliğin sadece revizyonist hareketlerle sınırlı olduğu düşünülmemeli. 70 seneden beri TKP, legale çıkmak için çaba harcadı. Onun bu uğraşısındaki amacının ve yaydığı görüşlerinin sadece revizyonist akımların etki alanından ibaret olduğu yine düşünülmemeli. Revizyonizmin reformist görüşleri ve siyasal bakış açısının ve taktiklerinin etkisi halen sürüyor. Kruşçev’ci, Gorbaçov’cu revizyonist görüşler, Türkiye’nin revizyonistlerini besliyor. Tasfiyeci fikirler, devrimci saflar da yayılıyor. 12 Eylül darbesine rağmen hiçbir şey değişmemiş gibi, 12 Eylül öncesi hatalar tekrarlanıyor. Bir yandan yasal dergiler kanalıyla “siyasi ajitasyon”un örgütlenmeye çalışıldığı söyleniyor. Legal araçlardan yararlanma adı altında, legalizm tekrar hortlatılıyor vb.
Tasfiyeciliğin Türkiye toplumunda derin kökleri vardır. Bunun için tasfiyeciliğe karşı sürekli ideolojik mücadele yürütülmelidir. Kruşçev’ci, Gorbaçov’cu… tüm modern revizyonistler günümüzün en büyük tasfiyecileridir. Modern revizyonistler, dünyadaki proletaryanın gerçek siyasi hareketlerini tasfiye ederek, etkisiz hale getirmede büyük rol oynadılar. Proletarya burjuvazi karşısında silahsızlandırıldı. Kapitalizmin krizi, kronik bir hale gelmesine, dünyada işçi ve emekçilerin her geçen gün daha fazla yoksullaşmasına rağmen, proletarya sosyal kurtuluşa doğru eskisi kadar güçlü bir tarzda yürüyemiyor. Çünkü egemen burjuvazinin ekonomik ve politik saldırılarının yanı sıra, proletaryanın dostu pozlarında ortalıkta dolaşan revizyonistler, mücadelenin önünü kesip, kapitalizmin yaşamasına yardım ediyorlar. İşte bunun için tasfiyecilik küçümsenmemeli ve ona karşı sürekli mücadele edilmelidir.

Dipnotlar:
1- Gerçi bunların 12 Eylül öncesinde, yığınlar içinde bir etkinlikleri yoktu. Tecrit edilmiş bir avuç burjuva aydınından ibarettiler. Görevleri de, karşı-devrime hizmet etmekti. Bu nedenle, onların taktiklerinin doğruluğunun yanlışlığını da tartışmaya gerek yok.
2- “Kargaşa” sözü ile, Türkiye devrimci hareketinin ve işçilerin, emekçilerin sömürü ve baskıya karşı eyleme girmelerinin kastedildiği hiçbir zaman unutulmamalıdır.
3- Yugoslav halkının gerçekleri görmemesi için, Sırp burjuvazisi bilinçli bir tarzda Arnavut düşmanlığını körüklüyor. Sırp halkına, sosyalist Arnavutluğu hedef olarak gösteriyor. Oysa sosyalist Arnavutluk, hiçbir şekilde, Yugoslavya’nın içişlerine karışmadı, Kosova sorununu Yugoslavya’nın iç sorunu olarak gördü.
4- Revizyonizmin çıkmazını gören gerici emperyalist burjuvazi ve onun ideologları, hemen, kapitalizmin karşısında “komünizmin” iflas ettiğine dair propagandaya başlıyorlar. CIA ajanlarının teranelerini Recep Ergün Paşa’lar da tekrar etmeye başladı. Bir dönem Ankara’nın sıkıyönetim komutanı olarak işkencecileri koruduğu iddia edilen Recep Ergün, “komünizm iflas etmiştir”, “dünyada sosyalist ülke kalmamıştır” diyebiliyor. Recep Ergün gibiler yanılıyorlar. Çünkü kapitalizmin yerini sosyalizme bırakmasının zorunluluğu, dünyada sosyalist ülkenin var olup olmamasına bağlı değil. Dünyada sosyalist bir ülkenin olmadığı dönemde, kapitalizm yerini sosyalizme bırakmak zorunda kaldı.
Kapitalizmin iç çelişkileri; burjuvazinin proletaryayı sömürmesi; üretici güçler geliştikçe üretimin sosyal karakteriyle mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkinin keskinleşmesi; üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında uyumun sağlanmasının kaçınılmazlığı, oysa kapitalist üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki uyumsuzluğun devrimci dönüşüm olmadan giderilmezliği, aralarındaki çelişkinin uzlaşmaz olması, kapitalist özel mülkiyetin yerini kaçınılmaz olarak sosyalist kolektif mülkiyetin almasının zorunluluğu ve bu zorunluluğun insan iradesine tabi olmaması vb. sosyalist toplumun doğuşunu belirler. Aslında iflas eden sosyalizm değil, kapitalizm ve kapitalizmin başka bir biçimi olan revizyonist sistemdir.

Aralık 1988

Arnavutluk Devrimi 44 yaşında

Akdeniz’in kuzey kıyısında küçük ama kötü niyetle el uzatanın elini yakan küçük bir devlet, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti ve devletin yönetici gücü, Arnavutluk işçi sınıfının öncü müfrezesi bir parti, AEP… Sosyalizmin anayurdu… Ve bükülmez iradesiyle Marksizm-Leninizm’i her türden revizyonist, oportünist yozlaştırma çabalarına karşı savunarak sosyalist inşayı başarıyla yönlendiren iktidardaki tek Marksist parti…
Bugün başında Emek Partisi’yle ASHC’yi savunmadan sosyalist olunamaz.
ASHC, İtalyan ve Alman faşist işgalcilerine karşı uzun ve kanlı bir mücadele sonucu 29 Kasım 1944’te Arnavutluk Halk Cumhuriyeti olarak kuruldu. Arnavutluk halkına 70 bin cana mal olan savaşın zaferle sonuçlanmasının hemen ardından proletarya iktidarının özgül bir biçimi olarak halk iktidarının kurulmasıyla birlikte, derinlemesine demokratik dönüşümler başlatıldı. Kurtuluştan sonra, devrilmiş sınıflarla emperyalist burjuvazi arasında kurulan sıkı karşı devrimci ittifaka, emperyalistlerin düzenledikleri provokasyon ve istila girişimleri ve devrilmiş sınıfların yıkıcı faaliyetlerine rağmen, Arnavutluk işçi ve emekçileri önlerinde açılmış geleceğin yolunda hızla ve kararlılıkla ilerlediler.
ABD ve İngiliz emperyalistlerinin “yardım” önerileri reddedilerek Arnavutluk kendi gücüne dayanarak ilerleme ve sosyalist ülkelerle dayanışma yolunu tuttu.
Halk iktidarıyla birlikte, hemen 44 Aralığında temel üretim araçlarının ulusallaştırması doğrultusunda alınan ilk ön tedbirle üretim ve bölüşüm devlet denetimi altına alındı. Nedenler, bankalar, yabancı kapitalistlerin hisse sahibi olduğu şirketler tazminat ödenmeksizin devlet mülkiyetine geçirildi, siyasi kaçakların mülkleri ulusallaştırıldı. Sekiz saatlik işgünü kabul edilerek eşit işe eşit ücret ilkesi benimsendi ve işsizliğin önüne geçildi. 1947 sonunda özel kapitalist sanayi hemen tümüyle toplumsallaştırılmıştı. 1946 Ağustos’unda Genel İktisadi Devlet Planı ve Planlama Organları Yasası kabul edildi ve Arnavutluk planlı ekonomi dönemine girdi.
1945 Ağustos’unda çıkarılan ilk toprak reformu yasası 46 Mayıs’ında yapılan değişikliklerle geliştirildi; topraklarını bizzat işlemeyenlerin sahip oldukları topraklar, bağlar, zeytinlikler, binalar, tarım araçları müsadere edildi. Toprak alım satımı ve ipoteği yasaklanarak topraklar ulusallaştırıldı. Bu reformla tarımda eski feodal ilişkilerinin kökünün kazınması mücadelesi birlikte yürütüldü.
Arnavutluk’ta demokratik dönüşümler sosyalist dönüşümlerin yolunu açıyor, sosyalist dönüşümleri ve onun çeşitli unsurlarını da kapsayarak gelişen demokratik devrim süreci sosyalist süreçle içice giriyor ve durmaksızın ona dönüşerek ilerliyordu.
Arnavutluk’ta sosyalist inşa bir yanıyla elverişli bir yanıyla elverişsiz şartlar altında gerçekleştirildi. Ülke yönetiminde Leninist bir partinin bulunması, emekçi kitlelerin demokratik cephe çerçevesinde parti etrafındaki militan birliği, bu kitlelerin iç ve dış düşmanlara karşı mücadele içinde çelikleşmesi, SSCB’nde sosyalist inşanın tecrübeleri ve maddi ve manevi yardımları elverişli şartlardı. Başlıca elverişsiz şartlarsa şunlardı: yarı-feodal ekonomiden sosyalizme doğrudan geçmek zorunda oluş, halkın kültür ve eğitim bakımından geriliği, mühendis, teknisyen ve vasıflı işçi yokluğu, maddi ve mali kaynak yetersizliği, pazarın küçüklüğü ve ülkenin emperyalistler ve düşmanlık güden komşu devletlerle kuşatılmış olması. Bu şartlar altında AEP, “sosyalizmi inşa edebilmek için bütün iç kaynakları ve olanakları kullanarak ve harekete geçirerek üretici güçlerin hızla geliştirilmesini temel bir görev olarak tespit etti. Bu görevin yerine getirilmesi aynı zamanda, kapitalist unsurların sınırlandırılması ve ortadan kaldırılması, sosyalizmin maddi temelinin yaratılması ve üretimde sosyalist ilişkilerin yaygınlaştırılması için tayin edici bir şarttı.” (AEP Tarihi-2, s.61)
Olağanüstü zor koşullarda başlayan sosyalist inşa, başlıca AEP’in doğru çizgisi sayesinde bugün çok ileri bir noktadadır. Hem de başlangıçtaki zorluklara yeni büyük zorlukların eklenmesine rağmen. Yugoslav, Sovyet ve Çin revizyonistlerinin Arnavutluk’un içişlerine karışma ve sosyalist inşayı baltalama çabaları sonuçsuz kalmış, özellikle SSCB ve Çin’in desteklemeyi öngördükleri birçok sanayi kuruluşunun inşasını yarım bırakmaları sosyalizmin inşasını engelleyememiştir.
Bugün ASHC’de planlı bir ekonomi var ve üretim emek ve yaşama koşullarını iyileştirip geliştirmek için yapılıyor. Özel işletmeler ve kâr amaçlı üretim olmadığı gibi, ücret ve fiyatlar piyasa koşullarında oluşmuyor, kooperatiflerle devlet işletmeleri arasındaki alım-satımlar sözleşmelerle düzenleniyor. “Aşırı” merkezcilik karşısında özelleştirmelere dönüş ne partinin ne de Arnavutluk halkının aklının köşesine bile geçmiyor.
Arnavutluk on yıllardır kriz tanımıyor. Ne sanayi ve ticarette ne tarımda ne de maliyede. Kıtlık-kuyruk da bilmiyor. Enflasyon, hayatın pahalılaşması, Arnavutluk halkının yabancı olduğu sözcüklerdir. Fiyatlar istikrarlıdır, dalgalanmıyor ve artmıyor, artan ücretlerdir. Ve ücretler arasında uçurum yoktur: en yüksek ücretle en düşüğü arasında bir kat bile fark bulunmuyor. Bölüşüm, kâr amaçlı olmayan üretimden yansıyarak şekilleniyor çünkü.
Ve ASHC’de sosyalizm yolunda durmaksızın ilerleyiş en geniş demokrasilerden farklı olarak her Arnavutluk bireyi ülkenin nasıl yönetileceği konusunda söz ve karar sahibidir. Ekonomik ve siyasi tedbir ve kararlar geniş ve canlı tartışmalara bağlı olarak alınır ve uygulamaya konur ASHC’de. Ve emekçi kitlelerce denetlenir. Bu denetim, Demokratik Cephe, sendikalar gibi kitle örgütleri yanında kitle denetim komisyonlarınca gerçekleştirilir. Emekçilerin bakanlık ve işletmelerin hesaplarını denetleme, uygulamalarının hesabını sorma, vekil ve yöneticileri görevden alma haklan vardır. ASHC’de demokrasi, parlamenter demokrasilerde olduğu gibi kitleleri aldatmak için değildir, demokrasi bir gerçektir; sosyalist demokrasi. Seçme-seçilme özgürlüğü, toplantı-gösteri özgürlüğü, yayın özgürlüğü… üretim araçlarının toplumsallaştırıldığı, halk meclislerinin yasama ve yürütme organı oldukları koşullarda, gerçekleşme koşullarıyla birlikte en geniş uygulama alanı bulmaktadır.
Leninizm’i kararlı bir şekilde savunup hayata geçiren AEP olmasaydı, ASHC, kuşkusuz bugün bulunduğu noktada olmayacaktı. ASHC’nde sosyalizmin kesintisiz gelişmesinin yolunu açan, AEP’in revizyonizm karşısındaki uyanıklığı ve sarsılmaz iradesiyle Marksizm-Leninizm’e yöneltilen saldırıların üstesinden gelmeyi bilmesidir. Önce Titocular karartmak istedi Arnavutluk’ta sosyalizmin yolunu, “öz-yönetim sosyalizm”leriyle. Sonra Kruşçev… SBKP 20. Kongresi’nin açtığı yolda yürümeyi kararlılıkla reddedip modern revizyonizme karşı bayrak açan AEP, 57 Bükreş ve 60 Moskova toplantılarında Kruşçev’e karşı mücadelenin başını çekti. Modern revizyonizmin karşı devrimci anti-komünist niteliğini ortaya koyma şerefi AEP’indir. Şimdi AEP Kruşçev’in takipçisi olan Gorbaçov’un burjuva liberal “Perestroyka” ve “Glasnost”una, bu, görünüşte “yeni” Buharincilik ve Kruşçevciliğe karşı mücadele ediyor. Maoculuk ve Çin revizyonizminin etkisizleştirilmesinde de AEP’in rolü büyüktür. Marksizm-Leninizm’e küçük burjuva köylü ve ulusalcı renklerin katılması Çin revizyonizme karşı mücadeleyle önlenmiştir.
44. kuruluş yıldönümünde Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti’ni ve onun yönetici gücü Arnavutluk Emek Partisi dostun düşmanın gölgeleri önünde yoluna devam ediyor.

Kitleler ülke yönetimine aktif olarak katılıyorlar
RİTA MARKO (AEP MK Siyasi Büro üyesi)
Bütün ilerlememizde, ülkenin ekonomik ve toplumsal gelişmesinin her düzeyinde, devlet ve ekonomiyle ilgili sorunların çözümünde kitlelerin eğilimi ve çabalan daima tayin edici bir rol oynar.
İşçi sınıfı, kooperatifçi köylülük, kısacası ülkemizin bütün emekçi kitleleri, partinin yönetimi altında, sosyalist gelişme ve ilerleme yolunda büyük başarılar elde ettiler.
Ülkemizin bu son kırk beş yıl boyunca ekonomide ve bütün öteki alanlarda kaydettiği derin ve devrimci dönüşümler bu olağanüstü gerçeğin anlamlı bir kanıtıdırlar. Bütün ilerlememizde, ülkenin ekonomik ve toplumsal gelişmesinin her düzeyinde, devlet ve ekonomiyle ilgili sorunların çözümünde kitlelerin eğilimi ve çabalan daima tayin edici bir rol oynar. Bu yüzden, planlarımızın hem parti çizgisini hem de halkın isteğini ve çıkarlarını yansıttığını haklı olarak ileri sürebiliriz.
Enver Hoca yoldaşın bize öğrettiği gibi: “dünyayı, toplumu yaratan, inşa eden ve dönüştürenler kesinlikle kitlelerdir…”
Kitlelerin düşüncelerinin, doğrudan veya seçilmiş temsilcileri aracılığıyla, göz önüne alınmasında açıkça ifade edilen sosyalist demokrasimizin bu esprisi ülkemizin bütün toplumsal yaşamını karakterize eder. Sosyalist devletimizin bütün kuruluşlarını, tabandaki halk konseylerinden Halk Meclisine dek kızıl bir hat ipi gibi kat eder. Ve Arnavutluk S.H.C. Anayasasının iktidarın bir ve bölünmez olduğunu, yalnızca doğrudan halk tarafından seçilmiş temsilciler ve bu amaçla öngörülmüş organlar tarafından kullanılacağını açık ve net terimlerle düzenlemiş olması bir tesadüf sonucu değildir.
Bu bütün öteki devlet organlarının ve aygıtlarının, seçilmiş organların denetimi ve yönetimi altında faaliyet gösterdikleri ve onlara bilgi vermekle sorumlu tutuldukları anlamına gelir. Hem konsey üyeleri ve seçilmiş milletvekilleri, hem de devletin atadığı görevliler, çalışmaları konusunda kitleleri periyodik olarak bilgilendirmek ve onların doğrudan denetimini kabul etmek zorundadırlar.
İktidarımız, partinin ve onun kurucusu, Sosyalist Arnavutluk’un ve halk iktidarının mimarı, Enver Hoca yoldaşın yönetimi altında yürütülen halk devriminin kazanımıdır. Bizzat halk tarafından, en iyi evlatlarının döktüğü kanla yaratılan ve yalnızca halka ait olan bir iktidardır. Bu yüzden kitlelerin onu korumak ve sürekli olarak sağlamlaştırmakta yararı vardır, zira onların özlemleri sosyalist düzenimiz sayesinde yasa tarafından ifade edilir ve gerçeğe dönüşürler. “Sosyalizm, herkesin işini ve refahın sürekli bir artışını güvence altına aldığından, herkese onurlu aktif bir yaşam yolunu açtı. Ülkemizin insanları, hiç kimse tarafından sömürülmediklerinden, fiyat artışları ve vergilerden kaygılanmadıklarından bir gün bile işsiz kalmaktan, tedavi edilmeyeceklerinden ya da öğrenim görmeyeceklerinden korkmadıklarından dinginlik içindedirler” diye belirtiyordu. Ramiz Alia yoldaş Parti 9. Kongresinde. Toplumumuz “cinsiyet, milliyet, bölgesel köken ya da sosyal konum ayrımı gütmeksizin bütün demokratik özgürlükleri ve insan haklarını yasayla güvence altına alır ve doğru olarak gerçekleştirir”. Bundan dolayı geçen 1 Şubat’ta yapılan yüksek iktidar organı Halk Meclisine milletvekili seçimlerinde olduğu gibi, iktidarın temsili organlarının seçimi geniş kitlelerin ilgisini çeker ve onları sevince boğar. Seçime yüzde yüz katılmakla ve oylarını Demokratik Cephe adaylarına, halkın en iyi kızlarına ve oğullarına vermekle halk iktidarını pekiştirmek için, yurdun bağımsızlığını ve özgürlüğünü güvence altına almak için, mutlu ve güvenli bir yaşam için, garanti altına alınmış ve artan bir refah için oy veriyorlar, bu da Partinin ve halk iktidarının asıl amacını oluşturur.
Parti 9. Kongresi, düzenlemiş olduğu yapılan işler bilançosuyla, aldığı kararlarla ve saptadığı amaçlarla halkımızın bütününde büyük bir iyimserlik ve devrimci bir coşku yaram. Israrlı ve sürekli çabalarıyla ekonomide ve öteki sahalarda yeni başarılar elde etmeyi sürdüren kitlelerin seferberliğine yeni ve güçlü bir atılım verdi.
Yeni inisiyatifler ve çok sayıda etkinlik açığa çıktı. Kitle eylemleri ruhu işçi sınıfını, kooperatifçi köylülüğü ve bütün öteki emekçileri sardı. Çalışmada eşsiz bir atılım her yeri kapladı. Yurdumuzun her yanından gelen yeni sevinçli haberler üretim cephesinde erişilen sonuçları, tarım sektöründe işlerin başarıyla gerçekleştirildiğini, kırlarımıza içme suyu sağlamayı amaçlayan çalışmanın hızla ilerlediğini, ekimlerin ve zeytinliklerin sürülmesinin tamamlandığını, organik gübre stoklarını, günlük kullanım malları üretiminde -ve özellikle değerli ve çok değerli olanlarınkinde- mevcut üretici kapasitelerde olduğu gibi teknolojik artıkların kullanıldığını vb. bildiriyor. Başında Ramiz Alia yoldaş ile halkın Parti etrafındaki çelikten birliğini parlak bir şekilde yansıtan bu sağlıklı iç durumda kırda Halk Meclisi milletvekili seçimleri yapıldı. “Enver Hoca yoldaşın öğretilerinin bayraktarları, Parti 9. Kongresi kararlarının uygulanması savaşçıları” hareketi de bu birliğin, bütün ülkede emekçi kitleleri saran çalışmada devrimci coşku ve yurtseverliğin bir ifadesidir. Bu, üretime hızlı ritimler veren insanları üretken ve nitelikli bir çalışma yapmaya, eğitim ve yeteneklerini ilerletmeye, saptanan görevleri zamanından önce gerçekleştirmeye isteklendiren bir faktördür. Bu, aynı zamanda ülkeyi ilgilendiren önemli sorunların çözümünde olduğu gibi siyasal ve toplumsal yaşama katılmakta da kitlelerin güçlü inisiyatifinin ve politik olgunluğunun, eylemde sosyalist demokrasimizin bir başka somut ifadesidir.
İşçi sınıfı, kooperatifçi köylülük ve tüm emekçi kitlelerimiz ülke sorunlarının yönetimine katılma haklarını hem her düzeyden devlet organlarına seçilmiş temsilcileri aracılığıyla, hem de doğrudan kullanıyorlar. Çünkü ülkemizde bunun için gerekli bütün koşullar yaratılmıştır. Söz, basın, toplanma, herkesi ve her şeyi denetleme özgürlüğü, kadın ile erkek arasında tam eşitlik, vb. sosyalist düzenimizin tarihsel önemde zaferlerinin örnekleridir. Anayasamız ve öteki temel yasalarımız tarafından benimsenen bu haklar tam olarak gerçekleşirler. Ülkenin yetişkin nüfusunun hemen hemen tamamı, yasaları hazırlamak için düzenlenen toplantılara katılırlar. Bu amaçla iş yerlerinde ve tarımsal kooperatiflerde, eğitim kuruluşlarında ve askeri birliklerde, kültüler ve idari kurumlarda yüzlerce toplantı yapılması, bu vesileyle halkın binlerce mektup göndermesi, Parti ideolojisi ve politikasının ve de kendi isteklerinin cisimleşmesi olan yasalarımıza halkın büyük ilgisinin kanıtıdır. Yasalarımızın doğru uygulanması, devletin çıkarlarına ve yurttaşların haklarına kesin saygı, ülke yönetimine kitlelerin aktif katılımı, Parti’nin 9. Kongresinde de saptandığı gibi, sosyalist demokrasimizi korumaya ve daha da geliştirmeye hizmet eder. Günlük yaşamda, git gide mükemmelleşen değişik yasalar, kararlar ve yönergeler konusunda bile, halk daima görüşlerini dile getirir, zira böyle yapmakla iktidarın pekiştirilmesine katkıda bulunduğundan emindir. Bu örnekler Sosyalist Arnavutluk’ta halkın kayıtsız-şartsız hakim olduğunu, ülkemizde halkın çıkarlarına ve isteğine aykırı hiçbir şey yapılamayacağını gösterir.   Ve genel   çıkarlar ekonomimizin ve yurt savunmamızın sağlam olmasını, eğitim, kültür ve bilimin yeni gelişme ve ilerlemeler kaydetmesini, ülkemiz insanların yaşamlarının daima daha iyi olmasını gerektirir. Bu yüzden işçi sınıfı ve öteki emekçiler Partinin yönetimi altında bütün güçlerini, bütün yeteneklerini ve bütün bilgilerini esirgemezler. Planları hazırlayan ve gerçekleştiren onlardır, çünkü bizzat sosyalist yaşamımızın deneyimiyle yapılan her şeyin, ger gelişme ve ilerlemenin sosyalist yurdumuzun gelişmesine ve halkın refahının yükselmesine hizmet ettiğine inanmışlardır. Bütün öteki durumlarda olduğu gibi, ülkenin ekonomik ve kültürel gelişmesi için 8. beş yıllık plan yönergelerinin halk önünde tartışılması -ki önemli bir ekonomik ve politik eylem oldu- vesilesiyle de emekçilerimiz 70 bin faydalı öneri ileri sürdüler. Üretimi ve dışsatımı artırmak ve ekonomiyi daha verimli kılmak için yeni kaynaklar ve rezervler buldular. Bu önerilerin büyük çoğunluğu devlet planının içine katıldı, kalanı daha uzun vadede inceleme konusu olacak ve daha iyi planlar yapmakta kullanılacak. Bu da işçi sınıfının, toplumun en ileri ve yönetici bir güç olduğunu gösterir. Parti bize işçi sınıfının ve geniş kitlelerin sosyalist toplumdaki yerini ve rolünü derinliğine kavramayı öğretir. Onlar aynı zamanda üreten ve tüketen bir gücü, iktidarı ellerinde tutan ve önemli kararlar alan bir gücü oluştururlar. Bu bağlamda işçi sınıfının ve geniş kitlelerin bağımsız eylemini ve inisiyatifini teşvik etmek çok önemlidir. Proletarya diktatörlüğü sisteminin yönetici gücü olarak Parti işçi sınıfının artan politik aktivitesi, ülkenin karşısına çıkan önemli sorunların çözümüne aktif katılımı, diğer emekçi kitlelerle birlikte uyguladığı doğrudan denetimin güçlenmesi ve yaygınlaşması bundan dolayıdır. Ramiz Alia yoldaş Parti 9. Kongresine raporunda şöyle dedi: “Toplumsal sistemimizde, en etkili denetim bizzat sınıfın ve yığınların uyguladığı denetimdir. Bu denetim, ülkemize doğru yolda hızla ilerlemesi olanağını veren başlıca faktörlerden biri oldu”. Partinin yönetimi altında uygulanan doğrudan işçi ve köylü denetimi dahil değişik biçimlerde gerçekleşen bu denetim sosyalist demokrasimizin önemli bir görünümüdür, bize kitleleri ülke yönetimine katma olanağını verir. Özellikle halk yararına hizmetlerde ve ticaret sektöründe hataları ve yetersizlikleri açığa çıkardığı ve elimine ettiği için, liberalizm, bozulma ve devlet yasaları ve toplum kurallarının çiğnenmesi belirtilerine karşı olduğu gibi, bazı sektörlerin ve yönetim görevlilerinin faaliyetlerindeki bürokratizm ve rutin belirtilerine karşı mücadeleyi de güçlendirdiği için daima yararlı bir rol üstlendi, iktidar organlarını, onların aygıtlarını ve kadrolarını burjuva revizyonist ideolojinin bozucu her etkisinden uzak tutmayı amaçlayan bu denetim sınıf mücadelesinin ve devrimci uyanıklığın en önemli yönlerinden biridir, çünkü o işçi sınıfının köylülükle birlikte ittifak içinde uyguladığı proletarya diktatörlüğü tarzını yansıtır. Dış düşmanlar, Amerikan emperyalistleri, Sovyet-sosyal emperyalistleri ve bütün dünya gericiliği ile birlikte iç düşmanlarda, zayıflatmak ve elimine etmek için halk iktidarına darbe vurmaya çalışırlar, çünkü halk iktidarını ve onu yöneten partimizi haince tasarılarını gerçekleştirmelerinin önünde asıl engel olarak görüyorlar. Fakat halk. Parti ve iktidar arasındaki güçlü birlik karşısında daima başarısızlığa uğradılar ve gelecekte de daima uğrayacaklar.
Halk iktidarımız Arnavut halkının büyük bir zaferini oluşturur. İşte bu yüzden, Enver Hoca yoldaşın belirttiği gibi, onun üzerinde titremeli ve gözbebeğimiz gibi korumalıyız. Bu bağlamda, sınıfın ve kitlelerin her şeyi ve herkesi doğrudan denetimi de büyük bir basandır, iktidarımız, ülkenin kayıtsız-şartsız hâkimi olan halkın iktidarı olarak, Partinin ve kitlelerin büyük ilgisine sahiptir ve onların denetimi altında bulunur. İşçileri, kooperatif üyelerini ve öteki kitleleri farklı denetim biçimlerine örgütlü tarzda katmak için Parti ve kaldıraçları (eylem araçları) tarafından yürütülen çok yönlü çalışma, onlarla yapılan politik, ideolojik ve örgütsel çalışma gibi yığınların ülke sorunlarını yönetme sanatını öğrenmeleri ve doğru olarak uygulamaları olanağını verir. Burjuva ve revizyonist ülkelerde işler başka türlü yürür. Gerçeklikte bu ülkelerde demokrasi yalnızca sömürücü azınlık için bir ayrıcalık ve emekçi kitleler için bir aldatmacayken demokratik haklar söz, basın, seçme ve seçilme “özgürlüğü”, “herkese eşit haklar ve olanaklar” yalnızca sözde kalırlar. Burjuva-revizyonist “demokrasi”, Enver yoldaşın belirttiği gibi, “burjuvazinin egemenliğinin bir biçimidir. Bu ülkelerde ‘herkesin yararına’ ilan edilen haklara ve özgürlüklere gelince, kesinlikle biçimsel ve aldatıcı bir karaktere sahiptirler, çünkü mevcut özel mülkiyet koşullarında özgürlüklerin ve hakların tam olarak gerçekleşmesini sağlayacak gerekli sosyo-ekonomik araçlar yoktur”.
Sokaklarda milyonlarca işsiz, evsiz ve umutsuz insanın dolaştığı, sermayenin acımasız sömürüsünün, ayrımcılığın hüküm sürdüğü ve geleceğin belirsiz olduğu bu ülkelerde emekçiler gerçek özgürlüklerden hiçbir zaman yararlanamazlar. Sadece bizimki gibi gerçekten sosyalist ve bütünüyle özgür ve bağımsız bir ülkede, emekçiler bütün demokratik özgürlüklerden yararlanabilir, dinginlik içinde, bugününden emin ve gelecekten yana iyimser olarak yaşayabilirler. Bu sağlıklı durum, yurdumuzun gelişmesini sağlamak ve yeni basanlar elde etmek için, şehirde ve köyde, halkın bitmez tükenmez yaratıcı enerjisinin fışkırdığı kaynağı oluşturur. İşte bu yüzden, emekçi yığınlarımız şu anda, Parti 9. Kongresinin çalışmaları sona erer ermez, tespit edilen görevleri birlikte ve zamanından önce gerçekleştirmek için atağa geçiyor ve durup dinlenmeden çalışıyorlar.
11 Ocak’ta halkımız tarihindeki en önemli olaylardan birini, Cumhuriyet bayramını kutladı. Bu belirgin tarih, Halk Meclisi milletvekili seçim kampanyası ile aynı zamana denk düştü. Seçimler ve tarihi olayların kutlanması ülkemizde daima sevinç yaratır, çünkü onlar bize elde edilen başarıların ve gelecekteki görevlerin bilançosunu çıkarma fırsatını sunarlar. Halkımız bu durumlarda Parti etrafındaki birliğini hep yoğun şekilde gösterir. Bununla birlikte, bu seçimler, bu yıl Parti 9. kongresinin çalışmalarım büyük bir başarıyla tamamlamasından bir kaç ay sonra ve yeni beş yıllık planın ikinci yılına girişimizden yalnızca bir ay sonra yapıldığından dolayı özel bir anlam kazandılar. Önemli görevleri başarmalıydık. “Başladığımız beş yıllık plan sırasında, dedi Ram iz Alia yoldaş 9. Kongrede, Arnavutluk bir sanayi ve tarım ülkesine dönüşümü doğrultusunda büyük ve önemli bir adım atacak, bu da sosyalizmin maddi ve teknik temelinin inşasında daha ileri bir aşamayı temsil edecek”. Bu beş yıllık plan sırasında üretken ve sosyo-kültürel karakterde 420 kuruluş çalışır duruma getirilecek, bunların 370’den fazlası 1990’dan önce hizmete girecek. 220.000’i aşkın kişi emek cephesine katılacak. Eğitim, kültür, bilim vb. gibi ekonominin bütün sektörlerinde(sanayi ve tarım, yapı sanayi ve ulaşım) yeni gelişmeler kaydedecekler. Bu görkemli amaçlar komünistlerde ve bütün halkta yeni bir coşkuya ve büyük bir iyimserliğe yol açtı. Onlar emekçilerin politik bilinçlerini ve Parti çizgisine sarsılmaz güvenlerini ve onun yolunda Enver Hoca yoldaşın ölümsüz öğretilerine göre ilerleme azimlerini daha yüksek bir dereceye çıkardılar. Ülkemizin insanları, kendi güçlerine, ekonomimizin güçlü, potansiyeline ve sosyalizmin yarattığı bitmez tükenmez güçlere dayanarak, tespit edilen görevleri zamanından önce gerçekleştirmek için çabalarını iki katına çıkardılar. Başında Ramız Alia yoldaş ile Partinin yönetimi altındaki Sosyalist Arnavutluk’un emekçileri ve komünistler yeni başarılar kazanacaklar. Cumhuriyetimiz daha güçlü ve daha gelişmiş olacak, ülkemizin insanları daha mutlu bir yaşam sürecek. Partimiz ve halkımız bunun için durup dinlenmeden çalışmayı sürdürüyorlar.

Ramazan Voja: “Hedef tüm halkın eğitimidir”
(Yüksel DALYAN-KASSEL)
FRANKFURT KİTAP FUARINA bu yıl ilk kez 30 yayınevinden 1000 kitapla CUMHURİYET KİTAP KULÜBÜ de katıldı.
Bu yılki kitap fuarını ÖZGÜRLÜK DÜNYASI okuyucuları için gezerken, kitap borsacıları ya da “Gülün Adı” adlı romanı 23 ülkede 8 milyon satan Umberto Eco değildi bizi ilgilendiren. Hele batılı emperyalistlerin reklamını üstlendikleri, yeni sevgilileri GORBAÇOV’un parasız dağıtılan broşürleri hiç değildi, insan emeğine verilen değerin ve onun eğitiminin her şeyin üzerinde olduğu bir ülkenin, SOSYALİST ARNAVUTLUK HALK CUMHURİYETİ’nin fuardaki sergisini gezdik.

ÖZGÜRLÜK- Sayın Vojga, önce ASHC’nin kaç yıldan beri bu kitap fuarına katıldığını ve neyi amaçladığını anlatır mısınız?
RAMAZAN VOJGA- Arnavutluk bu fuara 1977’den beri, yani 11 yıldan beri katılıyor. Katılımın amacı, öncelikle Arnavutluk kitabının ve Arnavutluk halkının her alanda yarattıklarının propagandasının yapılmasıdır. Bu, bilimsel alandan başlayarak, bir halkın kitaba yansıyabilecek tüm yaratımlarını içeriyor.
Arnavutluk kitabının satılması, tüm Dünya’ya tanıtılması, sevdirilmesi ve daha çok kitap talebine katkıda bulunmaktır. Bu fuarda Arnavutluk sergisine gösterilen ilgi; özellikle değişik ülkelerden yazarların, yayınevlerinin ve bizimle görüşmek için gelen insanların yakınlıkları da amacımıza ulaştığımızın bir kanıtıdır.
ÖZGÜRLÜK- Sosyalizme ihanet etmeyen, onu yaşatan ve .yaşayan tek ülke olan ASHC hakkında birçok şeyi biliyoruz. Ülkemizde özellikle 1980 askeri darbesinden sonra, askeri cezaevleri siyasi tutuklularla doldu. Arasında Enver HO-CA’nın kitaplarının da yer aldığı onbin-lerce kitap yakıldı, toplatıldı, yasaklandı. Korkunç bir kitap düşmanlığı yaşanıyor, ülkenizde kitaba verilen değeri okuyucularımıza açıklar mısınız?
RAMAZAN VOJGA- Arnavutluk’ta kitlelerin kültürel gelişimleri için gereksinmelerine özel bir önem verilir. Hedef tüm halkın eğitimidir.
8 yıllık ilköğretim zorunludur ve tüm gençliğin orta öğretim görmüş olanlarının oranı giderek yükseliyor. Tiran’daki üniversite ve diğer üç şehirdeki yüksek okullar da bu amaca yöneliktir.
Kuruluştan hemen sonra, okuma-yaz-ma bilmeme sorununu ortadan kaldırmak için, 45 yaşın altındaki tüm kadın ve erkeklerin akşam kurslarına katılmaları zorunluluğu getirildi…
Elbette ki kitlelerin eğitiminde kitap ilk sırayı alıyor. Arnavutluk gibi küçük bir ülkede, yılda kişi başına 4’ten fazla kitap yayınlandığını söylersek, bu konuya verilen önemi sanırım daha iyi anlatmış oluruz. Arnavutluk bu kadar kitabın yayınlanmasını 4 yayınevi ile başarıyor.
ÖZGÜRLÜK- ASHC işsizlik, açlık tanımayan, dış borcu olmayan, sağlık, eğitim vb hizmetlerin tamamen ücretsiz olduğu tek ülke. Sosyalizm bu sorunları çözmüş. Burjuva basını birçok konuda olduğu gibi, Arnavutluk’taki ulusal sorun konusunda da gerçekleri tersyüz ederek veriyor. Bu konudaki görüşünüzü belirtir misiniz?
RAMAZAN VOJGA- Bu sorunu ülkemiz sağlıklı bir şekilde çözmüştür. Şöyle ki, 3 milyonluk Arnavutluk’ta en büyük ulusal azınlığı Yunanlılar oluşturuyor. Yunan azınlık, anayasamızdaki tüm haklardan, tüm diğer vatandaşlarımız gibi, kısıntısız yararlanır.
Örnekleyecek olursak: Eğitim, seçme-seçilme hakkı ve diğer tüm yurttaşlık haklarına sahipler. Doğal bir hak olarak ana dillerinde çıkan gazete de var…
Eğitim sistemi içerisinde Yunanlı çocukları ilkokulun ilk dört sınıfında kendi ana dillerinde eğitim görürler; sekiz yıllık ilköğretimin ikinci dört yıllık yarısında ise, eğitim iki dilde eşit olarak sürdürülür.
Bir de Yugoslavya sınırı yakınlarındaki Prespa Gölü çevresinde yaşayan küçük bir Makedonyalı azınlık var. Bunlar birkaç küçük köyden ibaret de olsalar, aynı şekilde kendi ilkokullarında eğitim yapıyorlar ve hiçbir ayrım yapılmaz.
ÖZGÜRLÜK- Arnavutluk’un adının Yugoslavya’nın Kosova bölgesindeki Arnavutların eylemleri ile birlikte anılmasına ne diyorsunuz?
RAMAZAN VOJGA- Arnavutluk kimsenin iç işlerine karışmaz. Bu sorun da oradakilerin çözmesi gereken bir konu. Biz sadece Yugoslavya’daki kardeşlerimizin diğer halklar gibi, anayasal haklardan yararlanmalarını istiyoruz. Nerede olursa olsun, ulusal baskıya karşıyız. Spekülasyonlara yol açmamak için bu kadar yeter Sanırım; tavrımız açıktır.
ÖZGÜRLÜK- Sovyetler Birliği’ndeki “Perestroyka” ve “Glasnost”u nasıl değerlendiriyorsunuz?
RAMAZAN VOJGA- Bizim süper devletler konusundaki tavrımızı, dost-düşman herkes bilir. Bu tavrımızda herhangi bir değişme söz konusu değildir. Yeni denilerek pazarlanmak istenen şeyler bizi hiçbir şekilde ilgilendirmiyor ve etkilemiyor.
ÖZGÜRLÜK- Türkiyeli ilerici, demokrat, devrimci sanat ve kültür çevreleri ülkenizde ne derece tanınıyor?
RAMAZAN VOJGA- Halklarımız arasında çok köklü ve geleneksel birçok ortak yönler var… Ülkemizde Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Nazım Hikmet gibi birçok yazar ve ozan herkes tarafından tanınan, sevilen isimler. Birkaç yıl önce yayınlanan ve içinde tanınmış Türk ozanlarının şiirlerinin yer aldığı bir Antoloji de haklı olarak büyük bir ilgi gördü. Özellikle kültürel alanda ilişkilerimizin daha da gelişeceğine inanıyorum.
ÖZGÜRLÜK- Sayın Vojga, bu kalabalıkta, dergimizle görüşmek için özel zaman ayırdığınız için, teşekkür ediyoruz. Size ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın ilk sayısını ve Enver HOCA YOLDAŞIN Türkçeye çevrilmiş bir kitabını hediye etmek istiyoruz.
RAMAZAN VOJGA- Kendi sorunlarınızı kendiniz çözecek ve kendi yolunuzu kendiniz açacaksınız… Biz de size ilk Arnavut bestecilerinden ve ilk Arnavut operasının yaratıcısı Prenke JAKOVA’ya adanmış, “Müzik için bir yaşam” (Nje jete per müziken) adlı kitabı -ne yazık ki Arnavutça- hediye etmek istiyoruz.

