Burma! Uzak Asya’nın bu mütevazi ülkesi; geçtiğimiz birkaç ay öncesine kadar dünyanın ilgisini çekmeyen bir durumdaydı. 1947 yılında emperyalist işgale ve sömürgeciliğe karşı verilen direniş savaşıyla, bir süre dünya kamuoyunun ilgi alanı olmuş; 1962 yılında General Ne Win’in gerçekleştirdiği askeri darbeyle yönetime el koyması üzerine, gene kısa bir süre için, güncellik kazanmış; daha sonra 26 yılını Ne Win’in askeri diktatörlüğü altında geçiren bu ülke ve halkını, dünya kamuoyu unutmuştu. İçinde bulunduğumuz yılın Nisan ayına kadar bu durum, sürdü. Bu yılın Nisan ayından Ekim ayı başlarına kadar Burma, dünya televizyonlarının, basın ve yayın organlarının, günlük konusu oldu. Başta ABD emperyalizminin sözcüleri olmak üzere, tüm emperyalistler, Burma’daki gelişmeleri yakından izlediler ve yorumlar yaptılar.
Burma’daki gelişmeler, ülkemizde bugün verilmekte olan Demokrasi mücadelesine yol gösterecek “kılavuz ilkelerin” zengin pratik dersleriyle doludur. Burma deneyinden çıkarılacak sonuçlar; ülkemizde işçilerin, emekçi halkın ve aydınların ellerine önemli mücadele silahları vermektedir. Burma örneğinin tartışılması, bir diğer yönüyle, bugün Türkiye’de ilerici ‘sol’ çevrelerin siyasal gündemlerinin temel konusu olan demokrasi mücadelesi üzerine ileri sürülen çeşitli görüşlerin açıklığa kavuşturulması bakımından, önem taşımaktadır.
Özellikle 12 Eylül sonrası güçlenerek aydın sol çevrelerin önemli bir bölümü tarafından yanlış “demokrasi mücadelesi” görüşleri savunulmaktadır. Bu görüşlerin ortak özelliklerinin, en temel noktalarını şöyle sıralamak mümkündür;
Birinci olarak: Demokrasinin “sokaktan” geçen mücadele sonucu değil, “parlamenter yoldan” elde edilebileceğini ileri sürüyorlar.
Böylece, bugüne değin toplumların tanık olduğu demokrasinin elde edilmesi tarihini, tersine çeviriyorlar. Toplumlar tarihinde (sonunda burjuvaziyi iktidara getirmiş olanlar da dahil olmak üzere) bütün demokrasiler, “sokağın” gücü sonucu oluşmuştur. Bu durum, uzun süreli faşist diktatörlüklerden sonra “gerici burjuva demokrasilerine” dönüşlerde bile, örneğin; yakın tarihlerde Yunanistan, Portekiz, İspanya vb. ülkelerde de yıllarca süren “sokak” mücadeleleri sonucu oluşmuştur.
Bu görüşü ileri sürenler; demokrasi mücadelesinde, işçi ve emekçi kitlelere “pasif bir destek güç” rolünü vermektedirler. Yani; halkın kendi tarihini kendisinin yazmasının artık mümkün olmadığını kanıtlamaya çalışıyorlar.
İkincisi: Birinci düşünceyi; “sokak mücadelesinin, demokrasinin kesintiye uğramasına neden olduğu” iddiasıyla güçlendiriyorlar. Yani: Halkın, demokrasi mücadelesini parlamentoda değil de, “sokakta” aramasının, askeri cuntalara davetiye çıkardığını ileri sürüyorlar.
Bu görüşten şu sonuç çıkar: “Sokağın” şiddeti, egemenleri şiddet kullanmak zorunda bırakıyor! Böylece; şiddet ve terörü yaratan ilk ve esas güç olan egemenlerin yönetimi aklanmış olur. Çağımızda, egemen sınıfların siyasal iflasları anlamına gelen, askeri diktatörlüklerin oluşmasının faturası halka kesilir!
