İşsizler Derneği’nin Açılışı
Geçtiğimiz günlerde bir grup işten atılan işsiz tarafından kurulan İşsizler Derneği’nin açılış kokteyli yapıldı. Kokteyle çok sayıda davetli katıldı. Ancak bir süre sonra dernek polis tarafından basıldı ve dernekte bulunanların derhal çıkmasını istedi. Gerekçe derneğin henüz tüzel kişilik kazanmamış olması ve bakanlıktan bu konuda yazı gelmemesi. Oysaki İşsizler Derneği yasal başvurusunu yaparak gerekli belgeleri mülki amire “alındı” karşılığında vermiş bulunmaktadır. Söz konusu ‘alındı’ belgesi ibraz edildiği halde polis kendi bildiği gerekçeleri ileri sürmeye devam etmiş, derneği kapattırmıştır. Bilindiği gibi tüzel kişiliği kazanmak için gerekli belgeleri vermek yeterlidir. ‘Alındı’ belgesi tüzel kişiliğin kazanıldığını ispat etmek için yeterli olmaktadır. Polisin bu müdahalesi ise son derece keyfi bir uygulamadır. Polisin İşsizler Demeği’ni keyfi bir kararla kapatması geçtiğimiz günlerde sık sık gündeme gelen benzer nitelikteki keyfi uygulamalardan yalnızca bir tanesidir. Polis uzun süredir gerek demokratik kitle örgütlerine yönelik, gerekse de toplantı ve gösteri yürüyüşleri konusundaki mevcut yasaları çiğneme temelindeki tutumlarını her fırsatta ortaya koymaktadır, işsizler Derneği için mülki amire başvuru yapılan ilk günlerde de “Fatih’te çok sayıda dernek bulunduğu” gibi gerekçelerle derneğin kuruluşu engellenmişti.
Polisin keyfi tutumunu protesto ediyoruz.
İşsizler Derneği’nin açılışta basına dağıttığı bildiriden bir bölümünü yayınlıyoruz:
“Demeğimiz elbette ki, 5 milyona yakın işsize iş bulmak amacında değildir. Böyle bir şeyi iddia etmek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Fakat 5 milyona yakın işsizin kendi kaderlerine terk edilmelerine karşı hak aramada bir baskı aracı olma amacındadır derneğimiz.
Derneğimiz, aşağıda sayılan işsizliğin sonuçlarını şiddetle kınar:
1. Her şeyden önce işsizler ordusu, her şart altında düzenli olarak çalıştırılan işçilerin direnme güçlerini kırmaya, onların ücretlerini düşük tutmaya hizmet eden bir yedek sanayi ordusunu oluşturmuştur.
2. İşsizlik, beraberinde fuhuş sektörünü oluşturmuştur.
3. İşsizlik, toplumsal-psikolojik bunalımları ve intiharları artırmıştır.
4. İşsizlik, eşlerin boşanmalarını ve ailelerin dağılması sonucu yetim çocuklar ordusu yaratmıştır.
5. İşsizlik, sağlıksız beslenmeyi, beraberinde özürlü ve ölü doğan bebekleri getirmiştir.
6. İşsizlik, esrar, eroin ve her türlü uyuşturucuya açık bir toplum yaratmıştır.
İşsizliğin kapitalist topluma özgü olduğu gerçeği, bu toplum yapısı içinde işsizliğe karşı mücadele ve işsizliğe karşı önlemler alınamayacağı anlamına gelmez.
Bu nedenle derneğimiz, işsizler ordusunun ortak taleplerinin karşılanması için meşru mücadelenin yürütülmesini temel görev olarak önüne koyar.
Taleplerimiz:
1. İşsizlere sendikalaşma hakkı,
2. İşsizlik sigortasının yasalaşması,
3. İşsizlerin tüm sağlık hizmetlerinden parasız yararlandırılması,
4. İşsizlerin kira, konut sorununun belediyelerce üstlenilmesi,
5. İşsizlerin işsiz oldukları süre içinde geçinebilecekleri asgari ücretin yasal hak olarak verilmesi,
6. İşten atılmaların durdurulması, iş yasasının 13 ve 17. maddelerinin kaldırılması,
7. İşsiz çocuklarının parasız devlet okullarında eğitimlerinin sağlanması.”
“Biz İsteriz ki Kesinlikle Kan Dökülmeden Altın Çağa İlerleyelim. Ancak…”
Memik HOROZ
Geçen sayılarımızda Murat Belge’nin sosyal demokrat içerikli yeni kitabının lanse edilmesine yönelik olarak Nokta Dergisi’nin onunla ve Taner Akçam, Aybar, Aren ve Perinçek gibi benzer modelcilerle yapılan röportaj üzerinde durmuştuk.
Çeşitli görüşlerde olan devrimcilere, bu reformcu arayış ve oluşumun belirgin tezlerine ilişkin sorular sorduk. Yaptığımız karşı-röportajlardan 8. sayımızda yayınlama olanağı bulamadığımız TKP/ML davası sanıklarından Memik HOROZ’unkini bu sayımızda yayınlıyoruz.
Ayrıca okuyucularımızın kolaylıkla fark edebileceği gibi röportajda yer alan farklı değerlendirmelere katılmamız gerekmiyor.
Sorularımız:
1) İsçi sınıfının toplumsal durumu ve mücadele rolü konusunda ”elveda proletarya diyen düşünceleri değerlendirir misiniz?
2) Gorbaçov’la birlikte yeniden yoğunluk kazanan “sosyalizmde çok seslilik” ve “çoğulcu sosyalizm” konusunda neler düşünüyorsunuz?”
3) Sosyalizme giden yolda zorun rolü?
4) Tarihsel materyalizmin sosyalizmin zorunluluğu öngörüsünün reddi ve “sosyalizme mutlak varılacaksa niye mücadele ediliyor” görüşünü değerlendirir misiniz?
5) Son zamanlarda küskün ikiz kardeşler TBKP ve Aydınlık arasında görülen “birlik” konulu dirsek temaslarıyla ilgili düşünceleriniz?
1- Komünist toplumun alt evresi ve bir geçiş toplumu olan sosyalizm, kesinlikle, kapitalist toplumun onlarca alternatifinden birisi değil, tek alternatifidir. Ve bu tarihsel bir zorunluluktur. Bizler bu zorunluluğun bilincinde olduğumuz için sosyalistiz. Bu güzel topluma ve süreç sonunda idealimiz olan altın çağa ulaşmak için mücadele ediyor, zorluklara katlanıyor, özverili olmaktan mutluluk duyuyoruz.
Toplum yaşamındaki zorunluluk, mekanik bir zorunluluk olarak kavranmamalıdır. Bu, Marksizm’e, diyalektik materyalist anlayışa ters bir ele alış tarzıdır. Çünkü Marksizm sosyal sorunlarda iradenin rolünden de önemle söz eder. Bu yaklaşım yanlış kavrandığında M. Belge’nin sorduğu sorulara gelip dayanırız: “Eğer sosyalizme geçiş tarihi bir zorunluluk ise, bu yolda katlanılan bunca fedakârlığa ne gerek var? Ve eğer zorunlu idiyse, neden hâlâ?” Bu düpedüz Marksizm’i anlamamak demektir. Marksizm’in, vülger materyalizmle karıştırılmasıdır… Sosyalizme geçişin zorunluluğundan; sınıfların var olduğu bu koşullarda tek tek insanların iradelerinden bağımsız olarak sınıf mücadelesinin kaçınılmazlığı ve ezilenlerin ezenleri alaşağı edip gerçek eşitlik ve özgürlüğü sağlamasının, yani başarısının kaçınılmazlığı anlaşılmalıdır.
Madde-bilinç ilişkisinde; metafizik yaklaşımın tersine materyalizm, maddenin birincil olduğunu, bilincin maddeden sonra geldiğini ve bu bağlamda maddenin kavramlısı olduğunu ve yeniden, maddenin dönüşümünde etkili olduğunu söyler. Bundan hareketle, düşüncenin maddi yaşam koşulları tarafından belirlendiğini, bu nedenle de işçinin işçi gibi, patronun patron gibi düşüneceğini söyleyebiliriz. Tersi, yaşamın inkârı olur. (küçük burjuvazinin tutarsız-kaypak bir yapıya sahip olmasını da ancak bu yaklaşımla; maddi yaşam koşullarının zorunluluğu-belirleyiciliği temelinde anlayabiliriz. Yani, M. Belge de eğer kendince ahlaki bir sorun ve çözümler içinden tercih olarak algılayıp “sosyalistim” diyorsa bu hiç de onun keyfi isteğinden değildir; yaşadığı maddi yaşam koşullarının sonucudur. Bir yandan burjuvalaşma, diğer yandan proleterleşme, bir başka ifadeyle daha fazla mülkiyet ile mülksüzleşme çelişkisinin yarattığı durumdur. “Ahlak” olayının sınıfsallığı üzerinde durma gereği bile duymuyorum) Mekanik algılayışla: “hiçbir patron işçi gibi düşünemez mi?” diye soru yöneltecek bir yaklaşım Marksist değildir. Eğer madde-bilinci otomatik olarak bire bir belirleseydi irade anlamsızlaşırdı. Oysa yaşadıklarımızdan bizler de biliriz ki, iradenin rolü azımsanamayacak ölçüdedir ve insanın insanlaşması için gereklidir.
Sonuç olarak; bütün inkâr çabalarına karşın sosyalizm kapitalizmin biricik alternatifi ve tarihsel gelişimin zorunlu sonucudur. Ve iyi bir düzendir. İnsanın kurtuluşu yolunda önemli bir adımdır. Tarihin tekerleği işçi sınıfının, emekçilerin lehine dönmektedir.
2- Bu tez birçok yönden sakattır.
Eğer devrim, toplumsal dönüşüm olayı ise bunu kimler, hangi toplumsal güçler sağlayacaktır? Düzenden çıkarı olan(lar) değilse açıktır ki, düzenin değişmesinden çıkarı olan güçlerdir. Bunlar da tüm halk katmanları, bunun içinde gelişip-güçlenen biricik sınıf ise açıktır ki, proletaryadır. Bu anlamıyla proletarya en devrimci sınıftır, “yeni bir düzen” kurmaya yetecek formasyonu da vardır. Komünist manifesto, işçi sınıfının kapitalizme karşı temel formasyonudur. Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi işçi sınıfının elinde dünyayı tanıyıp değiştirecek bir silah, bir eylem kılavuzudur. Ruhunu kavramayıp onu bir reçete ya da dogmalar yığını olarak ele alanlar kolaylıkla “tıkandı”, “çıkmazda” gibi safsatalar ileri sürebilirler. Her şey güllük-gülistanlık değil bunu biliyoruz, uluslararası komünist hareket (UKH)nin çözümlenmesi gereken sorunları da yer ancak bunlara çözüm getirecek silahımız da vardır, bu, ML-MZD’dir. Yeter ki onun ruhunu iyi kavrayalım ve ustaca kullanabilelim.
İşçi sınıfı, komünist Manifesto’nun oluşumuyla birlikte -bir genelleme olarak algılansın- kendisi için bir sınıf durumuna gelmiştir, ve kendisi ile birlikte tüm insanlığı da kurtuluşa götürecek formasyona sahip olan tek güçtür. Ülkemiz açısından ele alındığında -ki, almak zorundayız. Aksi halde genel soyutlamalardan öte gidemeyiz ve ülkemiz insanlarına yeterince bir şeyler verememiş oluruz- ekonomik ve sosyal yapının yarı-sömürge, yarı-feodal niteliği ve işçi sınıfının buradaki yeri, yoğunluğu vb. göz önüne alındığında; bugün ülkemiz devrim süreci olan demokratik halk devriminde proletarya önemli ve vazgeçilmez nitelikte temel bir müttefike de sahiptir; bu güç köylülüktür! Proletarya, köylülük ve devrimden çıkarı olan diğer sınıf ve tabakalara önderlik edip, birlikte hareket ederek DHD’ni yapmak zorundadır. Sosyalizme, oradan da altın çağa ancak bu yolla gidilebilir. Yüce ML-MZD bize bunu gösteriyor.