Aralık 1988

Ayaklanmanın düşündürdükleri Bir Filistin Vardı, Bir Filistin yine var…

Din, dünyanın soyut ve çarpıtılmış bir görünüşünü çizer. Örneğin “Kıyamet doğması”, masalsı öğelerden, kavram ve imgelerden arındırıldığında, ölmüş bir dünyanın yeniden ayağa kalkışına, sonuna kadar tüketilmiş hayatın, yeniden ve yüksek biçimler altında yaratılmasına olan inanca ve bunun toplumsal bir ihtiyaç olarak ifade edilmesine indirgenebilir.
Kıyam sözcüğü, Arapçada, ayağa kalkmak, ayakta durmak anlamına gelir. Kıyamet gününde bütün ölüler mezarlığından kalkacak kendilerini çağıran tanrısal sese doğru yürüyeceklerdir. Dünyanın sonu gelmiştir; herkes göksel adalet önünde hesap verecek, iyiler sonsuz cennete, kötüler ise cehennemin dibine gidecektir.
Gerçekten dinsel söylencenin çizdiği kıyamet tablosunda, insan toplumun bin yıllar boyunca yaşadığı binlerce tükeniş ve ayağa kalkışın ana çizgileriyle yansıtıldığını görebiliriz. Her ayaklanma, bir “dünya”nın tükenişini ve bu tükenişin ötesine geçiş için halkın ayağa kalkışını temsil eder. Ekonomik, kültürel, siyasal, sosyal vs. alanların her birinde ve topluca, kısaca hayatın bütününde kendisini yeniden üretebilme olanaklarının tıkanması ya da kilitlenmesi anlamında bir tür “son”a yaklaşmış olan “dünya”, ayaklanma ile yok oluşa karşı silkiniş gücünü gösterir. Eğer “üretim ve yeniden üretim”, toplumsal hayatın temel hareket biçimi ise, ayaklanma da, bunun engellenişini yoğun, hızlı ve kalkışmalı olarak kırılışını talep etmek olarak kendisini gösterir.
Ayaklanmanın bu içeriğinde, başlıca iki önemli özellik ayırt edilebilir: Birincisi, ayaklanma, yalnızca hayatın yeniden üretimini, yeni ve alışılagelmiş örgütlenmeler aracılığıyla sürdürür. İkincisi, ayaklanma, bir yandan böylece geçmişin bir aşılmasıyken, örgütlenmenin sınıfsal içeriği ve egemen siyasal üst-yapıya karşıt biçimlenişi ile geleceğin kuruluşlarının da çekirdeğidir. Başka bir deyişle, ayaklanma, geçmişin olduğu kadar geleceğin de ürünüdür.
Ayaklanma eyleminin, yıkıcılık ve şiddetle karakterize olması ile hayatın yeniden üretilemeyişine bir tepki olarak doğmuş olması gerçeği çelişir gibidir. Bir yandan tıkanan her türlü hayati etkinlik ayaklanma ile açılmaya çalışılırken, diğer yandan şiddet ve yığınsal kargaşa, bütün hayatın felç olmasına yol açar. Oysa burada bir paradoks gibi görünen şey, gerçekte apaçık bir çelişmenin çatışmalı çözülüşüdür. Çünkü bir tarafta zamanı geçmekte olan ilişkilerin ürünü olan aygıtlar ve kurumlar, diğer tarafta bu ilişkilerin tümünü artık kendisi için katlanılamaz bulan yığınların kalkışma içinde zorunlulukla oluşturdukları yapılar karşı karşıyadır. Ayaklanan yığınlar, kendi ilişki ve kurumlarını, eski hayat biçimi içinden çıkarmışlar, bunu yeni bir hayatın ilişkileri olarak egemen kılmak üzere harekete geçmişlerdir. Örneğin, egemen siyasal aygıtın ordu, polis, bürokrasi gibi kurumlarına karşıt olarak, halk kendi güvenlik ve savaş aygıtlarını yaratmış, dolaysız demokrasinin hayat bulduğu ayaklanma koşulları içinde ise bürokrasiye ihtiyaç duymamıştır. Bunun gibi, işlemez hale gelen bütün eski fonksiyonlar, aşağıdan gelen çözümler içinde ele alınmış, sağlık, posta, eğitim, iaşe vs. sorunlar, ayaklanma koşulları içinde ve ayaklanmanın sürdürülebilmesi için çözümlenmiştir. Tarihteki bütün ayaklanmalarda, bu karmaşık ilişkilerin, halk eliyle çözümünün şu ya da bu ölçüde kolaylıkla başarılabildiği görülüyor. Yığınlar, eski ilişkiler içinde sahip oldukları örgütlerini, sendikaları, dernekleri, kooperatifleri hatta spor kulüplerini, ayaklanarak yaşamak, yeni ihtiyaçları karşılamak ve ayaklanmanın ötesine geçebilmek için uyarlayabiliyor, dönüştürebiliyor ve yeni işlevlerle yükleyebiliyor.
TAŞ TOPLAMA VE TAŞ ATMA KOMİTELERİ
Filistin Ayaklanması, bu bakımdan çok ilginç örneklerle doludur. Bir “taşlı devrim” olarak sürdürülen bu özgün ayaklanma, belki de tarihte ilk kez, böylesine ilkel bir “silah” ekseninde bütün halkın örgütlenebilmesinin örneklerini yaratıyor. “Taş toplama ve taş atma komiteleri”, yalnızca belli bir protesto biçiminin sürdürülmesinin değil, sıradan ve günlük işlerin yığınsal katılımın konusu olarak ele alınmasının ve çözülmesinin, dolayısıyla da halkın bütün kesimlerinin kadın ve çocukların ayaklanma içinde diğer örgütlenme ve savaş biçimlerine bağlanabilmesinin araçları olabilmiştir. Daha genel bir açıdan bakarsak, kullanılan araçlar ve taktikler, yığınsal eyleme katılan herkesi, özel görevleri donatmakta, görevlerin birleşik bir hedefle koordine edilmesi ise, genel ve yapısal bir bütünlüğün doğuşuna yol açmaktadır. Böylece, İsrail egemenliği altında kendisi için yenilenme ve yeniden üretilme koşullarını bulamayan Filistin halkı, ayaklanma içinde bir ulus ve halk olarak kendi gerçekliğini yaratmaya, kendisinin egemen olduğu çok özel bir ilişkiler bütünü, bir hayat kurmaya girişmiş olmaktadır. Burada yeni olan şey, yalnızca var olan egemenlik biçim ve araçlarına karşı koyuş değil, bunların karşıtlarının da yaratılmakta oluşudur.
Bundan yüz yıl kadar önce yazılmış olan bir makalesinde Engels, ayaklanmada karşı karşıya gelen güçlerin durumunu çözümleyerek şöyle diyordu: “Düşman güçleri, her tür örgütlenme, disiplin ve otorite alışkanlığı üstünlüğüne sahiptir. Eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, bozguna uğradığınızın, hapı yuttuğunuzun resmidir.” Elbette, salt askeri bakış açısından ele alındığında, burada değinilen ilişkilerin ayaklanan yığınlar bakımından elde edilmesi mümkün değildir. Düzenli kolluk kuvvetlerinin ve ordunun profesyonel eğitim ile elde ettiği örgütlenme, disiplin ve otorite alışkanlığı üstünlüğü, aynı türden yapılarla karşılanamaz ve aşılmaz olarak kalacaktır. Örneğin, yoksul ve çıplak Filistin halkı, tepeden tırnağa silahlı ve organize İsrail Devleti karşısında, bu kavramların ifade ettiği ilişkiler bakımından hiç de üstün görünmüyor. Oysa “güç” kavramını bir başka alan üzerinde anlamlandırdığımızda, halkın direnişinin kaynaklarını başka bir yerde aradığımızda, Engels’in saptamasını doğrulayan sonuçlarla karşılaşırız. On ayı aşkın bir süredir Filistin halkı, hem tarih içinde oluşturduğu ve koruduğu, hem de gelecekte oluşturmak istediği bütün değerlerini, bütün olanaklarını, tek kelimeyle bütün hayatını ayaklanma için harekete geçirmiş bulunuyor. Taşla sürdürülen kavgaya hemen her anında ve her yerde eşlik eden genel grev, durdurulmuş, tatil edilmiş bir günlük yaşam görüntüsü verirken, isyanı bedeni ve ruhu ile ayakta tutan insanların güçlerini nasıl yeniden üretebildikleri, nasıl beslendikleri, olağan bütün hayati fonksiyonlarını nasıl sürdürebildikleri sorulmalıdır. Yayın organları, taş atan ve dükkânlarını açmayan bir toplum görüntüsü veriyor. Üretim, ticaret, eğitim, posta ve sağlık hizmetleri, böyle bir ortamda tamamen durmuş, toplumsal hayat donmuş gibi görünüyor. Bu görünüşün gerçeği yansıtmadığı çok açık. Ancak olup bitenler hakkında kesin bir bilgi de yok.
GEÇMİŞLE GELECEK ARASINDA BİR GEÇİŞ OLARAK AYAKLANMA
Her ayaklanma, en genel anlamda eskimiş ilişkilere bir tepki olduğundan, yaşanan ya da yaşanmış bir tarihin koşullarına bağlıdır. Böylece, kendisini doğmaya zorlayan nesnel nedensellik ilişkilerinin bir sonucu olma özelliği gösterir. Fakat bundan daha önemli olmak üzere, her ayaklanma, onu yürüten yığınların geleceğe ilişkin istek ve taşanları ile de belirlenir.
Aslında, ayaklanmanın doğasında bulunan, hayatın yeniden üretilemeyiş koşullarını aşma güdüsü, bir anlamda, sanki “eski iyi günlere dönüş” e özlem gibi de kendisini gösterebilir. Çoğu kez, tıkanmayı gideren reform önlemlerinin ayaklanmaları söndürebilmesinin nedeni budur. Ne var ki, ayaklanmanın bir diğer yanı, içinde toplumun geleceğinin kararlaştırılması ortamını taşımaktadır. Bir başka deyişle ayaklanma, geçmişle gelecek arasında bir ilişkidir. Onda, hem geçmişin toplam koşullan, nedenleri, ilişkileri, hem de geleceğe ilişkin tasanlar, özlemler, planlar bir arada ve birbiri üzerinde etkide bulunarak hareket ederler.
Kendiliğinden ayaklanmanın içeriğinde, kör yaşama güdüsü ile kör bir yıkıcılık, yağmacılık ve kundakçılık bir aradadır. Yalnızca geçmişe bağlı nedenlerin ve etkilerin kol gezdiği, gelecek kavramının ise kendisini açığa vurmadığı ve kör saldırganlık biçimi altında gizlendiği kendiliğinden ayaklanmaların, en kötü bir çöküşün uzantısı ve ona geri dönüşten başka yol bulamayacak olan ifadesi olduğuna hükmedebiliriz. Burada eski ilişkiler dağılmakta, fakat yeni ve yaşamaya yetenekli ilişkiler örgütlenememektedir. Böylece kurumlaşma düzeyinde örgütlülüğünü sürdürebilen egemen siyasal üstyapı, kendisine karşıt, aşağıdan gelişen bir iktidar ile aşılmayı uğrama tehlikesini kolayca gidererek, ayakta kalacak yeni bir hayatın ifadesi olmayı başaramayan toplumsal kalkışma sönecek ve toplum içten çürüyüşe sürüklenerek, dünün güçlerinin yeniden bugünün güçleri halinde hayat bulduğu ilişkilerin güdülen üreticisi halinde, kör bilincin “hayatı sürdürme” kaygısına teslim olacaktır. Yıkıcılık, bilinçli kuruculukla silahlandırılmadıkça, ayaklanma “ölümün ötesine geçiş” olamayacaktır.
Filistin ayaklanması, kendi toprakları üzerinde varlığına son vermek isteyen İsrail egemenliğini kırmak, kendi geleceğini kendi elleriyle kurmak isteyen bir halkın dilini konuşuyor. Geçmişte dönebileceği bir yer bulamadığından, yalnızca geleceğe bakıyor. Onu ölüler dünyasında tutacak hiç bir bağa sahip değil. Ama ölümün ötesine geçebilmek için de bütünüyle örgütlenebilmiş değil. Ayaklanmayı, gerçekten “ölüm ötesine geçiş için diriliş” kılan şey, kıyamet doğmasında olduğu gibi, bütün yaratıcı etkinliğin kaynağı olan gücün “çağına sesine” yönelmektir. Modern sınıf ilişkileri üzerine yükselen toplumsal kuruluş çağında bu sesin sahibi proletaryadır. Ezilen bir halkın tam ve kesin kurtuluşa ulaşabilmesi için, mücadele yolunun, hayatın tepeden tırnağa işçileştirilmesi sürecine sokulmuş olması gerekmektedir. Bu süreç, elverişli toplumsal bir zemin üzerinde, ayaklanmanın hemen içinde ve ayaklanma içinde gerçekleşebilirdi. Başkaldıran halkın bütün kesimleri, örgütlü ve silahlı işçi yığınlarının eylemli politik öncülüğünü tanır, kendi örgütlenmelerini onun oluşturduğu modellere uyarlı hale getirir ve mücadelesini onun disiplinli gücünün bir parçası kılabilirse, daha ötesi, yeniden üretilmekte olan hayat, bu anlamda işçileştirilebilirse, ayaklanma, gerçekten eski dünyanın bütün güçlerinin tümüyle tüketilmesi ve ölümün ötesine geçilmesi anlamı kazanabilirdi. Filistin halkı, bu olanaktan şimdilik uzaktır ve önünde ancak üretimin ve dolaşımın ulusallaştırılması için olanaklar vardır. Filistin halkı, kendisi için kurtuluşun, bir vatana ve ulusal bir kimliğe sahip olmaktan ibaret olduğunu düşünüyor. Ama bunun yalnızca bir başlangıç olduğunu da anlayacaktır.
Uzun ihtilalci bir hayatı, varlığının temel biçimi olarak sürdürmüş olan Filistin halkı, bütün geri ve engelleyici güçlerin çevresinde dönüp durduğu koşullarda bile, bölgenin en demokratik ülkesini kurmaya adaydır. Demokrasi, daha bugünden, ayaklanmanın bir gereği ve koşulu olarak halkın hayatında özümsenmiştir. Artık kendi içinden egemenler de dâhil hiç kimse Filistin emekçilerine ve işçilerine, kendileri adına ve tepeden karar verme ve yönetme biçimlerini kolay kolay dayatamayacaktır. Egemen sınıflar kendi iktidar biçimini kabul ettirebilmek için, belki de ayrıca Filistinli kanı dökmek zorunda kalacaktır. Halkın ayaklanma içinde oluşturduğu iktidar organlarının hayatını tehlikeye sokabilecek en önemli şey, kararlaştırıcı an geldiğinde, halkın hala “taş çağında” bırakılarak, modem silahların “onun adına” başkası tarafından elde tutuluyor olması olacaktır. Silah ve iktidar ilişkisini, siyasal mülkiyetin ayaklanma sürecinde kazandığı sınıfsal içerik bakımından değerlendirmeliyiz. Bu açıdan bakıldığında, şunları söyleyebiliriz: Filistin halkı, ayaklanma içinde kendisini yönetmek ve kendi hayatına egemen olmak için geliştirdiği her türden örgütlenmeyi, siyasal çözümün temeli olarak kullanabilme yeteneğini gösterir ve bunu silahı elde tutarak yaşatmayı başarırsa, kurtuluştan sonra, şuadan ve yerleşik Arap rejimlerine benzeyen bir rejime mahkûm olma tehlikesini atlatabilir. Bu, aynı zamanda, devrimin yeniden ve genişletilerek üretilmesi sürecini göze almak demektir. Ya kesintisiz olarak demokrasinin işçileşmesi yoluna girilecek ya da devrimin kendi üzerine kapanarak sönüşüne, kurtulduğu ilişkilerin bir başka biçim altında yeniden egemen olmasına katlanılacaktır.
Bugünün Filistin’inde, kuşkusuz ikinci olasılığın ağırlık taşıyor olmasında, ayaklanmanın bir işçi karakteri taşımıyor olmasının rolü belirleyicidir.
Filistin ayaklanması, kendisini sevgi ve biraz da kıskançlıkla izleyen bütün ezilen halklara pek çok şey öğreterek devam ediyor.
Çok somut olarak, halkın günlük hayatı sürdürme, ayaklanma içinde yaşama ve ayaklanmayı yaşatmak için yaşama yollarını nasıl açtığı incelenmelidir.
Ayaklanma öncesindeki her türden örgütlenmenin, ayaklanma koşullarında dönüşmesi ve değişmesi izlenmelidir. Bunların daha ileri bir toplumsal kuruluş için olanak taşıyıp taşımadığına, halkın kurtuluş sonrası hayatında nasıl bir rol oynayacaklarına dikkat edilmelidir. Özetle, Filistin Ayaklanması, önce yeni tipte halk örgütlenmesinin yaratılışı ve bunlar aracılığıyla hayatın yeniden üretilişinin bir ortamı olarak; ikincisi, geçmişin etkilerinin bir sonucu ve geleceğin tohumu olarak incelenmelidir.

Aralık 1988

Burma: Sokak Egemenliği

Burma! Uzak Asya’nın bu mütevazi ülkesi; geçtiğimiz birkaç ay öncesine kadar dünyanın ilgisini çekmeyen bir durumdaydı. 1947 yılında emperyalist işgale ve sömürgeciliğe karşı verilen direniş savaşıyla, bir süre dünya kamuoyunun ilgi alanı olmuş; 1962 yılında General Ne Win’in gerçekleştirdiği askeri darbeyle yönetime el koyması üzerine, gene kısa bir süre için, güncellik kazanmış; daha sonra 26 yılını Ne Win’in askeri diktatörlüğü altında geçiren bu ülke ve halkını, dünya kamuoyu unutmuştu. İçinde bulunduğumuz yılın Nisan ayına kadar bu durum, sürdü. Bu yılın Nisan ayından Ekim ayı başlarına kadar Burma, dünya televizyonlarının, basın ve yayın organlarının, günlük konusu oldu. Başta ABD emperyalizminin sözcüleri olmak üzere, tüm emperyalistler, Burma’daki gelişmeleri yakından izlediler ve yorumlar yaptılar.
Burma’daki gelişmeler, ülkemizde bugün verilmekte olan Demokrasi mücadelesine yol gösterecek “kılavuz ilkelerin” zengin pratik dersleriyle doludur. Burma deneyinden çıkarılacak sonuçlar; ülkemizde işçilerin, emekçi halkın ve aydınların ellerine önemli mücadele silahları vermektedir. Burma örneğinin tartışılması, bir diğer yönüyle, bugün Türkiye’de ilerici ‘sol’ çevrelerin siyasal gündemlerinin temel konusu olan demokrasi mücadelesi üzerine ileri sürülen çeşitli görüşlerin açıklığa kavuşturulması bakımından, önem taşımaktadır.
Özellikle 12 Eylül sonrası güçlenerek aydın sol çevrelerin önemli bir bölümü tarafından yanlış “demokrasi mücadelesi” görüşleri savunulmaktadır. Bu görüşlerin ortak özelliklerinin, en temel noktalarını şöyle sıralamak mümkündür;
Birinci olarak: Demokrasinin “sokaktan” geçen mücadele sonucu değil, “parlamenter yoldan” elde edilebileceğini ileri sürüyorlar.
Böylece, bugüne değin toplumların tanık olduğu demokrasinin elde edilmesi tarihini, tersine çeviriyorlar. Toplumlar tarihinde (sonunda burjuvaziyi iktidara getirmiş olanlar da dahil olmak üzere) bütün demokrasiler, “sokağın” gücü sonucu oluşmuştur. Bu durum, uzun süreli faşist diktatörlüklerden sonra “gerici burjuva demokrasilerine” dönüşlerde bile, örneğin; yakın tarihlerde Yunanistan, Portekiz, İspanya vb. ülkelerde de yıllarca süren “sokak” mücadeleleri sonucu oluşmuştur.
Bu görüşü ileri sürenler; demokrasi mücadelesinde, işçi ve emekçi kitlelere “pasif bir destek güç” rolünü vermektedirler. Yani; halkın kendi tarihini kendisinin yazmasının artık mümkün olmadığını kanıtlamaya çalışıyorlar.
İkincisi: Birinci düşünceyi; “sokak mücadelesinin, demokrasinin kesintiye uğramasına neden olduğu” iddiasıyla güçlendiriyorlar. Yani: Halkın, demokrasi mücadelesini parlamentoda değil de, “sokakta” aramasının, askeri cuntalara davetiye çıkardığını ileri sürüyorlar.
Bu görüşten şu sonuç çıkar: “Sokağın” şiddeti, egemenleri şiddet kullanmak zorunda bırakıyor! Böylece; şiddet ve terörü yaratan ilk ve esas güç olan egemenlerin yönetimi aklanmış olur. Çağımızda, egemen sınıfların siyasal iflasları anlamına gelen, askeri diktatörlüklerin oluşmasının faturası halka kesilir!
Üçüncüsü: Yukarıdaki savların doğrudan bir sonucu olarak: “Ordu’nun gücü ve terörü, her zaman ‘sokaktaki’ güçten üstündür! Onunla savaşarak baş edilemeyeceğine göre, düşünce temelinde, zihinlerin değiştirilmesiyle, demokrasi elde edilebilir!” görüşü getiriliyor.
Böylece, egemen sınıfların iktidarının “kadir-i mutlak” olduğu kabul edilir. “Kurtuluş, tarihsel bir olgudur, zihinsel bir iş değil!” doğru çözümlemesi, tersine çevrilmiş olur.
Şimdi: Bu görüşlerin “Burma Güneşi” altında, tıpkı buz gibi, nasıl da erimiş olduklarına bakalım.
BURMA’YI KAYNATAN, GERÇEK OLGULAR
26 yıldan beri General Ne Win’in askeri diktatörlüğü altında bulunan Burma’da; işçilerin ve emekçi halkın ekonomik yaşam düzeyinde bir iyileşme olmadı. Aksine halkın yaşamı daha da sefilleşti. İşçi sınıfı ve emekçi halk siyasi iktidarda da söz hakkına sahip değildi. Oysa, 1962 yılında General Ne Win Başbakan U Nu’yu askeri darbeyle devirdiğinde “halkın iktidarını kuracağını”, “halkı sefaletten kurtaracağını” vaat etmişti. General, askeri diktatörlük altında Burma’nın “sosyalizmi(!)” kuracağı umudunu yaymıştı. Burma işçi sınıfı ve emekçi halkının, sosyalizme duyduğu sempati ve güven, Ne Win tarafından, istismar konusu edildi. Burma işçi sınıfı ve emekçi halkı, yıllardan beri toplumun ekonomik ve siyasi hayatında belirleyici güç olacağı günü boşuna bekledi. Ne Win, egemen sınıfların Burma halkı üzerindeki egemenlik aracı olan devletin ordusunun bir generali idi. Darbeden sonra (kendisiyle çatışmaya giren bir kaç muhalifini ordudan temizledikten sonra) orduyu bütünüyle koruyarak, devraldı. Mülkiyetin özel niteliğini, sözde “devletleştirme” politikasıyla, kapitalist tekellerin, mülkiyet üzerindeki kesin egemenliğine dönüştürdü. Böylece ekonomik hayata bütünüyle kapitalist tekeller hükmederken, siyasal iktidara da bu egemenliğin koruyucusu olan askeri diktatörlük hükmetti.
Oysa: Sosyalizmin kurulabilmesi için, Burma’da egemen sınıfların iktidarının işçi sınıfı ve halkın mücadelesi ile yıkılması, iktidarın militarist gücü olan ordunun dağıtılması, ilk zorunlu ön koşuldu. Bu koşul alternatifi, işçilerin iktidarının kurulması, bu iktidarın işçilerin ve halkın silahlandırılması ile korunması biçiminde gerçekleşebilirdi. Ancak, böyle bir yolla, Burma’da, egemen sınıfların özel mülkiyeti, bütün toplumun mülkiyetine dönüştürülebilirdi. İşçi ve emekçilerin yaşamı, bugünkünden onlarca kat yukarıda olurdu.
Burma’da toplumsal gelişme tersine doğru döndürülmeye çalışıldığı için, kapitalist tekellerin egemen olduğu her ülkede olduğu gibi, bu ülkede de kaçınılmaz sonuçlar ortaya çıktı.
Burma’da ekonomi kilitlendi! Ne Win bu kilitlenmeye çözüm olarak, “Ekonomik reformlar paketi” hazırlattı. Bu paket Türkiye’deki “24. Ocak Kararları”nın bir benzeriydi. “Reform paketi”, “Kemer sıkma” politikasını, esas eksen olarak benimsemişti. Ülkemizde de yaşandığı gibi; “Kemer sıkma”, işçi sınıfının ücretlerini düşürme, fiyatları serbest bırakma biçiminde uygulandı. Ve enflasyon “canavarı” Burma’nın da başına musallat oldu. Son yıllarda bizde olduğu gibi, dünyanın birçok ülkesinde uygulanan bu “paketlerin” en önemli özelliklerinden biri de; emperyalist sermayenin ülkeye girişine “Borç-kredi” adıyla, büyük bir hız verilmesiydi. Bu durum Burma’da da yaşandı. Bizim başbakanımızın “Borç yiğidin kamçısıdır” diyerek, borç yükünü bir kaç yılda 17 milyar dolardan 40 milyar dolara dayadığı gibi, Ne Win’de aynı öğüde uydu. Emperyalistlerin borç parası ile “ekonomi gemisini” yürütmeye çalışan her kaptanın yazgısı, Ne Win’in de başına geldi. Harıl harıl ülke ekonomisi borç ve faiz ödeme görevine koyuldu. Borç ödemek için bizde olduğu gibi, “ihracat seferberliği” ilan edildi. Ancak Burma’nın ihraç edeceği ürünler, tarım ve tekstil ürünlerinden ibaretti. Ne Win dünyaya mal satabilmek için, bu ürünlerin üretim maliyetlerini düşürmek zorundaydı. Üretim maliyetini, sanayide işçinin ücretini (reel ücreti), tarımda, ürünlerin taban fiyatını düşürerek elde edebilirdi. Bu politika uygulandı. Sonuçta: “Buğday ambarı” olan Türkiye’nin buğday ithal eder bir duruma gelmesi gibi, “Pirinç ambarı” olan Burma, pirinç ithal eder bir duruma geldi. Bu da yetmedi! Bütçe açığını kapatmak için ücretliler üzerindeki vergi yükü arttırıldı.
İktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel şekillenişleriyle her ülkenin kendine özgü bazı özellikleri taşıdığından, kuşku duymaya gerek yoktur. Bu anlamda, her ülkenin içinde barındırdığı özellikler birbirinin kopyası olarak değerlendirilemez. Ancak, sömürü düzeninin egemen olduğu gerici ülkeler, emperyalist sermayenin de ağır bir yük olarak binmesiyle, evrensel olarak bazı temel ortak özellikler gösterirler. Çünkü toplumun yeniden üretiminin nedenlerini açıklayan yasalar ulusal değil, uluslararası düzeyde geçerliliği olan, ekonomik yasalardır. Ve nesnel hayatı açıklayan bu yasalar “insanın gözünün yaşına” bakmayacak kadar katı, bir o kadar da insana karşı olan yasalardır. Burma’da, Türkiye’de, Şili’de, Cezayir’de, Polonya’da vb. sayılabilecek bir dizi ülkelerde, ekonomik hayatı, bu yasalar yönlendirmektedir. Esas kaynağını tekellerin “asın üretim” ve “aşırı kâr” hırsının oluşturduğu ekonomik krizlerin sonuçları, her ülkede, koşullara göre değişiklik göstermektedir. Bu durum kimi ülkelerde geçici “aşılarla” hafifletilirken, kimi ülkelerde ise ağır sonuçlara ve yıkıma yol açıyor.
İşte; Burma, bu sonuçların ekonomik yıkıma götürdüğü ülkelerden biri. Ekonomik yıkımın sosyal alana yansımasının bir kubunda; işsizlik ve sefalet oranında, büyük bir artış ortaya çıktı. Burma’da işçi sınıfı ve emekçiler, yıllarca, durumlarının düzelmesini beklediler!
ÜÇ AYDA DÖRT DEVLET BAŞKANI
Ne Win’in Burma’sıyla, bizim ülkemiz arasında, bir konuda, önemli bir farklılık görülür: Ne Win diktatörlüğünün “koltuk değnekleri” yoktu! Ne Win’de olmayan şey, biz de çok var!
Ne Win “dar görüşlü” bir diktatör olduğunu kanıtladı. Tek partiye hayat hakkı tanıyan bir diktatörlük sürdürdü. Burma; ekonomik ve siyasal baskının doğurabileceği toplumsal muhalefeti düzen sınırları içinde tutacak “siborlara”, sözde muhalif burjuva, reformist partilere, sahip değildi. Bir “anayasa” yapıp, silahların gölgesinde halkın % 90’ına onaylatsaydı; bu “anayasayı” kabul etmek şartıyla 7-8 tane, her biri bir diğerine benzeyen türden muhalif(!) partiler kurulmasına izin verseydi ayrıca; “bu seçimde olmadı, referandum da olacak”, “referandum da olmadı, gelecek seçimde olacak” diyerek, işçileri avutan Şevket Yılmaz gibi birisini, sendikaların başına koyabilseydi, Ne Win’in ömrü, belki uzayabilirdi ama olmadı!
Önce sadece öğrenci gençliği kapsayan sokak gösterileri, daha sonra işçi sınıfı ve diğer emekçilerin katılımıyla siyasal iktidarı tehdit etmeye başladı.
Burma işçi sınıfı, emekçi halkı ve öğrenci gençliği, kendi öz deneyi sonucu. Ne Win diktatörlüğünden umutlarını kestiler. Onlar için, tek bir yol, tek bir silah kalmıştı: “Ekmek, Özgürlük ve Demokrasi” için, sokağa dökülmek.
Burma halkı bu yolu seçti. Önce sadece öğrenci gençliği kapsayan “sokak” gösterileri, daha sonra işçi sınıfı ve emekçi halkın katliamıyla, iktidarı tehdit eden bir niteliğe ve boyuta büründü. Geçtiğimiz Haziran ve Temmuz’da güçlenen hareket, 25 Temmuz’da 26 yıllık diktatör Ne Win’in istifa etmesine yol açtı. Hareket, ilk başarısını elde etti!
Ama Burma halkının “sokak” kavgası son bulmadı. Ne Win’den boşalan devlet başkanlığına gene bir general olan Sein Lwin getirildi. Yeni diktatör, “sokaktaki halkın üzerine daha canice ordu birliklerini saldı. 18 Ağustos’ta yapılan bir sokak gösterisinde 3000 civarında Burma’lı emekçi, hunharca katledildi. Bu vahşet ve kitlesel katliam, emekçi halkı sindirmeye yetmedi. Ertesi gün, on-binlerce Burma’lı katliamın hesabını sormak için sokaklara döküldü. Bu durum karşısında General Sein Lwin devlet başkanlığı görevine gelişinin üzerinden üç hafta geçmeden istifa etmek zorunda kaldı. Egemen sınıfların siyasal iflasları Burma’lı emekçilere güç verdi. Halk giderek artan ölçüde, kendi gücüne inanmaya başladı. “sokak”taki kitle eylemleri cezaevlerine sıçradı. Bu isyanlarda sayıları 1000’i geçen mahkûm, diktatörlük tarafından katledildi. Ama halkın mücadelesi durmak bilmiyordu.
Gelişen bu durum karşısında, general Sein Lwin’in yerine, üç ayda üçüncü devlet başkanı olarak gelen Maung Maung; Eylül ayı içinde çok partili seçimler için parlamentoda görüşmeler yapılıp, yasalar hazırlanacağım ve yapılacak seçimlere “Devlet Konseyi” üyelerinin aday olmayacaklarını, açıklamak zorunda kaldı. Bu açıklamanın ardından General Saw Maung tarafından devrildi.
Bu soruları cevaplandırmadan önce, sonucun ne olacağından bağımsız olarak, şu gerçekleri belirtmekte yarar var:
Birincisi: Demokrasinin elde edilmesinin “zihinsel bir değişim yoluyla” değil, “sokaktaki” savaşla olacağı gerçeği tarihe bir kez daha kazandı. Halk demokrasi bilincine, ancak bir tek yerde, “sokaktaki” siyasal mücadele içinde ulaşabiliyor. Burma halkının bir kaç ayda elde ettiği demokrasi bilinci; başka koşullarda (hele de pedagojik eğitim yöntemiyle) on yılda elde edilebileceklerden daha ileridir.
İkincisi: Son yıllarda bu kadar kısa sürede, 4 devlet başkanına tanık olan başka ülke yoktur. Bu durumu yaratan bir tek güç var: İşçi sınıfı ve emekçi halkın kendi öz gücüne dayanan mücadelesi! Çünkü burma halkı diktatöre “Ekmek ve Özgürlük Dilekçesi” vermedi! Üstten gelen dalga insanın vücuduna sadece masaj yapar. Ama “dipten gelen dalga” denizin ortasında fırtına yaratır! Fırtına; denizin içindeki bütün “pislikleri” fırlatıp, kıyıya atar! Burma halkı; ne Win, Sein Lwin, Maung Maung gibi diktatörleri, “tarihin çöp tenekesine” attı bile!
Üçüncüsü: Sonuç, ne olursa olsun? Burma, 26 yılda, kendi tarihine bir sayfa bile ekleyemedi. Ama halk, üç ayda koca bir tarih sayfası yazdı. Böyle yazılan tarihler silinmezler!
Gerçek demokrasi mücadelesi tarihinin her zaman geçerli olan bir kuralı vardır: Eğer; halk kendi tarihini, kendisi yazmak istiyorsa, bunu, ancak sokağın gücüyle başarabilir.
Burma halkı, bu evrensel kuralı kanıtladığı için; onların mücadelesi ulusal değil, uluslararası bir öneme sahiptir.
BURMA HALKININ YARATTIĞI “İNSİYATİF ÖRGÜTLERİ”
Burma’daki gelişmelerden öğrenilmesi gereken ikinci önemli nokta ise; halkın mücadelesinin ürünü olarak doğan ‘Halk inisiyatifi örgütleridir.”
Askeri diktatörlük halkın mücadelesi karşısında sarsıldı. “Yönetenlerin, yönetemez duruma gelmeleri”ne çok az kaldı. Halk, iktidarın denetimi alanından çıktı. Yerel yönetimleri ele geçirdi. Ve Burma’da (henüz yerel yönetimler düzeyinde) işçi, öğrenci ve Budist rahiplerden oluşan “Yeni yönetim organları” doğdu. Bu organlar; rüşvet, sahtekârlık, “oy hırsızlığı” vb. gibi binlerce ahlaksızlığın cirit attığı burjuva yoldan “Belediye seçimleri” yapılarak doğmadı. Gene ‘burjuva yolda’ halka yabancılaşmış, halkın üzerine çıkmış devletin yerel alandaki temsilcileri olan vali, garnizon komutanı, emniyet müdürü gibi kurumlar, atamayla gerçekleşirken, Burma halkı kestirme yoldan bu kurumları işgal etti. Kendi güvenliğini sağlama işini, kendisi üstlendi.
Bu gelişmelerin hiçbiri, en gelişmiş burjuva parlamenter yolda bile görülmez. En ileri burjuva demokrasilerinde bile (ki demokrasinin gerçek anlamı da budur) halkın yönetme yeteneğinin gelişmesine izin verilmez. Bu tür burjuva Cumhuriyetlerinde, halkın, inisiyatifinin, siyasette söz hakkına sahip olmasının sınırı, 4-5 yılda, kullandığı oy hakkı kadardır. Buralarda halkın “vatandaşlık görevini” yerine getirdikten sonra, artık siyasetten elini-ayağını çekmesi gerekir. Seçtiği yöneticileri denetleme, gerektiğinde görevden alma hakkı yoktur. Örnek olarak ülkemizde; sadece oy verenlerin bile % 65’in karşı olduğu bir yönetim ve onun başbakanı, halkın gözünün içine baka baka; “1992’ye kadar iktidardayım, beni kimse yerimden oynatamaz!” diyebilme hakkını kendinde buluyor. İşte; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!” şiarının gerçek yüzü! Fazla söze gerek yok!
Bugün Burma’da oluşan “halk inisiyatifi örgütleri” kuşkusuz, henüz iktidar organları olarak görülemezler. Halkın yönetme yeteneğini “nerede” kazanabileceğine dikkat çekebilmek yönüyle değindik. Yürütme yeteneğini kazanmakla, iktidarda olmak, bir ve aynı anlamı ifade etmezler. Burma halkı, kendi kendini yönetmek gerektiği bilincine vardı. Ve bunun ilk göstergeleri olarak, yerel yönetim organları kurdu. Ancak, bu durum, henüz işçi sınıfını iktidara getirmeye yetmez!
BURMA HALKI MÜCADELESİNİN ZAAFLARI
Burma işçileri ve öğrencileri, kahramanca bir mücadele örneği verdiler. Geride binlerce şehit verme pahasına, çok şey kazandılar. Diktatörler devirdiler. Kendi öz güçlerine güvenlerini arttırarak moral bakımdan güçlendiler.
“Yerel inisiyatif örgütleri” yaratarak, yönetmeye aday olduklarını kanıtladılar.
Fakat Burma halkı için “zor günlerin” ikinci bölümü bundan sonra başlıyor. Bu ikinci dönemdeki başarı veya başarısızlık, hareketin taşıdığı zaaflardan arınma ve önündeki görevleri çözümleme yeteneğinin gücüne sıkıca bağımlıdır.
Hareketin taşıdığı zaafları, şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi: Burma ayaklanmasının taşıdığı en önemli zaaf, kuşkusuz, hareketin henüz yerel bir düzeyde seyretmesidir. Ülkenin birçok bölgesine hareket yaygınlaşmış olmakla birlikte, bu hareket ülke çapında merkezi bir örgütlülükten yoksun bir şekilde doğdu. Bu durum hareketin bütün gücünü tek bir nokta da toplamasını önlüyor.
İkincisi: Hareketin siyasal iktidar perspektifinin belirsiz oluşu. Bu zaafın en belirgin sonucu: Merkezi otoritenin (bütün sarsıntılarına rağmen) hâlâ varlığını sürdürebilmesi ve halkın sadece “yerel yönetim organlarıyla” yetinmesi, durumudur. Ve gene, diktatörlüğün ordusu dağıtılmadan varlığını devam ettirmektedir.
Üçüncüsü: Hareketin (ikinci nedenin kaynağı olan) belirli bir programdan yoksun oluşu. Ülkenin yeni dönemde yöneleceği ekonomik ve siyasal hat belirlenmiş bir durumda değil. Hareketin bu zaafı, Burma halkının, “haklar talep etme” sınırında durmasına neden olmaktadır.
“Burma hareketinin” sayılan temel zaaflarının giderilip giderilmemesi, hareketin bundan sonra izleyeceği rotayı belirleyecektir.
Bu eksiklikleri giderecek yeteneğe sahip, en büyük güç ise proletaryanın öncü partisidir. Hareketin içinde çeşitli ilerici, devrimci örgütler yer almasına rağmen, bunların hiçbiri sözü edilen yeteneği şu ana kadar henüz gösteremedi. Burma işçi sınıfının önündeki ilk görev, gerçek öncü partisinin önderliği altında mücadeleyi devam ettirebilmektir.
Şu anda hareket bekleyiş dönemine girdi. Maung Maung seçim vaat etmişti. Saw Maung ile birlikte merkezi otorite, henüz ayakta. Öte yandan bir diğer gelişme ise; yeni bir burjuva muhalefetinin(!) ortaya çıkışıdır. “Sokak” muhalefeti içinde hiçbir rolü olmayan, eski döküntü burjuvalar, bu kargaşa ortamından yararlanıp boy verme fırsatı buldular. Bunların içinde eski politikacılar ve askerler yer alıyor. Başkanlığını eski başbakan U Nu’nun yaptığı “Demokrasi ve Barış İçin İttifak” örgütü, ülke yönetimini yeniden eline geçirmek için hazırlıklarına hız verdi. Başta ABD olmak üzere, batılı emperyalistler: “Burma’da tek çıkar yol, çok partili parlamenter demokrasiye geçmek!” reçetesini sundular. Büyük ihtimalle, emperyalist güçler; eski başbakan U Nu ve eski askerlerden (Aung Gyi, Tin U, Win Tein vb. gibileri) oluşan burjuva muhalefetine(!) destek verecekler. Bunlar “ekonomik ve siyasi reformlar”, “demokrasi ve özgürlük” vaat leriyle, halkı kandırmaya, böylece, “sokakta” doğmuş muhalefeti “burjuva parlamenter” yola kanalize ederek, ülkeyi ABD emperyalizminin denetimine sokmaya çalışacaklar. Bunlar eski diktatörleri de “koruma” altına alabilirler. “Seçim” vaadinin hemen ardından Maung Maung ile bu burjuva muhalifler “ülkeyi dar boğazdan çıkarmak” için el altından temaslara başlamıştı. Bu bloğun politikası; “eski tas, eski hamam, sadece tellaklar değişsin!” deyişiyle, özetlenebilirdi. Bu bloğun hesabı tutmadı.
BUNDAN SONRA NE OLACAK?
Ya; burjuva muhalefeti tarafından halk aldatılacaktır. Böylece “Burma gemisinin” bordosuna bildiğimiz kumaştan dokunan “ekonomik ve siyasal alanda liberalizm” bayrağı çekilecek, halkın ayağı “sokaktan” çekilene kadar, emperyalistlerin desteği ile ekonomik ve siyasi alanda bazı “iyileştirmeler” yapacaklar, sonra gene halkın boğazını ve “kemerini” sıkmaya fırsat kollayacaklardır.
Ya da; “sokağın” gücünü diri tutacaklar, “yerel inisiyatif örgütleri” dağıtılmayıp, daha da güçlendirilmesi sağlanarak, sürekli bir baskı unsuru olarak kullanacaklar. Merkezi siyasal iktidar da yer almaya çalışacaklar, böylece, belki “geçici bir hükümet” oluşacak. Bu yolla halkın, ülkenin ekonomik ve siyasi hayatını (olduğu kadarıyla) denetim altında tutması mümkün olabilir. Bu durum geçici olarak, halkın ekonomik ve siyasal durumunda bir genişlemeye yol açar.
Bu ikinci yoldan (daha önce sayılan gerekli koşulları yaratmak şartıyla) işçilerin iktidarda egemenliği ele geçirmeleri mümkündür. Ancak, bu ihtimalin önümüzdeki kısa dönem için gerçekleşmesi zayıf bir durumdur.
Çünkü Burma işçi sınıfı yetenekli bir partiye ihtiyaç duyuyor.
Belirtilen iki ihtimalli sonuçta da; kazanç hanesi yüklü olan Burma halkıdır. Sovyet işçilerini, önce Şubat devrimine, ardından Büyük Ekim Devrimine götüren yollar, 1905 Ayaklanması’nın “taşlarıyla” döşenmişti. Üstelik Burma işçileri, bugün daha avantajlılar; 1905 ayaklanması, yenilgiyle sonuçlanmıştı. Burma Ayaklanması, yenilmedi! Burma işçilerinin, morali yüksek!
Mücadele etmesini bilenler, yaşamaya hak kazanırlar!
Demokrasiye gidecek her halk, “Burma yolundan” geçmek zorunda.

