Haberler-Mektuplar

İşsizler Derneği’nin Açılışı
Geçtiğimiz günlerde bir grup işten atılan işsiz tarafından kurulan İşsizler Derneği’nin açılış kokteyli yapıldı. Kokteyle çok sayıda davetli katıldı. Ancak bir süre sonra dernek polis tarafından basıldı ve dernekte bulunanların derhal çıkmasını istedi. Gerekçe derneğin henüz tüzel kişilik kazanmamış olması ve bakanlıktan bu konuda yazı gelmemesi. Oysaki İşsizler Derneği yasal başvurusunu yaparak gerekli belgeleri mülki amire “alındı” karşılığında vermiş bulunmaktadır. Söz konusu ‘alındı’ belgesi ibraz edildiği halde polis kendi bildiği gerekçeleri ileri sürmeye devam etmiş, derneği kapattırmıştır. Bilindiği gibi tüzel kişiliği kazanmak için gerekli belgeleri vermek yeterlidir. ‘Alındı’ belgesi tüzel kişiliğin kazanıldığını ispat etmek için yeterli olmaktadır. Polisin bu müdahalesi ise son derece keyfi bir uygulamadır. Polisin İşsizler Demeği’ni keyfi bir kararla kapatması geçtiğimiz günlerde sık sık gündeme gelen benzer nitelikteki keyfi uygulamalardan yalnızca bir tanesidir. Polis uzun süredir gerek demokratik kitle örgütlerine yönelik, gerekse de toplantı ve gösteri yürüyüşleri konusundaki mevcut yasaları çiğneme temelindeki tutumlarını her fırsatta ortaya koymaktadır, işsizler Derneği için mülki amire başvuru yapılan ilk günlerde de “Fatih’te çok sayıda dernek bulunduğu” gibi gerekçelerle derneğin kuruluşu engellenmişti.
Polisin keyfi tutumunu protesto ediyoruz.
İşsizler Derneği’nin açılışta basına dağıttığı bildiriden bir bölümünü yayınlıyoruz:
“Demeğimiz elbette ki, 5 milyona yakın işsize iş bulmak amacında değildir. Böyle bir şeyi iddia etmek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Fakat 5 milyona yakın işsizin kendi kaderlerine terk edilmelerine karşı hak aramada bir baskı aracı olma amacındadır derneğimiz.
Derneğimiz, aşağıda sayılan işsizliğin sonuçlarını şiddetle kınar:
1. Her şeyden önce işsizler ordusu, her şart altında düzenli olarak çalıştırılan işçilerin direnme güçlerini kırmaya, onların ücretlerini düşük tutmaya hizmet eden bir yedek sanayi ordusunu oluşturmuştur.
2. İşsizlik, beraberinde fuhuş sektörünü oluşturmuştur.
3. İşsizlik, toplumsal-psikolojik bunalımları ve intiharları artırmıştır.
4. İşsizlik, eşlerin boşanmalarını ve ailelerin dağılması sonucu yetim çocuklar ordusu yaratmıştır.
5. İşsizlik, sağlıksız beslenmeyi, beraberinde özürlü ve ölü doğan bebekleri getirmiştir.
6. İşsizlik, esrar, eroin ve her türlü uyuşturucuya açık bir toplum yaratmıştır.
İşsizliğin kapitalist topluma özgü olduğu gerçeği, bu toplum yapısı içinde işsizliğe karşı mücadele ve işsizliğe karşı önlemler alınamayacağı anlamına gelmez.
Bu nedenle derneğimiz, işsizler ordusunun ortak taleplerinin karşılanması için meşru mücadelenin yürütülmesini temel görev olarak önüne koyar.
Taleplerimiz:
1. İşsizlere sendikalaşma hakkı,
2. İşsizlik sigortasının yasalaşması,
3. İşsizlerin tüm sağlık hizmetlerinden parasız yararlandırılması,
4. İşsizlerin kira, konut sorununun belediyelerce üstlenilmesi,
5. İşsizlerin işsiz oldukları süre içinde geçinebilecekleri asgari ücretin yasal hak olarak verilmesi,
6. İşten atılmaların durdurulması, iş yasasının 13 ve 17. maddelerinin kaldırılması,
7. İşsiz çocuklarının parasız devlet okullarında eğitimlerinin sağlanması.”

“Biz İsteriz ki Kesinlikle Kan Dökülmeden Altın Çağa İlerleyelim. Ancak…”
Memik HOROZ

Geçen sayılarımızda Murat Belge’nin sosyal demokrat içerikli yeni kitabının lanse edilmesine yönelik olarak Nokta Dergisi’nin onunla ve Taner Akçam, Aybar, Aren ve Perinçek gibi benzer modelcilerle yapılan röportaj üzerinde durmuştuk.
Çeşitli görüşlerde olan devrimcilere, bu reformcu arayış ve oluşumun belirgin tezlerine ilişkin sorular sorduk. Yaptığımız karşı-röportajlardan 8. sayımızda yayınlama olanağı bulamadığımız TKP/ML davası sanıklarından Memik HOROZ’unkini bu sayımızda yayınlıyoruz.
Ayrıca okuyucularımızın kolaylıkla fark edebileceği gibi röportajda yer alan farklı değerlendirmelere katılmamız gerekmiyor.
Sorularımız:
1) İsçi sınıfının toplumsal durumu ve mücadele rolü konusunda ”elveda proletarya diyen düşünceleri değerlendirir misiniz?
2) Gorbaçov’la birlikte yeniden yoğunluk kazanan “sosyalizmde çok seslilik” ve “çoğulcu sosyalizm” konusunda neler düşünüyorsunuz?”
3) Sosyalizme giden yolda zorun rolü?
4) Tarihsel materyalizmin sosyalizmin zorunluluğu öngörüsünün reddi ve “sosyalizme mutlak varılacaksa niye mücadele ediliyor” görüşünü değerlendirir misiniz?
5) Son zamanlarda küskün ikiz kardeşler TBKP ve Aydınlık arasında görülen “birlik” konulu dirsek temaslarıyla ilgili düşünceleriniz?

1- Komünist toplumun alt evresi ve bir geçiş toplumu olan sosyalizm, kesinlikle, kapitalist toplumun onlarca alternatifinden birisi değil, tek alternatifidir. Ve bu tarihsel bir zorunluluktur. Bizler bu zorunluluğun bilincinde olduğumuz için sosyalistiz. Bu güzel topluma ve süreç sonunda idealimiz olan altın çağa ulaşmak için mücadele ediyor, zorluklara katlanıyor, özverili olmaktan mutluluk duyuyoruz.
Toplum yaşamındaki zorunluluk, mekanik bir zorunluluk olarak kavranmamalıdır. Bu, Marksizm’e, diyalektik materyalist anlayışa ters bir ele alış tarzıdır. Çünkü Marksizm sosyal sorunlarda iradenin rolünden de önemle söz eder. Bu yaklaşım yanlış kavrandığında M. Belge’nin sorduğu sorulara gelip dayanırız: “Eğer sosyalizme geçiş tarihi bir zorunluluk ise, bu yolda katlanılan bunca fedakârlığa ne gerek var? Ve eğer zorunlu idiyse, neden hâlâ?” Bu düpedüz Marksizm’i anlamamak demektir. Marksizm’in, vülger materyalizmle karıştırılmasıdır… Sosyalizme geçişin zorunluluğundan; sınıfların var olduğu bu koşullarda tek tek insanların iradelerinden bağımsız olarak sınıf mücadelesinin kaçınılmazlığı ve ezilenlerin ezenleri alaşağı edip gerçek eşitlik ve özgürlüğü sağlamasının, yani başarısının kaçınılmazlığı anlaşılmalıdır.
Madde-bilinç ilişkisinde; metafizik yaklaşımın tersine materyalizm, maddenin birincil olduğunu, bilincin maddeden sonra geldiğini ve bu bağlamda maddenin kavramlısı olduğunu ve yeniden, maddenin dönüşümünde etkili olduğunu söyler. Bundan hareketle, düşüncenin maddi yaşam koşulları tarafından belirlendiğini, bu nedenle de işçinin işçi gibi, patronun patron gibi düşüneceğini söyleyebiliriz. Tersi, yaşamın inkârı olur. (küçük burjuvazinin tutarsız-kaypak bir yapıya sahip olmasını da ancak bu yaklaşımla; maddi yaşam koşullarının zorunluluğu-belirleyiciliği temelinde anlayabiliriz. Yani, M. Belge de eğer kendince ahlaki bir sorun ve çözümler içinden tercih olarak algılayıp “sosyalistim” diyorsa bu hiç de onun keyfi isteğinden değildir; yaşadığı maddi yaşam koşullarının sonucudur. Bir yandan burjuvalaşma, diğer yandan proleterleşme, bir başka ifadeyle daha fazla mülkiyet ile mülksüzleşme çelişkisinin yarattığı durumdur. “Ahlak” olayının sınıfsallığı üzerinde durma gereği bile duymuyorum) Mekanik algılayışla: “hiçbir patron işçi gibi düşünemez mi?” diye soru yöneltecek bir yaklaşım Marksist değildir. Eğer madde-bilinci otomatik olarak bire bir belirleseydi irade anlamsızlaşırdı. Oysa yaşadıklarımızdan bizler de biliriz ki, iradenin rolü azımsanamayacak ölçüdedir ve insanın insanlaşması için gereklidir.
Sonuç olarak; bütün inkâr çabalarına karşın sosyalizm kapitalizmin biricik alternatifi ve tarihsel gelişimin zorunlu sonucudur. Ve iyi bir düzendir. İnsanın kurtuluşu yolunda önemli bir adımdır. Tarihin tekerleği işçi sınıfının, emekçilerin lehine dönmektedir.
2- Bu tez birçok yönden sakattır.
Eğer devrim, toplumsal dönüşüm olayı ise bunu kimler, hangi toplumsal güçler sağlayacaktır? Düzenden çıkarı olan(lar) değilse açıktır ki, düzenin değişmesinden çıkarı olan güçlerdir. Bunlar da tüm halk katmanları, bunun içinde gelişip-güçlenen biricik sınıf ise açıktır ki, proletaryadır. Bu anlamıyla proletarya en devrimci sınıftır, “yeni bir düzen” kurmaya yetecek formasyonu da vardır. Komünist manifesto, işçi sınıfının kapitalizme karşı temel formasyonudur. Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi işçi sınıfının elinde dünyayı tanıyıp değiştirecek bir silah, bir eylem kılavuzudur. Ruhunu kavramayıp onu bir reçete ya da dogmalar yığını olarak ele alanlar kolaylıkla “tıkandı”, “çıkmazda” gibi safsatalar ileri sürebilirler. Her şey güllük-gülistanlık değil bunu biliyoruz, uluslararası komünist hareket (UKH)nin çözümlenmesi gereken sorunları da yer ancak bunlara çözüm getirecek silahımız da vardır, bu, ML-MZD’dir. Yeter ki onun ruhunu iyi kavrayalım ve ustaca kullanabilelim.
İşçi sınıfı, komünist Manifesto’nun oluşumuyla birlikte -bir genelleme olarak algılansın- kendisi için bir sınıf durumuna gelmiştir, ve kendisi ile birlikte tüm insanlığı da kurtuluşa götürecek formasyona sahip olan tek güçtür. Ülkemiz açısından ele alındığında -ki, almak zorundayız. Aksi halde genel soyutlamalardan öte gidemeyiz ve ülkemiz insanlarına yeterince bir şeyler verememiş oluruz- ekonomik ve sosyal yapının yarı-sömürge, yarı-feodal niteliği ve işçi sınıfının buradaki yeri, yoğunluğu vb. göz önüne alındığında; bugün ülkemiz devrim süreci olan demokratik halk devriminde proletarya önemli ve vazgeçilmez nitelikte temel bir müttefike de sahiptir; bu güç köylülüktür! Proletarya, köylülük ve devrimden çıkarı olan diğer sınıf ve tabakalara önderlik edip, birlikte hareket ederek DHD’ni yapmak zorundadır. Sosyalizme, oradan da altın çağa ancak bu yolla gidilebilir. Yüce ML-MZD bize bunu gösteriyor.
Geçerken bir noktaya daha değinmek gerekiyor: son yıllarda ülkemizde bazı “aydın”lar tarafından Marksizm’in artık geçersizliğinin bir göstergesi olarak üretimde robotların kullanılmasından söz edilmektedir… Robotları üretenlerin de işçiler olduğunu bir yana koyalım; dünya genelinde bu kullanımın yoğunluğundan henüz ciddi derecede söz etmek olanağı olmasa da, ML-MZD’ni kendisine kılavuz edinenler olarak bizler, bu gelişmeden yanayız. Ve bunun, sapkın iddiaların tam tersine, ML-MZD’nin doğrulanması ve başarısını yakınlaştırıcı bir olay olarak görüyoruz. Robotların yoğun kullanımı, sömürüye dayalı düzenlerin yıkılışını yakınlaştırıcı bir faktör olacaktır.
“Kapitalist verdiğini kazanır.” Bu hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. “Yeniden üretim”ini sağlayamayan bir kapitalizm yok olmuş demektir. Sadece sömürücülerin olduğu bir toplumun var olması mümkün mü? Değil! Fakat tam tersine sömürücülerin olmadığı; kardeşlik ve dostluğun egemen olduğu, tüm insanların özgürce yaşadığı; üretimin, toplumun bağrından gürül gürül fışkırdığı ve bayrağında “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” yazılı o eşsiz güzellikteki toplumun var olup ya şaması mümkündür. Dahası, toplumsal gelişimin yasaları gereği -iradenin rolünü de yadsımadan- zorunludur da! Sömürücüler ve onların dolaylı olarak koltuk değneği olmaya soyunanlar kusura bakmasınlar ama kaçınılmaz ve tek tek bireylerin iradelerinden bağımsız olarak bu böyle olacaktır. Hiçbir karşı çaba ve çarpıtma bunu ortadan kaldırmayacaktır.
3- Buna “Gorbaçov’la birlikte yaygınlaşan” demeyelim de, genelleyerek “UKH’nin gerilemesiyle” diyelim, daha doğru olacaktır.
“Çokseslilik” ve “çoğulculuk”tan ne anlıyoruz?
Çok seslilikten; insanlığın kurtuluşuna giden yolda zorunlu bir basamak ve nispeten uzun bir toplumsal dönüşüm sürecini kapsayacak olan sosyalist toplum yaşamında, dönüşüme ilişkin olarak (temelde onu engelleyici olmayan, tam tersine daha sağlıklı dönüşümü sağlamak amacını güden) farklı fikirlerin belirtilebilmesi ve tartışılabilmesi olarak algılıyoruz. Ve bu çok seslilik, KP içinde ve yan kuruluşlarında demokratik merkeziyetçilik işleyişiyle iki çizgi mücadelesi olarak; toplumda ise sendikalar, dernekler, yani kitle kuruluşları aracılığıyla kendisini somutlayabilmektedir. Bu anlamda sosyalizm zaten çok seslidir.
Çoğulculuğu ise; emeğiyle geçinenlere, toplumun çoğunluğuna dayanmak, onların iradesini temsil etmek olarak algılıyoruz. Ki, sosyalist demokrasi ya da aynı içerikte olarak proletarya iktidarı, işçi sınıfının ve ülke özgülünün yaşadığı sürece göre müttefiklerinin, emekçilere en geniş demokrasi; eski sömürücülere, iktidarını kaybetmiş ama hâlâ yeniden almak için faaliyet yürütenlere, sosyalistleşme çabasına engel olmak için çalışanlara karşı diktatörlük uygulayan iktidarıdır. En güzel çoğulculuk da budur.
Oysa, modern-revizyonist akımlar ve M. Belge, bunlardan, sosyalizmde burjuvazinin ve özel mülkiyetin var olması, politik örgütlenmelerinin (yani burjuva partilerinin) serbest olması ve iktidarı çok partili yarışla ele geçirip yeniden kapitalist topluma dönme mücadelesine özgürlük tanınmasını anlıyorlar. İstiyorlar ki, adı sosyalist de olsa, özünde burjuva demokrasisi olsun, sosyalizmin özünü, temel niteliğini ve değişim yönelimini yadsıyorlar.
Diğer yandan sosyalizmin sınıfsız topluma giden bir ara süreç olduğu gerçeğini reddediyorlar. Biz sosyalizmi değişmez olarak düşünmüyoruz. Değişmeyen düzen kötü düzendir. Sosyalizmi durağan -bu anlamda var olanın korunması olarak- değil (sürekli şekilde tedricen değişen) dönüşen bir süreç olarak kavrıyoruz. Bu anlamda sosyalizmde değişecek, dönüşecek, sınıfsız topluma varılacaktır.
4- “Çok renkli, her türden düşüncenin barındığı, kanatlı parti” anlayışı kesinlikle reddedilmelidir. Böyle bir parti, proletarya partisi değil, tartışma kulübü olur.
Proletarya partisi, toplumların altın çağa devrilmesinin bir aracıdır. Proletarya için güçlü ve vazgeçilmez bir silahtır. “İllegal” ve legal birçok proleter ve emekçi kuruluşlarının önderi, birleştiricisi, mücadele yönlendiricisi… orkestra şefidir, olmalıdır. İdeal birlik budur. Böyle bir parti, entelektüellerin tartışma yaptığı bir kulüp değildir, olamaz. Olduğunda da üzerine yüklenen görevini yerine getiremez. İki çizgi mücadelesinin irademiz dışında kaçınılmazlığı söz konusu olsa da (ki, farklı düşüncelerin irademiz dışında söz konusu olabileceğini belirtmiş oluyoruz) esasta ML-MZD çizginin egemenliği ve sürekliliğini korumak zorundadır. Bu da, böyle bir partide; her renk ve her türden anti-ML akımın bulunması ve meşru görülmesi, kanatların bulunmasının söz konusu olamayacağa anlamına gelir. Leninist parti ideolojik, siyasi birliği ve çelik disipliniyle devrim savaşımının aracıdır. Hizipler koalisyonu ya da kanatlar birliği ve durmadan tartışan bir kulüp değildir.
Partide böyle bir birliği savunmak, devrim yapma diye bir sorunumuzun olmadığını kabul etmek anlamına gelir. Aydınlık ve TBKP arasında sözü edilen “birlikçi” yaklaşım, yenilgi döneminin; bunalımın, sorunların altından çıkamamanın ve kendisine güvensizliğin ürünleridir. İki zıt uçta bulunan ve aralarında anti-.ML MZD olma dışında ortaklık olmayan bu hareketler bugün sadece örgütsel birliği sağlamaya çalışmaktadırlar. Birisi “SSCB”yi “sosyal-emperyalist”, diğeri “sosyalizmin önderi” gören ve RSE’lerinin ülkemizdeki uşakları olan TBKP ve Aydınlık bir araya gelebilmekte ve düzen içi bir hatta ortaklık oluşturmaya çalışmaktadırlar.
NATO’da kalınması, AET’ye girilmesi, Türk “demokrasisi”nin daha adil hale getirilmesi anlayışları düzenle açıktan uzlaşmanın göstergeleridir. “Biz düzen için tehlike değiliz” mesajı verilmek isteniyor, bunda başarılı olduğu da görülüyor. Bizim ML-MZD temelinde ideolojik/siyasi birlikteliği olmayan örgütsel birlik anlayışımız yoktur. Bu ilkesiz bir birliktelik olacaktır, örgütsel birlik, ancak ideolojik/siyasi birlik temelinde oluşursa bir anlam ifade eder ve DHD gibi zorlu bir savaşımı başarıyla yürütebilir.
Diğer halk sınıf ve tabakalarıyla birlik olayına ise cephe sorunu olarak bakıyoruz. Mücadelede başarının belli bir aşamasında, belli program etrafında mücadele temelinde oluşabilir böyle bir birlik. Günümüzde ise, tüm devrimci-demokrat-yurtsever örgütlerle ilkeli eylem birliği anlayışımız vardır, öncelikle de silahlı mücadeleyi temel alan siyasi hareketlerle eylem birliklerine önem veriyoruz.
5- Aslında bu yaklaşım M. Belge’nin tahlillerinde ne derece nesnel olduğunun da bir göstergesidir. Türkiye’de “parlamenter kurumların ve seçim geleneğinin yerleştiğini” iddia etmek, olguların görünen yanlarıyla uğraşmak demektir. ML-MZD’ni kendilerine kılavuz olarak alanların yaklaşımı aysberglerin görünen yanlarını ifade etmek olamaz. TC.nin parlamentodan yönetilmediğini, parlamento seçimlerinin aldatmaca olduğunu az buçuk bilimsel bir kafaya sahip herkes anlayabilir. Kaldı ki TC. devletinin tarihinin 2/3’ünde sıkıyönetimler olmuştur. On yılda bir askeri müdahalenin yapıldığı, şu gün olmuş hâlâ “arzuladıkları” burjuva demokrasisini kuramamış olduklarını egemenlerin bile itiraf ettiği bir ülke için M. Belge’nin iddiaları çok ilginç olmaktadır. M. Belge, kendi isteğini gerçeklerin yerine geçirerek müthiş bir sübjektivizme düşmektedir. Doğru çözümlemeler için öncelikle nesnel olguları kabul etmek gerekir. Doğru mücadele biçimlerinin tespiti de ancak böyle bir yaklaşımla mümkün olacaktır.
Bizim mücadele biçimleri tespit etmemiz; yeraltında örgütlenip silahlı mücadele yürütmemiz hiç de isteğimize bağlı bir olay değildir. DHD’ni başarabilmemiz için zorunlu olarak başvurmamız gereken yöntemlerdir. Biz isteriz ki, kesinlikle kan dökülmesin. Fikirlerimizi şerbetçe ifade edelim, yayalım, örgütlenelim ve kansız bir yolla iktidara gelelim, oradan da aynı şekilde altın çağa ilerleyelim. Ancak, sömürücü sınıfların iktidarlarını böyle kolayca bırakmayacakları, egemenliklerinden vazgeçmeyecekleri açık bir gerçektir. Toplumlar tarihi de bunun kanıtıdır, tarihin ileri bir aşamasında, sosyalizmin, dünyanın büyük bölümünde başarılı olduğu koşullarda, bu yolla iktidarın alınıp-alınamayacağının tartışması ise konumuz dışıdır.
Ülkemizde yaşayanlar, en küçük demokratik isteklerin bile nasıl azgın bir zulümle bastırılmaya çalışıldığının canlı tanıklarıdır. Ki, bu da düzenin güçsüzlüğünün doğurduğu “zorunluluk” sonucu böyledir. Karşı-devrimin başından beri demokrasi isteğine silahla karşılık verdiği, tutukladığı, zulmettiği koşullarda, devrim de kaçınılmaz olarak, başından beri silahlı olmak, örgütlenmesini de illegal yapmak zorundadır. Evet, kabul edilse de, edilmese de bu da bir zorunluluğun sonucudur. Aksi düşünülemez! Ülkemiz tarihi, legal örgütlenme ve barışçıl mücadele yürütenlerin başarısızlıklarının ve egemenlerin icazetlerine sığınmaya yöneldiklerinin tanığıdır. Tam tersine illegal örgütlenme ve silahlı mücadele yürüten örgütler çeşitli milliyetlerden emekçi halkımızın yüreğine kök salmış, yenilgi dönemlerinde bile mücadele ateşlerini harlandırabilmişlerdir.
M. Belge’nin söylediklerinin tersine, ülkemizde illegal ve silahlı mücadeleyi temel almayan hiçbir devrimci hareket başarılı olamaz.
Sonuç olarak, birkaç noktaya değinmek gerekiyor: Her ne kadar M. Belge’nin kitabını okuma olanağı olmadıysa da, yansıdığı kadarıyla, savunulan düşünceler yabancısı olmadığımız düşüncelerdir. Kökenini Bernstein revizyonizminde, ikinci enternasyonal oportünizminde bulan, Avrupa komünizmi ve modern revizyonizm akımıyla kaynaşan sınıf işbirlikçisi düşüncelerdir. Önceleri Marksizm’den sapma olarak görülen reformist-revizyonist akımlar bugün, Modern-revizyonistler de dahil, işçi sınıfı içinde burjuvazinin ajanlarıdırlar. “Sosyal demokrasinin, sosyalizmin Leninist yorumundan farklı yorumu” olduğu alayışının hiçbir geçerliliği yoktur.
Bu akımların özünde, devrim ve sosyalizm diye bir sorunları yoktur. Onlar, kapitalist (emperyalist ve bu zincire bağlı sömürge, yarı-sömürge) ülkelerde sınıf işbirliğini ve düzenin “demokratik”leşmesini, bir başka ifadeyle, sömürüye dayalı düzenlerin gediklerinin kapatılmasını ve ebedi kılmayı düşünüyorlar. Özel mülkiyetin ve dolayısıyla sınıfların ve sömürünün olmasına itirazları yok ama biraz daha “adil” olmasını istiyorlar, o kadar! Bunun Marksizm’le hiçbir ilişkisi yoktur. Soyut eşitlik, özgürlük, mutluluk ideallerine sahip olmak Marksist olmak için yetmiyor. Marksist olabilmek için; sulıf mücadelesinin varlığı ve bunun proletarya iktidarına varacağını ve artı, insanlığın özgür toplumuna varıncaya kadar sosyalizmde de sınıf mücadelesinin devam edeceğini ve geriye dönüşlerin de mümkün olabileceğini kabul etmek gerekiyor… Marksizm’in en temel tezlerini reddedenler Marksist olamazlar!
Belirtilmesi mutlaka gerekli olan bir nokta da; bu tür sapkın düşüncelerin ve ne yapacağını bilmez arayışların genellikle yenilgi dönemlerinde yoğunlaştığı, etkisinin yayıldığı gerçeğidir. Bunu gözden uzak tutmamalı, ideolojik/siyasi mücadelede okun ucunu esasta bu sağcı, sınıf işbirlikçisi teslimiyetçi anlayışlara yöneltmeliyiz. Yenilginin getirdiği depolitizasyon ortamının kırılıp ideolojik erozyonun önlenerek sağlam adımlarla yürümenin yolu buradan geçmektedir.
Bugün de işçi sınıfı kendisi için bir sınıftır.

Taşı Eline Alırken
Perdeci-Mehmet ESATOĞLU

Taşın eni boyu bir avuç. Taşın kenarları tırtıklı. Taş yıkıntının yan kenarında. Duruyor. Kenarında alta doğru, taşa özgü olmayan bir kırmızı. Bu kırmızı taşın üstünde olmasa ya da görünmeyen tarafta kalsa Perdeci, görmeden geçip gidecekti. Belki taş parçasındaki öykü size gelmeyecekti. Kırmızı saldı çağrışım. Perdeci durdu, taşı eline aldı. Tırnağının ucunu kırmızının üstünde şöyle bir gezdirdi. Kırmızı bu ince okşamaya dayanamadı, döküldü pul pul. Perdeci dökülenin boya olmadığını belki de böyle hissetti.
Taşın İçinden İnçe Ağıt-Bu fidanlar Bu güzeller Neden yatar, Neden yatar yerlerde Analar neden feryat eder Acı söyler Söyleyin ne oluyor Ne oluyor dünyamızda Yine kana mı susadınız efendiler… Perdeci taşın içindeki öyküyü sağma sevdasına kapıldı. Taş da taş gibi davranmayı bırakıp -belki de perdeci’nin avucunun sıcaklığından etkilenip- içindeki gizi dışarı akıtmağa karar verdi. Havada uçuşan kan lekelerinden öyküler yayılmaya başladı, yeryüzünün dört bir yanına.
Öyküler, renkli camda geçit resmi yapan resimler gibi. Her gece korkunç serüvenleriyle odamıza gelen dünyanın dört bir yanının genceciklerinki gibi. Parmakları pençe olmuş geliyorlar özgürlüğü tırnakla sökmeye. Geliyorlar, karanlığı korumak üzere önüne dikilmiş ne varsa yok etmeye. Ellerinde taş parçalan. Yalnızca.
Bu taş parçaları artık tarihin anahtarı. Kimileri alkışlıyor, kimileri dudak büküyor, kimileri de anlamsız boş gözlerle soruyor:
“Ne istiyor bu eli taşlı sopalı veletler, bu defterler kapanmadı mı hâlâ?”
Neden doluyor bu sokaklar, alanlar? Bir bilim adamı “İflas eden iktidarlar mideleri, kafaları dolduramadığı için, başlar sokaklar meydanlar dolmaya…” diye açıklar.
Meydanı dolduranların çoğu genç insanlar ve YARIN, onları herkesten daha fazla ilgilendirmekte.
Taşı eline alan çocuk, belki daha ilk gün -kafasında ve gövdesinde dayanılmaz acılarla doğdu. Babası gibiler için yapılmış hastanede doğmak, hele hele sağ kalmak bir mucizeydi. Taşı eline alan çocuk, sıcacık ana rahminde sekiz-dokuz ay idare edip gidiverirken dokuzuncu ayın dokuzuncu akşamı soğuğun ve bakterinin göbeğine düşüverdi.
İlk çıktığı an, dünyanın değişir kaderi sertlikle karşılaştı. Az maaşlı, bitmez saat çalışmalı doktor amcası kafatasını hırpalayıverdi ve ilk solukla yeryüzüne çığlığım atarken gövdesindeki ilk acıyla da böyle tanıştı. Bebek, çok iyi bir yere gelmediğim fark etti, ama geri dönüş yoktu. Anacığının koynunda doğru dürüst kalamadan diğer bebeklerle toplu bir odada “gözaltına” alındı ya da bebek aklıyla öyle sandı. Kapatıldığı oda sessizdi. Taşı yerden alan çocuk önce sağına soluna bakındı, beğenmedi sessizliği ve ilk kitlesel eylem çağrısını diğer bebeklere yapmak üzere haykırdı; uveaaaaaaaa…
Birkaç gün sonra getirildiği yerde, o “çocuk aklı” ve “beğenisiyle” duvarların duruşunu ve rengini pek sevmedi. Duvarlar, tıpkı evde arada bir yanağını okşayan çocukların yüzü gibi renksiz ve ruhsuzdu. O, burayı “bebek aklıyla” çok beğenmese de evdekiler bu anlamsız dört duvarı çok önemsiyorlardı.
Bebeklikten bir yaşına doğru giderken ana sütü sonrası ağzına tıkıştırılan şeyin nişasta olduğunu öğrenmese de tadından nasıl bir halt olduğunu sezinliyordu. Evdekiler bebeği bebek yerine koyuyorlardı. Yanında her şeyi rahatça konuşuyorlardı. Oysa bebek kardeşlerinin evde olmadığı bir gün beşiğin kenarından anne ve babasını izleyerek doğumunun leylek dışı faktörlere bağlı olduğu konusunda belli belirsiz bazı bilgilere bile sahip olmuştu.
Yaşadığı gecekondunun soğuğu ve rutubetinden uyuyamadığı bazı geceler babası gece vardiyasına gitmeden bir türkü söylerdi ona: Ben öpmeye kıyamazdım Belemişler kızıl kana (Yılmaz Güney’in 12 Mart’ta tutuklanmadan önce oğluna söylediği türkü)
Taşı eline alan çocuğun, bu türküyü dinlerken ve henüz bebek iken içini tuhaf bir hüzün kaplardı.
Taşlarla çok küçük yaşta tanıştı. Ülkenin bir yığın çocuğu gibi oyuncağı yoktu. Ve yine ülkenin bir yığın çocuğu gibi oyunu dehşetli seviyordu, önce taştan yuvarlaklar, sonra taştan kuleler, sonra taşla kafa-karış oyunu… Bir gün, taşla kırılan cam, başka bir gün sapanla vurulan kuş. Şakayla yarılan arkadaş kafası…
Sıcak bir yaz sonrası, taşı eline alan çocuğun yaşadığı evde anlayamadığı bir hava esiyordu. Babası, annesi ve sonradan kardeşleri olduğunu anladığı çocuklara kesik kesik bir şeyler anlatıyordu. Vc alnı boncuk boncuk terliyordu. Gecenin bir vakti, sokakta uğultular. Kapı aralığından dışarı süzülüyor, karanlıkta biraz ürkerek kalabalığın yoğun bulunduğu tarafa doğru ilerliyor. Babası yaşında biri yüksekçe bir yerden konuşuyor, onu dinleyenler ellerini birbirine çarpıyorlar. Hoşuna gidiyor, o da gülücüklerle birbirine çarpıyor ellerini. Hiç tanımadığı bir kadın onu kucağına alıyor. Yanağını seviyor. “Bunun anası kim?” diye bağırıyordu. Annesi kalabalığı yararak kadına yaklaşıyor. Yanağında hafif bir tokat patlıyor. Eve doğru yürüyorlar. Kendinden biraz büyükçeler sağa sola koşuyor ve kucaklarında taşlarla dönüyorlardı. Buldukları taşları evlerin etrafına yığıyorlar. O da, annesinin elinden kurtularak katılıyordu bir süre, bu taş toplama oyununa.
Gece, sigara dumanlı odada rahat uyuyamadı. Büyükler durmadan konuştular. Babasının sabaha karşı işe gidiş saatine kadar. Gökyüzü aydınlanırken herkes kapısının önüne çıkmıştı. Gecenin aksine gökte güneş, insanlarda sessizlik egemendi. Çok zaman öyle durdular. Taşı eline alan çocuğun karnı acıkmaya başlamıştı. Annesine yöneldi, yüz bulamadı. Bebek yüreğine korkular salan bu sessizliği açıklayamıyordu. Belki de yasanımda fırtına öncesi sessizliğiyle ilk tanışmasıydı. Öğleye doğru hafif bir uğultu giderek yükseldi. Kafalarında acayip şapkalı amcalar ellerinde sopalarla geldiler… Babasını ve diğer bütün babalan dövmeye başladılar. Bu dövüş babasının kızdığında popişine attığı iki şaplağa pek benzemiyordu. Amcalar televizyonda taş atan çocukların kollarını kıran amcalara benziyorlardı. Ortalık toz duman içindeydi ve hiç kimse bu gösterimden önce küçük seyircilere “İyi uykular” dilemiyordu.
Akşama doğru yenildiler, eh sopalı amcaların arkasında bekleyen nutukçu, şirin yüzlü belediyeci amcalar göründüler. Birkaç ay önce sokaktan babasının omzunda taşıdığı amca, “Yıkın” diye bağırdı. Babası, başı kan içinde “Yıkın” diye bağıran amcanın yanına yaklaştı, suratına tükürüşüyle birlikte yine dayak yemeye başladı. Annesinin kavgalı olduğu komşu teyze babasının dövülmesine dayanamadı. Suratına tükürülen amcaya “Siz mi bizden yanasınız?” dedi. Gece üşüdükçe babasını arıyordu. Babası yoktu. Bebek bütün gece yıldızları seyretti…
Perdeci, taşın üstünden pul pul uçuşan kırmızıdaki çocuğu tanıyıp tanımadığını düşündü, bulamadı. Eğer yıkıntılar arasında parmağını emerken dik dik bakan çocuk buysa, Mayıs Alanında şarkı söyleyen çocuk kimdi? Yoksa her ikisi de aynı çocuk muydu?
Geçmiş Mayıs’lardan biri, Mayıs Alanı bomboş. (Alanı boş bırakırsın da… boş bırakılır mı sanırsın.) Alan işgal altında, insanlar gelip geçiyor, sanki o gün bayram değil. Bayram belleklerden kazınmış. Birçokları yirmi-otuz yıl yaprak kımıldamayacağı inancında. Taşı eline alan çocuk, babasının elinden tutmuş yürüyor. Perdeci çingenelerin çiçek sattığı yöne yürüyüp yakasına karanfil takmak sevdasında. Tam önünde yürüyorlar. Perdeci onları geçmek isterken bir ezgi durduruyor onu. Ezgiyi söyleyen babasının elinden tutmuş küçük bir çocuk. Çocuk alandaki bütün tedirgin bakışların aksine kendine özgü bir gülücükle seyrediyor çevresini. Koca kente emir yağdırmışlar: “Mayıs Alanında Mayıs sarkılan söylenmeyecek!”
Ama yeryüzü, ama şarkılar, ama insanlar der ki;
Ne emirle: döner dünya,
Ne emirle yankılanır şarkılar
Ne emirle açar gözlerini
yeryüzüne çocuklar…
Taşı eline alan çocuk, çevresinde yarınını yok etmeye silahlanmış insanlardan habersiz bir ezgi söylüyor dudaklarının arasından. Bu ezgiyi ağabeyinin okulunda bir hafta önce yirmi üç Nisan töreninde öğrenmiş. Söylüyor coşkuyla:
Çok büyük bayram bu bayram, Herkese kutlu olsun. Çok büyük bayram, bu bayram, Herkese kutlu olsun.
Perdeci, Mayıs Alanının orta yerindeki bu kendiliğinden, bu habersiz “muhalif” sesi keyifle dinlerken çocuğun babası birden durumu kavrayıp kolundan sertçe çekerek susturuyor onu. Aslında sözlerde bir sorun yoktu, ama çifte standartlar ülkesinde bir hafta önce törenlerde rahatça söylenebilen bir marşın nakaratı bile zamana ve mekâna göre sakıncalı olabiliyor.
Perdeci, Çingeneden karanfil alamadı. Sabahki kimi satışlara öfkelenen bazı görevliler çiçekleri asfaltta ezmişlerdi. Karanfil bulamayınca o da küçük çocuğun ezgisini yakasına taktı Mayıs karanfili diye.
Ezik Mayıs karanfillerinin dağlar oluşturduğu ülkede taşı eline alan çocuk, yatılı hemşire okulunun bahçesinde bulanık sulu havuzun hemen kenarında boya ile bütün ilişkisini yitirmiş bankın üzerinde gözbebeğinde yıldızlar saklı bir kızla oturuyor. Yüreklerinde yalnızca o yıllara özgü tanımı zor bir duyguyu yaşıyorlar, gözleri bulanık sudaki kırmızı balıklarda. Bu kısacık düş gibi anı bıçak gibi kesiyor, iki adet genelde genelev bekler, namus düşkünü, görevli.
Bir gün, kuru yalandan bıkan gencecikler ellerini boşlukta gezdirmeye koyuluyorlar. Yürekleri suskunlukları parçalamaya yönelmişti… Boşlukta gezinen eller, avuçlarını birer taş parçasıyla doldurdular. Ve şeytan taşlar misali Asya’da, Latin Amerika’da, Avrupa’da ve Afrika’da ellerindeki taşları, özgürlükle aralarına kurulan engellere savurmaya koyuldular.
Perdeci, üzerine kan pıhtıları bulaşmış taşı aldığı yere bıraktı usulca. Belki bir gün taşı eline almak isteyen başka bir çocuğa gerekebilir diye…

Dünden Ötelere Uzanan Bir Ses: Nazım Hikmet
“Ben şiirde realiteyi bütün mürekkepliği, mazi, mal, istikbâl unsurlarıyla ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istiyorum.”
“Bakar bakarım yokluk çölüne, / kimi yola çıkmış gelir, / kimi sonra gelecek, / kimi gelmiş gitmiş.” dese de ozan, öyle isimler var ki; mutlulukları çileleri ile yanlışları-doğrulan, sevapları-günahlarıyla, fırtınalarla dolu bir ömrü sonladıktan sonra da yaşarlar. Yaratımlarının güçlü etkileri, onları yaşatılır kılar; türküleri yaratanlar fermanları yazanlardan daha güçlüdür özdeyişinin hakkını verircesine.
Son yıllarda şiir adına -genelde sanatın tüm dallarında-, şiirsizliğin, toplumculuk adına bireyciliğin, öfkenin, umudun, isyanın, hesap soran hareketliliğin karşısına kaderciliğin, yalnızlaşmanın teorileştirildiği “şiir üretimleri” bulaşıcı hastalık oldu bazı çevrelerde. Küçük kent-soylu ruh halinin ikircikli dünyası ülkenin ve çağın sorunlarından kaçkınlıkta ifadesini bulurken; estetik öğelerin korunması, yetkinleştirilmesi adına içeriğin hançerlenmesinin iniltileri küçük dünyalarından taşarak dört bir yana savruldu. Her siyasi-sosyal, toplumsal çalkantının, alt-üst oluşların ardından aynı iniltiler yükselmiştir, bu çevrelerden. Bu bir rastlantı değil elbette. Her dönem değişik kılık ve adlandırmalarla “seçkinciliğin”, bireyciliğin, yaşanmış ve yaşanacak olanlardan kaçarca-sına içe dönüşün, ne idüğü belirsiz bir “hümanizmanın” teorileri şiirde “yeni arayışların son buluşları olarak üretildi. Şu güzelim “özgürlük” en fazla onların hakkı, bunalım, sıkıntı, onların kaypak ruh hallerine en sadık katıktır her zaman. Her depremden sonra yaşanan acılarla alay edercesine başsağlığı dileyerek vaatlerde bulunanlar gibi, “bizim sanatçılarımız” da duyarlıklarını, yeteneklerini kötüye kullanıp acıların pazarlanmasında, duyguları sömürerek kazanç sağlamakta epeyce ustalaştılar.
Bu ülkedeki son on yılı iliklerine dek yaşayan, bugüne ve yarına sorumluluk bilinciyle bakan insanların görmekte hiç de güçlük çekmediği “sanatçı aydın”ın tavırsızlıkta ifadesini bulan tavrının sıralanan özellikleri başlı başına ayrı bir yazının inceleme-araştırma konusu olduğundan kısaca değinmek gerekti. Çünkü yaşamının üçte ikisi dayanağı olmayan suçlamalarla cezaevinde ve zorunlu gurbette geçen devrimci şair Nazım Hikmet’i ölümünün 26. yılında, mevcut “sanatçı-aydınlarla” karşılaştırma anlamında olmasa da, sanat özellikle de şiire bakışıyla anmak hatırlamak yerinde olur.
Dünyada ve ülkesinde üzerine en çok yazılar yazılan, kitapları basılan az sayıdaki yaratıcılardandır, kimilerince mükemmelleştirilmiş, kimilerince eleştirinin ötesinde değersiz bulunmuş. Bunlar bir yana, hemen her ilerici-devrimci düşünceyle tanışandan-pati duyan insan Nazım’ın şiir dergâhından şöyle bir geçmiştir denirse abartma olmaz. Kaldı ki, ileri-devrimci şeyler savunmayan çok değişik katman ve düşüncedeki insanlar bile, Nazım’ın şiirinin hakkım vermekten kaçınmazlar. Ondaki duyarlı aydın sorumluluğunun, iç zenginliğinin, çağının, yaşadığı dönemin gerçekleriyle bütünleşmesi bir rastlantı değildir. Bugün Türkiye’de ve dünyada kapitalizmin kendi kendini yiyerek çürüttüğü iflah olmaz değerleri karşısında, insanlığın altın çağının edebiyattaki sesi, devrimci şiirin ustalarından biri kabul edilen Nazım, sadık, özverili ve tutkulu bir şiir işçisidir özünde. Her sanat eseri bir karşı koyuştur. Ve şiir başlı başına bir isyandır. Bu, Nazım’ın şiiri için söylenmişçesine O’nun şiirlerinde yerine oturur.
Ülkede Ulusal Kurtuluş Mücadelesi yılları o’nun her yönüyle ilk gençlik yıllarıdır. Aynı yıllar genç SSCB’nin de utkusunun ilk gençlik yıllarıdır. Nazım, Osmanlı aristokrasisine ait bir aileden gelmenin eğitim avantajlarını içinden çıktığı sınıf için değil, ait olmadığı bir sınıfın dünyası için bilinçli kullanabilmişse, bunda, genç Sovyetlerin ve orada geçirdiği kısa ama dolu geçen öğrenimin doğrudan payı vardır. Nazım deyince isyanın şiiri gelir akla. Evet, İstanbul’un işgal altında olduğu yıllarda milliyetçi duygularla yazmış olsa da, öğretmeni Y. Kemal’den etkilenerek kısa bir dönem divan edebiyatı nazım ölçüleriyle yazmış da olsa, işçi sınıfı biliminin kapı tokmağına başını çarptıktan sonra bugün, hâlâ aramızda, kavganın, sevdanın, hasretin ve umudun su katılmamış tüm alanlarında yaşamın dilimizde yer bulan şiirlerinde, o isyan hâlâ isyanda…
Devrimcisinden demokratına, “ince zevkli bürokratından” işçisine kadar, insanları etkileme gücü kalıcı ise, O’nun şiirine, kaderciliğin, teslimiyetin, iç çekişin değil; haykırışın, hareketin, değişimin damgasını vurduğundandır.
Ustası olduğu kadar şiirin disiplinli becerikli işçisidir de dedik. O şiirdeki büyük köşelerden birine sahipse; bunu, işçiliğine borçludur. İşçilik: şiirdeki sanatsal imgelem ile şiirdeki sanatsal gerçeklik arasında kurulan, kabalığı, eskimemişliği, evrenselliği bir bütün olarak içeren bir köprüdür, sanatçı/şair için -Nazım’ın bu köprüsü salt şiirle de sınırlı değildir-. Nazım’ın “köprüsünü”, içerik sabit kalmak kaydıyla hiçbir biçimi denemeyi reddetmeyen şairi, kendisinin şiir tekniğini ve anlayışım içeren yazılardan aktarmakta yarar var.
“… her satın; esas muhteva tutularak; o muhtevaya göre o satırın ritmi, ahengi, vezni, sesi, deyimi bulunarak işlemek yetmez, o satırla ondan önceki ve sonraki satırlar arasındaki münasebeti de ayarlamak, yine muhteva, esas, ritmi, ahengi, sesi, vezni düzenlemek lazım.
Bütün bunlardan başka, tempo meselesini de göz önüne almak lazım. Böylelikle en vezinsiz denilen şiirler haddizatında en mürekkep vezinli olur, bundan dolayı da vezinsiz şiir yoktur.”
“Bence, şiir denilen nesne: vezinli, kafiyeli ve söylenmeğe değer sözdür, kafiye ve vezni bendeniz, N. Hikmet kulunuz, en geniş manasıyla anlar. Şöyle ki: bizim şiirimizde, aruz ve hece vezinleri gibi, kayıtlı vezinlerden tut da, bunların çerçevesi içindeki müstezat, durakları değiştirmek, durakları büsbütün kaldırmak gibi çeşitli formüllerden, yine birçok çeşitleri olan ve “serbest vezin” denilen -bu serbest sözü de yerinde değildir- çeşide kadar şiir denilen kelam mutlaka ölçülüdür. Disiplinlidir. Hatta bu ölçü ve disiplinin bir başka çeşidini, lakin kemiyet bakımından değil keyfiyet bakımından bir başka çeşidini, nesirde dahi görürüz. Arada böyle bir fark olması, nesre vezinli söz dememize mani olur. Nesir, ana hattında, malumu ihsanınız, -ana hattında diyorum- uzun ve kesintisiz satırlar halinde yazılır ve öyle okunur. Şiir ise hangi vezinle yazılırsa yazılsın mısra halinde yazılır ve öyle okunur.” (1)
İşçiliğinin malzemeleri; sıradan insanlar, sıradan insanlarının özelliği, daha önce keşfedilmemiş ama hep yeni kalan insanlar. Acılar, haksızlıklar, eşitsizlikler, haksız savaşlar, yaşanmış-yaşanamamış sevgiler, insana dair ne varsa, hayat ve kavga… O, gerçek olan yaşanmış-yaşanacak olan her duyguyu, nesneyi ve birikimi üretiminin ham bir gereci olarak ele almış, bıkmadan, şevkle, tutkuyla işlemiş durmuş. Ülke, sınır, insan farkı gözetmeden “malzeme” ve birikimlerini dünyanın her yerindeki ezilen ama mutlak yarını olan sınıf için, harmanlamış, yeniden üretimini, Nazım deyince akla şiirin gelmesine sebep özgünlüğünü yitirmeden yaşayan bir canlı olarak gerçekleştirebilmiştir. “Yalnız” kendi edebiyatımın değil, tanıdığım bütün edebiyatların geleneklerinden faydalanmak istiyorum. Tabii gerekirse. Bazen de kendi edebiyatımın geleneğinden bile faydalanmak istemiyorum. Her eserde mutlaka bir geleneğin geliştirilmesi gerektiğine de kani değilim. Her sanatkâr ömrünün sonuna kadar arayacaktır. Bu arama seyrinde her konkre öze en uygun şekli bulmaya, kendi kendini tekrarlamamaya, şahsiyetini muhafaza etmekle birlikle taklit etmemeye çalışacaktır. Hiçbir değişmez, mutlak sanat kaidesi tanımayacaktır. Denenmiş birçok sanat kaidelerinin tecrübelerinden elbette ki faydalanacaktır. Ama sadece faydalanacaktır. Onları bir sıçrama tahtası olarak kullanacaktır, ayaklarına pranga yapmayacaktır. Bu gelenekler bahsinde iki çift sözüm var. Biz, kendimizi, bütün insanlıkça yaratılmış değerlerin, bütün insanlık kültürünün mirasçısı sayarız. Burada bütün insanlık tabirine dikkat nazarınızı çekerim. Bütün insanlık, yalnız Avrupa, yalnız eski Yunan, Roma, Rönesans değildir, Asya’sıyla, Afrika’sıyla, yeni Amerika’sıyla bütün dünyadır. Çin, Japon klasikleri Hint, İran, Türk klasikleri ve halk sanatkârları, genel olarak bütün bu ülkelerin insanlık kültür hazinesindeki payları, Avrupa’nın payından, eski Yunan Roma ve Rönesans’ın payından hiç de aşağı değildir. Resimde de, şiirde de, heykelde de, edebiyatta da, raksta da bu böyledir.” (2)
Son zamanlarda kimi çevrelerce bilinçli olarak Nazım’ın şiirlerinin devrimci özü boşaltılarak “yöneticiler dâhil her türlü insanın” saygısına, övgüsüne layık seçkin bir şair olarak lanse ediliyor. Sanki tarafı olmayan, sınıflar-üstü bakış açısıyla yaratmış şiir “ustası” imişcesine. Sanki şiirleri için kovuşturma açılmamış, şiir kitapları evlerde bulunduğunda, “örgüt üyeliğine” delil sayılan yasak yayınlardan sayılmamışçasına, “herkes” Nazım’ın kadrini bilmeye başladı.
İlk gençlik yıllarında Kemalizm’e bakışında ve fırtınalı ömrünün seçeneksiz son yıllarında hatalı rüzgârlara kanat açmış olsa da, O, devrimci bir sanatçı aydın olarak istikrarlı bir biçimde şiir ve düşüncelerinden dolayı uğradığı haksızlıklar ve baskılar karşısında baş eğmez bir tavır almıştır. Bu tavır alış (ülke içinde ve tüm dünyadaki haksızlıklara ve ezilenlerin utkusuna sahip çıkabilmiş ender evrensel sanatçı-aydındır) cezaevlerinde sürmüş, somut ifadesini yazdığı şiirlerde bulmuştur; nesnel gerçekliği tüm çıplaklığıyla göz önüne seren, olayın, “nesnenin” özünü kaybetmeden verebilen, yaşamın içinden imgelerle içerik korunurken, şiirindeki derinlik, çarpıcılık da hedefini buluyor. Somut bir olayı, olguyu ya da bireyi/bireyleri ele alırken çıkış noktası, içeriği kadar net olan bir şey de; özgül durum ve özelliklerin Nazım’ın şiirindeki kendi “müziği” ile içeriğin gücünü, derinliğini, özgünlüğünü yok etmeden,  soyut değil somut olarak hayat ve okuyucu ile bütünleşmesidir.
Şiirlerindeki zorlu işçiliği, şiirlerini anlaşılır, her donem kavranılır kılıyor; “…Sanatkâr, halka türküsünü dinletmek için en uygun şekilleri durup dinlenmeden, ömrünün sonuna kadar aramak zorundadır. Bazen bu araştırmalar aylarca suren bir baş ağrısından, sinir bozukluğundan başka sonuç vermez. Olsun Bazen yanılır. Yanılsın. Başı aylarca ağrımayan, sinirleri bozulmayan, sanılmayan sanatkâr olduğu yerde sayandır.” (3) derken Nazım, “seçkin” bir avuç aydın için yazan-üreten “sanatçılar”dan farkını açıkça dile getirir.
Sanatın her alanında tek tek Nazım’lara her zamankinden daha fazla gereksinim var. İçinde bulunulan sosyo-ekonomik yapı ve onun üst yapıdaki çürümüşlüğü, kokuşmuşluğu, çözümsüz, bunalmış yığınlarca insanın yüreğini yeni bir dünya için yeşertebilecek, kafalarda o’nun ışığını yakabilecek tek tek sanatçı aydınları her zaman gerekli kılıyor. Ama, işçi sınıfı ve o’nun özlemleriyle donanmış, yarının güzel dünyası için tutkulu ve örgütlü yaratıp-üretemedikleri sürece, ikircikli dünyalarının loşluğunda, yalnızlıklarında üşüyerek varlıklarını sürdüreceklerdir. Devrimci sanat ve devrimci sanat için mücadelede ne denli uçta, kararlı, tutkulu olsalar da tek tek sanatçıların dağınık gücü, değiştirme, dönüştürme, yeni olanın temellerini atmada yeterli olmayacaktır.
İşte Nazım’ı 26. ölüm yıldönümünde kendi şiirleriyle anmamızın nedeni, O’nun Türkiye ve dünya devrimci şiirindeki hak ettiği yeri veren yaratımlarının rehberi olan anlayışıdır.
“Şair oldum olalı, güzel sanatlardan beklediğim, istediğim şey, halka hizmetleri, halkı güzel günlere çağırmalarıdır. Halkın acısına, öfkesine, umuduna, sevincine, hasretine tercüman olmalarıdır. Sanat telâkkimde değişmeyen işte budur. Geri yanı boyuna değişti, değişiyor, değişecek. Değişmeyeni en dokunaklı, en usta, en faydalı, en güzel, en mükemmel ifade edebilmek için durup dinlenmeden değiştim, değişeceğim.” (4)
Dipnotlar:
1) Nazım’ın Bilinmeyen Mektuplarından, Adadet Cimcoz’a sf. 35-37
2) Nazım Hikmet Yaşamı, Eseri, Sanatı- A. Bezirci sf. 234
3) Agy, s.237
4) Agy, s.238