Geçerken bir noktaya daha değinmek gerekiyor: son yıllarda ülkemizde bazı “aydın”lar tarafından Marksizm’in artık geçersizliğinin bir göstergesi olarak üretimde robotların kullanılmasından söz edilmektedir… Robotları üretenlerin de işçiler olduğunu bir yana koyalım; dünya genelinde bu kullanımın yoğunluğundan henüz ciddi derecede söz etmek olanağı olmasa da, ML-MZD’ni kendisine kılavuz edinenler olarak bizler, bu gelişmeden yanayız. Ve bunun, sapkın iddiaların tam tersine, ML-MZD’nin doğrulanması ve başarısını yakınlaştırıcı bir olay olarak görüyoruz. Robotların yoğun kullanımı, sömürüye dayalı düzenlerin yıkılışını yakınlaştırıcı bir faktör olacaktır.
“Kapitalist verdiğini kazanır.” Bu hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. “Yeniden üretim”ini sağlayamayan bir kapitalizm yok olmuş demektir. Sadece sömürücülerin olduğu bir toplumun var olması mümkün mü? Değil! Fakat tam tersine sömürücülerin olmadığı; kardeşlik ve dostluğun egemen olduğu, tüm insanların özgürce yaşadığı; üretimin, toplumun bağrından gürül gürül fışkırdığı ve bayrağında “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” yazılı o eşsiz güzellikteki toplumun var olup ya şaması mümkündür. Dahası, toplumsal gelişimin yasaları gereği -iradenin rolünü de yadsımadan- zorunludur da! Sömürücüler ve onların dolaylı olarak koltuk değneği olmaya soyunanlar kusura bakmasınlar ama kaçınılmaz ve tek tek bireylerin iradelerinden bağımsız olarak bu böyle olacaktır. Hiçbir karşı çaba ve çarpıtma bunu ortadan kaldırmayacaktır.
3- Buna “Gorbaçov’la birlikte yaygınlaşan” demeyelim de, genelleyerek “UKH’nin gerilemesiyle” diyelim, daha doğru olacaktır.
“Çokseslilik” ve “çoğulculuk”tan ne anlıyoruz?
Çok seslilikten; insanlığın kurtuluşuna giden yolda zorunlu bir basamak ve nispeten uzun bir toplumsal dönüşüm sürecini kapsayacak olan sosyalist toplum yaşamında, dönüşüme ilişkin olarak (temelde onu engelleyici olmayan, tam tersine daha sağlıklı dönüşümü sağlamak amacını güden) farklı fikirlerin belirtilebilmesi ve tartışılabilmesi olarak algılıyoruz. Ve bu çok seslilik, KP içinde ve yan kuruluşlarında demokratik merkeziyetçilik işleyişiyle iki çizgi mücadelesi olarak; toplumda ise sendikalar, dernekler, yani kitle kuruluşları aracılığıyla kendisini somutlayabilmektedir. Bu anlamda sosyalizm zaten çok seslidir.
Çoğulculuğu ise; emeğiyle geçinenlere, toplumun çoğunluğuna dayanmak, onların iradesini temsil etmek olarak algılıyoruz. Ki, sosyalist demokrasi ya da aynı içerikte olarak proletarya iktidarı, işçi sınıfının ve ülke özgülünün yaşadığı sürece göre müttefiklerinin, emekçilere en geniş demokrasi; eski sömürücülere, iktidarını kaybetmiş ama hâlâ yeniden almak için faaliyet yürütenlere, sosyalistleşme çabasına engel olmak için çalışanlara karşı diktatörlük uygulayan iktidarıdır. En güzel çoğulculuk da budur.
Oysa, modern-revizyonist akımlar ve M. Belge, bunlardan, sosyalizmde burjuvazinin ve özel mülkiyetin var olması, politik örgütlenmelerinin (yani burjuva partilerinin) serbest olması ve iktidarı çok partili yarışla ele geçirip yeniden kapitalist topluma dönme mücadelesine özgürlük tanınmasını anlıyorlar. İstiyorlar ki, adı sosyalist de olsa, özünde burjuva demokrasisi olsun, sosyalizmin özünü, temel niteliğini ve değişim yönelimini yadsıyorlar.
Diğer yandan sosyalizmin sınıfsız topluma giden bir ara süreç olduğu gerçeğini reddediyorlar. Biz sosyalizmi değişmez olarak düşünmüyoruz. Değişmeyen düzen kötü düzendir. Sosyalizmi durağan -bu anlamda var olanın korunması olarak- değil (sürekli şekilde tedricen değişen) dönüşen bir süreç olarak kavrıyoruz. Bu anlamda sosyalizmde değişecek, dönüşecek, sınıfsız topluma varılacaktır.
4- “Çok renkli, her türden düşüncenin barındığı, kanatlı parti” anlayışı kesinlikle reddedilmelidir. Böyle bir parti, proletarya partisi değil, tartışma kulübü olur.
Proletarya partisi, toplumların altın çağa devrilmesinin bir aracıdır. Proletarya için güçlü ve vazgeçilmez bir silahtır. “İllegal” ve legal birçok proleter ve emekçi kuruluşlarının önderi, birleştiricisi, mücadele yönlendiricisi… orkestra şefidir, olmalıdır. İdeal birlik budur. Böyle bir parti, entelektüellerin tartışma yaptığı bir kulüp değildir, olamaz. Olduğunda da üzerine yüklenen görevini yerine getiremez. İki çizgi mücadelesinin irademiz dışında kaçınılmazlığı söz konusu olsa da (ki, farklı düşüncelerin irademiz dışında söz konusu olabileceğini belirtmiş oluyoruz) esasta ML-MZD çizginin egemenliği ve sürekliliğini korumak zorundadır. Bu da, böyle bir partide; her renk ve her türden anti-ML akımın bulunması ve meşru görülmesi, kanatların bulunmasının söz konusu olamayacağa anlamına gelir. Leninist parti ideolojik, siyasi birliği ve çelik disipliniyle devrim savaşımının aracıdır. Hizipler koalisyonu ya da kanatlar birliği ve durmadan tartışan bir kulüp değildir.
Partide böyle bir birliği savunmak, devrim yapma diye bir sorunumuzun olmadığını kabul etmek anlamına gelir. Aydınlık ve TBKP arasında sözü edilen “birlikçi” yaklaşım, yenilgi döneminin; bunalımın, sorunların altından çıkamamanın ve kendisine güvensizliğin ürünleridir. İki zıt uçta bulunan ve aralarında anti-.ML MZD olma dışında ortaklık olmayan bu hareketler bugün sadece örgütsel birliği sağlamaya çalışmaktadırlar. Birisi “SSCB”yi “sosyal-emperyalist”, diğeri “sosyalizmin önderi” gören ve RSE’lerinin ülkemizdeki uşakları olan TBKP ve Aydınlık bir araya gelebilmekte ve düzen içi bir hatta ortaklık oluşturmaya çalışmaktadırlar.
NATO’da kalınması, AET’ye girilmesi, Türk “demokrasisi”nin daha adil hale getirilmesi anlayışları düzenle açıktan uzlaşmanın göstergeleridir. “Biz düzen için tehlike değiliz” mesajı verilmek isteniyor, bunda başarılı olduğu da görülüyor. Bizim ML-MZD temelinde ideolojik/siyasi birlikteliği olmayan örgütsel birlik anlayışımız yoktur. Bu ilkesiz bir birliktelik olacaktır, örgütsel birlik, ancak ideolojik/siyasi birlik temelinde oluşursa bir anlam ifade eder ve DHD gibi zorlu bir savaşımı başarıyla yürütebilir.
Diğer halk sınıf ve tabakalarıyla birlik olayına ise cephe sorunu olarak bakıyoruz. Mücadelede başarının belli bir aşamasında, belli program etrafında mücadele temelinde oluşabilir böyle bir birlik. Günümüzde ise, tüm devrimci-demokrat-yurtsever örgütlerle ilkeli eylem birliği anlayışımız vardır, öncelikle de silahlı mücadeleyi temel alan siyasi hareketlerle eylem birliklerine önem veriyoruz.
5- Aslında bu yaklaşım M. Belge’nin tahlillerinde ne derece nesnel olduğunun da bir göstergesidir. Türkiye’de “parlamenter kurumların ve seçim geleneğinin yerleştiğini” iddia etmek, olguların görünen yanlarıyla uğraşmak demektir. ML-MZD’ni kendilerine kılavuz olarak alanların yaklaşımı aysberglerin görünen yanlarını ifade etmek olamaz. TC.nin parlamentodan yönetilmediğini, parlamento seçimlerinin aldatmaca olduğunu az buçuk bilimsel bir kafaya sahip herkes anlayabilir. Kaldı ki TC. devletinin tarihinin 2/3’ünde sıkıyönetimler olmuştur. On yılda bir askeri müdahalenin yapıldığı, şu gün olmuş hâlâ “arzuladıkları” burjuva demokrasisini kuramamış olduklarını egemenlerin bile itiraf ettiği bir ülke için M. Belge’nin iddiaları çok ilginç olmaktadır. M. Belge, kendi isteğini gerçeklerin yerine geçirerek müthiş bir sübjektivizme düşmektedir. Doğru çözümlemeler için öncelikle nesnel olguları kabul etmek gerekir. Doğru mücadele biçimlerinin tespiti de ancak böyle bir yaklaşımla mümkün olacaktır.
Bizim mücadele biçimleri tespit etmemiz; yeraltında örgütlenip silahlı mücadele yürütmemiz hiç de isteğimize bağlı bir olay değildir. DHD’ni başarabilmemiz için zorunlu olarak başvurmamız gereken yöntemlerdir. Biz isteriz ki, kesinlikle kan dökülmesin. Fikirlerimizi şerbetçe ifade edelim, yayalım, örgütlenelim ve kansız bir yolla iktidara gelelim, oradan da aynı şekilde altın çağa ilerleyelim. Ancak, sömürücü sınıfların iktidarlarını böyle kolayca bırakmayacakları, egemenliklerinden vazgeçmeyecekleri açık bir gerçektir. Toplumlar tarihi de bunun kanıtıdır, tarihin ileri bir aşamasında, sosyalizmin, dünyanın büyük bölümünde başarılı olduğu koşullarda, bu yolla iktidarın alınıp-alınamayacağının tartışması ise konumuz dışıdır.
Ülkemizde yaşayanlar, en küçük demokratik isteklerin bile nasıl azgın bir zulümle bastırılmaya çalışıldığının canlı tanıklarıdır. Ki, bu da düzenin güçsüzlüğünün doğurduğu “zorunluluk” sonucu böyledir. Karşı-devrimin başından beri demokrasi isteğine silahla karşılık verdiği, tutukladığı, zulmettiği koşullarda, devrim de kaçınılmaz olarak, başından beri silahlı olmak, örgütlenmesini de illegal yapmak zorundadır. Evet, kabul edilse de, edilmese de bu da bir zorunluluğun sonucudur. Aksi düşünülemez! Ülkemiz tarihi, legal örgütlenme ve barışçıl mücadele yürütenlerin başarısızlıklarının ve egemenlerin icazetlerine sığınmaya yöneldiklerinin tanığıdır. Tam tersine illegal örgütlenme ve silahlı mücadele yürüten örgütler çeşitli milliyetlerden emekçi halkımızın yüreğine kök salmış, yenilgi dönemlerinde bile mücadele ateşlerini harlandırabilmişlerdir.
M. Belge’nin söylediklerinin tersine, ülkemizde illegal ve silahlı mücadeleyi temel almayan hiçbir devrimci hareket başarılı olamaz.
