27 Mayıs 1989 tarihli “Sosyalist Demokrasi” konulu panele dinleyici olarak gittik. İzmir’de şimdiye kadar hiçbir toplantı, panel sonrası, devrimciler-arası teorik atmosferin ve tartışmaların bunca canlandığını görmemiştik. Başlı başına bu bile sorunun can alıcılığını ve konu seçimindeki uygunluğu göstermeğe yeter sanırız.
Bizler, panel ve panelde tartışılan konular hakkındaki düşüncelerimizi ve teorik çalışmalarımızın sonuçlarını dergimize gönderiyoruz.
Öncelikle, panelin genel tartışma havası için söylenecek olan şudur: Panel Mustafa Yalçıner’in savunduğu ve Cüneyt Akman’ın karşı çıkmayarak olumlu düşüncelerini ortaya koyduğu Leninist parti, proletarya iktidarı ve sosyalizmin inşası anlayışıyla, başını Nail Satlıgan’ın çektiği, Ertuğrul Kürkçü ve Sezai Sarıoğlu’nun da şu veya bu şekilde desteklediği küçük burjuva saldırı ve “yorumların” çatışması olarak gelişti. N. Satlıgan ile özellikle E. Kürkçü’nün siyasal tespitler konusunda genelde aynı sonuçlara ulaşması oldukça düşündürücüydü.
Sürenin sınırlılığı ve bir ara akışın Stalin’in tartışılmasına dönüşmesi, konunun verilen süre içinde işlenebilecek kadar bile olsa özüne imlememesi sonucunu doğururken, anlatıldığı kadarıyla bile Türkiye’de sosyalizm adına, demokrasi adına hâlâ nelerin savunulabildiğini içimiz burkularak izledik.
Panele, son konuşmacı Yalçıner’e sıra gelesiye kadar, tüm konuşmacılarca demokrasinin “Sosyalistler” aracında, halk güçleri arasında, “sosyalist öncüler”le diğer halk güçleri arasındaki ilişkilerde ne derece gerekli olduğunun anlatılmasıyla haşlandı. Demokrasinin olmadığı bir “sosyalizmde” partinin yığınlardan nasıl koptuğu ve yozlaştığına, bugünkü Doğu Bloğu gerçeğine çağrışım yapılarak değinildi. Ancak dış görünüşte bürokratik yozlaşmayı önlemeyi hedefler görünen önerilerinin içerikleri oldukça ilginçti: C. Akman dışında, diğerleri “bürokratik sosyalizm”in karşısına “çok partili” bir “sosyalist demokrasi” alternatifiyle çıktılar. Toplumsal hayatta “çok partili” bir düzen önerilirken, partiye ilişkin olarak da Leninist monolitik parti ilkesi “Stalinist” damgasıyla reddediliyor, yerine ya hizipler koalisyonu bir parti, ya da birden çok “sosyalist parti” kuruluyordu. Böylelikle hem partiler içi – ya da arası sosyalist demokrasi gerçekleşmiş oluyor, hem de siyasal arenada alternatifsiz tek partinin yozlaşmasının önüne geçilebiliyordu!
Sosyalizm Demokrasiyle Çelişir mi?
Çok particiler” sanki sözleşmişçesine sıra ile “demokrasiyle sosyalizm arasında bir çelişki vardır” sözlerini art arda sıraladılar.
Sınıfsız toplumda, yani herkes için demokrasiye ulaşıldığı tarihsel günde demokrasinin de ortadan kalkacağı, yerini özgürlükler dünyasının alacağı, bu anlamıyla demokrasinin sınıfsal bir kavram olduğu, siyasal iktidarı elinde tutan sınıfa hizmet ettiği, ezilen sınıflar içinse diktatörlük olduğu bilinen şeylerdir.
Ancak tartışılan şey sınıfsız-devletsiz toplumda demokrasinin ortadan kalkıp kalkmayacağı değil genellikle sınıfsız topluma gidişte ilk aşama olan proletarya iktidarına, proletarya demokrasisine tekabül eden, siyasal, toplumsal sistemin demokrasiyle çelişip çelişmediğidir. Burada bir çelişki aranıyorsa öne sürenlerin küçük burjuva sosyalizm anlayışları ile proleter sosyalizmin sosyalist demokrasi anlayışı arasında vardır. Sosyalist devrim sürecinde sosyalist demokrasi hiçbir şeyle çelişmez mi? Devrilmiş olan burjuvazi ile çelişir. Kapitalizme dönüş umut ve çabalan ile çelişir. Ancak sınıflar: yok etmeye çalışan proletarya ile burjuva-feodal egemenlik altındayken her gün daha yoksulluğa itilen emekçi tabakalarla, yurdunu ve halkını seven aydınlarla, kendi kurtuluşunu proletaryanın kurtuluşuyla birleştiren kent ve kırın küçük burjuva sınıflarıyla, halkın kurtuluşu için canını dişine takıp mücadele eden, şehitler veren, grevlere, direnişlere yardım için koşan öğrenci gençlikle çelişmez. Yani emeğiyle yaşayan, toplumsal üretimde bulunan kafa ve kol emekçileriyle çelişmez. Ve bu yönüyle de tarihin şimdiye kadar görmediği kadar demokratiktir. Çoğunluğu, ilk kez yönetilen konumdan alıp yöneten konumuna getirdiği için de: “Proleter demokrasisi gerçek demokrasidir” (Enver Hoca).
Sözü “Devlet ve Devrim” kitabıyla Lenin’e bırakıp bağlıyalım: “… kapitalist toplumun -ki komünizme doğru ilerliyor- komünist topluma geçişi ‘siyasal bir geçiş dönemi’ olmadan olanaksızdır ve bu dönemde devlet yalnızca proletaryanın diktatörlüğü olabilir.
O halde bu diktatörlükle demokrasi arasındaki bağıntı nedir? Görmüş bulunuyoruz ki K. Manifesto, bu iki kavramı yan yana koymaktadır. “Proletaryayı egemen sınıf konumuna yükseltmek” ve “demokrasi savaşını kazanmak.”
“Halkın büyük çoğunluğu için demokrasi ve zor yoluyla baskı altına almak, yani halkı sömürenlerin ve baskı altına alanların demokrasiden yoksun bırakılması, kapitalizmden komünizme geçiş sırasında demokrasinin geçirdiği değişiklik budur.
Ancak komünist toplumda, kapitalistlerin direnişleri tümüyle kırıldığı zaman, kapitalistler yok olduğu zaman, sınıflar olmadığı zaman (…) ancak o zaman ‘devlet… var olmaktan çıkar’ ve ‘özgürlükten söz etme olanağı doğar? Ancak o zaman gerçekten eksiksiz bir demokrasi, hiçbir türden bir ayrıcalığı olmayan bir demokrasi olanaklı hale gelecektir ve gerçekleşebilecektir. Ve ancak o zaman demokrasi şu basit olgudan ötürü sönmeye başlayacaktır: kapitalist kölelikten kurtulmuş, kapitalist sömürünün eşi görülmemiş dehşetinden, vahşetinden, çılgınlıklarından ve alçaklıklarından kurtulmuş halk, yüzyıllardan beri bilinen ve bütün törel vecizeler içerisinde binlerce yıldır yinelenen toplum ilişkilerindeki temel kurallara, zora başvurulmaksızın, baskıya başvurulmaksızın, devlet adi verilen baskının öze! bir aygıtı olmaksızın uymaya alışacaklardır.”
“Bir tek komünizm, gerçekten de eksiksiz bir demokrasiyi getirme yetkisindedir ve demokrasi nedenli eksiksiz olursa, o denli çabuk gereksiz hale gelecek ve kendiliğinden sönecektir.”
Partide Monolitiklik Nedir? Parti Bir Hizipler Koalisyonu mudur?
“Çok partili sosyalizm “i savunanlar Leninist partinin bu vazgeçilmez ilkesini (partide monolitik) o kadar karaladı ki, Yalçıner konuşmasına, “biraz anti demokratik görülme pahasına” diyerek partinin rolünü partide monolitizmi savunarak başladı.
Onlara göre partide farklı çizgi ve görüşler olabilirdi, herkes Marksizm’i farklı yorumlayabilirdi, farklı görüşler hiziplerde ifadesini bulmalı ve herkes görüşünü özgürce savunabilmeliydi. Hizipli-kanatlı partiden korkulmamalı idi. Nasılsa doğru görüşler egemen olacak değil miydi? öyleyse hiziplerden korkacak ne vardı? Tersini savunanlar, her farklı düşüncenin idam mangalarının karşısına çıkarılmasını savunmak zorunda değil miydi? Zaten Stalin’i açık açık savunmanın başka ne anlamı olabilirdi? O, yığınları, yığınların denetimini, partiyi, parti içi demokrasiyi hiçe sayan, her farklı görüşü “burjuva”, ilan edip ezen despot bir bürokratik önder değil miydi? Sonra, Lenin bizzat partide “Bolşevik hizip” kurmamış mıydı? “Menşevik hizip”le aynı çatı altında bir arada olmamış mıydı? Lenin, ne zaman par;i içi mücadeleyi idam mangaları karşısında çözmüştü ki?
