Bulgaristan’dan Zorla Göçe Tâbi Tutulan Türkler Konusunda Türk Hükümeti ve Devletinin Aldığı Tavır Işığında Kürt Meselesi Zorunlu Göç: Şovenizmin Şahlanması ya da Faşizm

Esasında Bulgaristan’ın Türk azınlığa yaptıklarını eleştirmek bile gereksiz hale gelmiş durumda. Bu eleştiriyi, zavallı seviyesizliğiyle Özal bile çok başarılı bir şekilde yapıyor. Bir politikacıyı, hele bu politikacı sosyalizm adına hareket ettiğini söylüyorsa eleştirmek, hem de başarılı bir şekilde eleştirmek bu kadar kolaylaşmışsa ve eleştirmen de son derece vülger bir eleştirmense düşündürücü olmalı. Şimdiye kadar hiçbir burjuva politikacı, bırakalım sosyalist sistemi ya da sosyalist düşünceyi savunan birilerini, Marksist düşüncenin bir deformasyonu olan revizyonizmi bile başarılı bir şekilde eleştirememiştir. Jivkov’un ya da Bulgaristan’ın Türkler konusundaki politikalarının en pespaye burjuva çevreler tarafından kolaylıkla yerden yere vurulabilmesinin bir nedeni olmalı. En önemli neden, uygulanan politikanın su götürmez bir şekilde haksız ve yanlış olmasıdır kuşkusuz.
Bulgaristan rejiminin Türklere karşı politikasının anti-sosyalist olması bir yana, burjuva anlamda bile iler tutar bir tarafı yoktur. Bu bakımdan bu politikayı yalnızca haksız ya da yanlış olarak tanımlamak da yetersiz olur. Haksızlığı çok açık. Bu politikayı yalnızca yanlışlığı yanıyla açıklamaya kalkmak ise en azından sosyalist bir rejimin Bulgaristan’da var olduğunun zımni olarak kabulü anlamım taşıyacağı için düpedüz sosyalizme haksızlık edilmiş olur.
Çünkü bu politika yalnızca sosyalizmin bakış açısıyla burjuvaca ve faşistçe olarak değerlendirilmekle kalmaz, burjuva anlamda bile yanlış bulunur. Ve çağımızda hiçbir burjuva rejim, eğer ulusal dar görüşçü önyargılar, şovenizm ve buna benzer nedenlerle gözü kararmamışsa, bugün Jivkov ve Bulgaristan rejiminin başvurduğu şoven ve faşist diye adlandırılmaya hak kazanmış yöntemlere başvurmaz, nispeten daha yumuşak, en azından göçe tâbi tutulan halka daha az acı verebilecek, onları kendisine karşı daha az küstürebilecek yöntemlere başvurur. Ne var ki, gözü dönmüşçesine hayata geçirilen uygulamalar, Bulgar rejiminin böyle bir kaygısı olmadığım ya da iç tutarlılık gereğini dahi duymadığım gösteriyor.
Bugünkü göçün gönüllü olduğu -bir an için- kabul edilse bile yaşananlar, bir devlet ve onun rejimi için tam anlamıyla bir yüz karasıdır, bir fiyaskodur. Bir devlet, yurt dışına çıkıştan serbest bırakacak ve arkasından bir azınlık milliyet, on binlerce grupluk kafileler halinde arkasında kovalayanlar varmışçasına o ülkeyi bir daha dönmemek üzere terk edecek! Sonra da terk edilen bu ülke sosyalist olacak! Buna kargalar ve bir de hinoğlu hinlikleri yüzünden sosyalizmin böyle bir baskı rejimi olduğunun sanılmasından yararı olan gerici burjuva çevreler kıs kıs güler.
Ve Türkiye, sırtında Kürtler, diğer azınlık milliyetler ve koyu anti-demokratik rejiminden oluşma koca kamburuyla Bulgaristan ve onun milliyetler konusundaki tutumu karşısında haklı ve mağdur görünebilmeyi başardı.