Üçüncüsü: Yukarıdaki savların doğrudan bir sonucu olarak: “Ordu’nun gücü ve terörü, her zaman ‘sokaktaki’ güçten üstündür! Onunla savaşarak baş edilemeyeceğine göre, düşünce temelinde, zihinlerin değiştirilmesiyle, demokrasi elde edilebilir!” görüşü getiriliyor.
Böylece, egemen sınıfların iktidarının “kadir-i mutlak” olduğu kabul edilir. “Kurtuluş, tarihsel bir olgudur, zihinsel bir iş değil!” doğru çözümlemesi, tersine çevrilmiş olur.
Şimdi: Bu görüşlerin “Burma Güneşi” altında, tıpkı buz gibi, nasıl da erimiş olduklarına bakalım.
BURMA’YI KAYNATAN, GERÇEK OLGULAR
26 yıldan beri General Ne Win’in askeri diktatörlüğü altında bulunan Burma’da; işçilerin ve emekçi halkın ekonomik yaşam düzeyinde bir iyileşme olmadı. Aksine halkın yaşamı daha da sefilleşti. İşçi sınıfı ve emekçi halk siyasi iktidarda da söz hakkına sahip değildi. Oysa, 1962 yılında General Ne Win Başbakan U Nu’yu askeri darbeyle devirdiğinde “halkın iktidarını kuracağını”, “halkı sefaletten kurtaracağını” vaat etmişti. General, askeri diktatörlük altında Burma’nın “sosyalizmi(!)” kuracağı umudunu yaymıştı. Burma işçi sınıfı ve emekçi halkının, sosyalizme duyduğu sempati ve güven, Ne Win tarafından, istismar konusu edildi. Burma işçi sınıfı ve emekçi halkı, yıllardan beri toplumun ekonomik ve siyasi hayatında belirleyici güç olacağı günü boşuna bekledi. Ne Win, egemen sınıfların Burma halkı üzerindeki egemenlik aracı olan devletin ordusunun bir generali idi. Darbeden sonra (kendisiyle çatışmaya giren bir kaç muhalifini ordudan temizledikten sonra) orduyu bütünüyle koruyarak, devraldı. Mülkiyetin özel niteliğini, sözde “devletleştirme” politikasıyla, kapitalist tekellerin, mülkiyet üzerindeki kesin egemenliğine dönüştürdü. Böylece ekonomik hayata bütünüyle kapitalist tekeller hükmederken, siyasal iktidara da bu egemenliğin koruyucusu olan askeri diktatörlük hükmetti.
Oysa: Sosyalizmin kurulabilmesi için, Burma’da egemen sınıfların iktidarının işçi sınıfı ve halkın mücadelesi ile yıkılması, iktidarın militarist gücü olan ordunun dağıtılması, ilk zorunlu ön koşuldu. Bu koşul alternatifi, işçilerin iktidarının kurulması, bu iktidarın işçilerin ve halkın silahlandırılması ile korunması biçiminde gerçekleşebilirdi. Ancak, böyle bir yolla, Burma’da, egemen sınıfların özel mülkiyeti, bütün toplumun mülkiyetine dönüştürülebilirdi. İşçi ve emekçilerin yaşamı, bugünkünden onlarca kat yukarıda olurdu.
Burma’da toplumsal gelişme tersine doğru döndürülmeye çalışıldığı için, kapitalist tekellerin egemen olduğu her ülkede olduğu gibi, bu ülkede de kaçınılmaz sonuçlar ortaya çıktı.