M. Yalçıner ise kalkmış “Leninist parti monolitiktir” diyordu. “İçinde hiziplere yer vermeyen irade birliğidir” diyordu. Yani bir avuç insanın parti önderliğinin her dediği doğru, farklı bir şey savunanınki burjuvacaydı ve hemen oracıkta başı ezilmeliydi (!) Bunu sosyalizm adına savunmak ne cüretti! …
İnsan bir kere ipin ucunu kaçırmaya görsün. Sökeyim derken daha fena dolaştırır. Troçkizm’le aynı safta görülmeme gayretine rağmen, panelin doğal seyrinde geliştikçe Kürkçü de, Sarıoğlu da Satlıgan’ın görüşlerinin biraz törpülenmiş şekillerinden farklı bir şey söylemediler.
Monolitik (birci) parti anlayışı Leninist parti anlayışıdır.
Bilindiği gibi Rusya S.D.İ.P. “İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği” “Raboçaya Gazeta” ve “Rusya ve Polonya Genel Yahudi İşçi Birliği” örgütlerinin bir araya gelmesi sonucu kurulmuştu. Bu yönüyle bir örgütler toplamı olarak bir araya gelmiştir ve Arnavutluk, Bulgaristan KP’leri vb. partilerde de hemen hemen benzer süreçler yaşanmıştır. Partileşme sürecinde bu son derece doğaldır. Ancak yine doğal olan şudur ki, partileşmiş gruplar artık eski grup yapılarını tasfiye ederek partileşirler. Partinin örgütlenme ilkesi ise demokratik merkeziyetçiliktir. Seçimlerde de (olağanüstü koşullar dışındakı), yönetimde de, denetimde de, eleştiride de, farklı görüşlerin tartışılmasında da bu ilke örgütün can damarıdır. Demokratik merkeziyetçiliğin işlediği bir örgütte hiziplere yer de yoktur, gerek de. Çünkü her farklı görüş (doğru ya da yanlış) partinin kolektif yaşamı içinde tartışılır, düzeltilir, ya da parti bu konuda kendi siyasal çizgisindeki sapmayı düzeltir. Partinin eleştirilemeyecek ne bir kadrosu, ne bir siyasal tespiti, ne de taktiği olabilir. (Elbette burada kapitalizmi yıkma, sosyalizmi kurma gibi tartışılmaz tespitlerden söz etmiyoruz.) Bir partiye hayat veren, onu geliştiren, hatalarından arındıran ve daha da çelikten bir birliği sağlayan işte bu örgüt içi demokrasidir. Evet, herkes parti içinde olup bitenler konusunda bırakalım amir-memur kayıtsızlığını, tersine son derece duyarlı olmalıdır. Doğru bulduğu görüşlerde direnmeli ve yanlışlarını terk etme konusunda cesaretli davranmalıdır. Peki, farklı düşünen insanların irade birliğinden nasıl söz edilebilir? Bu, ifadesini partinin kolektif kararına (yani çoğunluğun kararına) taraftar ya da karşıt her parti üyesinin uyması, uygulamak için canla başla çalışması demektir. Bir konu bir kere tartışılmış ve çoğunluğun görüşü ortaya çıkmışsa, karşılıklı ikna mekanizmaları yine işlemek kaydıyla her partilinin görevi parti dışında bu çoğunluğun kararını uygulamaktır. İşte monolitizm tam da budur. “Çünkü -der Lenin- birliğin temeli, sınıf temeli, sınıf disiplini, çoğunluğun isteğinin tanınması, bu çoğunluğun saflarında ve onunla birlikte yapılmış faaliyetlerdir” (Birlik Sorunu, Tan Yay. sf: 27) Çoğunluğun kararlarının açık ihlal; durumu hizipçilik, tasfiyeciliktir. Bu yönüyle incelersek hizip, azınlığın da istediği gibi hareket edebilme özgürlüğü, sonuçta örgüt içinde örgüt demektir. Böyle bir partinin proletaryayı zafere götürebileceği düşünülebilir mi?
1921 Komintern’in 111. Kongresi’nde (bizzat Lenin’in önderliğinde) şunlar kayda geçirilir: “Kom. Parti örgütlenmesinde demokratik merkezileşme gerçek bir sentez, merkeziyetçilik ve proleter demokrasisinin bir bileşkesi olmalıdır. Bu bileşke ancak tüm parti örgütünün daimi ortak eylemi, daimi ortak mücadelesi temelinde sağlanabilir.” (Parti Örgütlenmesinin İlkeleri, Mayıs Yay, s: 7)
“Önceleri -der Lenin- bizim partimizin resmen örgütlenmiş bir bütün olmadığını, yalnızca ayrı gruplar toplamı olduğunu ve bu yüzden, bu gruplar arasında, ideolojik etki ilişkileri dışında herhangi bir başka ilişkinin olanaklı olmadığını unutmuşlardır. Şimdi örgütlenmiş bir parti haline geldik. Bu, bir otoritenin kurulmasını gerektirir, fikir gücünün otorite gücüne dönüşmesini gerektirir, alt parti kurullarının üst kurullara bağlılığını gerektirir.” (Bir Adım ileri iki Adım Geri). Demek ki, Lenin o ünlü parti içi hizipler mücadelesini anlattığı kitabında hiç de hizipçiliği haklı çıkarmıyor. Aksine, Lenin’in deyişiyle partide “en sert ve demir disiplin” gereklidir. Ancak “bunun sağlanması ancak üyelerin büyük çoğunluğunun bu otoriteyi ortak eylem ve mücadelelerinde temel bir verimli araç olarak hissetmeleri ile mümkündür. Aksi takdirde bu kitlelere parti içersinde bir bürokrasi olarak görünecektir ve dolayısıyla, her merkezileşmeye, her önderliğe, her sıkı disipline karşı çıkmayı körüklemesi muhtemeldir. “(Parti örgütlenmesinin İlkeleri, s: 9) İşte monolitik partilere bürokratik damgası vuran “hizip savunucularının” mantığı bu geri kitle mantığıdır. Onlar bürokrasinin çaresini biçimsel demokraside arıyorlar, yani herkes kendi merkezi hizbini oluştursun. Oysa bürokrasiyi engelleyebilecek tek şey vardır: Proleter Partisinin demokratik merkeziyetçiliği, karar almada da, uygulamada da tüm örgüt katılımı ve çoğunluğun kararlarına mutlaka uyma zorunluluğu.
Yeri gelmişken belirtelim ki, hizipçiliği gerçekten meşru gören ve yaşamı boyunca yeminli uygulayıcısı olan Lenin ve Stalin değil, Troçki’nin ta kendisidir. Ancak Troçki azınlıkta olduğu her dönemde hizipçiliğin propagandacısı olurken, Bolşevik Partisi’-ne katıldığı ve ülke yönetiminde söz sahibi olduğu dönemde en kötü bir bürokrat tavrı göstermekten de geri kalmamıştır. Aşağıda, bu gerçeği tarihsel süreci içinde anlatmaya çalışacağız. Lenin; “Rusya’da Parti içindeki Mücadelenin Tarihsel Anlamı” adlı yazısında Troçki’yi şöyle anlatıyor: “1903’de Menşevik idi; 1904’de Menşevizm’den aynldı; 1905’de Menşevizme geri dönüp, ultra-devrimci laf kalabalığı yaptı. Yalnızca; 1906’da onları yeniden bıraktı; 1906’nm sonunda Kadetler ile seçim için ittifak yapmayı savundu (bu arada bir kez daha menşeviklerin safına geçmişti); ve 1907 baharında, Londra Kongresi’nde, Rosa Luxemburg ile arasındaki ayrılıkların “politik eğilimlerden ziyade kişisel fikir ayrılıkları” olduğunu söyledi. Troçki bir gün bir hizbin; ertesi gün öbürünün ideolojik malzemesini kendine mal ediyor, bu yüzden de her iki hizbin üzerinde olduğunu iddia ediyor” (Rusya’da Parti İçindeki Müc. Tar. Anl. sf: 29) Troçki’nin bu “hizipler üstü hizbi “ne Lenin “grupçuluğun en kötü biçimi” adım veriyor. (Bak: Lenin, Birlik Sorunu, sf: 47) Şöyle diyor Lenin: “Her ne kadar kendisi hizipler-dışı olduğunu iddia ediyorsa da Rusya’daki işçi sınıfı hareketiyle en azından aşina olan herkesçe Troçki, “Troçki hizbi”nin temsilcisi olarak bilinir. Burada önemli iki belirtisini gözleyebildiğimiz gruplaşmalar vardır! 1. sözde birliğin tanınması ve 2. özünde grup farkı gözetme” (Birlik Sorunu, sf: 47) Kendi hizbi de dâhil, bütün hiziplerin yeniden partide yer almalarını savunan Troçki’ye Lenin’in cevabı şudur: “Tasfiyecilerin ve Troçkistler’in hoşuna giden sadece Avrupa Modeli Oportünizm’dir, Avrupa modeli partizanlık değil,” (Birlik Sorunu, sf: 60)
Buraya kadar, hizipçiliğin, partinin kolektif iradesine (yani çoğunluğun iradesine) azınlığın uymaması, parti çizgisinin reddi ve bunun pratik süreçte dışavurumu olduğunu gördük. Bu bir yönüyle de ifadesini şurada bulur: İki kongre, arasında parti yönetiminin Merkez Komitesi tarafından uygulanması. Lenin’in deyişiyle aynı zamanda bu, azınlığın çoğunluğa, alt örgütlerin üst örgütlere harfiyen uyması da demekti. “Merkezi organların çizgisinin reddi, partide kalmayı reddetmekle aynı şeydir, partiyi parçalamakla aynı şeydir…” (Lenin, Partileşme Süreci, sf: 17)
Demek ki, buradan ikinci bir çıkarıma da varıyoruz. Merkez Komitesi çizgisini harfiyen uygulamak hiç de bürokrasiye esir olmak değilmiş. Çünkü M.K. dediğimiz organın seçen bizzat parti çoğunluğudur. “Bizler devrim mücadelesine önderlik ederken, sizler tarafından yönetilmek isliyoruz” diyerek, bizzat parti işçilerinin seçtiği yönetim aygıtıdır M.K. Bu yönüyle partinin en seçkin, en saygın ve güvenilir öncü çekirdeğidir. Ayrıca MK daha önce belirttiğimiz gibi önderliğini partiye rağmen, kafasının estiği gibi yapmaz. Partinin siyasal çizgisini ve taktiklerini belirleyen şey, MK’nin, partinin ülke çapında erişebildiği her yerden kendisine iletilen partililerin raporlarıdır. Parti önderliği siyasi hattını, mücadele ve örgütlenme biçimlerini bu raporlar temelinde oluştururken, siyasi hattında doğabilecek yanlışlıkları da yine bunlar aracılığıyla düzeltir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Sosyalist demokrasi, bir Leninist partide ifadesini hiziplerin özgürlüğü ve hizipler arası demokraside değil, monolitik bir çelikten irade birliğinde, demir disiplinli bir pratik çalışmada, yukarıdan aşağı yönetimde, hem yukarıdan aşağı, hem de aşağıdan yukarı denetimde, yani sözün özü demokratik merkeziyetçi örgüt işleyişinde bulur. İki ya da daha çok başlı parti proletaryayı zafere götüremez.