Aralık 1988

Gorbaçov Demokratizminin İçeriği ve Etkileri Üzerine – 2 Sosyalizmden tam kopuş, Perestroyka: SSCB’de kapitalizmin batılılaşması

Önceki sayıda “Gorbaçov demokratizmi”nin anti sosyalist içeriği, burjuva, anlamda bir demokratizmden bile uzak oluşu üzerinde duruldu; geliştirilen siyasal reformlar çeşitli yönleriyle inceleme konusu edildi.
Gorbaçov övgüsü yapan, onun olumlu ve iyileştirici tutum içinde olduğundan söz eden çeşitli akımlar, içeriği ve sınıfsal niteliğine ilişkin bir ayrım yapmadan ve burjuva ve proleter demokratizmi arasındaki farkları muğlâklaştıran genel bir demokratizm yüceltisiyle Sovyetler Birliği’nde uygulamaya konulan reformların “sosyalizmin iyileştirilmesi” doğrultusunda olduğunu ileri sürmekle kalmıyorlar.
Gorbaçov olumlamaları, onun “demokratizmi”nden etkilenme ve bu etkinin yanı sıra, Gorbaçov reformlarının ekonomik neden ve temelinin, onun ekonomik alandaki reformlarının görmezden gelinmesi ve siyasal liberalizasyonun ekonomik liberalizasyondan koparılıp ikincisine hiç ilgi gösterilmemesinden kaynaklanıyor. Pro-Sovyet revizyonistler dışındaki akımlar, Gorbaçov’un politik ekonominin yeniden yazımına girişmesi karşısında pek konuşma ve yazmayı tercih etmiyorlar.
Gorbaçov’un kendisi bu alanda ülkemizdeki olumlayıcılarından çok daha cesurdur. Ekonomide “yeniden yapılanma”dan (perestroyka), fabrika yöneticilerinin merkezi planlama karşısında yetkilerinin artmasından, fiyat, üretim miktarı, finans kaynakları ve fon aktarma konularında yetkilendirilip özerkleştirilmelerinden, oto-finansman ve kâr ilkesinin gözetilmesinden ve her şeyin buna bağlanmasından, hisse senetli ortaklıklardan, işletme ve toprakların kiralanmasından, özerk işletmelerin yabancı sermaye ile ortak yatırımlarından, işçi tenkisatından vb. söz etmekle kalmadı; 27. Kongre, sonrasındaki MK toplantıları ve 19. Konferans bu doğrultularda kararlar aldı. 1 Mayıs 1987, özel “aile işletmelerine” yeniden izin verilen tarih oldu. 1988’de çıkarılan bir diğer yasayla dileyen Sovyet vatandaşının kişisel olarak ya da grup halinde çeşitli sanayi işletmelerini kiralayabilmesi ve toprak kiralayarak kendi hesabına işletebilmesine olanak tanındı. Ülkemizdeki olumlayıcıları ise, Gorbaçov’a bu alanda destek vermekten kaçınıyor, işin doğrusu, O’na desteklerini ekonomik politikası değil, siyasal liberalizmi, soyut demokratizmi noktasından açıklıyor, özel mülkiyet ve teşebbüse izin, Gossplan’ın etkisizleştirilmesi noktalarında ağızlarını açmıyorlar. Doğaldır; sosyalizm sempatizanları ve Marksist literatürü kullananlara özel mülkiyet, kâr ilkesi ve benzeri konulardaki “iyileştirmeleri” kabul ettirmek, benimsetmek kolay değildir. Demokrasi ve demokratizm ise günün modası… Etkileme gücü yüksek…
Oysa “Gorbaçov demokratizmi” ya da “sosyalist iyileştirmeler” olarak gösterilmeye çalışılan siyasi liberalizasyonun kalkındığı temel, Sovyet ekonomisindeki tıkanma ve ekonominin liberalizasyonudur.
Birinci olarak, “Gorbaçov demokratizmi”, ileride üzerinde duracağımız Sovyet ekonomisindeki tıkanma ve Sovyet toplumunu çok yönlü olarak kıskacına alan derin buhran koşullarının bir sonucudur. Yıllardır harcı alem nedenlere bağlanan ve asıl olarak görmezden gelinerek gizlenmeye çalışılan revizyonist sistemin hastalıkları, tıkanma ve çok yönlü derin buhran koşullarında öylesine gözden gizlenemez boyutlara ulaşmıştır ki, artık sistemi aklamayıp olumlamanın yolu ve sistem içi “çözüm” olarak suç, ilenen çeşitli politikalar ve bunları izleyen politikacılara atılmak noktasına varılmıştır. Stalin zaten 1956’daki 20. Kongre’den beri tüm kötülüklerin kaynağı olarak açıktan saldırıya uğramaktadır. Gorbaçov’la birlikte bu saldırılar hayasızlık boyutuna varmıştır. Ama bugünün kötülük ve olumsuzluklarını, yaşamı 35 yıl önce sona eren ve ölünceye dek yaklaşık 30 yıl başarıyla ilerleyen sosyalist inşayı ve ekonominin durgunluk ve tıkanma tanımaksızın gelişmesini yöneten Stalin’le açıklamak ikna edici olmayacağı ve başarısızlık başarıyla açıklanamayacağı için, işin ucu yine Stalin’e bulaştırılarak merkezcilik, bürokratizm, kolektivizmde aşırıya gidiş gibi politikalara ve bunlardan sorumlu tutulan politikacılara suç atılıyor. Sistemin hastalık ve kötülüklerinin kaynağı olarak, uzun süredir izlenen ve tartışma konusu edilmekten kaçınılan sözü edilen türden politikalar ve onların sorumlusu, yürütücüsü ve savunucusu politikacılar gösterilerek sistem kurtarılmaya çalışılıyor. “Gorbaçov demokratizmi”nin bir nedeni ve kaynağı budur.
Artık gizlenemez olanı, zaten kendini açığa vuranı açıklama ya da kabullenme ve kaynak olarak sistemin yerine “sistem” adı edilse bile başka şeyleri, politikaları, politikacıları, pratik yanlışlıkları öne sürme; bu, sömürücü egemen sınıfların binlerce yıldır uygulaya-geldiği bir yöntemdir. Eski Mısır ya da Çin’de Firavun ya da imparator değişikliklerinin nedeni buydu, Osmanlı padişahları bu nedenle sadrazamlarının kellelerini alırlardı ve modern toplumlardaki hükümet değişikliklerinin nedeni budur: Sistem yerine uygulanan belli politika ya da politikaları kötülüklerin kaynağı olarak gösterip sorumlularını cezalandırma. Gorbaçov’un ülkemizde de birçok siyasal grup ve kişiyi etkileyerek birdenbire demokrat kesilmesinin altında yatan bir gerçek budur; bu yönüyle “Gorbaçov demokratizmi”, karşısında uyanık olunması ve revizyonist sistemin çıkmazını ve bunun doğrudan sistemde içkin kaynağını gizlemesine izin verilmemesi gereken bir demagojidir.
İkincisi, “Gorbaçov demokratizmi”, demagojiden öte, maddi hareket ettiricilere sahip bir eğilim olarak, ekonomik liberalizasyonun bir sonucu ve yansımasıdır. Sanki merkezi planlı ekonominin tasfiyesinden kaynaklanmıyormuş ve sanki merkezi planlı ekonomiye dayanan sosyalizm genel ve devresel buhranlara (örneğin durgunluk, tarımsal kriz, düşük kapasite kullanımı, emek üretkenliği ve verimlilikte düşme benzeri, kıtlık, paranın değer kaybı -enflasyon-, fiyat “ayarlamaları”nın dayatılmışlığı benzeri kriz unsur ve göstergelerine) kaynaklık edermiş gibi, Sovyet ekonomisindeki tıkanma, ekonominin daha da liberalleştirilmesi, sosyalizmin biçimsel kalıntılarının da yok edilmesi yoluyla aşılmaya çalışılmakta, kolektivizm ve merkezi planlamanın seçeneği olarak özelleştirme ve oto-finansmanın teori ve pratiği yapılmaktadır.
Bunun siyasal üst yapıdaki, siyasal ve ekonomik yönetsel aygıttaki yansıması, yine sosyalizmin bir kalıntısı olarak varlığını sürdüren, ama nitelik olarak burjuva revizyonist bir içerik kazanmış kurum, unsur, teknik ve yöntemlerin ekonomik yapıya ve onun yönetim gereksinmelerine uyum sağlayamayarak devreden çıkmaya yönelmesidir. Kapitalist gelişmenin zorunluluğunu dayatmasına bağlı olarak, sosyalizmden kalma birçok merkezi yönetsel mekanizma, şimdiye dek varlığını korumuş olduğu biçimselliğiyle de iptal edilmekte, aşırılığıyla piyasa koşullarına uyum sağlayamayan bazı merkezi yetkiler kaldırılmakta ve meta ve piyasa ekonomisinin gelişimi ve etkisinin artmasıyla koşut olarak yönetim aygıtı ve yetkilerde eskiye göre âdemi merkeziyetçi bir yeniden düzenlenme ihtiyacı ve bu yönde bir uygulama görülmektedir. Özelleştirmeler yanında grup mülkiyeti, oto-finansman ve kâr ilkeleriyle özerklik olarak propaganda edilerek yönetsel açıdan ademi merkeziyetçilikle birlikte “özyönetim sosyalizmi” adı takılan liberalizasyon yönünde ilerleyiş, kuşkusuz “demagoji” değil bir gerçektir. Ama “Gorbaçov demokratizmi” ve onun çeşitli yönleri üzerine, özellikle de yetersizliği üzerine yazılar yazarak “sosyalizmin sorunlarını” tartıştıkları iddiasında olanlar, bu “demokratizmin” kaynağı olan ekonominin “demokratizasyonu”nu sosyalizm açısından ele almamaya özen gösteriyorlar. Konuyu bazı yönleriyle biz ele alalım.
İki gelişme üzerinde duracağız:
Birincisi, özel teşebbüs ve mülkiyete resmen izin verilmesi ve lokantacılık, ayakkabıcılık, tamircilik gibi alanlarda yalnızca aile çalışanlarını istihdam eden, yani kısmen işçi çalıştırmayan özel sektöre olanak tanınmasıdır. Bunun sosyalist bir adım olmadığı, sosyalizm değil özel mülkiyet koşulları ve kapitalizm doğrultusunda bir “iyileştirme” ya da reform olduğu ortadadır. Ve bu, “sosyalizm” açısından yeni bir olgu da değildir.
Kâr ilkesi ve piyasa ekonomisinin çeşitli yönleriyle uygulamaya konduğu Kruşçev zamanından başlayarak birçok alanda yeraltı atölyeleri ve ticareti ortaya çıkmıştı. İmtiyazlar, yasa dışı ürün satımları gibi yollardan para biriktirenler, özellikle ürün fiyatlarının yüksek tutulduğu ve ürün kıtlığı çekilen alanlarda yasa dışı yatırımlar yapıyorlar, ticari faaliyet yürütüyorlar, küçük sermayelerini işletebiliyorlardı. Şimdi bu durum yasallaştırılıp onaylandı. Kara para yarattığı baskıyla kendisini meşrulaştırdı.
İkrarı ve savunusu SSCB ekonomi doktoru Otto Latsis’den: “Karşılanmayan herhangi bir talep ön plana çıkma eğilimi gösterdiğinden, bu talebin karşılanma zorunluluğu, geniş bir yasadışı özel faaliyet alanının ortaya çıkmasına neden oldu…
“Bireysel emek faaliyeti yasası pratikte var olan bu faaliyete bir kurallar çerçevesi çizdi. Ya da daha açık söylersek, şu anda bu faaliyetin gelişmesi için koşulları yarattı. Gerçekten de, SSCB’de milyonlarca insan çeşitli biçimlerde bu işlerde çalışıyor. Yasa yürürlüğe girmeden önce, bireysel çalışma için yasal lisansı olanların sayısı 100 binden fazla değilken, yasa yürürlüğe girdikten sonra 300 bin kişi daha resmen izin aldı. Şimdi 200 bin kişi de kooperatiflerde çalışıyor. Bu, geçmişle karşılaştırıldığında, büyük bir ilerlemedir.” (Dünyaya Bakış, Kasım 88, sf. 58)
Bireysel faaliyetin yasallaştırıldığı alanlar, başlıca, hizmetler ve zorunlu ihtiyaç maddeleri üretimi alanıdır. Lokantacılık gibi, kıtlığı çekilen sebze, hayvansal ürünler, ayakkabı, giysi gibi ürünler üretimi alanlarıdır. Ve 30’lar, 40’larda bu alanlarda talebi karşılayan üretim 60’lar, 70’lerde nedense karşılayamaz olmuştur! Talebin daha ileri boyutlarda ve çeşitlilikle karşılanabilir olması gerekirken, eski durum bile sürdürülememiş ve kıtlıklar baş göstermiştir. Planlı ekonominin sektörler arası oranlı gelişmesi yerine oransızlık ve bir tüketim toplumu yaratılmasının açık kabulüyle sayın doktor, “karşılanamayan talebin” yasadışı karşılanma yolu olarak eklenti bir özel ekonominin ortaya çıktığını belirtmekte ve bu durumun yasallaştırılmasını geçmişe göre “büyük bir ilerleme” olarak sunmaktadır. İlerleme olduğu açık. Ama nasıl bir ilerleme? Doktor, “sosyalist” bir ilerleme olduğu iddiasında. Oysa Stalin döneminin sosyalist ekonomisinde ne zorunlu tüketim maddeleri kıtlığı ne de bunun yasadışı ya da yasal yollardan özel teşebbüs aracılığıyla karşılanması ihtiyacı doğmuştu. Şimdi gelişen kapitalizm kendi ihtiyaçlarını dayatıyor. “İlerleme”, kapitalizm yönünde, kapitalizmin özelleşmesi biçimindedir.
Doktor Latsis, sözü edilen alanlarda sanki “müşteriler” eskiden, sosyalizm koşullarında “dağınık” değilmiş gibi, büyük üretim karşısında küçük üretimin ve buradan giderek özel teşebbüsün gerekliliğinin teorisini yapmaya çalışmakta ve teorisini kâr ilkesi üzerine oturtmaktadır:
“Hizmetler alanında ve ayrıca belli ölçüde, perakende ticaret ve toplu beslenme alanlarında müşteriler ‘dağınık’tır ve bu, bireysel emeğe gereksinim yaratmaktadır. Şimdiye kadar bu alanlarda kurmakta olduğumuz devlet işletmeleri, büyük ölçüde, fonlardan ve kaynaklardan harcama yapılmasını getirdi ve bunların çoğunlukla verimsiz, rekabete dayanıksız ve kısacası, kârsız oldukları ortaya çıktı… Gerçekte pratik olmayan yerde biçimsel toplumsallaştırmayı yürütmeye çalışmak, genelde tek ve aynı sonucu doğurdu: Yapay olarak kurulmuş geniş ölçekli üretim kendi görevlerini yerine getiremedi.” (agy.)
Doktor Latsis’in tartışmayı sosyalist değil kapitalist bir çerçevede, kapitalizmin normları ve literatürü temelinde yürüttüğünü kanıtlamak gerekmiyor. “Rekabete dayanıksızlık”, “kârsızlık” gerekçeleri kendi başlarına birer kanıttır.
Henüz üretim ve emeğin yeterince yoğunlaşmadığı ve küçük üreticilerin kolektifleşmeye ikna edilemediği koşullarda küçük üretimin bir süre daha devamını kabullenmek ve kolektifleştirmeyi ertelemek ve maddi isteksizlik, sabotajlar gibi nedenlerle ortaya çıkabilecek olumsuz sonuçları dolayısıyla erken kolektifleştirmeden kaçınmak değil tartışılan. Bu nedenlerle 50’lere kadar kooperatifçi köylülerin evlerinin önündeki küçük bahçelerde kendi tüketimleri için ve artanını da satmak üzere özel küçük üretim faaliyetinde bulundukları biliniyor. Ama bu, koşulların olgunlaşmasıyla giderilmesi gereken bir durumken, şimdi hem tarımda hem de kentlere yayılarak genelleştiriliyor. Tartışılan, kolektiflikten özel teşebbüs ve mülkiyete geri dönüşün gerekliliği ve faziletidir. Bireysel emeğe gereksinimin aşıldığı alanlarda bireysel emeğin kolektif emek, özel mülkiyetin kolektif mülkiyet karşısında propagandasıyla savunulan, kapitalizmdir.
İkincisi ve yine bu yöndeki bir diğer onama da, genel olarak kâr ilkesinin, işletme ve kooperatiflerin görece kendilerine yeterli’ birimler haline gelip fonları, üretimi, ürün fiyatlarını vb. saptamalarının, ürünlerin tümünü ya da belli bir bölümünü, nasıl, nerede ve ne amaçla kullanacaklarını bütünüyle kendilerinin kararlaştırmalarının ve üstelik yabancı sermayeyle ortaklıklar kurabilmelerinin tam bir açıklıkla resmileştirilmesidir. Oto-finansman ve kâr ilkeleri 1987’de kabul edilen SSCB Devlet İşletmeleri (Birlikleri) Yasasıyla Sovyet sanayisinin şimdi yarısından fazlasında uygulanıyor ve 1990’da ülke ekonomisinin tümü bu ilkelere göre düzenlenmiş olacaktır. “1988 yılının başlarında SSCB’de toplam 51 milyon kişinin çalıştığı 76 binden fazla birlik, işletme, kolektif çiftlik ve devlet çiftliği ile başka kuruluş tam ekonomik muhasebe ile ve öz-finansman temelinde çalışmaya başladı. Bunlar sanayi ve tarım alanında üretimin % 60’ını, iletişim alanının % 100’ünü, perakende pazarlamanın % 97’sini ve sözleşmeli işlerin % 37’sini kapsıyor. Ulaşımın % 88’i, günlük hizmetlerin % 50’den fazlası öz-finansman temelinde sağlanıyor.” (Dünyaya Bakış, Kasım 88, sf. 55)
SBKP 19. Konferansı’nı izleyip anlatan Ali Söylemezoğlu, merkezi planın geçersizleştirilmesine değil, “emir-komuta yöntemlerine dayanan bir ekonomik yönetim mekanizması”, “buyrukçu, bürokratik mekanizma” olarak tanımladığı planlı ekonomiye bağladığı ters-yüz etmenin bu kadarı olur! sektörler arası oransızlıklardan söz ettikten sonra, kapitalizmin çıkış yolu olarak görüldüğünü önce üstü örtülü sonra açıkça belirtiyor:
“Sanayi gelişip işletmelerin ve üretilen malların sayısı artıp ekonominin yapısı karmaşıklaştıkça, ortaya çıkan yönetim mekanizması (merkezi planlama mekanizması-MY) ile toplumun gereksinimleri çelişmeye başladı. Hele SB birçok malı ‘dünyada en fazla üreten ülke’ durumuna geldikten sonra, ekonomik yönetim mekanizmasının üstesinden gelmesi gereken ödev, ne pahasına olursa olsun belli üretim hedeflerine ulaşmak değil, üretimin en ekonomik yollardan, en verimli yöntemlerle yapılması olmuştu.” (Yeni Açılım, Eylül 88, sf. 41)
“En ekonomik yol”, “en verimli yöntem”, kârlılığı esas alan kapitalist yol ve yöntemlerdir ve yazar 19. Konferans’ın ekonomik reform önlemlerini özetlerken, bunu açıkça ortaya koyuyor:
“Yalnızca bireyler değil, işletmeler ve kooperatifler de mali bakımdan özerk olacaklar. Yani ekonominin bütün birimleri bundan böyle mümkün olduğu kadar çok kâr elde etmeye çalışmakla yükümlüdür. Görevleri, liste halinde belirlenmiş çeşitli mal miktarlarını üretmek değil, fiyatları, tüketicinin talebini, devlet siparişlerini, diğer işletmelerin taleplerini dikkate alarak neyi ne kadar ve nasıl üreteceklerine karar vermek ve sonuçta zarar değil, kâr elde etmeyi hedeflemek olacaktır. Çünkü zarar ederlerse devlet bu zararı ödemeyecektir. Buna karşılık, kâr elde ederlerse bu kârı diledikleri gibi harcayabileceklerdir.
İşletmeler birbirleriyle serbestçe ticaret yapabilecekler, ithalat ve ihracata girişebileceklerdir.” (agy,s.44)
Kâr… kâr… hem de “mümkün olduğu kadar çok kâr… kârın azamisi. “Yalnızca bireyler değil”, yani bireysel özel teşebbüs değil yalnızca, “işletmeler ve kooperatifler de mali bakımdan özerk olacak” ve “mümkün olduğu kadar çok kâr elde etmeye” çalışacaklardır. Bireysel özel teşebbüs ve mülkiyetle, aynı amaca, kâr amacına sahip işletme ve kooperatifler arasında ne türden bir fark oluyor? Özde hiçbir fark yoktur. Bu durumda işletme ve kooperatifler açıktan kapitalist tarzda örgütlenmiş kooperatiflere dönüştürülüyor ve buna “öz yönetimcilik” deniyor. Bu kooperatif işletmelerin kapitalist girişimciler oldukları, özel kapitalist girişimlerden farklarının yalnızca mülkiyet biçimlerinde, kapitalist grup ya da kooperatif mülkiyet biçiminde görülebileceği belirgindir.
Özel teşebbüs ve mülkiyetin, belirli üretim sektörleri açısından açık olarak resmileştirilmesi yeni ve ileri bir “sosyalist” (!) adım olmakla birlikte, sosyalist kolektif mülkiyetin, tekelci kapitalist devlet mülkiyeti yanında, çeşitli işletmelerin grup mülkiyetine dönüştürülmesi ve kooperatiflerin grup mülkiyetinin sosyalist niteliğinden arınarak kapitalist bir niteliğe bürünmesi üretim araçlarını da kapsar hale getirilmesi yeni değildir. Kooperatif türünden kapitalist kolektif mülkiyet biçimleri daha Kruşçev zamanında geliştirilmişti. Onun zamanında iki önemli gelişme; işletmelere yatırılmış sermayeleri ile özellikle birikim-yatırım fonlarının kullanımı (genel olarak ve bir bölümünü kesinlikle) üzerinde yetki sahibi olma ve karar verme olanağı sağlanması ve yönetimi makina-traktör istasyonları merkezi devlet kuruluşunda olan tarımsal makinaların sosyalist mülkiyetinin, bu makinaların kooperatiflere devredilmesi ile grup mülkiyetine dönüştürülmesi şeklinde oldu. Kruşçev böylece -diğer çeşitli reformlarıyla birlikte- meta ekonomisini yerleştirmiş, işletmeleri birbirleriyle belirgin bir rekabet içinde üretime ve üretimlerini daha fazla kâr elde etme hedefiyle gerçekleştirmeye yöneltmiştir. Daha fazla kâr, o zaman “kazanç” deniyordu, elde eden işletme yöneticileri ve çalışanlarının prim ve ikramiye, maaş ve ücretlerinin yükseltilmesi yoluyla maddi olarak teşvik edilmeleri önleminin uygulanmasını başlatan da Kruşçev’dir.
1965 Liberman reformları, Kruşçev’in açtığı yolda, onun attığı adımların geliştirilmesi ve bütünüyle sistematize edilmesi olarak şekillendi. Merkezi planın rolünün esasta bölge ve işletmelere devri, ikincilerin özerkliğinin artırılmasıyla gerçekleştirildi. Bu, kuşkusuz, kapitalist mülkiyetin kolektif revizyonist biçimlerinin, birbirleriyle içice geçmiş haliyle ve yan yana tekelci devlet ve grup mülkiyetinin ortaya çıkmasına denk düştü. Kâr esasına göre üretim, maddi teşvikler, Liberman reformlarıyla açıkça adı konan gelişmelerdi.
Liberman’ın ortaya koyduğu görüşler ise daha önceden, Oscar Lange okulundan gelme Polonyalı profesör Wlodzimierz Brus tarafından bugün Gorbaçov’un savunduğu açıklıkla savunulmuştu. Brus, “işletmelerin ürettikleri malların tip ve miktarına özgürce karar vermelerini ve malı kimden alacaklarını kendilerinin belirlemelerini, kendi mali kaynaklarına sahip olmalarını ve üretimin temposu ile çalışmanın iç örgütlenmesine kendilerinin karar vermesini” (Antonio Carlo, SB’nin Sosyo-Ekonomik Karakteri, sf. 137) öngörerek “temel ilke”yi açıkça ve daha 1950’lerde ortaya koymuştu:
“Girişimlerin karar özgürlüğünün ölçütleri, faaliyetlerinin kârlılık ilkesine dayanmasından çıkar. Bu, üretim hedefleri ve yöntemlerinin seçiminde özerk olarak hareket edebilen girişimleri yönlendirebilecek mümkün olan biricik ilkedir.” (Aktaran: A. Carlo, agy.)
Aynı tezler Çek O. Şik ve öz-yönetimci Yugoslav revizyonistlerince de önceden savunulmuştu. Şik’in pratiğe aktarma girişimi aşırı bulunarak yarıda kalmış, Yugoslavya’da ise ekonomik ve toplumsal yaşamı düzenlemişti.
Gorbaçov’un, itibarını iade ederek “namus borcu”nu ödediği bir diğer ünlü önceli ise Buharin’dir. Tarım ve sanayide burjuva unsurların, nepmanlar ve kulakların sosyalist ekonomi içinde bir tür “eritilmesi” ve “sosyalizmle kapitalizmin bütünleşmesi” tezini geliştirerek serbest pazarın, piyasanın ekonominin düzenleyicisi olmasını öngören Buharin’in bugün Sovyetler Birliği’nde baş tacı edilmesi nedensiz değildir. Desantralizasyon, mali özerklik, özyönetim ve kâr ilkesinin sosyalizme yamanması, onun öncellerini bir yana bırakırsak, Buharin’den kalmadır ve “şerefi”, “isim babalığı” Gorbaçov’a ait değildir.
Kendini önceleyen düşünsel köklere ve pratiğe sahip SSCB’de Kruşçev tarafından başlatılıp Liberman tarafından ilerletilen, Kosigin’in uygulamasını sürdürdüğü ekonomik reformlar, üzerinde duracağımız başka nedenlerle birlikte, özel teşebbüs ve mülkiyete temel oluşturan, ona çağrı çıkaran gelişmelerdir. Gorbaçov, bugün öncellerinin başlattığı işi tamamlamakta; kâr amacına dayalı üretim, meta ekonomisi, işgücünün metalaşması gibi belirgin unsurlarıyla kolektif kapitalist ekonomiyi, revizyonist biçim altında kolektif devlet ve grup mülkiyetine dayanarak, ama merkezi ve kolektif faktörleri ileri boyutlarda aşındırıp azaltarak, liberalleştirmekte, ve öte yandan, bununla yetinmeyip, kolektif mülkiyet biçimlerinin yanına bireysel kapitalist özel mülkiyetin de bayrağını çekmektedir.
Gorbaçov, Mayıs 87’de yasalaştırdığı özel mülkiyete dayalı işletmelerin etkinlik alanlarıyla büyüklüklerini sınırlı tuttu. Başlangıç olarak, aile işletmeleri olmaktan ileri gitmelerine, aile mensupları dışında işçi çalıştırmalarına izin vermedi. Ancak, teorik bir ihtimal olmaktan çıkıp pratik bir uygulama haline gelerek kendine yol açan özel mülkiyeti, işgücünün meta olarak kullanımında konulan sınırları da parçalayıp atacağı kolaylıkla öngörülebilir. Önce “aile” kavramının amca-dayı ve oğullarını içine alarak genişlemesi, sonra “aile dostlarını” da kapsar hale gelmesi, daha sonra ise, giderek ortadan kalkmak üzere yalnızca çalıştırılabilecek işçi sayısına sınırlama konması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Süreç içinde bu sınırlar ve sınırlamaların önce pratikte ardından da yasal olarak tamamen kalkmasından doğal bir şey olamaz. “Bireysel emek” ve özel teşebbüsün yasallaştırılmasını “geçmişle karşılaştırıldığında büyük bir ilerleme” olarak gören doktor Latsis de, bu açıdan bugün yapılanların, henüz “…var olan ve yapılması gerekenler açısından, çok önemsiz kalmakta” olduğunu ileri sürecek kadar açık sözlüdür ve zaten çok şey yapılması gerektiğini düşünmektedir. Ama adımlar, yavaş, denenerek, sonuçları gözlenip geliştirilmek üzere, kontrollü bir tarzda atılıyor.
Ancak Gorbaçov, bu konuda da yeni birşey keşfedip uygulamıyor. Yaptığı, Oto Şik ve Dubçek’in, Kruşçev’in, Liberman’ın açtığı yolda ilerleyerek Macaristan, Yugoslavya, Çin gibi ülkelerdeki uygulamaları Sovyetler Birliği’ne adapte etmeye çalışmaktır. Bu ülkelerden kiminde özel işletmelerin çalıştırabileceği işçi sayısı 15 ile “sınırlanmıştır”, kiminde “sınır” tamamen kalkmak üzere 100 işçi düzeyine varmıştır. Örneğin Macaristan kurduğu serbest bölgelerde ne işçi sayısında ne de sömürü oranında sınırlama tanımaktadır. Görünen köy kılavuz istemez: SSCB’de ortaya çıkan özel bireysel mülkiyet Sovyet ekonomisinin önemli bir boyutu olmaya adaydır. Sovyet ekonomisti Shmeljev, “Gorboçov’un amacı devlet sektörüne paralel geniş bir küçük özel işletme ve çiftlikler ağı yaratmaktır” demektedir. Ve özel ekonomi, Sovyet ekonomisinin bugünden oldukça geniş bir yönünü oluşturmaktadır.
Ve bu olgu ne “ileri sosyalist toplum” ne de “sınıfsız toplum inşasının bir öğesi” olarak gösterilemez. “Sosyalizmin maddi teknik temelinin kurulduğu ve bu nedenle kapitalizmin restorasyonunun olanaksız olduğu” iddiasıyla geri dönüş ve sosyal emperyalizm teorilerinin dayanaksızlığını ileri süren revizyonist ideologlar ve onlardan etkilenen ara akımlar, şimdi bu özelleştirme rüzgarını neyle açıklayacaklar? Başka şeyler bir yana, özelleştirmeler heyula gibi ortadayken, geri dönüş ve Sovyet ekonomisinin kapitalist niteliği ya da diyelim SSCB’de “kapitalistleşme (süreci)” hâlâ nasıl yadsınacak? Nasıl bir maddi teknik temel inşasının tamamlanması ve nasıl bir geri dönülmezlik özel mülkiyete yol açabilmekte, Gorbaçov’un dediği gibi, onu gerekli kılabilmekte ve onunla birlikte var olabilmektedir? Tarımda bile özel mülkiyetin tasfiyesi üzerinden elli yıla yakın bir süre geçmişken, özel mülkiyetin, sanayi dâhil, bu yeni yükselişini, sosyalist bir yaklaşımla gerekli görmek, savunmak ve benimsemek olanaklı mıdır? “Sosyalizmin sorunları” üzerine yazanlardan, bu konu üzerine de yazmalarını ve özellikle konuyla sosyalist demokrasi ve demokratizasyon arasında nasıl bir bağ olabileceğini ortaya koymalarını beklemek hakkımız olsa gerek.
Özelleştirme açık bireysel mülkiyetin yasallaştırılmasıyla kalmıyor. Daha ileri adımlar atılmakta ve büyük ölçekli ya da görece büyük ölçekli üretimin de özelleştirilmesine gidilmektedir. Ancak bazı “küçük” görünüm sorunları nedeniyle, çok açık-seçik sosyalizm karşıtı görünmekten kaçınmak için eski bazı yöntemler “keşfedilmektedir” yeniden. Görece büyük ve aile mensupları dışında işçi çalıştıran sanayi ve tarım işletmeleri görünüşte özel mülkiyet konusu edilmemekte, ama sanayi işletmeleri ve topraklar (üzerinde tarım işletmeleri kurulmak ya da kurulu olanları çalıştırılmak üzere) kişi ya da gruplara kiralanmaktadır. İşletmelerde işçi çalıştırılıp emek kapitalist tarzda örgütlendikten ve kâr amacıyla üretim yapıldıktan sonra, işletme mülkiyetinin devlet ya da özel kişiler ve gruplar elinde olmasının ne önemi vardır? Toprak açısından tek önemi, mutlak rantın kalkması ve diferansiyel rantın devlete ya da kişilere kalmasıdır. Kapitalist ülkelerde sanayi işletmelerinin kiralanması istisna olmakla birlikte (bu ülkelerde işletmelerde alınıp satılır daha çok), toprak kiralama yaygındır. Ve toprağın ulu-sallaştırıldığı kapitalist ülke örnekleri de vardır. İşletmeler ve toprağın serbestçe alınıp satılamaması özel kapitalizme konan belirli sınırlamalardır yalnızca. Bu da çeşitli kapitalist ülkelerde, hiç değilse özel bazı bölgelerde görülmektedir. Örneğin Urfa’da göstermelik “tarım reformu” projesi, dağıtılan toprakların alınıp satılması ve üçüncü şahıslara kiralanmasını yasaklıyordu. Ve SSCB’de işletme ve toprak kiralarının gündeme konulmasının tek bir anlamı vardır: Büyük ölçekli üretimin özelleşmesine yumuşak bir geçişi mümkün kılma, görünümü şimdilik kurtarmaya uğraşma.
Özel mülkiyetin ortaya çıkış nedenlerine geçmeden, doğrudan Gorbaçov’a başvurarak, aynı nedenlerden kaynaklanan revizyonist/kapitalist kolektif mülkiyet biçimlerinden ve merkezi planlamadan uzaklaşma, kâr için üretim, meta ve piyasa ekonomisini rasyonelleştirme önlemleri üzerinde duralım.
27. Kongre’ye sunduğu raporunda Gorbaçov, ekonominin yönetiminde esas alınacak bir ilkeyi şöyle belirtiyor:
“Kurum ve işletmelerin özerklik çerçevelerinin gitgide genişletilerek daha yüksek hedeflere varılmasında sorumluluklarının artırılması, bu maksatla katıksız bir maliyet muhasebesi, kendini destekleme ve kendi kendine finansman ilkelerinin kabul edilmesi ve gelirlerinin ne olacağının kendi çalışmalarındaki verimliliğe bağlı olacağı ilkesinin yerleştirilmesi.” (A. B. Kafaoğlu, Dünyada Neler Oluyor, Gorbaçov ve Sosyalizmde Yeni Yollar…sf.45)
Yine Gorbaçov aynı doğrultuda şunları da söylüyor:
“…eğer yukarıdan gönderilmiş direktiflerin saptadığı hedefler yerine ekonomik standartları uygulamak zorunlu ve haklı ise, bu, planlı yön verme ilkesinden bir dönüş değil, onun yöntemlerinde bir yenilik olarak kabul edilmelidir.” (Agy, sf. 54)
“Ayrıca işletmelere de… genişleme ve aletlerini yenileme fonlarını kazanmaları olanakları tanınmalıdır.” (Agy. sf. 50)
Açık ki, Gorbaçov, merkezi plan yerine işletmelerin özerkliğini, yani kendi üretim ve birikimlerinde yetkilendirilmelerini, “yüksek hedeflere” onların “sorumlulukları artırılarak” varılmasını geçirmektedir.
İşletmelerin özerk üretim ve birikimlerinin, kendi “genişleme ve alet yenileme fonlarını kazanmalarının ilke ya da amacı olarak, kuşkusuz planlı sosyalist üretimin amacı olan çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ile karşıtlık halindeki kâr amacını ya da ilkesini “maliyet muhasebesi” (x) adı altında ortaya koymakta, işletmelerin gelirlerinin, yani kârlarının, fonların “verimli” kullanılarak düşük maliyetle üretimi gerçekleştirmelerine bağlı olacağını ilan etmektedir.
Zaten kendi üretim ve birikimleriyle ilgili olarak yetkili kılınmış işletmelerin üretimlerini düzenleyecek kâr ilkesi dışında bir ilke varsayılamaz.
Tek tek fabrika ve işletmelerin kendi başlarına emeğin ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarını kolaylaştırmayı amaç edinmeleri, iyi niyetle amaç edinseler bile bunu gerçekleştirmeleri, çalışma ve üretimin tek tek fabrikalardaki örgütlülüğüyle toplumsal örgütsüzlüğü arasındaki karşıtlıkla var olan kapitalist üretim koşullarında ne denli olanaklıysa, ütopik sosyalist Owen tek tek fabrikaları baz alarak bunu ne denli sağlayabildiyse, o denli olanaklı ve gerçekleşebilir bir şeydir. Tek tek fabrikalardaki planlı üretimin toplumsal plansızlık, rekabet ve üretim anarşisi koşullarında gerçekleşmesi, kapitalizmin temel çelişmesinin bir görünümüdür. Ve merkezi planlama yerine tek tek işletmelerin üretim ve birikimlerinde yetkilendirilmeleri, kaçınılmaz olarak, işletmelerin “genişleme fonlarını kazanma” ve “kendi kendine finansmanını sağlama” ve “daha verimli çalışarak” daha fazla gelir ve kâr elde etme yarışını koşullandıracak; her bir işletmenin daha fazla fon peşinde diğer işletmelerle rekabetini zorunlu kılacak ve daha fazla fon, ancak rekabet halindeki işletmelerce ya da onları bu rekabete yönlendiren, hâlâ bir yönüyle merkezi kalmaya devam eden kuruluşlarca planlanması mümkün olmayan üretim koşullarında, üretim anarşisi çerçevesinde, planlanmamış, bilinmeyen pazar için rakipler olarak birbirlerinin gelir ve kârlarını engelleyen tek tek işletmelerin planlı üretimlerine bağlı olarak elde edilebilecektir.
O masum “işletme özerkliği” ve özyönetim sözcüklerinin altında bütün bir kapitalist üretim koşulları yatmaktadır, oto-finansman ilkesi uyarınca işletmelerin birbirleri karşısında (ve kaçınılmaz olarak birbirleriyle rekabet halinde) kazançlarını, kârlarını gerçekleştirecek olan ise, tümüyle piyasa koşullarıdır. Birbirleriyle rekabet halindeki işletmeler, kârlarını, piyasada oluşacak ortalama kâr oranı bağlamında gerçekleştirebilirler ve zaten Gorbaçov tamamen bunu söylemekte, işletmelerin birikim fonlarını kazanırken, yani sermayelerini yeniden üretim sürecinde “maliyet muhasebesi” ilkesini kullanacaklarını, kâr-zarar hesabıyla piyasayı esas alacaklarını ve özel olarak plan hedeflerini aşan üretimlerinin dolaysız bir şekilde piyasa ekonomisinin bir unsuru haline gelebileceğini ve gelmesi gerektiğini belirtmektedir.
Gorbaçov, özelleştirmeler ve işletme ve toprak kiralamaları ayrı tutulursa, sermaye mallarının alım-satımını sözde özgürleştirmiyor, ama işletmelerin birikimlerinin piyasa koşullarında gerçekleşeceğini söyleyerek, onların meta olduklarını dolaylı olarak kabul ediyor; ve sermaye malları olup olmadıklarını özel olarak belirtmeden, plan hedefi üzerinde üretilen ürünlerin, birbirlerinin pazarı olan ve halâ sosyalist mülkiyete dayalı oldukları iddia edilen kuruluşlar arasında alım-satım konusu olabileceğini, yani metalaşacağını ortaya koyarak piyasa ekonomisine doğru bir adım daha atıyor ve aynı anlama gelmek üzere, revizyonist/kapitalist kolektif mülkiyeti grup mülkiyetine dönüştürme yolunda ilerliyor. Çok açık söylüyor Gorbaçov: “Plan hedefleri yerine ekonomik standartları uygulamak zorunlu ve haklı ise bu, yenilik olarak kabul edilmelidir.” “Ekonomik standart” ile kastedilenin piyasa ekonomisinin geçerli kategorileri olduğu ortadadır. Oto-finansmanla birikim fonlarını oluştururken ve hele plan hedefleri, üzerindeki ürünlerini değerlendirirken işletmeler, “ekonomik standartları” uygulayacaklar, yani piyasanın kendilerini zorunlu kıldığı önlemleri alacak ve tanrı adına planlamadan vazgeçildiğini düşünmeyeceklerdir.
Sovyet revizyonistleri kâr ilkesini, piyasa ve meta ekonomisini, işletmelerin bağımsız ekonomik birimler olmalarını yalnızca sanayi alanında savunmuyor, tarımda daha da ileri noktalara gidiyorlar. Gorbaçov, 27. Kongre’ye sunduğu raporda şunları söylüyor:
“Ana fikir, yönetimin ekonomik ilkelerine geniş bir yaygınlık sağlamak, kolektif çiftliklerle devlet çiftliklerinin özerkliğini esaslı şekilde genişletmek, son sonuçlardaki sorumluluklarını artırmaktır.” (Agy, sf. 42)
Gorbaçov’un “ekonomik ilkeler” dediği piyasa ekonomisi kuralları, “son sonuçlar”la kastettiği ise, A. B. Kafaoğlu’nun da sözünü ettiği üzere, vergiler vb. çıktıktan sonra kalan kârdır, üretimin sonucunda elde edilen kazançtır. “Son sonuç” net kârlılıktır.
“Maliyet muhasebesi” ve “birikim fonları”, kâr ilkesi, tarımda, kooperatif (grup) mülkiyeti de söz konusu olduğundan olsa gerek, daha çok vurgulanarak savunuluyor:
“Gerçek maliyet muhasebesi ve dakik kâr-zarar hesapları, bütün agro-endüstriyel kompleksleri bağlayan temel kural olmalı ve devlet ve kolektif çiftliklerinde de titizlikle uygulanmalıdır.” (Agy, sf. 43)
“Çiftlikler üretimlerini geliştirme yolunda esas olarak kendi fonlarını kullanacaklar, kâr ve gelirlerini artıracaklar, özendirmeler sağlayacaklardır.” (Agy, sf. 44)
Ve mülkiyetteki farklılaşma ve tek tek ekonomik birimlerin (işletme, kooperatif vb.) birikim fonlarını oluşturma, bunun kaçınılmaz olarak rekabet ve piyasa koşullarında oluşabilmesi, dolayısıyla ürünlerin metalaşmasının öngörülmesi, dolaysız meta ekonomisinin savunulması aracılığıyla, -özel ve kira konusu sanayi işletmeleri ve yine sanayi işletmelerinin satış sözleşmelerini kendilerinin düzenlemeleri olgusu ayrı tutulursa- tarımda, daha uç bir noktaya gidilerek aşılmaktadır:
“…çiftlikler, plan hedefi üzerindeki ürünlerini (patates, meyve ve sebzelerde üretimlerinin önemli bir kısmı için) kendi uygun gördükleri biçimde satabilirler, ya da kolektif çiftliklerde işleyebilirler ve kooperatiflerin mağazalarında satabilirler, personelinin gereksinimi için kullanabilirler.” (Agy, sf. 42-43)