Burma’da ekonomi kilitlendi! Ne Win bu kilitlenmeye çözüm olarak, “Ekonomik reformlar paketi” hazırlattı. Bu paket Türkiye’deki “24. Ocak Kararları”nın bir benzeriydi. “Reform paketi”, “Kemer sıkma” politikasını, esas eksen olarak benimsemişti. Ülkemizde de yaşandığı gibi; “Kemer sıkma”, işçi sınıfının ücretlerini düşürme, fiyatları serbest bırakma biçiminde uygulandı. Ve enflasyon “canavarı” Burma’nın da başına musallat oldu. Son yıllarda bizde olduğu gibi, dünyanın birçok ülkesinde uygulanan bu “paketlerin” en önemli özelliklerinden biri de; emperyalist sermayenin ülkeye girişine “Borç-kredi” adıyla, büyük bir hız verilmesiydi. Bu durum Burma’da da yaşandı. Bizim başbakanımızın “Borç yiğidin kamçısıdır” diyerek, borç yükünü bir kaç yılda 17 milyar dolardan 40 milyar dolara dayadığı gibi, Ne Win’de aynı öğüde uydu. Emperyalistlerin borç parası ile “ekonomi gemisini” yürütmeye çalışan her kaptanın yazgısı, Ne Win’in de başına geldi. Harıl harıl ülke ekonomisi borç ve faiz ödeme görevine koyuldu. Borç ödemek için bizde olduğu gibi, “ihracat seferberliği” ilan edildi. Ancak Burma’nın ihraç edeceği ürünler, tarım ve tekstil ürünlerinden ibaretti. Ne Win dünyaya mal satabilmek için, bu ürünlerin üretim maliyetlerini düşürmek zorundaydı. Üretim maliyetini, sanayide işçinin ücretini (reel ücreti), tarımda, ürünlerin taban fiyatını düşürerek elde edebilirdi. Bu politika uygulandı. Sonuçta: “Buğday ambarı” olan Türkiye’nin buğday ithal eder bir duruma gelmesi gibi, “Pirinç ambarı” olan Burma, pirinç ithal eder bir duruma geldi. Bu da yetmedi! Bütçe açığını kapatmak için ücretliler üzerindeki vergi yükü arttırıldı.
İktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel şekillenişleriyle her ülkenin kendine özgü bazı özellikleri taşıdığından, kuşku duymaya gerek yoktur. Bu anlamda, her ülkenin içinde barındırdığı özellikler birbirinin kopyası olarak değerlendirilemez. Ancak, sömürü düzeninin egemen olduğu gerici ülkeler, emperyalist sermayenin de ağır bir yük olarak binmesiyle, evrensel olarak bazı temel ortak özellikler gösterirler. Çünkü toplumun yeniden üretiminin nedenlerini açıklayan yasalar ulusal değil, uluslararası düzeyde geçerliliği olan, ekonomik yasalardır. Ve nesnel hayatı açıklayan bu yasalar “insanın gözünün yaşına” bakmayacak kadar katı, bir o kadar da insana karşı olan yasalardır. Burma’da, Türkiye’de, Şili’de, Cezayir’de, Polonya’da vb. sayılabilecek bir dizi ülkelerde, ekonomik hayatı, bu yasalar yönlendirmektedir. Esas kaynağını tekellerin “asın üretim” ve “aşırı kâr” hırsının oluşturduğu ekonomik krizlerin sonuçları, her ülkede, koşullara göre değişiklik göstermektedir. Bu durum kimi ülkelerde geçici “aşılarla” hafifletilirken, kimi ülkelerde ise ağır sonuçlara ve yıkıma yol açıyor.
İşte; Burma, bu sonuçların ekonomik yıkıma götürdüğü ülkelerden biri. Ekonomik yıkımın sosyal alana yansımasının bir kubunda; işsizlik ve sefalet oranında, büyük bir artış ortaya çıktı. Burma’da işçi sınıfı ve emekçiler, yıllarca, durumlarının düzelmesini beklediler!
ÜÇ AYDA DÖRT DEVLET BAŞKANI
Ne Win’in Burma’sıyla, bizim ülkemiz arasında, bir konuda, önemli bir farklılık görülür: Ne Win diktatörlüğünün “koltuk değnekleri” yoktu! Ne Win’de olmayan şey, biz de çok var!