Röportaj: Cezaevi Edebiyatı
“Talan Bir ömrün Ortasında” adlı bir şiir kitabı yayınlanan ve kitabındaki bir şiiri ile Güneş Gazetesi Şiir Yarışması’nda ödül alan Namık Kuyumcu ile cezaevi edebiyatı konusunda Sedat Şanver’in yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.
SEDAT ŞANVER: Namık, baştan başlayalım istersen? Ne zaman hapishaneye girdin ve kaç yıl yattın?
NAMIK KUYUMCU: 1980 Eylül’ünün hemen sonrasında girdim. Ereğli, Konya, Kayseri Malatya gibi ceza ve tutukevlerinde yaklaşık altı yıl yattım.
SEDAT: Edebiyatla cezaevinde mi tanıştın? Şiirinde cezaevinde yatmanın etkileri var mı?
NAMIK: Edebiyatla, cezaevinde tanıştığım söylenemez. Girmeden önce de kitap okur ve şiir yazmaya çalışırdım. Çalışırdım diyorum, çünkü şiir yazmak; bu konuda yetenekli olmanın dışında belirli bir eğitimi ve disiplinli bir çalışmayı gerektirir. Belirli bir düzeyde ekonomi, politika, tarih, sosyoloji, psikoloji ve felsefe bilgisi gerekir. Ki bu da giderek şairin bilimsel bilgiyle donanması ve daha gelişkin bir beğeni düzeyine sahip olması yolunu açar. Yani aslolan, şiire eğilimli olmanın dışında bilinçli bir emek verme ve zamanı en iyi biçimde kullanmadır.
Bu saptamanın ışığında, cezaevine girmeden önce yaşamda konumlanışım gereği ve toplumsal-siyasal sürecin bireyselliğimi etkilemesi ölçüşünce, ben de pek çokları gibi doğrulardan ve yanlışlardan payıma düşeni almıştım. O zamanlar yaşımın çok genç oluşu bile eksikliklerimi ve yanlış etkilenimlerimi haklı çıkartmaz, çıkartmama!
İçerde yazdığım şiirlerde kuşkusuz ki, o nesnel koşulların ve yaşanılanların etkileri vardır…
SEDAT: Cezaevlerindeki kültür, sanat ve bilgilenme ortamını biraz anlatabilir misin?
NAMIK: Aynı mekânı sınırlı ilişkilerle uzun bir süre yasamak zorunda bırakılmak, toplumsal-siyasal uğraşıda misyon yüklenmişlerde “zamanı en iyi nasıl değerlendirebiliriz”in yanıtını vermeyi de dayatıyor. Uzun yıllar sırtına yüklemişlerin kendilerinde buldukları yanıtla (olumsuz yanıtlar bulup zamanı öldürenler de var) genelde bilgilenmenin ve kültürlenmenin, özelde de sanatın kapıları zorlanmaya başlıyor.
Sağlıklı bir çalışma ve yöntem-bilim izleyebilenler, bir süre sonra yabancı bir dil öğrenebiliyor, belirli bir konuda bilgi birikimi edinip yetkinleşebiliyor, dünyaya, olaylara ve insanlara daha boyutlu bakabilmeyi, daha engin düşünüp, olgun davranmayı başarabiliyor. Kendini sorgulayıp eleştirebilmeyi ve eleştirilebilmeyi öğreniyorlar.
SEDAT: 80 öncesi devrimci-demokrat gençliğin genelde, kültür ve sanatla ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsun?
NAMIK: 12 Eylül 1980 öncesinde büyük bir çoğunluğun kültür ve sanatla çok zayıf ilişkileri olduğu düşüncesindeyim, örneğin roman ve şiir kitapları konusunda çoğunluğun ilgisi belirli kitaplarda toplanmıştı. Bu kitaplar listesi de çok sınırlıydı.
Bir resim veya fotoğraf sergisine ilgi gösterenlerin, sanat-estetik yönü yüksek, sinema ve tiyatro izleyenlerin ve klasik müziğin ne olduğunu bilenlerin sayısının çok az olduğuna inanıyorum.
Örneklersek; Turgenyev veya Gogol’ü kaç kişi okumuştur? Beethoven ve Vivaldi’yi kaç kişi dinlemiştir? Bir resim ya da fotoğraf sergisini değerlendirecek beğeni düzeyine kaç kişi ulaşmıştır? Ve en az bunlar kadar önemli olan: Bir sevgiliyle el ele tutuşmanın güzelliğini kaçımız yaşamıştık?
Diğer bir yaklaşımla; burjuva saldırının ne olup olmadığı kavranmadan, atlanarak, doğrudan sosyalist sanat ve kültür öğrenilmeye ve sahiplenilmeye çalışılmadı mı? Ve bu eksik yaklaşım, sosyalist kültür ve sanatın da doğru olarak ve tam değerleriyle anlaşılmasını bazı yönlerden engellemedi mi?
Ama bu atlamalar ve eksiklikler, ülkenin o koşullardaki yaşanan toplumsal siyasal dinamizminin sonuçlarıyla doğrudan ilgiliydi. Yani, barikatlardakilerin gerçekleri biraz daha başka yerlerdeydi… Sanırım bunu hepimiz anlıyoruz.
SEDAT: Peki, Namık, burjuva kültürünü ve sanatım bilmekten söz ediyorsun. Bu, sosyalistlere ne kazandırır?
NAMIK: Bir şeye karşı olmak, o şeyi iyi bilmeyi gerektirir. Bilinmeyenin, çözümü ve eleştirisi yapılmayanın yadsınması, sağlıklı değildir. Kaldı ki, oluşturulacak alternatifte, eski yadsınırken, ondan alınabilecek bir şeylerin olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Yani, burjuva kültürü ve sanatına tavır alınırken sosyalist bir yöntem-bilim izlenmelidir.
SEDAT: Başka bir konuya geçelim istersen. Bir süredir cezaevlerinde yatan insanların ürünleri kitaplaştırılmaya başlandı. Hatta Belge Yayınlan ‘Yeni Sesler’ adı altında bir dizi başlattı. Senin kitabın da buradan çıktı. Bu kitapların giriş yazılarında, yaşayanların bizzat kendi kalemlerinden oluşturulan “alternatif bir edebiyattan” söz ediliyor. (Hemen eklemek istiyorum: Senin kitaba dek böyle bir giriş yazısı vardı. Ancak, senin kitabında kaldırıldığını, değiştirildiğini gözlemledim.) Şimdi böyle bir girişimde, bu dizide çıkan kitaplar ve yayınevinin öne sürdüğü “alternatif edebiyat” görüşü hakkında ne düşünüyorsun?
NAMIK: Kitap basmak için üste para almanın, ahbap çavuş ilişkileriyle kitap çıkartmanın, birçok yayınevinin yayıncılık politikası olduğu bir ortamda; Belge Yayıncılığın bu girişimi, yukarıda belirttiğim anlayışa, ideolojik ve etik anlamda olumlu bir tavırdır.
Genç ömrünü düşünceleri uğruna seferber edenlerin yazdıkları, günışığına çıkartılmalıydı elbette. Bu dizide çıkan kitaplar ve Belge Yayıncılığın girişimi bir sorumluluktur. Bu sorumluluğu ben de sahipleniyorum.
Bununla birlikte, Yeni Sesler dizisinin giriş yazısı, çıkma gerekçesi olarak iddialı bir biçimdedir. (Biz elbette iddialı olmalıyız, söylemek istediğim başka bir şey…) “Alternatif edebiyat” anlayışı, daha doğru bir ele alışla, geçmişi köklü bir değerlendirmeyi, bu alternatifin sanat felsefesinden kuramına, estetik ele alıştan bunu bütünleyen manifestosuna dek altyapısını oluşturmayı gerektirir. Bu anlamda, Yeni Sesler dizisinin “alternatif edebiyat” savı, belirttiğim eksiklikleri içermektedir. Dizinin ağır basan yanı, daha çok, belgesel bir edebiyat olması niteliğidir. Ürünlerin estetiksel-sanatsal değerlendirilmesi yapıldığında; yaşanan nesnel gerçekliğin daha çok belgesel aktarımı, yansıtımı söz-konusudur. Dizide çıkan kitapların birbirinden niteliksel farkları da bulunmaktadır, örneklersek; çıkan beş şiir kitabı içinde Mehmet Çetin’in kitabı diğerlerinden, izlek, dil, biçem ve arayış gibi konularda daha yetkin, daha özgündür. Romandan örnek verecek olursak; Abdulkadir Konuk’un ikinci kitabı “Çözülme” hem kendi ilk kitabından, hem de diğer kitaplardan daha başarılıdır. Kurgu, dil, anlatım ve malzemeyi kullanma açısından yani…
SEDAT: Yine bu diziden çıkan kitapların, gerek giriş ve tanıtım, gerekse kitapların kendilerinde bazı yazım yanlışları bulunmakta. Bu konuda ne düşünüyorsun?
NAMIK: Söz konusu olan yazıya dayalı bir çalışmaysa, kuşkusuz ki yazım kurallarının önemi büyüktür. Bu yazım yanlışları, yazar veya şairlerin gerek olanaksızlığından, gerekse yetersizliğinden kaynaklanıyor olsa bile, yayınevinin bu konuda gerekli sorumluluğu taşıması gereklidir. Yayınevinin bu konuda daha dikkatli olması ve yöneltilen eleştirileri ciddiye alması gerekmektedir.
SEDAT: Son zamanlarda cezaevi edebiyatından söz ediliyor. Tersinden soruyorum: Cezaevleri edebiyatçı (genelde sanatçı) yetiştirmesi açısından bir okul mudur?
NAMIK: Cezaevlerinin, o koşulları değerlendirebilenler için, genel anlamda bir okul olduğu doğru. Bu, bireyin o koşulları nasıl aldığına ve olanakları nasıl değerlendirdiğine bağlı. Bu konuda,” herkes için geçerli olan genel geçer bir reçete sunulamaz.
Sanatçı-edebiyatçı olabilmek ise çok başka bir şey. Yetenek, eğilimli olmak, eğitilmiş olmak ve bilinçli bir emek gerekir. Bu da yetmez… Örneğin, yaşanan anın ve ortamın dışına çıkabilmek, kiminde haylaz bir çocuk çığlığı olup rüzgârla yarış tutmak, kiminde titreyen bir yaprakta gülümseyen yağmur damlası olabilmek demektir. Yani sanatçı olabilmek, bilgili ve bilinçli olmanın da dışında bir yerdedir bence. Bilgili ve bilinçli olmak, belki sadece sanatçı-edebiyatçı olabilmenin başlangıcı sayılabilir… Aksi halde cezaevlerinde yatanların hepsinin sanatçı-edebiyatçı olması gerekirdi. Ya da tersi, sanatçı olabilmek için ille de cezaevinde yatmak gerekirdi…
SEDAT: Cezaevlerinde yazan insanlara birçok eleştiri geliyor. Yazım kurallarından, estetik konulara dek. Bu konuda ne diyorsun?
NAMIK: Bu eleştiriler cezaevinde yatan insanların ürünlerinde odaklaşsa da, sorunun edebiyatla uğraşan herkesi bağladığım düşünüyorum. Dışarıda da olsa, içeride de olsa; yeni olmanın, ilk olmanın eksiklikleri olarak değerlendiriyorum…
Bu anlamda, güncele hapsolmadan, ‘içerideki/dışarıdaki’ gibi mutlaklaştırmalara teslim olmayan, kendi gerçekliği dışındaki nedenlerle abartılmasına ve yoksanmasına kanmaksızın, ancak nesnellik taşıyan eleştiri ve uyarılara kulak vererek, kendini-ürününü her an sorgulayabilmenin ayrımında olanın süreç içinde daha da gelişebileceğine inanıyorum. Ki bu zaten sevgidir, saygıdır. Benimseme ve sahiplenmedir. Sanata ve edebiyata karşı bir ciddiyettir.
SEDAT: Söylediklerine eklemek istediklerin var mı?
NAMIK: Evet, unuttuğum bir şey var, daha önceki soruyla ilgili…
N. Çelik konusunda, olumlu olumsuz pek çok şey söylenmesine rağmen, birkaç kişinin dışında şiirini eleştiren ve yol gösteren olmamıştır. Birçok edebiyat dergisi ve edebiyatçı da buna dâhildir. Bir taraf abartır “seni sevmeyen ölsün”ü getirirken, bir tarafta “sen neymişsin be abi” küçümseyiciliği ve yok saymacılığı içindedir. Herhangi bir taraf olarak N.Çelik bu tartışmalara katılmamaktadır. Bu iki tutumu da doğru bulmuyor ve eleştiriyorum. Üstelik biraz şaşırıp üzülüyorum… İnanıyorum ki N. Çelik de şaşırıyor ve üzülüyor bu noktaya nasıl geldiğine… Ama değiştirmek için bir şey yapmıyor. Kim bilir, birileri, kendisini N. Hikmet’le kıyaslarken, belki de ‘sükût’u saygıdan sayıyor…
SEDAT: Peki Namık, söyleşinin sonuna geldik. Son söz anlamında söylemek istediğin bir şey var mı?
NAMIK: Son birkaç yıl içinde, ideolojik-politik formasyon taşıyan dergiler çoğalmaya başladı. Sanat adına yer alan ürünlerin çoğu kolay, ajitatif, iletim selci (salt) ve boyutsuzdur. Ve bu dergiler giderek, sonraki sayılarında, kültür ve sanat sayfalarını azaltmakta, hatta tümden kaldırmaktadırlar. Hem de pek çok şeyin “sorgulandığı”, ”değerlendirildiği”, ve “aşılmaya” çalışıldığı bir dönemde… Hem de “çıkış” ve “başlayışlarını iddialı tespitlerle gerekçelendirmelerine rağmen…


“Azgın” Olan Kim?

Sultan Aslan ve Emine Bahadır, “ölü olarak ele geçirildiler”… Böylece “hak ettikleri cezayı” da buldular… Bu, “iki azgın dişi”nin sonu oldu!
Hürriyet Gazetesi’nin 2 Temmuz 1989 tarihli sayısında, 2 PKK militanıyla ilgili haber işte böyle verildi. Devleti “korumak ve kollamakla” yükümlü Hürriyet Gazetesi, bir haberle birkaç kuş birden avlamaya çalışıyor. Hürriyet Gazetesi, ava çıkarken, egemen ideolojiyi yanına silah olarak alıyor. Silahın cinsi cibilliyeti ve mantığı da belli: Devrimciler, kurtuluş savaşı militanları “ölü olarak ele geçirilirler”. Ele geçirmenin yöntemlerinden biri olarak öldürmek meşrulaştırılır böylece. O, yeri geldiğinde canla başla savundukları “hak hukuk devleti”, yargılamadan infaz anlamına gelen bu ölümler karşısında sesini çıkarmaz. Çünkü, devrimciler, kurtuluş savaşı militanları, mücadeleleriyle “ölümü hak etmişlerdir!”
Hürriyet Gazetesi’nin, PKK söz konusu olduğunda doruğa çıkan saldırganlığı, bu haberde bir başka boyut daha kazanıyor. Gazete, ağzından kuduz köpükler saçarak, “iki azgın dişi” diye tanıtıyor PKK militanlarını. Öyle ya, hem PKK militanı olacaksın, hem de kadın! Bu kadarına dayanabilir mi Hürriyet? Kadınlar, soyunup dokunup “sanat adına” açıklamalarıyla Hürriyet’in arka sayfasına yakışırlar ancak. Bir kadının, ulusu için eline silahı alıp dağa çıkması ise, olsa olsa “azgınlıkla”, hem de “azgın dişi” olmakla açıklanabilir.
Hürriyet Gazetesi, “iki azgın dişinin sonu”nu, ibret-i âlem için fotoğraflarla da destekler. Herkes bu sonu görsün (hele kadın haliyle), oturduğu yerde otursun diye…
Bir zamanlar, ölülerin üstlerine gazete kâğıtları örtülürdü. Sonraları, Babıâli ceset satışının kârlı olduğuna karar vermiş olmalı ki, ölü fotoğrafları en ince ayrıntılarıyla, üstleri örtülmeden yayınlanmaya başlandı. Bu kez de Sultan Aslan ve Emine Bahadır’ın üstlerinde gazete örtülü değil. Gencecik bedenleri olduğu gibi teşhir ediliyor gazetede. Ama belki de böylesi daha iyi… Ola ki, birilerinin aklına üstlerine gazete örtmek gelirdi. Ve ola ki, bu gazete, “Türkiye’nin en çok satan gazetesi” olmakla övünen Hürriyet olurdu… İyi ki, Sultan ve Emine’nin üstüne gazete örtülmemiş. Hürriyet’in pisliği bulaşırdı üstlerine…

Ceyhan Cezaevi’nden: Devrimci Demokrat Kamuoyuna
12Eylül’de işbaşına gelen askerî-faşist cunta, dışarıda olduğu gibi cezaevlerinde de dizginsiz saldırılar başlattı. Devrimci tutsakları siyasi kimliklerinden soyutlamak için ideolojik, askerî ve siyasi yaptırımları dayatarak insani hakları gasp etti ve onlar üzerinde yeni işkence yöntemleri uyguladı. Bu uygulamaların son örneği 1 Ağustos Genelgesi’dir. Tutsakları robotlaştırmayı, tek tipleştirmeyi amaçlayan bu genelge tüm cezaevlerinde uygulanmaya çalışıldı; ancak siyasi tutsakların etkin ve kararlı direnişi dışarıdaki kamuoyunun desteği ile birleşince genelge resmî olarak kaldırılmasa da pratik olarak uygulanamadı.
1 Ağustos Genelgesi, kararlı direnişler sonucu uygulanamadı, ama egemen güçlerin hesabı bitmedi. Sinsice yeni saldın planlan yapılıyor, Sağmalcılar ve Nazilli’deki provokasyonlardan sonra, 6.6.1989 tarihli Hürriyet gazetesinde yer alan haberde, “Kurtarılmış koğuş, kurtarılmış cezaevleri” denilerek yeni tezgâhlar kurulmak istenmektedir. Gazetede: Direnişler sonucu, 1 Ağustos Genelgesi’nin uygulanamadığı kimi cezaevleri -Ceyhan da bunlara dâhil edilmiş- hedef gösterilerek buralarda denetimin mahkûmların elinde olduğu ve “eğitim kamplarına” dönüştürüldüğü yolunda tamamıyla provokatif bir haber yer almaktadır. Yine bu haberde insan haklarına saygısızlığın bir örneği daha sergilenerek; okuma-yazma bile adeta suçmuş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bunların yanı sıra, Ceyhan özel tip cezaevini ziyaret eden bakanlık yetkilisi M. Oktay Çalış, siyasi tutukluları kastederek, “Bunlara ne yediriyorsunuz böyle? Domuz gibi beslenmişler” şeklindeki sözleriyle, bir söylentiye göre müsteşar Arif Yüksel’in “Ceyhan Cezaevi’ni yakında Nazilli’ye çevireceğiz” sözleri; bakanlığın tutsaklara bakışının ne olduğunu göstermektedir. Bu gayrı insani sözler, Sağmalcılar ve Nazilli’deki saldırıların altında yatan; egemen güçlerin yeni bir saldırı hazırlığı içinde olduğunu gösteren en barız kanıtlardır. Ama her zaman olduğu gibi bu hevesleri bu kez de kursaklarında kalacaktır. Onlarca devrimcinin canı, kanı, yüzlercesinin sakat kalması pahasına pratik olarak işlevsiz bıraktığımız ideolojik, politik, askeri yaptırımları kabul etmeyecek ve insanca yaşam gereksinimlerimiz doğrultusundaki kazanımlarımızı bedeli her ne olursa olsun koruyacağımızı bir kez daha kamuoyuna açıklıyoruz.
Her zaman mücadelemize destek veren, sorunlarımız karşısında duyarlılığını yitirmeyen devrimci demokrat kamuoyunu cezaevlerine karşı hazırlanmaya çalışılan yeni tezgâhlara karşı duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Ceyhan Özel Tip Cezaevindeki Siyasi Tutsaklar Adına: TAHSİN ALPŞAR, SELMAN ALTINÖZ, M. SELİM ÇÜRÜKKAYA, MİTHAT GÖNENÇ, HACI KARADANA


Bursa Özel Tip Cezaevi’nde Neler Oluyor?

Yaklaşık olarak bir aydır iyice su yüzüne çıkan, ama kökeni daha gerilere dayanan gelişmeler büyük bir “hassasiyetle” kamuoyundan gizlenmektedir.
Bilindiği gibi “zeminden kazma kürek sesleri geliyor” diye bilinçli provokatif bir haber üzerine geçtiğimiz eylülde sol görüşlü tutukluların bulunduğu kısma bir operasyon düzenlenmiş ve arkadaşlarımızın bir kısmı sürgüne gönderilmişti. Bu gelişmelerden sonra Bursa özel Tip hızla MHP yandaşlarıyla doldurulmaya başlandı. Başlangıçta Adalet Bakanlığı’nın tasarruflarıyla başlayan bu uygulamalar, cezaevine radikal İslamcı kesimden kişilerin de getirilmesiyle birlikte, öteden beri varolan kısmi sükunet yerini hızla gerginliğe terk etmiştir. MHP yandaşlarıyla radikal İslamcılar arasında başlayan ve kısa sürede tırmanan gerginlik cezaevi idaresini tamamen izole etmiş ve MHP’lilerin zor kullanarak blok işgallerine kadar varmıştır. Söz konusu gelişmeler hızlanan bir tempoyla sürerken, cezaevi idaresi olup biten her şeye sadece seyirci kalmakla da yetinmemiş, üstelik çözümü sol kesimin yaşam koşullarını daraltma yönüne giderek aramaya kalkışmıştır. Böylelikle yeni bir sevk zemini veya olası bir provokasyona zemin hazırlamaktadır. Tüm bu gelişmelerde yardıma müdür Recep Çolak bizzat rol oynamıştır. MHP’lilerin blok işgallerinde teşvik edici rol üstlenmiş ve günlük konuşmalarında bile MHP’lilerden “bizimkiler” diye söz etmeye başlamıştır.
Eğer söz konusu gelişmeler hızlanarak devam ederse, önümüzdeki günlerde nelerin olacağını şimdiden kestirememekle birlikte bu gelişmelerden doğacak olaylardan cezaevi idaresinin sorumlu olacağını belirtiyor ve tüm kamuoyunu duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Sol Siyasi Tutuklu ve Hükümlüler

Genel Olarak Demokratik Kitle Örgütleri, Özel Olarak
ÖĞRETMEN ÖRGÜTLENMESİ

İnsanlığın gelişimi, doğayı değiştirmesi kendi kendine oluşan bir şey değildir. İnsanlar, her keresinde bir araya gelme, düşündüklerini gerçekleştirme konusunda örgütlenmeye gerek duymuşlardır. İnsan topluluklarının iş bölümü aşamasına ulaşması ile birlikte ayrışmalar başlamış, daha sonra yönetenler ve yönetilenler aşamasına ulaşılmıştır.
Tarih, sınıflar savaşı tarihidir. Sınıflar kendi çıkarlarını korumak, geliştirmek ve iktidar olmak için çatışmışlardır. Bu çatışmalarda her sınıf kendi örgütlenmesini gerçekleştirmiştir. Yani örgütlenme sınıfsaldır.
Burjuvazi, feodalizmi bertaraf etmek için kendi örgütlenmesini sağlamış, ittifak ettiği sınıflarla feodalizmi yıkmış ve kendi iktidarını kurmuştur. İktidar olan burjuvazi, iktidarını korumak için çeşitli üst yapı kurumlarına ihtiyaç duymuştur. Eğitim, ihtiyaç duyulan üst yapı kurumlarının en can alıcı olanıdır, iktidar olan burjuvazinin, sınıfsızlık diye bir sorunu olmadığından gericileşmiş ve emekçilerin örgütlenmelerini kendi çizdiği yasal sınırlar içerisinde tutmaya çalışmıştır. Bu olgu, burjuvazi ve onun düşüncelerini savunanlar için demokrasi, savunmayanlar için baskı unsuru olmuştur. Ayrıca işçi ve diğer emekçi sınıflar kavgalarından vazgeçmedikleri için burjuvaziyi zorlamış, çeşitli örgütlenme haklarını elde etmişlerdir. Bu aşamada işçi ve diğer emekçi sınıfların gelişen mücadelelerinin burjuvazinin iktidarına zarar vermesini ve onun iktidarını yıkmasını önlemek için; burjuvazi, satın aldığı güçlerle işçi sendikalarını ve hatta işçi sınıfı partilerini bölmüş ve bu örgütleri kendi amaçlarına hizmet edecek örgütler durumuna getirmiştir.
Bu durumu gören işçi sınıfı önderleri, örgütlenme üzerine daha çok düşünmüşler, sınıfa ihanet eden düşüncelerle kıyasıya mücadeleye girmiş ve ihanet çizgisini sınıfın dışına atmışlardır.
Demokratik Kitle Örgütlerinin İşlevi
Demokratik kitle örgütleri, temsil ettikleri emekçi sınıf ve tabakalarının haklarını savunmak, geliştirmek ve onların demokrasisini kurmak için varolan örgütlerdir. Bu anlamda siyasi olarak işçi sınıfının öncü müfrezesine bağımlı, örgütsel olarak bağımsız örgütlerdir.
Demokratik kitle örgütleri, kucakladığı kitlenin ekonomik, demokratik, mesleksel haklarını korumak ve geliştirmek için, kitlenin taleplerinden yola çıkar. Siyasi olarak kitlenin ufkunu genişletmek, gerçek kurtuluşun, “ücretli kölelikten” kurtulmakla olanaklı olduğunu, birtakım hakların elde edilmesinin kurtuluş olamayacağını göstermek zorundadır. Çünkü ekonomik mücadele iktidar mücadelesi değildir.
“Parti devrimin yönetici gücü, demokratik (sendikalar) kitle örgütleri hareket ettirici kayışlardır” tespiti demokratik kitle örgütlerinin aynı zamanda siyasi örgütlenmeler olduğunun çok çarpıcı bir göstergesidir. Yine “Sendikalar (demokratik kitle örgütleri) partiyi sınıfa bağlayan volan kayışlarıdır.” tespiti siyasi mücadeleyi hedeflemeyen demokratik kitle örgütlerinin burjuva düzen örgütleri olacağının en güzel ifadesidir.
Burjuvazi ve her türlü gericilik kendi düzenlerinin propagandasını yapmak, kendi amaçlarım gerçekleştirmek için kitle örgütlerine gereksinim duyarlar. Kadın kolları, gençlik kollan v.b. örgütlenmeleri bunlara örnektir. Bu örgütlenmeleri kendi düzenlerinin “hareket ettirici kayışları” (!) olarak düşünürler. Bunlarla yetinmez, işçi ve emekçilere ihanet eden yandaşlarının yardımına ihtiyaç duyarlar.
Bu arada burjuvaların, reformist ve revizyonistlerin demokratik kitle örgütü anlayışlarından alıntılarla konuyu biraz daha açmak yararlı olacaktır.
Burjuvazi; demokratik kitle örgütlerini kendi düzenini yıkacak bir anlayışa ulaştırmamak için çırpınırken revizyonist  İspanyol Marcalino Comacha “Deneylerimiz gösteriyor ki sendikaları aktarma kayışları gibi görmek bölünmelere neden oluyor” diyerek, kitlelerin devrime kanalize edilmesi yerine burjuva düzeni korumak için kitleselleşmeyi önererek yandaşlarına yardıma koşuyor. Demokratik kitle örgütlerinin baskı unsuru olarak üyelerinin haklarını söke söke almasını “karşı ağırlık koyma” derecesine indiren İtalyan revizyonistleri, “Reformlar için eylem, emekçilerin, toplumun gelişmesini denetleyebilmesi için ve dolayısıyla sınıflar arasındaki kuvvet dengesini bozması için gitgide daha büyük olanaklar elde etmeye yönelik kavga stratejisi” tespitlerini siyasi mücadele diye sunarak burjuva devletin ayrılmaz bir parçası olduklarını ne güzel ifade ediyorlar. Bir alıntı da Türkiye’den vererek konuyu renklendirmek gerekirse, Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol, “Öğretmenlerimizin haklarını sonuna kadar savunacağım. Yeter ki politika yapmayın.” (Milliyet, 16 Haziran 1989) diyerek demokratik kitle örgütlerinin ekonomik mücadele yapmasını, siyasi mücadele yapmamasını öneriyor.
Bu bölümü bitirirken demokrasi mücadelesi, siyasi mücadeledir saptaması yararlı olacaktır.
Demokratik Kitle Örgütlerinin Mücadele Platformu ve Mücadele Yöntemleri
Konuyu işlemeye çalışırken sürekli olarak burjuvazinin demokratik kitle örgütlerinin yasal sınırlar içerisinde kalmasını ve ekonomik talepler için mücadele etmesi için örgütlenme istediğini göstermeye çalıştık.
Demokratik kitle örgütlerinin amaçlarını gerçekleştirmek için kendilerini yasal şuurlar içine hapsetmekten meşru zeminde mücadele etmeleri zorunluluktur. Çünkü burjuvazi ve gericilik o yasaları kendi düzenini korumak için kendisi koymuştur. Kitlelerin çıkarları o yasal sınırların dışındadır.
Örnek olarak; öğretmenlerin şu anda greve gitmeleri yasal değildir. Ama böyle bir eylem gerçekleşebilse, kamuoyunda pekâlâ meşru olacak ve destek bulacaktır. Bu ise burjuvaziye yasal düzenlemeleri dayatacaktır. Ayrıca bu yasa-dışıcılık kitleye zarar veremeyecek, çünkü meşruluk yasallaşacaktır.
EĞİT-DER’in Yapması Gereken Çalışmalar
Eğit-Der emekçi öğretmen örgütü olduğundan özgül anlamda eyleminin amacı eğitim ve öğretim olacaktır. Nasıl bir eğitim, neden ve niçin böyle bir eğitim? sorusuna yanıt getirebilecek bir çalışma yapmak zorundadır.
Sosyalizm perspektifiyle ulusal çıkarları düşünen, ulusal haklan savunan, demokratikleşme sürecine ivme kazandıran, halkın istemlerine yanıt verip çözen bir eğitim nasıl olmalı? Böyle bir eğitim ve öğretimin programı nasıl olmalıdır? Bu ayrı bir yazının konusudur. Ancak bunu amaçlayan bir örgüt şu ilkeleri hayata geçirmek için çalışmalıdır:
a) Sosyalizm perspektifiyle ulusal ve demokratik eğitim programının hazırlanmasında demokratik öğretmen örgütü tek ve yetkili kuruluş olmalıdır.
b) Ders kitaplarının hazırlanmasında demokratik öğretmen örgütü tek ve yetkili kuruluş olmalıdır.
c) öğretmen yetiştiren kurumların oluşumunda, öğretmenin yetiştirilmesinde tek söz sahibi demokratik öğretmen örgütü olmalıdır.
d) öğretmenlerin cezalandırılması, ödüllendirilmesinde yetki ve sorumluluk demokratik öğretmen örgütüne verilmelidir.
e) Eğitim ve öğretimle ilgili tüm devlet kurumlarının yönetiminde yer alacak kişiler demokratik öğretmen örgütü tarafından seçilmeli ve denetlenmelidir. Anında seçme ve azletme, demokratik öğretmen örgütü tarafından yapılmalıdır.
Bu ve benzeri istekler daha da çoğaltılabilir.
Öğretmen örgütü kendi içinde tartışan, sorunlara belirlenen platformda çözüm üreten, kitleselliği kanalize eden, yine belirlenen platformda grupçuluğa düşmeyen bir örgüt olmak zorundadır.
Grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı böyle bir platformda alınacaktır. Düdük çaldığında paydos etmeyecek bir öğretmen hareketi yaratmak için özverili ve inatçı bir mücadele gerekmektedir.
Yurdumuzda öğretmen hareketinin tarihi gelişimi ve potansiyeli böyle bir mücadeleyi üstlenecek durumdadır. Yeter ki bu konuda araştırmaya ve her konumda fikir üretmeye devam edelim.

“ÖZGÜRLÜK…
Diyerek başlamak istiyorum mektubuma, sanırım yanlış yapmıyorum. Çünkü ayrım yapmaya hiç mi hiç gerek yok. Çünkü savunduğumuz felsefe bunu gerektiriyor. Şimdi bu mektup da nereden çıktı diye kendinize sorabilirsiniz, ama kesinlikle şunu söyleyeyim ki, ne MİT’çiyim, ne ihbarcı… Yalnızca Anadolu’nun yoz bir kasabası olan Çorum’un bir kasabasında yönetim yanlılarına karşı savaşım veren bir devrimciyim.
Yıllar sonra kasabaya kültürel yayınlar eski bir arkadaşın açtığı gazete bayii sayesinde ulaşabildi. İşte, geçen günlerde onun yanına gittiğimde dergileri karıştırırken ÖZGÜRLÜK dikkatimi çekti ve arkadaştan okumak için istedim ve bir daha da geriye götürmedim. Bundan böyle, bu yayım aylık olarak sürekli almayı planlamıştım. Dergideki resimler çok etkileyici. Tam proleter bir felsefeyi simgeliyor. Kısacası söylemek gerekirse, dergiyi çok beğendim ve bundan böyle sürekli alacağım.
ÖZGÜRLÜK; sizden şunu talep ediyorum. Acaba bundan sonra okur düşüncelerine de yer verebilir misiniz? Bu konu ile ilgili bir yaprak ayırsanız yeter sanıyorum. Bunu talep etmemdeki amaç ise, felsefemiz gereği sürekli düşünmemiz dolayısı ile kapitalizmin alternatifi olduğumuzu her an gündemde tutmamız ve felsefeyi Anadolu’nun ücra köşelerinden bir yer olan kasabamıza kadar sokabilmemiz için böyle bir yöntem öneriyorum. Bilmiyorum nasıl karşılarsınız, ama yöremiz bir maden, dolayısı ile işçi yöresi olduğu için böyle girişimlerin iyi sonuçlar vereceğini sanıyorum. İşçi 80’den sonra o kadar ezildiği halde bunu anlayabilmesi ve pratik bazı girişimlerde bulunabilmesi için 9 yıl gibi uzun sayılabilecek bir zaman geçti.
1980’den sonra yetiştirilen gençlik resmen boş. Dolayısı ile bu beyinlerin kazanımı için bizlere çok büyük görevler düşüyor, önceki hatalara düşmeden bu görevi eksiksiz yerine getirelim.”

Değerli Özgürlük Dünyası Emekçileri
Bizler Ankara ve Gazi Üniversitesi’nden devrimci gençleriz. Derginizi ilk sayılarından beri takip ediyoruz. Olaylara bakış açınız, tahlilleriniz ve çıkarımlarınızın M-L doğrultuda olduğu kanısındayız. Ancak çok güncel bir olay olduğu kanısına vardığımız ve bir o kadar da önemli olan Bulgaristan’daki Türkler konusunda derginizde hiçbir yazı yayımlanmamıştır. Arnavutluk dışındaki sosyalist (!) ülkelere nasıl baktığınızı biliyoruz. Fakat kamuoyunda sosyalist bir ülke olarak kabul edilen Bulgaristan’daki şovenist olaylar karşısında devrimci tavrın net olarak ne olması gerektiğini bilmiyoruz. Eminiz ki bu konuda diğer devrimci gençlerin de doyurucu bir bilgiye ihtiyaçları vardır.
Eğer gelecek sayılarınızda bu konuya geniş yer verir, açıklamalarda bulunursanız, çok sevineceğiz.
İlk sayısından itibaren özgürlük Dünyası üzerindeki anti-demokratik baskıları devrimci gençler olarak şiddetle kınıyor, derginize mücadelesinde basanlar diliyoruz.
Devrimci dostluk ve selamlarımızla.
Ankara ve Gazi Üniversitesi’nden Bir Grup Devrimci öğrenci

OKURLARIMIZA
Çeşitli nedenlerle yer değiştiren bazı okurlarımıza dergi gönderdiğimiz halde ellerine geçmemektedir. Bu durumda olan okurlarımızın (özellikle cezaevlerinde bulunanların) bizi yeniden bilgilendirmelerini rica ediyoruz.

İnsan Hakları Derneği
Diyarbakır Şubesi İnönü Caddesi Kahraman İş Hanı Kat 4 No.30 Diyarbakır
Sayın Özgürlük Dünyası
Şubemiz Yönetim Kurulu’nun 10.6.1989 günlü karan ile “Günümüz cezaevi koşulları, bu koşullardaki yaşam ve bu yaşamın insan onuruna yönelik sonuçlarını irdeleyen, açıklayan ve yaşanmış cezaevi öykülerini toparlayabilmek, değerlendirebilmek amacıyla bir “Cezaevi Öyküleri” yarışması düzenlenmesine karar verilmiştir.
Yarışmanın beklenen sonuca ulaşabilmesi için katkılarınızı bekliyoruz.
Saygılarımızla Kültür-Sanat Komisyonu adına Erkan KARAGÖZ
CEZAEVİ ÖYKÜLERİ YARIŞMASI KATILIM KOŞULLARI:
1. Öyküler en fazla 5 sayfa olacaktır.
2. Öykülerde satır araları 2 aralıklı olacaktır.
3. Öyküler gerçek yaşamdan alınmış ve bu yaşamı yansıtır nitelikte olmalıdır.
4. Katılacak eserlerde aranacak “tema” ‘İnsan Onuru ve Cezaevi Yaşamı’dır.
5. Öyküler üç nüsha olarak gönderilmelidir.
6. Yarışmaya birden fazla öyküyle katılınabilir.
7. Son katılım tarihi 16 Ağustos 1989’dur.
8. Yarışmaya katılacak ürünler belirlenecek jüri tarafından değerlendirilecek, değerlendirme sonucunda derece alan yarışmacılar ödüllendirilecektir.
9. Yarışmaya katılan ve dereceye giren ve girmeyen öyküler geri gönderilmeyecektir.
10. Gönderilen tüm ürünlerin telif hakkı derneğimize aittir.
11. Yarışma sonuçları 15 Eylül 1989 tarihinde açıklanacaktır.
12. Yarışmacılar öykülerini ve kısa özgeçmişlerini içeren bilgileri “İHD Diyarbakır Şubesi İnönü Cad. Kahraman İş Hanı 4/30” adresine elden veya iadeli taahhütlü olarak gönderebilirler.


Çağrı: Haydi Uluslararası Gençlik Kampına!

11. Uluslar arası, Anti-faşist ve Anti-emperyalist Gençlik Kampı
3-13 Ağustos 1989 – Ekvator
Geleneksel olarak düzenlenmekte olan Uluslararası Anti-Faşist, Anti-Emperyalist Gençlik Kampı, bu yıl 3-13 Ağustos tarihleri arasında Ekvator’da yapılacaktır.
Kolombiya, İspanya, Meksika ve Ekvator’dan devrimci gençlik örgütlerinin organizesini üstlendiği kampta çeşitli siyasal toplantıların yanı sıra, gençliğin sorunları üzerine tartışmalar yapılacak, ayrıca çeşitli sportif, kültürel etkinlikler de sergilenecektir.
Dünyâ halklarını tümüyle ilgilendiren temel sorunların yanı sıra, Latin Amerika ülkelerindeki baskı, sömürü ve direnişler, emperyalizm ve sömürgecilik vb. konularında siyasal içerikli toplantılar ve seminerler düzenlenecektik.
Dünya gençliğinin uluslararası devrimci dayanışması ve kardeşliğinin simgesi haline gelen Gençlik Kampı’na, tüm dünya ülkelerinden komünist, devrimci, anti-faşist, anti-emperyalist gençlik kuruluşları çağrılıyor ve katılmaları bekleniyor.

Temmuz 1989

Bulgaristan’dan Zorla Göçe Tâbi Tutulan Türkler Konusunda Türk Hükümeti ve Devletinin Aldığı Tavır Işığında Kürt Meselesi Zorunlu Göç: Şovenizmin Şahlanması ya da Faşizm

Esasında Bulgaristan’ın Türk azınlığa yaptıklarını eleştirmek bile gereksiz hale gelmiş durumda. Bu eleştiriyi, zavallı seviyesizliğiyle Özal bile çok başarılı bir şekilde yapıyor. Bir politikacıyı, hele bu politikacı sosyalizm adına hareket ettiğini söylüyorsa eleştirmek, hem de başarılı bir şekilde eleştirmek bu kadar kolaylaşmışsa ve eleştirmen de son derece vülger bir eleştirmense düşündürücü olmalı. Şimdiye kadar hiçbir burjuva politikacı, bırakalım sosyalist sistemi ya da sosyalist düşünceyi savunan birilerini, Marksist düşüncenin bir deformasyonu olan revizyonizmi bile başarılı bir şekilde eleştirememiştir. Jivkov’un ya da Bulgaristan’ın Türkler konusundaki politikalarının en pespaye burjuva çevreler tarafından kolaylıkla yerden yere vurulabilmesinin bir nedeni olmalı. En önemli neden, uygulanan politikanın su götürmez bir şekilde haksız ve yanlış olmasıdır kuşkusuz.
Bulgaristan rejiminin Türklere karşı politikasının anti-sosyalist olması bir yana, burjuva anlamda bile iler tutar bir tarafı yoktur. Bu bakımdan bu politikayı yalnızca haksız ya da yanlış olarak tanımlamak da yetersiz olur. Haksızlığı çok açık. Bu politikayı yalnızca yanlışlığı yanıyla açıklamaya kalkmak ise en azından sosyalist bir rejimin Bulgaristan’da var olduğunun zımni olarak kabulü anlamım taşıyacağı için düpedüz sosyalizme haksızlık edilmiş olur.
Çünkü bu politika yalnızca sosyalizmin bakış açısıyla burjuvaca ve faşistçe olarak değerlendirilmekle kalmaz, burjuva anlamda bile yanlış bulunur. Ve çağımızda hiçbir burjuva rejim, eğer ulusal dar görüşçü önyargılar, şovenizm ve buna benzer nedenlerle gözü kararmamışsa, bugün Jivkov ve Bulgaristan rejiminin başvurduğu şoven ve faşist diye adlandırılmaya hak kazanmış yöntemlere başvurmaz, nispeten daha yumuşak, en azından göçe tâbi tutulan halka daha az acı verebilecek, onları kendisine karşı daha az küstürebilecek yöntemlere başvurur. Ne var ki, gözü dönmüşçesine hayata geçirilen uygulamalar, Bulgar rejiminin böyle bir kaygısı olmadığım ya da iç tutarlılık gereğini dahi duymadığım gösteriyor.
Bugünkü göçün gönüllü olduğu -bir an için- kabul edilse bile yaşananlar, bir devlet ve onun rejimi için tam anlamıyla bir yüz karasıdır, bir fiyaskodur. Bir devlet, yurt dışına çıkıştan serbest bırakacak ve arkasından bir azınlık milliyet, on binlerce grupluk kafileler halinde arkasında kovalayanlar varmışçasına o ülkeyi bir daha dönmemek üzere terk edecek! Sonra da terk edilen bu ülke sosyalist olacak! Buna kargalar ve bir de hinoğlu hinlikleri yüzünden sosyalizmin böyle bir baskı rejimi olduğunun sanılmasından yararı olan gerici burjuva çevreler kıs kıs güler.
Ve Türkiye, sırtında Kürtler, diğer azınlık milliyetler ve koyu anti-demokratik rejiminden oluşma koca kamburuyla Bulgaristan ve onun milliyetler konusundaki tutumu karşısında haklı ve mağdur görünebilmeyi başardı.
Önce Adlar Değişti…
Ulusal baskının azı ile çoğu arasında çoğunlukla bir fark yoktur. Bazen daha ağır koşullarda yaşayan uluslar için çok hafif gelen bir baskı türü bir başka ulus ya da azınlık için en şiddetli tepkinin nedeni olan bir anlam kazanır. Bazen mezhep farklılığı, bazen özerklik ya da bağımsız devlet kurma talebi, bazen kendi ulusları adına para basamama, bazen kendi dillerinin ikinci resmi dil olmasına duyulan bir tepki ya da tüm bunlara benzer nedenler ulusal başkaldırının ve direnişin zeminini oluştururlar. Son tahlilde ulusal bakımdan var olup olamama sorunu haline gelir ulusal sorun.
Kuşkusuz Bulgaristan’da olan şeyler bunlar değil. Türk azınlığın ne özerklik talebi vardır, ne de bundan daha ileri bir talebi. Ortaya çıkan tepki de bunların verilmeyişinden kaynaklanmıyor. Yalnızca eritilmeye ve yok sayılmaya çalışılan birtakım ulusal özellikleri koruma çabasıdır, söz konusu olan.
Önce Türk okullarının kapatılması ve Bulgar okullarıyla birleştirilmesiyle başlayan uygulamalar, Türkçe konuşmanın yasaklanmasına ve zorunlu olarak Türk adlarının değiştirilmesine, oradan da Bulgaristan’da Türk olmadığının iddia edilmesine vardı. Bulgaristan’da varolanlar Türk değil Osmanlılar döneminde Müslümanlaştırılmış Bulgarlardı! O takdirde sosyalist (!) Bulgar yöneticilerine yapacak tek iş kalıyordu: yanlışlıkla Müslümanlaştırılmış bu azınlığı kendi asıllarına döndürmek… Ve Bulgar yöneticiler bu kutsal(?) aslına döndürme çabasına giriştiler. Sonuç ortada: önceki iddialar toplumsal gerçeklik tarafından yüz kızartıcı bir fiyasko ile iflas edince, sıra aslına (!) dönmemekte ısrar eden Türk azınlıkla, daha değişik nedenlerle onların hamisi kesilen Türk hükümetini cezalandırmaya geldi. Bunun için, bırakalım sosyalizmi, uluslararası anlaşmalarla karara bağlanmış teamüller, insan hak ve özgürlükleri ayaklar altına alınarak zorunlu göç başlatıldı. Bir anda on-binlerce göçmen Kapıkule sınırlarım doldurdu.
Kuşkusuz bu zamana kadar Türk Hükümeti de boş durmamıştı. O da çeşitli casusluk faaliyetleriyle ve Türkleri kullanarak karışıklık yaratmaya, Bulgar yönetimini kıskaca almaya çalışmıştı. Soğuk savaşın sürmesinden yarar uman, soğuk savaşı, başta ABD olmak üzere NATO ülkelerinden askerî yardım almak için kullanmaya çalışan Türkiye, Bulgaristan’daki Türk azınlığı bu amaçla kullandı. Kışkırtmalar yaptı. Sürekli olarak, önünü ardını düşünmeden Türklerin tümünü kabul edebileceği propagandasını yaptı.
Bugün yaşanan dram, asimilasyonda başarısız kalan Bulgar rejiminin, Türk hükümetinin, zor durumunu da göz önünde bulundurarak, restini görmesinden ibarettir. Türkiye’nin anti-demokratik bir ülke olması, Kürtlere karşı Bulgaristan’ın Türk azınlığa karşı uyguladığından daha azgın bir asimilasyon politikası gütmesi, mevcut hükümetin yerel seçim yenilgisinden dolayı zayıf bir konumda bulunuyor olması ve ani bir zorunlu göçe hazırlıksız yakalanması gibi avantajları kullanmaya çalışan modern revizyonist Bulgar yönetimi, hiçbir insan hak ve özgürlüğü kuralı gözetmemekte, hiçbir konuda iç tutarlılığa gereksinim duymamaktadır. Konuştukları -ve konuşmak istedikleri- dile, ruhsal şekillenişlerine bakmaksızın, sırf kendince uydurduğu nedenlerle “Türk değil!” dediği insanları yüzü kızarmadan Türkiye’ye yollayabiliyor. Hem de hiç bir insani ve uluslararası anlaşmayla taahhüt edilen yükümlülüğe uyma gereği duymadan… Perişan edilen on binler… Ayaklar altına alınan insan hakları… Ve gerici sosyal-şoven bir rejim tarafından uygulanmasına karşın faturası sosyalizme çıkarılan bir insanlık dramı…
Madalyonun Diğer Yüzü: Tencere Dibin Kara… Ya da Türkiye’de Kürtler
Türkiye’de Türkler dışında kalan millet ve milliyetlere karşı izlenen faşist eritme ve baskı politikası Bulgaristan’dakine rahmet okutacak cinstendir.
Toplumsal altüst oluşların belki de en iyi yanı kimin gerçekte ne söylediğini, söylediklerinin altında aslında neyin yattığım çok açık bir şekilde ortaya koymasıdır. Böyle anlarda çeşitli sınıfların sözcüleri, zorunlu “sınıfsal konsensüs” gereği olarak üstü örtülü bir biçimde dile getirdikleri gerçek düşünce ve eğilimlerini, olayların da zorlamasıyla en açık ve yalın biçimde dile getirirler. Bir an gelir o ölçü de kaybolur, pragmatist özelliklerine göre şu ya da bu gerçeği, önünü ardını düşünmeden, önceden söylediklerini yalanlayacaklarını akıllarına getirmeden kullanırlar. Bulgaristan’daki Türklerin hakları ve çıkarları Türkiye gündemini işgal etmeye başladığında da böyle oldu. Egemen sınıf temsilcilerinin çoğu, Bulgaristan Türkleri konusunda söylediklerinin ve eleştirdiklerinin daha çoğunu Türkiye’de kendilerinin Kürtlere uyguladıklarım, ihtimal, akıllarına bile geriniliyorlardı. Ya da şoven ve ırkçı eğitim gözlerim öylesine kör etmişti ki durumun benzerliğini göremiyorlardı. Aslında ve elbette ikisi de değil. İki yüzlülük burjuvazi ve gericiliğin mayasında vardır. Bulgaristan’da Türk azınlığa reva görülmeyen, Türkiye’deki 12 milyon Kürd’e pekâlâ görülebilir! Ayrıca hem baskı yapıldığı ve hem de Türkiye’de farklı bir etnik grubun yani 12 milyon nüfusuyla Kürtlerin varlığı inkâr edilebilir. Bunda da burjuvazi açısından herhangi bir çelişme ya da terslik yoktur! Nitekim Türk yetkililer Avrupalı parlamenterlerce bu konuda sıkıştırdıklarında ve özellikle bu çifte standartlılık hatırlatıldığında verdikleri yanıt genellikle “bu ayrı bir sorun, Bulgaristan’daki sorunla aynılaştırılamaz. Ayrıca Türkiye’de demokrasi vardır…” oluyor.
Oysa bir yandan devrimci hareket, bir yandan Avrupa kamuoyu ve en önemlisi de “adının söylenmesi bile yasaklanmış ülke”de süren ulusal kurtuluş savaşının baskısı sonucu, politikacıların önemli bir kısmı, dededen kalma faşist yöntemlerle Kürt sorununun çözümlenemeyeceğini görünce dil değiştirmek zorunluluğunu duyuyorlar, örneğin Ecevit, yeni aklına gelmiş gibi, Bayrampaşa’da yapılan mitingle “Kürtlerin dili ve kültürüne yasak koyarak Bulgar Türkleri sorununa doğru dürüst bir çözüm getirilemez” deme noktasına geliyor. Aynı şeyleri Demire! ve İnönü de değişik biçimlerde ve değişik platformlarda dile getiriyorlar. Ancak hiçbirinde burjuva anlamda bile dürüstlük yok ve hepsi de gerçeğin çevresinde dolanıp işin aslından bilinçli
Olarak uzak duruyorlar. Çünkü hiçbir zaman -Kürtler bağımsız bir güç olarak tarih sahnesinde zorla kendilerini kabul ettirmedikçe-Türk egemen sınıfları ve onların siyasal temsilcileri Kürtler üzerindeki ulusal imtiyazlarından gönüllü olarak vazgeçmeyeceklerdir. Dolayısıyla o zamana kadar bu konuda egemen sınıf temsilcilerinin yapacağı ve söyleyeceği şeyler, aldatma ve demagojiden öte bir anlama gelmeyecektir.

(Gerçi bugün Türkiye’de Kürtçe konuşanların varlığı artık hiç kimse tarafından inkâr edilemiyor, İstisnasız herkes bu olguyu kabul ediyor. Ancak çoğunluk, yine de, ya bunların Türk olduğunda (Bulgar yöneticilerin azınlık Türkler konusundaki Müslümanlaştırılmış Bulgar iddiasının bir benzeri) ısrarlı ya da herhangi bir baskıya maruz bulunmadıklarında… Kürtçe konuşanların sayısı da inkâr edilen gerçeklerden birisi. Sayımlar konusunda dönem dönem hayata geçen farklı anlayışlar bu konuda fikir verebiliyor. 1965 nüfus sayamında nasıl olmuşsa Türkiye’de yaşayanların konuştukları diller de sorulmuş. Bu nüfus sayımında Kürtler, Kurmançlar ve Zazalar olarak bölümlendirilerek sorulmuş, sonuçla, Kürtçe konuşanların sayısı global 2.5 milyon tespit edilmiş. 1965 sayımından sonra bu tür bir bölümlendirmeden vazgeçilmiş, Kürtlere ilişkin sorular daha çetrefil, anlaşılmaz ve başka sorularla karışık bir biçimde sorulmaya başlamış, “Türkçeden başka dil konuşan Müslüman gruplar” gibi… Ya da soru sorulan kişilerin una dillerini ikinci plana düşürmek ve önemsizleştirmek için “Türkçe dışında konuştuğunuz ikinci dil nedir?” biçiminde sorular sorma yoluna gidilmiş. 1965 sayım sonuçları bir yana bırakılırsa, bundan sonraki sayımların DİE (Devlet İstatistik Enstitüsü) tarafından yayınlanan sonuçlarında Türkiye ‘de Türkçe dışında bir dil konuşanların sayısı Kürtçe, Arapça, Lazca, Çerkezce biçiminde bölümlendirilmemiş. Milliyetler sorununun Türkiye gündemini işgal etmesine ve diktatörlüğü rahatsız etmesine bağlı olarak milliyetlerin varlığı muğlâk bir biçimde ifade edilmeye başlanmış: Türkçe dışında dil konuşan Müslüman gruplar vb. gibi… Bu bakımdan, örnek olması açısından, 1965 sayımının DİE tarafından yayınlanan dökümünün 165. sayfasındaki dillerle ilgili bölümün fotokopisini yayınlıyoruz. Genel Nüfus Sayımı, Nüfusun Sosyal ve Ekonomik Nitelikleri. DİE, yayın no: 568, Ankara, 1969.)