Hiziplerden arınmış bir parti gerçek Leninist partidir diyoruz. Peki, ama hiziplerin kaynağı nedir diye sorulabilir? Neden birçok gerçek sınıf partisinin yaşamı böylesi hiziplerden kopuş süreçleri tanıyor?
“Hiziplerin meşruluğu”nu savunanlar, hiziplerin “Marksizm’in farklı yorumlanmalarından” kaynaklandığını söyleyenler, bunu Leninizm’e dayandırmaya R.S.D.İ.P.’nin hizipli dönemini örnek gösterdiler. Sorunu kavrayabilmek için hizipçi gelişmelere şöyle bir göz atmakta yarar vardır sanırız.
R.S.D.İ.P. 1. Kurultayı 1898 yılında Minsk’te toplandı. Lenin, kurultayın gördüğü hizmete değinirken, partinin manifestosundaki temel görüşlere katıldığını belirtiyordu. Fakat kurultay, dağınık Marksist çevre ve örgütleri birleştirememişti. Parti için ne bir program, ne bir tüzük kabul edilmişti. Ardından da kurultayca seçilen MK üyeleri peş peşe tutuklandılar. Bu dönemde Lenin sürgündeydi ve bütün bu olup bitenleri Krupskaya’dan öğreniyordu.
Lenin, sürgündeyken sürekli kafasını Rusya çapında, merkezi bir Marksist Parti’nin oluşturulmasına yoruyordu. Bunu ise ancak tüm Rusya çapında yayınlanan bir gazele gerçekleştirebilirdi.
29 Ocak 19ö0’de Lenin’in sürgünü sona erdi. Çarlık hükümeti Lenin’in başkentle ve Rusya’nın sanayi merkezlerinde oturmasını yasaklamıştı. Petersburg yakınlarındaki Pskov’a yerleşti. Yasağına rağmen buradan sık sık Moskova’ya, Petersburg’a, Riga’ya, Samara’ya, Smolensk’e ve diğer işçilerin yoğun olduğu bölgelere gidip geliyordu. Çarlık, Lenin’i en güçlü düşmanı olarak hissetmeye aşlamıştı. Zubatov 1900 yılında kumandanlığıyla yaptığı gizli bir yazışmada bir komplo ile Lenin’i öldürtmeyi öneriyordu.
Lenin yurt dışına çıkabilmek için büyük çabalar harcadıktan sonra 16 Haziran 1900’de Almanya’ya doğru yola çıktı. “Iskra”nın yönetim yeri olarak Münih seçildi. 1900 yılı Aralık ayında Iskra’nın ilk sayısı yayınlandı.
Lenin, Iskra’da partinin örgütlenme ve mücadele çizgisi konusunda sürekli yazılar yazıyordu. Gizlice yurt dışından gönderilen nüshalar, yurt içinde Bakû ve Kinişev’de yeraltı matbaalarında çoğaltılıp dağıtılıyordu.
1902’de Lenin “Ne Yapmalı”yı yayınlattı. Bu, partinin kurulmasında büyük ölçüde rol oynayan bir yapıttı. Lenin’in kafasında Batı Avrupa’nın oportünist işçi partilerinden farklı “yeni tipte” bir gerçek Marksist parti oluşturulması gereği billurlaşmıştı. Bu yeni tipte parti, burjuvazi ile uzlaşma değil, dişe diş mücadele temelinde oluşacak, devrim ve sosyalizmi hedefleyen proletaryanın öncü partisi olacaktı. Her şeyden önce bu partinin mücadeleci ve bilimsel programla silahlanması sorunu çözümlenmeliydi.
1902’de polis hafiyeleri “lskra”nın izini bulmuştu. Yazı kurulu 1902’de Londra’ya, 1903’de Cenevre’ye geçti. Rusya’da devrimci mücadele yükseliyor ve “Iskra” bu süreçte bütün sosyal-demokratların birliği yolunda merkezi bir işlev görüyordu. R.S.D.İ.P.’nin II. Kurultayı toplanıp, gerçek bir devrimci program temelinde Marksist birlik sağlanmalıydı.
R.S.D.I.P. II. Kurultayı, 1903 yılı Haziran’ında Brüksel’de toplandı. Ancak Belçika polisinin baskısı sonucu oturumlarını Londra’da sürdürdü. Kurultay’da “Iskra”cıların yanı sıra oportünistler ve kendilerine Batak (Boloto) denilen sallantılı ya da “yumuşak” kişilerde vardı. Bu nedenle kurultayda lskra ilkelerinin zaferi için devrimci kanatla oportünistler arasında kıyasıya bir mücadele başladı. Bunlar Bundcular ve Ekonomistlerdi. Troçki de cepheden onları destekliyordu. Oportünistlerin bütün hücumlarına rağmen kurultay Iskracılar tarafından hazırlanan devrimci programı onayladı. Proletarya partisinin temel görevi olarak proletarya diktatörlüğü için mücadeleyi öngören başka bir parti programı o sırada dünyanın hiçbir yerinde yoktu.
Bolşevik-Menşevik bölünmesi ilk bu kurultayda ortaya çıktı. İki grup da “Iskra” yanlısı olmakla birlikte tüzük konusunda aralarında çelişki vardı. Lenin, parti üyeliği için üç maddeyi temel alıyordu: 1- Parti programını kabul etmek, 2- Herhangi bir parti organında aktif olarak çalışmak, 3-Parti ödentisini ödemek. Martov ve diğer menşevik taraftarları ise, parti programını kabul eden ve aidatını ödeyen tüm parti taraftarlarının kendini parti üyesi ilan edebileceği savındaydı. İnsanlar ille de partinin bir örgütünde aktif olarak çalışmak ve parti disiplinine uymak zorunda bırakılmamalıydı. Başında Troçki de menşeviklerle birlikte bu şekilsiz-sınırsız parti örgütlenmesini savunuyordu.
Kurultayın sonraki oturumlarında, MK seçimleri sırasında Lenin taraftarları öyle ağır bastı ki oportünistler kurultayı terk ettiler. MK ve partinin M. Organı olarak kabul edilen Iskra’nın yazı kurulu seçimlerinde Leninciler oyların çoğunluğunu aldılar. Bu kurultay sonrasında Lenincilere çoğunluk anlamında Bolşevik, oportünistlere ise azınlık anlamında Menşevik denilmeye başlandı.
Kurultay sonrasında partinin içi karmakarışık oldu Ekonomistlerin verini Menşevikler almış, onların oportünist politikasını sürdürmeye başlamışlardı. Hatta bir ara partinin M. Organı “lskra”yı ele geçirerek, sayfalarında Lenin’e, Bolşeviklere ve lI. Kurultay kararlarına saldırılara başladılar.
Lenin, Menşevizmin parti için taşıdığı tehlikeyi gösterebilmek ve bu oportinist çizgiyi gözler önüne serebilmek için 1904 yılı Mayısı’nda “Bir Adım İleri, İki Adım Geri”yi yazdı. Kitapta menşeviklerin oportünist politikasının tasfiyeciliği hedeflediğini açıklarken, parti hayatının, parti örgütlenmesinin ve önderliğinin sağlam kurallarını ortaya koydu. Bu ilkeler, daha sonra bütün devrim yapmak için yola çıkan proleter partilerinin vazgeçilmez ilkeleri oldu. Menşevikler ise hem parti tarafları görünüyor, hem de partinin devrimci ilkelerine karşı mücadeleyi elden bırakmıyorlardı.