Sonuç olarak, birkaç noktaya değinmek gerekiyor: Her ne kadar M. Belge’nin kitabını okuma olanağı olmadıysa da, yansıdığı kadarıyla, savunulan düşünceler yabancısı olmadığımız düşüncelerdir. Kökenini Bernstein revizyonizminde, ikinci enternasyonal oportünizminde bulan, Avrupa komünizmi ve modern revizyonizm akımıyla kaynaşan sınıf işbirlikçisi düşüncelerdir. Önceleri Marksizm’den sapma olarak görülen reformist-revizyonist akımlar bugün, Modern-revizyonistler de dahil, işçi sınıfı içinde burjuvazinin ajanlarıdırlar. “Sosyal demokrasinin, sosyalizmin Leninist yorumundan farklı yorumu” olduğu alayışının hiçbir geçerliliği yoktur.
Bu akımların özünde, devrim ve sosyalizm diye bir sorunları yoktur. Onlar, kapitalist (emperyalist ve bu zincire bağlı sömürge, yarı-sömürge) ülkelerde sınıf işbirliğini ve düzenin “demokratik”leşmesini, bir başka ifadeyle, sömürüye dayalı düzenlerin gediklerinin kapatılmasını ve ebedi kılmayı düşünüyorlar. Özel mülkiyetin ve dolayısıyla sınıfların ve sömürünün olmasına itirazları yok ama biraz daha “adil” olmasını istiyorlar, o kadar! Bunun Marksizm’le hiçbir ilişkisi yoktur. Soyut eşitlik, özgürlük, mutluluk ideallerine sahip olmak Marksist olmak için yetmiyor. Marksist olabilmek için; sulıf mücadelesinin varlığı ve bunun proletarya iktidarına varacağını ve artı, insanlığın özgür toplumuna varıncaya kadar sosyalizmde de sınıf mücadelesinin devam edeceğini ve geriye dönüşlerin de mümkün olabileceğini kabul etmek gerekiyor… Marksizm’in en temel tezlerini reddedenler Marksist olamazlar!
Belirtilmesi mutlaka gerekli olan bir nokta da; bu tür sapkın düşüncelerin ve ne yapacağını bilmez arayışların genellikle yenilgi dönemlerinde yoğunlaştığı, etkisinin yayıldığı gerçeğidir. Bunu gözden uzak tutmamalı, ideolojik/siyasi mücadelede okun ucunu esasta bu sağcı, sınıf işbirlikçisi teslimiyetçi anlayışlara yöneltmeliyiz. Yenilginin getirdiği depolitizasyon ortamının kırılıp ideolojik erozyonun önlenerek sağlam adımlarla yürümenin yolu buradan geçmektedir.
Bugün de işçi sınıfı kendisi için bir sınıftır.
Taşı Eline Alırken
Perdeci-Mehmet ESATOĞLU
Taşın eni boyu bir avuç. Taşın kenarları tırtıklı. Taş yıkıntının yan kenarında. Duruyor. Kenarında alta doğru, taşa özgü olmayan bir kırmızı. Bu kırmızı taşın üstünde olmasa ya da görünmeyen tarafta kalsa Perdeci, görmeden geçip gidecekti. Belki taş parçasındaki öykü size gelmeyecekti. Kırmızı saldı çağrışım. Perdeci durdu, taşı eline aldı. Tırnağının ucunu kırmızının üstünde şöyle bir gezdirdi. Kırmızı bu ince okşamaya dayanamadı, döküldü pul pul. Perdeci dökülenin boya olmadığını belki de böyle hissetti.
Taşın İçinden İnçe Ağıt-Bu fidanlar Bu güzeller Neden yatar, Neden yatar yerlerde Analar neden feryat eder Acı söyler Söyleyin ne oluyor Ne oluyor dünyamızda Yine kana mı susadınız efendiler… Perdeci taşın içindeki öyküyü sağma sevdasına kapıldı. Taş da taş gibi davranmayı bırakıp -belki de perdeci’nin avucunun sıcaklığından etkilenip- içindeki gizi dışarı akıtmağa karar verdi. Havada uçuşan kan lekelerinden öyküler yayılmaya başladı, yeryüzünün dört bir yanına.
Öyküler, renkli camda geçit resmi yapan resimler gibi. Her gece korkunç serüvenleriyle odamıza gelen dünyanın dört bir yanının genceciklerinki gibi. Parmakları pençe olmuş geliyorlar özgürlüğü tırnakla sökmeye. Geliyorlar, karanlığı korumak üzere önüne dikilmiş ne varsa yok etmeye. Ellerinde taş parçalan. Yalnızca.
Bu taş parçaları artık tarihin anahtarı. Kimileri alkışlıyor, kimileri dudak büküyor, kimileri de anlamsız boş gözlerle soruyor:
“Ne istiyor bu eli taşlı sopalı veletler, bu defterler kapanmadı mı hâlâ?”
Neden doluyor bu sokaklar, alanlar? Bir bilim adamı “İflas eden iktidarlar mideleri, kafaları dolduramadığı için, başlar sokaklar meydanlar dolmaya…” diye açıklar.
Meydanı dolduranların çoğu genç insanlar ve YARIN, onları herkesten daha fazla ilgilendirmekte.
Taşı eline alan çocuk, belki daha ilk gün -kafasında ve gövdesinde dayanılmaz acılarla doğdu. Babası gibiler için yapılmış hastanede doğmak, hele hele sağ kalmak bir mucizeydi. Taşı eline alan çocuk, sıcacık ana rahminde sekiz-dokuz ay idare edip gidiverirken dokuzuncu ayın dokuzuncu akşamı soğuğun ve bakterinin göbeğine düşüverdi.
İlk çıktığı an, dünyanın değişir kaderi sertlikle karşılaştı. Az maaşlı, bitmez saat çalışmalı doktor amcası kafatasını hırpalayıverdi ve ilk solukla yeryüzüne çığlığım atarken gövdesindeki ilk acıyla da böyle tanıştı. Bebek, çok iyi bir yere gelmediğim fark etti, ama geri dönüş yoktu. Anacığının koynunda doğru dürüst kalamadan diğer bebeklerle toplu bir odada “gözaltına” alındı ya da bebek aklıyla öyle sandı. Kapatıldığı oda sessizdi. Taşı yerden alan çocuk önce sağına soluna bakındı, beğenmedi sessizliği ve ilk kitlesel eylem çağrısını diğer bebeklere yapmak üzere haykırdı; uveaaaaaaaa…
Birkaç gün sonra getirildiği yerde, o “çocuk aklı” ve “beğenisiyle” duvarların duruşunu ve rengini pek sevmedi. Duvarlar, tıpkı evde arada bir yanağını okşayan çocukların yüzü gibi renksiz ve ruhsuzdu. O, burayı “bebek aklıyla” çok beğenmese de evdekiler bu anlamsız dört duvarı çok önemsiyorlardı.
Bebeklikten bir yaşına doğru giderken ana sütü sonrası ağzına tıkıştırılan şeyin nişasta olduğunu öğrenmese de tadından nasıl bir halt olduğunu sezinliyordu. Evdekiler bebeği bebek yerine koyuyorlardı. Yanında her şeyi rahatça konuşuyorlardı. Oysa bebek kardeşlerinin evde olmadığı bir gün beşiğin kenarından anne ve babasını izleyerek doğumunun leylek dışı faktörlere bağlı olduğu konusunda belli belirsiz bazı bilgilere bile sahip olmuştu.
Yaşadığı gecekondunun soğuğu ve rutubetinden uyuyamadığı bazı geceler babası gece vardiyasına gitmeden bir türkü söylerdi ona: Ben öpmeye kıyamazdım Belemişler kızıl kana (Yılmaz Güney’in 12 Mart’ta tutuklanmadan önce oğluna söylediği türkü)
Taşı eline alan çocuğun, bu türküyü dinlerken ve henüz bebek iken içini tuhaf bir hüzün kaplardı.
Taşlarla çok küçük yaşta tanıştı. Ülkenin bir yığın çocuğu gibi oyuncağı yoktu. Ve yine ülkenin bir yığın çocuğu gibi oyunu dehşetli seviyordu, önce taştan yuvarlaklar, sonra taştan kuleler, sonra taşla kafa-karış oyunu… Bir gün, taşla kırılan cam, başka bir gün sapanla vurulan kuş. Şakayla yarılan arkadaş kafası…
Sıcak bir yaz sonrası, taşı eline alan çocuğun yaşadığı evde anlayamadığı bir hava esiyordu. Babası, annesi ve sonradan kardeşleri olduğunu anladığı çocuklara kesik kesik bir şeyler anlatıyordu. Vc alnı boncuk boncuk terliyordu. Gecenin bir vakti, sokakta uğultular. Kapı aralığından dışarı süzülüyor, karanlıkta biraz ürkerek kalabalığın yoğun bulunduğu tarafa doğru ilerliyor. Babası yaşında biri yüksekçe bir yerden konuşuyor, onu dinleyenler ellerini birbirine çarpıyorlar. Hoşuna gidiyor, o da gülücüklerle birbirine çarpıyor ellerini. Hiç tanımadığı bir kadın onu kucağına alıyor. Yanağını seviyor. “Bunun anası kim?” diye bağırıyordu. Annesi kalabalığı yararak kadına yaklaşıyor. Yanağında hafif bir tokat patlıyor. Eve doğru yürüyorlar. Kendinden biraz büyükçeler sağa sola koşuyor ve kucaklarında taşlarla dönüyorlardı. Buldukları taşları evlerin etrafına yığıyorlar. O da, annesinin elinden kurtularak katılıyordu bir süre, bu taş toplama oyununa.
Gece, sigara dumanlı odada rahat uyuyamadı. Büyükler durmadan konuştular. Babasının sabaha karşı işe gidiş saatine kadar. Gökyüzü aydınlanırken herkes kapısının önüne çıkmıştı. Gecenin aksine gökte güneş, insanlarda sessizlik egemendi. Çok zaman öyle durdular. Taşı eline alan çocuğun karnı acıkmaya başlamıştı. Annesine yöneldi, yüz bulamadı. Bebek yüreğine korkular salan bu sessizliği açıklayamıyordu. Belki de yasanımda fırtına öncesi sessizliğiyle ilk tanışmasıydı. Öğleye doğru hafif bir uğultu giderek yükseldi. Kafalarında acayip şapkalı amcalar ellerinde sopalarla geldiler… Babasını ve diğer bütün babalan dövmeye başladılar. Bu dövüş babasının kızdığında popişine attığı iki şaplağa pek benzemiyordu. Amcalar televizyonda taş atan çocukların kollarını kıran amcalara benziyorlardı. Ortalık toz duman içindeydi ve hiç kimse bu gösterimden önce küçük seyircilere “İyi uykular” dilemiyordu.
Akşama doğru yenildiler, eh sopalı amcaların arkasında bekleyen nutukçu, şirin yüzlü belediyeci amcalar göründüler. Birkaç ay önce sokaktan babasının omzunda taşıdığı amca, “Yıkın” diye bağırdı. Babası, başı kan içinde “Yıkın” diye bağıran amcanın yanına yaklaştı, suratına tükürüşüyle birlikte yine dayak yemeye başladı. Annesinin kavgalı olduğu komşu teyze babasının dövülmesine dayanamadı. Suratına tükürülen amcaya “Siz mi bizden yanasınız?” dedi. Gece üşüdükçe babasını arıyordu. Babası yoktu. Bebek bütün gece yıldızları seyretti…
Perdeci, taşın üstünden pul pul uçuşan kırmızıdaki çocuğu tanıyıp tanımadığını düşündü, bulamadı. Eğer yıkıntılar arasında parmağını emerken dik dik bakan çocuk buysa, Mayıs Alanında şarkı söyleyen çocuk kimdi? Yoksa her ikisi de aynı çocuk muydu?