18. Nüfusun ana dil ve en iyi konuşulan ikinci dile göre dağılımı
Türkiye toplamı

Ana             En iyi konuşulan
Diller            İkinci Dil
Türkçe        Kürtçe
Genel Topl.        31391421    28312788    1752858
Türkçe            28289680    26925649    410175

İslam Azın. Dil.           
Abazaca        4563        4070        16
Acemce        948        564        16
Arapça            365340    164971    9718
Arnavutça        12832        10660        5
Boşnakça        17627        15061        12
Çerkezce        58339        51777        9
Gürcüce        34330        30098        1
Kürtçe            2219502    888152    1323690
Kırmanca        45        29        6
Kırdaşça        42        33        –
Lazca            26007        21998        2
Pomakça        23138        19340        1
Zazaca        150644    51925        6328

Kürtlerin Adları Değiştirilirken ve Bu Olağan Bir Uygulama Haline Gelmişken Bulgaristan’daki Türklerin Adları Değiştiriliyor Diye Yaygara Koparanların Samimiyetine İnanılabilir mi?
Her şeyden önce bugün Türkiye adı verilen toprak üzerinde Kürtlerin yaşadığı yörenin gerçek adının anılması yasak! Bir ülke ve halk düşünülsün, ama o toprakların adı söylenemesin… Yasak buradan itibaren başlıyor. Kişi ve şehir adlan bir yana, ülkenin adı anılamıyor! Bu yüzden adı, Türkiye’de, “Adı Yasak Ülke” olmuş…
Bu değişiklik ya da yasaklamanın önce ya da şimdi olmasının hiçbir önemi yok, şu an da yasak çünkü. Hiçbir dergi ya da yayın organı toplatılmayı göze almadan gerçek adını anamıyor. Hiçbir kişinin, aleni olarak, TCK’nın 125. maddesinden cezalandırılmayı göze almadan bu adı yüksek sesle söylemesi olanaklı değil… Oysa Türkiye dışındaki tüm dünya ülkeleri bu toprakları Kürdistan diye anıyor. Böylesi bir ortamda Türkiye, Bulgaristan’da adları zorla değiştirilen Türklerin koruyucusu kesiliyor. Ve bu çelişki olağan karşılanıyor, pişkinlikle yapılıyor.
“Adı Yasak Ülke”nin bugün adı değiştirilmemiş tek bir köyü bile kalmamıştır denebilir. Bu değiştirmelerden nasibini alanlar yalnızca köyler değil elbette, örneğin Tunceli adı Dersim’in yerini alalı ne kadar oldu ki?! Çok değil, yirmi yıl kadar önce Tunceli’yi Dersim diye anmak bölücülükle suçlanmak ve kovuşturmaya uğramak için yeterliydi.
1982’de İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan KÖYLERİMİZ adlı kitaba şöyle bir bakmak bile ad değişiklikleri konusunda Türk hükümetleri ve devletinin Bulgarlara rahmet okutacak kadar ileri gittiklerini anlamaya yardımcı olabilir. Böylece ortaya çıkıyor ki 1970’Iere kadar “Adı Yasak Ülke”nin hemen hemen bütün köylerinin adı değiştirilmiştir. Bu değişiklikten, adları Türkçe olup da Türkçe olduğundan kuşkulanılan köyler de nasibini almış. Örnek: Özün. Yeni adı: Gümüşören-Siirt, Öznü: Yeni adı: Beypınarı-Erzurum, Şaman: Yeni adı: Taşlıyayla-Muş, Şaman: Yeni adı: Uzgören-Urfa vb. gibi… Tabii bu arada adı Ermenice, Arapça, Rumca ya da bir başka dilden olan köylerin -eğer unutulmamışsa- adlarının değiştirildiğini söylemeye bile gerek yok. Adları değiştirilen köylerin çok kısa bir listesini aşağıya alıyoruz:

Eski adı:         Yeni adı:         İli:
Hallaçengezor        Güneytepe        Bitlis
Hırbakalaç        Anıttepe        Mardin
Halaç            Hallaç            Ağrı
Hazara            Karakoyun        Van
Hazara            Kırçalı            Van
Hazar            Plajköy            Elazığ
Hazeri            Anıl            Tunceli (Dersim)
Abdalan        Kaygısız        Diyarbakır
Ablalan        Sırmalıoya        Bingöl
Bahşiş            Altınokak        Urfa
D’oli            Dualı            Urfa
Atşana            Susuz            Urfa
Arga            Bozpınar        Adıyaman
Baytorun        İkizler            Siirt
Döğernan        Alıncık            Bingöl
Kürteymir        Değirmenağzı        Sivas
Kacaran        Dayılar            Tunceli (Dersim)
Kürtlerkayı        Karaçavuş        Amasya
Mirek            Ermişler        Van
Sarik            Yuva            Van
Çineri            Yolveren        Siirt
Çinezur        Çağdaş        Diyarbakır
Kazer            Ballıbostan        Ağrı
Kürman         Yelesen        Bingöl
Suvar             Yalnızçamlar        Bitlis
Mirzecan         Taşbasamak        Ağrı
Bacin            Güven            Mardin
Rucumbuharra     Onortak        Urfa
Erbil            Koşuyolu        Mardin
Xanikaharzem        Eroğlu            Mardin
Hiva            Bahçeköy        Ağrı
Hive            Derindere        Kars
Hive            Erdal            Ağrı
Birçiyan        Görçe            Adıyaman
Kelek            Yücebağ        Mardin
Kotanan        Çiçekli            Muş

Bu kadar örnek yeter. Dileyen yukarıda adı geçen kitaptan ad değişikliklerinin tümünü izleyebilir. Özellikle “Adı Yasak Ülke”nin değiştirilen köy adlarının büyük çoğunluğunun Kürtçe mutlaka bir anlamı olduğunu görebilir.
Değiştirilen kişi adlarına gelince… Bu saçma dram her gün yaşanıyor, mahkemelere intikal etmiş ve mahkeme kararlarıyla sonuçlandırılmış yığınla ad değiştirme örnekleri var, bunlar her günkü basın organlarından izlenebiliyor.
Hal böyleyken hükümetin, muhalefet partilerinin ve Kürt sorununa aynı hassasiyeti göstermeyen herkesin, Bulgar Türkleri konusunda bağırıp çağırmalarının altında en azından bir samimiyetsizlik, çifte standartlılık ya da ulusal dar görüşlülük ve şovenizm görmemek mümkün mü? Azınlık Türkler, Bulgarlar ya da Yunanlılar tarafından baskıya maruz bırakıldığında ortalık birbirine katılacak ama söz konusu baskının onlarca misli Kürtlere yıllardan beridir uygulandığı ve hâlâ uygulanmakta olduğu hatırlatılınca koyu bir sessizlik ya da “Bu ayrı bir sorun” demek samimiyetsizliğin, ikiyüzlülüğün tâ kendisi değil mi?
Kürt Göçmenler Üvey Evlat
Bugün Kürt göçmenler etrafı tel örgülerle kaplı kamplarda ikâmet etmek zorundalar. Bulgaristan’dan gelen göçmenlere her türden kolaylık sağlanır, işe yerleştirilmeye çalışılırken, Kürtler hiçbir biçimde bulundukları kampları terk edemiyorlar.
Kuşkusuz Türk göçmenlere gösterilen ihtimam yerindedir. Bulgaristan’daki baskıdan kaçarak Türkiye’ye sığınmış insanlara yardım eli uzatmak, onları iş güç sahibi yapmak, barınma olanakları yaratmak insani zorunluluklar bir yanda dursun, bir görevdir. Ne var ki hükümetin bu konudaki tutumu insani olmaktan çok, kendi ulusundan olanları kayırmak biçimindedir. Esasında, hükümet ve devlet bu tutumuyla, Kürtlerin de Türk olduğu yolundaki iddiasının bir aldatmaca ve ikiyüzlülük olduğunu açığa vurmuş olmaktadır. Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelenler, giriş yaptıkları andan itibaren serbestçe gezebilir ve istedikleri yere gidebilirken, Irak’tan gelen Kürt göçmenler Türkiye’deki akrabalarım ziyaret dahi edememektedirler. Ziyaret için bulundukları kampları terk etmek bir yanda dursun, Türkiye’deki yakınları ile bile görüştürülmemektedirler. Görüşmek isteyen çeşitli heyetler bile akıl almaz bürokratik engelleri aştıktan sonra görüşme olanağı bulabiliyor.
Tüm Göçmenlere Sahip Çıkılmalıdır
Marksist-Leninistler sosyal-şoven Bulgar rejiminin Türk azınlık üzerindeki baskısına karşı mücadele etmeli, ulusal sorunda yerlerinin ezilen Türk milliyetinin yanında olduğunu göstermelidirler. Aynı şekilde Türkiye’ye göç etmek zorunda bırakılan göçmenlere yardımcı olmalı, Türk egemen sınıflarının ikiyüzlülüğü ve en önemlisi Bulgar rejiminin bu baskı ve asimilasyon uygulamasının, sosyalist olmalarından değil, olmamalarından; sosyalizm yolunu yıllarca önceden terk etmiş olmalarından kaynaklandığı, bugün Bulgar rejimi ile Türk rejimi arasında özünde hiçbir fark kalmadığı ve zaten ikisinin de aynı şeyi farklı milliyetler üzerinde hayata geçirdikleri yorulmadan anlatılmalıdır.
Bu noktada unutulmaması gereken bir şey var, o da şu: Bulgaristan’dan göçe zorlanan bu insanlar, yerini, yurdunu, kısacası tüm varlığım yitirmiş küskünlerdir. Burjuvazi, bu insanların, içinde bulunduğu zor durumdan yararlanmaya çalışacak, onları karşı devrimci amaçlan için kullanmaya çalışacaktır. Bu amaçlar içinde, göçmenlerin yedek bir işsizler ordusu olarak çalışan işçi kitleleri üzerinde baskı unsuru olarak kullanılması, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur sloganı aracılığıyla şovenizmin şahlandırılarak diğer sınıfsal ya da ulusal sorunların örtbas edilmeye çalışılması gibi olasılıklar vardır. Bu ve göçmenlerin ruh hali göz önünde bulundurularak onlara anlayışla yaklaşılmalı, burjuvazinin göçmenler üzerindeki çok yönlü planları konusunda aydınlatılmalıdırlar.
Öte yandan, bu insanların büyük çoğunluğu başlarına gelenlerin sosyalizmden kaynaklandığını düşünmekte, en azından böyle düşünmek için propaganda bombardımanına maruz bırakılmaktadırlar. Göçmenlerin büyük çoğunluğu için başlarına gelenler, ya sosyalizmin kötülüğünden ya da Dimitrov’dan sonra işbaşına gelen kötü yöneticilerden kaynaklanmaktadır. Bu her iki yanlış çıkarsama ayrıntılı bir şekilde anlatılmalı, baskı ve asimilasyon politikasında kötü yöneticilerin rolü olmakla birlikte sorunun bundan ibaret olmadığı, baskıların, Bulgaristan’da gerçekleşen sistem değişikliğinden itibaren başladığı ve geliştiği ve bugüne gelindiği, sosyalizminse hiçbir biçimde ulusal baskı ile bir arada bulunamayacağı, bir ülkede ulusal baskı varsa, orada sosyalizmin bulunmadığı anlatılmalıdır.
Bir başka gerçek de şu: Türkiye bugün, ulusal herhangi konuda ne türden olursa olsun bir tavır aldığında, Kürtler konusunda bir batağa batmaktadır. Artık “dün dündür, bugün de bugün” ya da “orda öyleyse, burada böyle” politikası hiçbir biçimde yürümüyor. Türk yöneticilerin içine düştüğü açmazdan yararlanmalı, her fırsatta Kürt ulusal sorunu gündeme sokulmalı, “Kürtlere özgürlük” ve “Kendi Kaderini Tayin Hakkı” sloganları kuvvetle ve ısrarla hayata geçirilmelidir.

Temmuz 1989

Birlik, Özgürlük ve Sorumluluk

“…biz, tam bir propaganda, ajitasyon ve siyasal eylem özgürlüğünü koruruz. Bu… koşul olmadan, besbelli ki, blok da kurulamaz, çünkü siyasal eylem özgürlüğünü elde etmeden uzlaşmaya varmak ihanet olur…” (Lenin, “Sol Komünizm”, s.91)

Lenin alıntıladığımız sözlerini seçimlerde kurulmasını öngördüğü blok’la ilgili olarak söylüyor. Tam bir propaganda, ajitasyon ve siyasal eylem özgürlüğü, oluşturulacak blok’un, birlik’in kesin ön şartıdır.
“Biz birlikten, şekilsiz, temelsiz, ilkesiz, adı var kendi yok, sadece kulağa hoş gelen bir ‘birlik’ anlamıyoruz. Eğer birlik mücadelenin ve devrimci örgütlülüklerin gelişimine yarayacak bir araçsa, mücadelenin önünü açıcı, onu geliştirici bir işlev yüklenmek zorundadır. Şu anda söz konusu olan eylem (güç) birlikleri, belli hedefler doğrultusunda, süreli, sınırlan çizilmiş, asgari noktaları belirlenmiş, devrimci ilkelere sahip, hedefe varıldığında dağılan birliklerdir.” Sınırlarının çizilmişliği ve asgari noktalarının belirlenmişliği açısından belirli eksiklikler taşısa da, gerçekten bugünkü devrimci birliklerin durumu budur.
Bugün moda olan bir tür “birlikçilik”, ilkesiz, şekilsiz, devrimci bir temelden yoksunlukla propaganda edilmekte, geniş mezheplilikle devrimci ve reformcu akımların düzen-içi, reformcu platformda “ne olursa olsun” birlikteliği olarak ortaya konmaktadır. 141-142’den arındırılacak Eylül “demokrasisi”nin savunulması ve ona entegrasyon, bu revizyonist reformcu sağcı “birlikçiliğin” üzerinde yükseldiği başlıca platformdur. Sağcı tasfiyeci akımlar, işçiler, gençlik ve diğer kesimler içinde bu temelde bir “birlik” çalışması yürütüyorlar. (Yine bu temelde “birlik” partileri oluşturmaya çalışıyorlar.) Böyle bir “birlikçiliğe” hoşgörüyle bakmak, “birlik” sözcüğünün “kulağa hoş geliciliği”ne kapılarak devrimci hedeflerden taviz vermek ve düzen içilik platformuna sürüklenmek, “ilkesizlik” olduğu gibi, “mücadelenin önünü açıcı, onu geliştirici bir işlev”den yoksun “birlikçilik”in gericiliğiyle vakit öldürmek olur.
Birlik, eğer devrimci birlikse, devrimcilerin birliğiyse, ilkeli olmalıdır, devrimci bir platform temelinde yükselmelidir ve bunun doğal sonucu olarak mücadelenin önünü açıcı bir işlev yüklenmelidir. Mücadeleyi geliştirmeyen, böyle bir işlevi yerine getirmeyen “birlikler”den uzak durulması gerektiği açıktır. Bu tür “birlikler” oluşturma işi, sağcılara, Gorbaçovculara, bir araya gelmenin pazarlıklarını sürdüren çeşitli revizyonist akımlara, onların birleşmeye uğraştığı sosyal demokratlara, reformculara ve liberallere bırakılmalıdır. Yapılması gereken, bu tür “birlikçilik”e de karşı ve alternatif olacak devrimci birlikler oluşturmaktır.
Bugün, henüz ne yazık ki, devrimciler birlikler oluşturmada, revizyonist reformcuların kat ettiği mesafeyi, kendi adlarına kat etmiş olmaktan uzaktırlar. Kuşkusuz bunun nedenleri var. En başta, düzen-içi birlik oluşturmakla düzen karşıtı birlik oluşturmanın farkı ve ikincinin zorluğu geliyor. Yasalcılık, bugün için düzen-içi birlikçiliğin işini kolaylaştırıyor görünüyor. Sağlam ve her koşula dayanıklı birlik peşinde olan devrimciler, şüphesiz gündelik kolaylıklar uğruna geleceği tehlikeye atamazlar – buradan kaynaklanan zorluklar var. İlkesizlik karşısında ilkelere sahip olmanın getirdiği zorluklar var: ilkesiz “birlikçilik”, birlik için devrimci bir program ya da platform oluşturmanın zorluklarından kaçınabilmektedir. Oysa ideolojik, siyasal yetersizlikler de göz önüne alınırsa, devrimcilerin etrafında birleşebilecekleri bir program ya da platform oluşturabilmeleri, nispeten uzun tartışmaları, hatta bazı doğruların bir ölçüde ya da genel olarak pratik içinde görülür olmasını gereksinebiliyor. Devrimci akımlar ilkeler etrafında örgütleniyorlar, çeşitli akımların ilkesel farklılıklara sahip olmaları doğal oluyor, çünkü, her ne kadar hemen tüm devrimci gruplar kendilerini Marksist-Leninist olarak niteleseler de, toplumda birden çok çıkarları devrimi gerektiren sınıf ve tabaka var ve çeşitli devrimci gruplar bu farklı sınıf ve tabakalardan etkileniyor ve onların farklı çıkarlarına uygun ya da bunlardan etkilenen ilkeler ve siyasetler üretiyorlar. Devrimci grupların farklı ilkelerden -yanlışlığım görerek- vazgeçmeleri ya da karşılıklı tavizlerle asgari müştereklerde birleşmeleri, bir sürecin yaşanmasını gerektiriyor, ideolojik mücadeleyi gereksiniyor ve ek zorluklar doğuruyor.
Ve demokrasi kültürünün eksikliği, bir yandan dayatmacılık, yasakçılık, bunları kaynaklandıran grupçuluk, diğer yandan sorumluluk bilmez ve otorite tanımaz anarşistçe eğilimler, birliği zorlaştıran bir başka nedendir. Küçük burjuvazinin yaygın toplumsal etkinliği hemen tüm devrimci gruplarda yansımasını buluyor ve demokrasi kültüründeki eksiklikle birlikte grupçuluk, birliğin önünde önemli bir engel olarak yükseliyor. Demokrasiyi, hem de “sosyalist demokrasi”yi en çok terennüm eden gruplar, burjuva demokrasisinin bile gerektirdiklerinden uzak durabiliyorlar; grupçuluktan en çok yakınanlar grupçuluk yapabiliyorlar.
Kendini hiçbir program ya da platformla bağlı saymama, oluşturulacak birliğin gerektirdiği ortak işlere ve görevlere karşı vurdumduymazlık, birlik ve birlikçi sorumluluktan, birliğin ve birliği gerektiren kitlelerin ve devrimin genel çıkarlarım gözetmekten uzaklık, demokrasi kültürüne yeterince sahip olmayış ve grupçuluğun anarşizan bir tezahürü olarak ortaya çıkıyor ve birliklerin oluşturulmasını olumsuz yönde etkiliyor. Aynı kaynaktan gelerek can bulan ve olumsuz etkisini gösteren, haklara karşılıklı saygıdan, hoşgörüden, bir arada bulunulacak akım ve grupların siyasal varlığını tanımak ve buna uygun davranmaktan, gruplar arası ilişkileri demokrasi temelinde düzenlemeye çalışmaktan uzaklık başlıca yönleriyle biçimlenen dayatmacı-yasakçı tutum, aslında anarşizan tutumla birleşiyor, çoğu kez hangisinin nerede bittiği ve hangisinin nerede başladığı ayırt edilemiyor, belirli grupların belirli tutumlarında ikisi bir arada, bir karmaşıklık oluşturmak üzere içice geçerek ortaya çıkıyor. Ve zaten “ben yaptım oldu” içerikli anarşizan tutum, özünde ya da sonuçlarıyla dayatmacılık olarak şekilleniyor.
“Hoşgörü”, geniş mezhepli ilkesizliğin, reformcu “ne olursa olsun birlikçiliği”nin terminolojisinde önemli bir yer tutuyor; sağcılığa, reformculuğa, düzen-içiliğe hoşgörü, devrimci olmaktan vazgeçilmedikçe bir arada bulunulamayacak reformcu görüş ve güçlerle bir arada bulunmaya katlanmayı, tahammül edilemeyecek olana, reformcu platforma, ilkesizliğe vb. tahammül etmeyi ifadelendiren hoşgörü olarak, belkemiksizliğin hoşgörüsü olarak anlaşılıyor ve anlatılıyor. Reformcu revizyonistlerimiz bugünlerde engin bir “hoşgörü” yanlısı ve propagandacısı oldular. Ama nasıl birlik onlara terk edilemeyecek kadar ciddi bir kavram ve işse ve birlik sorununda nasıl sahteciliğin ötesinde yapılacak ve yapılması gerekli işler varsa, hoşgörü de reformcu revizyonistler yönünden sahteciliğin bir dışavurumu ya da dile getirilişidir, ama devrimcilere kesinlikle gereklidir. Revizyonizm tüm kavramları çarpıtıyor, sahteciliğinin nesnesi haline sokuyor onları. PDA revizyonizminden “Sosyalist Birlik “çilerin ayrılması ya da atılması örneğinde görüldüğü gibi, “ne olursa olsun” “birlikçilik” sahteciliği, ayrılık ve ayrılıkçılığın üstünü örtemiyor; “hoşgörü” edebiyatı, aynı kumaştan dokunmuş olmalarına ve birbirlerinden pek az farklılık taşımalarına karşın birbirlerine kazanamayacak kadar hoşgörüsüz olduklarım gizleyemiyor. Çünkü revizyonistlerin reformcu birlikçiliği pazarlıklar üzerine kuruludur, “hoşgörü”, pazarlıkların bir unsuru olarak değer ifade ediyor onlar açısından. Ne denli propaganda edilirse edilsin sahte “birlikçilik” ve onun bir unsuru olarak “hoşgörü” onların elinde ve dilinde birer metadır, burjuva-revizyonist sınıf çıkarları bu kavramlar ve metaların değerlerini belirlemektedir. “Değişim değerine” sahip bu kavramlar onlar için, kullanım değerleri bu temelde şekilleniyor. Devrimciler açısından ise, birlik ve onun ihtiyacı olan hoşgörü devrim için gereklidir, devrimci sınıf ve tabakaların çıkarları gerekli kıldığı için gereklidir, devrimci sınıf ve tabakaların çıkarları gerekli kıldığı için gereklidir; devrimciler devrim yapmak için birleşirler, farklı görüş ve tutumları, yanlış ya da doğru, devrime yönelik olduğundan bu farklılıklar karşısında hoşgörülü olmak durumundadırlar. Bu, reformcu yönelişler, devrimi geliştirici değil geriye çekici tutumlar karşısında yozlaştırılmış bir “hoşgörücülük” anlayışından farklıdır. Üzerinde durulan devrimci hedefler için devrimci bir hoşgörüdür. Ve önemli olan genel tutum ve yönelimlerin devrimci oluşudur; hoşgörü, bu genel tutum ve yönelimlerin varlığıyla koşullandırılır. Yoksa hoşgörünün, yanlışlıklar, eksiklikler, yetersizlikler, hatalar ve tutarsızlıklar karşısında kullanılmak gerekeceği açıktır; ama bu zaaf, hata, yanlışlık ve tutarsızlıklar karşısında alınmak gerekecek hoşgörülü tutum, eğer muhataplarının genel tutum ve yönelimleri devrimciyse, hata, zaaf ve tutarsızlıklar devrim hedefine yürüyüş içinde ortaya çıkıyorsa, devrimci bir içerik taşır ve gereklidir. Devrimcilerin, devrimci grup ve akımların son tahlilde proletarya-dışı sosyal temelden kaynaklanan ve reformcu, aşırı “solcu” çeşitli öze! siyaset, görüş ve tutumlarında beliren zaaf, hata, yanlışlık ve tutarsızlıklarının ortaya çıkabilecek oluşudur hoşgörüyü gerekli kılan. Bu, sapmaları ifade eden yanlışlık, hata ve tutarsızlıklar özel durumlar olmaktan çıkıp genelleşirse, devrimci hoşgörünün konusu ve nesnesi olmaktan çıkarlar; genel olarak devrimci olmayana, devrimi hedeflemeyene, hata ve zaafları devrim hedefine yürüyüş içinde ortaya çıkmayana hoşgörü devrimci değildir, burada hoşgörü gerekli olmaktan çıkar.
Devrim sürecine birden çok sınıf ve katmanın katıldığı, bunların bu sürece hiç kuşku yok ki kendi sınıf çıkarlarının belirlediği düşünse! ve pratik tutumlarla kırıldıkları bilinen bir şeydir. Ve zaten hem birliği hem de devrimci hoşgörüyü gerekli kılan bu gerçektir. Farklı sınıf çıkarları ve onlardan yansıyan farklı düşünsel ve pratik tutumlar, farklı ilkeler ve siyasal çizgilerin varlığı, farklı devrimci çıkar ve yönelimlere sahip farklı sınıf, katman, siyasal grup ve akımların oluşu birlik ihtiyacını doğurur. Ve açıktır ki farklılıklarla bir arada olunacaktır, farklılıklarla bir arada olabilmek Öğrenilecektir. Birliği (parti içinde birlik değil, sınıflar, gruplar, farklı görüş ve tutumlara sahip olan devrimciler arasındaki birliği) koşullandıran bu farklılıklar ve bu farklılıklara rağmen amaç ve hedeflerde benzerliklerin oluşudur. Farklılıklara rağmen benzerliklerin, ortak hedeflerin oluşu, birleşebilmeyi, ama farklılıklara rağmen bir araya gelebilmeyi öğrenmeyi zorunlu kılıyor. Kimsenin bir başkasından kendisini diğerlerinden farklı kılan yönlerden, farklılık noktalarından bir çırpıda vazgeçmesini isteyemeyeceği, istese bile bunun boşuna öne sürülmüş bir istek olacağı tartışmasızdır. Devrimcilerin birbirlerini yanlışlıklarından, hatalarından, tutarsızlıklarından vazgeçmeye davet etmesi, bunun ideolojik mücadelenin konusu olması ne kadar doğal ve gerekli ise, yek diğeri karşısındaki farklılıkları oluşturan, birbiri karşısında çeşitli gruplara karşısındakinin hata, zaaf ya da tutarsızlığı olarak görünen düşünsel ve pratik tutumlardaki aykırılıkların bir çırpıda değişip dönüşebileceğini beklemek ve böyle değişiklik ve dönüşümleri birliğin şartı olarak görmek o kadar gereksizdir, yanlıştır ve doğal değildir.  Devrimciler ve devrimci gruplar birbirlerini eleştirip düzeltmeye çalışacaklardır ve çalışmalıdırlar, ama birlik gruplar birbirlerini düzeltinceye kadar ertelenemez ya da birlik, bu düzeltmenin gerçekleşmediği koşullarda, kendini “yasa yapıcı” ya da “mutlak hakikatlere” ulaşmış varsayan bir siyasal grubun “yasa koyuculuğu”nda, dikte ediciliğinde gerçekleşemez. “Farklılıklarla bir araya gelebilmeyi öğrenmek” ile kastedilen, gönüllü olarak, karşılıklı birbirinin farklılıklar taşıyan siyasi varlığını, varoluş hakkını ve bunun son derece pratik sonuçlarım ve gerekliliklerini tanıyarak devrimci birlik savunucusu olmak ve birleşebilmektir. Farklı siyasal güçlerin düşünce ve faaliyetleriyle farklı siyasal varlıklar oluşturmalarından doğal şey yoktur. Birleşilecek devrimci güçlerin, karşılıklı olarak farklı siyasal varlıklarını ve sonuç olarak farklı siyasal faaliyetlerini, kendilerini bu farklılıklarıyla siyasal faaliyetlerinde ortaya koyma hakkını kabullenmekten doğal bir şey de yine olamaz. Ve birlik, bu doğal olanların doğal olarak görülmesi ve buna uygun davranılmasına bağlı olarak olanaklı olabilir. Hiçbir kimse, hiçbir grup bir diğerinden kendi farklılıklarını birlik uğruna terk etmesini, siyasal farklılıklarını ortaya koymaktan ve farklılık noktalarında kendi siyasa) faaliyetinden vazgeçmesini isteyemez, birlik için kendisini inkâr etmesini dayatamaz. Birlik kavramı ve birliğin pratik şekillenişi, her devrimci grubun tüm farklılıklarıyla kendisi olarak yine kendisi olan başka devrimci gruplarla bir arada oluşunu ifade eder.
Her birlik bir uzlaşma demektir. Birlikler, karşılıklı verilen tavizlerle olanaklıdır. Siyasal uzlaşmalara varılmadan birlikler oluşturulması mümkün olmaz. Nedeni yukarıda belirtildi: birden çok sınıf ve tabaka ve onların çıkar ve özlemlerini yansıtan siyasal akım ve grupların varlık koşulunda, farklı programlar, farklı yönelim ve tutumlar, farklı siyasal çizgi ve faaliyetler kaçınılmazdır. Ama işte benzerlikler ve ortak hedeflere sahip olma noktasında birlik bir ihtiyaç olmaktadır ve bu ihtiyaç görmezden gelinemez.
Farklılıkların ve benzerliklerin, ortak hedeflerin varlığı neye yol açmalıdır? Bu durum, ne farklılıkların ne de ortak hedeflere sahipliğin önemsenmemesi ve birinden birinin diğeri lehine göz ardı edilmesi sonucunu doğuramaz, doğurmamalıdır. Aynı noktaya geliyoruz: “farklılıklara rağmen ve farklılıklarını koruyarak bir arada olabilmeyi öğrenmek”, gerekli olan budur. Nasıl? Doğru ve birbirinin haklarına, siyasal varlığına saygılı uzlaşmalar yapabilmeyi başararak. Ortak noktalan doğru saptayıp, ortak hedefler ve talepler etrafında birleşmek tutumunu geliştirerek… Ama bu birleşmenin yalnızca ortak hedefler etrafında bir birleşme olduğunu, tek bir ideolojik-siyasal akım içinde birleşilemedikçe henüz farklı hedef ve amaçlara da sahip olmaya devam edileceği, birleşmekle tüm farklılıkların giderilmediğini bilerek. Farklılıklar sürdükçe, birlikte yapılabilecek olan sınırlı olacaktır. Ve birlikte bir şeyler yapıyor olmak, farklı şeyler yapmamak anlamına gelmeyecektir. Neler birlikte yapılabiliyorsa onlar birlikte yapılacak, birlikte yapılamayanlar ise, karşılıklı olarak ayrı ayrı yapılacak ve kimse bundan gocunmayacaktır. Tümüyle ek olarak birleşilebilininceye kadar, tek bir parti çatısı altında örgütleninceye kadar, bu durum kaçınılmazdır. Farklı ve daha fazla yapacak şeyi olanın, daha azı oluşturan, ancak ortak olan hedefler etrafında bir başkasıyla birleşmesi, bir uzlaşmadır. Ama devrimci açısından, bu uzlaşmanın kötü bir uzlaşma ya da Lenin’in deyişiyle “ihanet” olmaması, birlik oluşturan tüm tarafların, birlik noktası haline getiremedikleri -kendi farklılıkları olarak kalan- noktalarda tam bir özgürlüğe sahip olmalarını gerektirir. Birlik adına, birlik alanının dışında kalan sorunlarda özgürlüksüzlüğün dayatılması hiçbir devrimci ve devrimci grup tarafından kabul görebilir bir şey olamaz. Birlik yanlısı olan ve ortak hedefler etrafında birlik oluşturmak isteyen ve oluşturan güçler, farklılıklarda tam bir özgürlüğü varsayarak ve bunu ve sonuçlarını kabullenerek birlik yanlısı olmalı ve bu durumu dikkate alarak birlikler oluşturmaya girişmelidir.
“Biz tam bir propaganda, ajitasyon ve siyasal eylem özgürlüğünü koniniz. Bu koşul olmadan blok kurulamaz, çünkü siyasal eylem özgürlüğünü elde etmeden uzlaşmaya varmak ihanet olur.” Savunulması ve uyulması gereken Lenin’in bu tutumudur.
Bu özgürlük kötü ve kötüye mi kullanılır? Mümkündür. Devrimcilerle birlik kuruluyorsa, bu, son tahlilde önemsizdir. Devrimci bir birlik söz konusuysa -ki üzerinde durulan odur-: 1- Devrimcilerin zaaflar, hatalar, yanlışlıklar ve tutarsızlıklar taşıyabileceği ve taşıyacağı, çeşitli sağ ve “sol” hataların yanında grupçuluk, sekterlik vb. gibi zaaflarla malili olabileceği, yetersizlik ve küçük burjuva konum ve etkilerden gelen tutarsızlıklar gösterebileceği baştan varsayılabilir, ama zaten üzerinde tartışılan birlik zaaf ve halaları önemsiz oranda görülebilecek Marksist-Leninistlerin bir parti çatısı altındaki birliğinden farklı olduğundan bu durum kaçınılmaz sayılarak doğal görülmeli ve birleşen tüm taraflarca bu tür zaaflara karşı önlemler alınmalıdır (kuşkusuz bu tür önlemler tarafların kendilerince ve kendilerine göre alınacaktır, en başta gelen önlem uyanıklık, kendi şahsında zaaflardan kaçınma ve olası zaafların kendini, birlik güçlerini ve yığınları olumsuz etkilemesini ve zararlara yoI açmasını önlemeye çalışmaktır); 2-Her şeye rağmen, devrimcilerle birleşildiğini bilerek, kendileriyle birlik oluşturulan devrimcilerin devrim, emekçi yığınlar ve birleştikleri devrimci güçlere sorumlulukları, sorumluluk duygusuyla davranacakları varsayılmalıdır.
Devrimcilik demek, aynı zamanda sorumluluk demektir; devrim, emekçi yığınlar ve devrimci güçler karşısında sorumluluk duyulmadan devrimci olunamaz ve böylesi bir sorumluluk her devrimci için önceden varsayılmalı ve beklenmelidir. Yine de sorumlulukta hassas davranmayanların eleştirisi, bu konuda bir ilerlemeye yol açacak, devrimci sorumluluk duygusu gelişecektir. Birlik, bu duygunun gelişmesi açısından da eğitici işleve sahiptir. Marksistler, birleşebilecekleri devrimci güçlerin tüm zaaf ve hatalarını ve bunların olası onaya çıkışlarını hesaba katmalarına rağmen devrimci birlikler oluşturulması yanlısıdır ve her devrimcinin -eksiklikleri olsa da- devrimci sorumluluk duygusu taşıdığının bilincinde olarak birlik isterler.
Birlik açısından özgürlük ve sorumluluk bir bütünlük oluşturuyor, önce özgürlük gereklidir. Birlik oluşturulunca “şu yapılır-bu yapılmaz” sınırlamacılığı ve yasakçılığıyla soruna yaklaşılmayıp farklı siyasal varlıkların kendisini farklı siyasa! faaliyetlerinde ortaya kovuş hakkı tartışma ve saldın konusu yapılmamalıdır. Hiçbir siyasal grup siyasal varoluş ve bu anlama gelen ayrı siyasal faaliyette bulunma hakkından vazgeçmez, kendini inkâr etmedikçe vazgeçemez. Bu hakkın tanınması temelinde nasıl kullanılacağı her devrimci grubun kendi sorumluluğuna bırakılmalıdır. Hak ve bu hakkın kullanılıp kullanılamayacağı tartışma ve saldın konusu yapılması, hakkın kullanılabilirliğini kanıtlama tutumunu geliştirici bir etken olarak rol oynar ve nasıl kullanılması üzerinde durma yerine böyle bir hakka sahip olunduğunu ortaya koyucu davranışlara neden olur. Ve kuşkusuz, sorumluluk, eylem birliği ya da herhangi türden bir birlik yapıldığında yanı sıra düşünsel ve pratik alanda farklılıkların orta ya konmaması ve ayrı siyasal faaliyetin sürdürülmemesi demek değildir. Propaganda, ajitasyon ve siyasal faaliyet Özgürlüğünü pazarlık konusu yapmak burjuva ve revizyonist akımlara özgüdür ve bu özgürlük, hangi nedenle olursa olsun uzlaşmalım unsuru haline getirilemez. Devrimci birlikler isteyenler, farklı siyasal faaliyetlerde de bulunacak siyasal güçlerle bileşeceklerini bilmeli ve böyle birliklere gönüllü olmalıdırlar. Sorumluluk, ayrı siyasal faaliyetin birlik halinde gerçekleştirilen eyleme zarar vermemesi ama onu ve genel olarak devrimi geliştirici olması noktasında gereklidir. Yoksa ayrı siyasal faaliyetten vazgeçme noktasında değil. Bu ikincinin adı sorumluluk değil, proletaryayı çıkar ve talepleri yönünden, sınıfsız topluma hedefleyen mücadelesi yönünden asgari hedeflerle sınırlamak, birlik adına devrimci de olsa sınırlı hedeflere sahip akım ve gruplara, başka sınıf ve tabakalara, onların etkisine peşkeş çekmek olur, satış olur. Bunu, kimse kimseden beklememelidir. Her devrimci akım ve grup proletaryayı temsil ettiği iddiasındadır, bu iddianın gerçekliği tartışılabilir, bu tanışma ayrıca yürütülür, ama bu iddia ileri sürüldükçe, hiçbir devrimci akım ve grup bir başkasından-kendisini sınırlamasını islememelidir, isteyemez.
Eylül öncesi ajitasyon, propaganda ve siyasi eylem özgürlüğü, sosyal emperyalizme yönelik teşhir ve eylemlerde yadsınmaya çalışılıyor, sosyal emperyalizme karşı sloganlar atılması konusunda tartışmalar oluyordu. Bugünlerde ise, sorun genelleştirilme eğiliminde, gene! olarak ajitasyon, propaganda ve siyasal eylem özgürlüğü eleştiri konusu ediliyor. İçeriği önemli olmaksızın farklı slogan, pankart açma, kuşlama vb. ilginç gerekçelerle yanlış bulunuyor. Kuşkusuz herkesin herhangi bir sloganı ya da eylemi yanlış bulma hakkı vardır, buna bir şey denilemez; ama eleştiri herhangi bir sloganın atılmaması gerektiği ve atılamayacağı, herhangi bir eylemin yapılmaması gerektiği ve yapılamayacağı noktasına vardırılırsa, ölçü kaçırılıyor demektir. Devrimci olan hiç kimse hangi sloganı atacağı ve hangi eylemi yapacağı konusunda bir başkasından izin almaya gerek görmez. Birlikte yapılabilen eylemler ve atılabilen sloganlar, birlikte yapılır ve atılır, birlikte gerçekleştirilemeyenlerin ayrıca gerçekleştirilmesinden doğal ne olabilir? Bunlar düzen karşısında ve ona rağmen gerçekleştirilme durumundadır; devrimcilerin bu tür etkinlikler karşısında öfke değil sevinç duymaları beklenir. Ve bunlara karşı çıkma işi düzen güçlerine bırakılmalıdır.
Farklı siyasal akım ve grupların farklı siyasal faaliyetlerde bulunması, “devrimciler arası yarış” mantığıyla yürütülen faaliyet olarak değerlendirilebilir mi? İnsanlar ve devrimci gruplar, yalnızca yarışmacı nedenlerle, “kendi malını beğendirmek için” mi farklı eylemlerde bulunurlar? Yoksa farklılıklar -eğer varsa- ortaya çıkıyor ve kendisini farklı eylemlerle ortaya koyuyorsa, bunun başka nedenlerini mi aramak gerekir? Hele aynı parti içinde bile kanatlan, çok sesliliği ve farklı eylemleri “hoşgörüyle” karşılayanların, buna sınıfsal dayanak olarak proletaryanın farklı kesimlerden oluşmasını ve farklılıklara kaynaklık etmesini gösterenlerin, farklı siyasal gruplaşmaların farklı siyasal faaliyetlerine kaynaklık edecek neden bulamamaları ilginç oluyor. Farklı siyasa! faaliyetlerde farklı sınıfsal çıkarların ve buradan yansıyan siyasal eğilimlerin dile gelişini değil “gruplar arası yarışı” görmek, sorunu isteyerek karmaşık hale getirmek ve zaaf belirtisi gibi göstermek için çarpıtmak anlamına gelir. “Yarış halindeki grupların siyasi faydacılığı” pek kolaycı bir açıklama tarzıdır, siyasi faaliyeti siyasal faydacılık olarak tanımlamak, siyasetten, siyasal mücadeleden bir şey anlamamak ve bol “demokrasi”, üstelik “sosyalist demokrasi” sözcüğü arasında demokrasi unsurlarını “faydacılık”a indirgemek demektir. Ayrı siyasal faaliyet sürdürmek, birlik sağlanabilen noktaların dışında kalan alanda farklılığın ortaya konulması ve bunun farklı siyasal eylemler olarak somutlanması, “uzun vadede ‘sosyalist demokrasi’nin dumura uğrama tehlikesi”ne niçin neden olsun? Tam tersine, siyasal eylem ve ajitasyon, propaganda özgürlüğün yadsınması, bırakalım sosyalist demokrasiyi, en sıradan demokrasi anlayışıyla bile çelişmez mi?
Ve siyasal faaliyetin mücadeleyi provoke edeceği anlayışı, PDA’cı ya da TBKP’li “provokasyon teorileri” savunulmadan, siyaset provokasyon olarak nitelendirilmeden kolay kolay savunulamaz. Kendisini çeşitli eylemlerde ortaya koyan farklı siyasa) tutumların yanlışlıklan, içerik olarak şu ya da bu hatayla malûl oldukları ileri sürülüp bunlar eleştiri konusu edilebilir ve bu temelde bir tartışma yürütülebilir; ama genel olarak kendini siyasal eylemlerle ortaya koyuşun provokatif nitelikte olduğu ileri sürüldüğünde PDA’cılık yapılmaya çalışılıyor demektir. Siyasal faaliyetin bizatihi kendisini mücadeleyi provoke eder nitelikte görmek, ya mücadeleyi ekonomik veya akademik-demokratik’ sınırlar içine hapsedici bir mantık ve yaklaşımla ya da birlik adına her türden farklı siyasal tutum ve faaliyetlerden vazgeçme şeklindeki Leninist ve devrimci olmayan uzlaşmacı mantıkla mümkündür. Ama her ne halse, siyasal faaliyet özgürlüğü ve ayrı siyasal faaliyetlerde bulunma, kesinlikle ne birliği ne birlikte mücadeleyi ve ne de kitleleri provoke eder. Provokasyon başka yerlerde aranmalı ve bu arayış somut gerçeklere dayanmalıdır. Ayrı siyasal faaliyet üzerine gene! olarak bir “provokasyon edebiyatı” yapmak, sorunu ve grupçuluğu abese vardırmaktır. Ancak herhangi somut bir siyasal faaliyetin birliği ve mücadeleye atılan kitleyi güvenlik vb. açısından zor duruma düşürdüğü düşünülüyorsa, bu eleştirilmeli, tartışılarak gereği yerine getirilmelidir. Bit siyasal grup kendisi bir yanlış yapmışsa ya da yapıyorsa ve bunu kendisi görmüyor da bunu başkaları gösteriyorsa bundan ancak sevinç duyar. Ama herhangi somut eylemin somut bir zararı yerine genel olarak siyasal faaliyetin zararlarından söz edilmesini anlayabilmek ve bu yönde bir “yardım”ı yardım kabul edebilmek mümkün değildir.
Son olarak, eylem birliği oluşturularak düzenlenen herhangi bir eylemde, tarafların gönüllü katılımı ve onayıyla, baştan ne yapılıp ne yapılamayacağı konusunda kesin bir sınır çizilebilir. Bu, normal ve doğal bir durum değildir, ancak çeşitli özel koşulların zorlamasıyla böyle bir yol tutulmuş olabilir. Bu durumda, kuşkusuz, kararlaştırılmış olanın yapılması ve baştan saptanan sınırlara uyulması gerekir. Ancak, böyle sınırlamaların genelleşmesi düşünülemez. Düşünülemez, çünkü, bu, Leninist “tam bir propaganda, ajitasyon ve eylem özgürlüğünü koruma” birlik koşuluyla çelişme oluşturur.
Birlik, devrimci birlik savunulmalı ve olanaklı olduğu her yer ve zamanda oluşturulmalıdır. Bununla da kalınmamalı, birliğin kalıcı, uzun vadeli ve programatik birlik olarak gelişmesi için çalışılmalıdır.
Ancak bilinmelidir ki, birlik, farklı siyasal sınıf güçleri arasında, farklılıklar varsayılarak oluşabilecek bir şeydir. Ve herkes, her devrimci akım ve grup bu farklılıklara ve “bunların kendini siyasal eylemlerde ajitasyon ve propagandada ortaya koyusuna hoşgörüyle yaklaşmalıdır.
Birlikte yapılabilenler birlikte, birlikte yapılamayanlar ayrı ayrı yapılmalıdır. Devrimcilere düşen, birlikte yapılabilenlerin nitelik ve niceliğini artırmak, birlik alanını genişletmektir. Ancak yine birlikte yapılamayan bir şeyler kalacak ve bunlar ayrı siyasal faaliyetlere konu olacaktır, ta ki tek parti çatısı alında birleşilsin. Ancak bu durumda siyasal faaliyet, ajitasyon ve propaganda tekleşir.

Temmuz 1989

Demir-Çelik Grevi ve Dönen Dolaplar

Demir-Çelik grevi devam ediyor ve görünen o ki bir süre daha devam edecek. Grevin arkasında birçok dolap dönüyor, birçok pazarlık yapılıyor, bakanların bile birbirini suçlamasına yol açıyor. Dönen dolapları kavrayabilmek için grevin başlarından bu yana gelişmeleri gözden geçirmek gerekiyor.
Kamu işyerlerinde 600 bin işçinin toplu sözleşme görüşmelerinin ve eylemlerinin sürdüğü Mart ayında Karabük ve İskenderun Demir-Çelik Fabrikalarında da grev karan alındı. 22 Mart’ta greve başlanacağı ilan edildi. Demir-Çelik İşletmeleri kamu işletmesi olmasına rağmen, metal işçilerinin, 1976’lardan bu yana, emeğe saldırgan yüzünü çok iyi tanıdığı MESS’e üyedir.
22 Mart’ta başlanacağı gün grev “güvenlik” gerekçesiyle Bakanlar Kurulu tarafından ertelenir ve bu karar gece yarısı, Demir Çelik İşletmeleri güvenlik birimlerine bağlı ekipler tarafından Karabük’te gece yarısı araçlar dolaştırılarak anons edilir.
MESS ve Çelik-İş bu arada tekrar masaya otururlar ve anlaşma sağlanamaz. İşçiler grev haklarının ellerinden alınması karşısında sessiz kalmazlar. Üretim düşürülür, gösteri ve yürüyüşler yapılır. Esnaf da kepenk indirerek işçilere destek olur. İşçiler sözleşmenin Yüksek Hakem Kurulu’na gitmesi halinde üretimi tamamen durduracaklarını ilan ederler. Çelik-İş “güvenlik gerekçesiyle grevin ertelenemeyeceğini” belirtir ve yürütmenin durdurulması için Danıştay’a başvurur.
İşçilerin kararlılığı ve genel olarak kamu işyerlerinde çalışan işçilerin süren eylemliliği sonucu 18 Nisan’da dava, Danıştay’da sonuçlanmadan, hükümet ertelemeyi kaldırır. Çelik-İş, İskenderun ve Karabük’te 4 Mayıs’ta 20 bin işçi ile greve başlar.
Ve Seka grevinde tezgâhlanan oyun bir kez daha sahneye konur. Seka grevi sırasında işçilerin kararlılığını kırmak, grevi etkisiz hale getirmek için kâğıt ithalatından gümrük kaldırılmıştı. Bu karar aynı zamanda Faysal Finans’a büyük vurgun olanağı sağlamıştı. Faysal Finans’ın ortaklarından birinin Korkut Özal olduğu hatırlanmalıdır.)
Grevin başlamasıyla birlikte bu kez demir ve çelikten vergiyi kaldıran kararname yayınlanır ve Demir-Çelik İşletmesi demir ithalatı için ihale açar. Bu ihalenin önemli bir kısmını aynı Faysal Finans’a bağlı Faysal Dış Ticaret kazanır. İlk partide 30 bin ton, ikinci partide 50 bin ton demir ithal edilir.
Gümrüğün sıfırlanmasına, ton başına 273 bin lira indirim yapılmasına ve ithal edilen demirin bir yıl önceki üretim olmasına rağmen bu süre içinde demire % 8.5-14.7 ve 7-15 oranlarında zam yapılır. İçinde MESS yöneticilerinin de bulunduğu ithalat vurguncuları ve özellikle Faysal Finans’a iki ayda 12 milyar havadan para kazandırılmıştır.
Grevin arka planında bütün bunlar sessiz sedasız gerçekleştirirken, birden bakanlar birbirini suçlamaya başlar. İmren Aykut’un, Demir Çelik İşletmeleri’nden sorumlu Işın Çelebi ve Cemil Çiçek’i, Işın Çelebi’nin de ithalattan Sorumlu Güneş Taner’i suçlayan demeçleri, gazete sayfalarını doldurur. İthalattan vurgun yapanların listesi Güneş Taner ve Ekrem Pakdemirli’den sorulduğunda iki bakan da bilgisayarlarda olan bu bilgiyi açıklamazlar ve vurguncuları açıkça korurlar.
MESS, gazetelere ilan vererek Çelik-İş’i suçlar ve işçileri işyerini kapatmakla tehdit eder. Bu arada işçileri işten atıp yem işçilerin işe alışması talebini hükümete bildirir.
Bütün bunlar olup biterken grev nedeniyle günlük zarar İsdemir’de 1 milyar 400 milyon, Karabük’te 900 milyon olup şimdiden isçilerin toplam isteklerini çoktan aşmıştır.
Oyun açıktır. Bir yandan Faysal Finans gibi stokçulara, içinde MESS yöneticilerinin de olduğu demir ithalatçılarına milyarlar kazan dirilirken, öte yandan grevin uzun sürmesi sonucu on binlerce işçi açlığa mahkûm edilerek kararlılıkları ve mücadele azmi kırılmaya, kötü koşullarda bir sözleşme dayatılmaya çalışılmaktadır.
Demir Çelik işçileri bu oyunu boşa çıkarmak için kararlı direnişlerini sürdürmektedirler. Bütün işçilerin Demir Çelik grevcileriyle dayanışmalırını yükseltmeleri ve MESS’e, stokçu ve vurgunculara, onların koruyucusu Özal iktidarına karşı Demir-Çelik grevini desteklemesi gerekiyor. Oyun ancak böyle bozulabilir.

Grevdeki Demir- Çelik İşçileri: “Sonuna Kadar Direneceğiz”
Haziran sayımız için Demir- Çelik grevi üzerine isçilerle konuşmak ve gözlemlerde bulunmak için gittiğimiz Karabük’te, geç kaldığımız için işçiler ve sendikacılar bizi eleştirmişti. Grevin hazirana kalmadan biteceğini umuyorlardı. Mayıs’ın dördünde başlayan grev Haziran’ın sonu geldiği halde hâlâ devam ediyor.
Geçtiğimiz günlerde kamuoyuna seslerini duyurmak için Karabük Demir Çelik işçileri bir de miting yaptılar. Son gelişmeleri öğrenmek ve mitingi yerinde izlemek üzere ikinci kez Karabük’e gittik. Mitingin en belirgin özelliği çok kalabalık olması ve işçi ailelerinin ve eşlerinin de büyük bir coşkuyla mitinge katılmış olmalarıydı. 10 bin dolayında kişinin katıldığı mitingle işçiler MESS ve hükümete karşı tepkilerini sendika tarafından önceden belirlenmiş bulunan dört slogan çerçevesinde dile getirmişlerdi. MESS ve hükümete karşı işçilerin öfkesi büyüktü. Atılan sloganlar şunlardı:
“İşçi sendika omuz omuza”
“İşçi emekçi, MESS çıkarcı”
“İşçiyiz, güçlüyüz. Hakkımızı söke söke alacağız”
“En büyük Çelik-İş başka büyük yok”.
Halkın alkışları arasında yürüyen işçiler, “Halkımız mitinge” sloganını da attılar. Miting öncesi yapılan yürüyüş sırasında işçi eşleri ve ailelerinin olmamasına karşın sendikacı eşlerinin ön sıralarda bulunması dikkat çekiyordu. Yürüyüşe alınmayan işçi aile ve eşleri miting alanında bekletiliyorlardı. Miting alanına gelindiğinde işçi iş ve aileleri işçileri büyük bir coşku ile karşıladılar. Eşler ve çocuklar, “Açız, Ankara’ya yürüyelim” diye bağırıyorlardı. Miting öncesi yürüyüşe yasak zincirlerini kıran bazı işçi eşlerinin de katıldığı gözlemlerimiz arasındaydı.
Sendika yöneticileri ve eşleri giyim kuşam bakımından da farklılıklar gösteriyorlardı. Sendika yöneticileri takını elbiseler ve “Parliament” sigaralarla analarda dolaşırlarken, eşleri de şık giyimleriyle diğer işçi eşlerine fark yapıyorlardı. Ancak sloganlar atılırken sendikacı eşlerinden yükselen ses bir hayli coşkuluydu.
İşçiler kendi aralarında sendika başkanlarından “Valessa” diye söz ediyorlardı. İlginçti. Valessa bir yandan işçileri ve demokrasiyi savunuyor görünürken, diğer yandan da Amerika ve batılı ülkelerin desteğinde, Polonyalı yöneticilerle sürekli uzlaşma çizgisi izliyordu. Çünkü Valessa papazlar, rahipler ve ‘hayran’ olduğu batılı ülkelerle birlikte Polonya’da sosyalist maskeli kapitalizm yerine batı tipi kapitalizmin yerleşmesi için uğraş veriyordu. Tıpkı Valessa gibi Çelik-İş Başkanı’nın da zaman zaman çıkışları oluyor. Ama bu çıkışların düzenin kendisini hedeflemediği bizce açık. Çelik-İş Başkanı’nın belirli bir ücret artışı ile yetineceğini işçilerin kapitalizme karşı vereceği mücadeleye önderlik gibi bir probleminin olmadığını, bugün için istenenler kısmen de olsa elde edildiğinde uzlaşmaya hazır olduğunu biliyoruz. Grev süresince işçiler sorunların asıl kaynağını gösterme ve buna karşı mücadele konusunda hiçbir şey verilmeyişinden bu sonucu çıkarmak pek de zor değil.
Başbakan, Demir Çelik işçilerine “bir kuruş daha fazla vermem “diyor. Basında çıkan haberlerde ve Çelik-İş yöneticilerinin demeçlerinde grevin Demir-Çelik ithalatçılarının daha fazla kazanması için uzatıldığı yolunda iddialar var. öte yandan işçiler haklarım elde edinceye kadar ne pahasına olursa olsun direneceklerim söylüyor. Yetkililer sürekli birbirleriyle çelişen açıklamalarda bulunuyorlar. Son olarak ERDEMİR’in (Ereğli Demir Çelik Fabrikası) satılacağı yolunda da söylentiler yayıldı. Tüm bun/ardan çıkarılacak sonuç ne olabilir?
Demir-Çelik işçilerinin 110-120 bin lira gibi son derece gülünç bir ücret karşılığında günde üç dört gömlek değiştirerek 1800 derece sıcaklık karşısında daha fazla bu ücrete dayanmaları beklenebilir mi? MESS ve hükümet çevreleri işçilerin 80 öncesinde olduğu gibi ‘1 ton demir karşılığı ücret’ istemini çok fazla ve ‘gerçekçi olmamak ‘ diye değerlendiriyorlar. Onlara göre gerçekçilik kölece çalışma koşullarına razı olmak. Biraz olsun insanca yaşayabilmek için ileri sürülen talepler hayalcilik ve aşırılık oluyor. Onlara göre gerçekçilik Türk-İş ‘in yolunu izlemek. Yani yarın hatta şimdiden gelen bir zam dalgasıyla fazlasıyla geri alınacak olan küçük bir ücret artışına uysalca rıza göstermek, üstelik memnun olmak. Fiyatlara yapılan zamlara, hayat pahalılığına karşı çıkmamak, protesto etmemek.
Ama işçilerin Türk-İş’in yolundan gitmeyeceklerinin belirtisi bugünden görülüyor. “Biz sonuna kadar direneceğiz” diyorlar. Eğer satışa gelmezlerse, sendika yöneticilerini aynı kararlılıkla sonuna kadar kontrol altında tutarlarsa, bu koşullarda elde edebileceklerinin en iyisini elde edebileceklerdir. Hükümet ve MESS’in asıl korkusu ‘1 ton demir karşılığı ücret’ formülünü kabul ederlerse bunun diğer işçilere “kötü örnek” olacağıdır. Bu formülü kabul etmeleri halinde öteki işçilerin de onlara göre ‘yüksek’ sayılan ücret istemleriyle harekete geçeceklerinden çekiniyorlar. Bu nedenle de kırk dereden su getirerek isçilerin gözünü yıldırmaya grevden vazgeçirmeye çalışıyorlar. Güya grevden bir zarar görmedikleri imajım yaratarak işçileri “nasıl oba grevimizin bir etkisi yok. Bari az da olsa verilene razı olalım. Hiç değilse daha fazla mağdur olmayız” demeye zorluyorlar. Ülkenin demir çelik ihtiyacını sürekli ithalat yoluyla sağlamak mümkün değildir. Bu yoldan bazı kişiler büyük kazançlar elde etseler bile taşıma suyla değirmen döndürülmesi öyle kolay değildir. Bir sendikacının da belirttiği gibi “grevin hiçbir etkisi yok” anlayışını işçiler arasında yaymaya çalışıyorlar. Çeşitli söylentilerin ve MESS ve hükümetin vurdumduymazlığının mantıklı başka bir açıklamasını bulmak oldukça zordur.
Mitingden önce konuştuğumuz işçiler “çocuklarımızı okuldan aldık, sürekli borçlanıyoruz: bazı arkadaşlarımız ajanslarını bile sattı.” diyorlar ve “Başlangıçta işlediğimiz 1 ton demir karşılığı ücrette direniyoruz… Hiçbir şey bizi yıldıramaz.” diye ekliyorlardı.
Sendika temsilcisi ve işçilerle yaptığımız söyleşide soruları Emeğin Bayrağı dergisinden arkadaşla birlikte yönelttik.

SORU: Grev öncesinde greve yönelik ne gibi çalışmalarınız oldu?
TEMSİLCİ: Önceden greve yönelik bir çalışmamız olmadı. İşçilere uygulanan anket sonucunda ‘1 ton demir’ meselesi ortaya çıktı, grev kararı alındı. Ekonomik nedenlerden dolayı broşür v.b. yayınlar ve araçlarla bir eğitim çalışması da yapılamadı.