Ne Win “dar görüşlü” bir diktatör olduğunu kanıtladı. Tek partiye hayat hakkı tanıyan bir diktatörlük sürdürdü. Burma; ekonomik ve siyasal baskının doğurabileceği toplumsal muhalefeti düzen sınırları içinde tutacak “siborlara”, sözde muhalif burjuva, reformist partilere, sahip değildi. Bir “anayasa” yapıp, silahların gölgesinde halkın % 90’ına onaylatsaydı; bu “anayasayı” kabul etmek şartıyla 7-8 tane, her biri bir diğerine benzeyen türden muhalif(!) partiler kurulmasına izin verseydi ayrıca; “bu seçimde olmadı, referandum da olacak”, “referandum da olmadı, gelecek seçimde olacak” diyerek, işçileri avutan Şevket Yılmaz gibi birisini, sendikaların başına koyabilseydi, Ne Win’in ömrü, belki uzayabilirdi ama olmadı!
Önce sadece öğrenci gençliği kapsayan sokak gösterileri, daha sonra işçi sınıfı ve diğer emekçilerin katılımıyla siyasal iktidarı tehdit etmeye başladı.
Burma işçi sınıfı, emekçi halkı ve öğrenci gençliği, kendi öz deneyi sonucu. Ne Win diktatörlüğünden umutlarını kestiler. Onlar için, tek bir yol, tek bir silah kalmıştı: “Ekmek, Özgürlük ve Demokrasi” için, sokağa dökülmek.
Burma halkı bu yolu seçti. Önce sadece öğrenci gençliği kapsayan “sokak” gösterileri, daha sonra işçi sınıfı ve emekçi halkın katliamıyla, iktidarı tehdit eden bir niteliğe ve boyuta büründü. Geçtiğimiz Haziran ve Temmuz’da güçlenen hareket, 25 Temmuz’da 26 yıllık diktatör Ne Win’in istifa etmesine yol açtı. Hareket, ilk başarısını elde etti!
Ama Burma halkının “sokak” kavgası son bulmadı. Ne Win’den boşalan devlet başkanlığına gene bir general olan Sein Lwin getirildi. Yeni diktatör, “sokaktaki halkın üzerine daha canice ordu birliklerini saldı. 18 Ağustos’ta yapılan bir sokak gösterisinde 3000 civarında Burma’lı emekçi, hunharca katledildi. Bu vahşet ve kitlesel katliam, emekçi halkı sindirmeye yetmedi. Ertesi gün, on-binlerce Burma’lı katliamın hesabını sormak için sokaklara döküldü. Bu durum karşısında General Sein Lwin devlet başkanlığı görevine gelişinin üzerinden üç hafta geçmeden istifa etmek zorunda kaldı. Egemen sınıfların siyasal iflasları Burma’lı emekçilere güç verdi. Halk giderek artan ölçüde, kendi gücüne inanmaya başladı. “sokak”taki kitle eylemleri cezaevlerine sıçradı. Bu isyanlarda sayıları 1000’i geçen mahkûm, diktatörlük tarafından katledildi. Ama halkın mücadelesi durmak bilmiyordu.
Gelişen bu durum karşısında, general Sein Lwin’in yerine, üç ayda üçüncü devlet başkanı olarak gelen Maung Maung; Eylül ayı içinde çok partili seçimler için parlamentoda görüşmeler yapılıp, yasalar hazırlanacağım ve yapılacak seçimlere “Devlet Konseyi” üyelerinin aday olmayacaklarını, açıklamak zorunda kaldı. Bu açıklamanın ardından General Saw Maung tarafından devrildi.