Geçmiş Mayıs’lardan biri, Mayıs Alanı bomboş. (Alanı boş bırakırsın da… boş bırakılır mı sanırsın.) Alan işgal altında, insanlar gelip geçiyor, sanki o gün bayram değil. Bayram belleklerden kazınmış. Birçokları yirmi-otuz yıl yaprak kımıldamayacağı inancında. Taşı eline alan çocuk, babasının elinden tutmuş yürüyor. Perdeci çingenelerin çiçek sattığı yöne yürüyüp yakasına karanfil takmak sevdasında. Tam önünde yürüyorlar. Perdeci onları geçmek isterken bir ezgi durduruyor onu. Ezgiyi söyleyen babasının elinden tutmuş küçük bir çocuk. Çocuk alandaki bütün tedirgin bakışların aksine kendine özgü bir gülücükle seyrediyor çevresini. Koca kente emir yağdırmışlar: “Mayıs Alanında Mayıs sarkılan söylenmeyecek!”
Ama yeryüzü, ama şarkılar, ama insanlar der ki;
Ne emirle: döner dünya,
Ne emirle yankılanır şarkılar
Ne emirle açar gözlerini
yeryüzüne çocuklar…
Taşı eline alan çocuk, çevresinde yarınını yok etmeye silahlanmış insanlardan habersiz bir ezgi söylüyor dudaklarının arasından. Bu ezgiyi ağabeyinin okulunda bir hafta önce yirmi üç Nisan töreninde öğrenmiş. Söylüyor coşkuyla:
Çok büyük bayram bu bayram, Herkese kutlu olsun. Çok büyük bayram, bu bayram, Herkese kutlu olsun.
Perdeci, Mayıs Alanının orta yerindeki bu kendiliğinden, bu habersiz “muhalif” sesi keyifle dinlerken çocuğun babası birden durumu kavrayıp kolundan sertçe çekerek susturuyor onu. Aslında sözlerde bir sorun yoktu, ama çifte standartlar ülkesinde bir hafta önce törenlerde rahatça söylenebilen bir marşın nakaratı bile zamana ve mekâna göre sakıncalı olabiliyor.
Perdeci, Çingeneden karanfil alamadı. Sabahki kimi satışlara öfkelenen bazı görevliler çiçekleri asfaltta ezmişlerdi. Karanfil bulamayınca o da küçük çocuğun ezgisini yakasına taktı Mayıs karanfili diye.
Ezik Mayıs karanfillerinin dağlar oluşturduğu ülkede taşı eline alan çocuk, yatılı hemşire okulunun bahçesinde bulanık sulu havuzun hemen kenarında boya ile bütün ilişkisini yitirmiş bankın üzerinde gözbebeğinde yıldızlar saklı bir kızla oturuyor. Yüreklerinde yalnızca o yıllara özgü tanımı zor bir duyguyu yaşıyorlar, gözleri bulanık sudaki kırmızı balıklarda. Bu kısacık düş gibi anı bıçak gibi kesiyor, iki adet genelde genelev bekler, namus düşkünü, görevli.
Bir gün, kuru yalandan bıkan gencecikler ellerini boşlukta gezdirmeye koyuluyorlar. Yürekleri suskunlukları parçalamaya yönelmişti… Boşlukta gezinen eller, avuçlarını birer taş parçasıyla doldurdular. Ve şeytan taşlar misali Asya’da, Latin Amerika’da, Avrupa’da ve Afrika’da ellerindeki taşları, özgürlükle aralarına kurulan engellere savurmaya koyuldular.
Perdeci, üzerine kan pıhtıları bulaşmış taşı aldığı yere bıraktı usulca. Belki bir gün taşı eline almak isteyen başka bir çocuğa gerekebilir diye…
Dünden Ötelere Uzanan Bir Ses: Nazım Hikmet
“Ben şiirde realiteyi bütün mürekkepliği, mazi, mal, istikbâl unsurlarıyla ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istiyorum.”
“Bakar bakarım yokluk çölüne, / kimi yola çıkmış gelir, / kimi sonra gelecek, / kimi gelmiş gitmiş.” dese de ozan, öyle isimler var ki; mutlulukları çileleri ile yanlışları-doğrulan, sevapları-günahlarıyla, fırtınalarla dolu bir ömrü sonladıktan sonra da yaşarlar. Yaratımlarının güçlü etkileri, onları yaşatılır kılar; türküleri yaratanlar fermanları yazanlardan daha güçlüdür özdeyişinin hakkını verircesine.
Son yıllarda şiir adına -genelde sanatın tüm dallarında-, şiirsizliğin, toplumculuk adına bireyciliğin, öfkenin, umudun, isyanın, hesap soran hareketliliğin karşısına kaderciliğin, yalnızlaşmanın teorileştirildiği “şiir üretimleri” bulaşıcı hastalık oldu bazı çevrelerde. Küçük kent-soylu ruh halinin ikircikli dünyası ülkenin ve çağın sorunlarından kaçkınlıkta ifadesini bulurken; estetik öğelerin korunması, yetkinleştirilmesi adına içeriğin hançerlenmesinin iniltileri küçük dünyalarından taşarak dört bir yana savruldu. Her siyasi-sosyal, toplumsal çalkantının, alt-üst oluşların ardından aynı iniltiler yükselmiştir, bu çevrelerden. Bu bir rastlantı değil elbette. Her dönem değişik kılık ve adlandırmalarla “seçkinciliğin”, bireyciliğin, yaşanmış ve yaşanacak olanlardan kaçarca-sına içe dönüşün, ne idüğü belirsiz bir “hümanizmanın” teorileri şiirde “yeni arayışların son buluşları olarak üretildi. Şu güzelim “özgürlük” en fazla onların hakkı, bunalım, sıkıntı, onların kaypak ruh hallerine en sadık katıktır her zaman. Her depremden sonra yaşanan acılarla alay edercesine başsağlığı dileyerek vaatlerde bulunanlar gibi, “bizim sanatçılarımız” da duyarlıklarını, yeteneklerini kötüye kullanıp acıların pazarlanmasında, duyguları sömürerek kazanç sağlamakta epeyce ustalaştılar.
Bu ülkedeki son on yılı iliklerine dek yaşayan, bugüne ve yarına sorumluluk bilinciyle bakan insanların görmekte hiç de güçlük çekmediği “sanatçı aydın”ın tavırsızlıkta ifadesini bulan tavrının sıralanan özellikleri başlı başına ayrı bir yazının inceleme-araştırma konusu olduğundan kısaca değinmek gerekti. Çünkü yaşamının üçte ikisi dayanağı olmayan suçlamalarla cezaevinde ve zorunlu gurbette geçen devrimci şair Nazım Hikmet’i ölümünün 26. yılında, mevcut “sanatçı-aydınlarla” karşılaştırma anlamında olmasa da, sanat özellikle de şiire bakışıyla anmak hatırlamak yerinde olur.
Dünyada ve ülkesinde üzerine en çok yazılar yazılan, kitapları basılan az sayıdaki yaratıcılardandır, kimilerince mükemmelleştirilmiş, kimilerince eleştirinin ötesinde değersiz bulunmuş. Bunlar bir yana, hemen her ilerici-devrimci düşünceyle tanışandan-pati duyan insan Nazım’ın şiir dergâhından şöyle bir geçmiştir denirse abartma olmaz. Kaldı ki, ileri-devrimci şeyler savunmayan çok değişik katman ve düşüncedeki insanlar bile, Nazım’ın şiirinin hakkım vermekten kaçınmazlar. Ondaki duyarlı aydın sorumluluğunun, iç zenginliğinin, çağının, yaşadığı dönemin gerçekleriyle bütünleşmesi bir rastlantı değildir. Bugün Türkiye’de ve dünyada kapitalizmin kendi kendini yiyerek çürüttüğü iflah olmaz değerleri karşısında, insanlığın altın çağının edebiyattaki sesi, devrimci şiirin ustalarından biri kabul edilen Nazım, sadık, özverili ve tutkulu bir şiir işçisidir özünde. Her sanat eseri bir karşı koyuştur. Ve şiir başlı başına bir isyandır. Bu, Nazım’ın şiiri için söylenmişçesine O’nun şiirlerinde yerine oturur.
Ülkede Ulusal Kurtuluş Mücadelesi yılları o’nun her yönüyle ilk gençlik yıllarıdır. Aynı yıllar genç SSCB’nin de utkusunun ilk gençlik yıllarıdır. Nazım, Osmanlı aristokrasisine ait bir aileden gelmenin eğitim avantajlarını içinden çıktığı sınıf için değil, ait olmadığı bir sınıfın dünyası için bilinçli kullanabilmişse, bunda, genç Sovyetlerin ve orada geçirdiği kısa ama dolu geçen öğrenimin doğrudan payı vardır. Nazım deyince isyanın şiiri gelir akla. Evet, İstanbul’un işgal altında olduğu yıllarda milliyetçi duygularla yazmış olsa da, öğretmeni Y. Kemal’den etkilenerek kısa bir dönem divan edebiyatı nazım ölçüleriyle yazmış da olsa, işçi sınıfı biliminin kapı tokmağına başını çarptıktan sonra bugün, hâlâ aramızda, kavganın, sevdanın, hasretin ve umudun su katılmamış tüm alanlarında yaşamın dilimizde yer bulan şiirlerinde, o isyan hâlâ isyanda…
Devrimcisinden demokratına, “ince zevkli bürokratından” işçisine kadar, insanları etkileme gücü kalıcı ise, O’nun şiirine, kaderciliğin, teslimiyetin, iç çekişin değil; haykırışın, hareketin, değişimin damgasını vurduğundandır.
Ustası olduğu kadar şiirin disiplinli becerikli işçisidir de dedik. O şiirdeki büyük köşelerden birine sahipse; bunu, işçiliğine borçludur. İşçilik: şiirdeki sanatsal imgelem ile şiirdeki sanatsal gerçeklik arasında kurulan, kabalığı, eskimemişliği, evrenselliği bir bütün olarak içeren bir köprüdür, sanatçı/şair için -Nazım’ın bu köprüsü salt şiirle de sınırlı değildir-. Nazım’ın “köprüsünü”, içerik sabit kalmak kaydıyla hiçbir biçimi denemeyi reddetmeyen şairi, kendisinin şiir tekniğini ve anlayışım içeren yazılardan aktarmakta yarar var.
“… her satın; esas muhteva tutularak; o muhtevaya göre o satırın ritmi, ahengi, vezni, sesi, deyimi bulunarak işlemek yetmez, o satırla ondan önceki ve sonraki satırlar arasındaki münasebeti de ayarlamak, yine muhteva, esas, ritmi, ahengi, sesi, vezni düzenlemek lazım.
Bütün bunlardan başka, tempo meselesini de göz önüne almak lazım. Böylelikle en vezinsiz denilen şiirler haddizatında en mürekkep vezinli olur, bundan dolayı da vezinsiz şiir yoktur.”