Önce Adlar Değişti…
Ulusal baskının azı ile çoğu arasında çoğunlukla bir fark yoktur. Bazen daha ağır koşullarda yaşayan uluslar için çok hafif gelen bir baskı türü bir başka ulus ya da azınlık için en şiddetli tepkinin nedeni olan bir anlam kazanır. Bazen mezhep farklılığı, bazen özerklik ya da bağımsız devlet kurma talebi, bazen kendi ulusları adına para basamama, bazen kendi dillerinin ikinci resmi dil olmasına duyulan bir tepki ya da tüm bunlara benzer nedenler ulusal başkaldırının ve direnişin zeminini oluştururlar. Son tahlilde ulusal bakımdan var olup olamama sorunu haline gelir ulusal sorun.
Kuşkusuz Bulgaristan’da olan şeyler bunlar değil. Türk azınlığın ne özerklik talebi vardır, ne de bundan daha ileri bir talebi. Ortaya çıkan tepki de bunların verilmeyişinden kaynaklanmıyor. Yalnızca eritilmeye ve yok sayılmaya çalışılan birtakım ulusal özellikleri koruma çabasıdır, söz konusu olan.
Önce Türk okullarının kapatılması ve Bulgar okullarıyla birleştirilmesiyle başlayan uygulamalar, Türkçe konuşmanın yasaklanmasına ve zorunlu olarak Türk adlarının değiştirilmesine, oradan da Bulgaristan’da Türk olmadığının iddia edilmesine vardı. Bulgaristan’da varolanlar Türk değil Osmanlılar döneminde Müslümanlaştırılmış Bulgarlardı! O takdirde sosyalist (!) Bulgar yöneticilerine yapacak tek iş kalıyordu: yanlışlıkla Müslümanlaştırılmış bu azınlığı kendi asıllarına döndürmek… Ve Bulgar yöneticiler bu kutsal(?) aslına döndürme çabasına giriştiler. Sonuç ortada: önceki iddialar toplumsal gerçeklik tarafından yüz kızartıcı bir fiyasko ile iflas edince, sıra aslına (!) dönmemekte ısrar eden Türk azınlıkla, daha değişik nedenlerle onların hamisi kesilen Türk hükümetini cezalandırmaya geldi. Bunun için, bırakalım sosyalizmi, uluslararası anlaşmalarla karara bağlanmış teamüller, insan hak ve özgürlükleri ayaklar altına alınarak zorunlu göç başlatıldı. Bir anda on-binlerce göçmen Kapıkule sınırlarım doldurdu.
Kuşkusuz bu zamana kadar Türk Hükümeti de boş durmamıştı. O da çeşitli casusluk faaliyetleriyle ve Türkleri kullanarak karışıklık yaratmaya, Bulgar yönetimini kıskaca almaya çalışmıştı. Soğuk savaşın sürmesinden yarar uman, soğuk savaşı, başta ABD olmak üzere NATO ülkelerinden askerî yardım almak için kullanmaya çalışan Türkiye, Bulgaristan’daki Türk azınlığı bu amaçla kullandı. Kışkırtmalar yaptı. Sürekli olarak, önünü ardını düşünmeden Türklerin tümünü kabul edebileceği propagandasını yaptı.