SORU: 12 Eylül öncesinde de grevler ve toplu sözleşmeler yapıldı. Fakat o dönemde de çatısı altında çok sayıda devrimci işçinin toplandığı DİSK gibi sendikalar da bile, yönetimlerinin reformist, revizyonist sendika ağalarının elinde olması nedeniyle işçilere doğru siyasi bilinç verilmedi, işçiler yalnızca ekonomik kazanımlarla oyalandı. Siyasi bakımdan da reformizm kuyrukçuluğa yapıldı. Bunun sonunda 12 Eylül karşı devriminin her alandaki saldırısı karşısında işçi sınıfı baskıları gerektiği gibi göğüsleyemedi, elindeki bir kısım haklara da el konuldu. Yeniden aynı olumsuzlukların yaşanmaması için ne türden faaliyetler yürütmek gerekir?
TEMSİLCİ: İşçilere sınıf bilinci vermeyen ve siyasi bakımdan doğru bir bakış açısıyla eğitmeyen sendikalar birer tabela sendikası olmaktan öteye gidemez. Ama bizim sendikamız diğerlerinden farklıdır. Sendikamızın 45 bin üyesi vardır. Sendikamızın bir Türk-İş kadar maddi gücü yoktur. Ancak sendikamız işçilerinin daha bilinçli olduğu kanısındayım. Siz eğitim çalışmasından bahsediyorsunuz. Sendikamız 24 saat açıktır. Biz 200-300 işçi her akşam sendikada toplanır konuşuruz. Maddi olanaksızlığımız nedeniyle dört dörtlük bir eğitim çalışması yapamıyoruz. Daha önceki MHP’li sendika başkanının sendika mallarını ve paralarını çar çur etmesi nedeniyle sendika ekonomik yönden zayıf düştü. Bu genel başkanımız kendi siyasi görüşü doğrultusunda çalışmalar yaptı. Sendikaya ne bir sosyal demokrat ne de onların görüşlerinden olmayan başka bir cins girebilirdi. Biz sendikanın bulunduğu muhite bile giremezdik. Belli bir kesim sendikaya sahipti.
Şimdi sendikamızda değişik görüşten, mesela DYP, ANAP, RP, SHP’den insanlar bir araya gelebilmektedir. Şu durumda maddi nedenlerle yapamadığımız eğitim çalışmalarını ilerde toplu sözleşmemiz imzalanınca belli bir maddi imkan olacağından yapmak mümkün olabilecektir.

SORU: Greve yol açan sorunların MESS olduğu veya şu ya da bu hükümetin politikalarından kaynaklandığı yolunda düşünceler var. Muhalefette iken emekçilerin çıkarlarının savunucusu kesilen ama iktidara gelince en azgın işçi düşmanı icraatların uygulayıcısı olan partiler ve hükümetler veya patron örgütlerinden yalnızca birisi sorunların asıl kaynağı, olarak gösterilebilir mi? Yoksa asıl neden patronlara ve burjuva partilerine halkı soyma ve sömürme olanağını veren düzen mi? Sorunların asıl kaynağı, partiler ve hükümetler değişse de kendisi aynı kalan sömürü sistemi değil midir? Örneğin Demirel şimdi zamlara, yoksulluğa ve hayat pahalılığına karşı imiş gibi pozlara giriyor. Oysa 12 Eylül’den önce iktidarda iken kendisi de bugün karşı çıkıyor göründüğü şeyleri yapmıyor muydu? Demirel bugün iktidara gelse zam yapmayacak mı, iktidarda olduğu 12 Eylül öncesi dönemde yaptıklarından daha az mı yapacak?
TEMSİLCİ: 12 Eylül’de çıkartılan yasalar işçilerin aleyhine olmuştur. Lehimize çıkan bir yasa yoktur. Bu yasalar hepimiz “EVET” demişizdir. Ama neden evet dedik? Yasaların neye hizmet edeceğini bilmediğimizden. Kendi kazdığımız kuyuya kendimiz düştük. Fakat şimdi bu yasalara karşı çıkıyoruz.

SORU: O halde ne yapmak gerekir?
TEMSİLCİ:
İstediğimizi yapmamız mümkün değil. Çünkü yasalar engel oluşturuyor.

SORU: Ama grev öncesinde işçiler istedikleri bazı şeyleri yaptılar.
TEMSİLCİ: Evet grevden önce işçiler ‘Toplantı ve gösteri yürüyüşleri’ yasasını çiğneyerek birçok defalar yürüdüler. Üretimi düşürdüler ve durdurdular. Giriş çıkışları engellediler. Memurlar grev kapsamı dışında olmalarına rağmen içeriye alınmadılar. Ama biz sendikacılar kendi başımıza bir şey yapamıyoruz. Çünkü başımızdakilerden ne talimat gelirse onu yapıyoruz. Kendi başıma bir şey yapmaya kalksam sendikaya hesap vermek zorunda kalıyorum. Yani baş başa bağlı. Ben sekretere, sekreter şubeye, şube genel merkeze bağlı.

SORU: özellikle, büyük kentlerde, yönetiminde sendika ağalarının bulunduğu birçok sendikada işçiler, kendi aralarında komiteler kuruyorlar; sendika ağalarına karşı muhalefet yürütüyorlar, işçilerin çıkarlarını gerçek anlamda savunmaya çalışıyorlar. Burada da bu türden çalışmalar var mı?
TEMSİLCİ: Bizim burada böyle bir olay olmaz. Biz 3 ayda bir temsilciler toplantısı yaparız. Tüm şubeler toplantıya çağrılır ve bu toplantılar umuma açık yapılır. O toplantıda herkes eteğindeki taşı döker. Herkes çıkar mikrofona konuşur. Yetkilisi kimse çıkar, cevap verir. Burada her işçi istediği derdini anlatır. Burada tüm kararlar ortaklasa alınır.

SORU: Her ne kadar tartışmalar yapılıyor, kararlar ortak alınıyor diyorsanız da bu bile bazı yanlış kavrayışların ortaya çıkmasını engellemiyor gibi geldi bize. Örneğin toplu sözleşmeleri MESS değil de Gene! Müdürlük yapsın, diyorsunuz. İşveren konumunda MESS yerine hükümet olursa sorunlar çözülecek görüşündesiniz.
TEMSİLCİ: Bizim işçimiz niçin greve gidildiğini bilir. Biz MESS’in toplu sözleşmelerde taraf olmasını istemiyoruz. Sözleşmeleri Gene! Müdürlük yapsın. Gene! Müdürlük yaparsa sorunlar çözülür. MESS’i bilirsiniz, hepsi büyük holdinglerden olanların örgütüdür. Belki bugün grevi bitirirler ama ithal ettikleri demir satılmadığı için grev devam ediyor. Adamlar açık açık söyledi: “Biz demirin ithalatını yapacağız. Siz istediğiniz kadar devam edin, bizim stoklar bitmeden greviniz bitmez.” Özal hükümetinin amacı topluma değil şahıslara kazandırmak, Özal hükümeti şimdiye kadar topluma ne kadar kazandırmış?
Biz kararlıyız. Genel başkanımız, şube yönetimimiz bize söz verdi. Biz islediğimiz ücret düzeyine ulaşsak bile, sendika yönetimimiz imza alamaz. Hepimiz tek tek gelip ya ‘tamam’, ya ‘devam’ diyeceğiz.

SORU: Bugünkü enflasyon karşısında aldığınız ücretler yeterli olacak mı?
TEMSİLCİ: Yeterli olmayacak. Belki 6 aya varmadan bizim aldığımız ücretler eriyecek. Ama biz 10 ay önce verdiğimiz taslakta direniyoruz. O gün istediğimiz 1 ton demir karşılığı ücret 550 bin lira iken bugün 1 ton demirin fiyatı 1 milyona çıktı.

SORU: Peki bu durum nasıl düzelebilir?
TEMSİLCİ: Türk İŞ in başındaki gibi sendika ağalan işbaşında olduğu sürece bir düzelme olmaz. TÜRK-İŞ eylem yapacağız, dedi yapmadı.

SORU; Sizin durumumuz Türkiye’deki diğer işçileri ilgilendiriyor mu?
TEMSİLCİ: Doğrudan doğruya bizi ilgilendiriyor ama diğer isçileri de ilgilendiriyor. Mesela Türk-İş bizim onda birimiz kadar direnseydi birkaç kat daha iyi şartlarda anlaşma yapılabilirdi.

SORU: 12 Eylül’ü nasıl değerlendiriyorsunuz?
TEMSİLCİ: 12 Eylül belli bir kesimin işine yaramıştır. İşçi sınıfının tamamen aleyhine yapılmış bir harekettir. Sayın Cumhurbaşkanı TV’de ‘Bilmen nerede çalışan işçi benden daha fazla maaş alıyor’ demiştir. Ama şimdi işçinin ne maaş aldığın; söylemiyor. Aynı şeyi söyleyemiyor. Başbakan çıkıyor, “İşçinin işini bilirdik” diyor. ‘Teknik işçi’, ‘memur’, ’emekli’, ‘süper emekli’ dediler, sınıfımızı böldüler. Yaptıkları, “böl, parçala, yönet.”
Başka bir şey değil. Biz üretiyoruz, ürettiğimizin karşılığını istiyoruz. Biz polis, subay, astsubay gibi hazırdan yemiyoruz. Onlar bizim vergilerimizle yaşıyorlar, ama bizden fazla maaş alıyorlar.

SORU: 1 Mayıs 89 ve göstericilere kurşun sıkılmasına ne diyorsunuz?
TEMSİLCİ: Bunun sebebi sendikalar ve ana muhalefet partisidir, önce bangır bangır bağırdılar, “Biz 1 Mayıs’ı kutlayacağız” dediler. Ama daha sonra yan döndüler ve işçilere ihanet ettiler.

SORU
: Siz 1 Mayıs’ı nasıl görüyorsunuz?
TEMSİLCİ: Ben 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kutlanmasından yanayım.

SORU: Ama siz kutlamadınız.
TEMSİLCİ: Daha önce de söylediğim gibi başımızdakiler ne talimat verirse biz onu yaparız. Kendi başımıza karar verme yetkimiz yok…

SORU: Peki ama biraz önce kararlar ortaklasa alınır dememiş miydiniz?
TEMSİLCİ: Bundan önceki sendikacılar, MHP’li sendika başkanı, işçilere 1 Mayıs’ın işçi bayramı olmadığını öğrettiler. Yalnız kendi ideolojilerini yaydılar. İşçiler yeni yeni 1 Mayıs’ın gerçek anlamını, işçi bayramı olduğunu kavramaya başladılar.

SORU: Bu mitingde esnafın tavrı ne oldu, işçileri desteklediler mi?
TEMSİLCİ: Esnaf bugün kepenk indirdi. Korku mudur, yoksa destek midir bilmiyorum.
BİR ESNAF: Hayır, korku falan değil. Sırf kendi isteğimizle, işçiyi desteklemek için kepenk indirdik. Bu konuda hiçbir baskı olmamıştır. Bugün esnafın desteği olmasa işçi bu kadar dayanamaz. Ama ben küçük esnaftan bahsediyorum.
BİR İŞÇİ: Esnaf bugün bize “kepenk indirelim mi” diye sordu. Biz ne indirin ne de indirmeyin dedik. Ama esnaf desteklemek için kepenk indirdi.

SORU: Mitingde yaptığı konuşmada sendika başkanı Metin Türker grevin başarılı olması için genel direniş ve eylemlerin olması gerektiğini ifade etti. Fakat mitingle atılan sloganlar arasında genel direnişin vurgulandığı bir slogan yoktu. Oysa işçiler artık birçok yerde “genel grev” sloganı atıyor.
TEMSİLCİ: Başkan’ın konuşmasında böyle bir düşünce olduğunu fark etmedik. Farkına varsaydık “genel grev” slogan: atardık. Birçok işçi arkadaşın bundan haberi olmamıştır. Artık “genel grev” sloganını demokratik basın olarak siz ilave edin.

Temmuz 1989

İŞÇİ HAKLARI, NASIL SAĞLANDI? “Alındı” mı, “Verildi” mi?

Toplumsal mücadelenin gelişimi açısından, hakları “verildi” ya da “alındı” biçiminde tartışmanın öz olarak sınıf mücadelesini muğlâklaştırdığı kanısındayız. (Fakat genel tartışma dışına çıkmadan yazı başlığını yine de ikilemli koyduk). Çünkü bu yaklaşım tarzı, mücadelenin düz bir (çizgi) gelişimi olduğu anlayışım içeriyor. Hakkın “yasal” bir platformda ele alındığı anı belirginleştiren bir zamanlamayı esas alma söz konusu oluyor. Aslında o ana kadar geçen süreci öne çıkarmayan ya da dikkate almayan bir eğilim ya da anlayış esas almıyor. Önemli olan bu sürece, bir bütünlük içinde bakılmasıdır. Makalemiz açısından ele alındığında, genelinde halkın ekmek ve özgürlük mücadelesinin ve özgülünde işçi sınıfı mücadelesi boyutunun belirlenmesidir.
Bu, taraf olarak sınıfların konumlarını ve varolan ekonomik-siyasal düzenle bağlarının analizlerini yapmakla anlaşılır kılınır.
O anlamda hakkın ya da hakların toplumsal yaşamda nasıl resmi/yasal kullanılır duruma geldiği sorusu önem kazanır.
Toplumsal gelişme ve toplumsal mücadeleyi bütünsel bir analizde/incelemede, işçi sınıfına yönelik yapılan çalışmalardaki özellikle 274 sayılı Sendikalar ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunlarının tepeden/yukardan verildiği şeklinde bir lütuf tezi işlenir.
“Verildiği” ya da lütuf tezi: öz olarak devletin sınıfsallığı ve bunun gereği işlevleri göz ardı edilir ve işçi sınıfının varlığı ve mücadelesi unutturulmak istenir. Karşı bir tez: İşçi haklan, siyasi ve sendikal örgütlenmelerle işçilerin uzun ve zorlu mücadelesi sonucu elde edildiğidir. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, sınıfın şu veya bu biçimde yaşanılan zor dönemlere karşın mücadele verdiği ve işçi hareketinde süreklilik olduğudur.
Bütünsellikte özgülü incelemek esas alınmalı; aksine davranıldığında gelişmeyi önemli bir yönüyle eksik değerlendirmek ve onun için de yanılmak mümkündür.
“Verildi” tezini içeren çalışmalarda işçi sınıfı özgülü öne çıkarılırken, yeterince araştırma yapmadan / yapılmadan “hani ne eylem yaptı?” biçiminde sınıfın varlığı ve mücadelesine yönelik yapılan sınırlama eksik gözlemi içerir. Böyle bir çalışmada toplumsal mücadele tarihinden çıkarılan tezler gözden ırak tutulamaz.
Nedir, bu tez?
Zor, ekonomik çıkan korumanın bir aracıdır. Ve bunun en önemlisi de devlettir. Günümüzde bu zor aletine, burjuvazi hâkimdir.
Burjuva devletinin varlık koşulu özel mülkiyet hakkı olup, bu, çıkarılan yasalarca korunur. Bu mülkiyet hakkının ihlal edilmezliğini yasa ile koruma, devletin önemli işlevlerindendir. Yasallaştırmak, varolan toplumsal yapıya resmi meşruluk vermek hali olup; burjuva hukukunun öne çıkardığı yasaların “tarafsızlığı” ilkesi, özel mülkiyetin varlığı tehlikeye düştüğü anda aleni olarak “sona erer.”
Tarih boyunca ve ülkemiz özgülünde de emekçi halkın giriştiği her eylem, burjuvazi tarafından yasal olmadığı biçiminde nitelendirilir. Ve buna uygun olarak da devlet, silahlı güçleriyle (burjuvazinin güvenliğini sağlayan kurumlar) saldırır. Sonuç mu? Ölümler ve toplu tutuklamalar: Geçen 1 Mayıs 1989’da İstanbul’da yaşanılanlar, Çin’de ve Bulgaristan’da olanlar…
İçinde bulunulan yaşam ve çalışma koşullarının zorlaması sebebiyle, ekonomik ve siyasal tutsaklık zincirlerine karşı çeşitli biçimlerde mücadele edilir. Bu, birden fazla insanın varlığım içermesi anlamında belli bir organizasyon, yani sınıf açısından sendikalar, komiteler / konseyler ve partiler aracılığıyla mücadele sürdürülür. Onun için nicel ve nitel değerlendirme birlikte yapılırsa değerlendirme doğru bir gözlemi içerir.
Kapitalizm koşullarında, üretici konumda bulunan işçi sınıfı üretimden gelen gücünü kullanır. O sebeple üretimde aksamalar olur ve sermayeye karşı bir mücadele aracı olarak kabul görür. Sermayenin, bu anlamda burjuvazinin varlığı, üretimin sürekliliğine bağlı olması sebebiyle bu durumda Üretimin aksamasıyla kriz daha da derinleşir. Bu koşullarda hem sınıfsal konumu ve hem de işveren olmasından dolayı devlet, işçi sınıfı eylem ve örgütlerini denetleme gereksinimi duyar. Onun için işçi eylemleri ve örgütlenmeleri yasaklanır ya da kısıtlanır. Bu sonsuza dek devam edemeyeceğine göre, devlet yasal düzenlemeler yapmak zorunda kalır.
Bu sonuca, kararlı mücadele olmaksızın varılamazdı.
Bu, ülkemiz özgülünde de böyledir. Mücadele salt bir işverene ya da salt sermayedarlara değil, onun ekonomik ve siyasi yapılanımı düzene karşı da verilir.
Hakların sağlanmasında ana faktör sınıfın mücadelesine bağlı olarak, faktörler diğer ülkelerin işçi hareketlerinin etkisi, işçilerin seçmen olmasından gelen gücü ve diğer etmenler olarak sıralanabilir. Sınıfı mücadelesi iç dinamiğin varlığı temelinde gelişir; dış dinamikler diye nitelendirilecek faktörler, gelişmeyi etkiler.
Düşünelim: Hakların kullanıldığı ve gasp edildiği yılları…
Toplumsal mücadele dalgasının yükseldiği bir dönemde varolan haklar korunurken, yeni kazanımlar ilave edilir; aksine mücadele dalgasının inişe geçtiği yıllarda, haklar gasp edilir.
Eylül Karaçalma kampanyası ve sonrası daha taze/canlı hatırlarda…
Toparlarsak hakların tanınma-, sının birinci aşaması, işçilerin bugünkü ekonomik ve siyasi yapılanımın şekillendiği temelde emek / sermaye çelişkisinin varlığının yarattığı çalışma ve yaşam koşullarından doğan sorunları bizzat çözmek amacıyla (reformları uğruna ve devrim için mücadeleyi birleştirerek) mücadele etmesi ve buna bağlı olarak ikinci aşamasında da, devletin müdahale etmesidir. Devletin müdahalesi, polisiye olabileceği gibi aynı zamanda yasa yaparak da olur.
Yani yasa yapma/hazırlama gerekçesi:
1- Karşı iradenin varlığı ve bunun arzulanmayan boyutlara ulaşmasını engellemek,
2- Olabilecek gelişmeyi denetimine ve güdümüne almak,
3- Karşı iradenin toplumsal kesimini kendi safına çekmek ve destek bulmak şeklinde sıralanabilir.
Günümüz devlet işleyişinde zaman zaman Eylül türünden kesintiler olsa da “demokrasi” oyununun sahnelendiği parlamentoda yasanın görüşülüp kabul edilmesi, tüzel düzenleme prosedürü, hakların “yukardan verildiği” biçiminde yorumlama nedeni olamaz.
Bu bağlamda her yeni yasa o dönemin güçlerin kesiştiği noktada geçmişin deneyimleri ve geleceğin “belirsizlikleri” arasında, resmi ideoloji çerçevesinde hükümler getirmek ve denetime almak biçiminde hazırlanmaktadır.
Üzerinde durulması gereken önemli bir faktör, deneyimler.
Toplumsal mücadele açısından deneyim aktarma kanalları: Varolan örgütlülükler, araştırarak bilgi aktarımı kanalları, yaşanılanlar…
Deneyim aktarımını burjuvazi, titizlikle üzerinde durarak yapar:
1936 yılında kabul edilen 3008 sayılı İş Kanunun amacını CHP Genel Sekreteri Recep Peker şöyle belirler: “Arkadaşlar, layihasının hazırlanması için uzun yıllar emek çektikten sonra derin ilgi ile en doğru yolları araştırıp bulmak için Büyük Millet Meclisi’nin günlerce müzakere ettiği iş kanunu… bir rejim kanunu olacaktır… İşte bu iş kanunu arz ettiğim (sınıf mücadelesi gelişimi vs. -ÖD.) bakımdan da Türkiye’de Ulusal devlet tipinde ahenkli muvazeneli bir hayatın tanzimine yarayacak bir eser olacaktır… Biz bu iş kanunu ile yurttaşların sınıflaşarak parçalara ayrılmasına karşı bir kale duvarı örüyorsak… yeni iş kanunu sınıfçılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkân verici hava bulutlarını ortadan silip süpürecektir. Bu kanunla milli hayatın iş alanında muvazene kurulacaktır” der (1). Yine aynı kanunla ilgili olarak Yunus Nadi: “Beş altı yıldan beri üzerinde çalışıldıktan TBMM’nin nihayet evvelki gün çıkardığı İş Kanunu… Avrupa’yı kasıp kavuran bir takım fenalıkların aziz Türkiye’mizde teşekkülüne dahi meydan verilmemesi yalnız kendi kendine benzeyen Türk yeni rejimin başlıca hususiyetlerinden, yani kıymetli meziyetlerinden biri olacaktır. Partimiz Genel Sekreteri Sayın Reckep Peker bu hususiyeti sınıf fark ve mücadelesine meydan vermemekle izah etti” diye yazar(2).
1963 yılında; 274 ve 275 sayılı yasaları meclise sunarken zamanın Çalışma Bakanı Bülent Ecevit: “Batı demokrasilerin hemen hepsinde bu kanunla Türk işçisine tanımak üzere bulunduğumuz haklar ancak uzun ve kanlı mücadeleler sonunda elde edilmiştir… Şu birkaç gün içinde bu hakları, bu tür mücadelelere gerek kalmaksızın Türk işçisine tanımak suretiyle toplum ve tarihe büyük bir hizmette bulunmuş olacağımız şüphesizdir” diye konuşur(3).
Bir yönüyle mücadelenin varlığı ve bir yönüyle de ilerde gelişe bilecek düzeyi de vurgulanarak, ilişebilecek boyutu da dikkate alınmaktadır.
İngiltere’de İşçi Partisi hükümetinde Sömürgeler Bakam Sidney Webb’in 17 Eylül 1930 tarihli genelgesinde: “Bağımlı sömürgelerde… işçilerin örgütlerinin, yumuşak bir biçiminde denetlenmemesi ve yönlendirilmemesi durumunda, itaatkar olmayan kişilerin hakimiyeti altına düşmesi ve böylece faaliyetlerinin uygun olmayan ve zararlı amaçlara yöneltilmesi tehlikesi olduğunu görüyorum… Bunların anayasal kanallara geçişini kolaylaştırmak amacıyla gerekli adımlar atma görevinin Sömürge Yönetimlerine ait olduğuna inanıyorum” der(4) (abç).
Alıntılar dikkate alındığında çıkarılacak önemli bir sonuç: Devletin yetkili kurumlarınca, sınıfla ilgili birikimleri, deneyimleri ve yarınlarda olabilecek boyut dikkate alınarak yasal düzenlemeye gidiliyor olmasının nedeni, karşı iradenin, yani sınıfsal mücadelenin varlığıdır.
1947 yılında çıkarılan Sendikalar Kanunu ya da 1963 – Temmuz tarihli 274 ve 275 sayılı kanunların çıkarılmasında çeşitli ülkelerdeki işçi hareketleri ve uluslararası örgütlerin doğrudan etkisinin sınırlı olduğu ve bunların, Uluslararası Çalışma örgütü (ILO) içindeki etkinlikleri araçlığıyla bu süreçte etkili oldukları vs. yazılır.
ILO nedir? İşlevleri?
Uluslararası platformlarda işçi haklarıyla ilgili girişimlerin tarihinin 19. yüzyıla kadar gerilere gittiği biliniyor. Bu oluşumlar temelinde, 1920 yılında ILO kurulur ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında etkinliği artar.
Savaş sonrasında emperyalist sermaye uluslararası düzeyde kendi içinde örgütsel merkezileşmeye gider ve bunun gereği olarak IMF ve Dünya Bankası gibi mali ve ILO gibi sosyal politika güden örgütler kurar ya da önceden var olanların etkinliğini artırmaya çalışır. İşte savaş sonrasında ILO, kapitalist ülkeler arasında sosyal politikalar açısından dengeler kurmaya yönelik çalışmalarda bulunur. İLO’ya devletler üyedir (yılda en az bir kez toplanan ILO’nun organı Çalışma Konferansına her ülkeden 4 üye katılır; ikisi hükümet ve birer tanesi işçi ve işveren temsilcisi olup, görevi sözleşme ve tavsiyeler hazırlamak) ve ILO’da kabul edilen bir sözleşme ve tavsiyenin 12 ile 18 ay içinde üye devletlerin parlamentosunda görüşülmesi zorunluluğu öngörülür. Fakat sonuçta ya kabul edilir ya da reddedilir. Yani ILO’nun sözleşme ve tavsiyelerini devletlerin tüze! düzenlemeleri çok kez geriden izler. Bu anlamda bir yaptırım olanağının bulunmaması sebebiyle, üye ülkelere zaman zaman örneğin (Eylül sonrası Türkiye’ye) eleştirilerde bulunur.
Anlatımlar ışığında, ILO’nun olabilecek rolü abartılmamalıdır.
Sendika Hakkı:
1947-yılında kabul edilen sendikalar yasası, grev, politika yasağı ve sıkı bir idari denetimi kabul eden hükümleri içerir. Dönemin hükümeti CHP, bizzat isçi sendikaları kurma isine girişir ve Genel Sekreterliğe bağlı “İşçi Bürosu” kurdurur.
Dünya sendikacılık hareketinde, ilk sendika liderleri üyelere iyi bir yaşam ve çalışma koşulları için mücadele ederek o görevde kalırken, yani sendika lideri/yöneticisi olmanın yollan mücadeleden geçer, ülkemizde ise sendika lideri seçilmek ya da lider olarak kalmak için işçilerin yaşam ve çalışma koşulları için mücadele etmeye gerek duyulmamıştır. Çünkü lider olarak kalmanın yolu partiden onaya bağlanmıştır.
Çıkarılmakta olan bu (1947) yasa, “işçilere sendika kurma hakkını tanımaktan, çok mevcut (ve kurulacak olan) sendikaları, dernekleri, işçi birliklerini hükümet görüşüne uygun bir düzene sokma isteğinden” kaynaklanır(5).
Bürokratik sendikal yapının ve sendikacılığın başlangıcı…
Grev Hakkı:
1947 yılında eksikliklerine karşın var olan sendikal örgütlenmelerin, grev uygulaması yasaklandığı için, 1950’li yıllarda grev istemiyle eylemler yaptığı ve bazı yıllarda grev yasa taslakları hazırladığını görüyoruz.
1936 yılında çıkartılan ilk İş Kanununun grevi (md. 72 ve 73) ve greve çıkılması halinde uygulanacak yaptırımları tek tek düzenler (md. 127. vd.). Bundan önce 1933’te ceza yasasında (md. 201) yapılan değişiklikle grevcilere uygulanacak yaptırımlar oldukça ağırlattırılır.
Yıl: 1936 ve Kemalist iktidar işçilerin greve çıkmasını önleyecek tedbirler üzerinde dikkatlice duruyor.
O yıllarda böyle bir dikkatin gerekçesi ne olabilir?
1938’lerden itibaren sınıf esasına dayanan cemiyetlerin/örgütlerin kurulmasının savaş sonrasına kadar yasaklandığı dönem sonrasında, 1946 yılında Milli Şef İnönü iktidarında “izinli” çok partili hayata geçilir. 1946’da kumlan ve kendisini “Sosyalist” olarak nitelendiren dokuz parti, kurulmalarından kısa bir süre sonra hemen kapatılır ve geriye Celal Bayar’ın başını çektiği Demokrat Parti kalır: Muvazzaa partisi.
Sendikal haklar, parti propaganda çalışmalarında işlenir.
1947 yılında 20 Şubat’ta Meclis’te, Sendika Kanununun görüşülmesi sırasında CHP greve karşı olurken, DP ise grevi savunur. Görüşmelerde; Fuat Köprülü (DP) “hem demokrasi icabı olarak bir sendika kanunu getiriyoruz demek, hem de grev hakkını tanımamak işe gösteriş mahiyeti verir. Mantıksızlık olur” diye, partisinin görüşünü açıklar(6)
20 Haziran 1949’daki 2. Büyük Kongresinde DP, grev hakkını programına alır ve 1950 Mayıs seçimlerine kadar grev hakkının yasallaşmasından yana olduğu biçiminde propaganda çalışması yapar.
26 Eylül 1949’da bir ocak kongresinde konuşan Celal Bayar, “sendikaların yanı başında bir kuvvet ihmal edilmiştir. O kuvvet grev hakkıdır” der ve devamında DP’nin greve taraftar olduğunu açıklar. Buna karşın hükümet sahibi CHP greve karşıdır. Dönemin Çalışma Bakam R. Şemsettin Sirer,” greve hükümet olarak karşı olduğunu ve aslında işçilerin de grev istemediği” biçiminde verdiği demeç üzerine İstanbul’da yedi sendika ortak açıklamayla bakanın konuşmasını eleştirirler. Bu tartışma yüzünden İstanbul’daki sendikalar grev isteyenler ve istemeyenler olarak ikiye ayrılır ve isteyenler DP’ni, istemeyenler CHP’ni destekler. (7)
1950-Mayıs seçimini DP kazanır ve secim öncesi yaptığı yatırımlardan vazgeçer ve bunun ilki de, grev hakkı olur.
DP, 1951-Temmuz*unda artan grev hakkı istekleri üzerine 50 maddelik bir “Grev ve Lokavt Kanunu” tasarısını işçi sendikalarına gönderir ve görüşlerini alır. Tasarı o yıl yazın yapılan sendika kongrelerinde eleştirilir ve beğenilmez. İstanbul İşçi Sendikaları Birliği ve Tütün İşçileri Sendikaları karşı rapor hazırlar ve grev hakkım savunurlar. (8)
DP iktidarının ilk yıllarında grev hakkı konusunda roller, 1950 öncesine göre değişir: Artık CHP en azından “savunur” görünürken, DP savsaklar.
1953-22 Haziran’da CHP’nin yapılan 10. Kongresi’nde parti’ programının maddesi değiştirilir, program artık “sendika, birlik, federasyon ve konfederasyonlara olağanüstü hallerde tahkim süzgecinden geçmiş grev ve lokavt hakkının tanınmasını” öngörmektedir. (9)
Çok kısıtlı şartlarla grev hakkının programa girmesi, politik yaşamda işçi oylarını dikkate alma zorunluluğunun bir sonucudur.
1950’li yıllarda bazı sendikalar ya grev taslağı hazırlar ya da o konuda bir çalışma yapar. (10)
İstanbul İşçi Sendikaları Birliği: 31 Ocak 1955 tarihinde üye sendikalara grev hakkı için 20 Şubat 1955’te toplantı yapmak amacıyla yaptığı çağrıya, dokuz sendika katılır (K. Türkler de katılanlardan) ve toplantıda grev hakkının yasallaşması istenir.
Ankara İşçi Sendikaları Birliği: 28 Şubat 1955’te yapılan Kongresinde, İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin açtığı grev kampanyasını destekleme kararı alınır.
İzmir İşçi Sendikaları Birliği: grev hakkını savunmada çekingen davranırken yine aynı bölgedeki Ege İşçi Sendikaları Federasyonu grev hakkının “tartışılmasını faydalı” gördüklerini bildirir (17 Nisan 1955). Tartışmaya İzmir Tütün İşçileri ve ayrıca İzmir Matbuat Teknisyenleri sendikaları da katılır.
Ankara İşçi Sendikaları Birliği, Av. Erhan Löker’den 26 Nisan 1955’te aynı yıl kongrede kabul edilen çalışma programı gereği grev hakkı ile ilgili tasan hazırlamasını ister ve ancak taslak 72 madde olarak 16 Mayıs 1956’da hazır olur.
1957 Temmuz’unda Hürriyet Partisi, bir yıl kadar önceden işçilerle karşılıklı görüşmelerden sonra işçilere grev ve işverenlere lokavt hakkım tanıyacak tasan hazırlar. Tasan aynı yıl 27 Ekim’de yapılan oylamada gündeme alınmaz. (10)
Türk-İş ilk Mümessiller Heyeti toplantısında 14 ve 15 Nisan 1958’de yönetim kurulu raporunda “grev ve lokavt hakkının tanınmasını” ister. (12)
18 Kasım 1958 tarihinde CHP lideri İsmet İnönü yaptığı basın-toplantısında, grev hakkı üzerinde durur ve bu gibi “medeni dünyaca kabul edilmiş insan hakları Türk vatandaşlarına sağlanmalıdır” der. (13)
İstanbul Tekstil ve örme Sanayi İşçileri Sendikası Başkanı Bahir Ersoy Kolektif Akit Tasarısını, 5 Mart 1959’da açıklar. (14)
1950’li yıllarda birinci elden kaynaklardan yapılan çalışmaya göre yasak olduğu halde sınıfın giriştiği eylemler, işi bırakma türünde olup yasadışı grevlerdir. Ayrıca sendikal ve siyasi bilinci göstermesi acısından ne acıdır ki, sendikalar grev ve lokavtı birlikte hak olarak görüp ona göre savunurlar. 1947’li yıllarda temellenen sendikal bürokrat yapının varlığı hatırlanmalı. Sınıfın hem bu konumu ve hem de seçmen olarak oyu sebebiyle partiler de, grev “hakkını” tartışır ve savunurlar.
Bugüne çıkartma yaparsak: Bazı konularda sendikal bürokratlar ve sendikaların, anlayışlarıyla çelişen davranışlara girmelerinin sebebi; birincisi tabanın ısrarlı zorlamaları ve de ikincisi sendika açısından ise gelişmeleri denetime alma gayretidir.
Burada sendika ya da partinin niteliği biryana, tartışılan bir konu var. O da: Grev Hakkı meselesi. Parti ya da sendikaların bu tartışmaya nitelikleri yani sendikal anlayışları gereği, gerici ve kendi denetimlerine almak temelinde yaklaştıkları konusunda şüphe olamaz.
Yani tartışma sebebi olanlar ve tartışanlar var.
1950’Ii yılların sonuna doğru toplumsal muhalefet artar ve özellikle öğrenci gençlik mücadelesi yükselir ve kitleselleşir.
1960 sonrası hazırlanan Anayasa’nın md. 46’da tüm çalışanların (1971 değişikliğinde işçiler olur) sendikalaşabileceği ve md. 47’de Toplu Sözleşme ve Grev Hakkı başlığıyla, grev hakkı yer alır.
Bu durum üzerine AP Anayasa Mahkemesine yaptığı başvuruda, 3008 sayılı İş Kanununun 72. maddesinde yer alan “grev ve lokavt yasağı” hükmünün Anayasaya aykırılığını iddia eder ve mahkeme 72. maddede grev yasağını kaldım ve madde “lokavt yasaktır” halini alır.(15)
Yeni Anayasa’nın geçici 7. maddesi hükmü gereği, anayasanın kabulünden sonra iki yıl içinde öngörülen yasal düzenlemeler yapılmaması durumunda “Anayasa tadile” uğrayacaktır. Bu sürenin dolmasına iki ay kala 27 kanunun hazırlanması gerekiyor. Bunlardan ikisi de Sendikalar ve Toplu Sözleşme ve Grev Kanunudur.
1963 – Temmuz’unda 2″4 ve 275 (Lokavt eklenerek) sayılı kanunlar Anayasa’ya göre geri düzeyde kabul edilir ve yürürlüğe girer.
Yasa kabul edilmeden önce 1961 ve 1963 yılları arasında işçi sınıfı grev hakkının yasal düzenlemesi yapılmamasına karşın, bu eylem türünü kullanmaktan geri kalmaz (Özgürlük Dünyası, sy: 8. sf. 57-58).
Sınıfın eylemlere geniş katılımı sebebiyle yasal ihlallerin kitleselleşerek artması üzerine TCK 201, 258, 266 ve 273 maddeleri hükümleri ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunun cezai hükümlerine giren suçlar ve suçlardan dolayı verilmiş cezalar affedilir.
Neden af? Hem de, 274 ve 275 sayılı yasalar çıkmadan önce.
Ve “sosyal” kelimesinin sosyalizm olup olmadığının tartışıldığı bir dönemde, belirtilen yasalar kabul edilir.
Bu yasallaşmada burjuvazi salt 1963 Temmuz’unu ya da bir, iki yılı değil, sınıfın 100 yıllık deneyim birikimim dikkate alır.
Sınıf, 1970’de yasalarda yapılmak istenilen değişikliğe, sessiz kalmaz.
Cevabı: 15-16 Haziran.
Benzer cevabın, Eylül’de neden tekrarlanmadı?
Kısaca: Burjuvazi, mezar kazıcısı işçi sınıfına haklarını kendi isteğiyle vermez, veremez. Çünkü burjuvazinin varlık koşulu, işçi sınıfını baskı altında tutması, sömürmesi ve alabildiğince denetlemesidir. O sebeple işçileri böler, parçalar ve kendi etkisi altına almak için, işçi örgütlerine kendi çıkarma tabi çalışacak (faşist, reformist ve revizyonist) anlayışın hakim olmasından ve yöneticilerinin de bürokrat memurları olarak çalışmasından yana politika izler. Böylece sınıfın bilinçlenmesin: engellemeye çalışır ve o sebeple sınıfın yiğit önder evlatlarına ve örgütlerine (özellikle partisine) saldırır.
Bu geciktirme er geç sona erecek ve yarınlara sınıf da kitleselleşen öncü müfrezesi partisi önderliğinde güvenle yürüyecektir.

İŞÇİ HAREKETİNDEN BİR KESİT
1948 yılında 73 olan örgütlü sendika sayısı; 1950 Mayıs’ında 98’e, 1955 Aralık’ta 363’e, 1960 Eylül’ünde 432’ye ve 1963’te 565’e yükselir. Bu yıllar itibariyle sendikaların toplam üye sayısı 52 bin, 76 bin, 189 bin, 282 bin ve 296 bin’dir. Anlaşıldığı üzere örgütlenen sendika sayısına bağlı olarak, toplam üye sayısında artar. (16).
İşçi hareketi açısından kapalı görülen bu dönemle (1950’li yıllar) ilgili olarak, birinci el kaynaklardan yapılan çalışmaya göre belirlenen eylemleri ikinci kaynaktan aktarıyorum; eylemleri krolonojik sıraya göre yazıyorum ve tarih yanında parantez içindeki ekler, birinci el kaynak gazete ya da dergi ismidir. (17)
23 Ekim 1950 -İstanbul limanında çalışan işçilerin yönetici durumunda olan Sadi Özerdem işten atılınca 700 işçi işbaşı yapmaz, Vali’nin devreye girmesi üzerine işbaşı yapılır.
5 Mart 1952 -Mersin fırın işçileri, günde 16 saat çalıştırılmasına son yerilmesi için işverenlere pek çok başvurdukları halde, istekleri kabul edilmez ve son olarak “8 saatten fazla çalışmayız” diyen işçiler, aynı işgününde 8 saat bitiminde işi bırakırlar. Bu bir grevdir.
10 Mart 1952 (Her Gün gazetesi) – Teksif’in Eyüp şubesi 6 maddelik talepleri gerçekleştirilmediğinde süresiz açlık grevine başlayacaklarını açıklar. İstemler çalışma ve yaşam koşullarıyla ilgilidir. Bu eyleme katılacağını belirten 11 sendikacıdır.
21/22 Mart 1952 (Son Saat, Cumhuriyet) – Ankara Belediyesi saatsiz taksilerin çalışmasını yasaklar ve bini aşkın taksi şoförü greve başlar ve çalışmak isteyenler engellenir. Grev on saat sürer. Polis ve jandarmanın müdahalesiyle eylem kırılır ve bazı şoförler tutuklanır.
27 Nisan 1952 (Vatan) – İş Kanununun bir işçinin de çalıştığı işyerlerinde uygulanmasını öngören tasarının Meclis’te kabul edilmemesi üzerine, Ankara, İstanbul ve İzmir’de sendikacılar, aynı gün sakal bırakma eylemi yaparlar. Eylem bir ay sürer ve sakalını kesen iki sendikacı sakallarını zarfa koyarak Çalışma Bakanına gönderir. (22 Mayıs 1952 – Son Telgraf)
12 Ağustos 1952 (Son Telgraf) – İskenderun’da Devlet Demiryollarına bağlı liman boşaltma yükleme işçileri ücret konusunda yapılan anlaşmalara uyulmaması sebebiyle 11 Ağustos’ta işi bırakırlar. Jandarma müdahale eder ve tutuklananlar olur.
11 Kasım 1952 (Vatan) – İstanbul Çiçekpazarı’nda Vakıf İş Hanı inşaatında çalışan işçiler, ücret anlaşmazlığı yüzünden işbaşı yapmazlar. Bu sebeple 26 işçi hakkında dava açılır.
1 Mayıs 1953 (Gece Postası) -İstanbul Yıldız’da Abdi Fuat Alev tütün deposunda çalışan 200 işçi işbaşı yapmaz. İşçiler bireysel sözleşme yerine toplu/daimi sözleşme isterler.
11 Mayıs 1953 (Gece Postası) -Sümerbank Bakırköy Mensucat Fabrikası’nda çalışan işçilerden bir kısmı, dokuma işçilerine yapılan zammın kendilerine verilmeyişi üzerine bir ay süreli sakal bırakma eylemine başlarlar.
14 Temmuz. 1953 (Vatan) -Konya’da bulunan bütün terzi/ kalfa ve çıraklar ücretlerinin artırılması amacıyla grev yaparlar ve bu eyleme 150 işçi katılır.
3 Ekim 1953 (Gece Postası) – İstanbul Yunus Çimento Fabrikası işçilerinden taş ocaklarında çalışanlar, bir işçinin dinamitle parçalanması üzerine işbaşı yapmazlar ve işçiler, Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne işveren tarafından şikayet edilir ve greve sebep oldukları sebebiyle sendika başkam İbrahim Filiz ile Başkanvekili Osman Saygılı da işten çıkarılır.
27 Şubat 1954 (Son Telgraf) İzmir temizlik işçileri, müdürlerinin işine son verildiği için grev yaparlar. Grev zabıtanın müdahalesiyle kırılırsa da işçiler işbaşı yapmaz ve şehir pislik içindedir,
14 Nisan 1954 {Hürriyet) – İzmir fırıncıları, zam istekleri kabul edilmediği için ekmek çıkarmazlar ve bu grev “sebebiyle şehirde 300 bin kişinin çoğunluğu ekmeksiz kalır.
27 Nisan 1954 (Yeni İstanbul) -İstanbul Yedikule’de bulunan Mensucat Santral Fabrikası işçilerinin öğleden sonra grev yaptıkları işveren tarafından polise bildirilir. Bu eylem sebebi, daha önce 12 tezgâha bakan işçilerin 24 tezgâha bakmaya zorlanmaları ve yemek paydosunun olmamasıdır.
16 Temmuz 1954 (Hürriyet) -İzmir’de binden çok yükleme boşaltma işçisi Denizcilik Bankası’nı protesto etmek amacıyla işbaşı yapmazlar. Bu sebeple/limanda işler durur. İşçilerin aileleriyle birlikte gösteri yapmak istemesi polis tarafından engellenir. İşçilerden yedisi tutuklanır ve sonra çıkarıldıkları mahkeme tarafından serbest bırakılırlar. (17 “Temmuz 1954 – Dünya ve Yeni Sabah). Grev 4 gün (15-18 Temmuz) sürer ve kısmen başarıya ulaştıktan sonra birer ve işverenin zararı 20 bin TL’dir. İzmir Deniz İşçileri Sendikası Başkanı Abdullah Zabu ve 18 arkadaşı için greve teşvik ettiği ve 538 arkadaşı ile de grev yaptığı iddiası ile daya açılır. (19 Temmuz 1954-Hürriyet) Polisin tekrardan sendika binasını basması, sendikayı kapatması ve iki sendikacıyı da gözaltına alması üzerine, işçiler yine işbaşı yapmaz ve araya DP Milletvekilinin girmesiyle grev önlenir. 820 Temmuz –Hürriyet) İşten çıkarmaların olması üzerine işçiler, Denizcilik Bankası müteahhidi Osman Gürk’ün aleyhine 80 bin TL tazminat davası açarlar. 538 kişilik davada işçiler 50’şerli gruplar halinde yargılanır ve sorgularında çalışma koşullarının kötü olduğunu ve az paraya çalıştıklarını ve sözleşme bitiminde, yeniden işbaşı, yapmak istemediklerini söylerler. (27 Ağustos 1954 – Yeni Sabah).
Mahkemenin sürdüğü sırada İzmir liman işçileri yine greve çıkarlar. 600 işçi 15 Temmuz sabahı işbaşı yapmaz. İşçiler çalışma koşullarının kötü olduğunu ve az ücret aldıklarından geçim zorluğu çektiklerini ve evde çocuk yapmamak için eşlerinden ayrı yattıklarını onun için eylem yaptıklarını ve işveren müteahhidin ayrılmaması halinde işbaşı yapmayacaklarını söylerler. (16 Temmuz 1955 – Cumhuriyet).
27 Eylül 1954 (Hürriyet )- Antalya’da şehir içinde dolmuş yapan arabacılar, istedikleri yerde park yapmalarına belediyenin izin vermemesi üzerine grev yaparlar ve eylem iki gün sürer.
2 Kasım 1954 (Yeni Sabah) -Samsun Belediye encümeni atlı araba sürücülerin arabalarını atların başından tutarak götürmeleri kararına karşı sürücüler, 1 Kasım’da grev yaparlar.
21 Ocak 1955 (Cumhuriyet) -İstanbul Spor ve Sergi Sarayı’nda güreş yarışmalarına gelenleri çeşitli semtlere götürmeleri için görevlendirilen şoför ve biletçiler gösteriyi izlemeye biletsiz bırakılmayınca otobüsleri alıp giderler. Gidenlerden (ki 12 tanedir) dört tanesi geri döner ve diğerleri işten atılırlar. Haklarında da dava da açılır.
18 Mayıs 1955 (Gece Postası) -Kenan Aslanbey’e ait ipekli dokuma fabrikasında çalışan isçiler günlük ücretlerinin yarısı kadar azaltıldığı için topluca grev yaparlar.
3 Mart 1956 (Dünya) -“Söke Çimento fabrikası inşaatında çalışan 300’den fazla işçi üç aydan beri ücretleri verilmediği için işbaşı yapmazlar. Ta ki ücretleri verilene kadar.
8 Mayıs 1956 (Hürriyet) – Eskişehir’de Çukurhisar köyü çimento fabrikası inşaatında çalışan 400 işçi, bilfiil yasadışı grev eylemi yaparlar.
Bu dönemde işverenler de, lokavt kararı alırlar: 3 Kasım 1950 ile 23 Mart 1956 tarihleri arasında 26 lokavt kararı (özellikle 1954 öncesinde) uygulanır! (18)
İşçiler grev ve işverenlerde lokavt yapıyor ve bu koşullarda halen işçilerin mücadelesine sahiplenmediği ya da vermediği tezi işleniyor.
Evet, mücadeleden ne anlaşıldığına bağlı.

KAYNAKÇA
1- Cumhuriyet 9 Heziran 1956
2- Cumhuriyet 12 Haziran 1956
3- Sendikalar ve Grev Lokavt Hakları Türk-İş Yay. Ankara. 1954, sf 151, Aktaran Alpaslan Işıklı. 11. Tez, 5. Kitap sf 21.
4- Anababa… 1969, sf 21-22. Aktaran Yıldırım Koç, 11. Tez. 5. Kitap. Sf. 40
5- Alpaslan Işıklı. TİS ve Türkiye Ekonomisi İzinden, Yeni SBF Yay Ankara. 1967 sf- 75, Aktaran M Şehmus Güzel, Yapıt dergisi, sayı 10, sf. 73.
6- Cumhuriyet 21 Şubat 1947
7- Birinci el kaynaktan aktaran Kemal Sülker, Türkiye’de Grev Hakkı ve grevler Gözlem Yay. İstanbul 1976, sf. 66-69,  81-90.
8- İşçi Hakkı gazetesi, 13 Eylül ve 1 Aralık 1951. Aktaran Kemal Sülker. age sf. 175-176. Yeni İktidar Çalışmaları. 22.5.1950- 01.01.1951, DP broşürü. sf. 47, Aktaran. A. Işıklı. Sendikacılık Ve Siyaset. Odak Yay. Ankara. 1974. sf. 434.
9- CHP Programı. Ankara. Ulus Basımevi. 1953, Aktaran, Hikmet Bila. CHP Tarihi (1919-1979). Ankara 1979 sf. 274
10- Kemal Sülker. age. sf. 92-105. 205-214.
11- İdib. sf. 196-197
12- İdib. sf. 108
13- CHP Araştırma Bürosu. 1958. Yay. no 6. Ankara. 1959. sf. 91. Aktaran. M.Ş Güzel. Yapıt, sayı: 10. Sf. 80. 14- Kemal Sülker. age. sf. 214-215.
15- Cumhuriyet 16 Temmuz 1963
16- Orhan Tuna. “Türk İşçisi, İstanbul 1964, sf 252 Aktaran Yıldırım Koç, Türk-İş Neden Böyle Nasıl Değişecek Alan Yay İstanbul 1986 sf 56
17- Kemal Sülker age. sf 157-167
18- İdib sf 167-173

Temmuz 1989

Yarının Sahibi İşçi Sınıfı Konuşuyor… 15-16 HAZİRAN VE NİSAN EYLEMLERİ

2- NİSAN EYLEMLERİ 2.1- Ücretliler ve Ücretler

İktisaden faal nüfus 1975’e göre yüzde 6,5 oranında artarak 1980’de 18 milyon 522 bin’e yükselir. 1985 yılı nüfus sayımının sonuçları ekonomik ve sosyal nitelikleri bakımından halen tam olarak yayınlanmadı. Faal nüfusta tarımın payı 1970’e göre 1980’de yüzde 11,3 azalarak yüzde 59,9 olurken, ücretlilerin ve rant gelirlerinin payı ise yüzde 17,8 ve 67,6 artarak sırasıyla yüzde 33,4 ve 6,8’e çıkar. ’80’li yıllarda yine tarımın payı azalmaya devam eder ve 1986’da yüzde 52,2’ye kadar gerilerken; diğer iki kesimin payı artar: Ücretlilerinki yüzde 36,2’ye, rant gelir sahiplerinin payı yüzde 11,6’ya kadar yükselir, özellikle 80’li yıllarda, ülke genelinde toplam nüfusta kentli nüfusun artışına paralel olarak hem ücretlilerin ve özellikle rant gelir sahiplerinin nüfus payı artar.
İktisaden faal nüfusun geliri elde etme konumuna yani meslekteki mevkiiye göre dağılımı: 1975 ve 1980 yıllarında ücretlilerin payı yüzde 31’den 33,3’e yükselir. Yine aynı yıllarda işverenin payı yüzde 0,8’den 0,9’a çıkar; kendi hesabına çalışanların payı yüzde 24,1’den 23,1’e ve ücretsiz aile işçisi yüzde 44,1’den 41,8’e geriler.
1965-1980 dönemi açısından bakıldığında, ücretliler mutlak ve nispi olarak arttığı halde, diğerleri (işverenler 1970 yılı hariç) mutlak olarak artarken nispi paylan azalır. Belirtilen dönem acısından ücretliler 3 milyon 38 binden 6 milyon 162 bin’e yükselir. Diğerlerinde mutlak artış yüzde 10 ile 33 arasında değişirken, bu oran ücretlilerde yüzde 102.8’dir.
Ücretlilerin belli sektörler ve alt iktisadi faaliyet dallan arasında da dağılımı (Özgürlük Dünyası, Sayı: 7/Tablo -1) incelendiğinde:
1975 yılına göre 1980’de paylan; tarım sektöründe ücretliler yüzde 42,4 azalarak 589 bin; madencilik yüzde 15 artarak 129 bin; yüzde 40,7 artan imalat sanayisi 1 milyon 500 bin; inşaat sektörü yüzde 53,1 artışla 708 bin, yüzde 3,0 artan ticaret sektörü 344 bin ve hizmetliler yüzde 52,2 artışla 2 milyon 593 bin olur. En fazla artış hizmetler sektöründe olur ve bunu inşaat ve imalat sanayisi izler. İmalat sanayisinde gıda ve dokuma iktisadi faaliyet dallan payı yüzde 85,1 ve 48,0 oranında artar.
Genel olarak çalışanların sigortalı olması toplam ücretlilerdeki artışa paralel bir gelişme gösterir. Sigortalılar toplamı artarsa da, yaklaşık yarıya yakın, sigortasız yani bir sosyal güvencesi olmadan çalışmaktadır.
Ücretler:
Ücretlerin satın alma gücü yani reel ücretler 1963 yılından itibaren genel (bazı yıllar istisna) olarak 1977’ye kadar olan dönemde, artan bir trend izler. Fakat sonrasında sürekli düşer. Ve bu düşüş, Eylül Karaca İma kampanyası ile birlikte daha da hızlanır.
İmalat sanayisinde günlük ortalama net reel/gerçek 1971 yılında ülke genelinde 21,8 TL. iken, 1977’de22,2 TL’ye kadar yükselir ve 1980’de 13,9 TL’ye geriler. Aynı yıllarda imalat sanayisinde kamu sektörü net reel ücret ortalaması 24 TL’den 26,5 TL’ye çıkar ve 17,3 TL’ye düşer. Ortalamaya benzer bir gelişme gösterir. Bu sanayi dalında özel sektör çalışanları net reel ücretleri 1971 ‘de 20,6 TL iken 1977 yılında 20,2’ye ve 1980’de 12,0 TL’ye kadar iner. Anlaşıldığı üzere bu iktisadi faaliyet dalında özel sektörde ücretlerin kamuya göre daha fazla düştüğü görülür. Nitekim reel ücretler, 1971 yılına göre 1980’de kamu ve özel sektörde, yüzde 27,9 ve 42 düzeyinde geriler. Yani ücretler kamuda, özel sektöre göre daha yavaş azalır. (1)
Bu azalma, 80’li yıllarda daha da hızlanır.
Reel ücretlerin ’60’lar düzeyinde olmadığı artık, genelinde kabul edilir bir gözlem. Anlamı: Artan ya da büyüyen ulusal pastadan işçilerin payının sürekli olarak azaldığı, bir başka anlatımla göreceli yoksulluğun artmasıdır. Madalyonun öteki yüzü de sermaye birikiminin de artıyor olmasıdır.
Sermaye ve yoksulluk kutuplaşmasında netlik…
Genelinde burjuvazinin bir özelliği, bizim ülke burjuvazisinde de etkin: İşine gelmediği konularda gerekçe bulmada çok “mahir”. İşçiler ve halktan yana (tabiî ki burjuvaziye karşı) bir gelişmenin olması halinde, demeç üstüne demeç verilir, açıklamalar yapılır ve “dış tahrikçiler” aranır. Bu safsata sürekli işlenir. Ne olduğu? Hiç mi hiç de açıklanmaz.
Aslında burjuvazi aleni olarak ekonomik ve siyasi politikayı belirleme açısından uluslararası finans kuruluşlarına (başta IMF…) ve emperyalist ülkelere (başta Amerikan emperyalizmi…) gidip sürekli danışırlar ya da temsilcileriyle Ankara’da görüşürler? Sonrasında aynı bildiri ve aynı demeçler “temcit pilavı” misali tekrarlanır: “Fevkalade yararlı geçti…”
Bu tekrar, ilk değil; Osmanlı İmparatorluğu benzer tür açıklamaların sonucunda, tarihten silindi.
Sonucu yararlı kılan görüşme ne?
Pazarlanan ne?
Ülke kaynakları ve takılan siyasi “boyunduruk”…
İşte “mahir” burjuvazinin, son “harikası” “mahir” adam eylül çocuğu Özal, 1989 baharında isçi eylemi çiçeklerinin açması ve çevreye saldığı kokuya hemen gerekçe buldu: “Maalesef, bunları birileri dürtüyor” (11 Nisan 1989). Bununla hem ekonomik ve siyasi gerçekleri kendilerince yorumlayarak keyfi ve zulüm düzenlerini “aklama ve yaşatma” ve hem de insanların “aldatıldığı” düşüncesi hâkim kılınmak istenir.
Demek ki, bir dürtülen ve bir de dürten var: Aslında işçi eylemleri, burjuvaziyi dürtüyor.
Kısaca:
1- 80’li yıllarda reel ücretler sürekli azalmıştır.
Fiyatların ücretlerden daha hızlı artması sebebiyle, reel ücretler sürekli azalır.
Fiyatların artması kader mi?
Fiyatların artmasından yararlanan ve zarar gören kimlerdir?
Fiyatlar; bir savaşın, bir doğal afetin ya da kıtlığın sonucu artmıyor.
Fiyatlar işçi ücretlerinin artışı sebebiyle hiç artmıyor. Çünkü reel ücretler azaldığı halde fiyatlar durmadı, yine de arttı!
Demek ki, bu keyfi ve zulüm düzeninde fiyat mekanizması, halkı ve işçileri “aç ve açık bırakmanın” ve sermayedarı “beslemenin” bir aracı işlevi görüyor.
Sürekli konu edilen ve Özal’ın dilinden düşmeyen Güney Kore’de, imalat sanayinde saat başı ücretler, Türkiye’den hayli fazladır. Güney Kore’de ücretler 1970’de 0,21’den, 1978’de 0,89’a, 1982 ve 1986 yıllarında 1,25 ve 1,59 dolara yükselir. Aynı yıllarda Türkiye’de ise 0,29’dan 1,0’e yükselir ve 0,5 ve de 0,38 dolara kadar geriler. Yani Güney Kore’de ücretler artarken, Türkiye’de azalır. (2)
Bu azalmada, burjuvazinin izlediği ekonomi politikanın esas olmak üzere bürokratik sendikal yapının da destekler tavrının rolü vardır.
Destek görevi; sınıf içinde burjuvazinin stepnesi olarak gelişen mücadeleyi bastırmak yahut burjuvazinin sınıfa yaptıklarını açıktan ya da gizli “onamak” biçiminde yerine getirdiği hatırlanmalıdır. 80’li yıllar canlı örneği.
2- Burjuva ekonomi politiğine göre bütçenin finansman kaynağı olan toplam vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin payının 1981’de yüzde 35 iken bu 1988’de yüzde 54’e yükselir. Toplam gelirin tüketime ayrılan kısmın vergilenmesi demek olan dolaylı vergiler, tüketicilerin bütününü yani emekçi halkı ve burjuvaziyi aynı oranda etkileyen bir vergi türüdür. O sebeple, bu vergi payının artıyor olmasının anlamı, geliri de o oranda artmayan ve aksine azalan kesimin dar sabit gelirliler (isçiler başta olmak üzere halk) tarafından ödenmesidir.
3- Bütçe harcamalarında 1980 ve 1988 yıllarında yatırımın payı yüzde 21’den 16’ya ve personelin payı yüzde 33’den 21 ‘e inerken transfer harcamalarının payı yüzde 36’dan 50’ye ve cari harcamalarda yüzde 10’dan 13’e yükselir. Yani bütçe iç ve dış borç ödemeleri ile günlük işleri yapan bir özellik kazanmış; personele verilen ve yatırıma ayrılan pay azalmış.
Yatırımın azalması, işsizliğin artması demektir. İşte onun içindir ki, işsizlik oranı yüzde 20’ler üzerindedir. Yani toplam işgücü arzının her beş kişisinden bir tanesi işsizdir. Bu işsizler ordusunun varlığı da, çalışanlar üzerinde bir baskı aracıdır.
4- Ulusal gelirin dağılımında tarımın payı 1971’e göre 1980’de yüzde 23,8 gerileyerek yüzde 23,9 olur. Ücretlilerin ulusal gelirde payı 1971’e göre 1977’de yüzde 17,5 artarak yüzde 36,8 düzeyine yükselir ve sonra ki yıllarda azalır, 1980’de yüzde 26,6’ya kadar düşer. Faiz kira ve kâr gelirleri toplamı olan rant gelirleri payı 1971 yılı sonrasında bazı yıllar azalır ve 1977’de yüzde 34,1 ‘e kadar gerilerken, sonraki yıllarda artar ve yüzde 49,4’ler düzeyine kadar çıkar.
80’li yıllarda ulusal gelirin dağılımı rant gelir sahipleri lehinde gelişme gösterir.
1980’de yüzde 23,9 olan tarımın payı, 1988’de yüzde 16,3’e geriler ve aynı yıllarda da ücretlilerin payı benzer gelişme gösterir. Yüzde 26,6’dan 15,6’ya iner. Bunlara karşın rant gelirleri payı yüzde 49,4’den 68,1’e yükselir. Büyüyen ulusal pastada ücretlilerin/işçilerin payı azalırken, rant gelirlerinin ki artar.
5- Kişi başına ulusa! gelir endeksi artarken, sigortalı gerçek ücret endeksi azalır. Demek ki, refah artışından Ücretliler yararlanamıyor.
İşte ücretliler bu koşullarda elde edebildiği gelirleriyle, yaşam kavgası verirler. Nisan’a bu ekonomik koşullarda geldiler.