“Bence, şiir denilen nesne: vezinli, kafiyeli ve söylenmeğe değer sözdür, kafiye ve vezni bendeniz, N. Hikmet kulunuz, en geniş manasıyla anlar. Şöyle ki: bizim şiirimizde, aruz ve hece vezinleri gibi, kayıtlı vezinlerden tut da, bunların çerçevesi içindeki müstezat, durakları değiştirmek, durakları büsbütün kaldırmak gibi çeşitli formüllerden, yine birçok çeşitleri olan ve “serbest vezin” denilen -bu serbest sözü de yerinde değildir- çeşide kadar şiir denilen kelam mutlaka ölçülüdür. Disiplinlidir. Hatta bu ölçü ve disiplinin bir başka çeşidini, lakin kemiyet bakımından değil keyfiyet bakımından bir başka çeşidini, nesirde dahi görürüz. Arada böyle bir fark olması, nesre vezinli söz dememize mani olur. Nesir, ana hattında, malumu ihsanınız, -ana hattında diyorum- uzun ve kesintisiz satırlar halinde yazılır ve öyle okunur. Şiir ise hangi vezinle yazılırsa yazılsın mısra halinde yazılır ve öyle okunur.” (1)
İşçiliğinin malzemeleri; sıradan insanlar, sıradan insanlarının özelliği, daha önce keşfedilmemiş ama hep yeni kalan insanlar. Acılar, haksızlıklar, eşitsizlikler, haksız savaşlar, yaşanmış-yaşanamamış sevgiler, insana dair ne varsa, hayat ve kavga… O, gerçek olan yaşanmış-yaşanacak olan her duyguyu, nesneyi ve birikimi üretiminin ham bir gereci olarak ele almış, bıkmadan, şevkle, tutkuyla işlemiş durmuş. Ülke, sınır, insan farkı gözetmeden “malzeme” ve birikimlerini dünyanın her yerindeki ezilen ama mutlak yarını olan sınıf için, harmanlamış, yeniden üretimini, Nazım deyince akla şiirin gelmesine sebep özgünlüğünü yitirmeden yaşayan bir canlı olarak gerçekleştirebilmiştir. “Yalnız” kendi edebiyatımın değil, tanıdığım bütün edebiyatların geleneklerinden faydalanmak istiyorum. Tabii gerekirse. Bazen de kendi edebiyatımın geleneğinden bile faydalanmak istemiyorum. Her eserde mutlaka bir geleneğin geliştirilmesi gerektiğine de kani değilim. Her sanatkâr ömrünün sonuna kadar arayacaktır. Bu arama seyrinde her konkre öze en uygun şekli bulmaya, kendi kendini tekrarlamamaya, şahsiyetini muhafaza etmekle birlikle taklit etmemeye çalışacaktır. Hiçbir değişmez, mutlak sanat kaidesi tanımayacaktır. Denenmiş birçok sanat kaidelerinin tecrübelerinden elbette ki faydalanacaktır. Ama sadece faydalanacaktır. Onları bir sıçrama tahtası olarak kullanacaktır, ayaklarına pranga yapmayacaktır. Bu gelenekler bahsinde iki çift sözüm var. Biz, kendimizi, bütün insanlıkça yaratılmış değerlerin, bütün insanlık kültürünün mirasçısı sayarız. Burada bütün insanlık tabirine dikkat nazarınızı çekerim. Bütün insanlık, yalnız Avrupa, yalnız eski Yunan, Roma, Rönesans değildir, Asya’sıyla, Afrika’sıyla, yeni Amerika’sıyla bütün dünyadır. Çin, Japon klasikleri Hint, İran, Türk klasikleri ve halk sanatkârları, genel olarak bütün bu ülkelerin insanlık kültür hazinesindeki payları, Avrupa’nın payından, eski Yunan Roma ve Rönesans’ın payından hiç de aşağı değildir. Resimde de, şiirde de, heykelde de, edebiyatta da, raksta da bu böyledir.” (2)
Son zamanlarda kimi çevrelerce bilinçli olarak Nazım’ın şiirlerinin devrimci özü boşaltılarak “yöneticiler dâhil her türlü insanın” saygısına, övgüsüne layık seçkin bir şair olarak lanse ediliyor. Sanki tarafı olmayan, sınıflar-üstü bakış açısıyla yaratmış şiir “ustası” imişcesine. Sanki şiirleri için kovuşturma açılmamış, şiir kitapları evlerde bulunduğunda, “örgüt üyeliğine” delil sayılan yasak yayınlardan sayılmamışçasına, “herkes” Nazım’ın kadrini bilmeye başladı.
İlk gençlik yıllarında Kemalizm’e bakışında ve fırtınalı ömrünün seçeneksiz son yıllarında hatalı rüzgârlara kanat açmış olsa da, O, devrimci bir sanatçı aydın olarak istikrarlı bir biçimde şiir ve düşüncelerinden dolayı uğradığı haksızlıklar ve baskılar karşısında baş eğmez bir tavır almıştır. Bu tavır alış (ülke içinde ve tüm dünyadaki haksızlıklara ve ezilenlerin utkusuna sahip çıkabilmiş ender evrensel sanatçı-aydındır) cezaevlerinde sürmüş, somut ifadesini yazdığı şiirlerde bulmuştur; nesnel gerçekliği tüm çıplaklığıyla göz önüne seren, olayın, “nesnenin” özünü kaybetmeden verebilen, yaşamın içinden imgelerle içerik korunurken, şiirindeki derinlik, çarpıcılık da hedefini buluyor. Somut bir olayı, olguyu ya da bireyi/bireyleri ele alırken çıkış noktası, içeriği kadar net olan bir şey de; özgül durum ve özelliklerin Nazım’ın şiirindeki kendi “müziği” ile içeriğin gücünü, derinliğini, özgünlüğünü yok etmeden, soyut değil somut olarak hayat ve okuyucu ile bütünleşmesidir.
Şiirlerindeki zorlu işçiliği, şiirlerini anlaşılır, her donem kavranılır kılıyor; “…Sanatkâr, halka türküsünü dinletmek için en uygun şekilleri durup dinlenmeden, ömrünün sonuna kadar aramak zorundadır. Bazen bu araştırmalar aylarca suren bir baş ağrısından, sinir bozukluğundan başka sonuç vermez. Olsun Bazen yanılır. Yanılsın. Başı aylarca ağrımayan, sinirleri bozulmayan, sanılmayan sanatkâr olduğu yerde sayandır.” (3) derken Nazım, “seçkin” bir avuç aydın için yazan-üreten “sanatçılar”dan farkını açıkça dile getirir.
Sanatın her alanında tek tek Nazım’lara her zamankinden daha fazla gereksinim var. İçinde bulunulan sosyo-ekonomik yapı ve onun üst yapıdaki çürümüşlüğü, kokuşmuşluğu, çözümsüz, bunalmış yığınlarca insanın yüreğini yeni bir dünya için yeşertebilecek, kafalarda o’nun ışığını yakabilecek tek tek sanatçı aydınları her zaman gerekli kılıyor. Ama, işçi sınıfı ve o’nun özlemleriyle donanmış, yarının güzel dünyası için tutkulu ve örgütlü yaratıp-üretemedikleri sürece, ikircikli dünyalarının loşluğunda, yalnızlıklarında üşüyerek varlıklarını sürdüreceklerdir. Devrimci sanat ve devrimci sanat için mücadelede ne denli uçta, kararlı, tutkulu olsalar da tek tek sanatçıların dağınık gücü, değiştirme, dönüştürme, yeni olanın temellerini atmada yeterli olmayacaktır.
İşte Nazım’ı 26. ölüm yıldönümünde kendi şiirleriyle anmamızın nedeni, O’nun Türkiye ve dünya devrimci şiirindeki hak ettiği yeri veren yaratımlarının rehberi olan anlayışıdır.
“Şair oldum olalı, güzel sanatlardan beklediğim, istediğim şey, halka hizmetleri, halkı güzel günlere çağırmalarıdır. Halkın acısına, öfkesine, umuduna, sevincine, hasretine tercüman olmalarıdır. Sanat telâkkimde değişmeyen işte budur. Geri yanı boyuna değişti, değişiyor, değişecek. Değişmeyeni en dokunaklı, en usta, en faydalı, en güzel, en mükemmel ifade edebilmek için durup dinlenmeden değiştim, değişeceğim.” (4)
Dipnotlar:
1) Nazım’ın Bilinmeyen Mektuplarından, Adadet Cimcoz’a sf. 35-37
2) Nazım Hikmet Yaşamı, Eseri, Sanatı- A. Bezirci sf. 234
3) Agy, s.237
4) Agy, s.238
Röportaj: Cezaevi Edebiyatı
“Talan Bir ömrün Ortasında” adlı bir şiir kitabı yayınlanan ve kitabındaki bir şiiri ile Güneş Gazetesi Şiir Yarışması’nda ödül alan Namık Kuyumcu ile cezaevi edebiyatı konusunda Sedat Şanver’in yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.
SEDAT ŞANVER: Namık, baştan başlayalım istersen? Ne zaman hapishaneye girdin ve kaç yıl yattın?
NAMIK KUYUMCU: 1980 Eylül’ünün hemen sonrasında girdim. Ereğli, Konya, Kayseri Malatya gibi ceza ve tutukevlerinde yaklaşık altı yıl yattım.
SEDAT: Edebiyatla cezaevinde mi tanıştın? Şiirinde cezaevinde yatmanın etkileri var mı?
NAMIK: Edebiyatla, cezaevinde tanıştığım söylenemez. Girmeden önce de kitap okur ve şiir yazmaya çalışırdım. Çalışırdım diyorum, çünkü şiir yazmak; bu konuda yetenekli olmanın dışında belirli bir eğitimi ve disiplinli bir çalışmayı gerektirir. Belirli bir düzeyde ekonomi, politika, tarih, sosyoloji, psikoloji ve felsefe bilgisi gerekir. Ki bu da giderek şairin bilimsel bilgiyle donanması ve daha gelişkin bir beğeni düzeyine sahip olması yolunu açar. Yani aslolan, şiire eğilimli olmanın dışında bilinçli bir emek verme ve zamanı en iyi biçimde kullanmadır.
Bu saptamanın ışığında, cezaevine girmeden önce yaşamda konumlanışım gereği ve toplumsal-siyasal sürecin bireyselliğimi etkilemesi ölçüşünce, ben de pek çokları gibi doğrulardan ve yanlışlardan payıma düşeni almıştım. O zamanlar yaşımın çok genç oluşu bile eksikliklerimi ve yanlış etkilenimlerimi haklı çıkartmaz, çıkartmama!
İçerde yazdığım şiirlerde kuşkusuz ki, o nesnel koşulların ve yaşanılanların etkileri vardır…
SEDAT: Cezaevlerindeki kültür, sanat ve bilgilenme ortamını biraz anlatabilir misin?
NAMIK: Aynı mekânı sınırlı ilişkilerle uzun bir süre yasamak zorunda bırakılmak, toplumsal-siyasal uğraşıda misyon yüklenmişlerde “zamanı en iyi nasıl değerlendirebiliriz”in yanıtını vermeyi de dayatıyor. Uzun yıllar sırtına yüklemişlerin kendilerinde buldukları yanıtla (olumsuz yanıtlar bulup zamanı öldürenler de var) genelde bilgilenmenin ve kültürlenmenin, özelde de sanatın kapıları zorlanmaya başlıyor.
Sağlıklı bir çalışma ve yöntem-bilim izleyebilenler, bir süre sonra yabancı bir dil öğrenebiliyor, belirli bir konuda bilgi birikimi edinip yetkinleşebiliyor, dünyaya, olaylara ve insanlara daha boyutlu bakabilmeyi, daha engin düşünüp, olgun davranmayı başarabiliyor. Kendini sorgulayıp eleştirebilmeyi ve eleştirilebilmeyi öğreniyorlar.
SEDAT: 80 öncesi devrimci-demokrat gençliğin genelde, kültür ve sanatla ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsun?
NAMIK: 12 Eylül 1980 öncesinde büyük bir çoğunluğun kültür ve sanatla çok zayıf ilişkileri olduğu düşüncesindeyim, örneğin roman ve şiir kitapları konusunda çoğunluğun ilgisi belirli kitaplarda toplanmıştı. Bu kitaplar listesi de çok sınırlıydı.
Bir resim veya fotoğraf sergisine ilgi gösterenlerin, sanat-estetik yönü yüksek, sinema ve tiyatro izleyenlerin ve klasik müziğin ne olduğunu bilenlerin sayısının çok az olduğuna inanıyorum.
Örneklersek; Turgenyev veya Gogol’ü kaç kişi okumuştur? Beethoven ve Vivaldi’yi kaç kişi dinlemiştir? Bir resim ya da fotoğraf sergisini değerlendirecek beğeni düzeyine kaç kişi ulaşmıştır? Ve en az bunlar kadar önemli olan: Bir sevgiliyle el ele tutuşmanın güzelliğini kaçımız yaşamıştık?