Kolektif devlet mülkiyetinin geçerli olduğu devlet çiftliklerini bir yana bırakırsak, bir yana bırakmalıyız, çünkü bunların devlet mülkiyetindeki sanayi işletmelerinden bir farkı olmaması gerekir, kolhoz ya da kooperatiflerin, grup mülkiyetinin geçerli olduğu bu tür çiftliklerin üretimlerinin artırılması için -gerektiğinde- belirli teşvikler yapılabilir. Ve zaten sosyalist ekonomi çerçevesinde de bu tür çiftliklerde devlet mülkiyetindeki sanayi işletmeleri arasında ürünlerin değişimi, meta mübadelesi olarak gerçekleşir. Ancak meta ilişkileri alanının sürekli sınırlanma çabası içinde olunması gereği, hem bu teşviklerin sosyalist devlet mülkiyetinin geçerli olduğu kolektif çiftliklere dek uzatılmamasını hem de kolhoz ya da kooperatifler açısından plan çerçevesinde ele alınması ve ürün fiyatlarına ilişkin sözleşmelere dayanması gereken meta ilişkilerini tümüyle piyasa koşullarında bu işletmelerin belirlemesine izin verilmemesini şart koşar. Oysa özellikle meyve ve sebze üretiminde ürünlerin hemen tümü piyasaya sunulabilir kılınıyor. Bu ürünler, tamamen çiftliklerin kâr amacına uygun olarak ve piyasada fiyatlanarak (x) hem meta ilişkileri alanını genişletiyor hem de bu durum çiftlikleri kendi başına buyruk ve sadece piyasa koşullarını dikkate alarak üretim yapan işletmeler haline getiriyor. Üstelik devlet çiftlikleriyle kolhozlar arasında da bir ayrım yapılmayarak, genel olarak tarım sektörü piyasa mekanizması ve meta ekonomisi alanına itiliyor. Gorbaçov, bu yönelimin nedenlerinden biri olarak, kıtlığın önüne geçilmesi ve piyasa koşulları verimlilik artırılmasının etkeni ve garantisiymiş gibi verimliliğin yükselmesi yoluyla özellikle sebze-meyve üretimindeki darboğazın aşılarak beslenme sorununun çözümlenmesi kaygısını belirtiyor. Oysa kolaylıkla anlaşılabilir ki, kıtlık vb. gibi koşullarda plan hedeflerinin aşılmasını sağlamak amacıyla genel olarak tarımın ya da belirli tarım ürünlerinin teşvik edilmesinden tamamen farklı bir uygulama söz konusu-; dur bugün SSCB’de. Oto-finansmanıyla, kâr amacıyla, piyasa ekonomisiyle, mülkiyet ilişkileriyle…
( (x) Kruşçev’le birlikte, merkezi plan uyarınca sektörler arası uyumla oranlı gelişen sosyalist üretim ve ekonomi geçersizleştikçe, bu orantılığın bir ifadesi olan ve emek ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi amacını yansıtan, planla saptanan istikrarlı fiyatlar, şekillenmeye başlayan piyasa ekonomisinde çeşitli faktörlerden etkilenen, karaborsayla yükselmeye itilen, oransızlıklardan kaynaklanarak dalgalanan, aşırı dalgalanması narhlarla ve sübvansiyonlarla önlenmeye çalışılan -ama bunun da kıtlık ve karaborsayı tahrik ettiği- istikrarsız fiyatlara bıraktı yerini. Şimdi bu durum fiyatların tamamen piyasada oluşmasının önündeki engellerin kaldırılması yoluyla “aşılmaya”, iddiaya göre istikrarsızlık giderilmeye, ama aslında istikrarsızlık sistemleştirilmeye yöneliniyor. Gorbaçov, “fiyatlar, ekonomik ve sosyal politikanın aktif bir etkeni olmalıdır. Etkili bir maliyet muhasebesini örgütlemeye dönük ve nüfusun gerçek gelirini artırma amacına uygun şekilde fiyat sistemini bir bütün olarak yeni biçime göre ayarlayacağız. Fiyatlar daha esnek şekilde oluşturulmalı, fiyat düzeyleri sadece o mala giren maliyet giderlerini değil, fakat tüketicinin bu malları satın alma gücüyle de ilgili olmalıdır. Ayrıca toplumun ve tüketicinin bu mallardan beklentileri ve malın kalitesi de dikkat edilecek noktalardır. “(Agy, s.48) diyor. Propagandif sözler bir yana, fiyatlar bütünüyle piyasada oluşmaya terk ediliyor: “Esnek (yani dalgalanan) fiyatlar”. Emekçilerin iyiliğinin gözetildiği görünümüyle sunulmaya çalışılan fiyat düzeylerinin satın alma gücüyle ilintisi ve tüketici beklentileri tamamen piyasa faktörleridir. 19. konferans kararlarını özetleyen Ali Söylemezoğlu da “… bütün fiyatların değiştirilmesi amaçlanıyor. Yalnızca fiyatlar değiştirilmeyecek, fiyatların belirlenme biçjmi de değiştirilecek” (Y. Açılım, Eylül 88, s.45) dedikten sonra, geleceğe ilişkin şu tahmini yapıyor: “… SSCB’deki fiyat oranlarının bir süre sonra esas itibariyle dünya pazarlarındaki fiyat oranlarına benzeyeceği tahmin edilebilir”. Güzel bir gelecek!)
Bu ürünler, tamamen çiftliklerin kâr amacına uygun olarak ve piyasada fiyatlanarak hem meta ilişkileri alanını genişletiyor hem de bu durum çiftlikleri kendi başına buyruk ve sadece piyasa koşullarını dikkate alarak üretim yapan işletmeler haline getiriyor.
Hem sanayi hem tarım sektörü, tarımda daha ileri noktalara varılmak üzere, işletmelerin birbirleriyle rekabet halinde ve kaçınılmazca üretim anarşisi koşullarında ürettikleri, kendi finansman olanaklarını yaratmaya yöneldikleri, üretimin miktar ve koşullarını, ürünün en azından bir bölümünün fiyatlarını buna uygun olarak saptama olanağına sahip oldukları, yine birbirleriyle rekabet halinde ve durumda zorunlu düzenleyici olarak kaçınılmaz rolünü oynayan piyasa mekanizması bağlamında kârlarını gerçekleştirdikleri ve hem özel hem kolektif devlet ve grup mülkiyetinin yan yana bulunduğu meta ekonomisi temelinde örgütlendiriliyor. Merkezi plan ve kuruluşlar aleyhine bölgelerin, yerel kuruluşların ve işletmelerin yetkilendirilmesi ve özerkliklerinin artırılmasının içeriği böyledir.
Birbirleriyle rekabet halindeki, piyasa koşullarında kârlarını en yüksek düzeyde gerçekleştirmeye yönelen Yugoslav “özyönetim” modeli uygulamasıyla, işletmelerin merkezi plan çerçevesinde bir özerklikle sınırlandırıldıkları sanılmasın. Gorbaçov, bu konuda açık sözlüdür. Hayır, diyor sorun, toplumun. Sovyet halkının çıkarlarının korunması ve düzenlenmesi, emeğin koşullarının iyileştirilmesi ve yaşam düzeyinin yükseltilmesi değil, işletme ve kuruluşların hak ve çıkarlarının gözetilmesi, onların kârlarının hesap edilmesidir:
“Plana göre geç kalan kuruluşlar, bakanlıklar ve yöreler kâr edenlerin haklarını çiğnemekte, gelirin yeniden bölüşümünü bozucu etkide bulunmaktadır.” (A. B. Kafaoğlu, Dünyada Neler Oluyor, s.47)
Planlı sosyalist ekonomide bir dalda, bir işletmede aksama, geç kalma, genel olarak planda bir aksamaya neden olarak tüm halkın yaşam düzeyinde ve gelirlerinde bir düzey tutturamama ya da düşmeye götürür. Yoksa zarar eden işletme kâr eden işletmenin haklarını çiğnemiş olamaz, bu kapitalist bir mantık ve ona uygun bir düzenlemedir. Sosyalizm koşullarında işçiler, A fabrikasının B fabrikasının… işçileri ya da “özyönetim grupları” değil Sovyet işçileri olduklarından (ve fabrikalar tüm işçilerin, halkın mülkiyetinde olduğundan), herhangi bir işletmenin aksaması ve geç kalması durumunda, genel olarak işçilerin (ve halkın) gelir düzeyi bundan olumsuz etkilenir, yoksa gelirin bölüşümünde bir bozulma nedeni olamaz bu. Tek tek birimler, işletmeler, kurumlar baz alınmadıkça ve bunlar kendi kâr hedeflerine sahip grup mülkiyetinde “öz-yönetim” birimleri varsayılmadıkça, bir işletmenin gecikmesinin diğerinin ya da diğerlerinin hakkından çalmak olduğu düşünülemez. Ekonomiye ancak tek tek işletmeler ve piyasa koşullarım temel edinerek yaklaşanlar, herhangi bir işletmedeki gecikmeyi diğerlerinin haklarının çiğnenmesi olarak görür ve bunun önlemlerini almaya yönelir. Ve sosyalizmin kendice olumsuz sonuçlarından kalkarak “özyönetim sosyalizmi” ve işletme özerkliği savunusu ve uygulamasına yönelen Gorbaçov da önlemlerini almaktadır.
Nedir önlemler?
Başlıca önlem, kâr ilkesinin koşulsuz geçerli kılınmasıdır.
Finansman ve kredi sistemi, bankacılık, plan hedefleri uyarınca destek fonlar sağlayan sosyalist işlev ve içeriklerinden soyundurularak, hem banka faizini azamisiyle elde etmeyi hedefleyen hem de kredi silahıyla işletmeleri kârlılığın garanti altına alınması ve piyasa ekonomisine uyum sağlamaya yönelten, zarar eden işletmelerden kredi desteğini kesen bir yönlendirme sistemi haline getirilmektedir. Raporunda Gorbaçov bunu ifade etmektedir:
“… finans ve kredi sistemlerinin başlıca amacı sadece işletmeleri şöyle bir kontrol olmamalı, fakat ekonomik özendirmeler sağlamalı, para dolaşımı ve maliyet muhasebesini yerleştirmelidir. Maliyet muhasebesi, olabilecek en iyi denet aracıdır. Her şey alınan son sonuca bağlı olmalıdır.” (Agy, s. 47)
Kârlılık ilkesinin yerleştirilmesinin aracı olmanın yanında banka kredi sistemi, teşviklerle yönlendirmeler yapacak ve önemli bir gelişme daha: para dolaşımını yerleştirecektir. Oysa sosyalist planlı ekonomi ile kolhoz ve kooperatif üretiminin önemli bir kısmı bile para ekonomisi alanının dışında yer alır. Para, başlıca, tüketim maddelerinin dolaşımına ve kolhozların sözleşme ile gereksindikleri makinalara karşılık verdikleri ürünlerin dışında kalan ürünlerinin dolaşımına aracılık eder. Ama Gorbaçov kredi mekanizmasını, zarar eden işletmeleri terbiye etme aracı olarak görüp kullanarak “maliyet muhasebesi”, yani kâr amacıyla üretim ve para dolaşımını tüm sanayi işletmeleri ve dolayısıyla üretim araçları üretimi alanına sokup yaygınlaştırmakta ve meta ekonomisinin tüm sektörleri kucaklar hale gelmesini doğal sonucuna vardırmaktadır: para ekonomisinin genelleşmesi. Planda gösterilen ve sözleşmelerle bağıtlanmış sosyalist ürün dağıtımı yerine piyasa koşullarıyla meta ve para ekonomisinin ve kapitalist kendiliğinden düzenleyiciliğin geçirilmesi…
Diğer bir önlem ise, kuşkusuz kâr ilkesine bağlı olarak, onun peşi sıra gündemde olması gereken ve Gorbaçov’un açık bir şekilde gündeme koyduğu, şimdiye dek sözü edilmesine karşın uygulanmaktan kaçınılan, zarar eden işletmelerin desteklenmeyerek iflasa itilmeleri ilkesidir.
“İşletme ve kurumların zarar etmeden çalışmaları gereği ve devletin onların borçlarına kefil olmayacağı ilkelerinin geliştirilip anlatılması çok önemlidir. Maliyet muhasebesinin getiriliş gerekçesi buradadır.” (Agy, s. 55)
“Maliyet muhasebesi” ya da üretimde kâr ilkesini amaç edinme ve birbirleriyle rekabet içinde kârlılığı gerçekleştiremeyen işletmelerin piyasa mekanizması aracılığıyla yok oluşa terk edilmeleri, kuşkusuz teorik ve pratik bir bütünlük oluşturuyor. “Maliyet muhasebesinin getiriliş gerekçesi buradadır” denerek kendini kâr amacına göre üretime uyduramayan, piyasa faktörlerini göz önüne almayan ya da bunda başarılı olamayan işletmeler iflasa itilmekle tehdit ediliyor ve böylelikle acımasız piyasa koşullarının her şeyi, fiyatlar, üretim miktarları, ürünün cinsi, ücretleri… belirleyeceği ve yanı sıra, bilinmeyen pazar için anarşik üretim koşullarının temel edinileceği baştan varsayılıp öngörülüyor.
Sosyalizm koşullarında zarar eden işletmenin iflasa terk edilmesi düşünülemez. Sosyalist ekonomide zarar eden işletmeden de söz edilemez, Marksist terminolojide zarar eden sosyalist işletme kavramı yoktur, işletmelerin ancak rantabl olup olmadıkları üzerinde durulur.
İflas, ya yatırılmış sermayenin atıl hale gelmesi ya da el değiştirmesine, özel ya da kolektif (grupsal) sermayedar rakiplerce satın alınmasına, işçilerin ise ya işsiz kalmalarına ya da yeni patron arama ve edinmelerine yol açar. Ve bu iki seçenek de sosyalizm koşullarında geçerli değildir, olamaz. Sosyalist devlet mülkiyetindeki makina, teçhizat… biçimindeki sabit sermaye yatırımlarının atıl hale gelmesi ve kullanılmadan bir kenarda durmasına izin verilemez. Bunlar emek ürünleridir, halkın yarattığı değerlerdir, çalışma ve yaşama koşullarını kolaylaştırmak, emeğin verimliliği ve üretimi artırmak için kullanılırlar.
Yatırım mallarının el değiştirmesi de sosyalizm koşullarında olanaksızdır, çünkü üretim araçları sosyalist devlet mülkiyetindedir. Seçenek “patron” yoktur sosyalizmde. İşçilerin de kuşkusuz işsizliğe terk edilmelerine izin verilemez. Yedek sanayi ordusu, kapitalist birikimin genel yasasıdır, sosyalist birikimin değil ve yine yeni “patron” edinmeleri de “seçenek patron” yokluğundan olanaksızdır.
Zarar edenlerin iflasa terk edilmelerinin de savunulup uygulandığını ileri sürme noktasına varmasa da Yalçın Küçük, “Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu” kitabında, Sovyet ekonomisinde kâr ilkesinin Kruşçev sonrası ve genel olarak Liberman reformlarıyla ortaya çıktığını sanmanın cahillik olduğunu söylüyor. Bilimsel araştırıcılıkla gerçekleri çarpıtıcılık arasında gidip gelen Y. Küçük’ün çıkmazı, ideolojik tutumu doğrultusunda aşırı taraflı davranması, bunu “proletaryanın tarafını tutma” hanesine yazmaya çalışarak taraf tutuculuğun, bilimsel araştırıcılığın engeli ve gerçekleri çarpıtma aracı haline gelmesine izin vermesidir. Dürüst ve hele bilim dalı politik ekonomi olan bir bilim adamının, hele bugün, Gorbaçov reformlarından sonra, Sovyet ekonomisinin, sosyalizmin biçimsel kalıntılarını da barındıran kapitalist bir ekonomi değil sosyalist olduğunu düşünmesi mümkün değildir; bu, ya dürüst ya da bilim adamı olmamayı gereksinir.
Bu sorundaki tarafgir tutumu, onu, kâr ilkesinin kapitalizme özgü olmadığını, -Buharin gibi- sosyalizmle bağdaşabileceğini, hiç değilse 1920’lerin sonunda birkaç yıl Sovyet ekonomisinde kâr ilkesinin düzenleyici bir faktör olduğunu savunmaya götürüyor.
NEP dönemi ve bu politikanın zorunlu bir unsuru olarak kârın belirli bir uygulama alanı bulması, bilinçli karışıklık yaratmak istenmeden, sosyalist planlı ekonomiyle kâr ilkesi karşıtlığının yerine geçirilemez. NEP’in kapitalist içeriğini herkes bilir ve NEP, sosyalist ekonominin kâr ilke ve amacıyla bağdaşır oluşunun örneği olarak gösterilemez. NEP dışarıda bırakılırsa, Küçük, ne Stalin’i ne de Bolşevik Partisi’nin herhangi bir belgesini kanıt ya da tanık olarak göstermekte, sadece 1920’lerin sonunda Sovyetler Birliği’nde bu doğrultuda görüşler ileri sürüldüğüne ilişkin birkaç örnek vermektedir.
Bu dönem, tam da, her çeşit sağ ve sol düşüncenin çatışma halinde var olduğu bir dönemdir ve böyle bir düşüncenin birileri tarafından savunulmuş olmasından da doğalı yoktur. Ancak uygulamanın bu yönde olduğuna ilişkin tek belge göstermemektedir Y.Küçük. Örnek verebildiği şey, tek başına, üretimi, ölçeği, yatırımları… belirleyen bir faktör olmadığı Stalin ve Gossplan başkanının bu yöndeki görüşleri eleştirdiklerini kendisinin de teslim ettiği rantabilite ya da ürün/sermaye oranının bir faktör olarak göz önünde bulundurulduğudur. Diğer faktörler ise, emek verimliliğini artırmanın esas yolu olan makina yapan makina üretimini geliştirme zorunluluğu, bunun büyük ölçeği gereksinmesi, emekçilerin gereksinmeleri… gibi faktörlerdir.
Rantabl üretim, yatırılan sermaye başına ürün miktarının yüksek olması, şüphesiz istenir bir şeydir ama diğer tüm faktörlere rağmen ve tek başına değil. Harcamaların karşılanamaması ya da ücret ve birikim fonlarının çok düşük düzeylerde gerçekleşmesi kuşkusuz savunulamaz. Ama bunu düzenleyici faktör olarak kavramak ve hele kâr ilkesiyle karıştırmak olacak şey değildir.
Her şey bir yana pratik tersinin kanıtıdır. Ürün/sermaye oranının en yüksek olduğu kesim ya da sektör, sabit sermaye yatırımlarının en az, sermayenin organik bileşiminin en düşük olduğu kesim ya da sektördür. Çünkü ürüne yeni değer katan, cansız değil canlı emektir ve bunun giderleri ücret fonundan karşılanır. Dolayısıyla sabit değil değişen sermaye giderleri, birikim fonu değil ücret fonundan yapılan harcamaları görece büyük olan yatırımlar daha rantabl olur; ancak bunun bir başka yazılışı, emek yoğun işletmelerin rantabl olmasıdır. Bu ise, rantabilite açısından, tarım, hafif sanayi ve en son ağır sanayinin art arda, rantabl oluşları, giderek azalmak üzere sıralanmaları anlamına gelir. Oysa Sovyet pratiği, birincil önceliğin tarım ya da hafif sanayiye değil ağır sanayiye verildiğinin açık kanıtıdır.
Kısacası, cahillik bir yana çarpıtıcılık sıfatı Y. Küçük’e kalıyor. Özgül koşulların zorunlu kıldığı geçici bir uygulama olan NEP döneminde belirli bir uygulama alanı bulmuş olması dışında, Sovyetler Birliği’nde Kruşçev öncesinde kâr yönetici bir ilke olmadı, rantabilite faktörü de belirleyici bir ilke düzeyine yükselmedi. Kâr ilkesi, doğal ve kaçınılmaz uzantısı olan zarar eden işletmelerin iflaslarına göz yumulmasıyla birlikte günümüz Sovyetler Birliği’nin gerçeğidir. Hakkı yenmiş olmasın: ilk iflasın Çin’de gerçekleştiği kaydedilmelidir.
İflas yoluyla el değiştirmenin, sermayenin el değiştirmesinin yalnızca bir biçimi olduğuna değinilmelidir: sermaye, iflas dışında da el değiştirir. Özellikle finans-kredi sisteminin özendirmeler ve para dolaşımını teşvik ediciliğiyle gündeme sokulması, özel teşebbüse izin verilmesi, işletmelerin kendi genişleme ve birikim fonlarını oluşturmaları ve bunun piyasa koşullarında gerçekleşebilirliği (ve öyle oluşu), sermayenin ya da “birikim fonlarını” kendisinin de piyasa koşullarına uygun olarak el değiştirmesini, kıymetli kâğıt, hisse senedi, tahvil ve benzerlerinin bu ya da değişik adlarla (örneğin “A işletmesi birikim fonu payı” gibi…) değiştirilir olmasını davet edicidir. Bu durum da, boynuz kulağı geçer örneği ilk kez Çin’de gerçekleşmiş, ilk “sosyalist borsa” orada kurulmuştur.
Gorbaçov da bu konuda fazla gecikmedi. Ekim 88’de çıkarılan bir yasayla işletmelerin hisse senedi ve tahvil ihraç etmeleri serbest bırakıldı. Yasaya göre, işletmeler iki tür hisse senedi çıkaracak; ilki, yalnızca banka, kooperatif ve devlet teşebbüslerince satın alınabilirken, ikinci tür işçi ve hizmetlilere satılarak onların “kendi işletmelerinin” yeniden(!) sahibi olmalarına olanak tanınacak. İşçi sınıfı ve çalışanlar sözde tüm üretim araçlarının, işletme ve fabrikaların kolektif sahibi. Ama tek tek her işçinin bu mülkiyeti yeniden ve kişi olarak kendi adına satın almasında ne sakınca olacak?! Böylece “sosyalist mülkiyet” daha sağlamlaşmış, perçinlenmiş olur! Kimin malı kime satılıyor denmemeli: “yüce Sovyet”, “sosyalizm” adına yasa çıkarıyor, sermayenin de alınıp satılır olduğu “piyasa sosyalizmi”nin yasalaştırılması çok mu?! Ve zaten “yüce Sovyet”, hisse senedi alan çalışanlarla almayanlar arasında eşitliği gözetmek için, senet sahiplerine ayrıcalıklı haklar tanınmamasını kararlaştırıyor: senet sahiplerine hisselerine sahip oldukları işletmelerde yatırdıkları paralarının nasıl kullanılacağı konusunda oy hakkı verilmiyor! Bu sınırlamanın giderek kalkacağını söylemek için kâhin olmak gerekmiyor, devletçi bürokratik gelenek şimdi kendisini ancak bu kadarlık bir sınırlamada ortaya koyabiliyor: hem senet satılıyor hem de satın alanlara oy hakkı tanınmıyor. Ama kuşkusuz, her “yenilik” kendi yolunu açtı, açar, açıyor.
Hala sosyalist devlet mülkiyetinden söz edilebilir mi? Satılan bir “sosyalizm”, paraya tahvil edilen “sosyalizm” olanaklı mıdır? Ve belirli sınırlamalar dışında bu denli Batı kapitalizmine dönüşen Sovyet kapitalizminin hala sosyalizm olduğu iddia edilebilir mi?
Diğer bir önlem, bir işletmenin zararının “kar edenlerin haklarını çiğnemesinin” engellenmesinin bir başka yolu, ya da aynı anlama gelmek üzere piyasa ekonomisinin dikte ettirdiği bir diğer yönelim, ücret politikasına ilişkindir.
27. Kongreye raporunda Gorbaçov konuşuyor: “Bir işletmenin ücret fonu, ürünlerinin satış gelirlerine bağlı olmalıdır. Böylece istem karşılığı olmayan, depo için üretimin de önüne geçilmiş olacaktır… Artık, değersiz mal üreten işletmelerin personelinin pürüzsüz bir yaşama, prim ve kâr payı almalarına, böylesi bir yaşamı sürdürmelerine katlanamayız. Aslında kimsenin almak istemediği bu mallarda çalışanlara niye bir de ödemede bulunacağız. Şöyle ya da böyle bunlar bizim zararımızdır.” (Agy, s. 50-51)
Kimin zararı? Zararı işçilere yıkarak kendi zararından kaçınmak çabasındaki birkaç bürokratın, burjuvanın…
İşte “sosyalizm” demekten başka şey kalıyor mu konuyla ilgili yazacak kimseye?! İşte “sosyalizm”! İşletmenin -plan hedefleri arasında gösterilmiş olması gereken- ürün miktar ve çeşidinin, Sovyet toplumunun bir tüketim toplumu haline dönüştürüldüğünün bir ikrarı olarak, istem karşılığı olmamasının ve satılmamasının suçu, sadece, iflasa terk edilecek ya da en azından zararı hiçbir şekilde sübvanse edilmeyecek işletmeye (doğal ki, onun kârından aslan payını alan yöneticilerine) yıkılmakla kalmıyor; suç, bir de, işletmenin işçilerine atılıyor. Suçu, bir başka işletmede değil de istem karşılığı olmayan üretim yapan işletmede çalışmaktan ibaret olan ve ne işletmenin neyi, hangi kalitede ve ne kadar üreteceğine ne de ürün fiyatlarının ne olacağına karar verme durumunda bulunan işçiler suçlu gösteriliyor! Planlamada bir hata yapılmışsa, bunun olumsuz sonuçları neden işletmeye ve işçilerin sırtına yıkılsın? Düzeltilmesi gereken, planlamadaki hatadır ve eğer hata, görevIeri sona erdirmeyi gerektirecek kadar büyükse, görevinden alınacak, başta planlamanın ilgili yetkilisi olmalıdır (Kuşkusuz hataların giderilmesinin yolu, hemen birilerinin görevden alınması değildir. Önce, hatanın oluşumu, en geniş emekçi katılımıyla, yürütülecek ayrıntılı tartışmayla önlenme yoluna gidilir. Plan, geniş işçi ve emekçi yığınlarının parti önderliğinde yürüttükleri canlı tartışmalarla hazırlanır. Plan, sadece yetkilendirilmiş planlama ünitelerince, bakanlık ve kuruluşlarca masa başlarında yapılmakla kalmaz, uygulanması da, işçi ve emekçilerce, kitle denetim komite ve komisyonlarınca sürekli denetim altında tutulur, planın hazırlanmasında yapılmış olması olası hatalar, uygulamanın hem alttan hem de üstten denetlenmesiyle giderilmeye çalışılır. Görevden almaysa, yine yığınsal denetime bağlı olarak, oldukça büyük boyutlu ve özellikle yıkıcı-sabote edici türden bilinçli hata ya da eylemler söz konusu olduğunda gerekli olabilir.) Tek tek işletmelerde çalışan işçilerin işletme zararının olumsuz sonuçlarına katlanmak durumunda kalması, işçi sınıfının, üretim araçlarının mülkiyetine devlet mülkiyeti olarak sahip olmadığı koşullarda, kapitalizmde mümkündür. İşçiler işsiz kalıyor ve bir yedek sanayi ordusu oluşuyorsa, “bolluk içinde yokluk” öznesi oluyorsa işçiler, “sosyalizm” denilen şeyin kapitalizmden ne farkı vardır?
İşletme zararı ve benzeri nedenlerle kapitalistler kârlılığı yüksek tutmak için, işçi çıkarımına giderler. Bu, aynı zamanda, işi daha az sayıda işçiye yaptırma aracılığıyla, artı değer kitlesi değişmeden ama oranı artarak değişen sermaye giderlerinin azalması dolayısıyla kârlılığın dolaysız olarak artması sonucuna yol açarken, yaratılan yedek sanayi ordusunun baskısı işçi ücretlerinin genel olarak düşmesine götürerek kârlılığın genel bir yükselişine neden olur.
Olumsuz sonuçlara işçi sınıfının katlandırılması politikası, birincisi, emeğin sektör ve işletmeler arası akışkanlığının acımasız piyasa koşullarınca düzenlenmeye terk edilmesidir. İkincisi, emeğin sektörler arası dalgalanmasına, ücretlerin dalgalanmasının, ücretlerin “satış gelirlerine göre” -ki Gorbaçov, bunu açık olarak belirtmektedir- piyasada şekillenmesinin kaçınılmaz olarak eşlik etmesi, özcesi, işgücünün metalaşmış oluşunun ileri bir boyutunda bulunulduğunun kabulüdür. Bu ücret politikasıyla, “prim ve kâr payları” kesilerek, yani ücretler düşürülerek (aslında düşerek, çünkü mekanizma piyasadır ve düşme burada kendiliğinden olur) “personelin pürüzsüz bir yaşamı” sürdürmesine katlanılamayarak, yani yaşam koşullarının kötüleşmesi ve sefalete itilmeleriyle işçi sınıfının artı emeğine karşılıksız olarak el konulması açıkça öngörülüyor, artı değer gaspı ve işgücünün metalaşmasının üretimin temeli haline geldiği belirtilmiş oluyor.
Tek tek işletmelerde çalışan işçilerin işletme zararının olumsuz sonuçlarına katlanmak durumunda kalması, işçi sınıfının, üretim araçlarının mülkiyetine devlet mülkiyeti olarak sahip olmadığı koşullarda, kapitalizmde mümkündür.
Gorbaçov öncesi bu denli ileri gidilmemişti, şimdi O’nun işletme yöneticilerine tanıdığı işçi çıkarma yetkisi yoktu eskiden, yalnızca maddi teşvikler, prim, ikramiye (ve tersi, cezalandırmalar, ücret kesintileri…) gibi araçlar ve belirli ek kazançlarının dağıtımı yoluyla, işçi ücretleri ve işçilerin yaşam standartlarıyla oynanabiliyordu. Kuşkusuz ücretler, Gorbaçov öncesinde de “maddi teşvikler” gibi araçlar kullanımıyla dalgalanma halindeydi ve işgücü metalaşmıştı; ancak emeğin ve fiyatının bu derece “serbest” dalgalanması, ücretlerin piyasadan bu derece doğrudan etkilenmesi yeni gerçekleşiyor. Şimdi yedek sanayi ordusunun da varlık koşulları savunuluyor ve emeğin akış kanlığındaki “ilerleme”, işçileri bir bütün ve sınıf olarak ve ülke çapında şu ya da bu işletmede çalışmak ya da çalışmamak, yani isterse aç kalmak üzere “serbest sözleşme” yapma “özgürlüğüne” kavuşturmuş bulunuyor. Bu “özgürlük”, eskiden bu denli açık tanınmıyordu, çeşitli sosyalizm kalıntısı biçimler içinde eritilerek varlığı gizlenmeye çalışılan bir kategoriydi. Eskiden sözleşme koşullan bu denli “serbest” değildi.
Doktor O. Latsis bugünün sorunu olmasa da, işsizliğin yakın geleceğin önemli bir sorunu olabileceğini, ihtiyarlı bir üslupla şöyle belirtiyor:
“Şu sırada işsizlik üzerine tartışmak spekülasyondan başka bir şey değildir. Çünkü ülkede milyonlarca insana ihtiyaç var. Ama bu, yüzyılın sonunda önemli bir konu olabilir. Çünkü üretimin daha iyi örgütlenmesi, üretim yapısındaki değişiklikler ve teknolojik kazanımların uygulama sokulmasıyla, 15 milyona yakın iş olanağı azalabilir.” (D. Bakış, kasım 88, s.60) Üretimin daha iyi örgütlenmesi ve teknolojik gelişme, iş koşullarını kolaylaştırma ve iş süresini kısaltma varken sosyalist süreçte neden işsizliğe yol açsın, yol açıyorsa, sürece niçin sosyalist adı takılsın diye sormayalım doktora, açık işsizliğin, çok değil birkaç yıl içinde yaygınlaşacağını öne sürmekle de uğraşmayalım, onun ağzından, bu konuda Sovyet revizyonist propagandasının ortamı nasıl hazırlamaya çalıştığını öğrenelim: “Sovyet basınının sık sık, biraz işsizliğin çalışma disiplinin artmasına yardım edeceğini yazdığı doğrudur.” (Agy.)
Dönelim Gorbaçov’a. O, ücretlerin, satış gelirlerine bağlanması yanında, iki etkene daha bağlı olmasını istiyor:
“Hükümetin ücret politikası, yapılan işin miktar ve kalitesine uygun bir gelir sağlamalıdır.”(A. B. Kafaoğlu, D. N. Oluyor, s.60)
Çeviri kötü yapılarak “iş” ile emek kastedilmiş ve harcanan emek miktarı, örneğin zaman olarak ölçüt gösterilmiş sanılabilir. Ama Gorbaçov’dan son aktardığımız pasajla birlikte ele alındığında, sözü edilenin üretim miktarı olduğu anlaşılacaktır. (Ayrıca. emek kastedilmiş olsa da, emeğin kalitesi, yanı vasıflı oluşu, sosyalizmde, ancak bazı özel koşullarda geçici olarak ücretleri etkiler, yükseltir, yoksa, eşit ise eşit ücret sosyalizmin genel bir ilkesidir.)
Üretim miktarı ayrı ayrı ya da birlikte şu üç etkene bağlıdır: emeğin üretkenliği, yoğunluğu ve işgününün uzunluğu. Her üç etken büyüdükçe, üretim miktar olarak artar.
Sosyalizmde genel olarak ve özel olarak bölüşümde, ücret fonun belirlenmesinde değer yasası, “emeğe göre” ilkesi henüz geçerlidir. Ancak bu, ücretlerin piyasa koşullarında belirlendiği anlamına gelmez. Tersine, toplam toplumsal gelirin, sosyal hizmetler fonu (emekliler, sağlık hizmetlerin ayrılan fonlar gibi) ve birikim fonuna ayrılan kısmı dışında kalan bölümü, tümüyle ücret fonunu oluşturur. Bu fon, “eşit ise eşit ücret” ilkesi uyarınca çalışanlar arasında dağıtılır. Çeşitli nedenlerle-geçici teşvikler dışında- bunun tersi, yani ücretlerin piyasada oluşması üretim koşulları ve işçiler arasındaki bireysel farklar nedeniyle ücret farklılaşması düşünülemez. Özcesi, ücretleri saptayan başlıca ölçüt, harcanan emek miktarıdır, işgünü uzunluğudur, emek-zaman süresidir.
Emek üretkenliği Üretimi artırır, ancak emek üretkenliğinden artış -dar anlamda- işçiye bağlı değildir, onun harcadığı canlı emeğe dayanmaz. Bu artış, sermayenin organik bileşimindeki artıştan, makinalaşmadan kaynaklanır. Daha üretken ya da daha gelişkin makineli üretim koşullarında üretim yapan emek daha alt makinalaşma ve üretkenlik düzeyinde uygulanan emeğe göre daha fazla üretir. Ancak burada, üretim miktarı artmasına karşın ücret artması gerekli olmaz ve üretkenliği yüksek emek ile daha az üretken emek arasında bir ücret farklılaşması yaratılmaz. Bu, sosyalizmde böyledir. Emek-zaman süreleri aynı oldukça, değişik üretkenlik düzeyindeki emekler, farklı değerler yaratmalarına karşın, ücret fonunun dağılımı bu açıdan farklılık göstermez. Bu alanda farklılaşma, ancak, satışı da gerçekleşen yüksek üretim miktarının, yani piyasaya sürülen ürünlerin değerlenmesinin ve yüksek fiyatlar sağlamasının belirleyiciliği koşullarında geçerli olabilir. Bu koşullarda, yani piyasa koşullarında emek üretkenliğinde artış, birim ürünün değerinin ve maliyetinin düşmesi, ama ürün piyasa fiyatları üzerinden satıldığından, işletme kârının ortalama kâr oranının üzerine yükselmesine yol açar. (Bu genel olarak emek üretkenliğindeki yükselişin kâr oranlarının düşme eğilimine yol açmasıyla çelişmez. Emek üretkenliğinin ekonominin bütünündeki yükselişi genel olarak kâr oranını düşürürken birbirine rakip tek tek işletmelerdeki yükseliş rakipler aleyhine ortalama kâr oranının üzerinde bir kârlılık oranına ulaşılmasının nedenidir.)
Ve emek üretkenliğinden kaynaklanan üretim artışının ücret artışına yansımasının, ancak kârlılığın itici güç olduğu üretim sisteminde, kârlılığı artırmaya teşvik edici bir anlamı olabilir. Bu, kapitalizmde, vasıflı emeğin yüksek ücreti şart koşması olarak görünür. Çünkü yüksek üretkenlik düzeyindeki emek, daha yüksek makinalaşma düzeyinde kullanım alanı bulan makinaları yöneten, dolayısıyla beceri ve eğitim düzeyi daha yüksek vasıflı emektir. Kapitalizmde işgücünün değeri, emeğin özel, ailevi ve benzeri eğitim harcamalarını da kapsadığından, vasıflı emek yüksek ücret düzeyine karşılık düşer.
Sosyalizmde ise, eğitim ve emeği vasıflı kılan diğer giderler özel harcamalar yerine toplumsal fonlardan karşılandığından, işgücünün değerindeki yükselme, özel ek gelirleri şart koşmaz. Geçici dönemler eğitim ve emeğin kendini geliştirmesinin maddi olarak teşvik edilmesi gerekebilir. (Örneğin Y. Küçük’ün dediği gibi, mujiklerden yığınsal olarak işçi devşirildiği ve henüz ideolojik olarak kazanamadıkları koşullarda bu yola gidilmişti.) Ancak genel ilke olarak vasıflı işçiye yüksek ücret politikası sosyalizmle çelişir, toplumsal fonlarla beceri kazandırılıp değerlendirilmiş emeğin özel olarak ödüllendirilmesi anlamına gelir bu ve toplumsal harcamaların özel amaçlarla yapıldığı gibi çarpık bir görünüm sağlar. Emek-zamana göre ücret, eşit işe eşit ücret bu çelişmeyi yok eder. Ama A. Söylemezoğlu’nun aktardığı 19. Konferans kararları değişik yönde:
“Ücretleri eşitleme eğilimleri önlenecek. Daha fazla ve daha kaliteli iş çıkaranların daha fazla para kazanması esası her alanda uygulanacak.” (Y. Açılım, Eylül 8, s. 44)
Sosyalist ilke karşısında kapitalist ücret politikasının savunulup uygulanması da hem mümkün hem doğal kuşkusuz.
Gorbaçov’un ücret eşitsizliğine yol açmasını istediği “daha fazla iş çıkarma” ve üretim miktarındaki artışı sağlamanın bir yolu da emek yoğunluğunun artırılmasıdır.
Emek yoğunluğundaki artış, toplam ürün değeri ve fiyatlar toplamında bir artışa yol açtığından, daha fazla sayıda üründe maddeleşip daha fazla para kitlesinde temsil edilen yoğun emek, artı değer ve işgücü değerinden oluşan yaratılan değerin her iki bölümünün de piyasa fiyatlarının bir arada artışını olanaklı kılar. Kuşkusuz işgücü fiyatının (ücretin) mutlaka artmasının ve üstelik değerinin üzerinde oluşmasının burada bir garantisi yoktur. Çoğu kez işgücünün fiyatı, yoğunlaşmanın, emekçiyi sinir, kas, beyin… gücü olarak fazladan yıpratmasının eşdeğerini oluşturan harcamaları da kapsaması gereken işgücü değerinin altında şekillenir ve bu nedenle özellikle kapitalizmin ilk gelişme dönemlerinde süreklilik kazanarak görüldüğü gibi, emek hızlı bir çöküntüye maruz kalır. Ancak artı değer kitlesini büyütmek ve rakipleriyle üstünlük yarışında kârlılığını artırmak amacıyla kapitalistler, işçiler arasında rekabeti kışkırtarak ve parça başı ücret, saate karşı üretime prim gibi yollarla emeğin yoğunluğunu artırmaya yönelirler. İşgücü fiyatının piyasada değerinin üzerinde ya da altında oluşmasından (bunu, yedek sanayi ordusunun yarattığı baskı, işçiler arasındaki rekabet, bu sorunlarla ilgili olarak sendikaların gücü ve mücadelesi, işgücü talebindeki özel yükselme ve düşmeler, yasal koşullar ve hükümetlerin önlemlerinin de rolünü oynadığı piyasa koşulları belirler) bağımsız olarak kapitalistler, emek yoğunluğu farkı nedeniyle, yüksek yoğunluğa yüksek ücret şeklinde ödeme farklılığına yönelme eğilimindedirler. Bu yolla emek yoğunluğunun durmaksızın artışı sağlanır. Bu, işletmeler içinde, işletmeler ve sektörler arasında emek yoğunluğu farklılığının azalıp ortadan kalkmaya yönelmesi, yalnızca ortalama ve olağan yoğunluk düzeyinin yükselmesi ve sürecin, artık bu düzeyin üzerindeki yoğunluğun ödüllendirilmesiyle devam etmesi anlamına gelir.
Yoğunluğun artışının ödüllendirilmesi, ücretlerin emek yoğunluğunu yükseltme amaçlı artırılması, kapitalistlerin kâr amacı peşinde emeği alabildiğine yıpranmaya ve çöküntüye yöneltmeleri ve üstelik bunu da emekçiler arasında rekabeti körükleyerek gerçekleştirmeleri demektir, kapitalizme özgüdür.
Sosyalizme gelince, daha yıpratıcı ve emek yoğunluğu yüksek işlerde çalışan işçilerin belirli tazminat ve ek ücretleri ücret fonundan karşılanır. Ancak emek yoğunluğu işçilerin dışındaki etkenlere, emeğin koşullarının örgütlenmesine, çeşitli iş yöntemlerine vb. bağlı olduğu gibi, işçilere de bağlıdır. Kapitalizmde zoraki çalışma olarak -bant sistemi gibi- gerçekleşen yoğunluk artırımı, sosyalizmde Stahanovist Hareket örneğinde olduğu gibi, gönüllülük ve yeni sosyalist insanın yaratılması temelinde ortaya çıkar. Bu gönüllülük ve yeni insanın oluşması, tembellik, çalışmadan kaçma gibi eşit emek-zaman süresi ve eşit koşullarda farklı emek yoğunluklarının ortaya çıkışını da giderici etkide bulunur ve eşit işe eşit ücret ilkesinin uygulanması genel toplumsal denetimle garanti edilir.
İş gününün uzatılması yoluyla üretimin artırılması ve bunun ücretlerle ilişkisi üzerinde durmaya gerek olmamalı.
Sonuçta, genel olarak üretimin artmasının toplam ücretler fonunun da artmasının ön koşulu olduğu; üretim arttıkça, bir yandan iş saatlerinin kısalacağı diğer yandan da ücretlerin artacağı ortadadır. Ancak bu, iş ve yıpranma tazminatları vb. dışında işletmeler bazında, kârlı işletmelerde yüksek diğerlerinde düşük ücret (hatta iflas edenlerde işsizlik ve ücretsizlik) olarak değil, toplum bazında, genel olarak toplumsal ücret fonunun yükselmesi olarak gerçekleşebilir; tersi, işgücünün meta olduğu koşullara özgüdür.