2. 2- Grevler (1971-1988)
Bu süre kendi içinde 1971-1980 ve 1984-1988 alt dönemlere ayrılarak incelenecek çünkü halkın ve sınıfın üzerine çöken Eylül karabulutu sebebiyle grevler yasaklanır, 1980 Eylül-1984 arasında. 1971-1980 döneminde 1132 tane grev ve bu grevlere 292 bin işçi katılır ve grev sebebiyle kaybolan işgünü sayısı toplam 19 milyon 267 bindir. Bu toplamda kısa süreli işi durdurmaya yönelik yoğun katılımlı eylemlerin dikkate alınmadığı anlaşılıyor.
Türk-İş, 16 Haziran 1975 tarihinde İzmir’de 06.00 ile 14.00 saatleri arasında 8 saat süre “İşverenlere karşı bugünlük uyan” adıyla nitelendirdiği bir genel grev örgütler. Eyleme, Türk-İş’e bağlı 24 sendika ve 70 bin işçi katılır. Eylem sebebiyle pek çok işçi ve sendikacı tutuklanır. (3)
DİSK, 20 Mart 1978 tarihinde “Faşizme ihtar eylemi” yapar; 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’nden çıkan öğrencilere yapılan bombalı saldırıda 7 öğrencinin öldürülmesini ve pek çok sayıda öğrencinin yaralanmasını protesto için 20 Mart’ta saat 08.00 ile 10.00 arasında 12 saat süreyle ülke çapında işi bırakır. Başta TÖB-DER olmak üzere, 26 demokratik kitle örgütü de eylemi destekler ve katılın Eyleme 264 bini İstanbul’da olmak üzere, ülke çapında 598 bin işçi katılır. (4).
Ayrıca Şubat-1980 Tariş direnişi ve 1 Mayıs’lar yaşanır…
Sınıfın bu tür eylemlerinin genel toplama katılmadığı anlaşılıyor.
Greve ortalama katılım 258 olup, grevci başına ortalama işgünü 66’dır. Grev başına yitirilen işgünü ise 17 bin olup, hayli yüksektir.
Grev sayısının azlığına karşın, grenlerin uzun sürdüğü ve işçi sayısındaki çok kanlımdan anlaşıldığı üzere, grevlerin büyük işyerlerinde yoğunlaştığı görülüyor.
Toplam grevlerin yüzde 20,3’nün kamuda olduğu ve buna toplam grevci işçilerden yüzde 32’sinin katıldığı ve bu sebeple, 4 milyon 760 bin işgünü kaybolduğu hesaplanır.
Greve ortalama katılım kamuda 40,7 iken özel sektörde 220,1’dir.
Grevci başına ortalama işgünü kamuda 50,9 iken özel sektörde 73,6’dır.
Ayrıca kamuda grev başına yitirilen işgünü 20 bin 694 iken özel sektörde 16 bin 195’dir.
Yani kamu sektörü ortalamaları yalnız ortalama kaybolan işgünü (3/1) süresinde, Türkiye ortalamasından büyük olup, diğerlerinde küçüktür. Özel sektör ortalamaları ise ortalama kaybolan işgünü (3/1) dışında, diğerlerinde Türkiye ortalamasından büyüktür.
Özel sektörde çok sayıda işyerinde ve büyük işyerlerinde greve gidilirken, aksine kamu da küçük ama az sayıda işyerinde uzun süre greve gidildiği sonucu çıkar.
Bu dönemde toplam grevlerin yüzde 57,8’si imalat sanayinde olur ve buna toplam grevci işçilerin yüzde 61,9’u katılırken, grev sebebiyle kaybolan işgünü toplamının yüzde 78,8’İ de bu sanayi dalında gerçekleşir. İmalat sanayinde ortalama katılım 277, grev başına ortalama kaybolan süre 23 bin 230 ve grevci başına kaybolan işgünü 83,9’dur. Grevlerin bu alt sanayi dalında yoğunlaştığı gözlenir.
Yine bu dönemde (1971-1980) hükümet tarafından toplam 205 grev, 8400 gün süreyle ertelenir. Toplam ertelemenin yüzde 34,6’sı ve erteleme süresinin yüzde 35’i yalnız 1980 yılında yapıldığı hatırlanırsa, Eylül öncesi Demirel hükümetinin ve Eylül Karaçalma Kampanyası’nın varlık amacını bir yönüyle gösteren önemli bir örnektir.
Grevin ulusal ekonomiye zarar verdiği propagandasının yoğun olarak yapıldığı bu (1971-1980) dönemde, grevin sebep olduğu toplam işgünü kaybı iş kazalarının sebep olduğunun yüzde 66,8’i kadardır.
İkinci alt dönem 1984-1988 yılları arasında beş yıllık süreyi kapsar.
1980-Eylül Karabasanıyla Karaçalma Kampanyası başlatılır.
“Kurtarma” adına…
Ve “Kurtarıcıların” icraatı; Yasaklanan grevler, “serbest piyasa” gereği malların artan fiyatları, ücretlerin satmalına gücünün düşürülmesi, işten çıkarmaların ve işsizliğin artması, DİSK’in faaliyetinin yasaklanması, işkencenin artması, kısmi demokratik hakların gaspı…
Anlaşıldığı üzere, bütün uygulamalar Eylül’ün sınıfsal varlık koşutu gereği genelinde halka ve özgülünde sınıfa karşıdır.
1983-Mayısı’nda çalışma hayatı ile ilgili yeniden düzenlemenin gereği olarak, 2821 ve 2822 sayılı yasalar kabul edilir. O sebeple, !984 yılı sonrasında grevler yaşanır. Fakat depolitizasyonun etkin olduğu ve resmi terör fırtınasının yoğunlukla estirildiği bir dönemde yürürlüğe giren 2822 sayılı yasanın öngördüğü grevin nasıl uygulanacağı konusu, yeni bir tartışmanın başlamasının sebebi olur. O yıllarda hâkim anlayış, bu yasalarla grev yapılamayacağı ve greve çıkmanın burjuvaziye/sermayedara yarayacağı türünden iddialar bile ileri sürülür.
Çıkarılabilecek iki sonuç: Birincisi, burjuvazi yoğun saldırısına karşın grevi tümden yasaklayamaz, ikincisi, yasada grevin etkinliğini zayıflatıcı uygulamayı öngörmesi sebebiyle sendikacılar sınıfın gücüne güven duymazlar.
1984 yılından bugüne geçen döneni incelendiğinde sınıf, yasalara karşın grev silahını etkin olarak kullanır. Bu sebeple 1986’lardan itibaren arlık yasalara karşın grev yapılır/yapılmaz tartışması gündem dışı kalır.
1986 yılına kadar olan grevler de katılan işçiler sayısı ile kaybolan işgünü süresi 1980 öncesine göre cüzi miktarlarda olurken, 1987 ve 1988 yılında grev patlaması yaşanır.
1988 yılında hem çıkılan grev ve hem de katılan işçi sayısı, 1987 yılına göre artmış ve de grevlerin sebep olduğu kaybolan işgünü miktarı da fazladır.
1988’de 357 (bir işverene ait birden fazla işyeri olması sebebiyle) greve 30 bin 147 kişi katılır ve 1 milyon 993 bin işgünü kaybolur. Bulduğumuz bu sonuçlar üç aşağı, beş yukarı Çalışma Bakanlığı’nın yayınıyla çakışıyor. Fakat nedense Türk-İş dergisinde (Ocak 1989 sayısı) 26 bin 153 işçinin greve çıktığı ve bu sebeple 1 milyon 635 bin işgünün kaybolduğu yer alır. Anlaşıldığı üzere Türk-İş verileri, gerçekleşenden oldukça farklı olup, azdır.
Bu gelişme trendi burjuvazinin yüreğine korku salar.
Evet: İşçiden esiyor yel…
Her gün güneşli ve sıcak…
1984-1988 döneminde beş yıllık sürede 710 grev olur ve toplam 70 bin 778 işçi bu grevlere katılır. Grev sebebiyle kaybolan işgünü sayısı 4 milyon 389 bindir. Yani 1970 öncesi dönemle karşılaştırıldığında daha yoğun bir sürecin yaşandığı anlaşılır.
Greve ortala katılım 99,7 iken grevci basma yitirilen işgünü 62’dir ve grev başına yitirilen işgünü ise 6 bin 181,4’dür.
Sınıf hareketi bu grevleri yaşarken bir yandan da, yasalarda açık olarak tek tek ne tür eylemlerin yasak olduğu yer aldığı halde, 1988’deki grev dışı eylemlerde ki gelişme (Özgürlük Dünyası, 5. sayısındaki inceleme), 1989 Mart ve Nisan ayında doruğuna ulaşır.
Sınıfın yaratıcılığı ve kararlılığı ürünü olarak.

2.3- Kamu İşçisi Profili
Yaklaşık 2,9 milyon sigortalıdan 850 bine yakım kamu işyerlerinde çalışır. Bir başka anlatımla kamu işyerlerinin toplam işyerlerine oranı yüzde 5,2 düzeyinde kalırken sigortalı işçi toplamının yaklaşık yüzde 29,3’ü istihdam edilir. Bu sebeple kamu kesiminde işyeri basına düşen isçi sayısında özel kesime göre hayli fazladır. Özel kesimde işyeri başına 5-6 işçi düşerken, kamu kesiminde bu rakam 40’dır.
Genel hatları çizilen kamu kesimi işçisiyle ilgili gözlemleri bir anketi esas olarak yapacağım.
30 bin 891 işçinin çalıştığı TCDD’de örgütlü Demiryol-İş sendikasının 29 bin 615 üyesi vardır. Ve sendikalı işçilerden yaklaşık yüzde 46’sının katıldığı bir anket, 1988 yılı Mart-Mayıs aylarında yapılır. Bununla demiryolu işçisi, ekonomik ve sosyal yönleri ile incelenir. (5)
Sendikalı işçilerden yüzde 80’i daimi ve geriye kalanı ise geçici statüde istihdam edilir. Yani her 5 sendika üyesi işçiden 1 tanesi geçici işçidir. Yine sendikalı bu işçilerin yüzde 68’i TCDD’nin 6 Bölgesinde, yüzde 32’si ise fabrikalarda çalışır. Geçici işçilerin yalnızca yüzde 13’ü fabrikalarda çalışırken, daha çok Bölgelerde yaygındır. Ayrıca sendikalı işçilerin yüzde 48,7’si daimi/sanatkâr, yüzde 31,3’ü daimi/vasılsız, yüzde 2.5’i geçici/sanatkar ve yüzde 17,5’i geçici/vasıfsız statüsünde çalışır.
İşçilerin beşte-biri iş kazası geçirmiştir.
Bu ulaşım sektöründe, hayli geçici/mevsimlik işçinin istihdam edilmesi ve kırsal kesimle yakın ilişki içinde bulunmaları gibi özellikleri diğer kamuya ait işyerlerine göre farklı koşulları içeriyor olsa da, yine de yaklaşık bir gözlem vermesi açısından öğreticidir.
Anket sonuçları aileleriyle birlikte yaklaşık 70 bin kişilik bir kitlenin durumunu yansıtmaktadır.
YAŞLARI GENÇ
Demiryolu işçilerinin yaklaşık olarak dörtte biri 35-39 yaş grubundadır (yüzde 22,6). 25 yaşından küçük işçilerin oranı ise yüzde 4’tür. 34 ve 40 yaşından küçüklerin oranı sırasıyla yüzde 40,9 ve yüzde 64,2’dir. Yani bu işyerinde çalışanlar 40 yaşının altındadır. 40-49 yaş grubunda olanların oranı ise yüzde 30,5’tir. Geçici işçilerin büyük bir bölümünü 25-34 yaş grubundaki işçiler oluşturduğu halde, daimi işçilerde ise 30-44 yaş grubundadır.
HEPSİ EVLİ
Anket kapsamındaki işçilerin yüzde 93,4’ü evlidir. Bu halde, her 100 işçiden 6’sı bekârdır. Daimi işçilerin yüzde 95,5’i ve geçici işçilerin yüzde 88,9’u evlidir. Ayrıca işçilerin yüzde 3,7’sinin eşi çalışıyor.
BABALARI DA EMEKÇİ
Demiryolu işçileri arasında baba mesleği çiftçilik olanlar çoğunluktadır (yüzde 50,2). İşçilerin yüzde 27,1’inin babası işçi ve yüzde 10,3’ünün ki ise memurdur. Yani her 100 işçiden 37 tanesi işçi ya da memur emekçisi çocuğudur. Geçici işçiler arasında çiftçi çocuğu olanların oranı (yüzde 58,5) daimi işçilere göre (yüzde 51) daha yüksektir. Daimi işçilerin yüzde 36,8’inin babası işçi ya da memur iken, bu oran geçici işçilerde yüzde 32,9’dur.
TAMAMI OKUL GÖRMÜŞ
Yapılan ankete göre işçilerin hepsi okula devam etmiş ve bunlardan yüzde 61,7’si ilkokul mezunu iken bunu meslek lisesi izlemektedir (yüzde 17). Ve yüzde 9 De üçüncü sırada çırak okula yer alır. Daimi işçilerde ilkokul ve meslek lisesi mezunu oranlan yüzde 63,5 ve 13,5 olduğu halde bu oranlar, geçici işçilerde yüzde 72,3 ve 10,2’dir.
ÇOĞUNLUKLA KIDEMLİ
İşçilerden 6 yıl ve daha fazla kıdeme sahip olanların oranı yüzde 80’dir. Yani her 100 işçiden 80 tanesi 6 yıl ve daha fazla yıl kıdemlidir. Bu taban 10 yıla çıkarıldığından oran yüzde 61,8’e iner. İşçilerin yüzde 24,3’ü 16-20 yıldır, TCDD’de çalışır. 11-15 yıldır çalışan işçilerin oranı yüzde 21,5’tir. 6 yıl ve daha fazla süredir TCDD’de çalışanlardan yüzde 88,5’i daimi iken, bu oran geçici işçilerde yüzde 46,9’a iner. Kıdem tabanı 10 yıl alındığında geçici işçilerin payı yüzde 15,3’e inerken, daimi işçilerinki ise yüzde 72,4 olur.
ÜCRETLER: NE ÖLDÜRÜR NE GÜLDÜRÜR
Bu araştırmada aylık net ücretlere göre gruplandırma yapılır. İşçilerden yüzde 3^’ünün aylığı 80 bin TL’nin altında iken, 80 ile 1000 bin TL. arasında aylık alanların oranı yüzde 25’tir. Yanı her 4 işçiden 1 tanesinin eline 80-100 bin TL aylık ücret geçiyor. Aylık ücreti 100 ile 130 bin TL arasında olan işçilerin payı yüzde 55’tir. İşçilerin yüzde 15,7’si 130 ile 150 bin TL arasında aylık ücret alırken, 150 bin TL ve daha fazla ücret alanların payı yüzde 1,3’tür. Daimi işçilerin yalnızca beşte birinin aylık net ücreti 100 bin TL altındayken, geçici işçilerin yüzde 81,2’sinin eline ayda 100 bin TL altında ücret geçer. Geçici işçilerin yalnızca yüzde 5,7’si 110 bin TL üzerinde ücret alır (ki en üst sınırı 149 bin TL). Daimi işçilerde ise bu oran yüzde 60,2’dir.
(Not: Bu ücret geliri seviyeleri, Haziran-1989’da imzalanan yeni sözleşme ile değişti.)
1 İŞÇİ, 4 KİŞİYE BAKIYOR
İşçilerin yaklaşık dörtte biri, kendisi dışında 3 kişinin geçimin: sağlıyor. Her 5 işçiden bir tanesi 5 veya daha fazla kişiye bakmakla yükümlü. Ortalama her bir işçi kendisi dışında 4 kişiyi daha geçindirmeye çalışıyor. Bu, ülkenin doğu bölgelerine gidildikçe daha da anıyor.
KONUTLARI YOK
İşçilerin yüzde 47,7’si kiracı ve yüzde 1.3’ü lojmanlarda oturur.
HEPSİ BORCA TAKSİTE ÇALIŞIYOR
Anket kapsamındaki her 10 işçiden yaklaşık 9’unun borcu var ya da taksit ödüyor (yüzde 88.61. Daimi işçilerde belirtilen oran yüzde 89.1 iken, geçici işçilerde ise yüzde 81.6’dır.
İSÇİLERİN TOPRAĞI YOK
İşçilerin yüzde 92,2’sinin toprağı yoktur. Bu oran daimi işçilerde yüzde 92 olarak gerçekleşirken, geçici işçilerde yüzde 90,3 olur.
TEK GELİRLERİ: ÜCRET
İşçilerin yüzde 94,8″inin ücret geliri dışında başka geliri yoktur. Daimi işçilerde yüzde 94.8 olan bu oran geçici işçilerde ise yüzde 95,4’tür.
EK BİR İŞTE ÇALIŞIYORLAR
İşçilerin yarıdan fazlası (yüzde 59.2) geçimini sağlayabilmek için dışarıda ek işlerde çalışıyor. Bu oran geçici işçilerde yüzde 63,3 ve daimilerde ise yüzde 58’tir.

2.4- İşçileşme
’80’lerde izlenen ekonomi politika ile emeğin üretkenliğinin artırılması ve emek-gücünün yeniden üretim maliyetinin yani ücretlerin düşürülmesi amaçlanıyordu.
O sebeple işsizlik artar ve gelir dağılımı emek aleyhine daha da bozulur.
Bu yüzden işçilerin çalışma ve yaşama koşulları daha da kötüleşir.
Ücretlerin düşürülmesine karşın işsizliğinde anıyor olması, çalışanlar üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılır. Bu “ücretle çalışmazsan” daha pek çok “çalışanı bulurum” anlayışı, çalışanlar üzerinde hep demokrasi kılıcı misali sallanır. O sebeple işsizliğin varlığı normal toplumsal bir olguymuş gibi Friedman ve yerli müritleri tarafından ekonomik analizlerde doğal işsizlik oranının varlığından hep söz ederler.
’83 yılında çalışma hayatının yeniden düzenlenmesi sonrası işçilerde, gasp edilen ekonomik ve kısmi demokratik kazanımları süreç içinde alırım anlayışı etkin olur. Fakat bu süreçte imzalanan toplu iş sözleşmesi kazanımları, işçilerin beklentilerini karşılar düzeyde olmaması üzerine önceleri işyerleri özgülünde tek tek, işkollarında birbirinden kopuk eylemler gündeme gelir. Ve sonrası…
Açılımı anlamında, eylemlerin maddi temelleri:
1- Ücretlerin satın alma gücünün sürekli düşmesi sebebiyle yoksullaşmanın artması ve buna bağlı olarak mülksüzleşmenin hızlanması,
2- Ücretli çalışanların sayısının artması,
3- İşsizliğin artması,
4- Toplu sözleşme kazanımlarının işçilerin beklentilerini karşılar düzeyde olmaması,
5- Kentli nüfusta hızlı artış ve kırla bağların giderek zayıflaması,
6- Ulusal gelirde ücretliler payının azalan bir trend izlemesi,
7-Resmi sendikasızlaştırma politikasına karşın, ’84’e göre sendikalaşma oranın artması,
8- İşyerlerinde çalışma koşulların hem kötüleşmesi ve hem de baskının yoğunlaşması,
9- Resmi terörün yıldırıcı etkisinin kırılması sayılabilir.
PİAR’ın dar gelirli (siz işçi ve çalışan anlayın) parasını nasıl harcıyor diye yaptığı bir araştırmaya göre, toplam gelirin yüzde 72,6’sı yiyecek; yüzde 17,4’ü kira; yüzde 2,0’si giyecek; yüzde 1,5’i taksitler; yüzde 3,4’ü yakacak vs. olarak dağılmaktadır. Bir başka araştırmada dar gelirlinin yüzde 91,4’ü para biriktirmediğini söyler. Yani 10 kişiden 9’u tasarruf yapamıyor. Bu durumda dar gelirlerin veresiye ile yaşadığını, ek işle ayakta kalabildiğinin ve cep harçlığının bile olmadığı yorumunu yapar. (11 Mayıs 1989-Sabah).
Hem yeni hakların kazanılması ve kazanılan hakların kalıcı olabilmesi için mücadelenin zorunluluğu, bugün isçileri birlikte eyleme girme eğilimini güçlendiriyor. Emeğin Ekmek ve özgürlük mücadelesi bütünselliğinden, bugün ekmek için mücadele öne çıkartılıyor.
Ve Nisan eylemleri.

2.5- Bahar Rüzgârı: Nisan Eylemleri

’89 Nisan’ında gazetelerin en büyük puntolarla verdiği haber:
Sınıfın Eylemleri…
Ay boyunca tartışılan birinci gündem maddesi:
Sınıfın Eylemleri…
Mart’ta başlayan yükselme, Nisan’da daha da kitle-selleşerek ivme kazanır…
Ülkemiz sınıfı tarihinin en geniş katılımlı kitlesel eylemleri…
Eylem sahası değil bir işyeri, değil bir şehir: Ülke genelinde, ateş alarak genişleyen orman yangını misali yayılır…
Eylem sahası: Türkiye.
Kamu sektöründe işyerlerinin belirgin özelliği: Ülke genelinde örgütlenmiş mal ve hizmet üretimi gerekleştirmeleridir. Bazıları; TEK, DSİ, Karayolu İşyerleri, Köy Hizmetleri, Tekel, PTT, Milli Savunmaya bağlı işyerleri ve Şeker Fabrikaları vs.
Eylem katılım 100 binleri ve bütün eylemler dikkate alındığında milyonu aşıyor.
Eylül Karabasanın çıkardığı yasaların (özellikle insan haklarıyla ilgili olanlar) belirgin özelliği, yasa maddesinde neler yapılamayacağını tek tek sayar ve ekler, sayılmayanların anayasal güvence ile korunduğu ve “vatandaşların hakkı” olduğunu yazar. Aslında sayılanlar dikkate alındığında geriye kullanılacak hiçbir hak kalmamıştır. Bu da Eylül Anayasası tekniği. Yine bazı maddelerde farklı bir özelliği de, örneğin ’82 Anayasası MD. 28’de olduğu gibi, birinci fıkrasında: “Basın hürdür, sansür edilemez” der, fakat ikinci ve devamı fıkralarda “ancak ancak” diye başlayarak, basının nasıl hür olamayacağı ve nasıl sansür edileceği tek tek sayılır. Bunun sonucu olarak derginiz özgürlük Dünyası ve diğer devrimci ve demokrat dergiler toplatılıyor ya da basım halindeyken matbaada polis tarafından el konuyor ve bu sebeple, yazarlarına kaç sülalesinin yatması halinde bitirilemeyecek cezalarla davalar açılıyor ve cezalar veriliyor.
Bir yönüyle değinmeye çalıştığım özellikleri burjuvazinin çıkardığı tüm yasal düzenlemelerinde bulmak mümkündür.
Belirtilen özellikler, çalışma hayatıyla ilgili yasalar içinde gerçeklidir. Yasada menfaat uyuşmazlığında kısıtlı uygulanabilecek grev dışında tüm işçi eylemleri yasaklanır.
Evet, grev dışı eylemler, mevzuatta yer almaz. Buna karşın eylemler sınıf tarafından genel kabul görür ve yaşatılır.
İşte toplumsal meşruluğun/kanunların resmi yasalara yön verdiğinin ya da işlevsiz kılabildiğinin canlı bir örneği.
Çalışma mevzuatının 2821 ve 2822 sayılı yasaların öngördüğü işçilere giydirilen modelin, dar geldiğinin ve söküğün genişlediğinin resmidir.
Hava döndü!
Bu temelde, emeğin Ekmek ve özgürlük mücadelesi zafere ulaşacaktır.
Bunun gereği olarak işçi sınıfı yaratıcılığı sayesinde eylemler çeşitliliğini zenginleştirerek mücadelesini sürdürür.
Bazıları; gösteri-yürüyüşler, yemek boykotu, işi yavaşlatma, şalter indirme, çıplak ayakla yürüme, sakal bırakma, yere yatma, konuşmama, yolu trafiğe kapama ve adından çoğunlukla söz ettiren toplu viziteye çıkma vs.
Etkin olarak uygulanan toplu viziteye çıkışta, dispansere yürüyerek gidiş ve dönüşün olduğu sürede çalışan işçi sayısına göre birkaç saati geçer ve bunun da anlamı, bu zaman içinde üretimin yapılmamasıdır.
O sebeple, 26 Nisan ve sonrasında birkaç gün benzin sıkıntısı yaşanır.
Ayrıca toplu vizite kâğıtları öyle kolayca verilmez; işveren sermayedar zorluklar çıkarır. Onun için, Tüpraş’ta vizite kâğıdı verilmeyen şeker hastası Arif Alpak 8 Nisan’da ölür. Bunun üzerine, işçiler E-5 Karayolu’nu trafiğe kapatırlar.
Üretimden gelen gücün kullanımıdır.
Üretimi aksatan eylemler…
Fakat bu toplu viziteye çıkı; eyleminin boyutu, şalter indirme ve grevle karıştırılmamalıdır.
Önemli bir diğer eylem türü de, şalter indirme. İşçinin işyerinde kalarak üretimi fiilen durdurmalıdır: Batman barajı inşaatında çalışan 550 işçi işbaşı yapmaz (14 Nisan); Gölcük Tersanesi’nde çalışan 5 bin işçi işi durdurur (12 ve 14 Nisan); Adana, Malatya ve Burdur Şeker fabrikaları işçileri bir saat süreyle şalter indirir (20 Nisan); Tekirdağ Şarap Fabrikası’nda yanıtı gün işi bırakma (20 Nisan); Erzurum ve Ağrı Şeker fabrikalarında çalışan 1005 işçi bir buçuk saat süreyle şalter indirir (20 Nisan); Adana Tekel’de bin işçi (21 Nisan) ve İstanbul’da Tekel’e bağlı işyerlerinde 20 bin işçi bir saat süreyle şalter indirir (25 Nisan).
Eylemlerin sebep olduğu ürün kaybı konusunda pek bilgi yayınlanmadı. Yalnız İskenderun ve Karabük Demir-Çelik’e ait bilgiler var. 22 Mart’ta ANAP hükümetince bu işyerlerinde uygulanacak grev ertelenir. Karara Demir-Çelik çalışanları sessiz kalmaz. Onun için, 14 Nisan’da erteleme karan kaldırılır. Yine de eylemler, greve çıkılan 4 Mayıs’a kadar durmaz devam eder. Bu sebeple, ocaklardan biri donma tehlikesi geçirir. Grev öncesi bir aylık dönemde eylemin sebep olduğu üretim kaybı 120 milyardır. Günlük inşaat demiri üretimi 1457 ton iken bu miktar eylemlerin yapıldığı dönemde yüzde 54 azalarak 787 tona iner; yine eylem öncesi sıvı demir ve çelik üretimi 1984 ve 1524 tonken, eylemler sırasında M81 ve 1232 tona geriler. Grevin bir günlük üretim kaybının 10 milyar olduğu açıklanır. Bu koşullarda ekonomik anlamda maddi kaybın, istenen toplam ücret teklifinden (562 milyar) hayli fazla olduğu anlaşılır.
İlk oluşumu özel sektör sermayedarlarının metal işkolunda kurduğu işveren sendikası MESS’e ’80’lerde kamunun da üye olmasıyla özel sektör ve kamu yani sermayedarların aleni birliği oluşturulur: Emeğe karşı. Oluşumun gereği olarak MESS, işvereni kamuyu temsilen görüşmelerde taraf olarak bulunur ve önerdiği teklif toplam 328 milyardır. Aradaki fark 234 milyar olmasına karşın bu sürede ekonomik kaybın daha fazla olduğu sonucu çıkar.
O sebeple, işverenin tavrı MESS özgülünde ideolojiktir.
Karsı tavır da ideolojik olmak zorundadır.
Eylemlerin Nedenleri
Yeniden düzenleme ile ’84’de başlanılan toplu sözleşme görüşmelerinde Eylül karabasanın estirdiği resmî terör ve Karaçalına kampanyası hayli etkin olup, işyerlerinde işçilerin istemlerinin neler olduğu dinlenilmezdi. Bu durumdan bürokratik sendikal yapının fazlaca rahatsız olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü bunlarda hâkim tavır “satış sözleşmelerine: Evet” demektir.
Fakat kısmî demokratik kazamatları gasp edilmiş ve ücretlerin satın alma gücünün düşmesi sebebiyle sürekli yoksullaşan isçiler, gidişe kendiliğinden de olsa karşı olmanın onurunu taşıyor.
Bürokratik sendikal yapı, sınıfı karşı ihaneti yaşıyor.
Süren toplu sözleşme görüşmelerinde sermayedar/devlet, işverendir.
Devlet, sınıfsal içeriği olan, sermayenin kendisini ve çıkarlarını korumanın aracı bir örgütsel yapıdır.
Kime karşı?
Emeğe…
Değinilen işlevlerin gereği olarak kamuya/devlete    işyerlerinde sürdürülen toplu sözleşme görüşmelerinde, beklenilen gelişmelerin olmaması üzerine eylemler başlar.
Görünen neden bu.
Fakat öz neden: Emek ve sermaye çelişmesinin var olduğu ve bunda, sermayenin hâkim olduğu bu keyfi ve zulüm düzeninde, devletin izlediği ekonomi ve sosyal politikadır.
Bunun gereği olarak işçiler üzerinde resmî terör estirildi ve ücretlerin satın alma gücü bu derece düşürüldü ve işçiler sömürüldü ve yoksullaştırıldı.

2.6- Niteliği ve Sonuçlan

Yaşadığımız bu dönemde, sınıfın yasada yer almayan ama toplumsal hayatta genel kabul gören ve sempati kazanan grev dışı eylemleri, toplumsal diğer bir anlatımla yasaya karşı meşruluğun ürünüdür. Ve yarınlar bunun üzerinde şekillenecek ve belirlenecektir. Böyle bir meşruluğun sonucu var oldu: Nisan Eylemleri.
1- Mücadele bayrağı, varolan (zayıf bir yön olarak) hakların gaspını engelleme ve yeni kazanımlar temelinde yükselir. Bunun gereği Nisan eylemleri geçen yıllarda yaratılan dinamiklerin ürünüdür. 1987’de kabaran grev dalgası, geçen yıl da hem grevler ve hem de grev dışı eylemlerin etkisiyle dalganın daha da yükselmesini sağlayan kazanımlar, Nisan eylemlerini ve sınıfın eylem birliğini yarattı. Eylem birliği, sorunların tek tek birey olarak çözümünün imkânsızlığını ve birlikten kuvvet doğduğunu bizzat yaşayarak gösterir. Bu, kendine güveni artırır.
2- Eylemler ideolojik bağlamda kendiliğindenci nitelikte olup, emeğin ekmek ve özgürlük (sınıfın kendi sosyal ve siyasal düzenim hedefler) mücadelesi bütünselliğinde, yalnızca ekmek öne çıkarılır. Eylemlerin keyfi ve zulüm düzenine karşı yapılmayıp, bu ekonomik ve siyasi yapılanımın işleyişi sonuçlarına yönelik olarak yapılması sebebiyle de temel slogan: “AÇIZ” olur.
Eylemlerde, “söke söke alırız” benzeri sloganlar atılırsa da, “güçlüyüz” ve “alırız” türünden kesin iddiaları taşıyan, dişe diş koparma niteliğinde bir davranış yönü zayıftır. Bir nevi umutsuzluk ve öç almadan doğan parlamalar niteliğindeydi eylemler.
Çünkü emek ve sermaye uzlaşmaz çelişkisinin keskinleşmesine karşın, yine de işçiler çıkarlarının, varolan siyasi ve ekonomik yapılanımın tümüyle uzlaşmaz çelişkisinin bilincinde değillerdi ve olamazlardı da; çünkü onların bilinci henüz sosyalist siyasal bilinç değildir. Bu anlamdadır ki, Nisan eylemleri geçen yıllara göre büyük bir ilerlemeyi/yükselmeyi ve kitleselleşmeyi temsil etmesine karşın, belirgin bir şekilde ‘kendiliğinden gelme bir hareket olarak kalır.
Sınıf kendi çabasıyla ancak, sendikalar içinde birleşmenin, işverenlere karşı mücadele etmenin ve hükümeti gerekli çalışma mevzuatıyla ilgili yasaları kabul etmeye zorlamanın vs. gerekli olduğu sendikal (sosyalist değil) bilincini geliştirebilir*.
Bu sendika] bilinçle bürokratik sendikal yapının -zorlansa da- aşılması mümkün değildir.
3- Toplumsal meşruluğun yasal/resmî meşruluğa galebe çalması anlamında, eylemlerin kitle üzerinde etkin depolitizasyonunun etkisini zayıflatan önemli bir rolü olmuştur. İşte Nisan’da sınıfın yarattığı toplumsal meşruluk temelinde, doktorların eylem yaptığım görüyoruz.
Hava döndü.
Bahar sonrasında yaz sıcaklığı…
4- Nisan eylemleri, işçi hareketini saran ve kök salan sendikal ve siyasal önderliğin henüz gerçekleşemediği gerçeğini ortaya koyuyor.
5- Nisan eylemleri, ANAP hükümetinin teşhirini sağlar. Yani sosyalist siyasal mücadele anlamında ya da niteliğinde olmayan, siyasa! bir yönü vardır.
6- Nisan eylemleri kendiliğinden gelme bir hareket olup, bazı yerel sendikacılar dışında bürokratik sendikal yapıya karşın yapılır. Bu sebeple eylemler, sendikaları aşar.
Kendiliğinden gelme bir hareket ile kendiliğindenci düşünce içerik bakımından birbirinden farklıdır; birincisi eylemin oluşum biçimini ve ikincisi harekete etkin düşünsel/ideolojik yapıyı açıklar.
Nisan eylemleri kendiliğinden gelme bir harekettir.
Sınıfın öncü müfrezesi Parti’nin örgütlü ve bilinçli yönetiminde ve denetiminde olmayan bu eylemler, işyerleri düzeyinde sendikal yapılanımlar dışında işyeri komitelerinin etkinliğinde olur.
Komiteler, geçen yıllardan beri sendikaların duyarsızlıkları karşısında ban işyerleri düzeyinde oluşturulan örgütlenmelerdir. Eylemlerde sendikal örgütlerin tam etkin olmaması bu tür bu tür örgütlerin işlevini artırır. Kısmen de olsa örgütsel boşluğu doldururlar. Nisan eylemleriyle birlikte yaygınlaşır ve rolleri artar. Bunların kabalaşması yeni işlevler üstlenmesiyle mümkün olacak, aksine varlığını sürdüremeyecektir. Sendika kongrelerinin yapılacağı bu yılda, komiteler bu işlevi üstlenebilir ve bürokratik sendikal yapının oyunlarını bozabilir. Bununla tabanın düşünceleri, sendikal yapılanıma yansıma imkânı bulabilir. Zaten bu gelişme, eylemin yarattığı ve etkin kıldığı önder işçilerin konumunu daha da öne çıkarır: fakat burada da bilinç faktörünün bir dayatması var.
7- Eylemlerin ülke genelinde toplu iş sözleşmesi yapan kamu işyerlerinde sınırlı kalması ve desteğin yalnız bir kısım belediye çalışanlarından verilmesi ve özel sektörün eylemlere katılmaması önemli olumsuzluklardır.

2.7- Nisan ve Türk-İş
Türk-İş Başkanlar Kurulu 22 Kasım 1988’de yaptığı toplantıda bir dizi karar alır. Önemlisi, bu yılın başından itibaren görüşmelere başlanacak kamuya ait işyerleriyle ilgili olanıdır. Eylem planı açıklanır ve hatta 26 Mart Mahalli Seçimler öncesi greve çıkmak hedeflenir.
Fakat bürokrat sendikacıların davranışları, kabul ettikleri kararı uygulama yönünde olmadı.
Bu durum ilk olmadığı gibi ikincisi de değil. “Şubat ’88 eylem planını da işlemez kıldılar.
Demek ki bu kararları almak zorunda kaldıklarında da uygulama yanlısı olmuyorlar.
Tabandan kaynıyor, sınıf. İşte bu; Türk-İş tarafından kararların alınmasını sağlayacak güçte (zaman zaman Türk-İş’in bürokratik yapısıyla çelişen “davranışlarının” sebebi bu), fakat uygulamasını başarabilecek düzeyde değil. Zaten o güçte olsa kararın alınmasını ve uygulamasını da yapar.
Eylemlerin yaygınlaştığı bir sırada, 5 Nisan’da Türk-İş Başkanlar Kurulu toplanır ve 10 Nisan’dan itibaren üretimin topluca düşürülmesi kararı alınır.
Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz “eylem devam ediyor, Mayıs ortasına kadar toplu sözleşme görüşmeleri sonuçlanmazsa toplu grevler yapılacak” der; 9 Nisan’da.
Yangına su sıkma…
Ve Mayıs ortasında, 17 Mayıs gecesi “satış sözleşmesi”, 25 Mayıs-6 Haziran arasında 220 bin işçinin greve çıkacağı planı açıklandıktan kısa bir süre sonra imzalanır. Ücretlerin satın alma gücünde sapılan gasplar/kayıplar dikkate alındığında, imzalanan toplu sözleşme bir “satışa, evet” demektir. Kayıpların olmasında da bilfiil Türk-İş desteği var: Eylül Karaçalma kampanyası sırasında, genelinde olduğu gibi özgülünde işçileri ilgilendiren tüm (ki içerik olarak varolan ve fiilen kullanılmakta olunan kısmi demokratik ve ekonomik hakların gaspına yönelik) yasaların altında, Türk-İş Genel Sekreteri’nin imzası var. Bürokrat sendikacı Sadık Şide, Eylül kampanyası döneminde sekreterlik ile birlikte resmî görevini Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak sürdürür. Şahsında Türk-İş’te kampanya ortağı ve destekleyicisi… Ayrıca kazanımlara yönelik saldırıların başını çeken YHK’da (ki bu oluşum, Eylül Askeri Konseyi’nin “sendikal” alanda komuta örgütü), Türk-İş’in iki temsilcisi görev yapar. Sonradan aleni açıkladıkları biçimiyle bir an önce sivil hayata geçmek için, ’82 Anayasası Referandumu’na “evet” dedi, Türk-İş… Dosyası hayli kabarık.
Daha öncesi geçmişi bir yana ’80’li yılları bu derece sınıfa ihanetlerle dolu resmî sendikacılık anlayışının savunucusu Türk-İş, tabanın dayatması üzerine 10 Nisan’da eylem kararı alır. Bu bir yönüyle işçilerle sendikal bürokrasi arasındaki bir çelişkidir. Şu biliniyor ya da tahmin edilebiliyordu ki, Mart’ta başlayan eylemler devam edecekti. O sebeple devletçi Türk-İş karar alır ve sonuçta kitle potansiyelini heba etme uygulamaları rolüne soyunur.
Hatırlama ve hatırlatma: Çok değil bu yıla kadar sınıfla ilgili tartışılan önemli konulardan bir tanesi de, sınıfın birliği meselesiydi. Gün ve Alınteri dergisi yazarları bu tartışmaya ısrarla Türk-İş’te Birlik diye katıldı. Yani nicel ardamda sayısal birlik olarak yaklaştı ve savundu. Birliğin Türk-İş’te değişikliğe yol açacağı mantıki yorumu yapılıyordu.
Esas sorun ne niceliksel birliğin savunulması ya da yaratılması ne de sendika yönetimlerini almayı hedeflemedir. Sorun; sınıfın yığınsal gücünün katılımıyla sendika yönetiminin oluşturulması ve denetleme mekanizmasının işletilmesidir. Bunun hâkim kılınması sınıfın Türk-İş’te sayısal birliğinin sağlanmasından çok bulunulan mekânlarda yığınların bilinçli katılımıyla sağlanır.
Burjuvazinin mesleki örgütleri TİSK ve MESS, ülke düzeyinde tek tip sözleşme ilkesini yıllardan beri savunur. “İlk defa bu düzeyde işkollarını da aşarak ülke genelinde sözleşme imzalama “şerefine” sahip olur.
Bununla burjuvazinin Ülke çapında her işkolunda tek sözleşmenin yapılması hedefine adım adım yaklaşılır.
Tekliflerin yarısı kadar ücret artırımını ve tek tip resmî sözleşme koşullarını içeren bir sözleşmeye imza atan sendikanın işçi sınıfı çıkarlarını savunduğu iddia edilemez. Sendikaların Nisan eylemlerinde taraf olma biçiminde tavır alıyor görünmeleri “olumlu sayılacak” bir nicel “gelişme” olarak yansıyan davranışlarının esası; sözleşmenin imzalanmasıyla daha iyi anlaşılır.
Aksi davranış, bürokratik sendikal yapının kendi varlığıyla çelişir.
İşçiler, Mayıs ihanetini Affetmeyiz! Yükselen eylem dalgası Mayıs’ta düşmeye başlar ve hatta birey olarak yalnız işçiyi ilgilendiren biçimlere kaydırılır. Nitekim karayollarında çalışanlardan 1500’ünün karısını boşama (Diyarbakır-16 Mayıs) ve bir grup (120) işçinin de “bakamıyoruz” diyerek, çocuklarını satışa çıkardıklarını (Urfa-17 mayıs) açıklamaları da. eşlemlerde sendikaların anan erkinliğinin bir ürünü olduğu kanısındayız.
Eylem dalgasının düştüğü koşullarda sözleşme imzalanır.
Çay kaşığıyla verilenler, kepçeyle geri alınacak… Sürekli artan enflasyon sebebiyle.
Ekonomide bu gelişmeyi görmemek olamaz, görmek istememek olur. Ki Turk-İş tavrının da farklı olduğu söylenemez.

2.8- Gündem Yapılan Tartışma
İşçi ücretlerinde artışların olduğu ve memur maaşlarında artış olacağının gündeme geldiği bugünlerde, tartışılmaya ve gündem yapılmaya çalışılan bir konu: Enflasyonun tekrardan yükselmeye başlayacağını (kim iddia edebilir düştüğünü?) ve anacağını, burjuvazi kalemşorları yazar, çizer ve konuşur oldular. Hatta gelirlerde bu artışın talebe kimisine göre 2 (Prof. Dr. T.Çiller) ve 7 (Prof. Dr. E. Gönensay) ay sonra yansıyacağı (her ikisi de DYP taraftarı) ve bu sebeple enflasyonun artacağı iddia ediliyor. Enflasyonun yaz boyunca tırmanacağı ve yılsonuna doğru yüzde 100’ü aşacağı bekleniyor yorumu yapılır oldu.
Nedeni? Gelirlerde artışın talep patlamasına sebep olmasıymış.
Bu ve benzer yorumlar, krizin derinleştiği dönemlerde yapılır ve yazılır. 1979-1989 Mayıs döneminde ücretlerde yüzde 50’leri aşan bir aşınmaya karşın, enflasyon azalmadı aksine arttı. Yaşanan bu gerçek, burjuva ekonomi politiğin ileri sürdüğü tezi yalanlıyor. Peki ücretlerin satın alma gücünde aşınmaya karşın, enflasyonu bu derece artıran ve kurumsallaştıran öğeler nelerdir? İzlenen enflasyonist ekonomi politika gereği sürekli zamlar, yüksek faiz ve gürdük kur politikalarının oluşturduğu üçlü sarmal yapılanımdır. O sebeple enflasyonun artacağı bilindiğinden aranan günah keçisi: Gelirde “artışlar”
Bundan sonra dinlenecek “masal” gerekçesi…
Zaten toplu sözleşme görüşmelerinde hükümetin ilgilenen zat-ı Bakan C. Çiçek, 24 Mayıs’ta ANAP Meclis Grup toplantısında yaptığı konuşmada: “Kamu kesimindeki sözleşme zamlarının büyük kısmının KİT ürünlerine yapılacak zamlarla finanse edilecek” der…
Ücret artırımı ek maliyeti, artan gelirden yatla verimlilik artışından karşılanmayıp, fiyatlara yedirilmesi sebebiyle tüketicilere/halka yansıtılıyor. Ve böylece kâr payı artırılmaya çalışılırken, bir yandan da ücretlerdeki artışlar zamların gerekçesi olarak sunuluyor.
Fiyat belirlemede emek maliyeti ücretlerden başka diğer maliyet öğeleri döviz kuru (girdilerde ithalatın payı sebebiyle), faiz (yabancı kaynak kullanma durumunda) ve KİT ürünleri fiyatları (ekonomide komünün etkinliğinden) dikkate alınmıyor ya da alınmak istenmiyor. Burjuva ekonomi politiğin temel tezi emeğin sömürülmesi temelinde sermaye birikiminin sağlanmasıdır. O sebeple, gelir dağılımında ücretlere “daha az pay” ilkesiyle saldırır.
Evet, enflasyonun artacağı ve arttığı aşikâr ekonomik bir olgu. Ve dün olduğu gibi bugün de artan enflasyon sebebi gelir “artışları” olamaz. Olsa bile, bugüne kadar enflasyonun artıyor olması neyle açıklanabilir’.’
Bugün bir ücretli en az yüzde 25 gelir vergisine tabi iken, burjuvazi ANAP’ın övünç kaynağı vergi kanunlarında öngörülen çeşitli istisna ve muafiyetler sebebiyle yüzde 46’lar olan kurumlar sergisi yerine yüzde 10’lar altında bir oranla vergi veriyor. Koç ve ENKA holding gibi ekonomide etkin 20 firmanın 1988 yılı için ödeyeceği vergi oranı yüzde 4.2 yani 148 milyar 906 milyon gelirden 6 milyar 402 milyon TL. vergi verecek. Yine Akbank. Yapı Kredi, İş Bankası gibi bankacılık sektöründe etkin 21 bankada aynı vergi oranı şirketlere göre biraz yüksek yüzde 7,6 (toplam gelir ise 1 trilyon 393 milyar 374 milyon) olup, 106 milyar 968 milyon TL vergi ödeyecek.
Bununla “demokrasi” ve “kalkınma” adına, sermaye birikimi teşvik edilmiş olur. Sonra da kamu finansman açığı var, onun için zamlar ve emisyon artışı öngörülür, yani enflasyonist politika benimsenir ve uygulanır.
Aslında ücretli artan enflasyon sebebiyle, gelirlerindeki artışın sıfırlanacağını dikkate almak durumunda olup ek zammı gündeme getirmesi beklenirken, burjuvazi yavuz hırsız misali daha işçinin lokması kursağına inmeden hemen karşı kampanyaya başladı.

2.9- Mayıs 1989 “Satış Sözleşmesi”
1960’lı yıllarda DİSK kurulana kadar tek sendika konfederasyonu var: Türk-İş. 1970’li yıllarda MHP, MSP ve AP’nin kurduğu faşist Milliyetçi Cephe iktidarının urunu olarak MSP’nin kurduğu ve desteklediği Hak-İş ve MHP’nin desteklediği MİSK’in (1970-Mayıs’ında kurulur) işçi sınıfı üzerinde etkinliğinin devlet eliyle artması hedeflenir. Ayrıca bu yıllarda etkinliği fazla olmayan Sosyal Demokrat-İş gibi marjinal konfederasyonlarda faaliyet sürdürür.
’80’e kadar imzalanan toplu iş sözleşmelerinde Türk-İş ve DİSK etkin olur; diğerlerinin fazla bir fonksiyonu olduğu söylenemez, marjinal kalırlar. Fakat ’80’li yıllarda Türk-İş’in yanı sıra Hak-İş’in etkinliği de artar, hatta ’84 sonrasında ANAP tarafından desteklenir, Bu yıllarda bilindiği gibi DİSK’in faaliyeti yasaklanır ve yargılanır.
DİSK faaliyetini sürdürdüğü (bu toplam 13 yıl) dönemde, sosyalist siyasal bilinci hiçbir zaman temsil etmedi. Fakat propaganda faaliyetinde sosyalizm kavramını çok kullandı ve siyasal arenada reformist CHP’sini destekler politika izledi.
DİSK, şartların zorlamasının bir sonucu olarak Türk-İş’in geleneksel sendikal anlayışına karşı gelişen bir mücadelenin ürünü olmasına karşın bu, sınıf sendikacılığın hâkim kılınması yönünde gelişmedi/gelişemedi. Fakat toplu iş sözleşmelerim mümkün olduğunca üye kitlesini harekete geçirerek imzalar. Çünkü kamu sektöründe Türk-İş’in uyguladığı yöntem, özel sektörde kabul görmez. O sebeple, DİSK üye tabanının katılımı sayesinde haklar alabilir. Zaten DİSK bu tür bir zorunluluğun gereği olarak var oldu; ne kadar yapması gerektiğini yaptığı ayrı bir tartışma konusu.
Türk-İş yoğun örgütlendiği kamu kesiminde üye kitlesini harekete geçirmeden, üst düzeydeki siyasal ilişkilerle toplu iş sözleşmelerini sonuçlandırır ve göstermelik görüşmeler sonucunda imzalardı. Zaten onun için Türk-İş, partiler-üstü bir politikayı benimsiyordu.
1967-1980 döneminde Türk-İş ile DİSK’in imzaladığı toplu iş sözleşmeler karşılaştırıldığında uç örnekler dışında, genel olarak: Türk-İş’e bağlı sendikaların kamu kesiminde üst düzey ilişkiler sonucu yaptığı sözleşmelerde sağlanan haklar ile DİSK’e bağlı sendikaların özel sektör işyerlerinde tabanın özgücünü harekete geçirerek imzaladığı sözleşmelerde elde edilen haklar arasında önemli bir fark olmadığı gibi, kamu sektörü sözleşmeleri özellikle iş güvencesine ilişkin daha iyi hükümler içerir (8). Bunun açılımı anlamında ücret artışları kamu sektöründe daha fazla olur.
’80’li yıllarda Türk-İş’in geçmişteki üst düzey ilişkileriyle sözleşmeleri sonuçlandırma yöntemi, kamu işverenin gereken yakınlığı göstermemesi üzerine Türk-İş tıkanıklık yaşar. Çünkü bu yıllarda kamu işverenleri, izlenen ekonomi ve sosyal politikanın bir sonucu olarak kendi aralarında sendikalaşır ve özel sektör işveren sendikaları ile örgütsel birlik yaratır. Bunun yani sermayenin örgütsel birliğinin gereği olarak, TİSK’in ve MESS’in belirlediği ilkeler sözleşmelere hâkim kılınmaya çalışılır ve bundan geçmişteki Türk-İş ile iyi olan ilişkiler de etkilenir. Ve o sebeple Türk-İş, bazen geçmiş geleneksel politikayla çelişen/ters düşen davranışlar içine (üye tabanının da zorlamasıyla) girmeyi kabullenir.
Referandumlarda tavır belirlemesi, açıklaması ve geneL eylem kararlarını alması esasında yukarda değinilen bir gelişmenin ürünü olarak yaşanır.
Bu sektör için benimsenen ve sık sık gündeme getirilen özelleştirmenin bir yönüyle de sınıfın gelişen mücadelesini bastırmanın aracı olarak kullanılması hedeflenir. “Devlet malı deniz” misali özelleştirilen işyerlerinde reorganizasyon gereği işçilerin tasfiyesi öngörülür. Ayrıca sözleşmeli personel uygulamalarıyla da, resmî sendikasızlaştırma politikası etkin kılınır. Bütün bu saldırılara karşın işçi sınıfı, mücadele meşalesini kendiliğinden-gelme bir biçimde yakar.
275 sayılı yasanın yürürlüğe girdiği 1963 yılından itibaren hem imzalanan toplu sözleşme ve hem de kapsadığı işyeri ve işçi sayısı sürekli artar. Fakat dikkat çekici olan (gerçi dönemlendirme eşit sürelerde yapılmadı ama) imzalanan sözleşme sayısına karşın işyeri sayısı daha hızlı artmasının anlamı: Ülke düzeyinde tek tip sözleşmelerin hâkim kılınıyor olmasından denebilir.
Mayıs 1989 sözleşmesi:
İşçinin yüzde 350-500 oranları arasında artış isteğine karşı, hükümet önce yüzde 80-90 önerir. Nihayet Türk-İş Koordinasyon Kurulu yılbaşından beri yaptığı çalışmalar sonucunda ancak Nisan’da teklif belirleyebildi: Birinci yıl için yüzde 170 + 60 bin, ikinci yıl için yüzde 60+ enflasyon farkı olarak.
Sözleşme, işçilerin sokaklarda ve bürokratların yani sendikacıların odalarında olduğu koşullar sonrası 17 Mayıs’ı 18’e bağlayan gece imzalanır.
Kamuya ait 38 kuruluşta istihdam edilen 496 bin 645 kişinin ortalama (çıplak) net ücreti 120 bin 105 TL olup, bunun brütü 200 bin 73 TL’dir. Bu ortalamayı, 150 bin TL üzerinde ücret alan 6 kuruluş (MKE, TPAO, DMO, TÜBİTAK, TÜPRAŞ ve T.DENİZ İŞ.) yükseltir. Bunlar dikkate alınmadığında bulunan ortalama (çıplak) net ücret 109 bin 666 TL’ye iner ve brütü 182 bin 580 TL olur; bu 32 kuruluşta 470 bin 643 kişi istihdam edilir?
İmzalanan sözleşmeye göre, bu 120 bin 105 ve 109 bin 666 TL olan net ücret ortalamaları; birinci yılsonunda 344 bin 208 ve 317.903 TL’ye ve ikinci yıl sonunda iseb514 bin 62 ve 474 bin 605 TL’ye yükselir (aylık brüt 94 Bin TL sosyal yardımlar dikkate alınmadı, çünkü çıplak ücretlerin ortalaması veri olarak alındığı için).