Diğer bir yaklaşımla; burjuva saldırının ne olup olmadığı kavranmadan, atlanarak, doğrudan sosyalist sanat ve kültür öğrenilmeye ve sahiplenilmeye çalışılmadı mı? Ve bu eksik yaklaşım, sosyalist kültür ve sanatın da doğru olarak ve tam değerleriyle anlaşılmasını bazı yönlerden engellemedi mi?
Ama bu atlamalar ve eksiklikler, ülkenin o koşullardaki yaşanan toplumsal siyasal dinamizminin sonuçlarıyla doğrudan ilgiliydi. Yani, barikatlardakilerin gerçekleri biraz daha başka yerlerdeydi… Sanırım bunu hepimiz anlıyoruz.
SEDAT: Peki, Namık, burjuva kültürünü ve sanatım bilmekten söz ediyorsun. Bu, sosyalistlere ne kazandırır?
NAMIK: Bir şeye karşı olmak, o şeyi iyi bilmeyi gerektirir. Bilinmeyenin, çözümü ve eleştirisi yapılmayanın yadsınması, sağlıklı değildir. Kaldı ki, oluşturulacak alternatifte, eski yadsınırken, ondan alınabilecek bir şeylerin olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Yani, burjuva kültürü ve sanatına tavır alınırken sosyalist bir yöntem-bilim izlenmelidir.
SEDAT: Başka bir konuya geçelim istersen. Bir süredir cezaevlerinde yatan insanların ürünleri kitaplaştırılmaya başlandı. Hatta Belge Yayınlan ‘Yeni Sesler’ adı altında bir dizi başlattı. Senin kitabın da buradan çıktı. Bu kitapların giriş yazılarında, yaşayanların bizzat kendi kalemlerinden oluşturulan “alternatif bir edebiyattan” söz ediliyor. (Hemen eklemek istiyorum: Senin kitaba dek böyle bir giriş yazısı vardı. Ancak, senin kitabında kaldırıldığını, değiştirildiğini gözlemledim.) Şimdi böyle bir girişimde, bu dizide çıkan kitaplar ve yayınevinin öne sürdüğü “alternatif edebiyat” görüşü hakkında ne düşünüyorsun?
NAMIK: Kitap basmak için üste para almanın, ahbap çavuş ilişkileriyle kitap çıkartmanın, birçok yayınevinin yayıncılık politikası olduğu bir ortamda; Belge Yayıncılığın bu girişimi, yukarıda belirttiğim anlayışa, ideolojik ve etik anlamda olumlu bir tavırdır.
Genç ömrünü düşünceleri uğruna seferber edenlerin yazdıkları, günışığına çıkartılmalıydı elbette. Bu dizide çıkan kitaplar ve Belge Yayıncılığın girişimi bir sorumluluktur. Bu sorumluluğu ben de sahipleniyorum.
Bununla birlikte, Yeni Sesler dizisinin giriş yazısı, çıkma gerekçesi olarak iddialı bir biçimdedir. (Biz elbette iddialı olmalıyız, söylemek istediğim başka bir şey…) “Alternatif edebiyat” anlayışı, daha doğru bir ele alışla, geçmişi köklü bir değerlendirmeyi, bu alternatifin sanat felsefesinden kuramına, estetik ele alıştan bunu bütünleyen manifestosuna dek altyapısını oluşturmayı gerektirir. Bu anlamda, Yeni Sesler dizisinin “alternatif edebiyat” savı, belirttiğim eksiklikleri içermektedir. Dizinin ağır basan yanı, daha çok, belgesel bir edebiyat olması niteliğidir. Ürünlerin estetiksel-sanatsal değerlendirilmesi yapıldığında; yaşanan nesnel gerçekliğin daha çok belgesel aktarımı, yansıtımı söz-konusudur. Dizide çıkan kitapların birbirinden niteliksel farkları da bulunmaktadır, örneklersek; çıkan beş şiir kitabı içinde Mehmet Çetin’in kitabı diğerlerinden, izlek, dil, biçem ve arayış gibi konularda daha yetkin, daha özgündür. Romandan örnek verecek olursak; Abdulkadir Konuk’un ikinci kitabı “Çözülme” hem kendi ilk kitabından, hem de diğer kitaplardan daha başarılıdır. Kurgu, dil, anlatım ve malzemeyi kullanma açısından yani…
SEDAT: Yine bu diziden çıkan kitapların, gerek giriş ve tanıtım, gerekse kitapların kendilerinde bazı yazım yanlışları bulunmakta. Bu konuda ne düşünüyorsun?
NAMIK: Söz konusu olan yazıya dayalı bir çalışmaysa, kuşkusuz ki yazım kurallarının önemi büyüktür. Bu yazım yanlışları, yazar veya şairlerin gerek olanaksızlığından, gerekse yetersizliğinden kaynaklanıyor olsa bile, yayınevinin bu konuda gerekli sorumluluğu taşıması gereklidir. Yayınevinin bu konuda daha dikkatli olması ve yöneltilen eleştirileri ciddiye alması gerekmektedir.
SEDAT: Son zamanlarda cezaevi edebiyatından söz ediliyor. Tersinden soruyorum: Cezaevleri edebiyatçı (genelde sanatçı) yetiştirmesi açısından bir okul mudur?
NAMIK: Cezaevlerinin, o koşulları değerlendirebilenler için, genel anlamda bir okul olduğu doğru. Bu, bireyin o koşulları nasıl aldığına ve olanakları nasıl değerlendirdiğine bağlı. Bu konuda,” herkes için geçerli olan genel geçer bir reçete sunulamaz.
Sanatçı-edebiyatçı olabilmek ise çok başka bir şey. Yetenek, eğilimli olmak, eğitilmiş olmak ve bilinçli bir emek gerekir. Bu da yetmez… Örneğin, yaşanan anın ve ortamın dışına çıkabilmek, kiminde haylaz bir çocuk çığlığı olup rüzgârla yarış tutmak, kiminde titreyen bir yaprakta gülümseyen yağmur damlası olabilmek demektir. Yani sanatçı olabilmek, bilgili ve bilinçli olmanın da dışında bir yerdedir bence. Bilgili ve bilinçli olmak, belki sadece sanatçı-edebiyatçı olabilmenin başlangıcı sayılabilir… Aksi halde cezaevlerinde yatanların hepsinin sanatçı-edebiyatçı olması gerekirdi. Ya da tersi, sanatçı olabilmek için ille de cezaevinde yatmak gerekirdi…
SEDAT: Cezaevlerinde yazan insanlara birçok eleştiri geliyor. Yazım kurallarından, estetik konulara dek. Bu konuda ne diyorsun?
NAMIK: Bu eleştiriler cezaevinde yatan insanların ürünlerinde odaklaşsa da, sorunun edebiyatla uğraşan herkesi bağladığım düşünüyorum. Dışarıda da olsa, içeride de olsa; yeni olmanın, ilk olmanın eksiklikleri olarak değerlendiriyorum…
Bu anlamda, güncele hapsolmadan, ‘içerideki/dışarıdaki’ gibi mutlaklaştırmalara teslim olmayan, kendi gerçekliği dışındaki nedenlerle abartılmasına ve yoksanmasına kanmaksızın, ancak nesnellik taşıyan eleştiri ve uyarılara kulak vererek, kendini-ürününü her an sorgulayabilmenin ayrımında olanın süreç içinde daha da gelişebileceğine inanıyorum. Ki bu zaten sevgidir, saygıdır. Benimseme ve sahiplenmedir. Sanata ve edebiyata karşı bir ciddiyettir.
SEDAT: Söylediklerine eklemek istediklerin var mı?
NAMIK: Evet, unuttuğum bir şey var, daha önceki soruyla ilgili…
N. Çelik konusunda, olumlu olumsuz pek çok şey söylenmesine rağmen, birkaç kişinin dışında şiirini eleştiren ve yol gösteren olmamıştır. Birçok edebiyat dergisi ve edebiyatçı da buna dâhildir. Bir taraf abartır “seni sevmeyen ölsün”ü getirirken, bir tarafta “sen neymişsin be abi” küçümseyiciliği ve yok saymacılığı içindedir. Herhangi bir taraf olarak N.Çelik bu tartışmalara katılmamaktadır. Bu iki tutumu da doğru bulmuyor ve eleştiriyorum. Üstelik biraz şaşırıp üzülüyorum… İnanıyorum ki N. Çelik de şaşırıyor ve üzülüyor bu noktaya nasıl geldiğine… Ama değiştirmek için bir şey yapmıyor. Kim bilir, birileri, kendisini N. Hikmet’le kıyaslarken, belki de ‘sükût’u saygıdan sayıyor…
SEDAT: Peki Namık, söyleşinin sonuna geldik. Son söz anlamında söylemek istediğin bir şey var mı?
NAMIK: Son birkaç yıl içinde, ideolojik-politik formasyon taşıyan dergiler çoğalmaya başladı. Sanat adına yer alan ürünlerin çoğu kolay, ajitatif, iletim selci (salt) ve boyutsuzdur. Ve bu dergiler giderek, sonraki sayılarında, kültür ve sanat sayfalarını azaltmakta, hatta tümden kaldırmaktadırlar. Hem de pek çok şeyin “sorgulandığı”, ”değerlendirildiği”, ve “aşılmaya” çalışıldığı bir dönemde… Hem de “çıkış” ve “başlayışlarını iddialı tespitlerle gerekçelendirmelerine rağmen…
“Azgın” Olan Kim?
Sultan Aslan ve Emine Bahadır, “ölü olarak ele geçirildiler”… Böylece “hak ettikleri cezayı” da buldular… Bu, “iki azgın dişi”nin sonu oldu!
Hürriyet Gazetesi’nin 2 Temmuz 1989 tarihli sayısında, 2 PKK militanıyla ilgili haber işte böyle verildi. Devleti “korumak ve kollamakla” yükümlü Hürriyet Gazetesi, bir haberle birkaç kuş birden avlamaya çalışıyor. Hürriyet Gazetesi, ava çıkarken, egemen ideolojiyi yanına silah olarak alıyor. Silahın cinsi cibilliyeti ve mantığı da belli: Devrimciler, kurtuluş savaşı militanları “ölü olarak ele geçirilirler”. Ele geçirmenin yöntemlerinden biri olarak öldürmek meşrulaştırılır böylece. O, yeri geldiğinde canla başla savundukları “hak hukuk devleti”, yargılamadan infaz anlamına gelen bu ölümler karşısında sesini çıkarmaz. Çünkü, devrimciler, kurtuluş savaşı militanları, mücadeleleriyle “ölümü hak etmişlerdir!”
Hürriyet Gazetesi’nin, PKK söz konusu olduğunda doruğa çıkan saldırganlığı, bu haberde bir başka boyut daha kazanıyor. Gazete, ağzından kuduz köpükler saçarak, “iki azgın dişi” diye tanıtıyor PKK militanlarını. Öyle ya, hem PKK militanı olacaksın, hem de kadın! Bu kadarına dayanabilir mi Hürriyet? Kadınlar, soyunup dokunup “sanat adına” açıklamalarıyla Hürriyet’in arka sayfasına yakışırlar ancak. Bir kadının, ulusu için eline silahı alıp dağa çıkması ise, olsa olsa “azgınlıkla”, hem de “azgın dişi” olmakla açıklanabilir.