Bugün yaşanan dram, asimilasyonda başarısız kalan Bulgar rejiminin, Türk hükümetinin, zor durumunu da göz önünde bulundurarak, restini görmesinden ibarettir. Türkiye’nin anti-demokratik bir ülke olması, Kürtlere karşı Bulgaristan’ın Türk azınlığa karşı uyguladığından daha azgın bir asimilasyon politikası gütmesi, mevcut hükümetin yerel seçim yenilgisinden dolayı zayıf bir konumda bulunuyor olması ve ani bir zorunlu göçe hazırlıksız yakalanması gibi avantajları kullanmaya çalışan modern revizyonist Bulgar yönetimi, hiçbir insan hak ve özgürlüğü kuralı gözetmemekte, hiçbir konuda iç tutarlılığa gereksinim duymamaktadır. Konuştukları -ve konuşmak istedikleri- dile, ruhsal şekillenişlerine bakmaksızın, sırf kendince uydurduğu nedenlerle “Türk değil!” dediği insanları yüzü kızarmadan Türkiye’ye yollayabiliyor. Hem de hiç bir insani ve uluslararası anlaşmayla taahhüt edilen yükümlülüğe uyma gereği duymadan… Perişan edilen on binler… Ayaklar altına alınan insan hakları… Ve gerici sosyal-şoven bir rejim tarafından uygulanmasına karşın faturası sosyalizme çıkarılan bir insanlık dramı…
Madalyonun Diğer Yüzü: Tencere Dibin Kara… Ya da Türkiye’de Kürtler
Türkiye’de Türkler dışında kalan millet ve milliyetlere karşı izlenen faşist eritme ve baskı politikası Bulgaristan’dakine rahmet okutacak cinstendir.
Toplumsal altüst oluşların belki de en iyi yanı kimin gerçekte ne söylediğini, söylediklerinin altında aslında neyin yattığım çok açık bir şekilde ortaya koymasıdır. Böyle anlarda çeşitli sınıfların sözcüleri, zorunlu “sınıfsal konsensüs” gereği olarak üstü örtülü bir biçimde dile getirdikleri gerçek düşünce ve eğilimlerini, olayların da zorlamasıyla en açık ve yalın biçimde dile getirirler. Bir an gelir o ölçü de kaybolur, pragmatist özelliklerine göre şu ya da bu gerçeği, önünü ardını düşünmeden, önceden söylediklerini yalanlayacaklarını akıllarına getirmeden kullanırlar. Bulgaristan’daki Türklerin hakları ve çıkarları Türkiye gündemini işgal etmeye başladığında da böyle oldu. Egemen sınıf temsilcilerinin çoğu, Bulgaristan Türkleri konusunda söylediklerinin ve eleştirdiklerinin daha çoğunu Türkiye’de kendilerinin Kürtlere uyguladıklarım, ihtimal, akıllarına bile geriniliyorlardı. Ya da şoven ve ırkçı eğitim gözlerim öylesine kör etmişti ki durumun benzerliğini göremiyorlardı. Aslında ve elbette ikisi de değil. İki yüzlülük burjuvazi ve gericiliğin mayasında vardır. Bulgaristan’da Türk azınlığa reva görülmeyen, Türkiye’deki 12 milyon Kürd’e pekâlâ görülebilir! Ayrıca hem baskı yapıldığı ve hem de Türkiye’de farklı bir etnik grubun yani 12 milyon nüfusuyla Kürtlerin varlığı inkâr edilebilir. Bunda da burjuvazi açısından herhangi bir çelişme ya da terslik yoktur! Nitekim Türk yetkililer Avrupalı parlamenterlerce bu konuda sıkıştırdıklarında ve özellikle bu çifte standartlılık hatırlatıldığında verdikleri yanıt genellikle “bu ayrı bir sorun, Bulgaristan’daki sorunla aynılaştırılamaz. Ayrıca Türkiye’de demokrasi vardır…” oluyor.