Lenin’in kitabı parti örgütlerinde hararetle onaylandı. Özellikle öncü işçiler arasında büyük taraftar buldu.
Devrim yaklaşıyordu. Bu şekliyle parti devrime önderlik edemezdi. Devrimci durum olgunlaşıyordu ve parti devrime hazır olarak katılabilmeliydi. 1904 yılında Leninistler partinin III. Kurultayı’nı toplamak ve partide yeniden irade birliğini sağlayabilmek için kolları sıvadılar.
9 Ocak 1905’te Çar’ın, işçilerin dertlerini anlatabilmek için karılan ve çocuklarıyla birlikte saraya doğru yaptıkları sessiz yürüyüşü kanla bastırması ile birlikte, barikatlar kurulmaya başlandı ve ayaklanma dalga dalga gelişti.
1905 Nisan’ında Londra’da R.S. D.l.P’nin III. Kurultay’ı açıldı. Menşevikler çağrılmış olmalarına rağmen kurultaya katılmadılar. Onlar da Cenevre’de ayrıca toplanıp bir kurultay düzenlediler. Lenin R.S.D.l.P’nin durumunu “iki kurultay-iki parti” sözleriyle değerlendirdi.
Bolşevik Kurultay, tüzüğün Leninist parti üyeliğiyle ilgili maddesini onayladı. Böylelikle parti ilk iki kongresindeki sırtındaki kamburları atmış, devrimin gerçek öncüsü olabilecek yapıyı kazanmıştı.
Lenin, Menşevik hizbe karşıydı, niçin onları III. Kurultay’a çağırdı diye sorulabilir. Bunun iki nedeni vardı: 1) Lenin hiçbir dönemde onları “hizbinizi muhafaza ederek gelin” diye çağırmadı, çoğunluğun iradesine boyun eğin ve yaklaşmakta olan devrimde parti merkezi emrinde verinizi alın çağrısıydı bu. 2) Menşevik önderliğin bölücü taktiklerini ortaya çıkarabilmek ve partiye tasfiyeciliğin gerçek yüzünü gösterebilmek için bu çağrı gerekiyordu. Ve de Lenin Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki bölünmeyi hiç bir zaman “Marksizm’in farklı yorumları” arasındaki mücadele olarak değerlendirmedi. Marksizm’le oportünizm arasında, proleter düşünce ile, proletaryayı burjuvazinin basit bir eklentisi durumuna getirmek isteyenler arasındaki bölünmeydi bu, Şöyle diyordu Lenin:
“Menşevikler ile Bolşevikler arasındaki ayrılığın kökleri “Proletaryanın derinliklerinde” değil, Rus Devriminin ekonomik içeriğindedir. Bu özü göz önüne almayan Martov ve Troçki, Rusya’da parti-içi mücadelenin tarihsel anlamını kavrama olanaklarını böylece kendi elleriyle yok etmektedirler. Kuramsal formüllerinin, proletaryanın şu ya da bu tabakasını “derinlemesine” etkilemesi değil, 1905 devriminin ekonomik koşullarının proletaryayı liberal burjuvazi ile düşmanca ilişkiler içine sokmuş olmasıdır.” (Rusya’da Parti İçi Mücadelenin Tarihsel Anlamı, sf: 8-9) Yani Martov, kitlelerin yükselen devrim mücadelesi karşısında “liberallerin ağzıyla” konuşmaktadır. (Bak: Age, sf: 22)
Peki, Lenin Menşeviklerin partiden ayrılışından sonraki süreci nasıl değerlendiriyor:
“Sosyal-Demokrat Parti’deki kriz çok ciddidir, örgütler parçalanmaktadır. Deneyimli önderlerin büyük bir bölümü (özellikle aydınlar arasında) tutuklanmıştır. Parti işlerinin idaresini ele alan yeni bir sosyal-demokrat işçi tipi şimdiden ortaya çıkmıştır, ama olağanüstü güçlükleri yenmesi gerekmektedir. Böylesi koşullar altında, Sosyal-Demokrat Parti, “yol arkadaşları”nın çoğunu yitirmektedir. Burjuva devrimi sırasında, sosyalistlere küçük burjuva (altını biz çizdik) “yol arkadaşlarının katılmış olması doğaldır. Şimdi Marksizm’den kopuş Menşevizmi nereye götürdü? ” Bolşevizm ile Menşevizm arasındaki mücadele, liberalleri desteklemek ya da liberallerin köylülük üzerindeki egemenliklerine son vermek sorunu üzerinde bir mücadele olduğundan” diye açıklıyor, Lenin. Bolşevikler, Çarlığa karşı devrim için, devrimci işçi-köylü iktidarı için mücadele verirken, Menşevizm devrimdeki önderliği liberal burjuvaziye terk etme yanlısıydı. Devrim öncesi (partide kesin kopma öncesi) Menşevizm, R S.D.I.P.’i şekilsiz, sınırsız, burjuvazinin kolaylıkla yok edebileceği, disiplinsiz bir parti haline getirip tasfiyeciliği savunurken, devrim sonrası sınıf hareketini burjuvazinin kuyruğuna takip tasfiyeciliği savunuyordu.
Oportünizmi Lenin’in “gerekli”, “zorunlu”, en ince deyişle bile söylesek “olabilir” bir şey olarak gördüğünü savunabilmek için, sanırız, özünde tasfiyeciliği savunan (ki Lenin, birçok yazısında bazen hizipçiler, bazen tasfiyeciler der bu oportünistler için) paneldeki “üçlü birlik” gibi sınıf bakışını tümüyle yitirmek gerekecekti. “Üçlü birlik”, “Marksizm kimsenin tekelinde değildir” diyerek herkese paye dağıtırken, S. Sarıoğlu, “ben paneldeki farklı görüşleri Marksistler arasında bir tartışma olarak görüyorum” diyor ve “hepimiz aynı parti çatısı altında birleşiriz, aramızdaki görüş ayrılıkları Marksizm’in farklı yorumları olarak kalır” sonucuna varılıyordu. Yalçıner (O, başından beri bölücü tavrını gösteren, herkes ne güzel anlaşırken sürekli çıbanbaşı olan Yalçıner!) tek cümleyle cevaplıyordu onları: “Benim mezhebim o kadar geniş değil.”
İlginç olan paneldeki tartışmaların nerdeyse aynen geçmişte Rusya’da geçmiş olmasıdır. O günlerde de Marksizm’le oportünizmi aynı parti çatısı altında birleştirmeye çalışan biri vardı. Troçki’ydi bu.
Ağustos 1912’de Rusya’da tasfiyeciler, Letonyalılar, Bundcular ve Kafkasyalılar bloğu oluşturulmuştu. Hepsi de Marksizm iddiasındaydılar. Aralarındaki farklılıklar olsa olsa Marksizm’in farklı yorumlanışından olsa gerekti. Liderleri ve Troçki’ydi. (Bkz: Lenin, Birlik Sorunu, sf: 20) Lenin gelişmeleri şöyle anlatıyor:
“Ağustos bloğunun -Ağustos 1912 tarihinde dediğimiz gibi- sonunda yalnız tasfiyeciler için bir paravana olduğu ortaya çıktı. Bu blok parçalandı. Rusya’daki taraftarları bir araya gelemediler bile. Ünlü birleştiriciler kendilerini bile birleştirmekte aciz kaldılar (Birlik Sorunu, sf: 21)
Sonrası Troçki yeniden “hizipler üstü” birliğe soyundu. Şubat 1914’de “Borba” adını verdiği bir dergi ile “en büyük birlik taraftarı” olarak Bolşeviklerle oportünistleri birleştirme çağrıları yapmaya başladı. Geçmişte olan olmuştu, herkesin şöyle ya da böyle hataları olmuştu, önemli olan bugündü. Azınlığın çoğunluğa uyacağı değil, “taktikler üzerinde ortak kararlara dayanan” yeni bir birleşme olmalıydı bu. Lenin’in deyişiyle “Bolşevik yayın organı” Pat Pravdy’nin taktik çizgisinde birleşen işçilerin çoğunluğunun kendi katarlarını tasfiyecilerle ortak taktikler uğruna terk etmeleri’ (İtalikler Lenin’in) isteniyordu.
“Borba’nın yayımcılarına göre, sınıf bilinçli işçilerin geliştirdiği, son birkaç yılın tüm hareketinin deneyiminden geçmiş taktikler bir yana bırakılmalı. Niçin? Tasfiyecilerin taktik planlarına, hem işçilerce hem de olayların bütün gelişimince mahkûm edilmiş görüşlerine meydanı boş bırakmamak için.” (Birlik Sorunu sf: 25).
“… birlikten söz eden herkese sormalıyız: Kiminle birlik? Tasfiyecilerle mi? O zaman birlikte yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur.”
