Din, dünyanın soyut ve çarpıtılmış bir görünüşünü çizer. Örneğin “Kıyamet doğması”, masalsı öğelerden, kavram ve imgelerden arındırıldığında, ölmüş bir dünyanın yeniden ayağa kalkışına, sonuna kadar tüketilmiş hayatın, yeniden ve yüksek biçimler altında yaratılmasına olan inanca ve bunun toplumsal bir ihtiyaç olarak ifade edilmesine indirgenebilir.
Kıyam sözcüğü, Arapçada, ayağa kalkmak, ayakta durmak anlamına gelir. Kıyamet gününde bütün ölüler mezarlığından kalkacak kendilerini çağıran tanrısal sese doğru yürüyeceklerdir. Dünyanın sonu gelmiştir; herkes göksel adalet önünde hesap verecek, iyiler sonsuz cennete, kötüler ise cehennemin dibine gidecektir.
Gerçekten dinsel söylencenin çizdiği kıyamet tablosunda, insan toplumun bin yıllar boyunca yaşadığı binlerce tükeniş ve ayağa kalkışın ana çizgileriyle yansıtıldığını görebiliriz. Her ayaklanma, bir “dünya”nın tükenişini ve bu tükenişin ötesine geçiş için halkın ayağa kalkışını temsil eder. Ekonomik, kültürel, siyasal, sosyal vs. alanların her birinde ve topluca, kısaca hayatın bütününde kendisini yeniden üretebilme olanaklarının tıkanması ya da kilitlenmesi anlamında bir tür “son”a yaklaşmış olan “dünya”, ayaklanma ile yok oluşa karşı silkiniş gücünü gösterir. Eğer “üretim ve yeniden üretim”, toplumsal hayatın temel hareket biçimi ise, ayaklanma da, bunun engellenişini yoğun, hızlı ve kalkışmalı olarak kırılışını talep etmek olarak kendisini gösterir.
Ayaklanmanın bu içeriğinde, başlıca iki önemli özellik ayırt edilebilir: Birincisi, ayaklanma, yalnızca hayatın yeniden üretimini, yeni ve alışılagelmiş örgütlenmeler aracılığıyla sürdürür. İkincisi, ayaklanma, bir yandan böylece geçmişin bir aşılmasıyken, örgütlenmenin sınıfsal içeriği ve egemen siyasal üst-yapıya karşıt biçimlenişi ile geleceğin kuruluşlarının da çekirdeğidir. Başka bir deyişle, ayaklanma, geçmişin olduğu kadar geleceğin de ürünüdür.
Ayaklanma eyleminin, yıkıcılık ve şiddetle karakterize olması ile hayatın yeniden üretilemeyişine bir tepki olarak doğmuş olması gerçeği çelişir gibidir. Bir yandan tıkanan her türlü hayati etkinlik ayaklanma ile açılmaya çalışılırken, diğer yandan şiddet ve yığınsal kargaşa, bütün hayatın felç olmasına yol açar. Oysa burada bir paradoks gibi görünen şey, gerçekte apaçık bir çelişmenin çatışmalı çözülüşüdür. Çünkü bir tarafta zamanı geçmekte olan ilişkilerin ürünü olan aygıtlar ve kurumlar, diğer tarafta bu ilişkilerin tümünü artık kendisi için katlanılamaz bulan yığınların kalkışma içinde zorunlulukla oluşturdukları yapılar karşı karşıyadır. Ayaklanan yığınlar, kendi ilişki ve kurumlarını, eski hayat biçimi içinden çıkarmışlar, bunu yeni bir hayatın ilişkileri olarak egemen kılmak üzere harekete geçmişlerdir. Örneğin, egemen siyasal aygıtın ordu, polis, bürokrasi gibi kurumlarına karşıt olarak, halk kendi güvenlik ve savaş aygıtlarını yaratmış, dolaysız demokrasinin hayat bulduğu ayaklanma koşulları içinde ise bürokrasiye ihtiyaç duymamıştır. Bunun gibi, işlemez hale gelen bütün eski fonksiyonlar, aşağıdan gelen çözümler içinde ele alınmış, sağlık, posta, eğitim, iaşe vs. sorunlar, ayaklanma koşulları içinde ve ayaklanmanın sürdürülebilmesi için çözümlenmiştir. Tarihteki bütün ayaklanmalarda, bu karmaşık ilişkilerin, halk eliyle çözümünün şu ya da bu ölçüde kolaylıkla başarılabildiği görülüyor. Yığınlar, eski ilişkiler içinde sahip oldukları örgütlerini, sendikaları, dernekleri, kooperatifleri hatta spor kulüplerini, ayaklanarak yaşamak, yeni ihtiyaçları karşılamak ve ayaklanmanın ötesine geçebilmek için uyarlayabiliyor, dönüştürebiliyor ve yeni işlevlerle yükleyebiliyor.