Oysa bir yandan devrimci hareket, bir yandan Avrupa kamuoyu ve en önemlisi de “adının söylenmesi bile yasaklanmış ülke”de süren ulusal kurtuluş savaşının baskısı sonucu, politikacıların önemli bir kısmı, dededen kalma faşist yöntemlerle Kürt sorununun çözümlenemeyeceğini görünce dil değiştirmek zorunluluğunu duyuyorlar, örneğin Ecevit, yeni aklına gelmiş gibi, Bayrampaşa’da yapılan mitingle “Kürtlerin dili ve kültürüne yasak koyarak Bulgar Türkleri sorununa doğru dürüst bir çözüm getirilemez” deme noktasına geliyor. Aynı şeyleri Demire! ve İnönü de değişik biçimlerde ve değişik platformlarda dile getiriyorlar. Ancak hiçbirinde burjuva anlamda bile dürüstlük yok ve hepsi de gerçeğin çevresinde dolanıp işin aslından bilinçli
Olarak uzak duruyorlar. Çünkü hiçbir zaman -Kürtler bağımsız bir güç olarak tarih sahnesinde zorla kendilerini kabul ettirmedikçe-Türk egemen sınıfları ve onların siyasal temsilcileri Kürtler üzerindeki ulusal imtiyazlarından gönüllü olarak vazgeçmeyeceklerdir. Dolayısıyla o zamana kadar bu konuda egemen sınıf temsilcilerinin yapacağı ve söyleyeceği şeyler, aldatma ve demagojiden öte bir anlama gelmeyecektir.

(Gerçi bugün Türkiye’de Kürtçe konuşanların varlığı artık hiç kimse tarafından inkâr edilemiyor, İstisnasız herkes bu olguyu kabul ediyor. Ancak çoğunluk, yine de, ya bunların Türk olduğunda (Bulgar yöneticilerin azınlık Türkler konusundaki Müslümanlaştırılmış Bulgar iddiasının bir benzeri) ısrarlı ya da herhangi bir baskıya maruz bulunmadıklarında… Kürtçe konuşanların sayısı da inkâr edilen gerçeklerden birisi. Sayımlar konusunda dönem dönem hayata geçen farklı anlayışlar bu konuda fikir verebiliyor. 1965 nüfus sayamında nasıl olmuşsa Türkiye’de yaşayanların konuştukları diller de sorulmuş. Bu nüfus sayımında Kürtler, Kurmançlar ve Zazalar olarak bölümlendirilerek sorulmuş, sonuçla, Kürtçe konuşanların sayısı global 2.5 milyon tespit edilmiş. 1965 sayımından sonra bu tür bir bölümlendirmeden vazgeçilmiş, Kürtlere ilişkin sorular daha çetrefil, anlaşılmaz ve başka sorularla karışık bir biçimde sorulmaya başlamış, “Türkçeden başka dil konuşan Müslüman gruplar” gibi… Ya da soru sorulan kişilerin una dillerini ikinci plana düşürmek ve önemsizleştirmek için “Türkçe dışında konuştuğunuz ikinci dil nedir?” biçiminde sorular sorma yoluna gidilmiş. 1965 sayım sonuçları bir yana bırakılırsa, bundan sonraki sayımların DİE (Devlet İstatistik Enstitüsü) tarafından yayınlanan sonuçlarında Türkiye ‘de Türkçe dışında bir dil konuşanların sayısı Kürtçe, Arapça, Lazca, Çerkezce biçiminde bölümlendirilmemiş. Milliyetler sorununun Türkiye gündemini işgal etmesine ve diktatörlüğü rahatsız etmesine bağlı olarak milliyetlerin varlığı muğlâk bir biçimde ifade edilmeye başlanmış: Türkçe dışında dil konuşan Müslüman gruplar vb. gibi… Bu bakımdan, örnek olması açısından, 1965 sayımının DİE tarafından yayınlanan dökümünün 165. sayfasındaki dillerle ilgili bölümün fotokopisini yayınlıyoruz. Genel Nüfus Sayımı, Nüfusun Sosyal ve Ekonomik Nitelikleri. DİE, yayın no: 568, Ankara, 1969.)

18. Nüfusun ana dil ve en iyi konuşulan ikinci dile göre dağılımı
Türkiye toplamı

Ana             En iyi konuşulan
Diller            İkinci Dil
Türkçe        Kürtçe
Genel Topl.        31391421    28312788    1752858
Türkçe            28289680    26925649    410175

İslam Azın. Dil.           