Tablo 4- TOPLU İŞ SÖZLEŞMELERİ (TİS) (1963-1988)

1963-1970    1971-1980    1981-1988
TİS Sayısı        9804        18785        16229
İşyeri Sayısı        24046        57499        74340
İşçi Sayısı        2344970    4136786    5415952
KAYNAK: Turk-İş, Yayın No: 67; DİE, İstatistik Yıllığı, 1973, sf.177; DİE,İstatistik Yıllığı, 1981, sf.169, DİE, İstatistik Yıllığı, 1987, sf.190; TCMB, 1988 Yılı Raporu, sf.106; TUBA Ajansı, 1988 sayıları.

Birinci yıl sonunda NET ÜCRET ARTIŞI oranı, 120 bin 105 TL’ninki yüzde 87 iken 109 bin 666 TL’ninki ise yüzde 90 olur. İkinci yıl sonunda ise her iki ortalamanın da, yüzde 49,3’e iner; çünkü artış yüzdeleri dışında artı bir rakam olmadığından aynı oranda artar.
Değişik bir çalışma, birinci ve ikinci yıl net ücret artışları toplamı ikiye bölerek bulunan yıllık ortalamaya göre hesaplama yapıldığında 120 bin 105 TL göre yüzde 64 ve 109 bin 666 TL göre yüzde 66 artış söz konusu olur.
Bu koşullarda sendikal bürokratlar ise, brüt ve net ücret artışını öne çıkarıyorlar; net ücret artış oranı değil.
Yeni sözleşmeye göre, brüt ücretin yüzde oransal artışları yüksek oranlarda hesaplanır. Hatta ortalama net ücret düzeyi çok düşük olduğu (100 bin TL civarında) için yüzde artışları dışında artı 10 ve 70 bin TL rakamları toplam artış yüzdesini yükseltir. Ve sosyal yardımlar dikkate alındığında hesaplanan oranlar daha da büyür. Dikkatli çalışma yapılmadığı zaman. Toplam brüt ya da net artış yerine, net ücret artışı dikkate alındığında bulunan artış oranları hayli düşük oranda olduğu görülebilir.
Ve enflasyon oranında yüzde 80’leri aşacağız dikkate alındığında, yaratılan alım gücünün bu yıl içinde eritileceğini düşünmek için hiç mi hiç kâhin olmaya gerek yok.

3- KENDİLİĞİNDEN VE KENDİLİĞİNDENCİ

Kendiliğinden bir kitle ya da sınıf hareketinin/eyleminin oluşum biçimini tanımlarken, kendiliğindencilik ise hâkim düşünsel/ideolojik yapışım tanımlar. Bunun gereği olarak başlangıcı kendiliğinden olan bir kitle ya da sınıf hareketinde, kendiliğindenci bir düşüncenin hâkim olacağı biçiminde mutlaklaştırılma yapılamaz.
15-16 Haziran hareketinde başlangıçta DİSK’in örgütlülüğü “hâkim” görünümü vardı. Fakat gelişmelere başlangıcından itibaren hâkim olamadı. Zaten DİSK’in yönetimi eylemlerin, inisiyatiflerini aştığını (Türkler’in radyo konuşması) da beyan ettiler: Nisan eylemleri için böyle bir başlangıç da olmadı.
Bu sebeple de her iki hareket sınıf üzerinde etkileri ve kazanımları bakımından aynileştirilemez; çünkü farklı ekonomik ve toplumsal koşullarda gelişmesi ve etkin olması söz konusudur.
15-16 Haziran, kısmi demokratik hakların burjuvazi tarafından gaspına karşı gelişen bir bölgesel genel grevidir.
Nisan Dalgası, “AÇIZ” temel sloganıyla kamuya ait işyerlerinde binlerce işçinin katılımıyla gerçekleşen eylemler yumağıdır.

SLOGAN/DÖVİZLER

15-16 HAZİRAN                     NİSAN EYLEMLERİ
– “Kanunlar Meclisten Alınıncaya Kadar        -“Ekmek. Barış, özgürlük.”
Direneceğiz.”                         – “Açız, Açız.”
– “Haklarımızı İktidara Çiğnetmeyiz.”            – “Cepte Para, Evde Aş Yok.”
– “Sendikalarımızı Koruyacağız.”            – “Bizi Bordrolarımız Dürtüklüyor.”
– “Bağımsız Türkiye.”                    – “Özal İstifa.”
– “Hükümet İstifa.”                    – “İşçiler Birleşin.”
– “Demirel İstifa.”                    – “İşçiler El Ele, Genel Greve.”
– “Kahrolsun İşçi Düşmanları.”            – “Yaşasın 1 Mayıs İşçi Bayramı.”
– “Patron Saltanatına Hayır.”               

İdeolojik bağlamda 15-16 Haziran ve Nisan Dalgası’nın önündeki barikat: Kendiliğindencilik.
Kendiliğinden gelme, “özünde filizlenme halinde (açy) bilinci” temsil eder (10). Onun için her kitle hareketi, “ilkel isyanlar” bile belirli bir ölçüde bilincin uyanışını ve varlığını ifade eder. O sebeple 15-16 Haziran ve Nisan eylemleri, “işçi ve işveren arasındaki çelişkinin uyanmasının” işareti olması anlamında kendi içinde bir bilinci taşır. Eylemlere katılan işçiler çıkarlarının, varolan ekonomik ve siyasal düzenin “tümüyle uzlaşmaz çelişkisinin” bilincinde değillerdi ve olamazlardı da; çünkü onların bilinci henüz sosyalist siyasal bilinç değildir. O sebeple eylemler, işçi sınıfın bu keyfi, zulüm ve sömürü düzeninden kurtulma ve emeğin kendi demokrasisi/iktidarı uğruna bir mücadele olmadığından bir ekonomik mücadele olarak kalır. Bu, işçilere birlikte mücadele etmenin gereğini de hissettirir.
Sınıf mücadelesinde işçiler sadece kendi çabasıyla, ancak sendikacılık yani “sendikalar içinde birleşmenin, işverenlere karşı mücadele etmenin ve hükümeti gerekli işçi kanunlarım kabul etmeye zorlamanın” (11) vs. gerekli olduğu bilincini ancak geliştirebilir. Hükümete karşı olma anlamında politik yönü vardır; fakat bunun sosyalist siyasal mücadeleden farklılığı hatırlanmalı. Çünkü hükümete karşı olan her eylem, sosyalist siyasal mücadeleyi içermez.
O sebeple isçi hareketinde kendiliğindenciliğin her türlü abartılması anlamında putlaştırılması, toplumsal mücadelede sosyalist siyasal bilinç unsuru rolünün her küçümsenmesinin kaçınılmaz sonucu olarak, işçiler üzerinde burjuva ideolojisinin etkisini güçlendirir. Çünkü toplumsal mücadelede sınıfın öncü güçlerinin (öncü müfrezesi partisinin) yönetici rolünün yadsınması anlamına gelir. Bir yanıyla da, kapitalizmin temellerine karşı mücadelenin doğru yönelmesine engel olur ve mücadelenin kapitalizm şartlarında “kabul edilebilir” istemler çizgisini izlemesi ve işçilerin burjuvazi tarafından ideolojik olarak köleleştirilmesi gerektiği anlamını taşır. Bu haliyle bilinç faktörü rolünün azaltılması anlamında kendiliğindencilik, “kuyrukçuluk” ideolojisidir.
Demek ki sınıfın mücadelesinin burjuvazinin etkisi altına girmesini önlemek için kendiliğindenciliğe karşı durmak, emeğin sosyal kurtuluşu mücadelesi açısından bir zorunluluktur.
Sendikal mücadele, zulüm ve sömürü düzeninin yıkılması ve sınıfın sosyal kurtuluş, yani kendi toplumsal düzeni sosyalizm uğruna mücadeleye tabi kılınması ve bu ikinciyle bütünselliğinin sağlanması halinde gerekli işlevim tam olarak yerine getirebilir. Aksi halde sınıfa “ekonomik bir gelişme yolu” izlemesi hedefi gösterilmiş olur, “ama Sosyal-Demokrasinin (Marksizm-N’.O) rolü, kendiliğinden-gelme hareketin üzerinde dolaşan bir ‘ruh’ olmak ve bununla yetinmeyip bu hareketi ‘kendi programı’ seviyesini yükseltmek değildir de nedir? Bu rol, herhalde hareketin kuyruğunda sürüklenmek olamaz; bu, en iyi durumda hiçbir fayda sağlamaz ve en kötü durumda da hareket için son derece zararlı olur” (açy) (12).
Peki, siyasi bilincin geliştirilmesi nasıl yapılacak ve gerekli olan nedir? Ya da sosyalist siyasal bilinç/nasıl verilecektir?
Ekonomik mücadele, işçileri, varolan ekonomik ve siyasi yapılanım içinde hükümetin sınıfa karşı davranışı konusunda eğitir. Onun için bu alanda işçilerin sosyalist siyasal bilincini geliştiremez. Çünkü bu çerçeve çok dardır. Ekonomistlerin temel hatası, “içerde», isçilerin ekonomik mücadelesinden” (açy)(13), sosyalist siyasal bilincin verileceğini savunmalarıdır Yani bu ekonomik mücadeleyi tek hareket noktası yaparak ve tek temel alan sayarak sosyalist siyasal bilinci geliştirmek mümkün değildir O sebeple Lenin sosyalist siyasal bilinç,”işçilere, ancak dıştan iletilebilir. (açy)(14) diyerek, devamında açılımını şöyle yapar: Ekonomik mücadelenin ve işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanın dışından (sınıfın öncü müfrezesi/partisi önderliğinde) verilebilir.

4- SONUÇ
Sınıf hareketi tarihinde yoğunlukla durulacak iki tarih: 15-16 Haziran ve Nisan eylemleri kısaca birlikte incelendi.
Çalışmada ücretlileri de inceledim; fakat her ücretli üretken emek sahibi olarak değerlendirilemez.
Ücretli: Ana geçim kaynağı, başkasına ait bir işyerinde ya da başkasına ait üretim araçlarını kullanarak yaptığı çalışmanın karşılığı ücret olan kişiyi kapsamaktadır.
Bu ücretlerin kaynağı; üretken faaliyette bulunmayan ya da değer ve buna bağlı olarak artı-değer yaratmayan ücretli çalışanların ücreti, üretken faaliyet içindeki, ücretlileri yani işçi sınıfının yarattığı değerden ödenir.
Ama biliniyor ki, her ücretli değer yaratmaz. Çünkü emek-değer teorisine göre, değerin yaratıcısı üretken emektir ve her ücretlinin harcadığı emek, değer yaratmaz. Yani her ücretli emeğini bir meta içinde maddeleştiremez. Bu, iş türleri bazında olabileceği gibi sektörler başında da analize tabi tutularak hangisinin olup/olmadığı belirlenebilir. Hatta üretken bir sektörde, üretken bir faaliyet sürdürmeyen çalışan ücretlerin de olacağı hatırlanmalı.
Üretken olan/olmayan emek ayrımı netleştirilmeyince, ücretliler ile işçi sınıfı kavramlarım birbirine karıştırma söz konusu olabilir.
Bu tanımlar ışığında işçi sınıfı, maddi ürün üretiminde çalışan ücretlidir.
Bir başkası için ücret karşılığı çalışmak, işçi sınıfı içinde yer almak için gerekli, ancak yetersiz bir koşuldur. Yeter koşulu ücretli olmakla birlikte, maddi ürün üretiminde bulunması yani bir değer yaratması halidir.
Anlatımlara göre geçen sayıda Tablo 2’de verilen ücretlilerin tümünün işçi sınıfını temsil etmediği sonucu çıkarılabilir.
Zaten sendikal bürokratların işyerlerinde üretim faaliyetinden uzak konumda olanlardan tercih edilmesinin anlamı; üretken emek sahibi olmayanların o bürokratik yapılanım çarkında yer bulmasının daha kolay olabileceğidir.
Resmî sendikasızlaştırma politikasının, ’80’lerde etkisi:
1980 öncesi tüm saldırılara karşın sendikal örgütlenme alam genişler ve 1978’de yüzde 176,7 olan SSK üyelerine göre sendikalaşma oranı, 1980 yılında yüzde 259,5’e yükselir. Bu oran, 1984 ve 1989-Ocak’ta yüzde 58,3 ve 64,6 olur. örgütlü sendika sayısı 1980’de 733 iken 1984’de 90’a ve bu yılda 71’e iner. 1980 yılında 5 milyon 721 bin sendika üyesi toplamı, 1984’te 1 milyon 422 bine geriler ve bu yılda, 2 milyon 270 bine yükselir.
Genel çizgileriyle değinilen bu sendikal örgütlenmenin olduğu koşullarda Nisan Dalgası yaşanır.
15-16 Haziran ve Nisan eylemleri hakkında kısaca:
1) 15-16 Haziran kısmi bir demokratik kazanımı korumak amacıyla, 100’ü askın işyerinde 150 bin civarında İşçinin İstanbul ve Kocaeli’nde iki gün süreyle üretimden gelen gücünü kullanması ve işyerlerinde şalterleri indirmesi, bölgede gösteri ve yürüyüş yapmasıdır. Nisan eylemleri ise, “AÇIZ” temel sloganında yoğunlaşan yüz binlerce isçinin kamu işyerlerinde ülke genelinde belli aralıklarla iki aya yalan pek çok eylemlere katılmasıdır.
2) Her iki eylem de, yasalara rağmen yapılır.
3) 15-16 Haziran’da isçilerin, kısmi demokratik kazanımı korumada kesin kararlı ve iddialı tavrım Nisan’da göremiyoruz. Nisan eylemlerinin kalkış nedeni ve diğer faktörler sebebiyle, eylemlerde “kararlı davranış” yönünün zayıf olduğunu görüyoruz.
4) Her ikisi de, kendiliğinden-gelmedir. Yani eylemlerde sınıfın öncü müfrezesi partisinin önderliği ve yönlendiriciliği yoktur.
5) 15-16 Haziran ve Nisan eylemleri sınıfın birliğinin yaratılması temelinde, bürokratik sendikal yapılanımlara karşın yapılır. Esas olarak 15-16 Haziran’da destekleme eylemleri görülürken, Nisan’da bu yön hemen hemen yok gibidir. Haziran’da eylem katılanların çoğunluğu DÎSK’te, Nisan eylemlerine katılanların hemen hepsi Türk-İş’te örgütlüdürler.
6) İşçi sınıfının kendi iktidarını kurmayı hedeflemeyen yani sosyalist siyasal mücadeleyi içermeyen anlamda, her iki eylemin de siyasi yönü vardır.
7) 15-16 Haziran, genelinde özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin yükseldiği ve kitlesel katılımın arttığı koşullarda gerçekleşirken; Nisan eylemleri, mücadelenin yükselme eğiliminde olduğu ve halkın üzerinde yıldırıcı resmî terörün ve depolitizasyonun etkisinin kırılmaya başladığı şartlarda yapılır.
Bir yanda “AÇIZ” sloganıyla yürüyenler ve diğer yanda Hasbahçe’de yaşayanların olması sebebiyle eylemler, tüm toplumun sınıf ve katmanların sempatisini kazanır. Fakat bu, destek eylemine dönüşmez.
Bu koşullarda partiler, işçiler için “haklılar ” demecini verme sırasına girerler. Erken seçimin tartışılması sebebiyle SHP ve DYP ilk sıraları işgal eder: Ve vaatler…
Muhalefetteyken vaatte bulunma ve hükümet olunca unutturma çabası tüm partilerin geleneksel ortak özelliği.
İşte SHP Belediyelerin hali: İstanbul’da yapılacağı söylenen bedava süt ve ekmek projeleri uygulanmıyor ve hatta “talanla” ve “yolsuzlukla” ilgili 17 dosyayla Marmara-Etap’ta basın toplantısı yapma meraklısı Sözen, hiçbir dosyayı açıklamıyor vs.
Özal; 1983 yılında “enflasyon düşüreceğim” dedi, yüzde 100’lere çıkardı; “adil gelir dağılımı ve refahı paylaşma” dedi, ücretlerin alım gücünü yüzde 50’ye varan oranda düşürdü vs. Halka yönelik ne vaat ettiyse, tamamen aksini “başardı”.
Ve bugünün vaatçileri SHP ve DYP’nin farklı tavır içinde olacaklarının hiçbir güvencesi yoktur.
Çünkü emek ve sermaye çelişkisinin hâkim olduğu ve emek sömürüsüne dayanan, ayrıca IMF’nin direktifleriyle ekonomik ve sosyal politikanın belirlendiği ve uygulandığı bu düzende, halkın hiçbir güvencesi olamaz.
Unutmayalım!
Geçmiş 10 yıl ya da 20, 30 veyahut 40, 50 yıl hatta daha öncesine gidilse ve bugüne gelindiğinde…
İstenilen ne? Ve egemenlerin/burjuvazinin cevabı he oldu?
“Özgürlük” denildi, zulüm ve işkence reva görüldü…
“Bağımsızlık” denildi, ülke emperyalist mali sermayenin arka bahçesi oldu…
“Ekmek” denildi, gelirlerin ve ulusal gelirden payın sürekli azaldı…
“İş” denildi, işsizlik çığ gibi büyüdü…
Düşün: Hangi isteğin ne kadar çözüldü ve ne kadar kendim güvencede hissediyorsun?
Unutmayalım! ‘
Emeğin, Ekmek ve özgürlük mücadelesinin zafere ulaşmasıdır: Çare. Yani emeğin kendi ekonomik ve sosyal düzenidir.

KAYNAKÇA:
1- DİE. İmalat Sanayi Anketleri, İTO-TEFE (1963:100), Aktaran, Kaya Özdemir (Türk-İs), Türk Ekonomik Hukuk Arattırmaları Vakfı, 1982, sf. 55
2- ILO, Yearbook…. 1987. Genove, Aktaran, Prof.bDr. Cem Alpar, Dünya, 19 Nisan 1989.
3- Cumhuriyet. 11-17 Haziran 1975.
4- DİSK, 7. Kongre Raporu, sf.141-147.
5- Demiryol-İs Sendikası Yayınları, No. 61, Aralık, 1988.
6-  V. İ. Lenin, Ne Yapmalı, Çev: Mümtaz Yavuz. Evren Yayınları, İstanbul, 1976-Şubat, sf. 41-42.
7- Abdurrahman Yıldırım, Cumhuriyet, 30 Mayıs 1989.
8- Yıldırım Koç. Saçak, Temmuz-1988. sf.27.
9- Perihan Çaktroğlu, Milliyet, 27 Nisan 1989.
10- V. İ. Lenin, age. sf.41.
11- İbid, sf.41-42.
12- İbid, sf.82. 69.
13- bid. sf.103.
14- İbid. sf. 103.

Temmuz 1989

Emperyalizm ve Bağımsızlık

Varoluşu emeğin doyumsuzca sömürülmesine, ülkelerin yeraltı, yerüstü zenginliklerinin ve hammadde kaynaklarının sınırsız yağmalanmasına bağlı olan emperyalizm ile halklar arasındaki boğuşma bugün de sürüp gitmektedir. Emperyalizm ağına düşürdüğü sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri bin bir bağla sımsıkı kendisine bağlamakta, soluk almalarına fırsat vermemektedir. Emperyalizmin azgın pençelerinden kurtulmak zorlu ve çetin bir savaşa girişerek mümkün olabilmektedir. Buna karşılık emperyalizm dünya hegemonyasını, sömürü sistemini sürdürmek, devrimi ve ulusal kurtuluş mücadelelerini yenilgiye uğratmak için en vahşi ve barbar yöntemlere başvurmaktan kaçınmamaktadır.
Dünya emperyalizminin merkezi 2. emperyalist paylaşım savaşı öncesi Avrupa’da iken, savaş sonrasında Amerika’ya kaymıştır. Savaştan diğer emperyalist ülkelerden farklı olarak daha da güçlenmiş olarak çıkan Amerika Birleşik Devletleri kapitalist dünyanın önderliğini tek başına üstlenmiştir.
Amerikan emperyalizmi eski kapitalist düzeni korumanın yaraşıra Sovyetler Birliği’nde ve halk demokrasisi ülkelerinde kapitalizmi yeniden kurmak için dünyânın tüm gericileriyle birlikte harekete geçti. Dünya üzerindeki hegemonyasını geliştirmek ve pekiştirmek için modern teknolojinin desteğinde bürokratik-militarist cihazı olağanüstü bir büyüklük ve manevra gücüyle donatarak diğer ekonomik ve mali potansiyellerle birlikte devreye soktu. Savaşla birlikte dağılmış bulunan sömürgecilik sisteminin yerine, yeni sömürgeci yöntemler kullanmaya hız verdi.
Amerikan emperyalizmi sosyalizme, sosyalist ülkelere ve Marksizm-Leninizm’e karşı her türlü gerici hareket ve akımı destekledi; karşı devrimci propaganda eşliğinde ceplerini doldurarak satın aldığı burjuva filozoflarını, iktisatçıları, yazarları, din adamlarını ve sosyologları seferber etti. Militarizmi, savaş çığırtkanlığını ve anti-komünizmi toplumsal yaşamın tüm alanlarına, orduya, siyasete, ideolojiye ve bilime varana kadar her alanda alabildiğine yaygınlaşırdı.
Stalin’in 1953’te ölümünden sonra 1956’da yapılan SBKP’nin 20. kongresinde yönetimi ele geçiren Kruşçev revizyonistlerinin Sovyetler Birliği’ni adım adım sosyal-emperyalist bir ülkeye dönüştürmelerine bağlı olarak ABD’nin tek süper güç olma konumunda değişiklikler meydana geldi. Dünyanın sömürülmesinden pay almak üzere başta Amerikan emperyalizmi ile ve diğer emperyalist ülkelerle rekabete girişen yeni bir emperyalist ülke ortaya çıktı. Sosyalizmin yüksek kazanımlarına dayanarak kısa sürede emperyalist süper devlet haline getirilen Sovyetler Birliği dünyada devrim ateşini söndürmek ve yayılma ve hegemonya siyasetini yaşama geçirmek için kapsamlı bir faaliyete girişti. Sovyet sosyal-emperyalistleri müdahale, hegemonya ve yeni-sömürgeci pratiklerini, devrime ve sosyalizmin inşasına katkıda bulunma, ulusal kurtuluş mücadelelerine destek verme kılıfı altında sürdürdüler.
Anti-emperyalist bilinçlenmeye ve uyanışa bağlı olarak emperyalistler de birtakım yöntem değişikliklerine gitmekte, açık ve kaba sömürü biçimleri yerini daha ince ve örtülü olanlara bırakmaktadır. Bu nedenle 2. paylaşım savaşından sonra emperyalizm yeni sömürgecilik yöntemlerine ağırlık vermiştir. İkili antlaşmalar, ekonomik ve askerî yardımlar, ekonomik ortaklıklar, “çokuluslu şirketler” vb. örgüt ve ilişki biçimleri yeni sömürgeciliğin başlıca araçları arasında yer alır. SEİA (Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması)’lar ve Dostluk, İyi Komşuluk ve İşbirliği Antlaşmaları, NATO ve VARŞOVA gibi saldırgan askerî paktlar, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası sermaye kuruluşları, AET ve COMECON gibi ortaklıklar bunlara birer örnektir.
Emperyalizm ve kapitalizm, düzenleri tehlikeye girmediği sürece kitleleri denetim altında tutabilmek için bazı önemsiz ödünler de verebilmektedirler. Bunun için yeni sömürge ülkelere ya da etkileri altında bulundurdukları devletlere, işbirlikçilerine krediler vermekte, bu ülkelere yatırımlar yapmaktadırlar. Emperyalizm, bu devletleri sürekli kendisine bağımlı kılmak için yöresel savaşlar çıkararak veya doğrudan müdahalelerde bulunarak ya da bir devleti diğerine karşı kışkırtarak avucu içine düşürme politikası izlemektedir.
Emperyalizm girdiği ülkelerde kendine işbirlikçiler bulur, yaratır. Yerli uzantıları aracıyla o ülkeyi iliğine kadar sömürür, posası çıkana kadar kanını emer. Ekonomik, askerî, siyasi ve kültürel bakımdan kendine tâbi kılar. Sürekli olarak sürdürdüğü savaş hazırlıkları içinde denetimine soktukları ülkeleri kendi savaş arabalarına daha çok bağlamaya çalışırlar. Bu konuda da yine en büyük yardımcıları işbirlikçi tekelci (komprador burjuvazi) burjuvazidir. Yerli gericilik emperyalizmin sofrasından artakalan kırıntıları elde edebilmek için ülkeyi hayâsızca emperyalizme peşkeş çeker. Hammadde kaynaklarını, insan gücünü, tarımsal ürünlerini, doğal zenginliklerini, toprak parçalarını ve geleceğini kendi sefil çıkarları uğruna efendilerinin önüne serer. Tüm bunları da “ülkenin yüksek menfaatleri” için yaptığını iddia eder. Onların ülkenin çıkartan dedikleri şey bizzat kendi açgözlü, sömürücü çıkarlarından başka bir şey değildir. İşbirlikçi burjuvazi ülkenin satışını yaparken en koyu milliyetçi olarak görünmekten de geri kalmaz. Ama onların bu ‘milliyetçilik’leri gayri-milli oluşlarını ve gerçekte ulusal çıkarlara ihanet ettiklerini gizlemek içindir.
Faşizmin ve savaşın kaynağı da emperyalizmdir. Emperyalizm var olduğu sürece yeryüzünden savaşlar eksik olmayacaktır. Fakat emperyalistler ve Sovyet sosyal-emperyalizmi barışçı pozlara girmeyi de hiç ihmal etmezler. Kuşkusuz, bunu barış için ayağa kalkan dünya halklarını, emekçi kitleleri yatıştırmak ve aldatmak için yaparlar. Son yıllarda, Gorbaçov’un yönetime gelmesiyle birlikte Sovyetler Birliği sözde “barış atakları”nı yoğunlaştırdı. Nükleer başlıklı füzelere ilişkin önerilerde ve savunmaya yönelik bazı iç düzenlemelerde gerçekten barışçıl amaçlar mı söz konusudur? Emperyalistlerin bu tür ‘atak’larının gerçek bir barış uğruna yapıldığına inanmak emperyalizmin ne olduğunu bilmemekle eş anlamlıdır. Çünkü emperyalizm yeni pazarlar, hammadde kaynakları ve etki alanları yaratabilmek için savaşmak zorundadır. Barış içinde yaşanıyor gibi görünen dönemlerde bile en yoğun biçimde savaşa hazırlık söz konusudur. Barış ve silahsızlanma adına yapılan görüşme ve antlaşmalar da olsa olsa savaşa yönelik hazırlık ve örgütlenmeleri gerçekleştirmenin bir biçimidir. Nitekim Sovyetler Birliği’nin barış ataklarının, iç sıkıntıların ve iktisadi bunalımların yaşandığı bir döneme denk gelmesinin rastlantı olmadığı bir gerçektir. Sovyetler Birliği uzun süredir yaşamakta olduğu ekonomik sıkıntı ve bunalımı atlatabilmek irin askerî harcamalarda savaş gücüne önemli etkiler yapmayacak ayarlamalara ihtiyaç duymuştur.
Siyasi gericilik eğilimlerinin yoğunlaşmış ifadesi olan emperyalizm faşizme başvurmak ve faşist diktatörlüklere her türlü desteği vermek için gerekli önlemleri almayı ön planda tutar. Eski Amerikan Başkanı Carter, bir zamanlar, emperyalist ve kapitalistlerin, komünizm korkusuyla, Mussolini, Hitler, Hirohito, Franco vb. gibi faşist diktatörleri destekleyip onayladıklarını itiraf etmişti. Çokuluslu şirketler emperyalizmin kaldıraçları olarak faaliyet gösterdikleri ülkelerin ulusal egemenliğine ve bağımsızlığına kabaca müdahale ederler, ayakta durabilmek için cinayetler, suikastlar, sabotajlar örgütlemekten çekinmezler. Bu ülkelerin ekonomisini tahrip ediyor, yüksek düzeydeki memurları ve görevlileri ve sendika yöneticilerini satın alıyorlar. Lockheed ve ‘Irangate’ skandalları bunun somut örnekleridir.
“Bugünkü kapitalizmi belirleyen sermaye ihracıdır” diyor, Lenin. Emperyalizmin bu özelliği bugün daha da ileri düzeylere ulaşmıştır, Günümüzde dünyanın en büyük sermaye ihracatçıları, ABD, SSCB, Federal Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa’dır. Çin de üçüncü süper güç olmak için “şişinmekte”dir. Ama öküze benzemek için şişinen kurbağa gibi çatlama belirtileri göstermektedir…
Emperyalizmin, diğer ülkelere ihraç ettiği şeyler sermaye ve meta ihracıyla sınırlı değildir. Bankalar ve çokuluslu şirketlerle birlikte emperyalist kültür ve ideoloji de, örneğin Amerikan yaşam biçimi bütün yozluğu ile ihraç edildi. Lenin’in belirttiği gibi emperyalist ideoloji işçi sınıfına da sızar. Ornegi; Çin’de olduğu gibi. Çin’in revizyonist elebaşlarına göre, Amerikan emperyalizmi gerileyen bir emperyalist olarak Sovyet sosyal-emperyalistlerine karşı halkların dayanacakları bir güçtür. Gerçekte ise iki süper devlet, Amerikan emperyalizmi ve Sovyet sosyal-emperyalizmi dünyayı paylaşmak ve pazarları ele geçirmek için birbirlerinden aşağı kalmamak üzere kıyasıya mücadele etmektedirler.
Günümüzde sermaye ihracının en yaygın biçimlerinden biri devletten devlete borçlanma, kredi ve diğer yardımlardır. Bunlar yalnızca kapitalist kârlar elde etmeye yaramıyor. Aynı zamanda siyasal bağımlılığı da arttırıyorlar. Kredi ve yardımları veren ülkeler kendilerinin ekonomik askerî ve siyasal çıkarlarının bekçiliğini yapanların iktidarını sağlamlaştırmak için uğraşıyorlar. Sermaye ihracının bu türüne klasik bir örnek 2. paylaşım savaşından sonra ABD’nin Batı Avrupa, Türkiye ve Yunanistan’a yönelik askerî yayılmacılığının temeli durumuna gelen Truman doktrinine uygun olarak hazırlanan “MarshalI Planı”dır. Sovyet emperyalizminin, ekonominin gelişmesi ve sanayide devlet sektörünün yaratılması için Hindistan, Afganistan, Irak ve başka ülkelere yaptıkları sözüm ona yardımlar da benzer niteliktedir.
Kapitalizmin restorasyonu Sovyet toplumunda kutuplaşmaya neden oldu. Bu ülkede küçük bir azınlık halkın ezici çoğunluğunu baskı altında tutuyor ve sömürüyor. Glasnost ve Perestroyka gibi Gorhaçov’cu uygulamalar bu gerçeği örtbas edemediği gibi daha çok açığa çıkmasına da yol açıyor. Bugün Sovyetler Birliği’nde artık, bürokratlardan, teknokrat lardan ve aydınların üst kesimlerinden oluşan bir sınıf gelişmiş bulunmakta ve isçi sınıfı ve emekçi kitleleri sömürme temelinde giderek daha da semirmektedir. Klasik kapitalist ülkelerde artık-değere tek tek kapitalistler, yatırdıkları sermayenin oranına göre el koyarlar. Sovyetler Birliği ve diğer revizyonist ülkelerde ise, yeni özelleştirmeler bir yana bırakılırsa, burjuva üst tabakadan kişiler, devlet içinde ekonomi, bilim, kültür vb. hiyerarşisinde bulundukları mevkiiye göre artı-değerden pay alırlar. Yüksek ücretler, çeşitli ikramiyeler, primler ve diğer ayrıcalıklar emekçilerin sömürülmesinden elde edilen artı-değeri gasp etmeye yarayan kurumlardır. “Kolektif kapitalizm”i temsil eden bu sınıf kapitalist sömürü mekanizmasını güvence altına alan yasa ve kurallarla ayrıcalıklı konumlarını sürdürmeye çalışıyor. Dünya kapitalist sistemine katılan Sovyet ekonomisi artık, bir yandan Amerikan, Alman, Japon, vb. sermayelerine kapılarını sonuna kadar aralarken, Sovyet sermayesi de diğer ülkelere ihraç ediliyor ve orada yerli sermaye ile türlü biçimlerde kaynaşıyor. Sovyetler Birliği sermaye ihracını özellikle “uydusu”, olan ülkelere yapmakladır. Sosyal-emperyalist bir ülke haline gelen Çin’de kalkınmasını yabancı sermayeye bağlamıştır. Milyonlarca dolar tutan Amerikan, Japon, Batı Alman vb. sermayesinin Çin’e akın ettiği görülmektedir.
İç pazarları ele geçiren tekellerin daha sonra sanayi ürünlerinin ve hammaddelerin dünya pazarını ele geçirmek için mücadele ettiklerini vurgulayan Lenin, üretimin ve sermayenin yosunlaşmasına bağlı olarak tekellerin emperyalizmin görünümünü belirlediklerini ortaya koyuyor. Lenin’in dâhiyane eseri “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, emperyalizmin özelliklerini etraflıca inceliyor. Lenin bu kitabında emperyalizmin tekelci, asalak, çürüyen, can çekişen kapitalizm olduğunu belirtiyor.
Bu çürümüş sistem kendisini savunan çok büyük bir ordu, istihbarat örgütü adı altındaki cinayet, sabotaj, darbe ve rüşvet organizasyonları (örneğin CIA, KGB ve onlarla işbirliği halindeki diğerleri) ve dişinden tırnağına kadar silahlandırılmış çok sayıda polis sayesinde ayakta tutulmaktadır. Tüm bu militarist-polisiye güçler iktidarı elinde tutan burjuvazinin ciltler dolusu yasaları tarafından çizilen sınırlan aşacak en küçük bir direnişi önlemek ve bastırmak için hazırda tutulmaktadır.
Ama Vietnam, Nikaragua vb. ülkelerde olduğu gibi emperyalizmin boyunduruğu altında iliğine kadar ezilen ve sömürülen halklar günün birinde silaha sarılarak mücadeleye atılıyor, en güçlü ve yenilmez zannedilen dikta rejimlerini, işgal ordularını hallaç pamuğu gibi başından fırlatıyor.
Birçok sömürge ve yarı-sömürge ülkenin emperyalizm tarafından belirlenen yazgısını bugün ülkemiz de en ağır koşullarda yaşamaktadır. Türkiye -ki emperyalizme karşı verilen ilk ulusal kurtuluş savaşı temelleri üzerine kurulmuştur. Ancak bu Ulusal Kurtuluş Savaşı ile fiili işgali kırılan, ülkeden kovulan ve eski sömürgeci emelleri kursağında bırakılan emperyalizm, bugün kılık değiştirerek “dost ve müttefik” maskesiyle ülkemizi yeniden kıskacı arasına almayı başarmıştır. 2. paylaşım savaşına kadar İngiliz, Fransız ve Almanya gibi Batılı emperyalist ülkelerin etkin olduğu ülkemizi, savaştan sonra, ülkemize giren ve giderek tam bir hegemonya kuran Amerikan emperyalizmi ekonomik, askeri ve siyasi yönden yeni sömürgeci yöntemlerle kıskacına almıştır. ABD, Truman Doktrini ve Marshall Planı’na, ikili ekonomik ve askerî anlaşmalara, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlara, NATO gibi askeri paktlara, yardım ve hibelere dayanarak ülkemizi kıskıvrak yeni sömürgecilik ağı içine sokmuştur. Türkiye, yıllar geçtikçe, ABD’nin savaş arabasına daha çok bağlanmış, Pentagon’un askerî stratejisinin bir aracı fonksiyonunu görmeye başlamıştır. ABD askerî üsleri ülkenin birçok yerinde faaliyete geçmiş, CIA’nın etkinlikleri alabildiğine yoğunlaştırılmıştır. Doğal zenginlikler emperyalistlerin emrine verilmiştir. IMF ve Dünya Bankası Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığım sonuna kadar kullanarak, ülkenin gerçek yöneticileri haline gelmişlerdir.
Ancak emperyalizmin ülkemize yönelik eylemleri ve müdahalesi karşılıksız bırakılmamış, anti-emperyalist mücadele özellikle 1960’ın sonuna doğru doruk noktasına çıkmıştır. Bu mücadelede Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve diğer gençlik önderleri başı çekmiştir, devrimci gençliğin emperyalizme karşı bu yiğit ve onurlu başkaldırısı zamanla yenilgiye uğramışsa da, halkımızın gönlünde silinmez bir kahramanlık destanı olarak derin izler bırakmıştır. Bu nedenledir ki, onların yolunu izleyen binlerce kişi emperyalizm ve onun dayanağı faşist diktatörlüğe karşı gözü pek bit mücadeleye girişmiştir. 12 Eylül faşist cuntası bu atılımı da kesintiye uğratabilmiştir. Fakat proleter devrimcilerin ve diğer devrimci anti-faşist, anti-emperyalist güçlerin mücadelesi geçmişten dersler de çıkarmayı içeren bir perspektifle yeniden canlanma yoluna girmiştir.

Temmuz 1989

Dincilik ve İlericilik-Gericilik

Bir din ulusu, şeriatçı İran’ın başı, “rehber” Humeyni öldü. İran’ı dinsel fanatizm temelinde örgütlemekle kalmamış, özellikle Amerikan emperyalizminin baskısına duyulan hoşnutsuzluk ve tepkinin yarattığı elverişli koşullardan yararlanarak dinciliğin etkisini oldukça örgütlü biçimlerde başta Ortadoğu ülkelerinde yaygınlaştırmıştı. “Devrim Muhafızları” ve Hizbullah’ın yanı sıra Avrupa ülkelerinde bile taraftarlar buluyor, Şii-Sünni çelişmesine rağmen, kitap yazarlarına varıncaya dek verdiği “katli vaciptir” fetvaları Türkiye dahil birçok ülkede destekler sağlıyordu. Şah’ın devrilmesinden sonra belirli bir anti-emperyalist tutum izleyen ve Fars milliyetçiliğinden güç alan şeriatçı Humeyni diktatörlüğü binlerce ve binlerce insanın kanı üzerinde yükselmişti. Emekçilerin Irak’la savaşta kırılmasının yanında, her günkü onlarca idam olağanlaşmıştı. Recm (taşlayarak öldürme), “esrar suçlusu” olarak idam, tüm muhalefetin kana boğularak yasaklanması günlük olaylardandı.
Humeyni “tek şef” diktatörlüğü, kurmuştu. Artık klasikleşmiş tek şef diktatörlüklerinden farkı, O’nun “tek milli şef değil “tek ümmet şefi” oluşunda ve diktatörlüğünün belirgin şeriatçı karakterindeydi. Humeyni’nin “rehberliği”nde işleyen İran devleti, kuran ve fıkıh “ilmi” üzerine kuruluydu ve her şeyi bilip her şeye hâkim olan, göğün temsilcisi Humeyni’nin söz ve kararları kanun hükmündeydi. Allah için savaşılırdı, örtünmeden gezilemezdi, ücretler Allah yolunda tespit edilirdi, emek hakkı aranamazdı, kilise benzeri topraklara sahip camiler ve diğer kutsal kurumlara dayanarak örgütlenen mollalara karşı çıkılamazdı, köylüler için çeşitli biçimlerde feodal rant kaderdi. Ve bunlara itiraz edilemezdi.
Humeyni öldü; ama dinsel fanatizm ne İran’da ne de dünyada sona eriyor. Humeyni, yaptıklarıyla dinciliği canlandırıcı bir etki yaptı, ama ölümü bu etkinin sonunun gelmesi demek olmuyor.
Türkiye, nüfusunun ezici çoğunluğu Müslüman olan bir ülke. Üstelik tarikatların, zaviyelerin, gene olarak dinciliğin örgütlenme gelenekleri oldukça güçlü. Daha düne kadar İslam’ın en büyüğü Osmanlı’nın başıydı. Kemalist burjuvazinin laisizminin dincilikle devletin arasını açan geçici bir uygulanma döneminin orijinalliği bir yana,Türkiye’de burjuvazi ve devlet her zaman dincilikle içli dışlı oldu. Menderes ve Demirel’in dinciliği ve dini ve dinciliği burjuva gericiliğin önemli bir kaldıracı olarak kullanışı, Eylül darbecileri ve Özal’la da devam etti, ediyor.
Bugün Türkiye’de dincilik, hiçbir zaman olamadığı denli güçlenmiştir. Yüz binleri bulan öğrencileriyle binlerle kuran kursu, imam-hatip okulları, zorunlu din dersleriyle dincilik yarı-resmi ve resmi olarak örgütlenmiş durumdadır. Güçlü şeyhleri, vakıfları, yerli-yabancı ortaklığında finans kuruluşları, gövde gösterisi olarak gerçekleştirilen cuma namazlarıyla Nurcu, Süleymancı, Kadiri vb. tarikatları önemli etkiye sahiptirler. Bu tarikatların ekonomik ve siyasal yaşamı saran etkilerinin görmezlikten gelinmesi olanaksız. Aralarında ayinler ve cuma söyleşileri yapan, ekonomik-mali birlikler oluşturan holding patronlarının sayısı az değildir; bunlar düzen partilerinde önemli mevkileri de ellerinde bulunduruyorlar. Tarikatlar yalnızca Anadolu’da, feodalizmin kalıntılarının özellikle varlığını sürdürdüğü Doğu ve Güneydoğu’da değil, İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde de küçümsenmeyecek mürit sayısı ve etki gücüne sahip. Kemal’in uğruna kelleler aldığı kıyafet yasası “aşıldı”; Konya, Erzurum bir yana İstanbul’da cübbeli-takkeli çember sakaldan geçilmiyor. Bu noktaya güçle gelindi, “laik devlet”in de desteğiyle. Ve siyasal gücün gösteri ve göstergesi olarak kullanılıyor. Aynı durum, devlet katında çeşitli sürtüşmelere neden olan türban ve çarşaf açısından da geçerli. Dincilik.kılık-kıyafet e varıncaya dek çeşitli biçimlerde laisizm karşısında güç kazanmaktadır. Dinci yayınların, gazete, dergi, broşür ve kitapların sayı ve tirajları olağanüstü denebilecek boyutlardadır.
İnsanın doğa karşısındaki ve dünyayı değiştirip dönüştürme eylemindeki acizliğinin ifadesi olan din, kapitalizm-öncesi bir maddi ve manevi bağımlılık ilişkisi kategorisidir. Bilime ve özgür düşünceye olanak tanımayan dinsel dogmalar, üretici güçlerin geri gelişme düzeylerine denk düşerler, sayısız dogmanın geçersizliğini ortaya koyan maddi-teknik gelişmeyle etkisizleşme eğilimindedirler ve üstelik doğa bilimlerinde özgür düşünceyi ve bilimselliği ve emekçiler açısından belirli bir eğitim düzeyini gereksinen sanayinin gelişmesi nesnel olarak bu dogmaları zayıflatıcı işlevi zorunlu kılar.
Öte yandan kapitalizmin tekelci gericiliği, bu gelişmenin önünde engel oluşturmaktadır. Genel olarak kapitalizm-öncesi ilişkiler, özellikle de feodal kalıntılarla çelişmesine, onları uzun, acılı bir yoldan çözerek aşındırma sürecini ilerletmesine rağmen, kapitalizm, bu unsurlarla yalnız siyasal beraberliklere yol açmakla kalmamakta, ekonomik yaşamda da onlarla içi-çelik halinde bulunmaktadır. Burjuvazi, sadece proletarya ve proletarya devriminden duyduğu korkuyla feodal gericiliğin, dinciliğin, tarikatçılığın kucağına atılmıyor. Bu, önemlidir; proletarya ve emekçi yığınların gelişen mücadelesi, sosyalizm potansiyelinin olgunlaşması, burjuvaziyi gericileştiren temel bir etkendir, onu, tüm gerici güç ve unsurlarla birleşmeye, devrim ve sosyalizm karşısında seferber edebileceği bütün maddi ve manevi olanaklardan yararlanmaya götürmektedir. Ancak feodalizmin çözülerek aşınması sürecinin uzun süreli ve acılı ilerleyişinin karakteristiği, bu durumla sınırlı değildir. Ticarete dayanarak sanayi sermayesine bağlanan burjuvazi ve kapitalizmin gelişmesinden farklı olarak, emperyalizmle birleşen ve mali sermayeye, tekelci sermayeye bağlanan Türkiye’deki kapitalist gelişme, ekonomik yaşamda da serbest rekabet ve ticaret özgürlüğü yerine tekele, dikte ediciliğe, egemenliğe, dolayısıyla gericiliğe dayanmakta; kendisine bağladığı kapitalizm-öncesi ilişkilerle, kişisel ve feodal bağımlılık ilişkileriyle bir aradalığı ve iç içeliği görece daha kalıcı ve sağlam olmaktadır. Çelişmesinin yanında tekelci kapitalizmin gericiliğiyle feodal ve kişisel bağımlılık ilişkilerinin gericiliği belirgin bir uyum sağlamaktadır. Bu durum, ideoloji ve siyasette kendine özgü sentez ve birliklere temel oluşturuyor. Burjuva ideolojisi, ülkemizde, bu durumun sonucu, çeşitli feodal öğeler ve dincilikle bezelidir. Burjuva siyaset ve burjuva siyasal akımlar, yine bu nedenle feodal, dinci, kişisel önemli özellik ve unsurlar taşımaktadır. Ve bilince ilişkin olan, fikirler, önyargı ve dogmalar, ideoloji, ahlak, hukuk vb. maddeye ilişkin olandan, üretim ilişkilerinden, ekonomik temelden daha uzun bir yaşam süresine sahiptir. Maddesi zayıflamasına ve hatta ortadan kalkmasına rağmen, fikir, önyargı ve alışkanlıkların gücü daha bir süre devam eder ve daha yavaş kırılır. Ve Türkiye’de de dinci feodal fikir ve dogmaların güç ve etkisi, siyasal ağırlığı, maddi temellerinin ekonomik yaşamdaki ağırlığının çok ötesindedir.
Kendi pazarı etrafında merkezileşip başlıca kapitalizmin esas iticisi olan üretim aletleri (makinalar vb.) üretimi olarak şekillenmekten uzak Türkiye kapitalizmi bünyesel bozukluklar ve çarpıklıklarla malûldür. Bunlardan önemli biri, köylerinden ve topraklarından kopan köylü yığınların büyük şehir varoşlarını doldurmaları ama yeterince gelişkin olmayan ve toplumsal yaşamı kapitalist temelde örgütlemede zaaflar içinde olan sanayide istihdam edilemeyişleri ve dolayısıyla proleterleşememeleridir. önyargı ve alışkanlıkların gücü yanında, kapitalizmin çarkına takılmakla birlikte onun asli unsuru ve mezar kazıcısı haline gelemeyen yığınların nesnel koşulları, onları, henüz kırsal koşullarda yaşamaya devam edenlerle birlikte, dinci feodal ideolojik, siyasal etkilere açık kılmakta; ve sosyal dayanağı kapitalizm ( öncesi ilişkiler olan dincilik, bu yığınların önyargı ve alışkanlıklarını kendi pazarı kılmakta, kullanmaktadır. “Kara ses” Kaplan Hoca ve benzerleri Avrupa ülkelerinde bile, örneğin Alman sanayisinin işçisi durumundaki emekçileri dahi, çeşitli çelişmeleri ve onlarda yol açtığı hoşnutsuzlukları kullanarak ve yine önyargı ve alışkanlıklardan hareket ederek etkilemekte ve belirli bir dinci güç oluşturmaktadırlar.
Dincilik, kuşkusuz işçi ve emekçi yığınlar arasındaki esas güç ve eğilim değildir ve hem nesnellik ve hem de ilerici, devrimci propagandanın etkisiyle emekçiler ilerici konumlara taşınmaktadır; emekçilerin büyük bir kesimi henüz dini inançlara sahip olmaya devam etseler de dinci akımlar tarafından sürüklenmekten kurtulma noktasına varmışlardır. Ancak hâlâ dinciliğin etkisinde önemli sayıda emekçinin varlığını da görmek gerekiyor.
Dinci akımlar, insanın doğa ve dünyanın değiştirilmesi etkinliği karşısında acizliğinde ifadesini bulan “tanrı inancı”nı benimsemekle, olayları dogmalarla, objektif idealizm temelinde açıklamakla kalmaz, ibadetle yetinmez; bunlarla karakterize olmazlar. “Tanrı inancı” ile ibadetini sürdüren sıradan insanlardan farklı olarak, dinci akımlar, dünya ve olayları “tanrı buyrukları” ile açıklamanın yanında, hiyerarşik bir yapı içerisinde “tanrı” temsilcisi ve temsilcilerinin yorumlamalarına dayanan buyruklarla siyaset üretir, geçmişi geleceğin karşısına çıkarır, dogmalar, önyargı ve alışkanlıkların gücünden yararlanarak dünyayı, toplumu bu buyruklar temelinde örgütlemeye yönelirler. Proletarya ve emekçilerin sınıf çıkarları, kurtuluşu ve özgürleşmesi karşısına “tanrı”dan geldiği varsayılan dogmalardan kaynaklanan buyruklarla bağımlılık ve kölelik koşullarının devamını, sömürüye dayanan toplumsal örgütlenmenin din uluları etrafında kutsallık zırhına bürünmüş hiyerarşik bir yapıda gerçekleşmesini koyarlar. Şeriat düzeni, şeriat devleti hedeftir. Dünya kurana göre kurulmalı ve işlemelidir! Tek tek insanların “tanrı inancı”ndan farklı olarak, iktidar sorununda somutlanan siyasal bir tutuma sahip dinci akımlar, hedefi açık ve belirgin olarak geleceğe yürüyüşün engellenmesi olan, sistemleştirilmiş dogma ve önyargılardan ibaret ideolojik yaklaşımlarla kendilerini ortaya koyarlar.
Türkiye’de çeşitli dinci örgütlenmeler, hedeflerine -bazıları hedeflerinden tavizler vererek- çeşitli yöntemler uygulayarak ulaşmaya çalışıyorlar.
Türkiye’de kapitalizm ve toplumun burjuva örgütlenmesi oldukça gelişmiş durumundadır. Toplumun şeriat sistemi içinde yeniden örgütlenmesi burjuva sistemin yerleşmişlik düzeyi göz önüne alındığında oldukça zordur. Üstelik dinciliğe temel teşkil eden feodal ve kişisel bağımlılık ilişkilerinin tekelci kapitalist ilişkilerle iç içeliği ve ona bağlanmışlığı dinci gericiliği kapitalist gericilikle birleşmeye götürmüştür. Bu birleşme aynı zamanda, işçi ve halk hareken karşısında siyasal bir ihtiyaçtır da. Dolayısıyla her iki gericilik siyasal nedenlerle de birlik halindedirler. Bu kuşkusuz, iki gericilik arasında hiç sürtüşme ve çatışma olmayacağı, olamayacağı anlamına gelmiyor. Ancak sah siyasal nedenlerden de kaynaklanmayan birlik eğiliminin gücü ve güçlülüğünü de görmek gerekiyor.
Siyaseti, devlet işlerini kendi tekellerinde gören ve bu yönde yürüten, burjuva demokratik yönelimden çok siyasal tekelcilikten hareketle din ve devlet işlerini birbirinden ayıran Kemal-İnönü laisizmi dönemi sonrasında din, devletin yönetiminin önemli bir dayanağı haline getirildi. Burjuvazi devlet yönetiminde ve siyasal örgütlenmelerinde din faktörünü büyük ölçülerde kullandı, dinci akımlardan yararlandı ve onlara yaslandı. ‘Atatürkçü” propagandayla gerçekleştirilip sürdürülen Eylül darbesinden sonra “Atatürkçü-laik” yönetim(!) din faktörünü kullanmada önemli mesafeler aldı; zorunlu din dersi, kuran kursları ve imam-hatip okullarının sayılarında olağanüstü artış, zorunlu oruç, bakanlıklarda mescitler, cuma namazları, dinci propagandaya sağlanan olanaklar vb. laikliğin göstergeleri oldu. Eylül’ün mirasçı ve sürdürücüsü Özal çok daha ileri gitti: artık dinci akımlar siyasetin ve devlet işlerinin yürütülmesinin tümüyle içindeler. Tarikatlar güç kazandı ve yaygınlaştılar. Dinci akımların gövde gösterisiyle ayinler düzenleniyor, Hafize Hanım, tarikat şeyhinin yanına devlet töreniyle gömülüyor.
Eylül ve sürdürücüsü Özal dinciliği geliştirme ve dayanak edinme tutumu izlediler. Dincilik, burjuvazi ve devletin kanatları altında güç kazandı ve siyasal mevziler edindi, ekonomik-mali olanaklarını geliştirdi. Dinci gericilik, bugün esas olarak burjuva gericiliği ve devletle birleşme konumunda ve bu konumuyla ekonomik, siyasal, örgütsel mevziler kazanmaya yönelmiş durumdadır. Esas yönüyle devlet kademelerinde mevkiler elde etmeye, buraları amaçlan için kullanmaya, toplumsal yaşamda etkisini artırmaya çalışmaktadır. Bu yönelimi, burjuvaziyle birlik halinde ve devletle çatışmadan gerçekleştirme tutumu içindedir.
İran deneyinden çıkardığı dersle Amerikan emperyalizmi de dinciliği görmezden gelmeme ve onu kullanma politikası uyguluyor. O, aynı anda birden fazla ata oynamaktadır. Faşistlerle, dincilerle, liberallerle, reformcu revizyonistlerle, askerler ve sivillerle, hatta çeşidi solcu gruplarla, zamanı geldiğinde onları uygun şekilde kanalize edebilmek için, ilişkiler kurup geliştiren Amerikan emperyalizmi, Şah döneminde dinciler üzerine oynamayı pek önemsemediğinden, sonra onları kontrol edemedi ve kendisine karşı da yönelmelerini önleyemedi. Ama ders aldı. Şimdi örneğin Türkiye’de dinci akımlara karşı burjuvazi ve devletin izlediği politika, kuşku yok ki, Amerikan emperyalizminin destek ve güdümünden bağımsız değildir. O, doğrudan ve Türk burjuvazisi ve devleti aracılığıyla dinci akımları gözetiyor, koruyup kolluyor, kısacası dincilik atına da oynuyor. Çünkü Suudi ve Pakistan koşullarında görüldüğü gibi, bir şeriat devleti ne emperyalizmin ne de yerli burjuvazinin sömürüsünün devamına, sermayenin egemenliğine engeldir. Gerekli koşulları ortaya çıkarsa, yine ne Amerikan emperyalizmi ne de yerli burjuvazi, kontrol edip yönlendirebilecekleri bir şeriat devletinin kuruluşunu reddederler.
Türkiye’de dinci akımların bugünkü konumlarının ayırt edici özelliği, emperyalizm ve burjuva gericiliğiyle birliktir. Belirli an ti-emperyalist, an-ti kapitalist (“faiz karşıtlığı” gibi) söylem, dinciliğin etkisindeki emekçi insanların özlemlerini giderici cila niteliğindedir. Anti-emperyalist söylemin bir diğer nedeni ise, feodal kategorilerle bağlantı içindeki tekel-dışı, özellikle ticaret burjuvazisinin çıkartandır.
Öte yandan Türkiye’de çeşitli radikal dinci akımlar da ortaya çıkmış durumda, iktidarın devrilip, emperyalizmle bağların koparılmasıyla, silahlı mücadele yoluyla bir şeriat devleti kurulması programına sahip olanlara kadar radikal dinci akımlara rastlanıyor. Kuşkusuz onlar da dinci akımların genel olarak sağladıkları devlet desteğinden yararlanarak gelişme olanaktan buluyorlar, ancak devletle doğrudan bağlantılara ve bu yönlü bir desteğe sahip değiller.
Eylül’ün bir yandan dinciliğe gelişme olanaktan ve destek sunarken, diğer yarıdan MSP gibi dinci-şeriatçı siyasal mihraktan yasaklayıp yargılaması, çeşitli radikal dinci örgütlenmelerin ortaya çıkışının bir nedeni oldu.
Daha çok, geri ve ilkel dogma ve ön-yargılarıyla alt tabakalardan yansıyan bu radikal dinci eğilim, en azından devlet karşıtı bir yön taşımaktadır. Sosyal demokrasi, bir dizi liberal, solcu aydın, reformcu revizyonist devlet savunuculuğu ve düzen-içiliği ilke edinmişken, belli dinci akımlar devlet karşıtı eğilimler taşıyan radikal bir konumdadırlar.
Burjuvaziyle birleşme halinde ve düzenin kaldıraçtan arasında olan dinci akımlar da şeriat devletini öngörüyorlar; ancak bunlar devletin koruyucu kanatlan altında palazlanırken, radikal dinciler, dinciliğe açılan şemsiyeden genel olarak yararlanırken kendilerine düzen dışı konumlar yaratma eğilimleri de taşıyorlar.
Eski MHP’li faşistlerde de Eylül sarsıntısının şoku yaşanıyor. Faşistler kendilerini yeni koşullara adapte etmeye uğraşıyorlar. Dağınıklıklarını henüz tümden gideremediler. Eski kadroların önemlice bir kısmı ANAP ve sonra DYP içinde örgütlendi. MÇP’nin de tam toparlayıcı olduğu söylenemez. En uyanık kesimler kendilerine Mafya içinde yer bulmaya girişti. Bir kesimse dincilere, bu arada radikal dincilere katıldı. Faşistlerde din faktörünü kullanmanın ağırlık kazandığı, dinci söylem, slogan ve taleplerin fonksiyonel hale geldiği görülüyor. Türk-İslam sentezinde ağırlık noktası İslam’a doğru kaymış bulunuyor. Faşist hareket belirgin bir dinci görünüm veriyor.
Eylül’ün haklarını teslim etme yerine haklarını yiyerek cezalandırmaya yöneldiği faşistlerde de devlete güvensizlik eğilimi ortaya çıkmış bulunuyor. Devlete yardım etmeye koştururken cezalandırmalara uğrayan, birkaçı idam edilen faşistler içinde umutsuzlukla birlikte böyle bir eğilim oluşması doğaldır. Bu durum, dinin toplumsal etkisinin artışıyla, ırkçılıktan ümmetçiliğe, şeriatçılığa kayış eğilimiyle birleşince, faşist hareketin toparlanmasında gecikme yanında, faşistlerden özellikle radikal dinci akımlara katılmalara, buysa bir sonuç olarak iki hareket arasında çatışmalara yol açıyor. Ama, aynı zamanda radikal dinci akımların bir özelliğini de ortaya koyuyor.
Şeriat devletine dönüşüm, devletin örgütlenmesinde bir biçim değişikliği oluşturur. Bu dönüşümde sermayenin egemenliğinin sarsıntıya uğraması -çeşitli siyasal kararlarla geçici bir dönem zora koşulsa da- olanaksız olduğu gibi, bu, ileriye doğru bir dönüşümü ifade etmez. Dolayısıyla, genel olarak dinci akımların, özellikle radikal dinci akımların şeriat devleti öngörüleri ve ikincilerin devlet karşıtı eğilimleri, bir bütün olarak alındığında tarihin tekerleğinin ileriye dönüşüne katkıda bulunmaz. Genel karakteri tekerleğin geriye döndürülmesine yandaşlıktır.
Günlük ve yerel politik mücadelenin gelişimiyle ilgili olmayarak Orijinal toplumsal siyasal koşullarda radikal dinci akımların emperyalizmi ve burjuva gericiliğini zayıflatıcı bir rol oynayabilmeleri, kuşkusuz tümden olanaksız değildir. Ancak genel olarak, programlarının şeriat devleti ve şeriatçılık olduğu görmezden gelinerek, devlet karşıtı eğilimlerinden hareketle, onları emperyalizmi, burjuva gericiliğini, faşizmi zayıflatıcı akımlar ve güçler arasında sayarak bir tür ilericilik atfında bulunmak olacak şey değildir.
Bugün Türkiye’de bu yaklaşımla/özellikle radikal dincilerle birlik ve ittifak arayışları görülüyor. Başta TBKP, hemen tüm düzen yanlısı akım ve örgütlerle geliştirmeye çalıştığı birlik ve “milli mutabakat”ı dinci akım ve örgütlere kadar uzatmaktadır. TBKP yanlısı çeşitli örgütlerle radikal dinci benzer örgütler arasında eylem ve güç birliği kararlan alındığı biliniyor. Bu, ancak TBKP’nin düzen-içiliğinin bir göstergesi olabilir, ama devrimci bir yaklaşım sayılama?
Toplumsal siyasal koşullardaki değişmelere ve siyasal mücadelenin gelişimine bağlı olarak çeşitli dinci akımların siyasal konum ve tutumlarında kaymalar, belirtildiği gibi olanaksız değildir ve istisnai olarak bu tür belli hareketler ilerici özellikler kazanabilirler; bu durum belli bir birlikçi yaklaşımı gerekli kılabilir. Ama bu, son derece geçici ve şarta bağlı siyasal birliklere yol açabilir. Bu tür istisnai durumlar da dâhil olmak üzere genel olarak dinci akımların gerici ideolojik yapıları ve şeriatçı amaç, hedef ve yönelimleri bir an için bile gözden kaçınılamaz. Hele olası istisnai koşullar tüm zaman ve mekânlar için genelleştirilerek, ne tür bir devlet karşıtlığı olduğu önemsenmeksizin dincilerin devlet karşıtlığı birlik temeli olarak var-sayılırsa şeriatçılığın yedeğine düşülmekten başka şey yapılmış olunmaz. Üstelik böylesi bir yedeklik emperyalizm ve burjuva gericiliğin de yedeği olmak demektir.
Genel olarak dincilik bugün ve gelecek açısından gericiliğin teme! unsurları arasındadır; emperyalizm ve burjuva gericiliğin geleceğe yönelik hesaplarında proletarya ve halk hareketine karsı kullanılmak üzere hesaba katılmakta, korunup kollanmakta, palazlandırılmaktadır. İstisnai koşullardaki olası kopmalar bir yana, dincilik, sosyal temelini oluşturan feodal kategorilerle birlikte emperyalizme ve burjuva gericiliğine bağlanmıştır. Emperyalizm ve kapitalizme karşı dinciliği birleşilebilecek güç olarak görmek sosyal ve siyasal bilimlerden hiçbir şey anlamamak demektir.
Emperyalizme ve kapitalizme karşı, siyasal özgürlükler için ve faşizme karşı mücadele edeceksin, ama böyle bir mücadeleye karşı oluşturulmaya yönelinen güçlerden biriyle, dinci gericilikle birleşeceksin. Hele başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere emperyalizmin hesapları Türkiye ile de sınırlı olmayarak tüm Orta ve Yakın Doğu’yu kucaklarken… Dincilik, emperyalizmin üzerine önemle oynadığı atlardan biridir ve orijinal istisnai koşullar dışında dinci akım ve örgütler birleşilebilecek bir güç olarak görülemez. Marksistler dinciliğin güç kazanmasına yol açabilecek tüm davranışlardan kaçınacaklardır. Bilinmelidir ki, dinciliğin gelişmesi proletaryaya ve halka karşıdır, özgürlüğe karşıdır. Dincilik Marksizm’e karşıdır; ideolojik alanda burjuvazinin Marksizm’e karşı yedekleyip kullanmaya çalıştığı silahlar arasındadır, zaman ve mekân gerekli kıldığında İran’da, Pakistan’da, hatta bir ölçüde Polonya’da görüldüğü gibi başlıca silah olabilmektedir.
Bugün ve toplumsal siyasal koşullar orijinalite kazanarak değişmedikçe dincilik birleşilebilecek bir güç değildir, olamaz. (Bu, kuşkusuz gericilik içindeki çelişme ve çatışmaların devrimin dolaylı yedeği oluşunun inkârı anlamına gelmez. Gericiliğin çeşitli mihrakları arasındaki çatışmalardan devrimin gelişmesi için yararlanmak kesinlikle gereklidir; ama bu, bu tür çatışmalarda taraf olmak, çatışan taraflardan birini diğerine karşı desteklemek ve yanında saf tutmayı gerektirmez.)
Tarihte mezhep sapkınlıkları olarak ortaya çıkan ilerici dinsel hareketler görüldü. Münzer örneği verilebilir. Bir yandan yoksul yığınların ilkel komünizmden kalma özlemlerinden kaynaklanan, diğer yandan yeni gelişmekte olan ama henüz kendi bağımsız ideolojisini geliştirememiş burjuvazinin kendisini feodal (ve o zaman geçerli tek ideolojik biçim olduğu için dinsel) kabuk içinde dışa vurmasıyla oluşan Münzerin köylü savaşı dinci ideolojik biçimlere bürünerek gelişmişti, ama tümüyle ilerici-devrimci nitelikteydi. Koşulların bambaşka olduğu kuşkusuzdur. Bugün burjuvazi gericileştiği gibi, ilerici bir hareketin bürünebileceği geri ideolojik şekillenmeler, başlıca burjuva şekillenmeler olabilir. Şekillenmenin uç noktada hâlâ dinci bir biçimle gerçekleşmesi söylendiği gibi tümden olanaksız değildir, ama son derece orijinal koşullan gereksinir. Proletarya devrimleri çağında yaşanıyor, artık sadece feodal değil burjuva-kapitalist gericiliğe karşı savaş gündemdedir ve böyle bir savaşta bırakalım dinci-feodal gericiliği, burjuva gericilik hedeftedir.
Ve son olarak, dinci gericiliğe karşı oluş, hiç kuşkusuz tek tek dindarlara, “tanrı înancı”na sahip olanlara karşı oluş ve dincilikle birleşmeme tek tek inançlı insanlarla birleşmekten kaçınma anlamına gelmez. Hangi fikir ve inanca sahip olurlarsa olsunlar tüm emekçilerle sınıf birlikleri için çalışmanın gerekliliği açıktır, örneğin dindar ve olmayan işçilerin sendikalarda birliği ve bunun için uğraşmak gerektir. İnsanların yanlış fikirlerin etkinliğinden sıyrılması ve bunun için aydınlatma faaliyeti ve mücadele ayrıdır (bu gereklidir kuşkusuz ama ayrıdır), işçi ve emekçilerin sahip oldukları inanç ve fikirlerden bağımsız olarak sınıf örgütlerinde birleşmeleri için çalışmak ayrı. İşçi ve emekçileri fikir ve inançlarına göre bölemeyiz; ama dinci akımlarla da istisnai durumlar dışında birleşemeyiz. Dinci ideolojinin güçsüzleştirilmesi ve dinci siyaset ve örgütlenmelerin etkisizleştirilmesi Marksist ve devrimci hareketlerin hedefleri arasındadır, olmalıdır.