“Tasfiyecilerle flört yok, toplu örgütün bozucularıyla diplomatik görüşmeler yok: Bütün çabaları, Marksist işçileri, Marksist sloganlar, bütün Marksist örgüt çevresinde (dikkat edelim: Örgüt, örgütler değil) toplamakta odaklaştırın. Çünkü birliğin temeli, sınıf temeli, sınıf disiplini, çoğunluğun isteğinin tanınması, bu çoğunluğun saflarında ve onunla birlikte yapılmış faaliyetlerdir.” (Birlik Sorunu, sf: 27)
Son olarak şunu belirtmek yararlıdır sanırız. Panel boyunca parti, çok partililik, hizipler vd. konulardaki ideolojik konumlarıyla -ne acıdır ki- Gorbaçov’suz Gorbaçovculuğa soyunanların “Marksizm temelinde” ortak parti önermeleri, Lenin’in bütün bu aktardığımız tezlerinin inkârı temelinde Leninist parti kurma saçmalığıydı. Yalçıner Leninist parti ilkelerinde diretmekten vazgeçmeli, oportünist bir hizipler koalisyonu için alkış tutmalı, buna karşılık bölücülük suçlamasından kurtulmalıydı! …
“Parti kurmak ve güçlendirmek demek, bütün Rusya Sosyal-demokratları arasında birlik kurmak ve güçlendirmek demektir ve… böyle bir birlik, diyelim ki, bir temsilciler toplantısının bir kararıyla sağlanamaz, bu birlik için çalışmak gerekir… Bu ideolojik birlik bir parti programı ile pekiştirilmelidir.” (Lenin, Partileşme Süreci, sf: 66)
Bugün Türkiye’de bu ideolojik birlik temelinde birleşilebilecek insanlar var mıdır? Vardır. Bunlar Lenin’i oportünizme alet etmeye kalkmayacak, Leninist monolitik ve demokratik merkeziyetçi parti ilkesini uygulayabilecek, parti demir disiplinini özgürce benimseyecek ve uygulayacak “gerçek sınıf birliği”nin tarafları devrimciler ve işçilerdir. Ve bu birliği onlara oportünist koalisyonlar bahşedemez. Birlik, parti önderliğinde bizzat öncü işçiler ve devrimcilerin partiye aktarılmasıyla çelişip güçlenecektir.
Proletaryayı Yalnızca Partisi Zafere Götürebilir
Proletarya, savaşın içinde çelikleşmiş, her türlü mücadele koşullarına dayanıklı, sınıfın en ileri ojelerini bağrında toplamış bir patisi olmaksızın ne siyasal iktidarı ele geçirebilir, ne de sürdürebilir.
Çeşitli ülkelerdeki sosyo-ekonomik yapı farklılıkları, kültürel farklılıklar, gelenek görenek farklılıkları, ulusal ayrılıklar, bölgesel farklılıklar vb. sonucu proletaryanın bilincinde toplumsal ilişkilerine uygun düşünce şekillenmeleri doğabilir ve bu doğaldır. Ancak bu şekillenmeler son tahlilde egemen üretim ilişkileri, egemen kültür, egemen ahlâk vb.nin dışında düşünülemez ki bunlar dünyanın her yerinde burjuva-feodal kabuğu kıramazlar. Yani, kendiliğinden proletarya bilinci burjuva-feodal bilincin dışına taşmamış bilinçtir.
Proletarya ne zaman siyasal bilince erer, ya da sosyalist bilince ulaşır, artık onun için ulusal-kültürel-dinsel, ahlâki vb. farklılıklar ortadan kalkmaya başlar. Proleter, kendisini dünya proletarya ordusunun bir neferi gibi görmeye başlar. Partinin sınıfa yönelik propaganda faaliyetleri ve çeşitli sınıf örgütlerinde (sendikalar gibi) eğitim çalışmaları sonucu, sınıf bilinci temelinde örgütlenme bilinci de gelişir ve o, bundan böyle devrim mücadelesinin en ön safında, toplumu ve dünyayı değiştirme kavgasında en ileri örgütünde, partide yerini alır.
İster sanayi proleteri olsun, ister tarım, ister atölye işçisi, isterse proletarya dışından gelip de yaşamını bu uğurda adamaya başlamış bir küçük burjuva. Parti safında yerini almış sahildeki balıkçının da, okuldaki öğretmenin de, tarladaki çiftçinin de, fabrikadaki işçinin de tek bir Marksizm anlayışı vardır: Kapitalizmi yıkmak, proletarya iktidarım ve sosyalizmi kurmak, bu temel üzerinde sınıfsız topluma yürümek. Proletarya açısından bile olayı ele alsak, onun şu veya bu kesiminin ayrı ayrı partilerde (ve ayrı ayrı Marksizm anlayışları temelinde) örgütlenmesi savunulamaz. Gerekli olan, “proletaryanın tüm hayati devrimci güçlerinin birleşik ve yetkin tek bir Komünist Partide gerekli olan bütünleşmesinin (Parti örgüt İlkeleri, sf: 12).
Ulusal-kültürel-dinsel-ahlâki vb. farklılıklar da bu birliğin önünde engel olamaz. Olsaydı, en başta Rusya’da olurdu ki, Rusya tam da bir milletler-milliyetler bolluğu gösteriyordu. Oysa R.S.D.l.P tüm Rusya’daki işçi sınıfının öncü örgütü olarak devrime damgasını vuruyor, milliyetçi ayrımları bahane eden “Marksistler” ise Marksizm dışı sosyal-şoven örgütlere dönüşüyor ve süreç içinde Marksizm’e karşı savaşıyorlardı.
“Biz -diyor Lenin- bir sınıfın partisiyiz. Bu yüzden, hemen hemen bütün sınıfın (italikler Lenin’in) (ve savaş sırasında, iç savaş sırasında bütün sınıfın) bizim partimizin önderliğinde hareket etmesi, olanaklı olduğu kadar yakından bizim partimize bağlanması gerekir.” (Bir Adım İleri, İki Adım Geri, sf: 205-206)
Aslında bu konuda uzun uzun yazmaya gerek yok. Çünkü geçmişte, bizzat Lenin’e karşı bolca öne sürülen bu “teorilere” karşı Lenin’in “tek sınıf-tek parti” üzerine ısrarla durduğunu SBKP tarihi üzerine yazılmış kitaplara göz atan herkes görebilir. Bizim için önemli olan şudur: Oportünizmin yeniden ısıtılarak, hem de Leninizm adına öne sürülmesi karşısında uyanık olmalı, tek bir devrimcinin bile bu oportünizmin kurbanı olmaması için ideolojik mücadeleyi elden bırakmamalı, kökeninde “liberalizm” yatan tüm anti-Leninist örgütlenme anlayışları yerle bir edilmelidir.
Sosyalizmi Yalnızca Emekçi Yığınlara Önderlik Eden Proletarya Partisi İnşa Eder. Proletarya Sosyalist İnşada İktidarı Hiçbir Sınıfla Paylaşmaz.
Birtakım özgül geçiş durumlarını saymazsak proletarya iktidarı, partisi önderliğinde işçi sınıfının iktidarı tek başına ele alması ve yönetmesidir.
Bu anlamıyla proletarya iktidarı parlamentarizmin reddidir. Bu iktidarda proletarya devletinde, burjuva diktatörlüğünde olduğu gibi devleti yönetmek için birbiriyle kıyasıya yarışan bir partiler furyası olamaz. Olaya burjuvaziyi dışlayıp “halkçı” bir temelde bile yaklaşsak sorun yine böyledir. Yani sosyalizmin inşa sürecinde toplumda işçiler, küçük-burjuvalar ve köylüler var diyerek, sosyalizmi bu üç emekçi sınıfın iktidarı paylaşması (ki ifadesini siyasal partilerde ve hepsinin katıldıkları parlamentoda bulur) olarak algılayanlayız. Birden çok parti, farklı sınıflara dayanıyor ve farklı siyasal çizgiler izliyorsa sonuçta toplumda bir siyasal rekabet olgusu ortaya çıkar. İster yukarda değindiğimiz, “Marksizm’in farklı farklı yorumlanması” safsatasıyla, isterse “küçük burjuvazi de örgütlenebilsin”, emekçi olan herkes siyasal özgürlükten yararlanabilsin “mantığıyla öne sürülsün, bu mantık bizi mülk sahibi sınıfların da iktidarda yer alabileceği bir sosyalizme vardırır. Kürkçü ve diğerlerinin mantığı bize bol bol Kruşçev’in ruhunu rahatsız ettirdi. Hem de, ilginçtir, bunu Kruşçev gibilerinin iktidara gelmesini önleyebilecek bir reçete olarak sunuyorlardı bize. Mantık ilginçti. Proletarya sosyalizmi emekçi sınıfların tümünü seferber ederek kurmayacak mıydı? Köylülük, küçük burjuvazi sosyalizmin yedek güçleri arasında değil miydi? O halde onların da “sosyalist demokrasi”de “siyasal özgürlüğü” olmalıydı.
“Genellikle, özgürlük” ve “demokrasi” kavramları özdeş kabul edilir ve biri sık sık diğerinin yerine kullanılır. Çoğu zaman, vülger Marksistler (Kautsky, Plekhanov ve Şürekâsı) tamamen bu şekilde düşünürler.
Aslında demokrasi özgürlüğü engeller. Gelişmenin diyalektik süreci aşağıdaki şekildedir: Mutlakıyetten burjuva demokrasisine, burjuva demokrasisinden proletarya demokrasisine, proletarya demokrasisinden her çeşit demokrasinin ötesinde bir düzene” (Lenin, Marksizm, Devlet Üzerine, sf: 31).