“Gorbaçov demokratizmi”ne de yol açarak ortaya çıkan, çeşitli yönlerine değindiğimiz Sovyet ekonomisindeki bu liberalleşmenin, özel mülkiyet ve teşebbüsün, meta-piyasa ekonomisi ve kâr amacının bu denli meşrulaşmasının nedeni nedir? Bu revizyonist yönelim ve politikayı dayatan nedir?
Neden, aşırı merkeziyetçi örgütlenmesiyle Sovyet ekonomisindeki tıkanmadır.
Gorbaçov’un Başbakanı Ryzkov 1986 Mart’ında MK’ya sunduğu raporda Sovyet ekonomisindeki tıkanmayı, kriz ve bunun kronik hal aldığını kabul ediyor:
“Ekonomik gelişmede 1970’lerde ortaya çıkan elverişsiz eğilimler, 1980’li yılların başında yumuşayacağına keskinleşti. Ve bu durum 11. beş yıllık plan hedeflerinin yerine getirilmesinde ters etkide bulundu…
“1982’de endüstriyel üretimdeki büyüme hızı bir önceki, 10. beş yıllık planın ortalama hızının 1.5 kat altındaydı… beş yıllık planın ikinci yılında halkın reel gelirlerindeki artış durdu denebilir.” (A. B. Kafaoğlu, D. N. Oluyor, s.32)
Ve Gorbaçov sürdürüyor:
“… ekonomiyi ekstansif gelişmelere çevirme, ulusal ekonomideki bilimsel ve teknolojik gelişmeleri etkili biçimde kullanma aşamasına ulaşma yolunda kesin ve ivedi gereksinimi karşılayamadık…”
“Atalet nedeniyle, ekonomi daha çok ekstantif (emek yoğun) temelde gelişmeyi ve ek insan gücü ve hammaddeyi çekme yolunda çalışmayı sürdürdü. Bunun sonucu olarak emek verimliliğindeki artış hızı ve etkinliği gösteren birçok endeks esaslı biçimde düştü… Ekonomi sahip olduğu geniş olanak ve kaynaklara karşın kendi içinde kıtlıklara düştü. Toplumun gereksinimleri ile ulaşılan üretim düzeyi, efektif istem ile mal sürümü arasında açıklar ortaya çıktı. (Agy, s. 14)
1970’lerde başladığı ve 80’lerde ağırlaşarak devam ettiği söylenen ekonomik durgunluk, büyüme hızlarında düşme ile kendini belli ediyor, üretim düşüyor, kıtlıklar baş gösteriyor, emek verimliliğindeki artış azalıyor, demek ki yatırımlar azalıyor, reel gelirler artmıyor, durgunluk. Ve bilimsel teknik gelişmelerin ekonomiye uygulanamaması, sermaye yoğunluğunun artırılamaması, makinalaşma düzeyinde gerilik ve ekonominin emek-yoğun doğrultuda gelişmesi… bunlar kabul edilenler.
Öte yandan eksik kapasite kullanımı, çok önemli, kabul ediliyor, Gorbaçov şunları söylüyor:
“Özellikle en etkili aktif (sabit değer) kalemlerinin -makinalar, ekipmanlar, aletlerin- çoğu kez atıl kalması ya da yarım kapasitede çalıştırılması alarm vericidir.” (Agy, s. 57)
Bunların tümü kapitalizme özgü hastalıklardır. Ancak konumuz bunu kanıtlamak olmadığından, üzerinde durmayacağız. Yalnızca Sovyet yöneticilerinin gösterdikleri tıkanma ve durgunluk nedenleri ile gerçek nedenler çeliştiğinden, bunun gerektirdiği kadarıyla konuyla ilgileneceğiz.
Gorbaçov neden olarak merkezi planlamayı ve ekonomik yönetimin aşırı merkeziyetçi ve bürokratik oluşunu gösteriyor:
“İş yönetimi yöntemlerinin ve biçimlerinin yavaş ve katı oluşu, çalışmalarımızdaki dinamizmin azalması ve artan bürokrasinin verdiği zararlar azımsanamaz. Durgunluk işaretleri, toplumda su yüzüne çıkmıştır.” (Agy, s. 13)
Yine diyor ki:
“İtiraf edelim ki, merkezden doğru dürüst görülemeyen, ama yerinde kolayca çözüm bulunacak bazı işler, aşırı merkezileşme sonucu, yerel yönetimlerin yetkisinden çıkartılmıştır.” (Agy, s. 103)
Bizce de son aktarılan iki pasajdaki saptamalar doğrudur. Gerçekten ekonomideki tıkanıklıklar ve bunun seçeneği olarak liberalizasyon, ekonominin aşırı merkezci örgütlenmesinden kaynaklanmaktadır. Ama bu kaynak, Gorbaçov’un göstermek istediği gibi, sosyalist üretim ilişkileri ve sosyalist ekonominin merkezden güdülmesi sistemi olamaz ve değildir. Gorbaçov, kaynağı şöyle niteliyor:
“Üretim ilişkilerinin ve ekonomik yönetimde şimdi işlemekte olan güdüm sisteminin şekilleri temelinde ekstansif ekonomik gelişme koşullarında biçimlenmiştir. Bunlar zamanla demode olmakta, kendi itici gücünü yitirmeye başlamakta ve hatta gelişmeye fren oluşturmaktadır.” (Agy, s. 53)
Üretici güçlerdeki gelişmeye bağlı olarak, bir kez kurulmuş sosyalist ilişkilerin giderek geri kalması ve yeni biçimlerin eskilerin yerini evrimci bir şekilde alması gerektiği açık bir gerçektir. Örnek vermek gerekirse, tarımda üretici güçlerin geri olduğu koşullarda, kooperatif grup mülkiyetinin sosyalist mülkiyet ilişkilerinin geri bir biçimi olarak bir kez kurulması, onun sonsuza dek değişmeden kalacağı anlamına gelmez; üretici güçlerin gelişimiyle tarımda makinalaşma kooperatif mülkiyetinin yerine kolektif devlet mülkiyetinin geçirilmesini mümkün ve gerekli hale sokar. Aksi durumda üretici güçlerin daha ileri gelişmesi, geri kalan üretim ilişkilerince engellenecek, tarım giderek daha da gelişmek üzere ileri düzeyde makinalaşamayacaktır. Ancak dikkat edilirse eski mülkiyet ilişkileri demode olurken gelişme kolektivizm yönünde olur. Gorbaçov’un, önceden beri aktardığımız önlemleriyle hangi yönde bir değişiklik öngörüp uyguladığı ise bellidir. O, kolektivizm değil özelleştirme ve grup mülkiyeti yönünde bir gelişme taraftan ve uygulayıcısıdır. Toplum ve kolektiflik karşısında bireyi şu aşırı vurgulamayla öne çıkarıyor 19. konferans kapanış konuşmasında:
“Sanırım, konferansta dile getirilen farklı görüşlerin ortak bir ana fikir etrafında toplandığını söylersem bana hak vereceksiniz.
Her işte bireyden yola çıkmak, insanların çıkarlarını çıkış noktası almak ve sosyalizmin insancıl değerlerini savunmak zorunludur.” (Y. Açılım, Eylül 88, s. 49)
Bireyi, toplumsallığı içinde, bireysel çıkarların en ileri noktada gerçekleşebileceği kolektivizmin geliştirilmesine bağlı olarak değil, propagandanın ötesinde “insancıl değerler” açısından da değil, özelleştirme ve grup mülkiyeti yönündeki gelişmelerin çıkış noktası olarak ele alıyor. Bireyden yola çıkılarak toplumsallıkla bireyin kurtuluşuna varmak olanaklı ve gerekliyken, bireyden bir başka yola çıkışla, toplumsallığa rağmen bireyin yüceltilmesiyle sömüren ve sömürülen bireyin varlık koşullarına bu koşulların geliştirilmesine varılır ve Gorbaçov bunu yapıyor.
Sosyalist üretim ilişkilerinin (özünde mülkiyet ilişkilerinin) sağlamlaştırılması ve kolektivizasyonun ilerletilmesi gerektiği saptamasını yapmıyor Gorbaçov, tam tersine, verili mülkiyet ilişkilerinin demode olduğunu söylerken, kolektif devlet ve grup mülkiyetinin gevşetilmesinden, bunların aleyhine özel mülkiyet ve grup mülkiyetinin geliştirilmesinden söz ediyor. Dolayısıyla “yenileştirmeleri” sosyalizm yönünde değildir, kapitalizm yönündedir. Hem de Batı kapitalizmi yönünde… Yukarıda kapitalizme özgü hastalıklar olarak aktardıklarımızın gösterdiği gibi, zaten bir kez kurulmuş olan kapitalist ilişkilerin daha da geliştirilmesi ve ekonominin liberalizasyonu yönünde ilerlemektir. Ama sosyalizm koşullarında mülkiyet ilişkileri, kolektivizmin gevşetilmesi, özelleşme ve devlet mülkiyetinin grup mülkiyetine dönüşmesi yönünde değil, kolektivizmin ilerletilmesi yönünde değişikliğe uğrar.
Kolektivizm ve toplumsallaştırma sözcükleri kolayca terminolojiden çıkarılamıyor. Bir “gerçek toplumsallaştırma” kavramı icap eden Sovyet ekonomi doktoru Latsis, bugünkü özelleştirme ve grup mülkiyetine dönüş (ve bir yandan açıkça kapitalistleştirilmesi bir yandan da iyice gevşetilmesini) yönündeki gelişmeleri gerçek toplumsallaştırma olarak sunuyor; öyle ki kapitalizm “gerçek toplumsallaştırılmışlık” oluyor:
“… biçimsel toplumsallaştırma ile gerçek toplumsallaştırmayı birbirinden ayırıyoruz…”
“Bugün ülkemizde toplumsallaştırmadaki yetersizlik, sadece planlı yönetimdeki yetersizlikte değil, gerçek sosyalist toplumsal ilişkilerin zayıflamasında da ifadesini buluyor. Kamu mülkiyeti pratikte hiç kimsenin mülkiyeti sayılmıyor ve ayrıca, iyi de çalışsa, kötü de çalışsa, kendilerine emanet edilen halk mülkiyetini korusa da israf de etse, emeğinin karşılığında bir değişiklik olmayacağını bilen işçileri de kapsıyor. Geride bırakmaya çalıştığımız eski ekonomik mekanizma çalışan insanın ücreti ile işletme faaliyetinin sonuçları arasında bağ kurmuyordu. Toplumsal mülkiyet, işletme yönetimince hiç kimsenin malı olarak da görülmüyordu…
“… yeni ekonomik mekanizma köklü bir değişiklik getirdi. Böylece, işletmelere, çalışmalarının sonuçları konusunda tam bir sorumluluk veren ekonomik muhasebe ilişkileri kuruluyordu… Çalışma kolektifinin ve her çalışan insanın maddi refahını belirleyen, elde edilen sonuçtur.
“… Toplumsallaştırma derinleştiriliyor ve mülkiyet daha sosyalist bir hale getiriliyor.” (D. Bakış, Kasım 88, s. 56-57)
“Son sonuç”a, yani kârlılığa göre “tam sorumluluk”, ve işçinin “refahını belirleyen” de bu… Ve “toplumsallaştırma derinleştiriliyor” böylelikle. Ne derinleşme! Ne denli “derinleşiyorsa” o denli zıddına dönüşüyor olmalı…
“Güdüm sistemi”ne gelirsek… “Ekonomik yönetimde… güdüm sistemi”, yani merkezi planlama da, üretici güçlerin ve üretimin gelişmesine bağlı olarak yetersizleşen ve süreç içinde geliştirilmesi gereken bir yönetim sistemidir. Sosyalizm koşullarında, zaman içinde merkezi planlamanın rolü azalmaz tersine artar. Siyasal yönetim cihazının, devletin, âdemi merkeziyet ve demokrasi unsurlarının gelişimi sürecinin sonunda, sınıfsız toplumda giderek sönmesinin tersine, sınıfsız toplum merkezi planlamaya dayalı üretimi ve bir merkezi planlama ve ekonomi örgütünü gereksinir.
Engels, “Üretim araçlarına, toplum tarafından el konulması ile” diyor “tecimsel üretim ve bunun sonucu, ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal üretim içindeki anarşi yerine, bilinçli planlı örgüt geçer… Önceden belirlenmiş bir plana göre toplumsal bir üretim, bundan böyle olanaklıdır… Bir devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi… gereksiz hale gelir, ve o zaman ister istemez uykuya dalar. Kişilerin hükümeti (government), yerini, şeylerin idaresi (administration) ve üretim işlemlerinin yönetimine (direction) bırakır.” (Anti-Dühring, s.417-420)
Ve bir geçiş dönemi olan sosyalizm sürecinde gelişme, giderek ticari üretim ve meta ekonomisi, grup mülkiyeti, değişim ve bölüşümde değer yasasının işleyişi vb. alanının daralmasıyla, merkezi planlama ve kolektivizmin alanının ve etkisinin genişlemesi yönünde olur. Merkezi plan, kolektif mülkiyeti ve emek ve yaşam koşullarını iyileştirip geliştirme amacıyla üretimin zorunlu unsurudur; seçeneği ise, özel (ve grupsal) mülkiyetin ve kâr amaçlı üretimin unsuru olan piyasa mekanizmasının düzenleyiciliğidir. Dolayısıyla “güdüm sistemi” ya da merkezi planlamada gevşeme ve işlev yitimi sosyalizme özgü değildir, sosyalizm ve sınıfsız toplum yönünde bir gelişme olamaz.
Gorbaçov’un, “demode” olan mülkiyet ilişkileri ve “güdüm sistemi”ni özelleştirmeler, özerkleştirmeler ve öz-yönetimcilikle değiştirerek sosyalizm yönünde ilerlemeye çalıştığı iddiasının tamamen bir aldatmaca ve demagoji olduğu belirtilmelidir.
Peki, Gorbaçov reformlarının gerçek içeriği ve özelleştirme, meta-piyasa ekonomisi, kâr ilkesinin belirleyiciliği, ücret politikası vb. vb… önlemlerinin nedeni nedir?
Neden, Sovyet ekonomisinin, mülkiyet ilişkileri ve ekonominin yönetiminin biçimlenmesinin özelliklerinde yatıyor. Neden, ekonominin aşırı merkeziyetçi örgütsel, hukuksal biçimleridir. Sovyet kapitalizmine uygun düşmeyerek oldukça aşırı kaçan bu merkeziyetçiliğin tarihsel şekillenme özelliklerine bakalım.
Sovyetler Birliği’nde piyasa ekonomisi ve kapitalizm, doğal yolundan gelişmedi. Bir kez sosyalist devrimin başarıldığı, burjuvazinin sınıf olarak tasfiye edildiği, sosyalist üretim ilişkilerinin kurulup geliştirildiği, planlı-uyumlu üretim koşullarının yaratıldığı bir ülkede, henüz kendisini yeniden doğuracak toprak tümüyle temizlenemeyen ve tüm kalıntı ve unsurları yok edilemeyen kapitalizmin restorasyonu yaşanmıştır. Bu kapitalizm, özellikle -hala bir ölçüde devam etmekte olan- ilk gelişme dönemlerinde, sosyalizm koşullarında yeniden doğduğu ve onun içinden çıkıp geldiği haliyle, sosyalizmin çeşitli özelliklerini biçimsel olarak üzerinde taşıyarak var olmuştur.
Siyasal, örgütsel, hukuksal, yönetimsel… kısaca biçimsel yapılara karşı mücadeleyi kastederek “şu anda yenilenme (yani perestroyka-MY) var olan siyasal sisteme karşı yürümektedir” (Y.Açılım, Eylül 88, s.43) diyen Gorbaçov, işte sosyalizmin bu biçimsel kalıntılarının tasfiyesi sorununu ortaya koymaktadır.
Sosyalizmin çeşitli kalıntılarını biçimler olarak barındırması sorunu anlaşılamadığı ve bu kalıntılara ilişkin biçim sorunları, üretim ilişkilerinin özüne ilişkin sorunlarla karıştırıldığından, SSCB ve benzeri ülkelerde gelişen kapitalizm, bir “kötü sosyalizm” türü, “bürokratik kolektivizm” gibi kavram ve nitelemelerle tanımlanmaya çalışılmaktadır. Oysa o, bugün özelleştirmelerle “zenginleştirilen” hem bürokratik hem de kolektivist özellikleri olan bir kapitalizmdir. Ve üstelik bu özellikler, örneğin 20. yy. başında Wilheml Almanya’sının tekelci devlet kapitalizminin özelliklerinden de farklılıklar gösterir. Sosyalizmden geri dönüş, bu ülkelerde şekillenen kapitalist üretim ilişkilerinin biçimini oldukça uzun bir dönem belirlemeye devam ediyor. Örneğin, Macaristan ve Çekoslovakya gibi ülkelerden sonra SSCB’de yasal özel mülkiyet, kendine henüz bir yol bulup ortaya çıkabiliyor.
Marks ve Engels’in öğretileri ve öngörüleri ışığında Sovyetler Birliği’nde Stalin’in yönettiği sosyalist inşa döneminde tüm üretim araçları devletleştirildi, emek ve üretim büyük ölçekli birimlerde örgütlendi, hemen her sektörde üretim tek bir devlet tröstünde tekelleştirildi, tüm ekonomi tek bir merkezi plan çerçevesinde yönlendirildi. Kısacası üretim araçlarının mülkiyeti devletin elinde toplanmış, kolektifleştirilmişti, üretim ileri düzeyde merkezileştirilmiş koşullarda gerçekleştiriliyordu. Tıkanma ve durgunluklar yaşanmadan. Tersine olağanüstü hızlı ve başarılı bir ilerleyişle. Kapitalizmin 40-50 yılda kat ettiği yollar, örneğin sanayileşmede, 5-10 yılda alınarak…
Kapitalist restorasyonun başlangıcında elde hazır bulunan mekanizma hemen kaldırılıp bir kenara anlamazdı, her şey “parti ve devlet yönetimini gasp eden revizyonist kliğin iradesine bağlı” değildi. Onlar var olan koşullara ayak uydurmak, o koşulları çerçeve edinerek, ekonomide varlığını sürdüre-gelen meta-para ilişkilerinin, değer yasasının işleyişinin, değişim ve bölüşümde burjuva hakkının, grup mülkiyetinin yolunu açıp gelişmesini ve etki alanının genişlemesini ve bu temelde üretim araçlarının yeniden metalaşmasını (sermayeleşmesini), ücret ve fiyatların piyasa koşullarında şekillenmesini (işgücünün ve tüm ürünün metalaşmasını) olumlu yönde etkilemek durumundaydılar.
İrade ile inşa edilen, kendiliğinden gelişmeyen, sosyalizmdir; kapitalizm ise kendiliğinden gelişir, sosyalizm yönündeki ilerletici irade ortadan kalktığında, ülkenin kapitalistleşmesinde sonuç, maddi koşullar tarafından ve ekonomik faktörlerce belirlenir; revizyonist politika izlendiği ve bunun kapitalizmin restorasyonunu olumlu yönde etkilediği açık ve kesindir, ama bu gerici irade ancak etkileyici olmuştur ve böyle olabilirdi, belirleyici değil.
Kapitalist restorasyon Kruşçev’in eseridir, ama o, kapitalizmi gökten indirmedi, iradesi ile zorlayıp var etmedi, yukarıdan, o rezil yıkıcı iradesini de kullandı kuşkusuz, sosyalizmin durmaksızın etki alanını sınırlamaya çalıştığı ekonomik unsurların bu sınırlayıcı etkiden kurtulduklarında yol açtıkları kapitalizmin gelişmesini aldığı önlemlerle kolaylaştırmaya uğraştı, restorasyonun başında bulundu.
Dolayısıyla ne Kruşçev ne de Brejnev, ne denli isterlerse istesinler, sosyalizmden miras kalan çerçeveyi, devletçiliğe, merkezi planlamaya ilişkin kolektivist merkezi örgütsel, hukuksal biçimleri görmezden gelebilirlerdi. İradeleri, bu biçimleri kullanmamaya yetmezdi. Ve kapitalizm, içinde geliştiği bu biçimleri kendine uydurdu; bu, bir yönüyle kendiliğinden -bürokratlaşma yoluyla çürüme ve yozlaşmanın gelişmesinde olduğu gibi- bir yönüyle de revizyonist yönetimin aldığı önlemlerle -işletme ve bölgelerin özerkliklerinin artırılması örneğinde olduğu gibi- gerçekleşti. Bu biçimler, kapitalist gelişmenin engeli oldukça, Gorbaçov’un siyasal sistemi değiştirmeyi hedef aldığını söylediği türden “yenilenmelerle” -ekonomide tekelin siyasette de yol açtığı tekelci merkezci bürokratik eğilimler ve büyük merkezi Sovyet makinası aracılığıyla tüm dizginleri elinde tutmak isteyen bürokrat niteliği belirgin egemen sınıfça, hatta geciktirilerek- yeni biçimlerle değiştirildi, değiştiriliyor. Özel mülkiyetin -o da henüz üretim araçları üretimi sektörünü açık ve dolaysız olarak kapsamayarak- yasallığıyla yeni yeni ortaya çıkması gibi… Serbest alım-satım yerine işletme ve toprağın henüz yalnızca kiralanıyor oluşuyla sürecin geciktirilmesi gibi…
çAncak eninde sonunda özel mülkiyetin yasal bir biçim olarak ortaya çıkması da gerekiyordu. Piyasa ekonomisinin dolaylı olarak tüm üretimi dolaysız olarak plan hedefleri üzerindeki üretimi ya da ürünlerin bir bölümünü kucaklayarak daha doğrudan ve etkili olarak gündeme gelmesi kaçınılmazdı. Kâr ilkesi, içinde hapsolma durumunda kalmaya zorlandığı sosyalizmden kalma kabuğun, eski biçimsel çerçevelerin kısıtlamalarından kurtulacaktı… Çünkü sosyalizmin oluşturduğu merkezi-kolektif örgütsel, hukuksal yapı, kapitalizme aşırı dar gelir ve geliyor; bu merkezilik ve kolektivizasyon düzeyi, kapitalizm koşullarında ulaşılabilecek ve bugünkü Sovyet kapitalizminin gereksindiği ve yol açması gereken boyutların çok ilerisindedir. Dolayısıyla sosyalizmin oluşturduğu merkezileşmişlik düzeyi, belli bir gelişme aşamasında, yeniden kurulan kapitalizmin gelişmesinin engeli haline gelir ve gelmiştir. Ve bugün sorun, bir yönüyle -Türkiye’deki gibi- bürokrasiden yakınma ve bürokrasi engelinden kurtulma sorunu olmuştur. Ve işte bu noktada Gorbaçov, “perestroyka”nın “var olan siyasal sisteme karşı yürümekte” olduğunu ortaya koymaktadır. Batı hayranı bir burjuva olarak haklıdır da bunda!
Kapitalist üretimin ve sermayenin merkezileşmesi -tekelcilik- ancak üretim ve sermayenin yoğunlaşması temelinde ve onun gelişme boyutuyla uyum içinde gerçekleşir, üretim ve sermaye yoğunluğunun görece geri bir düzeyinde çok ileri bir merkezileşme, kuşkusuz doğal bir durum değildir.
Tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde tekeller, üretim ve sermayenin ileri düzeyde yoğunlaşması sonucu ortaya çıktıkları gibi, merkezileşmenin daha ileri boyutunu oluşturan tekelci devlet kapitalizmi, yoğunlaşmanın çok daha gelişkin bir düzeyini ön-gerektirir. Buna rağmen, tekeller ve tekelci devlet kapitalizmi, yine de oldukça geniş bir tekel dışı sermaye ve üretim (orta ve küçük sermaye ve üretim) ile birlikte var olur.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizm ise, görece geri bir yoğunlaşma derecesinde üretim ve üretim araçlarının -tarımda etkisi çok sınırlı belirli unsurlar dışta tutulursa- olağanüstü bir merkezileşmesini gerçekleştirmiş, tüm üretim araçların kolektifleştirilmesi ve ürünlerin üretilip dağıtılması yanında, tüm ekonominin, hedeflerinde belli hata paylarıyla, tek merkezden yönetilmesi sağlanmış ve bu, özel olarak Sovyet ekonomisinin ve genel olarak Sovyet toplumunun büyük bir ileri atılımına yol açmıştı. Herhangi bir üretim sektörü merkezi planlama dışında kalmadığı gibi, sosyalist devlet tekeli dışında tek bir üretim aracına -tekel-dışı sermayeye rastlamak olanaksızdı. Sovyet kapitalizmine miras olarak kalan bu zarf, üretim ve sermayenin bu örgütsel ve yönetsel düzeyi, biçimsel, hukuksal bir çerçeve oluştursa da, artık, yeni koşullarda, görece az yoğun üretim ve sermaye düzeyi ile çelişme haline gelmiştir.
Bugün hala Sovyet kapitalizmi, ABD kapitalizminden çok daha ileri ölçülerde merkezileşmiş bir yapı arz ediyor. Oysa ABD kapitalizminin üretim ve sermaye yoğunluğu, Sovyet kapitalizmiyle karşılaştırma kabul etmeyecek kadar fazla yüksektir.
Sosyalizm koşullarında, planlama ve yönetimin kolaylaştırılmasının, kamu mülkiyetinin kamu çıkarlarına şu ya da bu sektörde şu ya da bu biçimde kullanılmasının, emek ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi amaçlı sosyalist üretimin gelişmesinin etkeni olan bu ileri düzeydeki merkezileşmişlik, kapitalizm koşullarında, özel ve grup mülkiyet ve çıkarlarının, kâr amaçlı üretim ve piyasa koşullarında değişim ve bölüşümün kösteğine dönüşür.
Kapitalizmde sermayenin merkezileşmesi, tekelleşme ne denli gelişkin olursa, durgunluk ve çürüme eğilimi o denli derinleşir. Merkezileşme ve tekelleşme, üretim araçları mülkiyetinin daha az sayıda elde toplanması ve kutuplaşmanın artması, üretici güçlerin daha büyük bir güçle engellenmesi anlamına gelir. SSCB’de olan ve Gorbaçov’un yakındığı da budur. Ama o, kusuru, sosyalist ilişkiler ve sosyalist merkezi planlamanın demode oluşunda bulmakta, eleştirilerini, bürokrasi adı altında, kolektif sosyalist üretim ve mülkiyet ilişkilerine ve merkezi planlamaya, bu, sosyalizmin özüne ilişkin unsurlarına, bizzat sosyalizme yöneltmektedir. Oysa köstek, kapitalist bir içerik kazanan, tamamen bürokratik bir çürümeye uğrayan ve kapitalizm koşullarına göre çok aşırı bir merkeziyetçi yapı oluşturan, sosyalizmle ilgisi, yalnızca, ondan dönüşmüş olması ve onun belli biçimsel özelliklerini kalıntı olarak üzerinde taşıması olan üretim ilişkileri ve yönetim biçimleridir. Bu ilişki ve biçimlerin aşırı merkezileşme arasındaki çelişmenin ve buradan yükselen durgunluk eğiliminin özelleşme yönündeki gelişmeleri çok daha hızlandırması beklenmelidir.
Ama Gorbaçov, teoriyi karmakarışık edip kapitalizmi aşırı merkezci yüklerinden (sosyalizmin biçimsel kalıntılarından) kurtarmakta ve özelleştirmekte oluşunu gizlemek istiyor. Sosyalist ilişkiler ve merkezi planlama ve yönetimi, ekstansif (emek yoğun) gelişmenin nedeni, entansif (sermaye yoğun) gelişmeninse engeli, bilimsel-teknik ilerlemenin sanayiye uygulanması ve verimliliğin yükseltilmesinin kösteği olarak göstererek, özelleştirmeyi ve özelleşmeye yönelişi, merkezilik ve kolektivizmden uzaklaşmayı, makinalaşmanın ve sanayinin bilimsel-teknik düzeyinin yükseltilmesinin çaresi olarak propaganda ediyor. Oysa üretici güçlerin gelişmesiyle çelişmeye düşenin ve durgunluk ve çürümeye yol açanın, sosyalist değil tekelci dönemde kapitalist mülkiyet ilişkileri olduğunu, tekelleşme arttıkça durgunluğun arttığını çocuklar bile bilir. Kapitalistler kârlarını garanti görmedikçe yatırım yapmazlar, yatırımlarını kârın garanti olduğu alanlara yöneltirler.
Bilimsel buluşların sanayiye uygulanması ve sermaye-yoğun yatırımlar, birbirleriyle bağlantılı üç yönden düşük kâr vaade-der, hatta kısa dönemde kârlı olmaktan çıkabilirler.
Birincisi, sermayenin organik bileşimi yükseldikçe, yani sabit sermaye değişen sermayeye “göre büyüdükçe, kâr oranı düşme eğilimindedir. Çünkü sabit sermaye yeni değer yaratmaz, sadece kendi değerini üretilen ürüne aktarır; ama yeni değeri, yani artı değeri, harcanan işgücünün eşdeğerini de yeni ürüne aktarmanın yanında emek ve emek harcamalarına yatırılan değişen sermaye bölümü yaratır. Dolayısıyla kâr oranı artı değerin sabit ve değişen sermaye toplamına oranlanması olduğuna ve yeni değeri değişen sermaye yarattığına göre, değişen sermayenin büyüklüğü kâr oranının yüksekliğine sabit sermayenin büyüklüyse kâr oranının düşüklüğüne neden olur. Ve makinalaşma, emek üretkenliğinin ve verimliliğinin artması aracılığıyla, tek tek işletmelere rekabette üstün konum sağlayıp piyasada gerçekleşen kâr oranının üzerinde bir kâr oranına ulaşmaya götürse bile, işletmelerin ve ekonominin bütünü açısından kâr oranını düşürür; bu tek tek işletmelerde de bu oranın makinalaşma arttıkça görece düşmesi anlamına gelir. Yani, ekstansif yatırımlarda yüksek entansif yatırımlarda düşük kâr oranı, kapitalizmi üretici güçlerin gelişmesinin engeli konuma sürükler.
İkinci olarak, bilimsel teknik gelişmelerin sanayiye uygulanması, bir buluş ya da icadın var olan maddi teknik düzeye monte edilmesi ve yatırılmış sermayeye bir miktar ek yapılmasından ibaret değildir. Kuşkusuz küçük bazı ilerleme ve buluşlar, ek bir yatırımla, kurulu teknik temele monte edilebilir. Ancak genel olarak bilimsel teknik ilerlemenin sanayiye uygulanmasından anlaşılan ve anlaşılması gereken bu olmadığı gibi, Gorbaçov da, sanayinin kompüterize edilmesi, otomasyon gibi yeni teknik temelin yaratılmasını gereksinen yeni büyük yatırımların sözünü ediyor. Bu, yatırılmış sermayenin eskimesi ve tümden değiştirilmesini gerektirmese ve ileri teknoloji yanında geri teknoloji de kullanılmaya devam edilse bile, uzunca dönemde kâr getirecek ve üstelik sermayenin organik bileşiminin oldukça yüksek olacağı yeni dev yatırımları ve kaçınılmaz olarak henüz amortize olmamış bazı makina ve ekipmanın kullanım dışı kalmasını gerektirir.
Üçüncü olarak, pazar sorunu, yeni teknik uygulanması ve makineleşmenin (bunun ayrılmaz parçası olan uzmanlaşmanın) sınırını oluşturur. Kapitalizm, özellikle kapitalistler arası pazarı geliştirerek ve kendi pazarını yaratarak gelişse de, sektörler arası oranlı ve uyumlu planlı gelişme yerine azami kârı esas alan gelişme çizgisi uyarınca, mübadelede bozulma ve üretimin gerçekleşememesi (satın alma gücü düşüklüğünden ürünlerin tüketilmemesi) ve aynı çizgi emekçilerin tüketimini dikkate almadığından, sadece üretim aletleri sektörünün değil, genel olarak kapitalist üretimin gerçekleşememesi durumunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Ayrıca, sınırlı bir pazara ürün sunan birden fazla firma rekabette fiyat indirimi, eksik kapasite ile verimlilik kaybı gibi nedenlerle düşük kâr ve hatta zarar etme durumuna sürüklenebilir.
Oysa sosyalizm koşulları yeni bilimsel-teknik buluşları sanayiye uygulamayı ve entansif yatırımları sadece mümkün kılmakla kalmaz, gereksinir de. Halkın gereksinimlerini karşılama ve emek ve yaşam koşullarını iyileştirme amaçlı sosyalist üretim, birbirine rakip ve yüksek kâr peşinde tek tek işletme ve firmalar bazında örgütlenmediği ve planlama tek tek firmalar baz alınarak değil merkezden, halkın ve ekonominin bütünsel ve kısa değil uzun dönemli çıkarları esas alınarak düzenlendiği için, kendi başına ele alındığında, ileri teknolojik ve entansif yatırım rantabl olmasa da, ekonominin bütününde hareket geçirdiği güçlerin büyüklüğü ve genelde üretimi artırıcı etkisi nedeniyle, gerçekleştirilir; en çok, bir süre ek fonlarla sübvanse edilir. Yeni, gelişkin teknolojik yatırımın devreden çıkardığı eskiden kullanılmakta olan üretim araçlarının, bütün olarak ya da sökülüp yeniden monte edilerek başka bir alanda kullanımı sağlanır. Ve yeni bir uzmanlaşmış yatırım, tek bir firma tarafından ve üstelik gereken ölçekle yapılacağından, firmalar arası rekabet ve pazarın sınırlılığı nedeniyle, bugünkü Sovyet ekonomisinde olduğu gibi- eksik kapasite kullanımı da söz konusu olmaz.
Bu bunun gibi gerçekleri kuşkusuz bilmesine rağmen Gorbaçovun, sosyalizmin değil kapitalizmin bilimsel-teknik ilerleme ve makineleşme düzeyinin yükseltilmesinin -mutlak olmasa da- göreli engeli olduğu gerçeğini çarpıtmasının tek bir anlamı vardır: üretim araçlarının mülkiyeti açısından tekelci devlet ve grup mülkiyetine, üretimin hareket ettiricisi olarak- bölüşümü prim, ikramiye, yüksek maaş ve çeşitli imtiyazlar biçiminde gerçekleşen- kâr amacına ve yine teşvikler, işten çıkarmalar ya da hizmetlerin şişirilmesi biçiminde görülen işgücünün metalaşmasına dayanan, sosyalizmden miras çeşitli örgütsel-hukuksal biçimler kullanan Sovyet tekelci kapitalizminin bilimsel-teknolojik yenilenme ve entansif gelişmenin engeli olduğunu gizlemek. O, tersine, dev adımlarla gelişen kapitalizm yolunda ilerlemenin gerekçesi olarak, bilimsel-teknolojik yenilenme ve entansif gelişmenin ancak bu yolda daha ileri adımlar atılmasıyla sağlanabilir olacağını ileri sürüyor. Bu, ayaklat dururken eller üzerinde yürüme çabasıdır! Özelleştirmeleri ve oto-finansmanı bu temelde savunmaya yelteniyor; kolektivizmi, merkezi planı vb. bu nedenle eleştiriyor. Bunu, bürokrasi eleştirisi adı altında gerçekleştirmeye çalışıyor.
Bürokrasi ve aşırı merkeziyetçi Sovyet hukuksal (mülkiye ilişkileri) ve yönetsel (merkezi plan örgütü) mekanizması, gelişmenin ve ilerlemenin engelidir. Ama bunlar, Sovyet tekele kapitalizminin hukuksal, yönetsel vs. mekanizmalarıdır, sosyalizmin değil. Evet, sosyalizmden miras kalıntılardır, ancak, sosyalist özlerinden soyundurulup kapitalist öz kazandırılan biçimler olarak sosyalizmle bir ilgileri kalmamıştır.
Sovyet ekonomisi, özellikle tarım ve tüketim maddeleri sektöründe (ve yanı sıra hafif sanayide) aşırı merkezcilikten gelen bir durgunluk içindedir. Bu durum, üretim ve sermayenin yoğunluk ve merkezileşmesi arasındaki uyumsuzluk ve dengesizlik nedeniyle ağır sanayi açısından da geçerlidir. Ancak esas etkisi, sermaye ve üretimin daha az yoğun ve üretimi daha çok emek yoğun olduğu üretim dallarında, tarımsal üretim ve hafif sanayide görülmektedir. Tarımın geriliği, tarım üretiminin ek sermaye yatırımlarım gereksinmesi (diferansiyel rant) yanında, bir de bu noktadan kaynaklanmakta, ya özellikle bazı dallarda sübvansiyonun atıllığı teşvik ettiği ya da merkezcil faktörlerle kârlılığı düşük düzeyde tutulan, planlamanın ürünler için düşük fiyatlar tespit ettiği tarımda üretim anmamakta, tarım ürünleri kıtlığı baş göstermekte, bu nedenlerle fiyatlar piyasada yeniden oluşarak yükseltmekte ya da karaborsa gelişmektedir. Aynı şey, benzer nedenlerle hafif sanayi, özellikle tüketim maddeleri üretimi sektörü için de doğrudur.
Şimdi Gorbaçov kâr amacını resmileştirip genelleştirirken, özel girişime de izin vererek, hem özel hem de grup mülkiyetine dayalı hafif sanayi ve tarımsal ürün üretimini artırmayı planlamaktadır. Görece emek yoğun ve sermayenin organik bileşiminin düşük olduğu bu sektörlerde sömürü ve kâr oranlan yüksektir. Piyasa koşullarında kâr oranının serbestçe oluşmasının sağlanmasına bağlı olarak, sözü edilen sektörlere yatırımlar ve bu dallarda üretim kuşkusuz artacaktır. Ama bu durum çok uzun süremez, çeşitli önlemlerle (doğal ki merkezi politikalarla uygulanan önlemlerle) ortalama kâr oranının bu sektörler aleyhine gerçekleşmesi ertelense de, sonunda kâr oranları piyasada dengelenir. Fiyat oluşumları yoluyla kârların bir bölümü emek yoğun sektörlerden sermaye yoğun sektörlere akar. Ama bu, geçici sürede kıtlık hafifler ya da tümden ortadan kalkar. Sonra? Sonra yeni önlemler düşünür Gorbaçov…
Şimdilik özel girişimler ve “plan hedefleri üzerindeki ürünlerini (patates, meyve ve sebzelerde üretimlerinin önemli bir bölümü için) kendi uygun gördükleri biçimde” tasarruf olanağı sağlanan kolektif ve devlet çiftlikleri ve yine “plan hedefleri üzerinde ürettikleri ürünlerden kendi kullanmadıkları kısımları birbirlerine serbestçe alıp satabilecek” olan sanayi kuruluşları, kiralanan hafif sanayi işletmeleri ve yeni kiralanan topraklarda kurulan ya da devralınan işletmeler, ayrıca kâr ilkesi resmileştirilerek dolaylı olarak piyasa ekonomisine bağlanan tüm işletmeler, yüksek kârlılık nedeniyle, özelikle hafif sanayi ve tarım sektörüne (ve hizmetler sektörünün kârlılığı yüksek dallarına) yatırıma ve üretimi artırarak durgunluğunun giderilmesi sevk edilmektedir. Üstelik tek tek işletmelere tanınan yabancı sermayeyle ortaklıklar kurma serbestîsi nedeniyle, bu sektörlere yabancı sermaye akını bile mümkündür.
Ve doğal ki, tüm bu özendirme ve yönlendirmeler merkezi politikalarla sağlanma durumundadır. Merkezi yönlendirme ve merkezcilik devam edecektir, kuşkusuz, “aşırılığı” giderilerek ve “merkezin” niteliği değişerek: eski sosyalist merkezin karşısına Kruşçev’le birlikte konan kapitalist merkezle…
Aynı şey, alt düzeyde de olsa, ağır sanayi sektöründe de olacak, işletmelerin kâr amaçlarının vurgulanması ve üretim ve sermayenin yoğunlaşmasıyla çelişen aşırı merkezileşmenin tasfiyesi (bizzat bu, kâr için üretimin itici gücü olacaktır), birbirleriyle rekabet ve üretim anarşisinin gelişmesi koşullarında (giderek iflaslar vb. ile) bu sektörde de bir canlanma gerçekleşecektir. Nereye kadar?
Kuşkusuz, üretimin anarşik koşullarını, kâr dürtüsünü, piyasa koşullarının işleyişini geliştirerek dengesizliklere, durgunluğa, “bolluk içinde yokluk”a çözüm bulunabilseydi, bugünden tüm dünyada kapitalizm çerçevesinde insanlığın altın çağına ulaşılmış olurdu. Ama kapitalizm, onulmaz hastalığı devresel krizleriyle birlikte, tekelci döneminde, bu devrelerin konaklarında bozulma ve çöküntüyü de kucaklayarak var olabiliyor. Gorbaçov’un yoğunlaşmayla merkezileşme arasındaki uyumsuzluğu giderme ve ekonomide liberalizasyon politikası, geçici bir canlanma ve rahatlık sağlasa da, sağlayacak, Sovyet kapitalizminin patlayıcı madde stoklarını ve bunların yıkıcı etkisini artırmaya yol açacaktır.
Gorbaçov’un reformlarından sonra Sovyetler Birliği’nin kapitalist bir ülke olup olmadığı tartışması ciddiyetini kaybetmiştir. Eskiden Sovyet revizyonistlerinden etkilenen ara akımların yönlendirdiği birçok insan bugün, o zamanlar Sovyet kapitalizminin “hayal ürünü” olduğunu “kanıtlamak” üzere ileri sürülen gerekçelerle tatmin olmuyor, doğruymuş diyor. Bugün, Gorbaçov’la birlikte, öteden beri Sovyet kapitalizmi ve sosyal emperyalizme yöneltilen eleştirilerin doğru ve geçerli olduğu çok daha açık bir şekilde, deney yoluyla, gözler önündedir.
Artık Sovyet “sosyalizmi”ni savunmak pek zorlaştı, “küçük hesaplar” peşinde koşmayan hiç bir devrimci, burjuva liberal olmayan ya da liberalizmden güçlüce etkilenmeyen hiçbir ciddi grup ve dürüstlük ve bilimselliği eylem çizgisi edinmekten vazgeçmeyen hiçbir bilim adamı “Sovyet sosyalizmi” savunuculuğunun yükü altına girmeyecektir.
Artık tartışmanın yönü değişmiştir: eskiden Sovyetler Birliği’nin sosyalist mi kapitalist mi olduğu tartışılırdı, sosyal emperyalist olup olmadığı tartışması yapılırdı; Bugün tartışma, bu boyutu ile aşılmakta, hızla gündemden çıkmaktadır. Bugün gündeme gelen tartışma, Batı kapitalizmi ile Doğu (Sovyet) kapitalizmi arasındaki farklıkların ne derece ortadan kalktığı ve ne derece benzer özelliklere sahip olduklarıdır.
Doğu kapitalizmi, Sovyet kapitalizmi, biçimsel özellikleriyle de hızla Batı kapitalizmine benzemektedir.
Gelecek sayımızda Gorbaçov reformlarını uluslararası boyutuyla ele alacağız.