Temmuz 1989

AEP Birinci Sekreteri Ramiz ALİA: “Çin ve Sovyetlerde Olanlar AEP Çizgisini Doğruluyor”

(Arnavutluk Demokratik Cephesi’nin 6. Kongresi geçtiğimiz ayın 26’sında Tiran’da toplandı. Arnavutluk Emek  Partisi MK Birinci Sekreteri ve Halk Meclisi Prezidyumu Başkanı Ramiz Alia yoldaşın kongrede yaptığı konuşmanın bir özetini Arnavutluk Telgraf Ajansı’nın haberinden çevirerek yayınlıyoruz.)

“Bugün sosyalist demokrasinin ilkeleri, burjuvazi ve revizyonistlerin saldırılarıyla karşı karşıyayken, onları her gün daha fazla hayata geçirerek savunmak, yalnızca cephe örgütlerinin değil herkesin görevidir.
“Burjuvazi, Sovyetler Birliği’ni, Çin’i ve diğer eski sosyalist ülkeleri kasıp kavuran kapitalist restorasyondan yararlanarak, özellikle de bu ülkelerde politik ve sosyal alanlarda ortaya çıkan başarısızlıkları kullanarak, bu olguları, sosyalist sistemin ve devrimci teori ve pratiğin iflası olarak göstermektedir. Böylesi bir yorum, spekülatif olmakla kalmamakta, aynı zamanda her türlü yolu kullanarak sosyalizmi alaşağı etmek için savaşan anti-komünizmden esinlenmektedir.
“Söz konusu ülkelerde günümüzde oluşan olaylar, sosyalizmin iflasım değil, 30 yıl önce tuttukları ve AEP’nin zamanında açıkça eleştirip teşhir ettiği kapitalist yolun çirkinliklerini ortaya koymaktadır.
“Sovyetler Birliği, Polonya, Macaristan ve diğer yerlerde uygulamaya konulan ve özel mülkiyetin egemenliğine, tekelci kapitalizme geçişe, eski ve yeni anti komünist hareketlerin hortlamasına yol açan reformlara, sınıf çatışmaları, etnik çatışmalar, anarşi, polis şiddeti, işsizlik, yasam standardında düşüş ve ahlaki dejenerasyon eşlik etmektedir. Tüm bunlar, sosyalist sistemin sonuçlan ve tipik özellikleri değil, kapitalist sistemin varlığının göstergesi ve onun yol açtığı kötülüklerdir.
“Bir dizi ülkede uygulamaya konulan reformlar ve “perestroyka” kapitalizmin restorasyonuna hizmet ettiği için, uluslararası burjuvazi ve gericilik bunları coşkuyla destekliyor. Dahası bunlar, ekonomik gelişme “modeli”, demokrasinin gelişmesinin ölçütü ve devletlerarasındaki uluslararası işbirliğinin koşulu olarak öneriliyor.
“Eskiden, burjuvazi, devrim ve sosyalizme karşı yıkıcı faaliyetlerinde, Yugoslav örneğini, öz yönetim sistemini model olarak öneriyordu. Ancak, kısa sürede bu modelin nasıl sonuçlandığını hepimiz gördük. Şimdi, bu model her yönden “devalüe” ediliyor. Ama yine de, Sovyetler ve diğer ülkelerdeki reformların büyük sermaye tarafından savunulmasına ilişkin olarak Yugoslavya örneği son derece önemlidir.
“Yugoslav öz yönetim modeli, SBKP 20. Kongresi, Mao Zedung düşüncesi ve Avrupa “komünizmi”nin sosyalizm ve komünizmle hiçbir ilişkisi olmadığı, tüm bunların kapitalist teori ve pratikler olduğu ve sosyalizmin alaşağı edilmesi ve kapitalizmin restorasyonuna hizmet ettiklerini ilk kez ortaya koyup gerekli uyarılan yapma onuru, başında Enver HOCA olan Arnavutluk komünistlerine aittir.
“Arnavutluk komünistleri ne peygamber, ne de falcıdırlar. Onlar, revizyonist ihanetin halkın ilerlemesi ve refahına değil, acılara ve krizlere yol açacağını, insan ilişkilerinin demokratizasyonuna değil dejenerasyonuna götüreceğini, halk iktidarının güçlenmesine değil yeni burjuvazi ve onun tanklarının iktidarının kurulmasına hizmet edeceğini biliyorlardı.
“Eski sosyalist ülkelerde bugün yaşananlar, yalnızca partimizin çizgisinin doğruluğunu kanıtlamakla kalmıyor. Tüm bunlar, aynı zamanda, devrimimizin açtığı parlak yolda, halkın daima kendi iktidarının gerçek özgürlük koşullarında yaşayacağı ve bireyin her türlü baskı ve sömürüden uzak olarak kişiliğini geliştirip toplumun, kendisinin ve sosyalist anayurdun yararına yaratıcılığını ve inisiyatifini kullanacağı denenmiş sosyalist demokrasimizin ilerlemesinde bize güç ve cesaret vermektedir.
“Arnavutluk Demokratik Cephesi’nin ilgi merkezlerinden biri de, uluslararası ilişkilerimiz olmuştur. Yeni Arnavutluk’un tanınması, prestij ve saygınlığının artması yönünde, partimizin dış politikasının savunulması için Demokratik Cephe’nin verdiği mücadele, onun önde gelen geleneklerinden biri olmuştur.
“Ülkemiz açısından, AEP, Demokratik Cephe ve Arnavutluk Devleti için dış politikanın tek hedefi olmuştur: Tam bağımsızlık, özgürlük ve halkın egemenliğinin sağlanması, sosyalizmin inşası için uygun dış koşulların yaratılması, halkın barışçıl yaşamının güvence altına alınması.
“Bugün uluslararası durum son derece karışıktır. Gerginlik, bazı bölgelerde azalmasına karşın diğer bölgelerde artmakta, bir problem çözülürken diğerleri ortaya çıkmakta ve derinleşmektedir. Kuşkusuz, dünyadaki temel çelişmeler çözülmeden, bunların sonuçlarının ortadan kalkması beklenmemelidir. Ancak bu çelişmelerden doğan uzlaşmazlıklar ve çatışmalar, aynı kalıplarda ve aynı derinlikte ortaya çıkmamaktadır.
“Bugün değişik askerî, ekonomik, politik ve ideolojik kamplaşmalar stratejilerini değiştirmeden sürdürürken, taktiklerini, mücadele biçimlerini ve günlük hedeflerini hızla değiştirmektedirler.
“Biz, süper devletlerin belli çıkarlarınca yönlendirilen geçici gerginlik düşmelerinin, uyanıklığımızı azaltmaması gerektiği görüşündeyiz. Süper devletler olarak ABD ve SSCB, eskiden neyse, yine aynıdırlar: ne kendileri ne de başkaları üzerindeki hegemonyacı stratejileri ve bu politikalarının sağladığı imtiyazları ve etki alanları değişmiştir.
“Arnavutluk, dış politikasında tutarlıdır. O, dünya barışı ve güvenliği yararına olan tüm hareketleri destekleyecek ve halkların özgürlük, bağımsızlık ve egemenliklerini, insanlığın ilerlemesini tehdit eden her şeyin karşısında olacaktır. Arnavutluk, bugün devletlerarasındaki bunalımların esas sorumlusu olan emperyalist süper devletlerin yayılmacı ve hegemonyacı politikalarını mahkûm etmeye devam edecektir. Ulusal ve sosyal haklarını savunanlarla, uluslararası ilişkilerde eşitlik için, içişlere karışılmaması için, her halkın kendi gelişme yolunu seçip izlemesi hakkına saygı için mücadele edenlerle dayanışma içinde olacağız.
“Komşu ülkelerle ilişkilerimize şimdiye dek özen gösterdik, bundan sonra da göstereceğiz. Tutumumuzu belirlemede, yalnızca kendi ülkemizin çıkarlarından hareket etmiyoruz. Aynı zamanda Balkanlar’daki iyi ilişkilerin Avrupa’daki ilişkileri, Akdeniz ve Orta Doğu’daki durumu etkilemedeki rolünün de küçümsenemeyeceğini göz önüne alıyoruz.
“Balkan Devletleri arasında, hâlâ, geçmişten gelen, yabancıların yanma-damızdaki ilişkilere hiç bitmeyen müdahalesinden, rakip askeri ve ekonomik ittifaklar içinde olmalarından ve diğer Avrupa ülkelerine göre geri durumda bulunmalarından kaynaklanan birçok anlaşmazlıklar olduğunun farkındayız. Fakat, bugün gerekli olan şey, engellerin, zorlukların ve nedenlerinin bir listesini yapmak değil, tüm bunların nasıl ve hangi yolla üstesinden gelebileceğimizi ortaya koymaktır: Kuvvet yoluyla ve uzlaşmazlıkla mı yoksa diyalog ve işbirliği ile mi?
“Biz sonuncusunu tercih ediyoruz. Çünkü bu, sağduyunun yoludur; Balkan ülkelerinin yaşamsal çıkarları, özgürlükleri ve bağımsızlıklarının, uluslararası ilişkilerin bugünkü gelişiminin ve her şeyden çok yarımadamızdaki halkların barış ve dostluk içinde yaşamalarının dayattığı yoldur.
“Balkan ülkelerinin değişik sektörlerde işbirliğinin sağlanması ve güçlendirilmesi için başlattıkları görüşmeler, umut ve cesaret vericidir. Geçen yıl Belgrat’ta yapılan dışişleri bakanları toplantısı, Sofya ve Tiran’da yapılan bakan yardımcıları toplantısı ve birçok hükümet temsilcisinin katıldığı toplantılar, bu gelişmeleri güçlendirmiştir.
“Bu olumlu gelişmelerle birlikte, Balkanlar’daki ilişkilerde gerginlik artışına yol açan ve işbirliğinin ilerletilmesini engelleyen bazı olumsuz faktörler hâlâ mevcuttur, örneğin, kökleri eskiye dayansa da yeni ortaya çıkan bir anlaşmazlık, kaygı verici olduğu kadar tehlikeli de olmaya başlıyor; etnik azınlıklara karşı tutumdan söz ediyorum.
“Etnik nüfusa karşı polis baskısı ve şiddeti sağduyuya tamamen karşıdır ve çağdışıdır. Tüm Balkan halklarına büyük zararlar vermiş olan böyle çağdışı bir politika gözden düşmüş bir ideolojinin sonucudur. Ve bu politikada ısrar etmek, ileriye değil geriye gidişin bir göstergesidir. Siyasi olgunluk ve ileri görüşlülük, barışın ye güvenliğin çıkarları, azınlıklara ekonomik ve ulusal alanda eşit haklar tanınmasını, yurttaşlık haklarında eşitlik sağlanmasını, insan ilişkilerinde demokratizasyonu gerektirir; anayasal özgürlüklerin inkârını, baskıyı ve itibarlarının tanınmamasını reddeder.
“Yugoslavya’da ve özellikle Kosova’da gelişen bir dizi trajik olay ve Yugoslavya cumhuriyetlerinde meydana gelen ulusal çatışmalar karşısında, bu komşu ülke, Balkanlar’da işbirliğinin gelişmesini engelleyici bir tutum almıştır. En kötüsü ise, içişlerindeki bu ciddi durumun, Yugoslavya’nın dış ilişkilerine, özellikle de komşu ülkelerle ilişkilerine yansımaya başlamasıdır. Tüm bunların yanı sıra Sırbistan yetkilileri, Arnavutluk ve diğer Balkan ülkelerine karşı, bu ülkelerde Sırpların yaşadığı ve baskı altında bulunduklarını iddia ederek, bu azınlıkları koruma maskesi altında, provokatif eğilimler taşıyan bir kampanya başlatmışlardır. Kuşkusuz, bu ucuz bir propaganda malzemesidir. Ancak yine de belli bir politikayı açığa çıkaran bir eğilimi ifade etmektedir; komşularla iyi geçinmekten kaçınmak için turlu nedenler ve bahaneler bulma.
“Sosyalist Arnavutluk, Yugoslavya ile daima iyi ilişkilere sahip olmayı samimi olarak istemiştir. Ortak çıkarlarımız bunu gerektirir. Eğer Arnavutluk-Yugoslavya ilişkilerinde dikkat çekici bir ilerleme kaydedilmemişse, bunun sorumlusu Arnavutluk değildir. Yugoslavya’nın ülkemize yönelik dış politikasını etkileyen ilkel milliyetçilik ve içişlerine ilişkin politikasının temellerinden birini oluşturan geleneksel anti-Arnavutluk unsuru, Yugoslav liderlerinin, Arnavutluk ve Arnavutlarla ilişkilerini gerçekçi ve akılcı bir şekilde ele almalarına izin vermedi, vermiyor.
“Bu politikanın başarısızlığı şimdi acık seçik görülmektedir. Düne kadar sadece bir anlaşmazlık, Sırp-Arnavut anlaşmazlığı vardı. Bugün ise, herkesin görebildiği gibi, Sırp-Slovak ve Sırp-Hırvat anlaşmazlıkları da su yüzüne çıkmıştır. İşler böyle giderse, Sırp-Makedon, Sırp-Montenegro anlaşmazlıkları da gündeme gelecektir.
“İyi ve kötü zamanlarda birbirleriyle bağlı halklarımızı göz önüne alarak, komşu bir ülke olan Yugoslavya’nın ne parçalanmasını, ne de içişlerinde herhangi bir karışıklığa meydan verilmesini arzularız. Bununla birlikte, uluslar ve milliyetler arasındaki eşitlik ve demokrasinin inkârının, bir ulusun diğerleri üzerinde hegemonya kurmasının, Yugoslavya’yı bunalımdan çıkaracak, anlaşmazlık ve çatışmalardan koruyacak ve onların gelişmesini önleyecek yol olmadığı düşüncesindeyiz.
“Marks’ın dediği gibi, diğer halkları baskı altına alan bir halkın kendisi de özgür olamaz. Kosova halkı baskı ve zulüm altındayken, özgürlükleri engellenirken, Kosova gençliği ve aydınlarına karşı şiddet uygulanırken, Yugoslavya’nın diğer kesimlerinin demokratik ve ilerici kalması olanaksızdır. Ya federatif Yugoslavya’yı oluşturan millet ve milliyetlerin tümüne demokrasi ve özgürlük tanınır, ya da hiçbiri için demokrasi ve özgürlük söz konusu değildir.
“Yugoslavya’daki Arnavutlar azınlık teşkil etmektedir ve onlara bu şekilde davranılamaz. Onlar, çokuluslu bir devlette üçüncü büyük nüfusa sahiptir. Sırplar olmadan ya da Sırplara karşı, Hırvatlar olmaksızın ya da Hırvatlara karşı nasıl hiçbir şey başarılamazsa, Arnavutlar olmadan ve onlara karşı herhangi bir şeyin başarılamayacağı çoktan kanıtlanmıştır.
“Şovenizm ve milliyetçilik, cinayet ve tutuklamalar ve şiddet politikası, şimdiye dek kimseye bir yarar sağlamamıştır. Bu, halkımızca olduğu kadar uluslararası kamuoyunca da suçlanıp mahkûm edilen Kosova’daki trajik olaylara ilişkin olarak da açıkça görülmüştür. Belgrat’takiler, Arnavutlara karşı kazanılan zafer için şampanya içilmesinde çok aceleci davranmışlardır. Ancak Arnavutlar bunlarla korkutulamaz ve bu şovenist tutum uluslararası ilişkilere herhangi bir katkı sağlamaz. Kosova ovasındaki savaşın 600. yıldönümü, Sırp milliyetçiliğini şevklendirmek eğilimiyle çok şaşaalı bir şekilde kutlanabilir. Fakat ulusal nefret ve baskı, çokuluslu bir devletin ayakta durması ve yaşamasının temeli ya da ana direği asla olamaz.
“Yugoslavya halkları yabancıları ülkelerinden atmak için olduğu kadar Kara Georgevic’in hegemonyasından kurtulmak için de kahramanca savaşmışlar ve kan dökmüşlerdir. Onların, tamamen doğru olmak üzere halkların hapishanesi olarak nitelendirilen bir Yugoslavya’ya geri dönmeleri, büyük bir talihsizlik olacaktır.
“Halkamızı büyük şeyler beklemektedir. Bu yıl sevgili anayurdumuzun kurtuluşunun 45. şanlı yıldönümünü kutlayacağız. Bu tarih, özgür yaşamımızın son on yılları boyunca yaptığımız işler ve kazandığımız zaferleri karşılaştırmak için iyi bir fırsat olacaktır. Bu, aynı zamanda, partimizin öngördüğü yeni planları gerçekleştirmek, bizi mutlu günlere getiren ve gelecekteki daha mutlu günlerimizi garantileyen partimizin doğru ve şaşmaz çizgisini başarıyla hayata geçirmek için daha fazla seferber etmemiz gereken bir zamandır.
“Halkımız, parlak geleneklerine bağlı cephe örgütünün, daima olduğu gibi, sosyalist inşa, ülkemizin ilerlemesi ve refahı ve halkımızın mutluluğu yolunda yeni zaferler kazanılması mücadelesinin ön saflarında bulunacağına tamamen inanmaktadır.”

Çin Kapitalizmi Çıkmazda
* Ekonominin liberalizasyonu kapitalizmin hastalıklarını tümden su yüzüne çıkardı.
* Enflasyon, hayat pahalılığı, işsizlik arttı.
* Halkın hoşnutsuzluğu başkaldırıya dönüştü.
* Ayaklanma kanla bastırıldı: 33 idam.
* Parti ve devlet yönetiminde yeni tasfiyeler…
“… bazıları, komünistlerin özel girişimin, özel sermayenin gelişimine, özel mülkiyetin korunmasına karşı olduklarını sanıyor. Bunun gerçekle bir ilgisi yoktur. Kurmaya çabaladığımız yeni demokrasi düzeninin görevi, geniş Çinli kitlelerinin toplumda özel girişimlerini, özel kapitalist ekonomiyi serbestçe geliştirmelerini garantilemektir.” (Mao Zedung, ÇKP 7. Kongresi’nde konuşma)
“Yüz Çiçek Açsın, Yüz Fikir Yarışsın” (Halk İçindeki Çelişkilerin Doğru Ele Alınması Üzerine, Mao Zedung)
Bu ekonomik ve siyasal-ideolojik liberalizm, özellikle Deng Siao Ping ile birlikte zincirinden boşanmışçasına gelişti.
Alıntıladığımız yaklaşımlarla sosyalizm olanaksızdı ve Çin hiçbir zaman sosyalist olmadı; emperyalizm ve feodalizme karşı elde edilen kazanımlar-la demokratik devrimin ötesine geçemedi ve kooperatiflerle devlet işletmelerini (kolektif kapitalist mülkiyet biçimlerini) kucaklayan “karma” ekonomiye sahip kapitalist bir ülke olarak gelişti. Özel mülkiyet Mao tarafından da savunuluyor ve uygulanıyordu, ama Deng liberal reformlarıyla Çin özel kapitalizminin önünü tümüyle açtı. Kooperatifler ya dağıtıldı ya da devlet koruması gibi ayrıcalıkları kaldırılarak tamamen piyasanın acımasızlığına terk edildi. Devlet işletmeleri, eskiden kendilerine ortak olan burjuvalara ya da yenilerine satıldı, özelleştirme süreci olağanüstü bir hızla ilerledi. Emek ürünlerinin değeri ve ücretlerin piyasada şekillenişinin önündeki tüm engeller kaldırılınca, kooperatif üyesi emekçiler ve işçilerin gelirleri düştü. Ama öte yandan özel kapitalizmin pervasız gelişimi kısa sürede enflasyon, hayat pahalılığı ve işsizliğin yükselişine yol açtı. Bugün Çin ekonomisi kriz içindedir, enflasyon yüzde 50’nin üzerindedir, diğerlerinin yanında temel tüketim maddelerine de, Türkiye’de olduğu gibi günlük zamlar yapılmaktadır. Yeni parti genel sekreteri Jiang Zemin, ekonominin çıkmazda olduğunu, piyasa koşullarının tahribata yol açtığını, halkın yaşam seviyesinin düştüğünü kabul etmek zorunda kalmaktadır. Çin’de 20 milyon işçi çok düşük ücretlerle çalışmaktadır ve kalifiye işçinin yıllık toplam ücreti 200 Yuan’ı (50 dolar) ancak bulmaktadır. Liberal reformlarla birlikte şehirlerde işsizler ordusuna katılanların sayısı 5 milyonu aşmıştır.
Çin’de geleneksel bir hareketliliğe sahip öğrenci gençlik 2.7 milyonluk bir kitle oluşturuyor. Bunlar, iyice kötüleşen koşullarda yaşamakta ve eğitim görmektedirler. Ulusal gelirin yalnızca yüzde 2.6’sı eğitim harcamalarına ayrılmakta, birçok okulda kitap bulunmamakta, öğrencilere verilen burslar yemek giderlerini dahi karşılamamakta, öğrenciler yurtlarda 8-10 kişi küçük odalarda barınmaktadırlar.
Liberal reformların sayılan olumsuz sonuçları, yoksulluğun artışı, sonunda bir öfke patlamasına yol açtı. önce öğrenciler üniversite işgalleri, gösteriler ve sonunda Tienanmen meydanını işgal ederek ayağa kalktı. İşçi ve emekçiler, başkaldırıya katıldılar. Birçok fabrikada iş yavaşlatıldı ve durduruldu ve işçiler sokağa döküldüler. Başkaldırı önemli boyutlar kazandı ve yönetim sıkıyönetim ilan ederek Pe-kin’e askerî birlikler şevketti. Sıradan askerler göstericiler karşısında önce bocaladılar. Uzun süreli bir halk savaşının içinden gelme, halkçı geleneklere sahip bir ordunun askerleriydiler, göstericilerin “halk ordusu halkla birlik olmalı” sloganları ve kardeşlik gösterilerinden etkilendiler. Askerlerin bocalamasının bir diğer nedeni, henüz yönetim içinde hesaplaşmanın sürüyor olması, siyasal iradenin yönünün tam belirginleşmemiş oluşuydu.
Askerlerle göstericiler günlerce karşı karşıya kaldılar, büyük bir çatışma çıkmadı. Sonunda parti ve devlet içinde Deng-Li Peng grubunun egemen olmasına bağlı olarak gösterilerin kanla bastırılması tutumu alındı ve göstericilerin üzerine seçme birlikler gönderildi. Burjuva-revizyonist düzenin ordusu kendi üzerine düşeni gerçekleştirerek kitlesel kırıma girişti. Sonuç: binlerce ölü. Ve Deng-Li Peng gericiliği, intikamcılıkla ve gelecekteki başkaldırılar açısından “ibret” oluşturması için, “askerî araçları devirmek ve yakmak” gibi gülünç gerekçelerle 33 genci idam etti.
Çin’deki başkaldırı homojen bir hareket oluşturmuyordu. Bir yanda enternasyonal söyleniyor, kızıl bayraklar dalgalandırılıyor, askerlere devrimci propaganda götürülüyor; diğer yanda Amerikan “Hürriyet Abidesi” maketi sembol olarak kullanılıyor, sınıf mücadelesi doktrinine karşı bildiriler dağıtılıyor. Batı “demokrasisi” hayranlığı, liberalimi yanlılığı ve sosyalizm karşıtlığı dile getiriliyordu.
Kazandırılmak istenen ideolojik-si-yasal içeriğin ötesinde, Çin’deki ayaklanma, Çin kapitalizmine ve onun pervasız yeni liberal önlemlerle özelleştirilmesinin neden olduğu yoksullaşma ve sefaletin artısına ve genel olarak özgürlüksüzlüğe karşı kitlelerin hoşnutsuzluğunun ve tepkisinin bir ürünüdür.
Belirgin ve örgütlü bir devrimci önderlikten yoksun olarak gelişen hareket, Çin parti ve devleti içindeki çatışmalarda alet olarak kullanılmaya açıktı. Nitekim Deng-Li Peng grubuyla hesaplaşma durumundaki, Batı hayranlığında daha ileri bir noktada olan Zao Ziyang-Hu Yaobang grubu, kitlesel başkaldırı karşısında “ılımlı” bir tutum takınarak hareketi peşine takmaya ve iktidar mücadelesinde onu yedekleyerek güç kazanmaya yöneldi. Ayaklanma içindeki Batı “demokrasizmi” unsurları bu tür bir bağlantıya sahipti. Sonuçta Zao da tasfiye edildi. Kitle hareketinin yanında “sosyalizm düşmanı karşı devrimciler” suçlamasına hedef olarak…
Hareketi etkilemeye çalışan Zao gibi karşı devrimcilerin olduğu açıkça görülüyor. Ama Çin’de karşı devrimin esas gücünü parti ve devlet ve bugün onların yönetimlerini elinde tutanlar, Deng, Li Peng vb. gibileri oluşturuyor.
Sovyetlerdeki ulusal çatışmalar, Bulgar şovenizmi, Çin’deki faşist zorbalık, burjuvazinin Marksizm-Leninizm’e ve sosyalizme karşı saldırılarını artırması ve sosyalizmin geçersizliğini ve çıkmaza girdiği propagandasını geliştirmesi için vesileler oluyor. İşte, diyorlar, “sosyalizmin hali”’ Oysa aynı olaylar, sosyalizmin değil kapitalizmin ve artık sosyalizm lafı bile etmez olma noktasına ilerleyen modern revizyonizmin çıkmazının göstergeleri ve kanıtlarıdır. Çin’deki olaylar, zaten, klasik pazar ekonomisinin dizginsizce uygulanması, işgücü dâhil her şeyin piyasada alınıp satılır olması, enflasyonu, işsizliği, krizleriyle kapitalizmin olumsuz sonuçları karşısında ortaya çıkmıştır. Ve Marksizm-Leninizm’in eskidiğini, gereksizleştiğini, sosyalizmin bir çıkmaz olduğunu değil, tam tersini, revizyonist örtü altına gizlenmeye çalışılsın ya da çalışılmasın kapitalizm ve onun devrilmesi için Marksizm-Leninizm’in yol göstericiliğinin gerekliliğini ve alternatifin sosyalizm olduğunu gösterdi; Çin’in dünü ve bugünü.