Abazaca        4563        4070        16
Acemce        948        564        16
Arapça            365340    164971    9718
Arnavutça        12832        10660        5
Boşnakça        17627        15061        12
Çerkezce        58339        51777        9
Gürcüce        34330        30098        1
Kürtçe            2219502    888152    1323690
Kırmanca        45        29        6
Kırdaşça        42        33        –
Lazca            26007        21998        2
Pomakça        23138        19340        1
Zazaca        150644    51925        6328

Kürtlerin Adları Değiştirilirken ve Bu Olağan Bir Uygulama Haline Gelmişken Bulgaristan’daki Türklerin Adları Değiştiriliyor Diye Yaygara Koparanların Samimiyetine İnanılabilir mi?
Her şeyden önce bugün Türkiye adı verilen toprak üzerinde Kürtlerin yaşadığı yörenin gerçek adının anılması yasak! Bir ülke ve halk düşünülsün, ama o toprakların adı söylenemesin… Yasak buradan itibaren başlıyor. Kişi ve şehir adlan bir yana, ülkenin adı anılamıyor! Bu yüzden adı, Türkiye’de, “Adı Yasak Ülke” olmuş…
Bu değişiklik ya da yasaklamanın önce ya da şimdi olmasının hiçbir önemi yok, şu an da yasak çünkü. Hiçbir dergi ya da yayın organı toplatılmayı göze almadan gerçek adını anamıyor. Hiçbir kişinin, aleni olarak, TCK’nın 125. maddesinden cezalandırılmayı göze almadan bu adı yüksek sesle söylemesi olanaklı değil… Oysa Türkiye dışındaki tüm dünya ülkeleri bu toprakları Kürdistan diye anıyor. Böylesi bir ortamda Türkiye, Bulgaristan’da adları zorla değiştirilen Türklerin koruyucusu kesiliyor. Ve bu çelişki olağan karşılanıyor, pişkinlikle yapılıyor.
“Adı Yasak Ülke”nin bugün adı değiştirilmemiş tek bir köyü bile kalmamıştır denebilir. Bu değiştirmelerden nasibini alanlar yalnızca köyler değil elbette, örneğin Tunceli adı Dersim’in yerini alalı ne kadar oldu ki?! Çok değil, yirmi yıl kadar önce Tunceli’yi Dersim diye anmak bölücülükle suçlanmak ve kovuşturmaya uğramak için yeterliydi.
1982’de İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan KÖYLERİMİZ adlı kitaba şöyle bir bakmak bile ad değişiklikleri konusunda Türk hükümetleri ve devletinin Bulgarlara rahmet okutacak kadar ileri gittiklerini anlamaya yardımcı olabilir. Böylece ortaya çıkıyor ki 1970’Iere kadar “Adı Yasak Ülke”nin hemen hemen bütün köylerinin adı değiştirilmiştir. Bu değişiklikten, adları Türkçe olup da Türkçe olduğundan kuşkulanılan köyler de nasibini almış. Örnek: Özün. Yeni adı: Gümüşören-Siirt, Öznü: Yeni adı: Beypınarı-Erzurum, Şaman: Yeni adı: Taşlıyayla-Muş, Şaman: Yeni adı: Uzgören-Urfa vb. gibi… Tabii bu arada adı Ermenice, Arapça, Rumca ya da bir başka dilden olan köylerin -eğer unutulmamışsa- adlarının değiştirildiğini söylemeye bile gerek yok. Adları değiştirilen köylerin çok kısa bir listesini aşağıya alıyoruz:

Eski adı:         Yeni adı:         İli:
Hallaçengezor        Güneytepe        Bitlis
Hırbakalaç        Anıttepe        Mardin
Halaç            Hallaç            Ağrı
Hazara            Karakoyun        Van
Hazara            Kırçalı            Van
Hazar            Plajköy            Elazığ
Hazeri            Anıl            Tunceli (Dersim)
Abdalan        Kaygısız        Diyarbakır
Ablalan        Sırmalıoya        Bingöl
Bahşiş            Altınokak        Urfa
D’oli            Dualı            Urfa