Bu soruları cevaplandırmadan önce, sonucun ne olacağından bağımsız olarak, şu gerçekleri belirtmekte yarar var:
Birincisi: Demokrasinin elde edilmesinin “zihinsel bir değişim yoluyla” değil, “sokaktaki” savaşla olacağı gerçeği tarihe bir kez daha kazandı. Halk demokrasi bilincine, ancak bir tek yerde, “sokaktaki” siyasal mücadele içinde ulaşabiliyor. Burma halkının bir kaç ayda elde ettiği demokrasi bilinci; başka koşullarda (hele de pedagojik eğitim yöntemiyle) on yılda elde edilebileceklerden daha ileridir.
İkincisi: Son yıllarda bu kadar kısa sürede, 4 devlet başkanına tanık olan başka ülke yoktur. Bu durumu yaratan bir tek güç var: İşçi sınıfı ve emekçi halkın kendi öz gücüne dayanan mücadelesi! Çünkü burma halkı diktatöre “Ekmek ve Özgürlük Dilekçesi” vermedi! Üstten gelen dalga insanın vücuduna sadece masaj yapar. Ama “dipten gelen dalga” denizin ortasında fırtına yaratır! Fırtına; denizin içindeki bütün “pislikleri” fırlatıp, kıyıya atar! Burma halkı; ne Win, Sein Lwin, Maung Maung gibi diktatörleri, “tarihin çöp tenekesine” attı bile!
Üçüncüsü: Sonuç, ne olursa olsun? Burma, 26 yılda, kendi tarihine bir sayfa bile ekleyemedi. Ama halk, üç ayda koca bir tarih sayfası yazdı. Böyle yazılan tarihler silinmezler!
Gerçek demokrasi mücadelesi tarihinin her zaman geçerli olan bir kuralı vardır: Eğer; halk kendi tarihini, kendisi yazmak istiyorsa, bunu, ancak sokağın gücüyle başarabilir.
Burma halkı, bu evrensel kuralı kanıtladığı için; onların mücadelesi ulusal değil, uluslararası bir öneme sahiptir.
BURMA HALKININ YARATTIĞI “İNSİYATİF ÖRGÜTLERİ”
Burma’daki gelişmelerden öğrenilmesi gereken ikinci önemli nokta ise; halkın mücadelesinin ürünü olarak doğan ‘Halk inisiyatifi örgütleridir.”
Askeri diktatörlük halkın mücadelesi karşısında sarsıldı. “Yönetenlerin, yönetemez duruma gelmeleri”ne çok az kaldı. Halk, iktidarın denetimi alanından çıktı. Yerel yönetimleri ele geçirdi. Ve Burma’da (henüz yerel yönetimler düzeyinde) işçi, öğrenci ve Budist rahiplerden oluşan “Yeni yönetim organları” doğdu. Bu organlar; rüşvet, sahtekârlık, “oy hırsızlığı” vb. gibi binlerce ahlaksızlığın cirit attığı burjuva yoldan “Belediye seçimleri” yapılarak doğmadı. Gene ‘burjuva yolda’ halka yabancılaşmış, halkın üzerine çıkmış devletin yerel alandaki temsilcileri olan vali, garnizon komutanı, emniyet müdürü gibi kurumlar, atamayla gerçekleşirken, Burma halkı kestirme yoldan bu kurumları işgal etti. Kendi güvenliğini sağlama işini, kendisi üstlendi.
Bu gelişmelerin hiçbiri, en gelişmiş burjuva parlamenter yolda bile görülmez. En ileri burjuva demokrasilerinde bile (ki demokrasinin gerçek anlamı da budur) halkın yönetme yeteneğinin gelişmesine izin verilmez. Bu tür burjuva Cumhuriyetlerinde, halkın, inisiyatifinin, siyasette söz hakkına sahip olmasının sınırı, 4-5 yılda, kullandığı oy hakkı kadardır. Buralarda halkın “vatandaşlık görevini” yerine getirdikten sonra, artık siyasetten elini-ayağını çekmesi gerekir. Seçtiği yöneticileri denetleme, gerektiğinde görevden alma hakkı yoktur. Örnek olarak ülkemizde; sadece oy verenlerin bile % 65’in karşı olduğu bir yönetim ve onun başbakanı, halkın gözünün içine baka baka; “1992’ye kadar iktidardayım, beni kimse yerimden oynatamaz!” diyebilme hakkını kendinde buluyor. İşte; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!” şiarının gerçek yüzü! Fazla söze gerek yok!