“Devlet özgürlük için değil, fakat proletaryanın düşmanlarını sindirmek (“Niederhalturg” sindirmenin karşılığı değil, fakat restorasyondan alıkoyma, itaat altına alma) için gerekli” (age, sf: 31)
Şu noktada itiraz edilebilir: Yukarıdaki ilk alıntı tam da biz “çok particiler”i destekliyor. Burjuva demokrasisi siyasal demokrasi temelinde, yani komünist partiler de dâhil siyasal özgürlükler temelinde oluşabiliyorsa, sosyalist demokrasi neden siyasal demokrasi (ya da burjuvazisiz siyasal demokrasi) temelinde oluşmasın? Nasılsa iktidar proletaryada, küçük burjuva partilerden neden korkalım ki? Ki, panelde bu açıkça savunuldu.
Görünüşte epeyce doğru, özünde epeyce burjuva bir teori. 1- Yanlış bir teori, çünkü proletarya iktidarı, her şeyden önce siyasal demokrasiyi bir göstermelik partiler rekabeti olarak ele almaz. 2- Yanlış bir teori, çünkü sınıflan ortadan kaldırmayı hedefleyen bir devlet, bunu bir ayağı mülkiyette olan sınıfların siyasal parlamentoda inişli-çıkışlı, gel-gitli şekillenmesiyle yapamaz. 3- Yanlış bir teori, çünkü proletarya diktatörlüğü altında dahi burjuvazi uzunca bir süre hâlâ proletaryadan güçlüdür. Bu bir çelişki gibi görünüyor. Oysa somut bir gerçekliktir. Lenin şöyle açıklıyor:
“Proletarya diktatörlüğü, eski toplumun güçlerine ve geleneklerine karşı, kanlı ve kansız, şiddete başvuran, barışçı, askeri, iktisadi, eğitici ve idari, inatçı bir savaştır. Milyonlarca ve on-milyonlarca insandaki alışkanlık gücü, en korkunç güçtür. Savaşta çelikleşmiş bir parti olmadan, söz konusu sınıf içinde namuslu olarak ne varsa onun güvenini elde etmiş bir parti olmadan, söz konusu sınıf içinde namuslu olarak ne varsa onun güvenini elde etmiş bir parti olmadan, yığınların havasını izlemesini bilen ve bunu etkileyebilen bir parti olmadan, bu savaşı başarıyla yürütmek olanaksızdır. Merkezîleşmiş büyük burjuvaziyi yenmek, milyonlarca ve milyonlarca küçük mülk sahibini “yenmekten” bin kez daha kolaydır, oysa bunlar her günkü alışılagelen, gözle görülmeyen, elle tutulmayan ufak tefek eylemleriyle burjuvazi için tam da gerekli sonuçları, burjuvaziyi yeniden iktidara (siyahlar Lenin’in) getirecek olan sonuçları gerçekleştirmektedirler.” (Lenin, Sol Komünizm’den, Burjuva Dm. Pro. Dikt. sf: 256-257)
Demek ki küçük burjuvaziye siyasal demokrasi sorunu hiç de öyle ”genel olarak demokrasinin gereği” falan değilmiş. Tabii bu olay, geçmişte Troçki’nin savunduğu gibi proletaryanın kurtuluş savaşımında yalnız olduğu, tüm diğer sınıfların karşı-devrimci olduğu ve ezilmesi gerektiği şeklinde yorumlanamaz. Küçük burjuvazi sosyalizme kazanılabilir. Ancak bir koşulla; proletaryanın iktidarı kimseyle paylaşmaması koşuluyla. Proletarya devlet iktidarında ne kadar egemen ve tekse, ne kadar güçlüyse, küçük burjuvazi o kadar çok onun egemenliği altına girer. Küçük burjuvazi devlete, hükümete, partiye sızdığı oranda (tabii burada söz konusu olan küçük burjuva siyaset, dünya görüşüdür.) süreci tersine çevirmeğe başlar. Proletarya saflarına, devlet aygıtlarına plansızlığı, tertipsizliği, disiplinsizliği, anarşizmi taşır. Böyle bir “sosyalist demokrasi” olsa olsa kapitalistlerin iştahım kabartacak, umutlarını depreştirecek, hiç yoktan iyi bir “demokrasi” olabilir. Çünkü “izin verilmiş” küçük burjuvazi partisinin ardında “yenilmiş ama yok edilmemiş” burjuvalar saf saf yerini alacak proleter partiye sızamadığı anda ona sızacak, sözde kendisine tanınmayan “siyasal demokrasi”yi böylelikle rahatlık edinecektir.
Küçük burjuvaziyi sosyalist demokrasinin bir nüvesi haline sokmak, ancak onu sosyalizm için kazanmakla olasıdır. Yani, ona kapitalizmde kavuşabildiğinden daha iyi hayat koşulları sağlayarak bu iş yapılabilir. Küçük-burjuvazi küçük burjuva dünya görüşünü (yani küçük üretimin siyasal ve ekonomik örgütlenme çizgisini) savundukça “sosyalist demokrasinin” değil “burjuva demokrasisinin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Ancak kolhozlaşmış, sovhozlaşmış, kooperatifleşmiş “küçük burjuvazi” (genelde köylülük) sosyalist demokrasinin bir parçasıdır. Demokrasinin süreçle ilgili yönü de burada ifadesini bulur. Sınıfsız topluma doğru giden süreçte, gelişene demokrasi, geriye gidişi savunana, direnene engelleme (ezmekten ve yok etmekten, en sabırlı iknaya varana kadar bir engelleme politikası). Zaten sınıfsız topluma doğru gittikçe demokrasinin gelişeceği esprisi burada yatar. Geriye dönüş olanakları azaldıkça, kolektivizm geliştikçe, herkes bir sosyalist gibi düşünmeğe başladıkça demokrasi de gelişiyor, “çoğalıyor”…
Bu bölüm başlarken “birtakım özgül geçiş durumlarını saymazsak” diye bir ihtiyat kaydı koymuştuk. Bunu şundan yaptık. Sınıf mücadelesinin seyri konusunda bizim düşüncelerimiz isteklerimiz, birtakım genel doğrularımız olabilir. Ancak sınıflar savaşımızın sıcak pratiği bazen önümüze irademizin dışında “somut durum”ları sürebilir. Bunlar geçmişte yaşandı, bugün de yaşanabilir, özellikle sosyalist inşanın anti-faşist bir savaşımdan geçerek gerçekleşebildiği Doğu Avrupa ülkelerinde bu özgüllüğü görüyoruz. Bunlara kısaca bir göz atmakta yarar vardır sanırız.
Halk Demokrasileri Proletarya Diktatörlüklerinin Özgül Birer Biçimleri, Sosyalizme Geçişin Basamaklarıdır
Ülkemiz de içinde olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde sosyalizme geçiş, yine kendi içinde bir ara aşamayı yaşayacak: Halk demokrasisi aşaması. Emperyalizmin ve faşizmin devrimci halk güçlerince yıkılması sürecinde devrime katılan sınıf ve örgütlerin güçleri oranında devrimci iktidarı paylaşması olayıdır bu ve bugünden görebildiğimiz) kadarıyla ifadesini bir işçi-köylü iktidarında bulacaktır. Sosyalizm yalnızca proletaryanın siyasal egemenliğiyle kurulabilir demiştik. İşte bu ittifak devleti içinde proletarya egemen, öncü rolünü oynayabilirse bu iktidar proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi olabilir. Proletaryanın (ve onun siyasal partisinin) devlet yapılanmasında ikinci planda kaldığı, kilit noktaların köylülüğün yana diğer küçük burjuva örgütlerin elinde olduğu siyasal yapılanmada ise halk demokrasisi bir küçük-burjuva (süreç içinde ise büyük burjuva) diktatörlüğüne dönüşecektir. 1. Örneğe Bulgaristan, 2. Örneğe ise Çin verilebilir.
Arnavutluk örneği ise en ideal, ancak şimdiye kadarki antifaşist halk demokrasilerinde istisna bir örnektir. AKP, başından itibaren tüm halk güçlerini kendi siyasal önderliği altında anti-faşist cephede örgütlemiş ve tek parti egemenliği altında her iki süreci birlikte yürütmüştür.
Bizdeki devrim mücadelesinin gelişim süreci de proleter partisinin ve devrimci-demokrasi güçlerinin tutumlarına, taktiklerine ve kitle bağlarına bağlı olarak kendine özgü bir yolda gelişecektir. Bu süreçte dağılan, yok olanlar olabileceği, hatta proletaryanın partisi tek başına demokrasi savaşımım bütünüyle zafere götürebileceği gibi, demokrasi savaşımında militan tutumuyla kitleleri seferber edebilecek küçük-burjuva siyasal yandaşlarıyla birlikte iktidara yönelmesi de söz konusu olabilecektir. Bu yönüyle bizdeki halk demokrasisi tek partinin iktidara gelmesi olasılığını dışlamamak kaydıyla, genel olarak devrimci-demokrasi ile güçlerinin iktidara birlikte gelmesi (iki ya da daha çok partisi-örgütü ile birlikte) olasılığım da içinde taşır. Her şey, partinin, sınıfın ve diğer siyasal örgütlenmelerin sınıf mücadelesi seyrinde takındıkları taktiksel çizgiye bağlıdır.