Aralık 1988

“TL kaç, faiz tut!” ‘SERBEST FAİZ’ Derinleşen krizin faktörü

Hızlı kalkınmak için “borçlanıyorlar”! Enflasyon, hızlı kalkınmak için “şart”! “Kalkmıyoruz.”
Borçlan ödeyebilmek ve enflasyon oranını aşağı çekebilmek için, “fiyat ayarlaması” (zamları) yapıyorlar.
Zam dalgalan!
Yine “borçlanıyorlar.”
Filmi yeniden başa sarma.
Ne için?
“Orta direğin” bel vermesini önlemek ve “mutluluğu” için.
Nasıl mutlu olunur?
İhtiyaç duyulan mal ve hizmetleri ve satın alma gücüne sahip olarak…
Fakat yaşam, resmi ağzın (iktidarın) söylediklerinin demagoji olduğunu gösteriyor.
Peki, hızlı kalkınma edebiyatı arkasında perdelenen ne?
Varlıklarının temeli ücretli kölelik düzeni, sömürü, dolandırıcılık ve hayali ihracat…
Yine “tarihi zorunlu” bir karar olarak Ekim ekonomik önlemleri yeni bir ambalajla yürürlüğe konuldu. Tahtakale’nin önemli bir fonksiyonu kalmadı denilen ’88 yazının arkasından, Ekim ayında dolar iki bin, mark bin TL’sına yükseliyordu.
Bankacılık dünyası: Batık krediler dolayısıyla bir yandan kapkaranlık iken, diğer yandan milyarlık kadarıyla göz koyduğu işletmeleri kolayca yutabilme şansıyla bembeyaz.
TCMB’nın döviz ve para piyasalarına, Eylül çocuğu Özal’ın emriyle alınan mevduat faizlerini güdümlü “serbest” bırakma adı altında sınırlı yükseltme kararıyla girmesi neyi değiştirecek? Söylendiği gibi var olduğu iddia edilen döviz spekülasyonu duracak ve enflasyon aşağı çekilebilecek mi?
4 Şubat kararları da benzer gerekçeyle açıklanmıştı. Sonuç, 12 Ekim kararları…
Yarın yerel seçim sonrası niye yeni bir başka karar olmasın?
“Sökük genişliyor, dikiş tutmaz oldu”.
Resmi modelde öykünmecilik esas.
Osmanlı döneminde Fransız ve İngiliz hayranlığı ile başlayan model arama eğilimi, ’50’li yıllarda bir “küçük Amerika” olma özlemine, ’70 li yılların başında İtalya’nın o günkü düzeyine erişmeye ’80’li yıllarda emperyalist sermayenin uluslararası mali örgütleri IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri doğrultusunda Güney Kore gibi olmaya dönüşmüştür. Hayallerde/özlemlerde düşüş gözleniyor…
“Kendisini bulamama”!
Müjde, artık ’88 Türkiye’si örnek gösteriliyor. İnanmayan sahibinin sesi IMF’yi ve Özal’ı dinlesin. Eh, yoğurt yoğurdum ekşi demez ya!
Diğer tarafta işçilerin, köylülerin ve gençlerin sesi; “Sefaletin, özgürlüksüzlüğün ve eğitimsizliğin modeli”.
Günümüzde alınan ekonomik önlemlerin, yerinde kararlar olduğu açıklamasını yapan yerli ve yabancı gözlemcilerin değerlendirme yöntemi:
1- Yürürlüğe konulan kararlar öncesi ve sonrasını karşılaştırma,
2- Fiili durumla hedeflenen arasındaki farkı açıklama,
3- Fiili duruma göre yokluğu halinde kararların performansını değerlendirme,
4- Fiili duruma karşı en uygun politikaların kullanılmasıyla ortaya çıkan farklılığı gösterme,
5- Alınan önlemlerle/kararlarda bu tedbirler dışı politikaların performanslarının karşılaştırılması şeklinde sıralanabilir.
Bir başka farklı yöntem: Ekonomik ve siyasi bunalımın yansıttığı sorunları çözmek açısından, işçi sınıfının kendi öz programlarının uygulaması ve politikalarının üretilmesidir.

1- PARA SERMAYESİ VE BÖLÜŞÜM İLİŞKİLERİ
Para Sermayesi Nedir?
Para biçiminde nakit sermayeye sahip olan burjuvazi, ek para sermayesine ihtiyaç duyan diğer kapitalistlere bu sermayeyi faiz karşılığında ödünç verme olanağına sahiptir. Bu durumda para sermayesi, faiz getiren sermayeye dönüşür.
Böylece para, alacaklıya borçlunun kullanması karşılığında ek bir para sağlar. Buna, faiz denir.
Faiz getiren sermayenin ilk biçimi tefeci sermayeyken, bugünkü kapitalist ekonomik şartlar altında ödünç/para sermayesi biçimine bürünür.
Para sermayesinin sahibine alacaklı ve kullanıcıya borçlu denilmektedir.
Burjuvazi, üretimi aksaksız sürdürmek ya da yeni bir yatırım yapmak veya işletmesini genişletmek için, kendi öz sermayesi dışında ayrıca nakdi/para sermayesine ihtiyaç duyar. Bunu gidermenin iki yolu vardır: Bu ihtiyacı ya yeni hissedarlar bularak karşılayacak; ya da bulunan yetersizse, bankalara veya tahvil ve borç senedi çıkararak sermaye veya para piyasasına borçlanacaktır. Böylece kredi gereksinmesini karşılayacaktır. Borcunun vadesi geldiğinde veyahut ara taksitlerde maliyet öğesi olarak anapara yanında ek bir miktar ödemesi gerekecektir. İşte bu ek miktar faizdir. Diğer yönden faiz, paralarını işletenlerin de gelir kaynağıdır.
Kullanıcı, aldığı parayı üretimde kullanır ve buna bağlı olarak kâr (artı-değerin piyasada fiyat mekanizmasıyla gerçekleşmesi) elde eder. İşte faizin bu kârın bir kısmı olması nedeniyle, burjuvazi, önceden belirlenmiş miktarı, yani faiz borcunu o dönemde işçilerden elde ettiği artı-değerden yapar. Bu anlamda faizin kaynağı artı-değerdir.
Yani faiz, burjuvazinin elde ettiği artığın bir kısmının ödünç/para sermayesinin kullanımı karşılığında ödenmesidir. “Kârın, paranın sahibine ödenen bu kısmına faiz denir; faiz, işlev yaptığı süreçte sermayenin kendi cebine indirecek yerde, sermaye sahibine verdiği kısmına takılan bir addan ya da özel bir terimden başka bir şey değildir” (1) Bu anlamda artı-değer, kâr ya da faiz olarak bölünmüş olsun, öz olarak karşılığı “ödenmemiş emeğin maddeleşmesinden” başka bir şey değildir.
Para piyasası: Fiyatı faiz olan özel metanın, para sermayesinin satıldığı/işlem gördüğü ve aracılarının bankalar olduğu bir pazardır. Burada borçlunun alacaklıya ödediği kredi faizi, ödünç sermayenin kulanım değerini ifade eder.
Para sermayesinin önemli aracı kuruluşları başında bankalar gelir. Bankaların temel fonksiyonu, ödemelerde aracılık hizmeti yaparak, atıl para sermayesini faal, yani kâr sağlayan sermayeye dönüştürürler. Bununla her çeşit para gelirini toplayarak, burjuvazinin/kapitalistlerin hizmetine sunarlar. “Bankalar geliştikçe ve az sayıda kurumlarda yoğunlaştıkça, mütevazı aracılar olmaktan çıkıp, belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin hammadde kaynaklarının ve üretim araçlarının çoğunu, kapitalistlerin ve küçük patronların para-sermayelerinin hemen hemen tamamını emirlerinde bulunduran muazzam tekeller haline gelirler.” (2)
Bir meta olarak para sermayesinin özellikleri:
1- Para sermayesi metasının kullanım değeri, kullanım sürecinde tüketilmez; aynı kalır, korunur. Fakat öbür metaların kullanım değeri kullanım sürecinde tamamen tüketilir.
2- Genelinde satış halinde, meta sahibi aldığı para karşılığında meta üzerinde mülkiyet hakkını kaybeder. Fakat para sermayesinin satışıma rağmen, ödünç veren mülkiyet hakkını korur. Bu nedenle alacaklı, sermaye metaı karşılığında eş değerine ek olarak belli bir faiz alır.
Faizin Kaynağı? Faizi Kim Öldürüyor?
Burjuva ekonomi politiği, üretim faktörlerini emek, sermaye, toprak ve girişimci olarak sıralar. Bunların gelirlerini de ücret, faiz, rant ve kâr olarak tanımlar. Yani işletme kârını girişimcinin faaliyetinin bir sonucu ve faizi de bizzat sermayenin bir ürünü olarak açıklar. Böylece her bir faktörün değer yarattığı anlayışından hareketle sömürü esprisi maskelenmiş olur.
Alacaklı ve borçlu, aynı para miktarını sermaye olarak harcarlar; borçlu elinde para sermaye olarak iş görür. Söz konusu işlem gören aynı miktar para sermayesidir. Fakat bu para ancak kârın bölüşülmesiyle, her iki taraf için de sermaye olarak iş görür. Burada borç verenin, yani alacaklının payına düşen kısma faiz denir.
Aslında ödünç/para sermayesi kullanan kapitalist elde edilen artığın/kârın tamamına el koyamaz. Çünkü ödünç sermayeyi verene bir kredi faizi ödemek zorundadır. Bu nedenle kâr iki bölüme ayrılır: Birincisi, para sermayesinin sahibine verilene faiz; ikincisi, üretim faaliyetinde bulunan kapitaliste kalana işletme kârı denir. “Eğer genel kâr oranı veri ise, bu ikinci kısım faiz oranı ile, eğer faiz oranı veri ise, genel kâr oranı ile belirlenir. Ve ayrıca; brüt kâr, toplam kârın fiili değeri, her özel durumda ortalama faiz ile belirlenir, çünkü bu (özel yasal sözleşmeler bir yana bırakılırsa) genel faiz oranı ile saptanmış olup, üretim süreci başlamadan önce, dolayısıyla, sürecin sonucu olan brüt kâr elde edilmeden önce verilmiş varsayılır.” (3) Esas olarak, sermayenin üretimde kullanımının “gerçek özgül ürünü artı-değerdir.” Yani emekçilerin kendi emek güçlerinin değerini (ücret) ürettikten sonra fazladan ürettikleri değerdir. Bu anlamda karşılığı ödenmemiş emektir. Bunun parasal ifadesi kârdır. Ama ödünç sermaye ile çalışan kapitalist için bu, kâr değil, kârdan faiz ödendikten sonra kendisine kalan kısmıdır.
Borç veren ve alan açısından aynı sermaye söz konusu olmaktadır. Kullanılan sermayenin ürettiği kâr, farklı yasal haklara sahip iki ayrı kimse arasında nicel olarak bölüşülmektedir. Bu, ödünç sermayenin iş gördüğü/üretimde kullanıldığı sürece burjuvazi için ve hem de ödünç sermaye için sermayesini kullanamaması nedeniyle nitel bir bölüşüm halini almaktadır. Kârın bir kısmı faiz olarak görünürken, diğer kısmı girişim kârı olarak görünür. “Birisi sırf sermaye ile iş görmenin ürünüyken, diğeri ise sermayenin kullanım-değeridir. (4)
Para piyasası, para sermayesinin özel bir meta olarak alınıp/satıldığı bir pazardır. Ve bu metaın fiyatı kredi faizidir. Genel olarak metaların fiyatı metaın değişim-değerinin para olarak ifadesiyken; para sermayesinin kendisi para biçimde olup, bu anlamda bizzat paranın parasal ifadesidir. Burada borçlunun alacaklıya ödediği kredi faizi, normal meta fiyatından farklı olarak, para sermayesinin kullanım değeridir. Bu anlamda bu metaın fiyatı, değer kanunu tarafından düzenlenemez. “Para sermayesinin fiyatına faiz diyecek olursak, bu, metaların fiyat kavramından büsbütün ayrı, irrasyonel bir fiyat şekli olur.” (5)
“Şimdi, para-kapitalistin, borç süresince elden çıkarttığı ve üretken kapitaliste -borç olarak- devrettiği kullanım değeri nedir? Bu, paranın, sermaye haline gelebilme, sermaye işlevlerini yerine getirebilme ve bu süreç sırasında kendi ilk değer büyüklüğünü koruyabilmesinin yanı sıra belirli bir artı-değer, ortalama kâr (bu ortalamanın üzerinde ya da altında olması burada sırf rastlantıya bağlı bir şey olarak görünür) yaratma gücü nedeniyle sahip olduğu kullanım-değerdir.” (6) Öbür metalar açısından, bu kullanım-değeri tamamıyla tüketilir, yani kullanımıyla birlikte ortadan kalkar. Fakat para sermayesi, kullanım-değerinin tüketimi yoluyla, yalnız aynen kalmayıp bir de artması gibi bir özelliği sahiptir.
“Borç verilen paranın kullanım-değeri, sermaye olarak hizmet edebilmesi, sermaye olarak ortalama koşullar altında ortalama kâr üretebilmesi olgusunda yatan (7) faizin, para sermayesinin arz ve talebinin etkisiyle yükselmesi ve düşmesinin sınırları vardır. Faizin üst sınırı ortalama kâr iken, öte yandan alt sınırı da sıfırdan aşağı olamaz. “Her ne olursa olsun, ortalama kâr oranına, faizin üst sınırının nihai belirleyicisi gözüyle bakılabilir.” (8) Aldığı parayı üretimde kullanan burjuvazi, kâr elde eder. İşte faiz bu kârın bir kısmı olması sebebiyle, genel olarak ortalama kâr oranını geçemez. Çünkü faiz tüm kârı yutsaydı, hiç bir kapitalist/burjuvazi kredi almaya gerek duymazdı. Çünkü faiz ortalama kârı aşarsa, o zaman para sermayesi kullanıcısı açısından talep edilmesi (bazı firmalar için istisnai durumlar dışında) anlamsız olur. Öte yandan faizin alt sınırı da sıfırdan aşağı olması mümkün değildir.
Devletin Borçlanması ve Faiz
Devlet giderlerini vergi gelirleriyle karşılayamıyorsa, tahvil çıkararak borçlanır. Genelinde bunların alıcıları, sermayedarlardır (ülkemizde bankalar, vergisi düşük olduğu için bazı şirketler ve birikimi yüksek olan özel kişiler). Önceden belirlenen vadesinde devlet anaparayla birlikte tespit edilen miktarda faiz ödemesinde bulunur. Bunu, ellerinde devlet tahvili tutanlara ödenecek faiz borcuna karşılık olarak vergi gelirlerinden bir kısmıyla yapar. Bu anlamda faiz, devlete önceden vergi olarak sağlanmış olan artığın (ki bu artı-değerdir) yeniden sermaye dara/burjuvaziye transferidir.
Bölüşüm İlişkileri ve Faiz
Bölüşüm ilişkileri temel ve tali olarak iki kısma ayrılır. İşçi sınıfıyla burjuvazi arasında ki bölüşüm ilişkisine temel bölüşüm ilişkisi denir. Buna göre, üretim araçlarına sahip bulunan burjuvazi/kapitalist, ürelim sonunda ürünlere kendiliğinden sahip olurken, üreticilerin yani işçi sınıfının payı ise, burjuvazinin ödediği ücrettir. Bu bölüşüm ilişkisinde kapitalizm de, önceki toplumlardan farklı olarak sömürü esprisi gizlidir. Onun için sınıf bilincine sahip olmayan işçiler bazı hallerde “patronun ekmeğini yiyoruz” derler. Yani burjuvazi işçiyi “doyurmaktadır.” Aslında işçi sınıfı üretimde bulunmaktadır. Burjuvazinin benzer fonksiyonu üstlendiği iddia edilemez. O halde üretmeyen bir sınıf üretici bir sınıfı besleyemez. Ancak aksi mümkündür. Burjuvazi, işçi sınıf tarafından beslenmektedir. Zaten bu ücretli kölelik düzeninde, işçi sınıfı ürettiği ürünlerin ancak bir kısmını (ücret olarak) alır ve geriye kalan, karşılığı ödenmemiş emektir. Yani artı-değerdir; bu burjuvazinin aldığı paydır. Ki bu, sistemin yaşam kaynağı olan artıktır.
Ekonomik sistemde işçi sınıfı dışında üretici sınıf ve tabakalar ile burjuvazi dışında da çalışmadan yaşayan ve üretken olmayan gruplar arasında toplam ürünün paylaşımı, tali bölüşüm ilişkilerini oluşturur.
İşçi sınıfı dışında diğer üretici sınıflar, daha çok tarım sektöründe ve sınırlı olarak da bu sektör dışında faaliyetlerde bulunan üreticilerdir. Ayrıca doğrudan üretim yapmadıkları halde ekonominin genel verimliliğini/üretkenliğini artıran doktorlar, öğretmenler ve mühendisler gibi kafa emekçileri vardır.
Toplam ürün fazlasına el koyan yalnız burjuvazi değildir. Ki günümüzde, burjuvazinin kendi içinde farklılaştığı hatırlanmalıdır. Bu sistemde üretim aletleri gelir getiren tek faktör değildir. Para sermayesine sahip olanlar, borç vermek suretiyle faiz denilen gelir elde ederler. Ayrıca toprak mülkiyeti, sahibine rant geliri kazandırır. Ek olarak sırf gayrimenkullerinin kira geliriyle yaşayanlar da vardır. Hizmetler sektörünün kazançları da üretici sınıfların yarattığı ürün fazlasının bir parçasıdır.
Ekonomide temel ve tali bölüşüm ilişkisine göre paylaşılan, ulusal gelirdir. Bu ise, üretici emeğin bir yıl içinde yarattığı yeni değer, yani üretici emeğin payı ile artı değer toplamıdır. Başka bir anlatımla ulusal gelir, üretici emeğin (yeni) yarattığı değerler toplamıdır. Bunun paylaşımında işçi sınıfının payına düşen ücrettir. Diğer tarafta artı-değer: kâr, faiz ve rant olarak bölüşülmektedir. Bunda devletin önemli fonksiyonu olduğu hatırlanmalıdır.
Sonuç
Ekonomi de paranın fonksiyonları etkinliğinin artması ya da kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak, para sermayesi, sanayi ya da üretken sermayeden; para sermayesi gelirini sahiplenen ya da bununla yaşayan rantiyeci, sanayiciden ayrılır. “Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali-sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizm en yüksek aşama çizgisine gelir.” (9)
Öbür yandan sanayi burjuvazisi ile ödünç/para veren mali sermaye sahibi burjuvazi ücretli emeğin sömürülmesi ile yaratılan artığa el koyarak yaşadıkları için, bunların işçi sınıfı karşısında ki çıkarları birdir/aynıdır. Ayrıca aynı burjuvazi kesimleri artığın paylaşılmasında kendi aralarında mücadele ederler. Ödünç veren faiz oranını artırmak, kullanıcı sanayi burjuvazisi ise düşürmek ister.

2- GÜNÜMÜZDE FAİZ POLİTİKASI
Üç’lü Sarmal Yapı: Zam, Faiz, Döviz Kuru
Yeni ekonomik kararlar alınıp-uygulanması, daha kısa sürelerle gündeme gelmesine rağmen, yine de bundan çıkarılacak sonuç, başlanılan yerde olunmadığıdır. Ayrıca her alınan kararın geçici olduğunun söylenmesi ve değişikliğin sık sık gündeme gelmesi ekonomik krizin sürdüğünün göstergesidir.
Bu değişikliklere rağmen ekonomik politikada değişmeyen tek şey var, o da amacı: yurt içinde işçiden, köylüden, memurdan, küçük ve orta ölçekli üreticiden faiz, fiyat ve vergi politikalarıyla tekelci burjuvaziye, kambiyo kuru ve dış ticaret politikalarıyla da yurt dışına kaynak aktarımı, yani krizin faturasını işçi sınıfına ve halka ödetmek. Belirtilen amaca ulaşılması anlamında, iktidar başarılıdır.
Ne adına?
“Serbest” piyasa ekonomisi veya “liberal” sistem tekerlemeleriyle, ücretlerin ve maaşların, faizlerin ve döviz kurunun, ihracatta teşviklerin bir merkezden belirlenmesi: kâğıt, demir-çelik, bakır, elektrik, maden kömürü, havayolu ve demiryollarının v.s. devlet tekelinde olması ve para politikasının TCMB denetiminde izlenmesi, tekelci yapının birer göstergesidir. Tekelci yapı çağımızın demode modası “liberalizm” adına üstlendiği fonksiyonları yerine getirmektedir.
Fiyatlar söylendiği gibi piyasada serbestçe belirlenmeyip, maliyet tutarına belli bir oranda kâr marjı eklenerek saptanır. Ayrıca firma, talep düzeyine göre fiyatlar yerine, üretimini/arzı değiştirerek uyum sağlar. Ekonomide fiyatları oluşturan belli başlı maliyet öğeleri: dışa bağımlılık nedeniyle döviz kuru, ekonomide devletin etkinliği sonucu KİT ürünleri fiyatları, kullanılan işgücü fiyatı olarak ücret ve öz-kaynak dışında yabancı kaynak kullanımı sebebiyle faiz haddidir.
İzlenmekte olan ekonomi politikanın özünü; düşük ücret, yüksek faiz, gerçekçi kur adına her gün devalüasyon ve KİT fiyatlarını ayarlama/zamlama oluşturuyor.
Ücretlerin sürekli düşürülmüş olduğu açık, ulusal gelir içinde ücretliler payı hep azalmış ve üretim değeri içinde işçilik payı 1979:100 endeksine göre 1983’de 59, 12 ve 1985’de 46,92’ye gerilemiştir. (10)
Sanayinin yapısal olarak dışarıya bağımlılığı sonucu, bazı girdilerin ithali zorunluluğu sebebiyle, döviz kurunun yükselmesi bu girdilerin fiyatını aynı yönde etkilemektedir. Esnek kambiyo kuru politikasıyla TL’sının değerinin yabancı paralar karşısında her gün belirlenmesini öngören bu aracın bir başka adı da sürekli devalüasyondur. Bununla döviz gelirlerinin artışı hedeflenmiştir. Uygulamada ise iç fiyat artışlarını yani enflasyonu körükleyici bir etkisi olmuştur.
Ekonomide özel sektöre karşın kamu payının büyük olmasından dolayı, günlük deyişle KİT fiyatlarının ayarlanması sonucu, yerli girdilerin maliyetini yükseltmektedir. Fiyatlar nasıl mı oluşuyor? Yetkili ağız Özal: “Fiyatların kontrolü bizim takdirimizde değildir. O, Allah’ın taktiridir (burjuva ekonomi politiğine böylesine katkı). Ben, kimsenin hakkını kimseye (işçiler ve dar gelirler hariç) vermem. Serbest bırakın” der. (11)
Faizlerin yükselmesi, kredi faizlerini de artırması sebebiyle yabancı kaynak kullanan firmaların cari işletme giderlerini artırmakta, sanayi ve tarım sektörlerinde iflaslara yol açmaktadır. Yüksek ya da “güdümlü serbest” faiz politikasıyla enflasyon oranı üzerinde faiz yahut reel pozitif faiz uygulamasıyla “tasarruf sahiplerinin sömürülmemesi” amaçlandığı açıklanmaktadır. Aslında sürekli devalüasyon yapıldığı sırada düşük faiz politikası izlenememektedir. Ve bununla yurt içi kaynakların dövize dönüşerek yurtdışına transferi engellenmeye çalışılmaktadır. Ayrıca günlük döviz kuru belirleme sonucu, dövizle ödenecek dış borçların TL karşılıkları, arttığı ve yüksek faiz politikası ile de iç finansman sorununu gündeme getirdiği gözlenmektedir. Bu, dolaşıma çıkarılan kağıt para miktarı yani emisyon hacminde önemli artışları beraberinde getirirken, öbür taraftan da KİT fiyat ayarlamaları/zam yapma ve devletin iç borçlanmasının artışına neden olmaktadır.
Artık bugün birinde yapılan yeni bir değişikliğin diğerlerini de değiştirmenin nedeni olduğu yüksek faiz, günlük döviz kuru ve fiyat ayarlamalarından oluşan üçlü sarmalın meydana getirdiği oluşum söz konusudur. Bu anlamda enflasyon, işsizlik ve ödemeler bilançosu dengesinin sağlandığı iddia edildiği halde dış borçlar sürekli artmıştır. Özal’ın ödemeler dengesine bu derece önem vermesinin nedeni, (12) döviz darboğazının Türkiye’de askeri darbelere yol açtığı iddiasıdır. Emperyalist sermaye ve askeri cuntanın gerekçesi… Türkiye’ye has “demokrasinin” en büyük güvencesi, döviz darboğazına girmemek şeklinde tanımlanmış oluyor.
Bu gelişmeler, yatırımları olumsuz etkilemekte ve işsizlik artmaktadır. Diğer yandan Özal ise “son yıllarda gelişme hızı yüzde 7’nin üzerinde bunun işsizliğe olumsuz katkısı var” (13) demekte, işsizliğin nedeni olarak büyümeyi göstermektedir. Bu ise, burjuva ekonomi politiği açısından yanlış bir analizdir. Nasıl büyümedir ki, işsizlik artmaktadır. Ayrıca GSMH’nın % 20’si oranında yatırımla yüzde 7 üzerinde büyümenin olması, şaşırtıcıdır. Çünkü Güney Kore GSMH’nın yüzde 31’i yatırımıyla ancak yüzde 7 büyümektedir. İkisinden birisi doğru.
Yüksek faiz politikasıyla kredi maliyetinin artmasına bağlı olarak, yabancı kaynak kullanımının, azalacağı ve bu sebeple firmaların öz kaynağıyla faaliyeti sürdürmeyi esas alacağı açıklanıyor. Fakat bankalar yüksek faizle toplanan fonları, kredi olarak plase etmemeleri durumunda ne yapacaktır; topla ama kullanma. Bu işlemezlik bile sistemi çökertmeye yeter. Yüzde 850lere varan faizle fon toplanmasının anlamı: bunu kredi olarak plase etmektir. Edenin yanında edemeyen ve iflas edenlerin olacağı da beklenilmeli.
Gayri Resmi Piyasa
Türkiye’de mali sistem, örgütlenmiş/resmi ve örgütlenmemiş/gayrı-resmi para-kredi piyasasından oluşur. Aslında ekonomik yapı da benzer sektörel ayrıma tabi tutulabilir. Resmi para piyasasının mali aracı kurumları bankalar ve sermaye piyasası kuruluşlarıdır. Gayri resmi piyasa ise bu mali aracı kurumlarının yapamadıklarını yapmak amacıyla vardır. Faizlerin yükseltilmesiyle önce resmi piyasada mevduat faizleri ve kredi maliyeti artar. Bu artışlar, daha yüksek oranlarda diğer piyasaya yansır.
Gayri resmi piyasada kazanılan ya da yasal işlemlerden kazanılmış ama vergisi beyan edilmemiş paralara kara para denir. ’80’lerde bu biriminin, aklanması ya da resmi sistem içine çekilmesi yolları: mevduat sertifikaları ve hayali ticaretin (başta ihracat) her türlüsüdür. Buradan şu anlaşılmasın: birikimleri resmi piyasaya belirtilen yollardan akıtılmadan önce bu tür kaynak sahipleri yine ihtiyaçlarını gideriyorlardı: örneğin yat, villa vs. alımlarında değerinden küçük göstererek birikimlerini kullanma imkânı bulabiliyordu.
Gayri resmi ekonominin önemli bir sektörü kaçakçılık olup, belirgin 4 türü vardır: Bunlar ihracat, ithalat, hammadde ve fiktif antrepo kaçakçılığı olarak açıklanıyor. (14)
İhracat kaçakçılığı, ihraç malının fiyatını gerçek fiyatından yüksek gösterme ve bunun sonucu, teşviklerden daha çok yararlanmadır.
İthalat kaçakçılığı, ithal malın değerini düşük gösterme ve getirilecek eşya miktarını artırma ve beyan edilen ile gerçek fiyat farkını yurt dışına döviz olarak çıkarmadır.
Gayri resmi ekonominin merkez bankası İstanbul’daki bir semt Tahtakale’dir. Burada döviz alıp satmak, TPKK hakkında 30 sayılı karara göre yasaldır. Tahtakale döviz fiyatları her gün arttığına ve sürekli yükselen bir trend izlediğine göre, döviz alıp saklamanın net getirişi teşvik edici olmaktadır. Ayrıca enflasyonun arttığı bir ortamda, faizlerin ve döviz kurunun da aynı yönde yükselmesi genel bir beklenti olması sebebiyle, dövize yönelik talebin azalacağını beklemek bir iyimserliktir.
Aralık 1984’de altın ithalatı, serbest bırakılır, Ocak 1985’ten itibaren TCMB altın satışına başlar. Bütün bunlarla gayri resmi altın ithalatının engelleneceği söylenir. Tablo. 1’de görüldüğü üzere uygulama sonucu: hüsran… Bu gelişmeler üzerine altın satışından vazgeçen TCMB, Ekim ’88’den itibaren yeniden başlanacağını açıklar.