Atşana            Susuz            Urfa
Arga            Bozpınar        Adıyaman
Baytorun        İkizler            Siirt
Döğernan        Alıncık            Bingöl
Kürteymir        Değirmenağzı        Sivas
Kacaran        Dayılar            Tunceli (Dersim)
Kürtlerkayı        Karaçavuş        Amasya
Mirek            Ermişler        Van
Sarik            Yuva            Van
Çineri            Yolveren        Siirt
Çinezur        Çağdaş        Diyarbakır
Kazer            Ballıbostan        Ağrı
Kürman         Yelesen        Bingöl
Suvar             Yalnızçamlar        Bitlis
Mirzecan         Taşbasamak        Ağrı
Bacin            Güven            Mardin
Rucumbuharra     Onortak        Urfa
Erbil            Koşuyolu        Mardin
Xanikaharzem        Eroğlu            Mardin
Hiva            Bahçeköy        Ağrı
Hive            Derindere        Kars
Hive            Erdal            Ağrı
Birçiyan        Görçe            Adıyaman
Kelek            Yücebağ        Mardin
Kotanan        Çiçekli            Muş

Bu kadar örnek yeter. Dileyen yukarıda adı geçen kitaptan ad değişikliklerinin tümünü izleyebilir. Özellikle “Adı Yasak Ülke”nin değiştirilen köy adlarının büyük çoğunluğunun Kürtçe mutlaka bir anlamı olduğunu görebilir.
Değiştirilen kişi adlarına gelince… Bu saçma dram her gün yaşanıyor, mahkemelere intikal etmiş ve mahkeme kararlarıyla sonuçlandırılmış yığınla ad değiştirme örnekleri var, bunlar her günkü basın organlarından izlenebiliyor.
Hal böyleyken hükümetin, muhalefet partilerinin ve Kürt sorununa aynı hassasiyeti göstermeyen herkesin, Bulgar Türkleri konusunda bağırıp çağırmalarının altında en azından bir samimiyetsizlik, çifte standartlılık ya da ulusal dar görüşlülük ve şovenizm görmemek mümkün mü? Azınlık Türkler, Bulgarlar ya da Yunanlılar tarafından baskıya maruz bırakıldığında ortalık birbirine katılacak ama söz konusu baskının onlarca misli Kürtlere yıllardan beridir uygulandığı ve hâlâ uygulanmakta olduğu hatırlatılınca koyu bir sessizlik ya da “Bu ayrı bir sorun” demek samimiyetsizliğin, ikiyüzlülüğün tâ kendisi değil mi?
Kürt Göçmenler Üvey Evlat
Bugün Kürt göçmenler etrafı tel örgülerle kaplı kamplarda ikâmet etmek zorundalar. Bulgaristan’dan gelen göçmenlere her türden kolaylık sağlanır, işe yerleştirilmeye çalışılırken, Kürtler hiçbir biçimde bulundukları kampları terk edemiyorlar.
Kuşkusuz Türk göçmenlere gösterilen ihtimam yerindedir. Bulgaristan’daki baskıdan kaçarak Türkiye’ye sığınmış insanlara yardım eli uzatmak, onları iş güç sahibi yapmak, barınma olanakları yaratmak insani zorunluluklar bir yanda dursun, bir görevdir. Ne var ki hükümetin bu konudaki tutumu insani olmaktan çok, kendi ulusundan olanları kayırmak biçimindedir. Esasında, hükümet ve devlet bu tutumuyla, Kürtlerin de Türk olduğu yolundaki iddiasının bir aldatmaca ve ikiyüzlülük olduğunu açığa vurmuş olmaktadır. Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelenler, giriş yaptıkları andan itibaren serbestçe gezebilir ve istedikleri yere gidebilirken, Irak’tan gelen Kürt göçmenler Türkiye’deki akrabalarım ziyaret dahi edememektedirler. Ziyaret için bulundukları kampları terk etmek bir yanda dursun, Türkiye’deki yakınları ile bile görüştürülmemektedirler. Görüşmek isteyen çeşitli heyetler bile akıl almaz bürokratik engelleri aştıktan sonra görüşme olanağı bulabiliyor.