Devrimin zaferi, emperyalizmin, faşizmin yıkılması ve demokratik devrimin ekonomik ve siyasal devralınan sorunlarının halli temelinde ülkede sosyalizmin inşası sorunları ortaya çıkar. Burada keserek az sonra buradan devam etmek kaydıyla şimdilik panele dönmek istiyoruz.
“Çok partici” birlik, işte tam da bu noktada kitlelerin geri bilincine sesleniyor, kavram kargaşası yaratıyor ve halk demokrasisi temelinde ortaya çıkan bu siyasal süreci “sosyalist demokrasi” diye tabiri caizse yutturmaya kalkıyordu. Ve “çok partici”lerin “sosyalist demokrasi” ufukları işte buraya kadardı. “Proletarya diktatörlüğü” lafı ağızlarında içeriğinden boşaltılmış bir kof kavram olarak kalıyordu.
Anti-faşist cephe hükümetleri temelinde oluşan parlamenter cumhuriyetlerin sosyalist halk cumhuriyetlerine nasıl dönüştüğü üzerinde tarihsel bir incelemede bulunursak sanırız bu konudaki tartışmalara ışık tutacağız ve “çok partici”lerin nereye kadar bir sosyalizm istediklerini ve nereden sonra proletarya sosyalizminden saptıklarını daha iyi görebileceğiz.
A- Bulgaristan
Bulgaristan Devrimi 9 Eylül 1944’te Komünist, Sosyalist, Çiftçi ve Demokratik Partilerin ortaklaşa katılımıyla (Vatan Cephesi) gerçekleşti. Kurulan 16 kişilik hükümette yalnız 4 komünist bakan vardı. Ancak İçişleri ve Adalet Bakanlıkları gibi yaşamsal önemdeki bakanlıklar komünistlerdeydi.
Hükümette yer alan komünistlerin ülkeyi sosyalizme götürme diye bir sorunları varken, diğerleri sonuçta kapitalizmin egemenliğe yol açmaktan başka bir şekilde sonuçlanamayacak bir politika izliyorlardı. Hükümet kurulduğu andan itibaren iç mücadele gelişiyor ve muhalefet partileri 18 Kasım 1945’teki seçimleri boykot ediyorlardı. Komünistler bu seçimde oyların % 86’sını aldılar.
Ancak Batılı devletlerin müdahalesiyle seçimlerin yenilenmesine karar verildi. 18 Temmuz 1946’da bir halkoylaması sonucu Krallık ilga ve Cumhuriyet ilan edildi. 18 Kasım 1946’da yapılan seçimlerde komünistlerin önderliğindeki Vatan Cephesi Meclis’te 364, muhalefet ise 101 sandalye elde edebildi. Yeni hükümeti Giorgi Dimitrov kurdu.
Muhalefet Cephesi karşı-devrimci çalışmaları yoğunlaştırıyordu ve iç çelişmeler iyice keskinleşiyordu. 26 Ağustos 1947’de son yasal parti olan Çiftçi Partisi de kapatıldı. Eylül 1947’de Bulgaristan Kominform’da yerini aldı ve 4 Kasım 1947’de yeni anayasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte Bulgaristan Sosyalist bir Halk Demokrasisi’ne dönüşmüştü. Revizyonist Todor Jıvkov egemenliğine kadar bu süreç devam etti.
B- Romanya
Alman faşizmine karşı savaşıma birçok parti katılmış, krallık altında 23 Ağustos 1944’te kurulan General Sanatescu hükümetinde Köylü Partisi ve Liberal Partisi ağırlıkla yer almıştı, Ancak Sosyalist Parti ile Komünist grubundan birer temsili de hükümetteydi. Adalet Bakanlığı Komünistlerin elindeydi.
Hükümet kurulduktan sonra Komünist Partisi ilk iş olarak Bükreş’te işçilere silah dağıtımına başladı.
2 Kasım 1944’de hükümet değişti. Sanatescu başbakanlıkta kaldı. Adalet Bakanlığı yine komünistlerde kalırken, komünistler Ulaştırma Bakanlığı’nı da kazandılar ve ayrıca komünist Petru Groza başbakan yardımcılığına geldi.
İşçilerin tertiplediği bir gösteriye askerler ateş açınca, başbakan istifa etmek zorunda kaldı. Yerine bir başka General, Radescu geldi. Ancak komünistler içişleri Müsteşarlığı’nı da elde ettiler.
Başbakan Radescu’nun göstermelik bir seçim oyunuyla iktidara tek başına sahip olmak istemesi üzerine, işçiler büyük bir gösteri yaptılar. Askerler ateş açarak halkı dağıttı. O anda Romanya’da olan Kızıl Ordu’nun müdahalesiyle birlikte Radescu İngiliz Sefareti’ne kaçmak zorunda kaldı. Yeni hükümet komünist Petru Groza tarafından kuruldu.
19 Kasım 1946’da yapılan seçimlerde hükümet oyların % 71,80’ini aldı. Hükümette komünist, liberal ve Köylü Partileri vardı.
30 Aralık 1947’de komünistler kralı istifaya çağırdılar. Kral tahtını bıraktı ve Cumhuriyet ilan edildi. Yeni başbakan gene Groza idi ve bu defa hükümette yalnızca Komünistler vardı.
13 Nisan 1948’de kabul edilen yeni anayasa ile Romanya Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Çavuşesku revizyonist kliğinin ipleri eline almasına kadar Romanya halkçı bir devlet özelliği taşıdı.
C- Yugoslavya
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yugoslav Komünist Partisi Avrupa’nın en güçlü komünist partilerindendi, ancak zamanla eski gücünü yitirmişti. Yine de Alman ordularının işgali, karşılarında Josip Broz Tito başkanlığında örgütlenmiş komünist partisinin mücadeleye soktuğu 100.000 kişilik bir partizan ordusu buldu.
1943 yılında, Yugoslav Milli Kurtuluş Anti-Faşist Konseyi programında cepheyi bölmemek için endüstri, ticaret ve tarımda öze! mülkiyetin korunacağı maddesi ilan ediliyordu.
1944 yılında Alman işgali hemen tümüyle Yugoslav partizanlarının mücadelesiyle kınlıyordu. 8 Mart 1945’te tüm yurtsever güçlerin birliği temelinde (sınıfına bakılmaksızın) bir Halk Cephesi oluşturuluyor, 11 Kasım 1945’te yapılan seçimlere “demokratik muhalefet” adı altında burjuva muhalefeti de katılıyor, ancak Halk Cephesi oyların % 90’ını alıyordu.
Seçimlerden sonra Federal Halk Cumhuriyeti ilân ediliyor, 1946 Ocağında ise Sovyetik türde bir anayasa oluşturuluyordu.
Ancak gelişmeler Yugoslavya’nın sosyalizme yürümesi temelinde gerçekleşmeyecek, Yugoslavya “kendine özgü sosyalizm”, “özyönetim” gibi revizyonist teorilere sarılıp sosyalist bloktan kopacaktı. Tito, bir yandan sosyalist bloğa, sosyalist çizgiye bağlılık yeminleri ediyor, bir yandan da parti içinde büyük bir tasfiyeyi gerçekleştiriyordu. 20 Nisan 1948’de ilk komünist yargılaması yapılıyor ve 26 kişi “Sovyetler Birliği hesabına casusluk yaptığı” iddiasıyla idama mahkûm ediliyordu: Bu tarihten sonra Yugoslavya Batı’ya yanaşacak, 1951 yılında ABD Yugoslavya’ya 30 milyon dolarlık bir askerî kredi açacaktı. Bunu 1951 Temmuz’unda diğer Batılı devletlerin A.B.D. ile birlikte açtıkları 120 milyon dolarlık kredi takip etti. Sonrası, bugünkü Yugoslavya’dan malum.
D- Macaristan
Hitler ile ittifak yapmış olan Amiral Horty Hükümeti, Macaristan’ı savaşa sokmuştu. 19 Mart 1944’de Macaristan Almanya tarafından işgale başlandı.
5 Aralık 1944’te Szeged’de Milli Cephe adı altında bir yeraltı örgütü ve 21 Aralık ‘ta da. Debrecen’de General Bela Miklos başkanlığında geçici bir hükümet kuruldu. Bu grubun içinde komünistler azınlıktaydı.
Sovyet Kızıl Ordusu 4 Nisan 1945’te Macaristan’da Alman faşizmini ezdi. Seçimler için 4 Kasım 1945 tarihi tespit edildi. Küçük Emlak Sahipleri Partisi % 57 ile 246 iskemle, sosyal-demokratlar 17,5 ile 70 iskemle. Komünistler % 17 oyla 67 iskemle, Milli Koylu Partisi % 10 oyla 23 iskemle ve nihayet cephe dışından Liberaller 2 iskemle elde ediyorlardı. Anlaşma gereği İçişleri Bakanlığı Komünistlere verildi. Bu Bakanlığa ilk olarak İmre Nagy, sonra ise Laszlo Rajk getirildi.
Yeni hükümetin başına önce KESP’den Tildy, 1946 Ocağında Cumhuriyet ilan edilip de Tildy Cumhurbaşkanı olunca, yerine aynı partiden Ferene Nagy geçti.
Komünistler, cephe içinde önce bir “Sol Blok” oluşturup 12 Mart 1946’da Budapeşte’de 450.000 kişinin katıldığı dev bir gösteri tertiplediler. Çoğunluk partileri güçlenen sol bloktan korktukça gittikçe gericileşiyor, kapılarını eski faşistlere açıyorlardı.