Tablo.1- ALTIN İTHALATI
(1985-1987) – Ton
1985     1986     1987
Resmi yoldan giren        28    8    8
Gayri resmi yoldan giren    8    50    70
Kaynak: Tempo, 30 Ekim/5 Kasım 1988, sf. 20

Tahtakale döviz arzının artması üzerine, bankaların döviz girişlerinin kuruması, bankaların döviz yükümlülüklerini yani ithalat talepleri ve döviz kredisi geri ödemelerini yerine getirecek kadar döviz bulunamaması hali, Tahtakale krizi denilen durumdur. Evet, Tahtakale’deki talep canlılığı hep koruyacaktır.
Tekelci Burjuvazinin Yapısı Üzerine
İzlenen ekonomi politikanın (özellikle faiz politikası) değişikliğe uğratılması sonucu olarak, tekelci burjuvazinin belirleyici bir özelliği, bütünlüğü müdür yoksa bölünmüşlüğü müdür?
Zincirin iki halkası 24 Ocak ve 12 Eylül rejiminin dayandığı sınıfsal güç: komprador tekelci burjuvazi ve toprak ağalarıdır. Fakat zamanın feodalizmin aleyhine geliştiği hatırlanmalıdır. Dokuz yıldır izlenmekte olan ekonomi politikanın belirleyici özelliği, başta işçi sınıfı ve emekçi halkın “ekmeğine ve özgürlüğüne” karşı olmasıdır. Bu egemen sınıfların güçlü bir sınıf bilincine sahip olduğunun göstergesidir.
Durum buyken/böyleyken, her ekonomik önlemlerin alındığı sırada olduğu gibi son Ekim kararlan ile ilgili olarak iş çevrelerinden yani tekelci burjuvaziden yükselen “çelişki” sesler nasıl açıklanabilir? ’88 yaz’ındaki gibi durgunluk şartlarında “ağlama” feryadı daha da artmaktadır. Benzer gelişmeleri sezen Eylül çocuğu Özal: “Faizlerin serbest bırakılmasında en büyük bağırtı iş çevrelerinden gelecek. Kimse bize iş çevrelerini koruyorsunuz diyemez” 1151 der. Bu, dayandığı sınıfa ihanet etmesi/pişmanlık duyması anlamına gelmez. Ya da burjuvazi içindeki ses çatlaklığına bakarak iktidarın, bir başka sınıf dayanağı okluğu şeklinde de açıklanamaz.
Bir grup sermayedar izlenen ekonomi politikayı savunurken bir başka grup eleştiriyor, “feryat-figan” ediyor. Nitekim Sakıp Sabancı: “Mevduat sahiplerine yüzde 85 faiz verilmesi memnuniyet verici. Zaten yaşam koşullan güç olan küçük tasarruf sahipleri enflasyonun gerisinde olmayan bir faiz alırlarsa, onlara hakları verilmiş olur. Bir zaman onların haklarını yedik (kaç bir zaman). Yanlış etmiştik” (16) diye açıklama yapıyor. Destek veren net bir ses. Savunur. Çünkü yıl içinde Akbank’ın sermayesini önce ödenmiş 250 ve sonra 500 milyar TL’sına yükseltir; bu anlamda turu kuru. Ya TİSK’in başkanı Halit Narin’in durumu, iflas eşiğinde. Bütün bunlar ve yapılan değişikliklerle ekonomi politikanın ana amacına yenilik getirilmediği halde, belirtilen farklı tepkilerin varlığı, uzlaşmaz bir çelişkinin mi ürünü? Ya da sınıf içi bölünmelerin mi, yansıması?
’80 sonrasında burjuvaziye devlet desteği ücretlerin “terör” ile bastırılmasında/dondurulmasında yoğunlaştı. Gelir dağılımında ücretler payı azalırken, rant gelirleri payı ve bu anlamda sermaye birikimi arttı. Bu, iç talebin daralması ve sanayi sermayesinin dışarıda pazar arayışı içine girmesinde etken oldu. Sanayi, bu talep arayışında ve üretimin gerçekleşmesinde öz-kaynağı dışında dışarıda/yabancı kaynak kullanması üzerine, elde ettiği artığın önemli bir kısmını bankalara vermek zorunda kaldı. Fakat bu oluşum pazarlama kurumu ve bankası olan azınlık bir grup holding için fazla bir anlam ifade etmez.
Bugün özde tekelci sermaye analiz edildiğinde mali, ticari ve sanayi sermayesi ayrımın anlamı nedir2 ’88 Türkiye’sinde tekelci sermaye gruplarının hemen hemen hepsi kendi pazarlama şirketlerine sahipler. Bu anlamda bir yönüyle ticaret sermayesinin konumu/gücünün ne kadar olduğu netlik kazanmaktadır. “İhracatçı sermaye şirketi” statüsüne kavuşarak, vergi istisnası ve muafiyetleri imkânlarından ve ek teşviklerden yararlanan firma pek azdır. Hatta bazı holdinglerin kazançlarına göre ödedikleri vergi “gülünç” miktarda azdır. Bu sistemin işleyişinin bir ürünüdür. Örneğin, rant gelirlerinden devlet tahvili ve mevduat faizi gelirleri, düşük oranda vergiye tabidir. Bankacılık sektörünün ’86 ve ’87 yıllarında vergi öncesi kârı, 549,9 ve 1022,2 milyar TL’sı olduğu halde, 91,4 ve 123,6 milyar TL’sı vergi ödemişlerdir. Ve bunun vergi oranı yasada belirtildiği gibi yüzde 46 olmayıp, yüzde 16,62 ve 12,09’dur. Belirtilen iki yılda kâr toplamı içinde dört büyük bankanın payı yüzde 33,75’den 37.64’e yükselmiştir, iş Bankası, Ziraat, Akbank ve Yapı Kredi’den oluşan bu dört bankanın kredi ve mevduat toplamı içinde payı yüzde 55’lerin üzerindedir.
Ekonomide gelişmişlik düzeyine uygun olarak tekelci sermaye, holdingler halinde örgütlenmiştir. Bu holdingler, faaliyetlerini sanayi, tarım ya da hizmetler (banka vs) sektörünün birinde yoğunlaştırmış olabilir. Fakat bu, diğer sektörlerde geniş faaliyet sürdürmeyi dışlamaz. Holdingler dışında, pek çok küçük işletme holdingler, alınan ekonomik kararlan faaliyet alanıyla ilgili olarak değerlendirip buna seslerini çıkartmaktalar.
Sermaye gruplarından sesler:
“Bizim özel sektörü de hiç anlamıyorum. Çoğu yanar-döner gibi… Üç gün önce hükümete en sert eleştirileri yöneltenler, bir bakıyorsunuz ertesi sabah hükümet yanlısı kesilivermişler. Bu dalgalanmanın bir hesabı olmalı mutlaka… Bu hesap da çoğu kez kişiseldir” (Muteber bir işadamı). (17)
İstanbul Sanayi Odası Meclis toplantısından (18):
“Kimler satmamaya rağmen fiyatlarına zam yapabiliyorsa, onlar enflasyona neden olmaktadırlar” (A. Zafer TACİROĞLU).
“Türkiye’deki enflasyon değişik bir türdür. Bu, diğer ülkelerin baskılarıyla istenerek yaratılan bir enflasyondur. Enflasyon ve Türk Lirası’nın değer kaybı aynı seyri göstermektedir. Türk Lirası’nı düşürten ise Dünya Bankası ve lMF’nin baskılarıdır. Bu durumda da enflasyon yükselmektedir” (Jak KAMHİ-Profilo Holding).
“Sanayi ve ticaret kesimi açısından baktığımızda ise, bugün için iki önemli sorun hâlâ gündemde duruyor. Birincisi işletme sermayesi sorunu, diğeri de kredi faizleridir. Bu iki faktör sağlam olursa kurumlar hayatlarını sürdürebilirler… Bir taraf küçülürken, diğer taraf büyümesine büyüme katıp, belli kesimler söz sahibi olmaya başlayacaktır” (Metin Yavuz KEÇELİ).
“Bence, bizim dış ticaret sermaye şirketleri ne pazar yarattılar, ne de yeni bir takım mamuller getirdiler… Şimdi oturacağız, bunu kontrol (ihracatçı sermaye şirketlerinin dış şube bürolarını kapatmaya başlamaları durumuyla ilgili olarak) edebilmek için ihracatçının sayısını 8172’den 700-1000’e düşüreceğiz. Ve bunun için de Türkiye’nin toplam ihracatını üç-beş tane dış ticaret sermaye şirketinin eline teslim edeceğiz. Bu olmaz” (Yavuz DOĞAN).
Çeşitli sermaye grupları hem kendi sınıf konumları ve hem de kendi iş alanları açısından, ekonomik durumu Temmuz ayında böyle değerlendirirler.
Toparlayacak olursak: bütün olarak burjuvazi ve öz olarak da tekelci burjuvazi içinde var olan çelişkiler konusunda:
1- İzlenen para/kredi politikası sonucu, para piyasasında finansman ihtiyacını kolaylıkla gideren/gideremeyen ve bu anlamda etkin olanla/olmayan arasında var olan çelişki.
2- Son “Türk Devletinin milli” davası olarak bakılan ihracatın desteklenmesi için dış ticaret politikasında, ihracatta teşvik sistemi ve öngörülen (ihracatçı sermaye şirketleri v.s. Doğu Avrupa pazarının az sayıda ihracatçı şirket tekeline verilmesi) örgütlenmeyle, ihracat kanalına hâkim olan/olmayan arasında ki çelişki.
3- Sermaye birikimi açısından kazanılan gelirlerin vergilendirilmesi çok önemlidir. Bazı firmalar, konumları ve ekonomik ilişkileri ağı gereği, sistemin getirdiği muafiyet ve istisnalardan yararlanarak, neredeyse hiç vergi vermemekteler; fakat bazılarıysa zorluklarla karşılaşmaktadır. Yani vergi/maliye politikasından kaynaklanan bir çelişki.
Tekelci sermaye gruplarının kendi aralarında ki çelişkiye rağmen, başta işçi sınıfı ve emekçi halk karşısında “iktidarlarının yüzü suyu hürmetine” birliktelikleri/bütünlüğü vardır. Bu, bugünkü ücretli kölelik düzeninin varlık temelidir.
“Serbest” Faiz Politikası
Burjuva ekonomi politiğine göre, devletin, enflasyon ve işsizliğin artışı, bütçe ya da kamu açığı demek olan iç dengesizliği ve de ödemeler dengesi bilançosu açığı, döviz darboğazı demek olan dış dengesizliği gidermek için ekonomik görevleri, maliye, para, fiyat, gelir ve dış ticaret politikaları olarak sıralanıyor. Günümüzde bunlardan en çok sözü edilen ve inceleneni, konu gereği para politikasıdır.
Para politikası: para arzını yani emisyon miktarını ayarlama, kredilerin dağılımını düzenleme ve fiyat istikrarını sağlama amacına ulaşmak için faiz haddi, munzam karşılık oranı, açık piyasa işlemleri ve kredi sınırlandırmaları gibi parasal değişkenleri ayarlama politikasıdır.
Faiz, belli bir süre için ödünç borç verilen paranın, o süre içinde yüzde olarak açıklanan oranıdır. Borç alan sermayedar dar ihtiyacını gidermek için aldığı nakit karşılığında, ödemeyi, normal olarak kazandığı gelirinin bir kısmından yapar. Geliri, emek gücü sahibine karşılığı ödenmemiş artığın olması anlamında faiz, bu artığın bir parçasıdır.
“Serbest” faiz politikasıyla ilgili olarak açıklanan senaryo şöyleydi: “artan kredi maliyetlerinden dolayı kredilere olan talep azalınca bankalar önce kredi ve sonra da mevduat faiz oranlarını indirmek zorunda kalacaklar. Böylelikle paranın alım-satımında da söz sahibi piyasa, arz talep olacaktır.” Yaşam, senaryoya uymadı. Ne kredi bulundu, ne de faizi düştü: Aksine arttı.
Aslında dünya ülkelerinde de tam bir faiz “serbestisinden” bahsedilemez. Para otoritelerinin dolaylı ya da dolaysız yollardan faiz oranının saptamaları mümkündür. Faizin “serbest” bırakıldığı ’80-Temmuz’unda ve sonrasında olduğu gibi bu son kararlarda da güdümlü (para piyasasına egemen tekelci yapının sonucu) “serbest” faiz politikasından bahsedilebilir.
“Serbest” faiz politikasının gerekçeleri nelerdir?
“Faizler yükselecek, vatandaş daha çok tasarruf edecek, ekonomide tüketim harcamaları azalırken, yatırım-tasarruf dengesi sağlanacak, kaynaklar daha iyi kullanılacak, vatandaş reel pozitif faiz elde edecek, gelir dağılımı düzelecek, bütün bunlar faiz oranlarında yapılan ayarlamalarla veya serbest faizle sağlanacak.” Sistemin “sihirli” anahtarı fiyat mekanizması anlayışına uygun olarak, “serbest” faize de pek çok fonksiyon yüklenmektedir.
Başlıklar halinde sıralanırsa:
Tasarrufları arttırdığı iddiası: Tasarruf, klasik iktisatçılara göre faizin ve Keynes’e göre gelirin bir fonksiyonudur. Klasiklerin tasarrufun faize bağlı olduğu tezinin yerine, Keynes tasarrufun gelir düzeyine bağlı olduğu tezini getirmiştir. ANAP’ın iktidar olduğu ’84 sonrasında resmi verilere göre ’85/86 ve ’88 (ilk yarısı) yıllarında faiz oranlan enflasyon oranı üzerindedir. Yani reel pozitif faiz söz konusudur. ’85 ve ’86 yıllarında özel tasarruf oranı GSMH’nın yüzde 11,4 ve 14,5’i iken reel faizin negatif olduğu ’87’de yüzde 19,3’e yükselmiştir. Fakat aynı yıllarda tasarruf mevduatı artış oranı, enflasyon oranı altında seyretmiştir. Ayrıca ’80 sonrasında toplam mevduat oranı içinde tasarruf mevduatının payı yüzde 47,4’den ’87’de yüzde 37,3’e kadar gerilemiştir. Demek ki: mevduat faizleri ve diğer faizler, rantiyelerin kaynaklarını nereye yatıracaklarını belirler. Bir başka anlatımla, kaynakların altına ya da dövize veyahut bankaya yatırılması v.s. ile ilgili bir karar olup, esasında tasarruflara ne artırır, ne de azaltır.
Enflasyona karşın etkin bir mücadele oluşturduğu: “serbest” faiz politikasına bağlı olarak kredi faizlerinin artacağı ve bunun sonucu yatırımların olumsuz etkileneceği ve bundan dolayı da toplam talebin kısılacağı beklenmektedir. Bu durum, ’88 yazında yaşandığı gibi piyasada durgunluk içinde fiyatların artması demek olan stagflasyona neden olmaktadır. Çünkü firmaların, öz-kaynakları dışında yabancı kaynağa ihtiyaç duyması ve bunun, yani faizin ek külfetini de toplam maliyetlere eklemesi dolayısıyla kredi faizi de önemli bir maliyet unsurudur. Artışı, fiyatları artırır.
Gelir dağılımını adilleştirdiği: “serbest “faizle bankalarda mevduatın toplanmasıyla hem tasarrufların ve hem de bu tasarruf sahiplerini gelirleri artacağı iddia edilmektedir. Buna bağlı olarak bozuk gelir dağılımının adilleşeceği belirtilmektedir. Tablo-2’de görüldüğü üzere ’86 ve ’87 yıllarında hesap adedi 29,8 milyondan 28,0 milyona gerilerken; toplam tasarruf mevduatı 5,2 trilyondan 6,9 trilyona yükselmiştir. 3 milyon altında mevduat hesabına sahip olanların oranı yaklaşık olarak yüzde 97,8 ile aynı kalırken, toplam tasarruf mevduatında payı yüzde 44,6’dan 36,4’e gerilemiştir. Öbür yandan yüzde 2,2 hesap sahibinin mevduat payı ’86’da yüzde 55,4 iken ’87’de 63,6 olmuştur. Ki kaynakların birden fazla mevduat hesabına yatırıldığı hatırlanırsa, gerçekte büyük mevduat sahiplerinin sayısının yüzde 2,2’den çok az olduğu anlaşılacaktır. Görülüyor ki, faizlerde yükselmenin hesap sahiplerinin yüzde 97,8’sinin gelirleri üzerinde ki etkisi hemen hemen çok gibidir.
Geçmişte çok ele alınıp bugün unutturulan bir konu da konvertibilite. Hatta “serbest” faizin ve günlük döviz kuru belirlemenin bu konuda atılmış önemli adımlar/politikalar olduğu hep vurgulanırdı. Sonuç; artık lafı bile edilmez oldu.

Tablo.2-
TASARRUF MEVDUATININ DAĞILIMI (1986-1987)- Yüzde olarak
1986        1987
T    H    T    H
0-3 milyon            44,6    97,8    36,4    97,76   
3000001-6 milyon        32,3    1,7    31,2    1,75
6000001-25 milyon        14,8    0,4    16,3    0,43
25000001-50 milyon        3,3    0,05    4,6    0,04
50000001-100 milyon        2,1    0,006    3,2    0,001
100000001+            2,9    0,004    8,3    0,01
AÇIKLAMA:     T- Mevduat tutar payı
H- Hesap adedi
Kaynak: Türkiye Bankalar Birliği Yayını

Konvertibilite, bir paranın diğer bir ülke parasıyla cari kur üzerinden serbestçe değiştirilmesidir. Konvertibiliteye geçiş için ileri sürülen şartlar; İç ekonomik dengenin sağlanması, istikrarlı bir büyüme hızına ulaşılması, para ve sermaye piyasalarının geliştirilmesi, dış dengenin sağlanması, yeterli döviz rezervine sahip olunması ve etkin bir kambiyo piyasasının oluşturulması olarak sağlanmaktadır. (19) Belirtilen koşullar incelendiğin de konvertibilite için işte “şu kadar kaldı” türünden açıklamaların ciddiyeti ve hiç konu bile edilmemesi daha iyi anlaşılmaktadır.
Hayali ihracat, zamanla yurtdışına çıkan/kaçan sermayenin tekrar geri dönmesinin bir aracı olmuştur. Bunda döviz kurunun sürekli artışı ve dövizin faiz geliri önemli bir etkendir. Yüksek faiz bu haliyle sermaye girişi sağladığı halde, kontrolsüz dış borçlanmayı artırır. ’80’lerde özel kişilerin, şirketlerin, bankaların, belediyelerin ve KİT’lerin ellerinde döviz tutma ve dışarıdan borçlanma imkânları artırılmıştır. Bu koşullarda yüksek faiz uygulamasıyla, rantiyeler kaynaklarını Türkiye’de tutarken, içerde fon maliyetinin artışı sonucu yurtdışından borçlanma artar. Bunun sonucu ki, dış borçlanmada büyük artışlar olmuştur. (20)
Faizi Kim Ödüyor?
Serbest” faiz konusunda Özal ve kurmay heyeti Keynes’i kıskandırırcasına burjuva ekonomi politiğine katkı da bulunarak, faizin gelir dağılımını düzeltici fonksiyonundan bahsederler. Bunu enflasyon şartlarında tasarruf sahiplerini “holdinglere” karşı korumanın bir aracı olarak sunarlar.
Öyle mi?
Eğer gelir dağılımını düzeltici bir fonksiyonu varsa, neden “serbest” faiz politikasının izlendiği ’80 Temmuz’undan sonra, ulusal gelirin dağılımın da rant gelirleri payı artarken diğer iki kesimin (tarım ve ücretliler) ki azaldı?
Faizi ödeyen kimdir? Ya da faizi kim ödüyor?
Bu soruların cevaplandırılması halinde, “serbest” faizin ne tür bir fonksiyonu olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Başka bir yönden konuya yaklaşılırsa, hane-halkı gelirinin kaynakları nelerdir?
Yapılan bir araştırmaya göre yukarıda ki soru yüzde 53,3’ü ücretler, yüzde 47,6’sı üretim ve yüzde 3,8 sermaye-faiz (ki, en düşük oran) vd. olarak cevaplandırılmış. (21) Gerçi yüzdeler toplamı sonunda 146,4 vermesi nedeni, hanelerin yarısına çok yakın bir kısmının birden fazla gelir kaynağına sahip olmasındandır. Araştırmadan çıkarılacak önemli bir sonuç, faiz gelirinin gelir dağılımında geniş kitle açısından önemli bir işlevinin olmadığıdır.
Ücretlilerin faiz gelin açısından bir örnek;
Ücretlerden kesilen konut yardım fonuyla ilgili resmi açıklamalarda, toplanacak para devlet tahvili, hazine bonosu ve gelir ortaklığı senedine yatırılacak, bankada kalan bakiyeye de 6 ay vadeli mevduata uygulanan faiz oranı uygulanacaktı. Peki, söylendiği gibi mi oldu? 18 ay sonra bu para konut edinirken faiz geliriyle birlikte bir işe yarayacaktı. Sanılmasın ki yaradı. Ne yapıldı? Hesapta 156.000 TL birikti. Biriken paraya neye göre belirlendiği belli olmayan yüzde 4,7 faiz işletildi. Böylece de dağ fare doğurdu. Bu toplamla isteyen çekecek ve 75 m2 konutların 60 m2’lik kısmı için kullanacak. (22) Ne zaman mı? Geçmişe rücu edilemeyeceğine göre, bugün bu parayla, ancak birkaç torba çimento alınabilir.
Faizin gelir dağılımında düzeltici fonksiyonunun olmamasına rağmen, faizin yükseltilmesinden ekonomide oluşan yükü, kredi kullanan yatırımcının ya da tahvil çıkaran şirketin/devletin ödeyeceğini sanmak, saflıktır.
Ne yatırımcı, ne de devlet bu yükü kaldıramaz. Çünkü faizin getirdiği ek yükün kullanıcının üzerinde kalması halinde bunlar batarlar. Peki, yük, nereye yansıtılır? Halka yansıtılır/aktarılır.
Krediyi kullanan yatırımcı, finansman maliyetlerini (toplam maliyete eklemesi sebebiyle) fiyatlara yansıtmaktadır. Sistemin sihirli anahtarı fiyat mekanizmasıyla, faizin yükü tüketiciye yani halka yüklenmiş olmaktadır. Bu, tüketici/halkın nihai faturayı ödemeye mahkûm olduğu bir sistemdir.
Burada şu soru akla gelebilir: tüketici faizin faturasını ödüyor, fakat tasarruflara ödenen faiz bu faturayı karşılamaz mı?
Her tüketicinin tüketimi ölçüsünde tasarruf sahibi olması mümkün değildir. Tasarruf miktarı gelir dağılımıyla ilişkili olup, geniş emekçi kesim, gelir düzeyinin düşüklüğü nedeniyle tasarruf şansı olmadığından faturanın ağırlığı altında ezilmeye mahkûmdur.
Devletin iç ve dış borçlarıyla ilgili faizleri bu değerlendirmeden ayırmak mümkün değildir.
Demek ki, faizi halka ödetmenin yolları ürünün fiyatının artırılması ile, artırılan vergi ile ya da enflasyonist politika ile gerçekleştirilir. Yani faizin ek maliyeti zam ve vergi olarak halkın cebinden çıkmaktadır.
Bu aktarmayı, tekelci yapı daha kolaylaştırır.
Peki, faiz gelirleri kimin cebine girmektedir: rantiyelerin. Çünkü rantiyeler dışında işçi sınıfı ve emekçi halk, faize yatıracak para birikiminden yoksundur. Bu anlamda cebine girecek faiz gelirinden bahsedilemez.
Türkiye’de rantiye gelir kaynağı, büyük oranda faiz ve spekülatif yatırımlar olup birikim araçları ise döviz, devlet tahvili ve hazine bonosudur.
Devlet para basıyor. Ve bunu faiz vererek yeniden topluyor/iç borçlanma. Sonra ödemede bulunmak için tekrar para basıyor. Bunun sonucu, bir kesimde büyük miktarda rant birikimine neden ‘ oluyor. Bu birikim, gelir dağılımının bozulması ve döviz kurunun yükselmesine yol açıyor.
Fazla yoruma gerek yok. Gelir dağılımında ki adaletsizlik, büyümenin “arttığı” son 3 yılda daha da artmıştır. Hem gelir dağılımı bozuluyor, hem de işsizlik artıyor ve hem de büyüme gerçekleşiyor. İzahı, burjuva ekonomi politiğini bile zorluyor. Tablo 3’de görüldüğü üzere tarım ve ücretlilerin payı küçülürken, rant gelirleri payı büyümüştür. Bu, faiz ödemelerinin bir anlamda bu gelir transferiyle yapıldığının açık örneğidir. Gelir dağılımı o kadar bozuk ki, Sakıp SABANCI: “Beni biraz (fazla değil!) üzen, dar gelirlilerin, dengesiz dağıtım nedeniyle ezilen kitlenin daha fazla ezilmiş olması. Bu kaygı yaratıyor” (23) diyerek, timsah gözyaşlarını döküyor. Kaygı ücretlilerin yaratacağı güç birliğinden kaynaklanıyor.
Sistem işleyişi içinde fiyat mekanizması kanalıyla, “serbest” faiz faturası başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halka ödetiliyor.
Ekim Kararları
Şubat kararlarının alınması üzerinden daha 6 ay geçmişti ki, yeni bir ekonomik önlemler paketi açıklandı. Hem de “işte Şubat tedbirlerinin olumlu sonuçları görülmeye başladı” denildiği ve bunun üzerine faizler de inmelerin yapıldığı Ağustos’tan bir ay sonra. Kararlarla birlikte açıldık getirdikleri bir konu da, geçici bir süre için bu türden önlemler alındığı şeklinde. ’80’den bu tarafa bu kaçmaydı…
Şubat sonrasında Nisan, Mayıs ve Haziran aylarında doların resmi ve serbest kuru arasındaki farkın 5 ile 10 TL’si civarında seyretmesi ve hatta 24 Mayıs’ta resmi kurun 4 TL’si fazla 1312 TL’si olduğu dönemde, kararların isabetliliğinden ve doğruluğundan sürekli bahsedildi. Fakat ne olduysa Eylül sonrasında oldu. Hem resmi ve hem de serbest kur büyük oranlarda arttı ve bu iki kur arasında ki fark da büyüdü. Fark 4 Ekim’de 63 TL’yken, ayın 12’inde 97 TL’si oluyordu: yani serbest kur 1955 TL’ye yükseliyordu. Sonrasında düşmeye başlayan kurlar, 31 Ekim sonrasında yeniden artar.
Kurlarda ki bu gelişme farklı yorumlara tabi tutulur: döviz girişinde özellikle hayali ihracatta ilgili olarak soruşturmanın genişletilmesi sonucu ihracatta beklenen gelişmenin sağlanamaması ve ithalatın hızlı artması ve de dış borç taksitlerinin vadesi gelmesi gelişmelerin nedeni olarak değerlendirilir. Bütün bunlar, TL’si yerine dövizin tercih nedeni olarak açıklanır. Ayrıca da enflasyon oranının resmi olarak yüzde 80’ler üzerinde olduğu açıklanır.
12 Ekim’de faizlerin önce “serbest” bırakıldığının açıklanmasından sonra geçen 2 günün izlenimleri sonucu, faizlere yüzde 85 tavanı getirildi. Tavanı belirleme önceden düşünülememişti. Maliye ve dış ticaretle ilgili pek çok kararlar alında ve yürürlüğe kondu. 4 Şubat kararlarının mimarı TCMB başkanı Rüştü Saraçoğlu, Ekim kararlarını “siyasi olarak değerlendirdi.” (24) Hükümetle çelişkiye düşüyordu.
Tedbirler alınmazdan bir kaç ay öncesinde gelişmeleri, Özal şöyle değerlendirir:
“Enflasyon yüzde 50 olur, faizler yılın ikinci yarısında düşer.” (25)
“Bugünkü enflasyon geçen yıldan sarkmadır. Önümüzdeki aylarda mutlaka düşecektir.” (26)
“1989 Nisanında enflasyon bugünkünün yansıra düşecek.” (27)
Kendi tabiriyle bir “hesap adamı” olarak Özal, faizin ve enflasyonun düşeceğini söylüyor. Diğer konularda da olduğu gibi yaşam, 5 ay öncesini görmeyen Özal’ı yalanladı. “Tövbe” tutması da beklenilmemeli.
“Böyle büyük bir paket, büyük bir operasyon bahis konusu değil… Zam paketi, söz konusu değil” diyordu. Özal Venedik’te yapılan röportajda. (28) Herhalde Venedik’in güzelliği çarptı.
Evet, Özal, Özal’a karşıydı.
Çok değil, 10 gün sonra Ekim kararları yürürlüğe konuldu. Söylediği gibi küçük değil, büyük bir operasyon yapıldı, zam sağanağı da hemen yağdı.
Aslında Özal’ın ne yapacağı, Ağustos ’88 tarihli IMF’nin raporunda madde madde belirtilmişti (bazıları):
1- Eğitim, sağlık ve benzeri sosyal alanlardaki yatırım ve harcamalar azaltılmalı/kısıtlanmalı (öyle yapılır, ’89 bütçesinde bu tür yatırımların payı küçültülür),
2- Faizler enflasyonun altında kalmamalı,
3- TL’den kaçış engellenmeli şeklinde sıralanmaktadır.
Beklentilere uygun kararlar, bir ay gibi kısa süreli gecikmeyle gündeme alınır. Bu kadarı “kadı kızında” da olur.
Uyarı yalnız IMF’den gelmiyordu. İkiz kardeşi Dünya Bankası da aynı bekleyiş içerisine girer: “tedbir al.”
“Enflâsyon düşürülemezse, Türk Lirası’nın yerine döviz tutma talebi de azaltılmayacak demektir… Bundan endişe duyuyoruz ve önlemler alınması konusunu Türk yetkililerle görüşeceğiz” diyordu, Dünya Bankası Başkan yardımcısı W. Thalwitz.(29)
Yakın/kısa tarihimize bakacak olursak ya da hafızamızı zorlarsak hatırlayacağız ki, alınan ekonomik (bir yönüyle siyasi) önlemler emperyalizmin uluslararası mali ağının iki güçlü örgütü IMF ve Dünya Bankası’nın tavsiyeleri yönünde olmuştur. Bunun üzerine ki kararların uygulayıcıları, “dışarıda beğenildiklerini” ve dünya ya “örnek gösterildiklerini” açıklar.
Yaşadıklarımızı unutamayız. Sonuç ortada: işçi sınıfı ve emekçi halk işsizliğin, sömürünün ve sefaletin zincirine vurulmuşken öbür tarafta ekonominin nimetlerinden yararlanan azınlık, yani egemen sınıflar. Bu anlamda beğenilen, sömürünün/sefaletin katmerleşmesidir.
Ekim kararlarının uygulanmasını değerlendiren OECD Türkiye Konsorsiyum Başkanı W. Albert: “4 Şubat’ta alınan kararlar ile şimdi alınan kararlar arasında esas itibariyle fark yoktur… Ekim kararları doğru ve gerçek bir yolda alınmış kararlar olup, OECD bu kararları destekliyor” der. (30)

Tablo.3- GELİR DAĞILIMI (1963-1988)- Yüzde olarak
TARIM        ÜCRET    RANT GELİR
1963    41,19        21,50        37,31
1970    31,08        31,15        37,77
1975    30,76        31,51        37,73
1980    23,87        26,66        49,47
1983    20,52        24,78        54,69
1986    18,09        17,7        64,21
1987    17,06        17,6        65,40
1988    16,30        15,6        68,10
Kaynak: İSO

Ekonomiyi resmi ve gayri resmi sektörlerin bütünü oluşturduğuna göre, ikisinin arz ve talebinin birlikte dikkate alınması gerekmektedir. Bu bütünlük döviz piyasasına, dolayısıyla kuruna da yansımakta ve bunun sonucu da resmi ve serbest ikili kur oluşmaktadır.
’80 sonrasında döviz talebine yapılan ekler:
1- Döviz satın alıp birikim aracı olarak yararlanma serbestliği,
2- Döviz Tevdiat Hesabı(DTH) açmak için döviz almanın teşvik edilmesi sayılabilir.
Bunlar sonucu ekonomide, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde olduğu gibi iki para biriminden söz edilecek gelişmeler olmuştur. Osmanlı döneminde revaçta olan yabancı para birimi Fransız frankı iken, bugün ABD dolarıdır.
Ekonomide doların tercihi ve kullanım alanları:
1- TL olarak bankaya yatırmak yerine DTH açılması daha cazip.
1983 yılı sonunda yerleşik kişiler de DTH, açma olanağı tanındı: ’85 yılında 2,6 trilyon olan DTH, ’87’de 5,6 trilyon TL’ye yükselmiştir. ’87 yılında toplam mevduat (DTH dâhil) içinde, DTH payı yüzde 23,2’dir. DTH’nın bölgesel dağılımı yüzde 42,6’sı Marmara, yüzde 15,4’ü Orta Kuzey ve yüzde 12,3’ü Ege bölgesine dağılmıştır. DTH’nın yüzde 60,8’i dört büyük bankada toplanmıştır. (31)
2- Bankaya yatırılan döviz, ekonominin çarkından çıkmaz. Sistem içinde kalır. Fakat önemlisi, döviz, gömüleme denilen yöntemle cüzdanda, yastık altında saklanarak spekülatif amaçla sistem dışına çıkarılır.
3- Bankaların “yabancı para üzerinden borçlanması” açıkça teşvik edilmiştir. Bankaların yükümlülükleri Aralık ’85’te 3192,0 milyon iken Kasım ’87’de 5006,0 milyon dolara yükselmiştir. Bunun ’88’de daha da artmış olacağı tahmin edilebilir.
4- Artık günlük işlemlerden bazıları bile dolarla yapılır olmuştur. Nitekim gayrimenkul alış/satış ve kiralama işlemleri dövizle yapılmaya başlamıştır.
5- “Dövize dayalı gelir ortaklığı senedi” uygulaması ile dövizle borçlanma kapısı açılmıştır: ’87’de döviz endeksli senetler çıkarılır.
Zamanla döviz çıkış kanalı genişlerken, giriş kanalı daralmıştır.
Dış borç açısından açmazlık: borcun borçla ödenmesidir.
Bu borç ödemelerinin önümüzdeki dönem açısından etkileri: dövizin ülke içinden toplanması halinde satın almak için TL’ye ihtiyaç duyulacak ve bu yönüyle gelişme halkı ilgilendirecektir. Örneğin 1 doların 3000 TL’ye çıkması halinde, iktidarın önümüzde ki yıl, 10 trilyonu aşkın para bulmak zorunda kalacaktır. Buna iç borç ödemeleri de eklendiğinde durumun ciddiyeti daha iyi görülecektir. Emisyon artışının faturasını emekçi halk ödeyecektir. Bu anlamda ’89 yılında ekonomik krizin daha da artacağı gözlenebilir. Ayrıca devlet güvencesiyle dışarıya borçlanan özel sektörün geri ödemelerinde maliyet artışının fiyatlara yansıması üzerine faturayı yine halk ödeyecektir.
“Bu yıl (1988) herhangi bir sorun görmüyorum. Ancak orta ve uzun vadede sorunlar olacak. Bununla 1989-90 yıllarını kastediyorum” diyordu, OECD Türkiye Konsorsiyumu Başkanı Dr. W. Albert. (32)
Evet; ’89 yılının başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halk için zorlu bir yıl olacağının pek çok işareti vardır.
Döviz gelirlerinde en büyük paya sahip olan ihracat gelirinin daha da artırılması koşulları zayıf görünüyor. Çünkü ihracat yeni yatırımların üretimiyle beslenmeyip, esas olarak kapasite kullanımında ki artıştan kaynaklanmaktadır. Gerçi stagflasyon şartları sebebiyle, kapasite kullanımı düşmeye başlamıştır. Ayrıca yüzde 50’den fazlasının hizmetler sektörü olan GSMH’nın yüzde 10’u aşkın payı dış ticaret ödemeleriyle yurt dışına transfer edilirken, geriye kalandan yüzde 20’lere yaklaşan kısmı ihraç edilmektedir. Bu anlamda da ihracat sınırına da-yanılmıştır. Ve önemlisi vergi iadelerinin ’89 yılı başından itibaren kaldırılacağının açıklanması üzerine, teşviklere bağlı ihracatın azalacağı tahmin edilebilir.
Döviz taleplerinden önemli bir kalem, ithalat: teminatların artırılması, ithalat talebini olumsuz etkileyecektir. Bunun yatıran malları ithal talebine yansımasıyla, ekonomik krizin artacağı gözlenebilir. Diğer taraftan lux tüketim mallan ithalatı sürekli artmaktadır: ’85’de 12,2 milyon iken ’87’de 34,5 milyon dolara yükselmiştir. Lüks tüketim mallarını, rantiye gelir sahipleri talep etmektedir.
Döviz arz ve talebinin kalemlerindeki değişikliklerin ekonomik yaşantıya etkisi değişik boyutlarda olmaktadır. Genelinde beklenti, ’89 yılında krizin daha da artacağıdır.