Bugün Burma’da oluşan “halk inisiyatifi örgütleri” kuşkusuz, henüz iktidar organları olarak görülemezler. Halkın yönetme yeteneğini “nerede” kazanabileceğine dikkat çekebilmek yönüyle değindik. Yürütme yeteneğini kazanmakla, iktidarda olmak, bir ve aynı anlamı ifade etmezler. Burma halkı, kendi kendini yönetmek gerektiği bilincine vardı. Ve bunun ilk göstergeleri olarak, yerel yönetim organları kurdu. Ancak, bu durum, henüz işçi sınıfını iktidara getirmeye yetmez!
BURMA HALKI MÜCADELESİNİN ZAAFLARI
Burma işçileri ve öğrencileri, kahramanca bir mücadele örneği verdiler. Geride binlerce şehit verme pahasına, çok şey kazandılar. Diktatörler devirdiler. Kendi öz güçlerine güvenlerini arttırarak moral bakımdan güçlendiler.
“Yerel inisiyatif örgütleri” yaratarak, yönetmeye aday olduklarını kanıtladılar.
Fakat Burma halkı için “zor günlerin” ikinci bölümü bundan sonra başlıyor. Bu ikinci dönemdeki başarı veya başarısızlık, hareketin taşıdığı zaaflardan arınma ve önündeki görevleri çözümleme yeteneğinin gücüne sıkıca bağımlıdır.
Hareketin taşıdığı zaafları, şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi: Burma ayaklanmasının taşıdığı en önemli zaaf, kuşkusuz, hareketin henüz yerel bir düzeyde seyretmesidir. Ülkenin birçok bölgesine hareket yaygınlaşmış olmakla birlikte, bu hareket ülke çapında merkezi bir örgütlülükten yoksun bir şekilde doğdu. Bu durum hareketin bütün gücünü tek bir nokta da toplamasını önlüyor.
İkincisi: Hareketin siyasal iktidar perspektifinin belirsiz oluşu. Bu zaafın en belirgin sonucu: Merkezi otoritenin (bütün sarsıntılarına rağmen) hâlâ varlığını sürdürebilmesi ve halkın sadece “yerel yönetim organlarıyla” yetinmesi, durumudur. Ve gene, diktatörlüğün ordusu dağıtılmadan varlığını devam ettirmektedir.
Üçüncüsü: Hareketin (ikinci nedenin kaynağı olan) belirli bir programdan yoksun oluşu. Ülkenin yeni dönemde yöneleceği ekonomik ve siyasal hat belirlenmiş bir durumda değil. Hareketin bu zaafı, Burma halkının, “haklar talep etme” sınırında durmasına neden olmaktadır.
“Burma hareketinin” sayılan temel zaaflarının giderilip giderilmemesi, hareketin bundan sonra izleyeceği rotayı belirleyecektir.
Bu eksiklikleri giderecek yeteneğe sahip, en büyük güç ise proletaryanın öncü partisidir. Hareketin içinde çeşitli ilerici, devrimci örgütler yer almasına rağmen, bunların hiçbiri sözü edilen yeteneği şu ana kadar henüz gösteremedi. Burma işçi sınıfının önündeki ilk görev, gerçek öncü partisinin önderliği altında mücadeleyi devam ettirebilmektir.