Temmuz 1989

Bir Panel ve Sosyalist Demokrasi Üzerine Düşündürdükleri

27 Mayıs 1989 tarihli “Sosyalist Demokrasi” konulu panele dinleyici olarak gittik. İzmir’de şimdiye kadar hiçbir toplantı, panel sonrası, devrimciler-arası teorik atmosferin ve tartışmaların bunca canlandığını görmemiştik. Başlı başına bu bile sorunun can alıcılığını ve konu seçimindeki uygunluğu göstermeğe yeter sanırız.
Bizler, panel ve panelde tartışılan konular hakkındaki düşüncelerimizi ve teorik çalışmalarımızın sonuçlarını dergimize gönderiyoruz.
Öncelikle, panelin genel tartışma havası için söylenecek olan şudur: Panel Mustafa Yalçıner’in savunduğu ve Cüneyt Akman’ın karşı çıkmayarak olumlu düşüncelerini ortaya koyduğu Leninist parti, proletarya iktidarı ve sosyalizmin inşası anlayışıyla, başını Nail Satlıgan’ın çektiği, Ertuğrul Kürkçü ve Sezai Sarıoğlu’nun da şu veya bu şekilde desteklediği küçük burjuva saldırı ve “yorumların” çatışması olarak gelişti. N. Satlıgan ile özellikle E. Kürkçü’nün siyasal tespitler konusunda genelde aynı sonuçlara ulaşması oldukça düşündürücüydü.
Sürenin sınırlılığı ve bir ara akışın Stalin’in tartışılmasına dönüşmesi, konunun verilen süre içinde işlenebilecek kadar bile olsa özüne imlememesi sonucunu doğururken, anlatıldığı kadarıyla bile Türkiye’de sosyalizm adına, demokrasi adına hâlâ nelerin savunulabildiğini içimiz burkularak izledik.
Panele, son konuşmacı Yalçıner’e sıra gelesiye kadar, tüm konuşmacılarca demokrasinin “Sosyalistler” aracında, halk güçleri arasında, “sosyalist öncüler”le diğer halk güçleri arasındaki ilişkilerde ne derece gerekli olduğunun anlatılmasıyla haşlandı. Demokrasinin olmadığı bir “sosyalizmde” partinin yığınlardan nasıl koptuğu ve yozlaştığına, bugünkü Doğu Bloğu gerçeğine çağrışım yapılarak değinildi. Ancak dış görünüşte bürokratik yozlaşmayı önlemeyi hedefler görünen önerilerinin içerikleri oldukça ilginçti: C. Akman dışında, diğerleri “bürokratik sosyalizm”in karşısına “çok partili” bir “sosyalist demokrasi” alternatifiyle çıktılar. Toplumsal hayatta “çok partili” bir düzen önerilirken, partiye ilişkin olarak da Leninist monolitik parti ilkesi “Stalinist” damgasıyla reddediliyor, yerine ya hizipler koalisyonu bir parti, ya da birden çok “sosyalist parti” kuruluyordu. Böylelikle hem partiler içi – ya da arası sosyalist demokrasi gerçekleşmiş oluyor, hem de siyasal arenada alternatifsiz tek partinin yozlaşmasının önüne geçilebiliyordu!
Sosyalizm Demokrasiyle Çelişir mi?
Çok particiler” sanki sözleşmişçesine sıra ile “demokrasiyle sosyalizm arasında bir çelişki vardır” sözlerini art arda sıraladılar.
Sınıfsız toplumda, yani herkes için demokrasiye ulaşıldığı tarihsel günde demokrasinin de ortadan kalkacağı, yerini özgürlükler dünyasının alacağı, bu anlamıyla demokrasinin sınıfsal bir kavram olduğu, siyasal iktidarı elinde tutan sınıfa hizmet ettiği, ezilen sınıflar içinse diktatörlük olduğu bilinen şeylerdir.
Ancak tartışılan şey sınıfsız-devletsiz toplumda demokrasinin ortadan kalkıp kalkmayacağı değil genellikle sınıfsız topluma gidişte ilk aşama olan proletarya iktidarına, proletarya demokrasisine tekabül eden, siyasal, toplumsal sistemin demokrasiyle çelişip çelişmediğidir. Burada bir çelişki aranıyorsa öne sürenlerin küçük burjuva sosyalizm anlayışları ile proleter sosyalizmin sosyalist demokrasi anlayışı arasında vardır. Sosyalist devrim sürecinde sosyalist demokrasi hiçbir şeyle çelişmez mi? Devrilmiş olan burjuvazi ile çelişir. Kapitalizme dönüş umut ve çabalan ile çelişir. Ancak sınıflar: yok etmeye çalışan proletarya ile burjuva-feodal egemenlik altındayken her gün daha yoksulluğa itilen emekçi tabakalarla, yurdunu ve halkını seven aydınlarla, kendi kurtuluşunu proletaryanın kurtuluşuyla birleştiren kent ve kırın küçük burjuva sınıflarıyla, halkın kurtuluşu için canını dişine takıp mücadele eden, şehitler veren, grevlere, direnişlere yardım için koşan öğrenci gençlikle çelişmez. Yani emeğiyle yaşayan, toplumsal üretimde bulunan kafa ve kol emekçileriyle çelişmez. Ve bu yönüyle de tarihin şimdiye kadar görmediği kadar demokratiktir. Çoğunluğu, ilk kez yönetilen konumdan alıp yöneten konumuna getirdiği için de: “Proleter demokrasisi gerçek demokrasidir” (Enver Hoca).
Sözü “Devlet ve Devrim” kitabıyla Lenin’e bırakıp bağlıyalım: “… kapitalist toplumun -ki komünizme doğru ilerliyor- komünist topluma geçişi ‘siyasal bir geçiş dönemi’ olmadan olanaksızdır ve bu dönemde devlet yalnızca proletaryanın diktatörlüğü olabilir.
O halde bu diktatörlükle demokrasi arasındaki bağıntı nedir? Görmüş bulunuyoruz ki K. Manifesto, bu iki kavramı yan yana koymaktadır. “Proletaryayı egemen sınıf konumuna yükseltmek” ve “demokrasi savaşını kazanmak.”
“Halkın büyük çoğunluğu için demokrasi ve zor yoluyla baskı altına almak, yani halkı sömürenlerin ve baskı altına alanların demokrasiden yoksun bırakılması, kapitalizmden komünizme geçiş sırasında demokrasinin geçirdiği değişiklik budur.
Ancak komünist toplumda, kapitalistlerin direnişleri tümüyle kırıldığı zaman, kapitalistler yok olduğu zaman, sınıflar olmadığı zaman (…) ancak o zaman ‘devlet… var olmaktan çıkar’ ve ‘özgürlükten söz etme olanağı doğar? Ancak o zaman gerçekten eksiksiz bir demokrasi, hiçbir türden bir ayrıcalığı olmayan bir demokrasi olanaklı hale gelecektir ve gerçekleşebilecektir. Ve ancak o zaman demokrasi şu basit olgudan ötürü sönmeye başlayacaktır: kapitalist kölelikten kurtulmuş, kapitalist sömürünün eşi görülmemiş dehşetinden, vahşetinden, çılgınlıklarından ve alçaklıklarından kurtulmuş halk, yüzyıllardan beri bilinen ve bütün törel vecizeler içerisinde binlerce yıldır yinelenen toplum ilişkilerindeki temel kurallara, zora başvurulmaksızın, baskıya başvurulmaksızın, devlet adi verilen baskının öze! bir aygıtı olmaksızın uymaya alışacaklardır.”
“Bir tek komünizm, gerçekten de eksiksiz bir demokrasiyi getirme yetkisindedir ve demokrasi nedenli eksiksiz olursa, o denli çabuk gereksiz hale gelecek ve kendiliğinden sönecektir.”
Partide Monolitiklik Nedir? Parti Bir Hizipler Koalisyonu mudur?
“Çok partili sosyalizm “i savunanlar Leninist partinin bu vazgeçilmez ilkesini (partide monolitik) o kadar karaladı ki, Yalçıner konuşmasına, “biraz anti demokratik görülme pahasına” diyerek partinin rolünü partide monolitizmi savunarak başladı.
Onlara göre partide farklı çizgi ve görüşler olabilirdi, herkes Marksizm’i farklı yorumlayabilirdi, farklı görüşler hiziplerde ifadesini bulmalı ve herkes görüşünü özgürce savunabilmeliydi. Hizipli-kanatlı partiden korkulmamalı idi. Nasılsa doğru görüşler egemen olacak değil miydi? öyleyse hiziplerden korkacak ne vardı? Tersini savunanlar, her farklı düşüncenin idam mangalarının karşısına çıkarılmasını savunmak zorunda değil miydi? Zaten Stalin’i açık açık savunmanın başka ne anlamı olabilirdi? O, yığınları, yığınların denetimini, partiyi, parti içi demokrasiyi hiçe sayan, her farklı görüşü “burjuva”, ilan edip ezen despot bir bürokratik önder değil miydi? Sonra, Lenin bizzat partide “Bolşevik hizip” kurmamış mıydı? “Menşevik hizip”le aynı çatı altında bir arada olmamış mıydı? Lenin, ne zaman par;i içi mücadeleyi idam mangaları karşısında çözmüştü ki?
M. Yalçıner ise kalkmış “Leninist parti monolitiktir” diyordu. “İçinde hiziplere yer vermeyen irade birliğidir” diyordu. Yani bir avuç insanın parti önderliğinin her dediği doğru, farklı bir şey savunanınki burjuvacaydı ve hemen oracıkta başı ezilmeliydi (!) Bunu sosyalizm adına savunmak ne cüretti! …
İnsan bir kere ipin ucunu kaçırmaya görsün. Sökeyim derken daha fena dolaştırır. Troçkizm’le aynı safta görülmeme gayretine rağmen, panelin doğal seyrinde geliştikçe Kürkçü de, Sarıoğlu da Satlıgan’ın görüşlerinin biraz törpülenmiş şekillerinden farklı bir şey söylemediler.
Monolitik (birci) parti anlayışı Leninist parti anlayışıdır.
Bilindiği gibi Rusya S.D.İ.P. “İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği” “Raboçaya Gazeta” ve “Rusya ve Polonya Genel Yahudi İşçi Birliği” örgütlerinin bir araya gelmesi sonucu kurulmuştu. Bu yönüyle bir örgütler toplamı olarak bir araya gelmiştir ve Arnavutluk, Bulgaristan KP’leri vb. partilerde de hemen hemen benzer süreçler yaşanmıştır. Partileşme sürecinde bu son derece doğaldır. Ancak yine doğal olan şudur ki, partileşmiş gruplar artık eski grup yapılarını tasfiye ederek partileşirler. Partinin örgütlenme ilkesi ise demokratik merkeziyetçiliktir. Seçimlerde de (olağanüstü koşullar dışındakı), yönetimde de, denetimde de, eleştiride de, farklı görüşlerin tartışılmasında da bu ilke örgütün can damarıdır. Demokratik merkeziyetçiliğin işlediği bir örgütte hiziplere yer de yoktur, gerek de. Çünkü her farklı görüş (doğru ya da yanlış) partinin kolektif yaşamı içinde tartışılır, düzeltilir, ya da parti bu konuda kendi siyasal çizgisindeki sapmayı düzeltir. Partinin eleştirilemeyecek ne bir kadrosu, ne bir siyasal tespiti, ne de taktiği olabilir. (Elbette burada kapitalizmi yıkma, sosyalizmi kurma gibi tartışılmaz tespitlerden söz etmiyoruz.) Bir partiye hayat veren, onu geliştiren, hatalarından arındıran ve daha da çelikten bir birliği sağlayan işte bu örgüt içi demokrasidir. Evet, herkes parti içinde olup bitenler konusunda bırakalım amir-memur kayıtsızlığını, tersine son derece duyarlı olmalıdır. Doğru bulduğu görüşlerde direnmeli ve yanlışlarını terk etme konusunda cesaretli davranmalıdır. Peki, farklı düşünen insanların irade birliğinden nasıl söz edilebilir? Bu, ifadesini partinin kolektif kararına (yani çoğunluğun kararına) taraftar ya da karşıt her parti üyesinin uyması, uygulamak için canla başla çalışması demektir. Bir konu bir kere tartışılmış ve çoğunluğun görüşü ortaya çıkmışsa, karşılıklı ikna mekanizmaları yine işlemek kaydıyla her partilinin görevi parti dışında bu çoğunluğun kararını uygulamaktır. İşte monolitizm tam da budur. “Çünkü -der Lenin- birliğin temeli, sınıf temeli, sınıf disiplini, çoğunluğun isteğinin tanınması, bu çoğunluğun saflarında ve onunla birlikte yapılmış faaliyetlerdir” (Birlik Sorunu, Tan Yay. sf: 27) Çoğunluğun kararlarının açık ihlal; durumu hizipçilik, tasfiyeciliktir. Bu yönüyle incelersek hizip, azınlığın da istediği gibi hareket edebilme özgürlüğü, sonuçta örgüt içinde örgüt demektir. Böyle bir partinin proletaryayı zafere götürebileceği düşünülebilir mi?
1921 Komintern’in 111. Kongresi’nde (bizzat Lenin’in önderliğinde) şunlar kayda geçirilir: “Kom. Parti örgütlenmesinde demokratik merkezileşme gerçek bir sentez, merkeziyetçilik ve proleter demokrasisinin bir bileşkesi olmalıdır. Bu bileşke ancak tüm parti örgütünün daimi ortak eylemi, daimi ortak mücadelesi temelinde sağlanabilir.” (Parti Örgütlenmesinin İlkeleri, Mayıs Yay, s: 7)
“Önceleri -der Lenin- bizim partimizin resmen örgütlenmiş bir bütün olmadığını, yalnızca ayrı gruplar toplamı olduğunu ve bu yüzden, bu gruplar arasında, ideolojik etki ilişkileri dışında herhangi bir başka ilişkinin olanaklı olmadığını unutmuşlardır. Şimdi örgütlenmiş bir parti haline geldik. Bu, bir otoritenin kurulmasını gerektirir, fikir gücünün otorite gücüne dönüşmesini gerektirir, alt parti kurullarının üst kurullara bağlılığını gerektirir.” (Bir Adım ileri iki Adım Geri). Demek ki, Lenin o ünlü parti içi hizipler mücadelesini anlattığı kitabında hiç de hizipçiliği haklı çıkarmıyor. Aksine, Lenin’in deyişiyle partide “en sert ve demir disiplin” gereklidir. Ancak “bunun sağlanması ancak üyelerin büyük çoğunluğunun bu otoriteyi ortak eylem ve mücadelelerinde temel bir verimli araç olarak hissetmeleri ile mümkündür. Aksi takdirde bu kitlelere parti içersinde bir bürokrasi olarak görünecektir ve dolayısıyla, her merkezileşmeye, her önderliğe, her sıkı disipline karşı çıkmayı körüklemesi muhtemeldir. “(Parti örgütlenmesinin İlkeleri, s: 9) İşte monolitik partilere bürokratik damgası vuran “hizip savunucularının” mantığı bu geri kitle mantığıdır. Onlar bürokrasinin çaresini biçimsel demokraside arıyorlar, yani herkes kendi merkezi hizbini oluştursun. Oysa bürokrasiyi engelleyebilecek tek şey vardır: Proleter Partisinin demokratik merkeziyetçiliği, karar almada da, uygulamada da tüm örgüt katılımı ve çoğunluğun kararlarına mutlaka uyma zorunluluğu.
Yeri gelmişken belirtelim ki, hizipçiliği gerçekten meşru gören ve yaşamı boyunca yeminli uygulayıcısı olan Lenin ve Stalin değil, Troçki’nin ta kendisidir. Ancak Troçki azınlıkta olduğu her dönemde hizipçiliğin propagandacısı olurken, Bolşevik Partisi’-ne katıldığı ve ülke yönetiminde söz sahibi olduğu dönemde en kötü bir bürokrat tavrı göstermekten de geri kalmamıştır. Aşağıda, bu gerçeği tarihsel süreci içinde anlatmaya çalışacağız. Lenin; “Rusya’da Parti içindeki Mücadelenin Tarihsel Anlamı” adlı yazısında Troçki’yi şöyle anlatıyor: “1903’de Menşevik idi; 1904’de Menşevizm’den aynldı; 1905’de Menşevizme geri dönüp, ultra-devrimci laf kalabalığı yaptı. Yalnızca; 1906’da onları yeniden bıraktı; 1906’nm sonunda Kadetler ile seçim için ittifak yapmayı savundu (bu arada bir kez daha menşeviklerin safına geçmişti); ve 1907 baharında, Londra Kongresi’nde, Rosa Luxemburg ile arasındaki ayrılıkların “politik eğilimlerden ziyade kişisel fikir ayrılıkları” olduğunu söyledi. Troçki bir gün bir hizbin; ertesi gün öbürünün ideolojik malzemesini kendine mal ediyor, bu yüzden de her iki hizbin üzerinde olduğunu iddia ediyor” (Rusya’da Parti İçindeki Müc. Tar. Anl. sf: 29) Troçki’nin bu “hizipler üstü hizbi “ne Lenin “grupçuluğun en kötü biçimi” adım veriyor. (Bak: Lenin, Birlik Sorunu, sf: 47) Şöyle diyor Lenin: “Her ne kadar kendisi hizipler-dışı olduğunu iddia ediyorsa da Rusya’daki işçi sınıfı hareketiyle en azından aşina olan herkesçe Troçki, “Troçki hizbi”nin temsilcisi olarak bilinir. Burada önemli iki belirtisini gözleyebildiğimiz gruplaşmalar vardır! 1. sözde birliğin tanınması ve 2. özünde grup farkı gözetme” (Birlik Sorunu, sf: 47) Kendi hizbi de dâhil, bütün hiziplerin yeniden partide yer almalarını savunan Troçki’ye Lenin’in cevabı şudur: “Tasfiyecilerin ve Troçkistler’in hoşuna giden sadece Avrupa Modeli Oportünizm’dir, Avrupa modeli partizanlık değil,” (Birlik Sorunu, sf: 60)
Buraya kadar, hizipçiliğin, partinin kolektif iradesine (yani çoğunluğun iradesine) azınlığın uymaması, parti çizgisinin reddi ve bunun pratik süreçte dışavurumu olduğunu gördük. Bu bir yönüyle de ifadesini şurada bulur: İki kongre, arasında parti yönetiminin Merkez Komitesi tarafından uygulanması. Lenin’in deyişiyle aynı zamanda bu, azınlığın çoğunluğa, alt örgütlerin üst örgütlere harfiyen uyması da demekti. “Merkezi organların çizgisinin reddi, partide kalmayı reddetmekle aynı şeydir, partiyi parçalamakla aynı şeydir…” (Lenin, Partileşme Süreci, sf: 17)
Demek ki, buradan ikinci bir çıkarıma da varıyoruz. Merkez Komitesi çizgisini harfiyen uygulamak hiç de bürokrasiye esir olmak değilmiş. Çünkü M.K. dediğimiz organın seçen bizzat parti çoğunluğudur. “Bizler devrim mücadelesine önderlik ederken, sizler tarafından yönetilmek isliyoruz” diyerek, bizzat parti işçilerinin seçtiği yönetim aygıtıdır M.K. Bu yönüyle partinin en seçkin, en saygın ve güvenilir öncü çekirdeğidir. Ayrıca MK daha önce belirttiğimiz gibi önderliğini partiye rağmen, kafasının estiği gibi yapmaz. Partinin siyasal çizgisini ve taktiklerini belirleyen şey, MK’nin, partinin ülke çapında erişebildiği her yerden kendisine iletilen partililerin raporlarıdır. Parti önderliği siyasi hattını, mücadele ve örgütlenme biçimlerini bu raporlar temelinde oluştururken, siyasi hattında doğabilecek yanlışlıkları da yine bunlar aracılığıyla düzeltir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Sosyalist demokrasi, bir Leninist partide ifadesini hiziplerin özgürlüğü ve hizipler arası demokraside değil, monolitik bir çelikten irade birliğinde, demir disiplinli bir pratik çalışmada, yukarıdan aşağı yönetimde, hem yukarıdan aşağı, hem de aşağıdan yukarı denetimde, yani sözün özü demokratik merkeziyetçi örgüt işleyişinde bulur. İki ya da daha çok başlı parti proletaryayı zafere götüremez.
Hiziplerden arınmış bir parti gerçek Leninist partidir diyoruz. Peki, ama hiziplerin kaynağı nedir diye sorulabilir? Neden birçok gerçek sınıf partisinin yaşamı böylesi hiziplerden kopuş süreçleri tanıyor?
“Hiziplerin meşruluğu”nu savunanlar, hiziplerin “Marksizm’in farklı yorumlanmalarından” kaynaklandığını söyleyenler, bunu Leninizm’e dayandırmaya R.S.D.İ.P.’nin hizipli dönemini örnek gösterdiler. Sorunu kavrayabilmek için hizipçi gelişmelere şöyle bir göz atmakta yarar vardır sanırız.
R.S.D.İ.P. 1. Kurultayı 1898 yılında Minsk’te toplandı. Lenin, kurultayın gördüğü hizmete değinirken, partinin manifestosundaki temel görüşlere katıldığını belirtiyordu. Fakat kurultay, dağınık Marksist çevre ve örgütleri birleştirememişti. Parti için ne bir program, ne bir tüzük kabul edilmişti. Ardından da kurultayca seçilen MK üyeleri peş peşe tutuklandılar. Bu dönemde Lenin sürgündeydi ve bütün bu olup bitenleri Krupskaya’dan öğreniyordu.
Lenin, sürgündeyken sürekli kafasını Rusya çapında, merkezi bir Marksist Parti’nin oluşturulmasına yoruyordu. Bunu ise ancak tüm Rusya çapında yayınlanan bir gazele gerçekleştirebilirdi.
29 Ocak 19ö0’de Lenin’in sürgünü sona erdi. Çarlık hükümeti Lenin’in başkentle ve Rusya’nın sanayi merkezlerinde oturmasını yasaklamıştı. Petersburg yakınlarındaki Pskov’a yerleşti. Yasağına rağmen buradan sık sık Moskova’ya, Petersburg’a, Riga’ya, Samara’ya, Smolensk’e ve diğer işçilerin yoğun olduğu bölgelere gidip geliyordu. Çarlık, Lenin’i en güçlü düşmanı olarak hissetmeye aşlamıştı. Zubatov 1900 yılında kumandanlığıyla yaptığı gizli bir yazışmada bir komplo ile Lenin’i öldürtmeyi öneriyordu.
Lenin yurt dışına çıkabilmek için büyük çabalar harcadıktan sonra 16 Haziran 1900’de Almanya’ya doğru yola çıktı. “Iskra”nın yönetim yeri olarak Münih seçildi. 1900 yılı Aralık ayında Iskra’nın ilk sayısı yayınlandı.
Lenin, Iskra’da partinin örgütlenme ve mücadele çizgisi konusunda sürekli yazılar yazıyordu. Gizlice yurt dışından gönderilen nüshalar, yurt içinde Bakû ve Kinişev’de yeraltı matbaalarında çoğaltılıp dağıtılıyordu.
1902’de Lenin “Ne Yapmalı”yı yayınlattı. Bu, partinin kurulmasında büyük ölçüde rol oynayan bir yapıttı. Lenin’in kafasında Batı Avrupa’nın oportünist işçi partilerinden farklı “yeni tipte” bir gerçek Marksist parti oluşturulması gereği billurlaşmıştı. Bu yeni tipte parti, burjuvazi ile uzlaşma değil, dişe diş mücadele temelinde oluşacak, devrim ve sosyalizmi hedefleyen proletaryanın öncü partisi olacaktı. Her şeyden önce bu partinin mücadeleci ve bilimsel programla silahlanması sorunu çözümlenmeliydi.
1902’de polis hafiyeleri “lskra”nın izini bulmuştu. Yazı kurulu 1902’de Londra’ya, 1903’de Cenevre’ye geçti. Rusya’da devrimci mücadele yükseliyor ve “Iskra” bu süreçte bütün sosyal-demokratların birliği yolunda merkezi bir işlev görüyordu. R.S.D.İ.P.’nin II. Kurultayı toplanıp, gerçek bir devrimci program temelinde Marksist birlik sağlanmalıydı.
R.S.D.I.P. II. Kurultayı, 1903 yılı Haziran’ında Brüksel’de toplandı. Ancak Belçika polisinin baskısı sonucu oturumlarını Londra’da sürdürdü. Kurultay’da “Iskra”cıların yanı sıra oportünistler ve kendilerine Batak (Boloto) denilen sallantılı ya da “yumuşak” kişilerde vardı. Bu nedenle kurultayda lskra ilkelerinin zaferi için devrimci kanatla oportünistler arasında kıyasıya bir mücadele başladı. Bunlar Bundcular ve Ekonomistlerdi. Troçki de cepheden onları destekliyordu. Oportünistlerin bütün hücumlarına rağmen kurultay Iskracılar tarafından hazırlanan devrimci programı onayladı. Proletarya partisinin temel görevi olarak proletarya diktatörlüğü için mücadeleyi öngören başka bir parti programı o sırada dünyanın hiçbir yerinde yoktu.
Bolşevik-Menşevik bölünmesi ilk bu kurultayda ortaya çıktı. İki grup da “Iskra” yanlısı olmakla birlikte tüzük konusunda aralarında çelişki vardı. Lenin, parti üyeliği için üç maddeyi temel alıyordu: 1- Parti programını kabul etmek, 2- Herhangi bir parti organında aktif olarak çalışmak, 3-Parti ödentisini ödemek. Martov ve diğer menşevik taraftarları ise, parti programını kabul eden ve aidatını ödeyen tüm parti taraftarlarının kendini parti üyesi ilan edebileceği savındaydı. İnsanlar ille de partinin bir örgütünde aktif olarak çalışmak ve parti disiplinine uymak zorunda bırakılmamalıydı. Başında Troçki de menşeviklerle birlikte bu şekilsiz-sınırsız parti örgütlenmesini savunuyordu.
Kurultayın sonraki oturumlarında, MK seçimleri sırasında Lenin taraftarları öyle ağır bastı ki oportünistler kurultayı terk ettiler. MK ve partinin M. Organı olarak kabul edilen Iskra’nın yazı kurulu seçimlerinde Leninciler oyların çoğunluğunu aldılar. Bu kurultay sonrasında Lenincilere çoğunluk anlamında Bolşevik, oportünistlere ise azınlık anlamında Menşevik denilmeye başlandı.
Kurultay sonrasında partinin içi karmakarışık oldu Ekonomistlerin verini Menşevikler almış, onların oportünist politikasını sürdürmeye başlamışlardı. Hatta bir ara partinin M. Organı “lskra”yı ele geçirerek, sayfalarında Lenin’e, Bolşeviklere ve lI. Kurultay kararlarına saldırılara başladılar.
Lenin, Menşevizmin parti için taşıdığı tehlikeyi gösterebilmek ve bu oportinist çizgiyi gözler önüne serebilmek için 1904 yılı Mayısı’nda “Bir Adım İleri, İki Adım Geri”yi yazdı. Kitapta menşeviklerin oportünist politikasının tasfiyeciliği hedeflediğini açıklarken, parti hayatının, parti örgütlenmesinin ve önderliğinin sağlam kurallarını ortaya koydu. Bu ilkeler, daha sonra bütün devrim yapmak için yola çıkan proleter partilerinin vazgeçilmez ilkeleri oldu. Menşevikler ise hem parti tarafları görünüyor, hem de partinin devrimci ilkelerine karşı mücadeleyi elden bırakmıyorlardı.
Lenin’in kitabı parti örgütlerinde hararetle onaylandı. Özellikle öncü işçiler arasında büyük taraftar buldu.
Devrim yaklaşıyordu. Bu şekliyle parti devrime önderlik edemezdi. Devrimci durum olgunlaşıyordu ve parti devrime hazır olarak katılabilmeliydi. 1904 yılında Leninistler partinin III. Kurultayı’nı toplamak ve partide yeniden irade birliğini sağlayabilmek için kolları sıvadılar.
9 Ocak 1905’te Çar’ın, işçilerin dertlerini anlatabilmek için karılan ve çocuklarıyla birlikte saraya doğru yaptıkları sessiz yürüyüşü kanla bastırması ile birlikte, barikatlar kurulmaya başlandı ve ayaklanma dalga dalga gelişti.
1905 Nisan’ında Londra’da R.S. D.l.P’nin III. Kurultay’ı açıldı. Menşevikler çağrılmış olmalarına rağmen kurultaya katılmadılar. Onlar da Cenevre’de ayrıca toplanıp bir kurultay düzenlediler. Lenin R.S.D.l.P’nin durumunu “iki kurultay-iki parti” sözleriyle değerlendirdi.
Bolşevik Kurultay, tüzüğün Leninist parti üyeliğiyle ilgili maddesini onayladı. Böylelikle parti ilk iki kongresindeki sırtındaki kamburları atmış, devrimin gerçek öncüsü olabilecek yapıyı kazanmıştı.
Lenin, Menşevik hizbe karşıydı, niçin onları III. Kurultay’a çağırdı diye sorulabilir. Bunun iki nedeni vardı: 1) Lenin hiçbir dönemde onları “hizbinizi muhafaza ederek gelin” diye çağırmadı, çoğunluğun iradesine boyun eğin ve yaklaşmakta olan devrimde parti merkezi emrinde verinizi alın çağrısıydı bu. 2) Menşevik önderliğin bölücü taktiklerini ortaya çıkarabilmek ve partiye tasfiyeciliğin gerçek yüzünü gösterebilmek için bu çağrı gerekiyordu. Ve de Lenin Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki bölünmeyi hiç bir zaman “Marksizm’in farklı yorumları” arasındaki mücadele olarak değerlendirmedi. Marksizm’le oportünizm arasında, proleter düşünce ile, proletaryayı burjuvazinin basit bir eklentisi durumuna getirmek isteyenler arasındaki bölünmeydi bu, Şöyle diyordu Lenin:
“Menşevikler ile Bolşevikler arasındaki ayrılığın kökleri “Proletaryanın derinliklerinde” değil, Rus Devriminin ekonomik içeriğindedir. Bu özü göz önüne almayan Martov ve Troçki, Rusya’da parti-içi mücadelenin tarihsel anlamını kavrama olanaklarını böylece kendi elleriyle yok etmektedirler. Kuramsal formüllerinin, proletaryanın şu ya da bu tabakasını “derinlemesine” etkilemesi değil, 1905 devriminin ekonomik koşullarının proletaryayı liberal burjuvazi ile düşmanca ilişkiler içine sokmuş olmasıdır.” (Rusya’da Parti İçi Mücadelenin Tarihsel Anlamı, sf: 8-9) Yani Martov, kitlelerin yükselen devrim mücadelesi karşısında “liberallerin ağzıyla” konuşmaktadır. (Bak: Age, sf: 22)
Peki, Lenin Menşeviklerin partiden ayrılışından sonraki süreci nasıl değerlendiriyor:
“Sosyal-Demokrat Parti’deki kriz çok ciddidir, örgütler parçalanmaktadır. Deneyimli önderlerin büyük bir bölümü (özellikle aydınlar arasında) tutuklanmıştır. Parti işlerinin idaresini ele alan yeni bir sosyal-demokrat işçi tipi şimdiden ortaya çıkmıştır, ama olağanüstü güçlükleri yenmesi gerekmektedir. Böylesi koşullar altında, Sosyal-Demokrat Parti, “yol arkadaşları”nın çoğunu yitirmektedir. Burjuva devrimi sırasında, sosyalistlere küçük burjuva (altını biz çizdik) “yol arkadaşlarının katılmış olması doğaldır. Şimdi Marksizm’den kopuş Menşevizmi nereye götürdü? ” Bolşevizm ile Menşevizm arasındaki mücadele, liberalleri desteklemek ya da liberallerin köylülük üzerindeki egemenliklerine son vermek sorunu üzerinde bir mücadele olduğundan” diye açıklıyor, Lenin. Bolşevikler, Çarlığa karşı devrim için, devrimci işçi-köylü iktidarı için mücadele verirken, Menşevizm devrimdeki önderliği liberal burjuvaziye terk etme yanlısıydı. Devrim öncesi (partide kesin kopma öncesi) Menşevizm, R S.D.I.P.’i şekilsiz, sınırsız, burjuvazinin kolaylıkla yok edebileceği, disiplinsiz bir parti haline getirip tasfiyeciliği savunurken, devrim sonrası sınıf hareketini burjuvazinin kuyruğuna takip tasfiyeciliği savunuyordu.
Oportünizmi Lenin’in “gerekli”, “zorunlu”, en ince deyişle bile söylesek “olabilir” bir şey olarak gördüğünü savunabilmek için, sanırız, özünde tasfiyeciliği savunan (ki Lenin, birçok yazısında bazen hizipçiler, bazen tasfiyeciler der bu oportünistler için) paneldeki “üçlü birlik” gibi sınıf bakışını tümüyle yitirmek gerekecekti. “Üçlü birlik”, “Marksizm kimsenin tekelinde değildir” diyerek herkese paye dağıtırken, S. Sarıoğlu, “ben paneldeki farklı görüşleri Marksistler arasında bir tartışma olarak görüyorum” diyor ve “hepimiz aynı parti çatısı altında birleşiriz, aramızdaki görüş ayrılıkları Marksizm’in farklı yorumları olarak kalır” sonucuna varılıyordu. Yalçıner (O, başından beri bölücü tavrını gösteren, herkes ne güzel anlaşırken sürekli çıbanbaşı olan Yalçıner!) tek cümleyle cevaplıyordu onları: “Benim mezhebim o kadar geniş değil.”
İlginç olan paneldeki tartışmaların nerdeyse aynen geçmişte Rusya’da geçmiş olmasıdır. O günlerde de Marksizm’le oportünizmi aynı parti çatısı altında birleştirmeye çalışan biri vardı. Troçki’ydi bu.
Ağustos 1912’de Rusya’da tasfiyeciler, Letonyalılar, Bundcular ve Kafkasyalılar bloğu oluşturulmuştu. Hepsi de Marksizm iddiasındaydılar. Aralarındaki farklılıklar olsa olsa Marksizm’in farklı yorumlanışından olsa gerekti. Liderleri ve Troçki’ydi. (Bkz: Lenin, Birlik Sorunu, sf: 20) Lenin gelişmeleri şöyle anlatıyor:
“Ağustos bloğunun -Ağustos 1912 tarihinde dediğimiz gibi- sonunda yalnız tasfiyeciler için bir paravana olduğu ortaya çıktı. Bu blok parçalandı. Rusya’daki taraftarları bir araya gelemediler bile. Ünlü birleştiriciler kendilerini bile birleştirmekte aciz kaldılar (Birlik Sorunu, sf: 21)
Sonrası Troçki yeniden “hizipler üstü” birliğe soyundu. Şubat 1914’de “Borba” adını verdiği bir dergi ile “en büyük birlik taraftarı” olarak Bolşeviklerle oportünistleri birleştirme çağrıları yapmaya başladı. Geçmişte olan olmuştu, herkesin şöyle ya da böyle hataları olmuştu, önemli olan bugündü. Azınlığın çoğunluğa uyacağı değil, “taktikler üzerinde ortak kararlara dayanan” yeni bir birleşme olmalıydı bu. Lenin’in deyişiyle “Bolşevik yayın organı” Pat Pravdy’nin taktik çizgisinde birleşen işçilerin çoğunluğunun kendi katarlarını tasfiyecilerle ortak taktikler uğruna terk etmeleri’ (İtalikler Lenin’in) isteniyordu.
“Borba’nın yayımcılarına göre, sınıf bilinçli işçilerin geliştirdiği, son birkaç yılın tüm hareketinin deneyiminden geçmiş taktikler bir yana bırakılmalı. Niçin? Tasfiyecilerin taktik planlarına, hem işçilerce hem de olayların bütün gelişimince mahkûm edilmiş görüşlerine meydanı boş bırakmamak için.” (Birlik Sorunu sf: 25).
“… birlikten söz eden herkese sormalıyız: Kiminle birlik? Tasfiyecilerle mi? O zaman birlikte yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur.”
“Tasfiyecilerle flört yok, toplu örgütün bozucularıyla diplomatik görüşmeler yok: Bütün çabaları, Marksist işçileri, Marksist sloganlar, bütün Marksist örgüt çevresinde (dikkat edelim: Örgüt, örgütler değil) toplamakta odaklaştırın. Çünkü birliğin temeli, sınıf temeli, sınıf disiplini, çoğunluğun isteğinin tanınması, bu çoğunluğun saflarında ve onunla birlikte yapılmış faaliyetlerdir.” (Birlik Sorunu, sf: 27)
Son olarak şunu belirtmek yararlıdır sanırız. Panel boyunca parti, çok partililik, hizipler vd. konulardaki ideolojik konumlarıyla -ne acıdır ki- Gorbaçov’suz Gorbaçovculuğa soyunanların “Marksizm temelinde” ortak parti önermeleri, Lenin’in bütün bu aktardığımız tezlerinin inkârı temelinde Leninist parti kurma saçmalığıydı. Yalçıner Leninist parti ilkelerinde diretmekten vazgeçmeli, oportünist bir hizipler koalisyonu için alkış tutmalı, buna karşılık bölücülük suçlamasından kurtulmalıydı! …
“Parti kurmak ve güçlendirmek demek, bütün Rusya Sosyal-demokratları arasında birlik kurmak ve güçlendirmek demektir ve… böyle bir birlik, diyelim ki, bir temsilciler toplantısının bir kararıyla sağlanamaz, bu birlik için çalışmak gerekir… Bu ideolojik birlik bir parti programı ile pekiştirilmelidir.” (Lenin, Partileşme Süreci, sf: 66)
Bugün Türkiye’de bu ideolojik birlik temelinde birleşilebilecek insanlar var mıdır? Vardır. Bunlar Lenin’i oportünizme alet etmeye kalkmayacak, Leninist monolitik ve demokratik merkeziyetçi parti ilkesini uygulayabilecek, parti demir disiplinini özgürce benimseyecek ve uygulayacak “gerçek sınıf birliği”nin tarafları devrimciler ve işçilerdir. Ve bu birliği onlara oportünist koalisyonlar bahşedemez. Birlik, parti önderliğinde bizzat öncü işçiler ve devrimcilerin partiye aktarılmasıyla çelişip güçlenecektir.
Proletaryayı Yalnızca Partisi Zafere Götürebilir
Proletarya, savaşın içinde çelikleşmiş, her türlü mücadele koşullarına dayanıklı, sınıfın en ileri ojelerini bağrında toplamış bir patisi olmaksızın ne siyasal iktidarı ele geçirebilir, ne de sürdürebilir.
Çeşitli ülkelerdeki sosyo-ekonomik yapı farklılıkları, kültürel farklılıklar, gelenek görenek farklılıkları, ulusal ayrılıklar, bölgesel farklılıklar vb. sonucu proletaryanın bilincinde toplumsal ilişkilerine uygun düşünce şekillenmeleri doğabilir ve bu doğaldır. Ancak bu şekillenmeler son tahlilde egemen üretim ilişkileri, egemen kültür, egemen ahlâk vb.nin dışında düşünülemez ki bunlar dünyanın her yerinde burjuva-feodal kabuğu kıramazlar. Yani, kendiliğinden proletarya bilinci burjuva-feodal bilincin dışına taşmamış bilinçtir.
Proletarya ne zaman siyasal bilince erer, ya da sosyalist bilince ulaşır, artık onun için ulusal-kültürel-dinsel, ahlâki vb. farklılıklar ortadan kalkmaya başlar. Proleter, kendisini dünya proletarya ordusunun bir neferi gibi görmeye başlar. Partinin sınıfa yönelik propaganda faaliyetleri ve çeşitli sınıf örgütlerinde (sendikalar gibi) eğitim çalışmaları sonucu, sınıf bilinci temelinde örgütlenme bilinci de gelişir ve o, bundan böyle devrim mücadelesinin en ön safında, toplumu ve dünyayı değiştirme kavgasında en ileri örgütünde, partide yerini alır.
İster sanayi proleteri olsun, ister tarım, ister atölye işçisi, isterse proletarya dışından gelip de yaşamını bu uğurda adamaya başlamış bir küçük burjuva. Parti safında yerini almış sahildeki balıkçının da, okuldaki öğretmenin de, tarladaki çiftçinin de, fabrikadaki işçinin de tek bir Marksizm anlayışı vardır: Kapitalizmi yıkmak, proletarya iktidarım ve sosyalizmi kurmak, bu temel üzerinde sınıfsız topluma yürümek. Proletarya açısından bile olayı ele alsak, onun şu veya bu kesiminin ayrı ayrı partilerde (ve ayrı ayrı Marksizm anlayışları temelinde) örgütlenmesi savunulamaz. Gerekli olan, “proletaryanın tüm hayati devrimci güçlerinin birleşik ve yetkin tek bir Komünist Partide gerekli olan bütünleşmesinin (Parti örgüt İlkeleri, sf: 12).
Ulusal-kültürel-dinsel-ahlâki vb. farklılıklar da bu birliğin önünde engel olamaz. Olsaydı, en başta Rusya’da olurdu ki, Rusya tam da bir milletler-milliyetler bolluğu gösteriyordu. Oysa R.S.D.l.P tüm Rusya’daki işçi sınıfının öncü örgütü olarak devrime damgasını vuruyor, milliyetçi ayrımları bahane eden “Marksistler” ise Marksizm dışı sosyal-şoven örgütlere dönüşüyor ve süreç içinde Marksizm’e karşı savaşıyorlardı.
“Biz -diyor Lenin- bir sınıfın partisiyiz. Bu yüzden, hemen hemen bütün sınıfın (italikler Lenin’in) (ve savaş sırasında, iç savaş sırasında bütün sınıfın) bizim partimizin önderliğinde hareket etmesi, olanaklı olduğu kadar yakından bizim partimize bağlanması gerekir.” (Bir Adım İleri, İki Adım Geri, sf: 205-206)
Aslında bu konuda uzun uzun yazmaya gerek yok. Çünkü geçmişte, bizzat Lenin’e karşı bolca öne sürülen bu “teorilere” karşı Lenin’in “tek sınıf-tek parti” üzerine ısrarla durduğunu SBKP tarihi üzerine yazılmış kitaplara göz atan herkes görebilir. Bizim için önemli olan şudur: Oportünizmin yeniden ısıtılarak, hem de Leninizm adına öne sürülmesi karşısında uyanık olmalı, tek bir devrimcinin bile bu oportünizmin kurbanı olmaması için ideolojik mücadeleyi elden bırakmamalı, kökeninde “liberalizm” yatan tüm anti-Leninist örgütlenme anlayışları yerle bir edilmelidir.
Sosyalizmi Yalnızca Emekçi Yığınlara Önderlik Eden Proletarya Partisi İnşa Eder. Proletarya Sosyalist İnşada İktidarı Hiçbir Sınıfla Paylaşmaz.
Birtakım özgül geçiş durumlarını saymazsak proletarya iktidarı, partisi önderliğinde işçi sınıfının iktidarı tek başına ele alması ve yönetmesidir.
Bu anlamıyla proletarya iktidarı parlamentarizmin reddidir. Bu iktidarda proletarya devletinde, burjuva diktatörlüğünde olduğu gibi devleti yönetmek için birbiriyle kıyasıya yarışan bir partiler furyası olamaz. Olaya burjuvaziyi dışlayıp “halkçı” bir temelde bile yaklaşsak sorun yine böyledir. Yani sosyalizmin inşa sürecinde toplumda işçiler, küçük-burjuvalar ve köylüler var diyerek, sosyalizmi bu üç emekçi sınıfın iktidarı paylaşması (ki ifadesini siyasal partilerde ve hepsinin katıldıkları parlamentoda bulur) olarak algılayanlayız. Birden çok parti, farklı sınıflara dayanıyor ve farklı siyasal çizgiler izliyorsa sonuçta toplumda bir siyasal rekabet olgusu ortaya çıkar. İster yukarda değindiğimiz, “Marksizm’in farklı farklı yorumlanması” safsatasıyla, isterse “küçük burjuvazi de örgütlenebilsin”, emekçi olan herkes siyasal özgürlükten yararlanabilsin “mantığıyla öne sürülsün, bu mantık bizi mülk sahibi sınıfların da iktidarda yer alabileceği bir sosyalizme vardırır. Kürkçü ve diğerlerinin mantığı bize bol bol Kruşçev’in ruhunu rahatsız ettirdi. Hem de, ilginçtir, bunu Kruşçev gibilerinin iktidara gelmesini önleyebilecek bir reçete olarak sunuyorlardı bize. Mantık ilginçti. Proletarya sosyalizmi emekçi sınıfların tümünü seferber ederek kurmayacak mıydı? Köylülük, küçük burjuvazi sosyalizmin yedek güçleri arasında değil miydi? O halde onların da “sosyalist demokrasi”de “siyasal özgürlüğü” olmalıydı.
“Genellikle, özgürlük” ve “demokrasi” kavramları özdeş kabul edilir ve biri sık sık diğerinin yerine kullanılır. Çoğu zaman, vülger Marksistler (Kautsky, Plekhanov ve Şürekâsı) tamamen bu şekilde düşünürler.
Aslında demokrasi özgürlüğü engeller. Gelişmenin diyalektik süreci aşağıdaki şekildedir: Mutlakıyetten burjuva demokrasisine, burjuva demokrasisinden proletarya demokrasisine, proletarya demokrasisinden her çeşit demokrasinin ötesinde bir düzene” (Lenin, Marksizm, Devlet Üzerine, sf: 31).
“Devlet özgürlük için değil, fakat proletaryanın düşmanlarını sindirmek (“Niederhalturg” sindirmenin karşılığı değil, fakat restorasyondan alıkoyma, itaat altına alma) için gerekli” (age, sf: 31)
Şu noktada itiraz edilebilir: Yukarıdaki ilk alıntı tam da biz “çok particiler”i destekliyor. Burjuva demokrasisi siyasal demokrasi temelinde, yani komünist partiler de dâhil siyasal özgürlükler temelinde oluşabiliyorsa, sosyalist demokrasi neden siyasal demokrasi (ya da burjuvazisiz siyasal demokrasi) temelinde oluşmasın? Nasılsa iktidar proletaryada, küçük burjuva partilerden neden korkalım ki? Ki, panelde bu açıkça savunuldu.
Görünüşte epeyce doğru, özünde epeyce burjuva bir teori. 1- Yanlış bir teori, çünkü proletarya iktidarı, her şeyden önce siyasal demokrasiyi bir göstermelik partiler rekabeti olarak ele almaz. 2- Yanlış bir teori, çünkü sınıflan ortadan kaldırmayı hedefleyen bir devlet, bunu bir ayağı mülkiyette olan sınıfların siyasal parlamentoda inişli-çıkışlı, gel-gitli şekillenmesiyle yapamaz. 3- Yanlış bir teori, çünkü proletarya diktatörlüğü altında dahi burjuvazi uzunca bir süre hâlâ proletaryadan güçlüdür. Bu bir çelişki gibi görünüyor. Oysa somut bir gerçekliktir. Lenin şöyle açıklıyor:
“Proletarya diktatörlüğü, eski toplumun güçlerine ve geleneklerine karşı, kanlı ve kansız, şiddete başvuran, barışçı, askeri, iktisadi, eğitici ve idari, inatçı bir savaştır. Milyonlarca ve on-milyonlarca insandaki alışkanlık gücü, en korkunç güçtür. Savaşta çelikleşmiş bir parti olmadan, söz konusu sınıf içinde namuslu olarak ne varsa onun güvenini elde etmiş bir parti olmadan, söz konusu sınıf içinde namuslu olarak ne varsa onun güvenini elde etmiş bir parti olmadan, yığınların havasını izlemesini bilen ve bunu etkileyebilen bir parti olmadan, bu savaşı başarıyla yürütmek olanaksızdır. Merkezîleşmiş büyük burjuvaziyi yenmek, milyonlarca ve milyonlarca küçük mülk sahibini “yenmekten” bin kez daha kolaydır, oysa bunlar her günkü alışılagelen, gözle görülmeyen, elle tutulmayan ufak tefek eylemleriyle burjuvazi için tam da gerekli sonuçları, burjuvaziyi yeniden iktidara (siyahlar Lenin’in) getirecek olan sonuçları gerçekleştirmektedirler.” (Lenin, Sol Komünizm’den, Burjuva Dm. Pro. Dikt. sf: 256-257)
Demek ki küçük burjuvaziye siyasal demokrasi sorunu hiç de öyle ”genel olarak demokrasinin gereği” falan değilmiş. Tabii bu olay, geçmişte Troçki’nin savunduğu gibi proletaryanın kurtuluş savaşımında yalnız olduğu, tüm diğer sınıfların karşı-devrimci olduğu ve ezilmesi gerektiği şeklinde yorumlanamaz. Küçük burjuvazi sosyalizme kazanılabilir. Ancak bir koşulla; proletaryanın iktidarı kimseyle paylaşmaması koşuluyla. Proletarya devlet iktidarında ne kadar egemen ve tekse, ne kadar güçlüyse, küçük burjuvazi o kadar çok onun egemenliği altına girer. Küçük burjuvazi devlete, hükümete, partiye sızdığı oranda (tabii burada söz konusu olan küçük burjuva siyaset, dünya görüşüdür.) süreci tersine çevirmeğe başlar. Proletarya saflarına, devlet aygıtlarına plansızlığı, tertipsizliği, disiplinsizliği, anarşizmi taşır. Böyle bir “sosyalist demokrasi” olsa olsa kapitalistlerin iştahım kabartacak, umutlarını depreştirecek, hiç yoktan iyi bir “demokrasi” olabilir. Çünkü “izin verilmiş” küçük burjuvazi partisinin ardında “yenilmiş ama yok edilmemiş” burjuvalar saf saf yerini alacak proleter partiye sızamadığı anda ona sızacak, sözde kendisine tanınmayan “siyasal demokrasi”yi böylelikle rahatlık edinecektir.
Küçük burjuvaziyi sosyalist demokrasinin bir nüvesi haline sokmak, ancak onu sosyalizm için kazanmakla olasıdır. Yani, ona kapitalizmde kavuşabildiğinden daha iyi hayat koşulları sağlayarak bu iş yapılabilir. Küçük-burjuvazi küçük burjuva dünya görüşünü (yani küçük üretimin siyasal ve ekonomik örgütlenme çizgisini) savundukça “sosyalist demokrasinin” değil “burjuva demokrasisinin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Ancak kolhozlaşmış, sovhozlaşmış, kooperatifleşmiş “küçük burjuvazi” (genelde köylülük) sosyalist demokrasinin bir parçasıdır. Demokrasinin süreçle ilgili yönü de burada ifadesini bulur. Sınıfsız topluma doğru giden süreçte, gelişene demokrasi, geriye gidişi savunana, direnene engelleme (ezmekten ve yok etmekten, en sabırlı iknaya varana kadar bir engelleme politikası). Zaten sınıfsız topluma doğru gittikçe demokrasinin gelişeceği esprisi burada yatar. Geriye dönüş olanakları azaldıkça, kolektivizm geliştikçe, herkes bir sosyalist gibi düşünmeğe başladıkça demokrasi de gelişiyor, “çoğalıyor”…
Bu bölüm başlarken “birtakım özgül geçiş durumlarını saymazsak” diye bir ihtiyat kaydı koymuştuk. Bunu şundan yaptık. Sınıf mücadelesinin seyri konusunda bizim düşüncelerimiz isteklerimiz, birtakım genel doğrularımız olabilir. Ancak sınıflar savaşımızın sıcak pratiği bazen önümüze irademizin dışında “somut durum”ları sürebilir. Bunlar geçmişte yaşandı, bugün de yaşanabilir, özellikle sosyalist inşanın anti-faşist bir savaşımdan geçerek gerçekleşebildiği Doğu Avrupa ülkelerinde bu özgüllüğü görüyoruz. Bunlara kısaca bir göz atmakta yarar vardır sanırız.
Halk Demokrasileri Proletarya Diktatörlüklerinin Özgül Birer Biçimleri, Sosyalizme Geçişin Basamaklarıdır
Ülkemiz de içinde olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde sosyalizme geçiş, yine kendi içinde bir ara aşamayı yaşayacak: Halk demokrasisi aşaması. Emperyalizmin ve faşizmin devrimci halk güçlerince yıkılması sürecinde devrime katılan sınıf ve örgütlerin güçleri oranında devrimci iktidarı paylaşması olayıdır bu ve bugünden görebildiğimiz) kadarıyla ifadesini bir işçi-köylü iktidarında bulacaktır. Sosyalizm yalnızca proletaryanın siyasal egemenliğiyle kurulabilir demiştik. İşte bu ittifak devleti içinde proletarya egemen, öncü rolünü oynayabilirse bu iktidar proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi olabilir. Proletaryanın (ve onun siyasal partisinin) devlet yapılanmasında ikinci planda kaldığı, kilit noktaların köylülüğün yana diğer küçük burjuva örgütlerin elinde olduğu siyasal yapılanmada ise halk demokrasisi bir küçük-burjuva (süreç içinde ise büyük burjuva) diktatörlüğüne dönüşecektir. 1. Örneğe Bulgaristan, 2. Örneğe ise Çin verilebilir.
Arnavutluk örneği ise en ideal, ancak şimdiye kadarki antifaşist halk demokrasilerinde istisna bir örnektir. AKP, başından itibaren tüm halk güçlerini kendi siyasal önderliği altında anti-faşist cephede örgütlemiş ve tek parti egemenliği altında her iki süreci birlikte yürütmüştür.
Bizdeki devrim mücadelesinin gelişim süreci de proleter partisinin ve devrimci-demokrasi güçlerinin tutumlarına, taktiklerine ve kitle bağlarına bağlı olarak kendine özgü bir yolda gelişecektir. Bu süreçte dağılan, yok olanlar olabileceği, hatta proletaryanın partisi tek başına demokrasi savaşımım bütünüyle zafere götürebileceği gibi, demokrasi savaşımında militan tutumuyla kitleleri seferber edebilecek küçük-burjuva siyasal yandaşlarıyla birlikte iktidara yönelmesi de söz konusu olabilecektir. Bu yönüyle bizdeki halk demokrasisi tek partinin iktidara gelmesi olasılığını dışlamamak kaydıyla, genel olarak devrimci-demokrasi ile güçlerinin iktidara birlikte gelmesi (iki ya da daha çok partisi-örgütü ile birlikte) olasılığım da içinde taşır. Her şey, partinin, sınıfın ve diğer siyasal örgütlenmelerin sınıf mücadelesi seyrinde takındıkları taktiksel çizgiye bağlıdır.
Devrimin zaferi, emperyalizmin, faşizmin yıkılması ve demokratik devrimin ekonomik ve siyasal devralınan sorunlarının halli temelinde ülkede sosyalizmin inşası sorunları ortaya çıkar. Burada keserek az sonra buradan devam etmek kaydıyla şimdilik panele dönmek istiyoruz.
“Çok partici” birlik, işte tam da bu noktada kitlelerin geri bilincine sesleniyor, kavram kargaşası yaratıyor ve halk demokrasisi temelinde ortaya çıkan bu siyasal süreci “sosyalist demokrasi” diye tabiri caizse yutturmaya kalkıyordu. Ve “çok partici”lerin “sosyalist demokrasi” ufukları işte buraya kadardı. “Proletarya diktatörlüğü” lafı ağızlarında içeriğinden boşaltılmış bir kof kavram olarak kalıyordu.
Anti-faşist cephe hükümetleri temelinde oluşan parlamenter cumhuriyetlerin sosyalist halk cumhuriyetlerine nasıl dönüştüğü üzerinde tarihsel bir incelemede bulunursak sanırız bu konudaki tartışmalara ışık tutacağız ve “çok partici”lerin nereye kadar bir sosyalizm istediklerini ve nereden sonra proletarya sosyalizminden saptıklarını daha iyi görebileceğiz.

A- Bulgaristan
Bulgaristan Devrimi 9 Eylül 1944’te Komünist, Sosyalist, Çiftçi ve Demokratik Partilerin ortaklaşa katılımıyla (Vatan Cephesi) gerçekleşti. Kurulan 16 kişilik hükümette yalnız 4 komünist bakan vardı. Ancak İçişleri ve Adalet Bakanlıkları gibi yaşamsal önemdeki bakanlıklar komünistlerdeydi.
Hükümette yer alan komünistlerin ülkeyi sosyalizme götürme diye bir sorunları varken, diğerleri sonuçta kapitalizmin egemenliğe yol açmaktan başka bir şekilde sonuçlanamayacak bir politika izliyorlardı. Hükümet kurulduğu andan itibaren iç mücadele gelişiyor ve muhalefet partileri 18 Kasım 1945’teki seçimleri boykot ediyorlardı. Komünistler bu seçimde oyların % 86’sını aldılar.
Ancak Batılı devletlerin müdahalesiyle seçimlerin yenilenmesine karar verildi. 18 Temmuz 1946’da bir halkoylaması sonucu Krallık ilga ve Cumhuriyet ilan edildi. 18 Kasım 1946’da yapılan seçimlerde komünistlerin önderliğindeki Vatan Cephesi Meclis’te 364, muhalefet ise 101 sandalye elde edebildi. Yeni hükümeti Giorgi Dimitrov kurdu.
Muhalefet Cephesi karşı-devrimci çalışmaları yoğunlaştırıyordu ve iç çelişmeler iyice keskinleşiyordu. 26 Ağustos 1947’de son yasal parti olan Çiftçi Partisi de kapatıldı. Eylül 1947’de Bulgaristan Kominform’da yerini aldı ve 4 Kasım 1947’de yeni anayasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte Bulgaristan Sosyalist bir Halk Demokrasisi’ne dönüşmüştü. Revizyonist Todor Jıvkov egemenliğine kadar bu süreç devam etti.

B- Romanya
Alman faşizmine karşı savaşıma birçok parti katılmış, krallık altında 23 Ağustos 1944’te kurulan General Sanatescu hükümetinde Köylü Partisi ve Liberal Partisi ağırlıkla yer almıştı, Ancak Sosyalist Parti ile Komünist grubundan birer temsili de hükümetteydi. Adalet Bakanlığı Komünistlerin elindeydi.
Hükümet kurulduktan sonra Komünist Partisi ilk iş olarak Bükreş’te işçilere silah dağıtımına başladı.
2 Kasım 1944’de hükümet değişti. Sanatescu başbakanlıkta kaldı. Adalet Bakanlığı yine komünistlerde kalırken, komünistler Ulaştırma Bakanlığı’nı da kazandılar ve ayrıca komünist Petru Groza başbakan yardımcılığına geldi.
İşçilerin tertiplediği bir gösteriye askerler ateş açınca, başbakan istifa etmek zorunda kaldı. Yerine bir başka General, Radescu geldi. Ancak komünistler içişleri Müsteşarlığı’nı da elde ettiler.
Başbakan Radescu’nun göstermelik bir seçim oyunuyla iktidara tek başına sahip olmak istemesi üzerine, işçiler büyük bir gösteri yaptılar. Askerler ateş açarak halkı dağıttı. O anda Romanya’da olan Kızıl Ordu’nun müdahalesiyle birlikte Radescu İngiliz Sefareti’ne kaçmak zorunda kaldı. Yeni hükümet komünist Petru Groza tarafından kuruldu.
19 Kasım 1946’da yapılan seçimlerde hükümet oyların % 71,80’ini aldı. Hükümette komünist, liberal ve Köylü Partileri vardı.
30 Aralık 1947’de komünistler kralı istifaya çağırdılar. Kral tahtını bıraktı ve Cumhuriyet ilan edildi. Yeni başbakan gene Groza idi ve bu defa hükümette yalnızca Komünistler vardı.
13 Nisan 1948’de kabul edilen yeni anayasa ile Romanya Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Çavuşesku revizyonist kliğinin ipleri eline almasına kadar Romanya halkçı bir devlet özelliği taşıdı.

C- Yugoslavya
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yugoslav Komünist Partisi Avrupa’nın en güçlü komünist partilerindendi, ancak zamanla eski gücünü yitirmişti. Yine de Alman ordularının işgali, karşılarında Josip Broz Tito başkanlığında örgütlenmiş komünist partisinin mücadeleye soktuğu 100.000 kişilik bir partizan ordusu buldu.
1943 yılında, Yugoslav Milli Kurtuluş Anti-Faşist Konseyi programında cepheyi bölmemek için endüstri, ticaret ve tarımda öze! mülkiyetin korunacağı maddesi ilan ediliyordu.
1944 yılında Alman işgali hemen tümüyle Yugoslav partizanlarının mücadelesiyle kınlıyordu. 8 Mart 1945’te tüm yurtsever güçlerin birliği temelinde (sınıfına bakılmaksızın) bir Halk Cephesi oluşturuluyor, 11 Kasım 1945’te yapılan seçimlere “demokratik muhalefet” adı altında burjuva muhalefeti de katılıyor, ancak Halk Cephesi oyların % 90’ını alıyordu.
Seçimlerden sonra Federal Halk Cumhuriyeti ilân ediliyor, 1946 Ocağında ise Sovyetik türde bir anayasa oluşturuluyordu.
Ancak gelişmeler Yugoslavya’nın sosyalizme yürümesi temelinde gerçekleşmeyecek, Yugoslavya “kendine özgü sosyalizm”, “özyönetim” gibi revizyonist teorilere sarılıp sosyalist bloktan kopacaktı. Tito, bir yandan sosyalist bloğa, sosyalist çizgiye bağlılık yeminleri ediyor, bir yandan da parti içinde büyük bir tasfiyeyi gerçekleştiriyordu. 20 Nisan 1948’de ilk komünist yargılaması yapılıyor ve 26 kişi “Sovyetler Birliği hesabına casusluk yaptığı” iddiasıyla idama mahkûm ediliyordu: Bu tarihten sonra Yugoslavya Batı’ya yanaşacak, 1951 yılında ABD Yugoslavya’ya 30 milyon dolarlık bir askerî kredi açacaktı. Bunu 1951 Temmuz’unda diğer Batılı devletlerin A.B.D. ile birlikte açtıkları 120 milyon dolarlık kredi takip etti. Sonrası, bugünkü Yugoslavya’dan malum.

D- Macaristan
Hitler ile ittifak yapmış olan Amiral Horty Hükümeti, Macaristan’ı savaşa sokmuştu. 19 Mart 1944’de Macaristan Almanya tarafından işgale başlandı.
5 Aralık 1944’te Szeged’de Milli Cephe adı altında bir yeraltı örgütü ve 21 Aralık ‘ta da. Debrecen’de General Bela Miklos başkanlığında geçici bir hükümet kuruldu. Bu grubun içinde komünistler azınlıktaydı.
Sovyet Kızıl Ordusu 4 Nisan 1945’te Macaristan’da Alman faşizmini ezdi. Seçimler için 4 Kasım 1945 tarihi tespit edildi. Küçük Emlak Sahipleri Partisi % 57 ile 246 iskemle, sosyal-demokratlar 17,5 ile 70 iskemle. Komünistler % 17 oyla 67 iskemle, Milli Koylu Partisi % 10 oyla 23 iskemle ve nihayet cephe dışından Liberaller 2 iskemle elde ediyorlardı. Anlaşma gereği İçişleri Bakanlığı Komünistlere verildi. Bu Bakanlığa ilk olarak İmre Nagy, sonra ise Laszlo Rajk getirildi.
Yeni hükümetin başına önce KESP’den Tildy, 1946 Ocağında Cumhuriyet ilan edilip de Tildy Cumhurbaşkanı olunca, yerine aynı partiden Ferene Nagy geçti.
Komünistler, cephe içinde önce bir “Sol Blok” oluşturup 12 Mart 1946’da Budapeşte’de 450.000 kişinin katıldığı dev bir gösteri tertiplediler. Çoğunluk partileri güçlenen sol bloktan korktukça gittikçe gericileşiyor, kapılarını eski faşistlere açıyorlardı.
1947’de Ferene Nagy istifa etti. Zaten bu sırada kendisi İsviçre’deydi. Ve devleti ele geçirmek isteyen faşistlerle işbirliği ortaya çıkmıştı. Bundan sonra daha da gericileşen KESP’nin 48 mensubu parlamentodan çıkarıldı.
31 Ağustos 1947 seçimlerinde Hükümet Bloğu oyların % 60.2’sini, Komünist Partisi ise % 21.5’unu aldı.
Komünistler 15 Mayıs 1949’daki seçimlere kadar burjuva partilerinin karşı-devrimci komplolarım teşhir ettiler. Süreç içinde kendi cephelerini güçlendirdiler ve seçimlerden % 95 zaferle çıktılar.
Stalin’in ölümünden sonra Malenkov döneminde İmre Nagy başbakanlığa geldi. Fakat 1955 Mart’ında İmre Nagy Politbüro’dan azledildi. İktidara Rakosi geldi. Sonraki bir sürü hizip gel-git olaylarıyla birlikte Macaristan bugünkü revizyonist (son günlerde herkesin bildiği gibi “çok partili sosyalist(!)” düzene erişti.

E- Çekoslovakya

Savaş öncesi Çekoslovakya’da burjuva-demokratik bir rejim vardı. Savaş sırasında bu parlamento Fiilen dağılmıştı. Savaşa organize bir şekilde katılan tek güçlü parti komünist partisi olmuştu.
26 Mayıs 1946’da yapılan ilk selimlerde komünistler oyların % 38’ini alarak en güçlü parti olarak parlamentoya girdiler. K. Partisi lideri Golttwald, Sosyalist Cumhurbaşkanı Benes tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi.
1948 Mayıs seçimleri yaklaştıkça parlamentoda % 62’lik çoğunluğu ellerinde bulunduran burjuva partileri, gelişen komünistleri engelleyebilmek için provokatif eylemlere başladılar. Komünist İçişleri Bakanı’nın işkence ile ifadeler aldığı yalanını ta meclise kadar getirip Araştırma Komisyonu kurdurdular. Cumhurbaşkanı Benes seçimle işbaşına gelmiş hükümeti devirerek yeni seçimlere bir teknisyenler hükümetiyle gitmeye kalkıştı.
İşçiler buna Prag’da 200.000 kişilik bir gösteriyle cevap verdiler. Yeni hükümeti kurma görevi yine Golttwald’a verildi. 24 üyenin 12’si komünistti. Sosyalist reformlar hükümet programı olarak ilan edildi.
30 Mart 1948 seçimlerine “sol blok” komünistler önderliğinde tek liste ile katıldı. Muhalefet seçimleri boykot etti, ya da geçersiz oy verdi. M. Benes Cumhurbaşkanlığı’ndan çekildi yerine Gottwald geçti.
Daha sonra partide büyük bir “Ti-tocu hizip” tasfiyesi gerçekleşti.
Golttwald 1953’te öldü. Bu tarihten sonra parti adım adım revizyonistlerin eline geçti.

F- Polonya
Polonya Alman işgali altına girince, önce Paris’te, sonra Londra’da general Sikorsky başkanlığında bir sürgün hükümeti kuruldu. Sikorsky 1943 yılında bir uçak kazasında ölünce, yerine Köylü Partisi Lideri Wladislaw Mikolojezyk geçti. Mukavemet Grubunu köylü, Sosyalist, Milli-Demokrat, Hıristiyan-İşçi Partileri oluşturmuştu ve grubun bir yeraltı ordusu vardı. Bunların dışında bir de küçük komünist grup vardı.
Wladislaw Gomulka’nın başkanlığını yaptığı bu komünist grubun da bir gizli ordusu ve merkezi Moskova’da bir sürgün hükümeti vardı.
Kurtuluştan sonra bu iki grup Polonya’da birleşik ilk meşru hükümeti kurdular.
Daha sonra komünistler, demokratlar, sosyalistler ve köylü partisinden ayrılanlarla bir Halk Cephesi kurdular. 19 Ocak 1947 seçimlerinde bu cephe mecliste 392 sandalye kazandı. Muhalefetteki köylü ve diğer partiler 52 sandalye alabilmişlerdi.
Kominform, 1950’lerde sosyalist blokta toprakların kolektivizasyonu kararı alıyor, Gomulka ise buna karşı çıkarak Tito’cu bir çizgide ısrar ediyordu. 1950 Mayısı’nda tutuklandı. Yerine Bierut geçti.
Stalin’in ölümünden sonra, revizyonistler yavaş yavaş yeniden palazlanmaya başladılar. 1954’te Gomulka atfedilerek serbest bırakıldı. Parti safları revizyonistlere açılmaya başlandı. Gomulka’nın yeniden politburo’ya alınması bile kararlaştırıldı. 21 Ekim 1956’da Parti Genel Sekreterliği’ne getirildi. Bundan sonraki süreç revizyonistlerle halkın mücadelesi şeklinde geçti. 1970 yılında Baltık gösterilerini bastıramayan Gomulka istifa etti. 1980 yılındaki Baltık gösterilerini bastıramayan Gomulka istifa etti. 1980 yılındaki işçi hareketleri de, yerine geçen Gierek’in “başını yedi.” Revizyonist diktatörlük tek kurtuluşunu askeri darbede buldu ve 10 Ekim 1981’de General Jaruzelski askeri bir darbeyle iktidara geldi.

G- Almanya
Nazilerin yenilmesi üzerine Kızıl Ordu kendi egemenlik bölgesinde duruma el koymuştu. Bu süreçte Sosyalist Parti ile Komünist Partisi birleşerek “Birleşik Sosyalist İşçi Partisi”ni kurmuşlardı. Bu parti 24 Nisan 1946’da kurtarılmış bölgenin tek siyasal partisiydi. Demokratik Alman Cumhuriyeti 7 Ekim 1949’da ilan edildi. Liderliğine Walter Ulbricht getirildi. D. Almanya’da revizyonizm Ulbricht’in Kruşçev revizyonizmine teslim olmasıyla gelişti.

H- Arnavutluk

Arnavutluk İtalyan işgali altına girdiğinde direniş cephesinin bir yanında komünistler, diğer yanda ise anti-faşist milliyetçi akımları vardı. Ancak bu milliyetçi cephe aynı zamanda aşırı bir anti-komünist özellikteydi. Parti, milliyetçi cephenin gerici önderliğini tecrit etme çizgisi izleyerek geniş bir ulusal cephede güçleri birleştirdi.
2 Aralık 1945’te yapılan seçimlerde AKP (daha sonra AEP adını alır) oyların büyük çoğunluğunu elde etti ve her zaman Marksizm-Leninizm’in yanında yer aldı. Titocu-kruşçevci-Maocu revizyonizmin teşhirinde aktif rol aldı ve bizzat önderlik etti. Bugün dünyanın tek sosyalist ülkesi olarak devrim isteyen halkların yolunu aydınlatmaya devam ediyor.
İşte halk demokrasilerinin oluşum süreçleri ve bir kısmının bugün vardığı yerlerin genel bir özeti. Burada II. paylaşım savaşının ortaya koyduğu özgül koşullar vb. sözü edilebilir. Ancak olaya anti-faşist mücadelenin önümüze koyduğu görevler açısından bakılırsa sürecin genel karakterini yakalayabiliriz. Türkiye’de anti-faşist perspektifte birden çok devrimci örgüt var. Kimse diğerinin “kücük burjuva”lığını öne sürerek demokrasi mücadelesinin dışında değerlendiremez. Sorun, faşizmi yıkmanın devrim mücadelesi olduğunu kavrama sorunudur ki, anti-faşist birlikte çıkış noktamız reformizmi, onun Marksist maskesi takınmış bir biçimi olan revizyonizmi ve gericiliği dışlayan ortak mücadele olanaklarının varlığını kavramada ifadesini bulur.
İktidara yürüyen anti-faşist güçlerin kendi içinde dağılıp birleşmeleri, bir kısmının yarı yolda kalması, erimesi vb. gibi sorunlar pratiğin sorunlarıdır. Diğer yönüyle gelecekteki anti-faşist halk egemenliğinde egemen olacak olan örgütlenme hangisi olacaktır sorusunun cevabını bize bizzat yaşanacak sürecin kendisi verecektir. Ancak kesin olan şudur ki, Halk Demokrasisi’nin sosyalist demokrasiye dönüşebilmesinin tek koşulu vardır. Marksist Parti’nin kendi siyasal çizgisinde yığınları inandırıp seferber edebilmesi. Bugün de böyledir bu, gelecekte de böyle olacaktır.

Yazı, sosyalizmden geri dönüşün önemli bir nedeni olarak bürokratik yozlaşma, buna karşı önlemler ve bu çerçevede parti, devlet ve kitle örgütleri arasındaki ilişki ve genel olarak sosyalist demokrasi sorununu işleyen “Sosyalizmin İnşasında Bürokratik Yozlaşma Tehlikesi Nasıl Önlenebilir?” bölüm başlığı altında devam ediyor. Yer darlığı nedeniyle bu bölümü yayınlayamıyoruz.

Temmuz 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