Hürriyet Gazetesi, “iki azgın dişinin sonu”nu, ibret-i âlem için fotoğraflarla da destekler. Herkes bu sonu görsün (hele kadın haliyle), oturduğu yerde otursun diye…
Bir zamanlar, ölülerin üstlerine gazete kâğıtları örtülürdü. Sonraları, Babıâli ceset satışının kârlı olduğuna karar vermiş olmalı ki, ölü fotoğrafları en ince ayrıntılarıyla, üstleri örtülmeden yayınlanmaya başlandı. Bu kez de Sultan Aslan ve Emine Bahadır’ın üstlerinde gazete örtülü değil. Gencecik bedenleri olduğu gibi teşhir ediliyor gazetede. Ama belki de böylesi daha iyi… Ola ki, birilerinin aklına üstlerine gazete örtmek gelirdi. Ve ola ki, bu gazete, “Türkiye’nin en çok satan gazetesi” olmakla övünen Hürriyet olurdu… İyi ki, Sultan ve Emine’nin üstüne gazete örtülmemiş. Hürriyet’in pisliği bulaşırdı üstlerine…
Ceyhan Cezaevi’nden: Devrimci Demokrat Kamuoyuna
12Eylül’de işbaşına gelen askerî-faşist cunta, dışarıda olduğu gibi cezaevlerinde de dizginsiz saldırılar başlattı. Devrimci tutsakları siyasi kimliklerinden soyutlamak için ideolojik, askerî ve siyasi yaptırımları dayatarak insani hakları gasp etti ve onlar üzerinde yeni işkence yöntemleri uyguladı. Bu uygulamaların son örneği 1 Ağustos Genelgesi’dir. Tutsakları robotlaştırmayı, tek tipleştirmeyi amaçlayan bu genelge tüm cezaevlerinde uygulanmaya çalışıldı; ancak siyasi tutsakların etkin ve kararlı direnişi dışarıdaki kamuoyunun desteği ile birleşince genelge resmî olarak kaldırılmasa da pratik olarak uygulanamadı.
1 Ağustos Genelgesi, kararlı direnişler sonucu uygulanamadı, ama egemen güçlerin hesabı bitmedi. Sinsice yeni saldın planlan yapılıyor, Sağmalcılar ve Nazilli’deki provokasyonlardan sonra, 6.6.1989 tarihli Hürriyet gazetesinde yer alan haberde, “Kurtarılmış koğuş, kurtarılmış cezaevleri” denilerek yeni tezgâhlar kurulmak istenmektedir. Gazetede: Direnişler sonucu, 1 Ağustos Genelgesi’nin uygulanamadığı kimi cezaevleri -Ceyhan da bunlara dâhil edilmiş- hedef gösterilerek buralarda denetimin mahkûmların elinde olduğu ve “eğitim kamplarına” dönüştürüldüğü yolunda tamamıyla provokatif bir haber yer almaktadır. Yine bu haberde insan haklarına saygısızlığın bir örneği daha sergilenerek; okuma-yazma bile adeta suçmuş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bunların yanı sıra, Ceyhan özel tip cezaevini ziyaret eden bakanlık yetkilisi M. Oktay Çalış, siyasi tutukluları kastederek, “Bunlara ne yediriyorsunuz böyle? Domuz gibi beslenmişler” şeklindeki sözleriyle, bir söylentiye göre müsteşar Arif Yüksel’in “Ceyhan Cezaevi’ni yakında Nazilli’ye çevireceğiz” sözleri; bakanlığın tutsaklara bakışının ne olduğunu göstermektedir. Bu gayrı insani sözler, Sağmalcılar ve Nazilli’deki saldırıların altında yatan; egemen güçlerin yeni bir saldırı hazırlığı içinde olduğunu gösteren en barız kanıtlardır. Ama her zaman olduğu gibi bu hevesleri bu kez de kursaklarında kalacaktır. Onlarca devrimcinin canı, kanı, yüzlercesinin sakat kalması pahasına pratik olarak işlevsiz bıraktığımız ideolojik, politik, askeri yaptırımları kabul etmeyecek ve insanca yaşam gereksinimlerimiz doğrultusundaki kazanımlarımızı bedeli her ne olursa olsun koruyacağımızı bir kez daha kamuoyuna açıklıyoruz.
Her zaman mücadelemize destek veren, sorunlarımız karşısında duyarlılığını yitirmeyen devrimci demokrat kamuoyunu cezaevlerine karşı hazırlanmaya çalışılan yeni tezgâhlara karşı duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Ceyhan Özel Tip Cezaevindeki Siyasi Tutsaklar Adına: TAHSİN ALPŞAR, SELMAN ALTINÖZ, M. SELİM ÇÜRÜKKAYA, MİTHAT GÖNENÇ, HACI KARADANA
Bursa Özel Tip Cezaevi’nde Neler Oluyor?
Yaklaşık olarak bir aydır iyice su yüzüne çıkan, ama kökeni daha gerilere dayanan gelişmeler büyük bir “hassasiyetle” kamuoyundan gizlenmektedir.
Bilindiği gibi “zeminden kazma kürek sesleri geliyor” diye bilinçli provokatif bir haber üzerine geçtiğimiz eylülde sol görüşlü tutukluların bulunduğu kısma bir operasyon düzenlenmiş ve arkadaşlarımızın bir kısmı sürgüne gönderilmişti. Bu gelişmelerden sonra Bursa özel Tip hızla MHP yandaşlarıyla doldurulmaya başlandı. Başlangıçta Adalet Bakanlığı’nın tasarruflarıyla başlayan bu uygulamalar, cezaevine radikal İslamcı kesimden kişilerin de getirilmesiyle birlikte, öteden beri varolan kısmi sükunet yerini hızla gerginliğe terk etmiştir. MHP yandaşlarıyla radikal İslamcılar arasında başlayan ve kısa sürede tırmanan gerginlik cezaevi idaresini tamamen izole etmiş ve MHP’lilerin zor kullanarak blok işgallerine kadar varmıştır. Söz konusu gelişmeler hızlanan bir tempoyla sürerken, cezaevi idaresi olup biten her şeye sadece seyirci kalmakla da yetinmemiş, üstelik çözümü sol kesimin yaşam koşullarını daraltma yönüne giderek aramaya kalkışmıştır. Böylelikle yeni bir sevk zemini veya olası bir provokasyona zemin hazırlamaktadır. Tüm bu gelişmelerde yardıma müdür Recep Çolak bizzat rol oynamıştır. MHP’lilerin blok işgallerinde teşvik edici rol üstlenmiş ve günlük konuşmalarında bile MHP’lilerden “bizimkiler” diye söz etmeye başlamıştır.
Eğer söz konusu gelişmeler hızlanarak devam ederse, önümüzdeki günlerde nelerin olacağını şimdiden kestirememekle birlikte bu gelişmelerden doğacak olaylardan cezaevi idaresinin sorumlu olacağını belirtiyor ve tüm kamuoyunu duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Sol Siyasi Tutuklu ve Hükümlüler
Genel Olarak Demokratik Kitle Örgütleri, Özel Olarak
ÖĞRETMEN ÖRGÜTLENMESİ
İnsanlığın gelişimi, doğayı değiştirmesi kendi kendine oluşan bir şey değildir. İnsanlar, her keresinde bir araya gelme, düşündüklerini gerçekleştirme konusunda örgütlenmeye gerek duymuşlardır. İnsan topluluklarının iş bölümü aşamasına ulaşması ile birlikte ayrışmalar başlamış, daha sonra yönetenler ve yönetilenler aşamasına ulaşılmıştır.
Tarih, sınıflar savaşı tarihidir. Sınıflar kendi çıkarlarını korumak, geliştirmek ve iktidar olmak için çatışmışlardır. Bu çatışmalarda her sınıf kendi örgütlenmesini gerçekleştirmiştir. Yani örgütlenme sınıfsaldır.
Burjuvazi, feodalizmi bertaraf etmek için kendi örgütlenmesini sağlamış, ittifak ettiği sınıflarla feodalizmi yıkmış ve kendi iktidarını kurmuştur. İktidar olan burjuvazi, iktidarını korumak için çeşitli üst yapı kurumlarına ihtiyaç duymuştur. Eğitim, ihtiyaç duyulan üst yapı kurumlarının en can alıcı olanıdır, iktidar olan burjuvazinin, sınıfsızlık diye bir sorunu olmadığından gericileşmiş ve emekçilerin örgütlenmelerini kendi çizdiği yasal sınırlar içerisinde tutmaya çalışmıştır. Bu olgu, burjuvazi ve onun düşüncelerini savunanlar için demokrasi, savunmayanlar için baskı unsuru olmuştur. Ayrıca işçi ve diğer emekçi sınıflar kavgalarından vazgeçmedikleri için burjuvaziyi zorlamış, çeşitli örgütlenme haklarını elde etmişlerdir. Bu aşamada işçi ve diğer emekçi sınıfların gelişen mücadelelerinin burjuvazinin iktidarına zarar vermesini ve onun iktidarını yıkmasını önlemek için; burjuvazi, satın aldığı güçlerle işçi sendikalarını ve hatta işçi sınıfı partilerini bölmüş ve bu örgütleri kendi amaçlarına hizmet edecek örgütler durumuna getirmiştir.
Bu durumu gören işçi sınıfı önderleri, örgütlenme üzerine daha çok düşünmüşler, sınıfa ihanet eden düşüncelerle kıyasıya mücadeleye girmiş ve ihanet çizgisini sınıfın dışına atmışlardır.
Demokratik Kitle Örgütlerinin İşlevi
Demokratik kitle örgütleri, temsil ettikleri emekçi sınıf ve tabakalarının haklarını savunmak, geliştirmek ve onların demokrasisini kurmak için varolan örgütlerdir. Bu anlamda siyasi olarak işçi sınıfının öncü müfrezesine bağımlı, örgütsel olarak bağımsız örgütlerdir.
Demokratik kitle örgütleri, kucakladığı kitlenin ekonomik, demokratik, mesleksel haklarını korumak ve geliştirmek için, kitlenin taleplerinden yola çıkar. Siyasi olarak kitlenin ufkunu genişletmek, gerçek kurtuluşun, “ücretli kölelikten” kurtulmakla olanaklı olduğunu, birtakım hakların elde edilmesinin kurtuluş olamayacağını göstermek zorundadır. Çünkü ekonomik mücadele iktidar mücadelesi değildir.
“Parti devrimin yönetici gücü, demokratik (sendikalar) kitle örgütleri hareket ettirici kayışlardır” tespiti demokratik kitle örgütlerinin aynı zamanda siyasi örgütlenmeler olduğunun çok çarpıcı bir göstergesidir. Yine “Sendikalar (demokratik kitle örgütleri) partiyi sınıfa bağlayan volan kayışlarıdır.” tespiti siyasi mücadeleyi hedeflemeyen demokratik kitle örgütlerinin burjuva düzen örgütleri olacağının en güzel ifadesidir.
Burjuvazi ve her türlü gericilik kendi düzenlerinin propagandasını yapmak, kendi amaçlarım gerçekleştirmek için kitle örgütlerine gereksinim duyarlar. Kadın kolları, gençlik kollan v.b. örgütlenmeleri bunlara örnektir. Bu örgütlenmeleri kendi düzenlerinin “hareket ettirici kayışları” (!) olarak düşünürler. Bunlarla yetinmez, işçi ve emekçilere ihanet eden yandaşlarının yardımına ihtiyaç duyarlar.
Bu arada burjuvaların, reformist ve revizyonistlerin demokratik kitle örgütü anlayışlarından alıntılarla konuyu biraz daha açmak yararlı olacaktır.
Burjuvazi; demokratik kitle örgütlerini kendi düzenini yıkacak bir anlayışa ulaştırmamak için çırpınırken revizyonist İspanyol Marcalino Comacha “Deneylerimiz gösteriyor ki sendikaları aktarma kayışları gibi görmek bölünmelere neden oluyor” diyerek, kitlelerin devrime kanalize edilmesi yerine burjuva düzeni korumak için kitleselleşmeyi önererek yandaşlarına yardıma koşuyor. Demokratik kitle örgütlerinin baskı unsuru olarak üyelerinin haklarını söke söke almasını “karşı ağırlık koyma” derecesine indiren İtalyan revizyonistleri, “Reformlar için eylem, emekçilerin, toplumun gelişmesini denetleyebilmesi için ve dolayısıyla sınıflar arasındaki kuvvet dengesini bozması için gitgide daha büyük olanaklar elde etmeye yönelik kavga stratejisi” tespitlerini siyasi mücadele diye sunarak burjuva devletin ayrılmaz bir parçası olduklarını ne güzel ifade ediyorlar. Bir alıntı da Türkiye’den vererek konuyu renklendirmek gerekirse, Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol, “Öğretmenlerimizin haklarını sonuna kadar savunacağım. Yeter ki politika yapmayın.” (Milliyet, 16 Haziran 1989) diyerek demokratik kitle örgütlerinin ekonomik mücadele yapmasını, siyasi mücadele yapmamasını öneriyor.