Şu anda hareket bekleyiş dönemine girdi. Maung Maung seçim vaat etmişti. Saw Maung ile birlikte merkezi otorite, henüz ayakta. Öte yandan bir diğer gelişme ise; yeni bir burjuva muhalefetinin(!) ortaya çıkışıdır. “Sokak” muhalefeti içinde hiçbir rolü olmayan, eski döküntü burjuvalar, bu kargaşa ortamından yararlanıp boy verme fırsatı buldular. Bunların içinde eski politikacılar ve askerler yer alıyor. Başkanlığını eski başbakan U Nu’nun yaptığı “Demokrasi ve Barış İçin İttifak” örgütü, ülke yönetimini yeniden eline geçirmek için hazırlıklarına hız verdi. Başta ABD olmak üzere, batılı emperyalistler: “Burma’da tek çıkar yol, çok partili parlamenter demokrasiye geçmek!” reçetesini sundular. Büyük ihtimalle, emperyalist güçler; eski başbakan U Nu ve eski askerlerden (Aung Gyi, Tin U, Win Tein vb. gibileri) oluşan burjuva muhalefetine(!) destek verecekler. Bunlar “ekonomik ve siyasi reformlar”, “demokrasi ve özgürlük” vaat leriyle, halkı kandırmaya, böylece, “sokakta” doğmuş muhalefeti “burjuva parlamenter” yola kanalize ederek, ülkeyi ABD emperyalizminin denetimine sokmaya çalışacaklar. Bunlar eski diktatörleri de “koruma” altına alabilirler. “Seçim” vaadinin hemen ardından Maung Maung ile bu burjuva muhalifler “ülkeyi dar boğazdan çıkarmak” için el altından temaslara başlamıştı. Bu bloğun politikası; “eski tas, eski hamam, sadece tellaklar değişsin!” deyişiyle, özetlenebilirdi. Bu bloğun hesabı tutmadı.
BUNDAN SONRA NE OLACAK?
Ya; burjuva muhalefeti tarafından halk aldatılacaktır. Böylece “Burma gemisinin” bordosuna bildiğimiz kumaştan dokunan “ekonomik ve siyasal alanda liberalizm” bayrağı çekilecek, halkın ayağı “sokaktan” çekilene kadar, emperyalistlerin desteği ile ekonomik ve siyasi alanda bazı “iyileştirmeler” yapacaklar, sonra gene halkın boğazını ve “kemerini” sıkmaya fırsat kollayacaklardır.
Ya da; “sokağın” gücünü diri tutacaklar, “yerel inisiyatif örgütleri” dağıtılmayıp, daha da güçlendirilmesi sağlanarak, sürekli bir baskı unsuru olarak kullanacaklar. Merkezi siyasal iktidar da yer almaya çalışacaklar, böylece, belki “geçici bir hükümet” oluşacak. Bu yolla halkın, ülkenin ekonomik ve siyasi hayatını (olduğu kadarıyla) denetim altında tutması mümkün olabilir. Bu durum geçici olarak, halkın ekonomik ve siyasal durumunda bir genişlemeye yol açar.
Bu ikinci yoldan (daha önce sayılan gerekli koşulları yaratmak şartıyla) işçilerin iktidarda egemenliği ele geçirmeleri mümkündür. Ancak, bu ihtimalin önümüzdeki kısa dönem için gerçekleşmesi zayıf bir durumdur.
Çünkü Burma işçi sınıfı yetenekli bir partiye ihtiyaç duyuyor.
Belirtilen iki ihtimalli sonuçta da; kazanç hanesi yüklü olan Burma halkıdır. Sovyet işçilerini, önce Şubat devrimine, ardından Büyük Ekim Devrimine götüren yollar, 1905 Ayaklanması’nın “taşlarıyla” döşenmişti. Üstelik Burma işçileri, bugün daha avantajlılar; 1905 ayaklanması, yenilgiyle sonuçlanmıştı. Burma Ayaklanması, yenilmedi! Burma işçilerinin, morali yüksek!
Mücadele etmesini bilenler, yaşamaya hak kazanırlar!
Demokrasiye gidecek her halk, “Burma yolundan” geçmek zorunda.
Aralık 1988