3- BEKLENTİ/SONUÇ YERİNE
Geleceğe yönelik beklentiler:
1- Yüzde 85 mevduat faizliyle fon toplayan bankanın sıfır kâr marjıyla bunu değerlendirmesi halinde, kredi faizinin yüzde 129,4 olması gerekmektedir. Bu sebeple kredi faizi yüzde 140’ları aşacağı beklenmelidir. Bundan yatırımları olumsuz etkilenecek ve bu yüzden işsizlik oranı daha da artacaktır. Nitekim 88 yılının Ocak-Mayıs döneminde bir önceki yıla göre yeni kurulan şirket sayısı yüzde 11,8 ve sermayesi toplamında yüzde -51,0 oranında artmıştır. Bu oranlar 1987-86 mukayesesin de yüzde 22,1 ve yüzde 337 olmuştur. ’89 yılı içinde daha da küçük olacağı gözlenebilir.
2- Kredi faizlerinin artması, 16 trilyon TL olduğu söylenen (33) batık kredi miktarını daha da artıracaktır. 1987 yılında bankacılık sektöründe kullanılan toplam kredi miktarının 17 trilyon TL olduğu hatırlandığında, bu sektörün sorunlarının artacağını belirtmek hiç de kehanet değildir. Bunun üzerine bazı bankaların yıldızı kayabilir.
Diğer taraftan yüksek maliyetli kaynak kullanımı sonucu iflasların olması üzerine, bu firmalar yönetiminin fon veren bankalarda toplanması gündeme gelebilir.
ABD patentli ithal bürokratlardan Konutbank Gnl. Md. Bülent ŞEMİLER “İnşallah birkaç banka kapanır… Birkaç bankanın kapanması faydalı olur… Zaten çok banka var” diye demeç verir. Anlamı, sistemin feda edeceği en azından 4-5 bankanın bulunduğudur. Özel bankaların holdingler bünyesinde toplandığı ve konumlarını sağlamlaştırdığı ama kamu bankaların ise mali bünyelerinde sarsıntılar başladığı dikkate alınırsa, yıldızı kayanlar kamu bankaları mı olacak? Ayrıca, mevduat sahiplerine seslenen yetkililer “paranızı sağlam bankaya yatırın” demekle, sağlam olmayanı da açıklamış oluyorlar. Ya da bankerler meselesinde olduğu gibi yine, “halk kumar mı oynadı” demenin, yolları aranıyor?
’87 yılında, TÖBANK ve Anadolu Bankası’na yönelik olarak gerçekleştirilen “kurtarma operasyonları’ ilk kez resmi belgelerde yer aldı. Tasarruf mevduatı sigorta fonundan bu operasyonlar sırasında TÖBANK’a (reklam, sağlam! alternatif ama ne sağlam?) 26,5 milyar, Anadolu Bankası’na 15 milyar TL tutarında mali destek sağlandığı açıklandı.
3- Mevduatı toplayan banka, kredi faizlerinin yükselmesi ve batık kredi miktarının artması gibi nedenlerle, toplamış olduğu fonu plasmanda zorlanınca, dövize yönelme durumunda kalabilir. Zaten kambiyo işlemleri, bankaları zor durumdan kurtaran stepne durumundadır. Dövize artan talep, kurların yükselmesine ve yine TL’den kaçışa neden olabilir ki, bu başlanılan yere tekrar dönüş demektir.
4- Şubat kararları sonrasında, ekonomiye hakim olan stagflasyon şartlarının devam edeceği beklenebilir.
5- Toplamı 32,5 trilyon TL olarak belirlenen ’89 bütçesinin, 9,1’i dış ve 7,6’sı iç borç olmak üzere toplam 16,7 trilyon TL borç ödemelerine ayrılmıştır. Önceki yıllarda ki gibi hedeflenen 5 trilyonluk açık daha da artacak ve bu nedenle emisyon miktarı da artacaktır.
6- Her bütçenin hazırlanışında belirlenen hedeflerin gerçekleştirilmesi için çok ciddi önlemler alındığı açıklanır. Fakat hedeflerin, en azından gerçekleşenin yarısı kadar olduğu yılsonunda anlaşılır. ’89 bütçesinde enflasyon oranının yüzde 30’lar da olacağı tahmin edilmiştir. Ulusal gelir deflatörünün yüzde 48 olarak alınması ve faizlerin yüzde 85’lerde seyretmesi, fiyatların ve bu anlamda enflasyonun daha da artacağının göstergeleridir.
7- Bütçe programlarında sadık kalman tek rakam ücret ve taban fiyatlarının artış miktarıdır. Ekonomik koşulların daha ağırlaşacağı ’89 yılında, gelir dağılımı dar gelirli emekçi halkın aleyhine daha da bozulacaktır. Ve bunun üzerine, talebin artmaması sonucu durgunluk daha etkin olacaktır.
8- Eskişehir Odası Başkanı Yavuz Zeytinoğlu: “1987 yılında kârlarını büyük ölçüde artıran sanayi kuruluşları, bu performanslarını bu yıl da sürdürdüler. 18’i İSO’nun 500 büyük firma sıralamasında yer alan 20 şirket, bu yılın ilk dokuz ayında kârlarını, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 98,2 artırarak 182 milyardan, 362 milyar liraya çıkardılar. Bu firmaların satış hâsılatları da aynı dönemde yüzde 90’a yükseldi” der. (34)
Ekonomik krize rağmen ekonomide tekelleşme artıyor. Benzer sermaye birikimin devamını gösteren pek çok gösterge mevcuttur.
Sonrası, yeni bir önlemler paketi mi? Yoksa…

KAYNAKÇA
1- Karl Marx. Kapital. Çes: Alaattin Bilgi. Sol Yayınları sf. 355.
2- V. İ. Lenin, Emperyalizm, Çev: Cemal Süreyya. Sol Yayınlan, 7. Bas.sf.38.
3- Karl Marx age, sf.391.
4- Ibid, sf. 393.
5- Ibid, sf. 371.
6- Ibid. sf. 368.
7- Ibid, sf. 369.
8- Ibid, sf. 377.
9- V. İ. Lenin, age. sf.7l.
10- ’87 Petrol-İş. Tablo-68.
11- Hürriyet. 23 Şubat 1988.
12- Yalcın Doğan, Cumhuriyet. 26 Eylül 1988.
13- Cumhuriyet. 14 Ekim 1988.
14- Melih Molo (Gümrükler Gn. Md. Yrd. Ekonomik Panorama, 23 Ekim 1988. sf. 11-13,
15- Cumhuriyet. 14 Ekim 1988.
16- 2000’e Doğru. 6-12 Kasını 1988. ,1.21.
17- Meral Tamer. Cumhuriyet. 15 Ekim 1988.
18- İSO Dergisi, Temmuz-1988. sası: 269
19- Öztin Akgüç. Para ve Sermaye Piyasası, Nisan- 1986. sf.9.
20- Korkut Boratav. 2000’e Doğru. 14-20 Şubat 1988.
21- TÜSİAD-T 86.92, sf,7
22- Güneş. 10.Eylül 1988.
23- 2000’e Doğru, 6-12 Kasım 1988. sf. 21
24- Cumhuriyet. 15 Ekim 1988.
25 Hürriyet. 21 Mart 1988.
26- Milliyet, 10 Mayıs 1988.
27- Milliyet, 4 Haziran 1988.
28- Cumhuriyet. .30 Eylül 1988.
29- Hürriyet. 19 Eylül 1988.
30- Tercüman. 20 Ekim 1988.
31- Türkiye Bankalar Birliği yasını.
32- Cumhuriyet. 19 Ekim 1988.
33- Faik Y. Başbuğ. Dünya. 20 Ekim 1988.
34- Cumhuriyet. 11 Kasım 1988.

Aralık 1988

Ankara Barosu avukatlarından Nihat Toktay: “Erdal Eren’in idamı bir Dreyfus Davasıdır”

ÖZGÜRLÜK– Önce, olayın tarihi ve kısa bir anlatımından başlayalım…
N. TOKTAY– Olay 2.2.1980 günü öğleden sonra meydana gelmiştir. Sinan Suner isminde bir gencin öldürülmesini protesto etmek için Aşağıayrancı Hoşdere Caddesi’nde bir gösteri düzenlenmiş ve bu gösteride sloganlar atılmış. Askeri tim buna müdahale etmiş ve silahlı çatışma çıkmış. Bir inzibat eri öldürülmüş. Erdal Eren yakalanmış. Dava bize mahkemenin ikinci celsesinden itibaren intikal etti. Ondan sonra biz dosyaya müdahale ettik. Mahkemede bir sürü konuda tevsi-i tahkikat taleplerimiz oldu. Bunları şöyle özetleyebiliriz: Birincisi, Erdal Eren’in yaşının tam teşhisi, ikincisi, dosya içinde mevcut iki tane mermi çekirdeğinin bulunması, bu mermi çekirdeklerinin birisinin üzerinde kan ve kemik parçalarının bulunmuş olması, canlı vücuttan çıkmış olduğunun fakat hangi canlı vücuttan çıkmış olduğunun belirtilmemiş olması. Bu çekirdeklerin silahla beraber adli tıbba gönderilip yeniden incelenmesini istedik. Üçüncüsü, olay yerinde bir keşfin yapılmasını istedik. Dördüncüsü, otopsi raporunda maktulün sırtında yanık izinin bulunduğu, bunun da yakın ateşe delalet ettiğini, bu konuda elbiselerin getirtilerek tekrar adli tıbba gönderilmesini istedik. Beşincisi, olay yerinde yakalanan ve olaya katıldığı iddia edilen 21 kişi vardı. Bu kişilerin de tanık olarak dinlenmesini istedik. Bütün bu talepleri mahkeme gerekçesiz olarak reddetti. Tanık olarak sadece askerler dinlendi, hatta askerlerinin tanık olarak dinlendikleri zaman biz de yoktuk. Savcılıkta da soruşturma gizli olduğu için ona da müdahale edemedik ve ondan sonra da hızla üç celse içinde mahkeme sonuca ulaştı.

ÖZGÜRLÜK– Şimdi baştan başlayalım, yaş durumu…
N. TOKTAY– Dosya içindeki belgelere göre Erdal Eren’in doğumunun 25.9.1961 olduğu belirtiliyor. Bu Şebinkarahisar’dan telgrafla soruldu. Telgrafta ne imza vardı, ne tanık vardı. Bu tarih olduğu söylendi. Biz buna itiraz ettik. Yargıtay kararlarına göre de yaş konusunda itirazlar varsa kişinin yaşının tespiti için kemik grafiklerinin çekilmesi, kemik grafiklerinden sonra da varsa tanık olarak anne babasının dinlenmesi gerekirdi.
ÖZGÜRLÜK– Yargıtay’ın bu konuda kararı var mı?
N. TOKTAY- Yargıtay yaş konusundaki bir kararda şöyle demektedir: “Zeytinburnu Hükümet Tabipliği tarafından verilen 21.6.1967 günlü raporda ise sanık hiçbir teste tâbi tutulmadan ve hiç bir gerekçe gösterilmeden sadece suç olayında suçun fail ve mümeyizi olduğunu bildirir rapordur şeklinde yazılı olduğu görülmüştür. Bu konuda ne derece bilgi ve ihtisas sahibi olduğu belli olmayan Hükümet Tabipliği tıbbi gerçeklerden yoksun bulunduğundan (rapor tıbbi gerçeklerden yoksun bulunduğundan) adı geçen çocuğun bir sağlık kuruluna, gerekli görülürse adli tıp mercisine muayene ettirilerek inandırıcı gerekçeyi taşıyan rapor düzenlemesi gerekirken Hükümet Tabipliği’nin raporunun yeterli bulunması yolsuzdur, hükmün bozulmasına oy-birliğince karar verilmiştir” denilmektedir. Bu konularda en sağlıklı yol, sanığın yaşının tespiti için adli tıbba gitmesi, adli tıp kurulundan gelecek rapora göre neticeye varılmasıdır.

ÖZGÜRLÜK- Suçun işlendiği iddia edilen tarihte Erdal Eren 18 yaşını 4 ay geçiyormuş… Bu durumda, gerçekten kuşkulanılarak, Anadolu’da çocukların askere erken gitmeleri için büyük yazdırıldıktan da dikkate alınarak kemik muayenesi yapılmak suretiyle yaşının tespit edilmesi gerekiyordu değil mi?
N. TOKTAY– Bu konuda şunu belirtmekte fayda var; biz duruşmalardan önce de babasıyla görüştük bu konuyu. Babası o tarihlerde Giresun ilinde bir dağ köyünde öğretmenmiş. Doğduğu zaman okullar açılmış. Bir de ulaşım güçlüğü nedeniyle doğduktan sonra şehre inip yazdırması mümkün olamamış. İndiği zaman da oğlunu daha büyük yazdırmış. Bu beyanatları da ilettik.

ÖZGÜRLÜK– Kemik incelenmesi üzerinde kısaca durur musunuz?
N. TOKTAY– Bu konuda sanığın kemik grafikleri çekilmeden karar verilmesi usule, yasaya aykırıdır. Yargıtay kararları da bu yöndedir. Fakat bizim davamızda sadece kişinin adi görünüşüne, tahsil durumuna bakılmış ve talep reddedilmiştir. Bir de olayımızda, olay içinde yer alıp da dinlenmeyen 21 kişi vardır. Bu da savunma hakkının kısıtlanma sı anlamına gelir. Yine Yargıtay tarafından bozmayı gerektiren konulardan biridir. Çünkü bu konuda Yargıtay’ın o kadar çok kararları vardır ki…

ÖZGÜRLÜK- Asker tanıkların ifadelerinde birbiriyle çelişik olan ya da inandırıcı olan şeyler var mı?
N. TOKTAY- Asker tanıkların ifadeleri olarak dinlenen üç dört tane er var. Bunların savcılık ifadeleri olsun, mahkeme ifadeleri olsun tek bir kalıptan çıkmış gibi. Tek bir ağızdan çıkmış bizce de inandırıcılığı olmayan ifadelerdir. Bu konuda askerlere gerekli kolaylık savcılık ve mahkemede gösterilmiş ya da ifadeler tek tek dikte ettirilmiştir. Çünkü bir kişi aynı konuda iki defa ifade verdiği zaman, ya değişik şekilde ifadede bulunur, ya da aynı cümleleri kurması mümkün değildir.
İnsanın doğasına da aykırıdır bu.

ÖZGÜRLÜK- Olayın gerçekleştiği yerde keşif yapılmadığı söyleniyor. Keşif yapılmasının önemi nedir?
N. TOKTAY- Otopsi raporunda merminin aşağıdan yukarıya doğru bir yön izlediğinden söz ediliyor. Şimdi sanığın bulunduğu yer ile askerin bulunduğu yere baktığımızda asker, yolda vurulmuştur. Ve 20 ya da 30 santimetrelik bir yol (…) vardır. Ondan sonra 35-40 santimetre bir bahçe duvarı ve erlerin beyan ettikleri gibi bir buçuk ya da bir yetmiş santimetre yüksekliğinde kalaslar yığını vardır. Erdal Eren’in bu kalasların arkasından ateş ettiği ileri sürülmektedir ki o zaman hesapladığımızda iki metrenin üzerinde bir yükseklik meydana gelmektedir. Ve erin de boyu 1.84’tür. Erdal Eren, yattığı yerden yani iki metre yükseklikten ateş ettiği zaman merminin tıbben de, fiziki olarak da yukardan aşağıya doğru bir yön izlemesi gerekir. Otopsi raporunda ise bunun aksi iddia edilmektedir. Hatta mahkeme heyetinin kararında da bu konu şöyle değerlendirilmektedir: “Merminin inzibat eri Zekeriya Önge’nin sağ sırt kısmından girip çapraz hafif yukarıya seyir takibiyle vücudu terk etmeksizin sol iç kısmında kaldığı tespit edilmektedir” denilmektedir.
Yani gerekçeli karara göre, maktul sırtı dönükken, kurşun sağ sırttan girmiş çapraz bir seyir takip ederek, sol meme altına kalmıştır. Mahkeme heyetinin tespitine göre maktul Zekeriya Önge’nin sağ tarafından vurulması mümkün değildir. Çünkü sırtının sanığa dönük olduğu kabul edilecek olursa, Erdal Eren’in, maktulun sol tarafında bulunması gerekir. Oysa maktule, kurşun, sağ sırttan girmiş ve sol memenin altında kalmıştır. Maktulun solunda bulunan bir kişinin maktulu sağdan vurması mümkün değildir, bir. Yüksekten kurşun atıldığı zaman izleyeceği yol da yukardan aşağıdır, bu da iki. Fakat otopsi raporunda belirtildiği gibi, Zekeriya Önge’nin sırtındaki kurşun aşağıdan yukarıya doğru seyir izlemiştir. Bu da, eğer olay yerinde keşif yapılmış olsaydı açıklığa kavuşmuş olacak ve davanın seyri değişecekti. Fakat mahkeme, buna da gerek duymadı. Ve bu isteğimizi de reddetti. Bu da, davanın nasıl aceleye getirildiğinin ve nasıl bir kasıt altında karara bağlandığının en büyük kanıtlarından bir tanesidir.

ÖZGÜRLÜK- Askerler, eğer, Erdal Eren ile çatışma içine giriyorlarsa sırtlarının değil yüzlerinin Erdal Eren’e dönük olması gerekir. Bu da maktule isabet eden kurşunun Erdal Eren ile çatışıyorsa arkadan bir başkası tarafından atılmış olması ihtimalini güçlendirmiyor mu?
N. TOKTAY– Dosyamızda 12-13 ayrı silahtan çıktığı belirlenen mermi kovanları vardır. Yani burada bir silahlı çatışma meydana gelmiştir ve tanık askerlerin beyanında da karşılıklı ateş edildiği belirtilmektedir. Göstericiler üzerine askerler ateş açmış, bunu da kabul ediyorlar. Bir kişi ateş ederken kitleye karşı sırtını dönmesi bizce mümkün değildir. Çünkü eğer silahlı çatışma var ise insanlar yüz yüze çatışırlar. Yoksa sırtını dönerek bir kişinin çatışması mümkün değildir. Bu da, bizce, askerin, Erdal Eren tarafından değil, dosyaya intikal etmeyen -bu, güvenlik güçlerinden biri olabilir, arkadaşlarından biri olabilir- herhangi bir kişi tarafından vurulduğunun en büyük kanıtlarından biridir. Fakat mahkeme karar verirken, bu konuyu da dikkate almamıştır.

ÖZGÜRLÜK– Buradan mermi çekirdeği ve bunun balistiğine geliyoruz Bulunan iki mermi çekirdeği de aynı tabancadan mı atılmış?
N. TOKTAY- Bu konuda dosya içinde bir ekspertiz raporu var. Bunun dört ve beşinci fıkraları bizi ilgilendiriyor. Dördüncü fıkrada şöyle deniyor: “Zekeriya Önge’nin vücudundan çıkan 1 adet 7.65 mm. çapındaki mermi çekirdeğinin NB 46.525 874 numaralı tabancadan elde ettiğimiz mukayese mermi çekirdekleri ile yapılan karşılaştırmalarda çeşitli unsurlar yönünden aralarında uygunluk görülmüş ve bu tabanca ile atıldığı sonucuna varılmıştır.” Raporun bu bölümündeki çeşitli unsurlar bölümünden ne kast edilmektedir? Ne kast edilmiştir, biz bunu anlayamadık. Yalnız, dosya içinde ikinci bir çekirdek daha vardır, bu çekirdeğin ekspertiz incelemesinde ve beşinci fıkrada şöyle deniliyor: “Bu mermi çekirdeğinde nesiç parçaları ve kan bulunduğu, uç kısmında yan tarafında kısmi de-formasyon bulunmaktadır” denilmekte ve kemik parçalarına rastlanmıştır” denilmektedir. Yani bu çekirdek hakkında detaylı bilgi var. Erdal’ın silahından çıktığı belirtilen çekirdek hakkında ise detaylı bir inceleme yoktur. Sadece “çıkmıştır” denilmektedir. Bir de otopsi raporunda belirtilen maktul erin vücudundan çıkartılan mermi çekirdeğinin çekirdek gönderinde bir kırmızı şeridin bulunduğundan bahsedilmekte, fakat diğer çekirdekte ise böyle bir şeyden bahsedilmemektedir. Yani iki çekirdek türü var burada, mesele şudur. Biz mahkemede şöyle dedik: Kan parçası olan çekirdeğin, maktulun üstünden çıkan çekirdeğin adli tıp’a gönderilmesi ve bu kan parçalarının incelenerek, kimin vücudundan çıktığının saptanmasını istedik. Fakat mahkeme bunu da bir neden göstermeden reddetti. Böylece ortada yine bir şüpheli durum bulunmaktadır.

ÖZGÜRLÜK- İki mermi çekirdeği bulunuyor. Biri olay mahallinde diğeri erin vücudunda.. Erin vücudunda bulunan mermi çekirdeğinde herhangi bir deformasyon yok… Oysa adli tıp raporunda açıklandığı kadarıyla, ere isabet eden merminin kemiğe isabet ettiği ve çekirdeğin bu şekilde yön değiştirdiği ifade edilmektedir. Ölüme neden olan çekirdek deformasyona uğramamışken, olay mahallinde bulunan ve üzerinde kan kemik izleri bulunan çekirdeğin bulunması kuşku yaratmıyor mu?
N. TOKTAY– İki tane mermi çekirdeği var; biri erin vücudundan çıkan, diğeri olay yerinde bulunan çekirdek. Olay yerinde bulunan çekirdekte deforme var. Deformenin yanı sıra lekeler var, kan ve <emik lekeleri. Ancak vücuttan çıkan çekirdekte ise hiçbirinden bahsedilmemektedir. Fakat otopsi raporunda bilirkişi tarafından tespit edilen bir husus vardır. Orada şöyle deniliyor: “mermi çekirdeği cesedin arkasından öne doğru bir seyir takip ederek 8. kodu kırarak, yani kemiği kırarak yön değiştirmiştir” denilmektedir. Kurşunlar sert bir cisme çarptıkları zaman deforme olur. Zaten bu da ekspertiz raporunda “çekirdek sert bir cisme çarptı” diye belirtilmektedir. Fakat eğer, gerçekten E.Eren’in tabancasından çıkan çekirdek kemiğe çarpmış olsaydı deforme olurdu… Ne var ki ekspertiz raporunda Erdal’ın tabancasından çıkarak ölüme sebebiyet verdiği iddia edilen mermi çekirdeği üzerinde herhangi bir deformasyondan söz edilmediği gibi (adli tıp raporunda ölüme sebebiyet veren çekirdeğin 8. ‘kod’a -kemiğe- çarptığı ve bu şekilde yön değiştirdiği belirtilmektedir) bu çekirdek üzerinde ölen erin vücudundan parçalara rastlandığı da belirtilmemektedir. Bu durumda ilginç bir şey ortaya çıkmaktadır: Ölüme sebebiyet verdiği ve Erdal’ın tabancasından çıktığı kesin olan mermi çekirdeği tertemiz iken ve bu çekirdek hiçbir deformasyona uğramamışken olay mahallinde bulunduğu söylenen ve deformasyona uğramış olan çekirdeğin üzerinde kan ve kemik parçaları bulunduğu belirtilmektedir. Oysa ölüme neden olan çekirdek askerin vücudunu delip çıkmamıştır. Ve ere isabet eden çekirdek de bir tanedir. Bu durumda olay mahallinde bulunduğu söylenen mermi çekirdeği neyin nesidir? Ben ısrarla deforme olmuş olan bu çekirdeğin üzerindeki kan ile Z. Önge’nin kan grubunun uyup uymadığının belirlenmesini mahkemeden talep ettim. Ne var ki mahkeme bu talebimi dikkate almadı ve bildiği gibi davranmaya devam etti. Aynı şekilde bu çekirdeğin hangi tabancadan çıktığının tespit edilmesi talebim de dikkate alınmadı. Tam bu noktada, söz konusu eylemde, başka bir yaralanma ya da ölüm olmadığını da belirtmeliyim. Bana göre deforme olan çekirdek, askerin ölümüne neden olan çekirdekti ve bu, otopsi ile çıkarılmıştı. Bu kurşun ise Erdal’ın tabancasından çıkmış değildi. Ben bunu kanıtlamaya çalıştım, mahkeme bu gerçeğe bilerek kulak tıkadı.

ÖZGÜRLÜK– Bu durumda olay mahallinde bulunduğu iddia edilen ve zedelenen, sert bir cisme çarparak deforme olduğu söylenen çekirdeğin Erdal Eren’in üzerinde yakalanan silahtan çıkmadığı ortaya çıkıyor.
N. TOKTAY- Tabii…

ÖZGÜRLÜK– Dolayısıyla bu çekirdek ya bir başkasından ya da bir askerin silahından da atılmış olabilir.
N. TOKTAY- Eve bu mümkün…

ÖZGÜRLÜK– Bu konuda bir şey daha var… Z. Önge’nin üzerinde, kurşunun giriş mahallinde yanık izleri ve morartılar olduğu söyleniyor. Bu yakından atılan bir silahın bırakabileceği izler oluyor, öyle değil mi? Bu konudaki düşüncenizi söyler misiniz?
N. TOKTAY- Kurşun delik yerinin etrafında yanık halesinin bulunması, adli tıpta yakından ateşin en tipik belirtisidir. Çünkü ateşli silahlarda ve tabancalarda üç ile on santimetre arasında yapılan ateşler yakın atışlardır. Bu mesafelerden yapılan atışlarda muhakkak kurşun vücuda girerken mermiden çıkan barut alevi veya barut tanecikleriyle yanık meydana gelir. Bu da adli tıpta yakın ateşin en bariz belirtisidir. Zaten adli tıp raporunda da kurşun giriş deliği etrafında bir yanık halesinden bahsedilmektedir. Oysa Erdal’ın bulunduğu yer ile Z. Önge’nin bulunduğu yer arasında en az on-bir metrelik bir mesafe bulunmaktadır. On bir veya on iki metreden atılan bir merminin yanık halesi meydana getirmesi mümkün değildir. Bu konuda da hüküm mahkemesinden taleplerde bulunduk. Eğer gerçekten yakın atış var ise, bu yakın ateşin birtakım bulgularla desteklenmesi gerekir. Bunun için elbiselerin getirtilip elbiselerin üzerinde barut yanık izlerinin bulunup bulunmadığının is veya pas lekelerinin bulunup bulunmadığının tespit edilmesinin gereğini ifade ettik. Hüküm mahkemesi bu isteğimizi de reddetti. Şayet bu tespit edilseydi maktul erin E. Eren tarafından öldürülmediği aydınlığa kavuşurdu. Çünkü yakın atış olduğu tespit edilecek olsaydı, eri bir başkasının vurmuş olduğu ortaya çıkacaktı. Çünkü E. Eren’in ere en yakın olduğu mesafe en az on bir metredir.

ÖZGÜRLÜK- Bir başka silah, örneğin bir tüfek aynı mesafeden yanık izi bırakabilir mi?
N. TOKTAY– Bırakmaz.. Tüfeklerde de aynı şey geçerlidir. Tüfeklerde de on-beş santim içindeki atış yakın atıştır.

ÖZGÜRLÜK- Bu duruma göre Z. Önge’ye en yakın durumda olan ya da olmak durumunda olan bir arkadaşının, örneğin bir askerin telaş içinde Erdal’a ateş edeyim derken arkadaşını vurmuş olması ihtimali daha çok akla yakın görünüyor. Ayrıca bu durum Erdal ile çatışma durumunda bulunan askerlerin yüzlerinin Erdal’a dönük olması gerçeğiyle birlikte daha çok önem kazanıyor.
N. TOKTAY– O konuya aynen katılıyorum. Zaten Erdal’la çatışma içinde bulunan Z. Önge’nin arkasında kendi arkadaşları mevcuttur. Bu durumda erin arkasında bulunan -ki bunlar ancak arkadaşları ya da daha başka kişiler olabilir, kişiler ateş edip onu öldürmüş olabilir. Bu, daha güçlü ihtimaldir.
ÖZGÜRLÜK- Peki size, avukatlık bir yana, samimi bir şey sorayım. Erdal Eren’in askeri vurduğuna dair herhangi bir kuşkunuz var mı?
N. TOKTAY
– Kesinlikle.. Zaten dava ciddi bir şekilde yürütülmüş olsaydı Erdal’ın öldürmediği kesin bir şekilde ortaya çıkardı.

ÖZGÜRLÜK– Peki buna bir “DREYFUS DAVASI” adı verilebilir ve bu karan verenler hakkında bir dava açılabilir mi? Bu konuda ne yapılabilir?
N. TOKTAY- Bu dava adliye tarihimizde bir kara leke olarak durmaktadır. Suçsuz bir kişinin alelusul aşılmasıdır. Bunun tekrar yargılama safhasına getirilmesi büyük çabalar gerektiren bir olaydır. Ama gereklidir de.

ÖZGÜRLÜK- Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ediyoruz.
N. TOKTAY— Ben teşekkür ediyorum.

Aralık 1988

Bir Roman: ‘ÇÖZÜLME’ İnsanın onurunda açtığı yara en büyük yaradır

A. Kadir KONUK’un “Çözülme” isimli romanı, 160 sayfalık, bir solukta okunuveren bir kitap. Bu kitabı okumadan önce, “Çözülmenin de romanı mı yazılırmış?” diyordum. Ancak “Çözülme”yi okuyunca gördüm ki, A. Kadir KONUK gerçekten de çözülmenin romanını yazmış…
Genel olarak insanlar, sanatta “ideal-olan” ile “gerçek olan” arasındaki ilişkide, hep ideallerinde yatanın üstün gelmesini isterler. Bu, dünyanın her tarafında geçerli olan genel bir insan özelliğidir. Nitekim bu yüzden sanat eserleriyle genellikle “mutlu son” ile biterler.
Sorun, “direnme ve çözülme” olunca da; insanlar için ideal-olan tutum “direnmek” olduğundan; yazar oldukça nazik bir konu seçmiş… Ancak yaklaşımda dozajı iyi ayarlayıp, duyguları incitmeden sonuca bağlama başarısını göstermiş…
Eser en başta, ele alıp işlediği konu nedeniyle ilgi çekiyor. İşkence tezgâhından geçip de, bu romanda işlenen iç hesaplaşmayı yaşamayan insan azdır. Bizim ülkemizde de bu tezgâhtan geçen insanlar yüz binlerce ifade edildiğinden; bu kitaba ilginin geniş olacağını sanıyorum…
Genel olarak insanların, “saklı-gizli” olana, “üstü örtülü olan”a karşı merak ve ilgileri yoğun olur. “Çözülme olayı” da, genel olarak üstü örtülen; ya “insanları rencide etmemek” adına; ya da kedinin pisliğini gizlemesi misali, “zaafların üstünü örterek gururu koruma” güdüsüyle hiç üstüne gidilmeyen bir tür “tabu” olagelmiştir… İşte KONUK bu romanıyla, insanların bu “hassas” noktasına dokunmuştur…
Öte yandan bu konu, her ne kadar üzerine gidilip irdelenmeyen bir konu olsa da; ülkemizde ilgilisi, meraklısı, aynı dertten muzdarip olanı pek çoktur. Nitekim yazar da bu durumun ayırımında olmalı ki; kitabın bir yerinde, “…İnsanın kendi zayıflığı nedeniyle onurunda açtığı yara, en büyük yaradır..”diyerek, ilgililerini yürekten yakalamıştır…
“Çözülme”nin en büyük başarısı, sorunu sofraya getirip, okuyucuyu bir iç hesaplaşmaya itmesi ve herkese kendi tavrını sorgulatmayı başarmasıdır… Ayrıca, “çözülme” gibi bir “tabu’ya dokunup onu “tartışılır” hale getirmesi bile başarı sayılmalıdır…
Bununla birlikte, bir sanat eseri olarak “Çözülme”nin eksiklikleri, zayıflıkları olmadığı da söylenemez:
En başta eserin sanatsal-estetiksel yanı oldukça zayıf kalmıştır. Yazar, adeta vermek istediği mesajını bir an evvel verip kurtulmak istemiş! Bu yüzden de, daha kapsamlı olabilecek bu eser, 160 sayfaya sıkıştırılıp bırakılmıştır…
Aynı yazarın daha önce de “Gün Dirildi” isimli bir romanını okumuştuk. Şimdi bu ikinci romanını da okuyunca, artık A. Kadir KONUK’un dili, kalemi, edebi yanı vb. konularda asgari bir fikir edinmiş bulunuyoruz:
Her iki eserinde de görülen ortak özelliklerden biri; yazarın, ele aldığı konularda son derece “özet” şeyler söylemiş olmasıdır.. Oysa roman, ağırlıkla detay, imgeleme, betimleme ve dil’i işleme sanatıdır… Ünlü yazar Stendhal, romanı, “Bir aynayı sokakta dolaştırma”ya benzeterek, “Ne görülüyorsa olduğu gibi yansıtmak…” olarak tanımlamıştır. Gerçi O’nun bu tanımı, Sosyalist Gerçekçilik akımının, “süzgeçten geçirmek gerektiği…” yolundaki önermesiyle çelişmektedir ama; romanda detayın yerine ve önemine de işaret etmiş olmaktadır…
İkinci olarak; KONUK, eserlerinde betimlemeye son derece az yer vermektedir. Bu da eseri yavan bırakmaktadır. Özellikle “Çözülme” de, ne bir mekân betimlemesi var; ne de özgün bir tip betimlemesi! Adeta betimleme yapmamak için özel çaba gösterilmiştir!
Yazarın her iki eserinden de edindiğim genel izlenim; Konuk’un fazlaca sanatsal kaygı duymadan, sanatsal biçimlendirmeye gereken özeni göstermeden yazdığı ve adeta, vermek istediği mesajı bir an evvel verip kurtulmak istediği şeklindedir…
Örneğin, her iki romanında da kadın kahramanlar, sanki kaya kovuğundan çıkıp gelmişlerdir! Ne aileleri, ne dostları, ne de bir doğal çevreleri vardır. Eserde birden ortaya çıkıp, doğrudan bir örgütsel faaliyet içinde yer almaktadırlar…
Yine her iki eserde de, kahramanların sevgileri hep uzaktan, neredeyse platonikçe sürmektedir… Oysa bir romanda sadece sevgi olayını işlemek için onlarca sayfa yazılabilirdi. Örneğin, edebi yanı güçlü yazarlarımızdan bir Yaşar Kemal’i düşünelim; O’nun sadece bir hava durumunu betimlemesi bile 30-40 sayfa tutmaktadır. Döne döne yükselen toz sütunlarını; durmadan yağan sarı yağmuru; o güzel insanların o güzel atlara binip gidişlerini vb. anlatırken, okuyucunun başını döndüren bir dil müziği yaratmaktadır… Oysa eserleri içerik açısından, hala feodalizmden kapitalizme geçişin ilkel sorunlarına takılıp kalmış bulunmaktadır. Buna karşın O, eserlerindeki sanatsal ve estetiksel değerler nedeniyle, uluslararası bir ün kazanmış bulunmaktadır… İşte Konuk’ta eksik kalan ya da bu, sanatsal-estetiksel yandır… Oldukça ilginç konu yakalamasına ve genel perspektif açısından doğru yaklaşımı ortaya koymasına karşın; sanatsal biçimlendirmede gerekli titizliği ve özeni göstermemektedir. Anlatımı kuru ve yalın kalmaktadır… Yazarın bu açıdan kendini sorgulaması gerekmektedir…
Ayrıca, “çözülme”deki içeriğe ilişkin de söylenecek şeyler vardır. Şöyle:
Eserde, çözülme olayı, salt şahsın kendi içindeki korkuya bağlanmış. Yazarın ifadesiyle, çözülen şahıs, “Korkusunu korkutamadığı için” çözülüyor… Kuşkusuz, çözülmede korku en önemli etkenlerden biridir. Ancak “biricik” etken değildir. Gerçek yaşamdaki çözülmelerin nedeni, genellikle bir tek değil; birçok etkenin bileşkesi şeklinde olmaktadır… Örneğin, ülkede süren mücadelenin düzeyi, bağlı bulunulan örgütsel yapının dimdik ayakta olup-olmaması; şahıs yakalandığı zaman kendisini suçlayacak somut belge ve delillerin ele geçip-geçmemesi; başka sanıkların getirilip yüzüne karşı konuşturulup-konuşturulmaması; bilinç düzeyi, deneyimi, cesareti vb. birçok etken çözülmeyi kamçılıyor ya da frenliyor…
Ayrıca, çözülme olayının kendisi de tek boyutlu bir olgu değildir. Örneğin, ihanet edip, karşı-devrimin saflarına geçerek tüm devrimci değerlere saldırmak; hatta fiilen işkencelere katılmak var. Pişmanlık gösterip, kabuğuna çekilmek var. İçerde çözülme, ya da gizli çözülme var. İkinci-üçüncü deneylerde çözülme var. Çözüldüğü halde gizleme var. Çözülmeyi kişisel bir gurur sorunu haline getirip, intihara yönelme var, vb. vb…
İşte, çözülme olayının işlendiği böyle bir eserde, sorun tüm bu boyutlarıyla ele alınıp irdelenmeliydi diye düşünüyorum. Bence “çözülme” deki yaklaşım dar ve kısır kalmıştır…
Kuşkusuz, sorunun bütün yanları bir tek kahraman üzerinde ortaya konamaz. Ancak bunu değişik kahramanların ağzından vermek olasıdır. Örneğin, romanda, çözülen şahıs cezaevine ilk geldiğinde kısa bir eleştiri-özeleştiri toplantısı yapılmaktadır. Orada sorun tüm boyutlarıyla açılıp işlenebilirdi… Eğer böyle, olayın bütün boyutları ortaya konsaydı, eminim eser daha eğitici, daha perspektif açıcı olurdu…
Çözülme sorununa ilişkin gündemde başlıca iki yanlış eğilim bulunmaktadır: Birincisi; “ister putperest ol, istersen ateşe tap; kim olursan ol, bize gel…” diyen Mevlana tavrıdır ki; 71 Döneminde bir siyasal odağın tutumu bu olmuştur ve bütün devrim kaçkınları, bütün mücadele kaçakları buraya atmıştır kapağı…
Bu alandaki ikinci yanlış anlayış ise; soruna “AK ve KARA” ikileminde bakıp, “Bir insan ya tamamen lekesiz, pür-i paktır, ya da lekelidir ve hemen dıştalanmalıdır…” diyen “sol” anlayıştır.
Bu yanlış anlayışlar nedeniyle, ya birçok değerli potansiyel heba edilmekte; ya da her türden pisliğin onurlu insanların arasına karışmasına yol açılmaktadır… İşte “Çözülme”nin kurgusu içinde bu iki yanlış anlayışı mahkûm eden bir bölüme de yer verilseydi çok iyi olurdu. Böyle kısa bir bölümün bulunması bile, eserin eğitici işlevini en az iki kat arttırırdı diye düşünüyorum…
“Çözülme”de dikkat çeken bir başka nokta da, çözülen şahısa gösterilen hoşgörünün ve “kazanıcı” tutumun sınırının ne olacağının muğlak kalmış olmasıdır.. Gerçi yazar, “Bu konudaki karan ilgilisi verir…” diyerek topu üzerinden atmıştır, ancak eserde ortaya konan kazanıcı tutumun bir adım ötesinin Mevlana tavrına varabileceği hissediliyor. Gerçi bu konuda kesin ve somut bir ölçü konamazdı. Ancak, nereden sonrasına hoşgörüyle bakılamayacağı uç bir örnekte ortaya konabilirdi. Böyle bir belirleme yapılsaydı, o konuda da muğlâklık giderilmiş olurdu…
Özette, “çözülme” ilginç bir kitap. Tüm eksikliklerine karşın, önemli bir yaraya parmak basmıştır. Yaşanan karanlık dönemde ortalığı kaplayan “Eylülist” eserlerin arasından devrimci sanatçıların ve onların ürünlerinin boy atıp gün ışığına çıkması, tüm ilerici insanlara sevinç ve umut vermiştir. Yazarını kutluyorum ve yeni ürünlerinde başarılar diliyorum…

Aralık 1988

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