Bu bölümü bitirirken demokrasi mücadelesi, siyasi mücadeledir saptaması yararlı olacaktır.
Demokratik Kitle Örgütlerinin Mücadele Platformu ve Mücadele Yöntemleri
Konuyu işlemeye çalışırken sürekli olarak burjuvazinin demokratik kitle örgütlerinin yasal sınırlar içerisinde kalmasını ve ekonomik talepler için mücadele etmesi için örgütlenme istediğini göstermeye çalıştık.
Demokratik kitle örgütlerinin amaçlarını gerçekleştirmek için kendilerini yasal şuurlar içine hapsetmekten meşru zeminde mücadele etmeleri zorunluluktur. Çünkü burjuvazi ve gericilik o yasaları kendi düzenini korumak için kendisi koymuştur. Kitlelerin çıkarları o yasal sınırların dışındadır.
Örnek olarak; öğretmenlerin şu anda greve gitmeleri yasal değildir. Ama böyle bir eylem gerçekleşebilse, kamuoyunda pekâlâ meşru olacak ve destek bulacaktır. Bu ise burjuvaziye yasal düzenlemeleri dayatacaktır. Ayrıca bu yasa-dışıcılık kitleye zarar veremeyecek, çünkü meşruluk yasallaşacaktır.
EĞİT-DER’in Yapması Gereken Çalışmalar
Eğit-Der emekçi öğretmen örgütü olduğundan özgül anlamda eyleminin amacı eğitim ve öğretim olacaktır. Nasıl bir eğitim, neden ve niçin böyle bir eğitim? sorusuna yanıt getirebilecek bir çalışma yapmak zorundadır.
Sosyalizm perspektifiyle ulusal çıkarları düşünen, ulusal haklan savunan, demokratikleşme sürecine ivme kazandıran, halkın istemlerine yanıt verip çözen bir eğitim nasıl olmalı? Böyle bir eğitim ve öğretimin programı nasıl olmalıdır? Bu ayrı bir yazının konusudur. Ancak bunu amaçlayan bir örgüt şu ilkeleri hayata geçirmek için çalışmalıdır:
a) Sosyalizm perspektifiyle ulusal ve demokratik eğitim programının hazırlanmasında demokratik öğretmen örgütü tek ve yetkili kuruluş olmalıdır.
b) Ders kitaplarının hazırlanmasında demokratik öğretmen örgütü tek ve yetkili kuruluş olmalıdır.
c) öğretmen yetiştiren kurumların oluşumunda, öğretmenin yetiştirilmesinde tek söz sahibi demokratik öğretmen örgütü olmalıdır.
d) öğretmenlerin cezalandırılması, ödüllendirilmesinde yetki ve sorumluluk demokratik öğretmen örgütüne verilmelidir.
e) Eğitim ve öğretimle ilgili tüm devlet kurumlarının yönetiminde yer alacak kişiler demokratik öğretmen örgütü tarafından seçilmeli ve denetlenmelidir. Anında seçme ve azletme, demokratik öğretmen örgütü tarafından yapılmalıdır.
Bu ve benzeri istekler daha da çoğaltılabilir.
Öğretmen örgütü kendi içinde tartışan, sorunlara belirlenen platformda çözüm üreten, kitleselliği kanalize eden, yine belirlenen platformda grupçuluğa düşmeyen bir örgüt olmak zorundadır.
Grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı böyle bir platformda alınacaktır. Düdük çaldığında paydos etmeyecek bir öğretmen hareketi yaratmak için özverili ve inatçı bir mücadele gerekmektedir.
Yurdumuzda öğretmen hareketinin tarihi gelişimi ve potansiyeli böyle bir mücadeleyi üstlenecek durumdadır. Yeter ki bu konuda araştırmaya ve her konumda fikir üretmeye devam edelim.
“ÖZGÜRLÜK…
Diyerek başlamak istiyorum mektubuma, sanırım yanlış yapmıyorum. Çünkü ayrım yapmaya hiç mi hiç gerek yok. Çünkü savunduğumuz felsefe bunu gerektiriyor. Şimdi bu mektup da nereden çıktı diye kendinize sorabilirsiniz, ama kesinlikle şunu söyleyeyim ki, ne MİT’çiyim, ne ihbarcı… Yalnızca Anadolu’nun yoz bir kasabası olan Çorum’un bir kasabasında yönetim yanlılarına karşı savaşım veren bir devrimciyim.
Yıllar sonra kasabaya kültürel yayınlar eski bir arkadaşın açtığı gazete bayii sayesinde ulaşabildi. İşte, geçen günlerde onun yanına gittiğimde dergileri karıştırırken ÖZGÜRLÜK dikkatimi çekti ve arkadaştan okumak için istedim ve bir daha da geriye götürmedim. Bundan böyle, bu yayım aylık olarak sürekli almayı planlamıştım. Dergideki resimler çok etkileyici. Tam proleter bir felsefeyi simgeliyor. Kısacası söylemek gerekirse, dergiyi çok beğendim ve bundan böyle sürekli alacağım.
ÖZGÜRLÜK; sizden şunu talep ediyorum. Acaba bundan sonra okur düşüncelerine de yer verebilir misiniz? Bu konu ile ilgili bir yaprak ayırsanız yeter sanıyorum. Bunu talep etmemdeki amaç ise, felsefemiz gereği sürekli düşünmemiz dolayısı ile kapitalizmin alternatifi olduğumuzu her an gündemde tutmamız ve felsefeyi Anadolu’nun ücra köşelerinden bir yer olan kasabamıza kadar sokabilmemiz için böyle bir yöntem öneriyorum. Bilmiyorum nasıl karşılarsınız, ama yöremiz bir maden, dolayısı ile işçi yöresi olduğu için böyle girişimlerin iyi sonuçlar vereceğini sanıyorum. İşçi 80’den sonra o kadar ezildiği halde bunu anlayabilmesi ve pratik bazı girişimlerde bulunabilmesi için 9 yıl gibi uzun sayılabilecek bir zaman geçti.
1980’den sonra yetiştirilen gençlik resmen boş. Dolayısı ile bu beyinlerin kazanımı için bizlere çok büyük görevler düşüyor, önceki hatalara düşmeden bu görevi eksiksiz yerine getirelim.”
Değerli Özgürlük Dünyası Emekçileri
Bizler Ankara ve Gazi Üniversitesi’nden devrimci gençleriz. Derginizi ilk sayılarından beri takip ediyoruz. Olaylara bakış açınız, tahlilleriniz ve çıkarımlarınızın M-L doğrultuda olduğu kanısındayız. Ancak çok güncel bir olay olduğu kanısına vardığımız ve bir o kadar da önemli olan Bulgaristan’daki Türkler konusunda derginizde hiçbir yazı yayımlanmamıştır. Arnavutluk dışındaki sosyalist (!) ülkelere nasıl baktığınızı biliyoruz. Fakat kamuoyunda sosyalist bir ülke olarak kabul edilen Bulgaristan’daki şovenist olaylar karşısında devrimci tavrın net olarak ne olması gerektiğini bilmiyoruz. Eminiz ki bu konuda diğer devrimci gençlerin de doyurucu bir bilgiye ihtiyaçları vardır.
Eğer gelecek sayılarınızda bu konuya geniş yer verir, açıklamalarda bulunursanız, çok sevineceğiz.
İlk sayısından itibaren özgürlük Dünyası üzerindeki anti-demokratik baskıları devrimci gençler olarak şiddetle kınıyor, derginize mücadelesinde basanlar diliyoruz.
Devrimci dostluk ve selamlarımızla.
Ankara ve Gazi Üniversitesi’nden Bir Grup Devrimci öğrenci
OKURLARIMIZA
Çeşitli nedenlerle yer değiştiren bazı okurlarımıza dergi gönderdiğimiz halde ellerine geçmemektedir. Bu durumda olan okurlarımızın (özellikle cezaevlerinde bulunanların) bizi yeniden bilgilendirmelerini rica ediyoruz.
İnsan Hakları Derneği
Diyarbakır Şubesi İnönü Caddesi Kahraman İş Hanı Kat 4 No.30 Diyarbakır
Sayın Özgürlük Dünyası
Şubemiz Yönetim Kurulu’nun 10.6.1989 günlü karan ile “Günümüz cezaevi koşulları, bu koşullardaki yaşam ve bu yaşamın insan onuruna yönelik sonuçlarını irdeleyen, açıklayan ve yaşanmış cezaevi öykülerini toparlayabilmek, değerlendirebilmek amacıyla bir “Cezaevi Öyküleri” yarışması düzenlenmesine karar verilmiştir.
Yarışmanın beklenen sonuca ulaşabilmesi için katkılarınızı bekliyoruz.
Saygılarımızla Kültür-Sanat Komisyonu adına Erkan KARAGÖZ
CEZAEVİ ÖYKÜLERİ YARIŞMASI KATILIM KOŞULLARI:
1. Öyküler en fazla 5 sayfa olacaktır.
2. Öykülerde satır araları 2 aralıklı olacaktır.
3. Öyküler gerçek yaşamdan alınmış ve bu yaşamı yansıtır nitelikte olmalıdır.
4. Katılacak eserlerde aranacak “tema” ‘İnsan Onuru ve Cezaevi Yaşamı’dır.
5. Öyküler üç nüsha olarak gönderilmelidir.
6. Yarışmaya birden fazla öyküyle katılınabilir.
7. Son katılım tarihi 16 Ağustos 1989’dur.
8. Yarışmaya katılacak ürünler belirlenecek jüri tarafından değerlendirilecek, değerlendirme sonucunda derece alan yarışmacılar ödüllendirilecektir.
9. Yarışmaya katılan ve dereceye giren ve girmeyen öyküler geri gönderilmeyecektir.
10. Gönderilen tüm ürünlerin telif hakkı derneğimize aittir.
11. Yarışma sonuçları 15 Eylül 1989 tarihinde açıklanacaktır.
12. Yarışmacılar öykülerini ve kısa özgeçmişlerini içeren bilgileri “İHD Diyarbakır Şubesi İnönü Cad. Kahraman İş Hanı 4/30” adresine elden veya iadeli taahhütlü olarak gönderebilirler.
Çağrı: Haydi Uluslararası Gençlik Kampına!
11. Uluslar arası, Anti-faşist ve Anti-emperyalist Gençlik Kampı
3-13 Ağustos 1989 – Ekvator
Geleneksel olarak düzenlenmekte olan Uluslararası Anti-Faşist, Anti-Emperyalist Gençlik Kampı, bu yıl 3-13 Ağustos tarihleri arasında Ekvator’da yapılacaktır.
Kolombiya, İspanya, Meksika ve Ekvator’dan devrimci gençlik örgütlerinin organizesini üstlendiği kampta çeşitli siyasal toplantıların yanı sıra, gençliğin sorunları üzerine tartışmalar yapılacak, ayrıca çeşitli sportif, kültürel etkinlikler de sergilenecektir.
Dünyâ halklarını tümüyle ilgilendiren temel sorunların yanı sıra, Latin Amerika ülkelerindeki baskı, sömürü ve direnişler, emperyalizm ve sömürgecilik vb. konularında siyasal içerikli toplantılar ve seminerler düzenlenecektik.
Dünya gençliğinin uluslararası devrimci dayanışması ve kardeşliğinin simgesi haline gelen Gençlik Kampı’na, tüm dünya ülkelerinden komünist, devrimci, anti-faşist, anti-emperyalist gençlik kuruluşları çağrılıyor ve katılmaları bekleniyor.
Temmuz 1989