Tüm Göçmenlere Sahip Çıkılmalıdır
Marksist-Leninistler sosyal-şoven Bulgar rejiminin Türk azınlık üzerindeki baskısına karşı mücadele etmeli, ulusal sorunda yerlerinin ezilen Türk milliyetinin yanında olduğunu göstermelidirler. Aynı şekilde Türkiye’ye göç etmek zorunda bırakılan göçmenlere yardımcı olmalı, Türk egemen sınıflarının ikiyüzlülüğü ve en önemlisi Bulgar rejiminin bu baskı ve asimilasyon uygulamasının, sosyalist olmalarından değil, olmamalarından; sosyalizm yolunu yıllarca önceden terk etmiş olmalarından kaynaklandığı, bugün Bulgar rejimi ile Türk rejimi arasında özünde hiçbir fark kalmadığı ve zaten ikisinin de aynı şeyi farklı milliyetler üzerinde hayata geçirdikleri yorulmadan anlatılmalıdır.
Bu noktada unutulmaması gereken bir şey var, o da şu: Bulgaristan’dan göçe zorlanan bu insanlar, yerini, yurdunu, kısacası tüm varlığım yitirmiş küskünlerdir. Burjuvazi, bu insanların, içinde bulunduğu zor durumdan yararlanmaya çalışacak, onları karşı devrimci amaçlan için kullanmaya çalışacaktır. Bu amaçlar içinde, göçmenlerin yedek bir işsizler ordusu olarak çalışan işçi kitleleri üzerinde baskı unsuru olarak kullanılması, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur sloganı aracılığıyla şovenizmin şahlandırılarak diğer sınıfsal ya da ulusal sorunların örtbas edilmeye çalışılması gibi olasılıklar vardır. Bu ve göçmenlerin ruh hali göz önünde bulundurularak onlara anlayışla yaklaşılmalı, burjuvazinin göçmenler üzerindeki çok yönlü planları konusunda aydınlatılmalıdırlar.
Öte yandan, bu insanların büyük çoğunluğu başlarına gelenlerin sosyalizmden kaynaklandığını düşünmekte, en azından böyle düşünmek için propaganda bombardımanına maruz bırakılmaktadırlar. Göçmenlerin büyük çoğunluğu için başlarına gelenler, ya sosyalizmin kötülüğünden ya da Dimitrov’dan sonra işbaşına gelen kötü yöneticilerden kaynaklanmaktadır. Bu her iki yanlış çıkarsama ayrıntılı bir şekilde anlatılmalı, baskı ve asimilasyon politikasında kötü yöneticilerin rolü olmakla birlikte sorunun bundan ibaret olmadığı, baskıların, Bulgaristan’da gerçekleşen sistem değişikliğinden itibaren başladığı ve geliştiği ve bugüne gelindiği, sosyalizminse hiçbir biçimde ulusal baskı ile bir arada bulunamayacağı, bir ülkede ulusal baskı varsa, orada sosyalizmin bulunmadığı anlatılmalıdır.
Bir başka gerçek de şu: Türkiye bugün, ulusal herhangi konuda ne türden olursa olsun bir tavır aldığında, Kürtler konusunda bir batağa batmaktadır. Artık “dün dündür, bugün de bugün” ya da “orda öyleyse, burada böyle” politikası hiçbir biçimde yürümüyor. Türk yöneticilerin içine düştüğü açmazdan yararlanmalı, her fırsatta Kürt ulusal sorunu gündeme sokulmalı, “Kürtlere özgürlük” ve “Kendi Kaderini Tayin Hakkı” sloganları kuvvetle ve ısrarla hayata geçirilmelidir.

Temmuz 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