1947’de Ferene Nagy istifa etti. Zaten bu sırada kendisi İsviçre’deydi. Ve devleti ele geçirmek isteyen faşistlerle işbirliği ortaya çıkmıştı. Bundan sonra daha da gericileşen KESP’nin 48 mensubu parlamentodan çıkarıldı.
31 Ağustos 1947 seçimlerinde Hükümet Bloğu oyların % 60.2’sini, Komünist Partisi ise % 21.5’unu aldı.
Komünistler 15 Mayıs 1949’daki seçimlere kadar burjuva partilerinin karşı-devrimci komplolarım teşhir ettiler. Süreç içinde kendi cephelerini güçlendirdiler ve seçimlerden % 95 zaferle çıktılar.
Stalin’in ölümünden sonra Malenkov döneminde İmre Nagy başbakanlığa geldi. Fakat 1955 Mart’ında İmre Nagy Politbüro’dan azledildi. İktidara Rakosi geldi. Sonraki bir sürü hizip gel-git olaylarıyla birlikte Macaristan bugünkü revizyonist (son günlerde herkesin bildiği gibi “çok partili sosyalist(!)” düzene erişti.
E- Çekoslovakya
Savaş öncesi Çekoslovakya’da burjuva-demokratik bir rejim vardı. Savaş sırasında bu parlamento Fiilen dağılmıştı. Savaşa organize bir şekilde katılan tek güçlü parti komünist partisi olmuştu.
26 Mayıs 1946’da yapılan ilk selimlerde komünistler oyların % 38’ini alarak en güçlü parti olarak parlamentoya girdiler. K. Partisi lideri Golttwald, Sosyalist Cumhurbaşkanı Benes tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi.
1948 Mayıs seçimleri yaklaştıkça parlamentoda % 62’lik çoğunluğu ellerinde bulunduran burjuva partileri, gelişen komünistleri engelleyebilmek için provokatif eylemlere başladılar. Komünist İçişleri Bakanı’nın işkence ile ifadeler aldığı yalanını ta meclise kadar getirip Araştırma Komisyonu kurdurdular. Cumhurbaşkanı Benes seçimle işbaşına gelmiş hükümeti devirerek yeni seçimlere bir teknisyenler hükümetiyle gitmeye kalkıştı.
İşçiler buna Prag’da 200.000 kişilik bir gösteriyle cevap verdiler. Yeni hükümeti kurma görevi yine Golttwald’a verildi. 24 üyenin 12’si komünistti. Sosyalist reformlar hükümet programı olarak ilan edildi.
30 Mart 1948 seçimlerine “sol blok” komünistler önderliğinde tek liste ile katıldı. Muhalefet seçimleri boykot etti, ya da geçersiz oy verdi. M. Benes Cumhurbaşkanlığı’ndan çekildi yerine Gottwald geçti.
Daha sonra partide büyük bir “Ti-tocu hizip” tasfiyesi gerçekleşti.
Golttwald 1953’te öldü. Bu tarihten sonra parti adım adım revizyonistlerin eline geçti.
F- Polonya
Polonya Alman işgali altına girince, önce Paris’te, sonra Londra’da general Sikorsky başkanlığında bir sürgün hükümeti kuruldu. Sikorsky 1943 yılında bir uçak kazasında ölünce, yerine Köylü Partisi Lideri Wladislaw Mikolojezyk geçti. Mukavemet Grubunu köylü, Sosyalist, Milli-Demokrat, Hıristiyan-İşçi Partileri oluşturmuştu ve grubun bir yeraltı ordusu vardı. Bunların dışında bir de küçük komünist grup vardı.
Wladislaw Gomulka’nın başkanlığını yaptığı bu komünist grubun da bir gizli ordusu ve merkezi Moskova’da bir sürgün hükümeti vardı.
Kurtuluştan sonra bu iki grup Polonya’da birleşik ilk meşru hükümeti kurdular.
Daha sonra komünistler, demokratlar, sosyalistler ve köylü partisinden ayrılanlarla bir Halk Cephesi kurdular. 19 Ocak 1947 seçimlerinde bu cephe mecliste 392 sandalye kazandı. Muhalefetteki köylü ve diğer partiler 52 sandalye alabilmişlerdi.
Kominform, 1950’lerde sosyalist blokta toprakların kolektivizasyonu kararı alıyor, Gomulka ise buna karşı çıkarak Tito’cu bir çizgide ısrar ediyordu. 1950 Mayısı’nda tutuklandı. Yerine Bierut geçti.
Stalin’in ölümünden sonra, revizyonistler yavaş yavaş yeniden palazlanmaya başladılar. 1954’te Gomulka atfedilerek serbest bırakıldı. Parti safları revizyonistlere açılmaya başlandı. Gomulka’nın yeniden politburo’ya alınması bile kararlaştırıldı. 21 Ekim 1956’da Parti Genel Sekreterliği’ne getirildi. Bundan sonraki süreç revizyonistlerle halkın mücadelesi şeklinde geçti. 1970 yılında Baltık gösterilerini bastıramayan Gomulka istifa etti. 1980 yılındaki Baltık gösterilerini bastıramayan Gomulka istifa etti. 1980 yılındaki işçi hareketleri de, yerine geçen Gierek’in “başını yedi.” Revizyonist diktatörlük tek kurtuluşunu askeri darbede buldu ve 10 Ekim 1981’de General Jaruzelski askeri bir darbeyle iktidara geldi.
G- Almanya
Nazilerin yenilmesi üzerine Kızıl Ordu kendi egemenlik bölgesinde duruma el koymuştu. Bu süreçte Sosyalist Parti ile Komünist Partisi birleşerek “Birleşik Sosyalist İşçi Partisi”ni kurmuşlardı. Bu parti 24 Nisan 1946’da kurtarılmış bölgenin tek siyasal partisiydi. Demokratik Alman Cumhuriyeti 7 Ekim 1949’da ilan edildi. Liderliğine Walter Ulbricht getirildi. D. Almanya’da revizyonizm Ulbricht’in Kruşçev revizyonizmine teslim olmasıyla gelişti.
H- Arnavutluk
Arnavutluk İtalyan işgali altına girdiğinde direniş cephesinin bir yanında komünistler, diğer yanda ise anti-faşist milliyetçi akımları vardı. Ancak bu milliyetçi cephe aynı zamanda aşırı bir anti-komünist özellikteydi. Parti, milliyetçi cephenin gerici önderliğini tecrit etme çizgisi izleyerek geniş bir ulusal cephede güçleri birleştirdi.
2 Aralık 1945’te yapılan seçimlerde AKP (daha sonra AEP adını alır) oyların büyük çoğunluğunu elde etti ve her zaman Marksizm-Leninizm’in yanında yer aldı. Titocu-kruşçevci-Maocu revizyonizmin teşhirinde aktif rol aldı ve bizzat önderlik etti. Bugün dünyanın tek sosyalist ülkesi olarak devrim isteyen halkların yolunu aydınlatmaya devam ediyor.
İşte halk demokrasilerinin oluşum süreçleri ve bir kısmının bugün vardığı yerlerin genel bir özeti. Burada II. paylaşım savaşının ortaya koyduğu özgül koşullar vb. sözü edilebilir. Ancak olaya anti-faşist mücadelenin önümüze koyduğu görevler açısından bakılırsa sürecin genel karakterini yakalayabiliriz. Türkiye’de anti-faşist perspektifte birden çok devrimci örgüt var. Kimse diğerinin “kücük burjuva”lığını öne sürerek demokrasi mücadelesinin dışında değerlendiremez. Sorun, faşizmi yıkmanın devrim mücadelesi olduğunu kavrama sorunudur ki, anti-faşist birlikte çıkış noktamız reformizmi, onun Marksist maskesi takınmış bir biçimi olan revizyonizmi ve gericiliği dışlayan ortak mücadele olanaklarının varlığını kavramada ifadesini bulur.
İktidara yürüyen anti-faşist güçlerin kendi içinde dağılıp birleşmeleri, bir kısmının yarı yolda kalması, erimesi vb. gibi sorunlar pratiğin sorunlarıdır. Diğer yönüyle gelecekteki anti-faşist halk egemenliğinde egemen olacak olan örgütlenme hangisi olacaktır sorusunun cevabını bize bizzat yaşanacak sürecin kendisi verecektir. Ancak kesin olan şudur ki, Halk Demokrasisi’nin sosyalist demokrasiye dönüşebilmesinin tek koşulu vardır. Marksist Parti’nin kendi siyasal çizgisinde yığınları inandırıp seferber edebilmesi. Bugün de böyledir bu, gelecekte de böyle olacaktır.
Yazı, sosyalizmden geri dönüşün önemli bir nedeni olarak bürokratik yozlaşma, buna karşı önlemler ve bu çerçevede parti, devlet ve kitle örgütleri arasındaki ilişki ve genel olarak sosyalist demokrasi sorununu işleyen “Sosyalizmin İnşasında Bürokratik Yozlaşma Tehlikesi Nasıl Önlenebilir?” bölüm başlığı altında devam ediyor. Yer darlığı nedeniyle bu bölümü yayınlayamıyoruz.
Temmuz 1989