TAŞ TOPLAMA VE TAŞ ATMA KOMİTELERİ
Filistin Ayaklanması, bu bakımdan çok ilginç örneklerle doludur. Bir “taşlı devrim” olarak sürdürülen bu özgün ayaklanma, belki de tarihte ilk kez, böylesine ilkel bir “silah” ekseninde bütün halkın örgütlenebilmesinin örneklerini yaratıyor. “Taş toplama ve taş atma komiteleri”, yalnızca belli bir protesto biçiminin sürdürülmesinin değil, sıradan ve günlük işlerin yığınsal katılımın konusu olarak ele alınmasının ve çözülmesinin, dolayısıyla da halkın bütün kesimlerinin kadın ve çocukların ayaklanma içinde diğer örgütlenme ve savaş biçimlerine bağlanabilmesinin araçları olabilmiştir. Daha genel bir açıdan bakarsak, kullanılan araçlar ve taktikler, yığınsal eyleme katılan herkesi, özel görevleri donatmakta, görevlerin birleşik bir hedefle koordine edilmesi ise, genel ve yapısal bir bütünlüğün doğuşuna yol açmaktadır. Böylece, İsrail egemenliği altında kendisi için yenilenme ve yeniden üretilme koşullarını bulamayan Filistin halkı, ayaklanma içinde bir ulus ve halk olarak kendi gerçekliğini yaratmaya, kendisinin egemen olduğu çok özel bir ilişkiler bütünü, bir hayat kurmaya girişmiş olmaktadır. Burada yeni olan şey, yalnızca var olan egemenlik biçim ve araçlarına karşı koyuş değil, bunların karşıtlarının da yaratılmakta oluşudur.
Bundan yüz yıl kadar önce yazılmış olan bir makalesinde Engels, ayaklanmada karşı karşıya gelen güçlerin durumunu çözümleyerek şöyle diyordu: “Düşman güçleri, her tür örgütlenme, disiplin ve otorite alışkanlığı üstünlüğüne sahiptir. Eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, bozguna uğradığınızın, hapı yuttuğunuzun resmidir.” Elbette, salt askeri bakış açısından ele alındığında, burada değinilen ilişkilerin ayaklanan yığınlar bakımından elde edilmesi mümkün değildir. Düzenli kolluk kuvvetlerinin ve ordunun profesyonel eğitim ile elde ettiği örgütlenme, disiplin ve otorite alışkanlığı üstünlüğü, aynı türden yapılarla karşılanamaz ve aşılmaz olarak kalacaktır. Örneğin, yoksul ve çıplak Filistin halkı, tepeden tırnağa silahlı ve organize İsrail Devleti karşısında, bu kavramların ifade ettiği ilişkiler bakımından hiç de üstün görünmüyor. Oysa “güç” kavramını bir başka alan üzerinde anlamlandırdığımızda, halkın direnişinin kaynaklarını başka bir yerde aradığımızda, Engels’in saptamasını doğrulayan sonuçlarla karşılaşırız. On ayı aşkın bir süredir Filistin halkı, hem tarih içinde oluşturduğu ve koruduğu, hem de gelecekte oluşturmak istediği bütün değerlerini, bütün olanaklarını, tek kelimeyle bütün hayatını ayaklanma için harekete geçirmiş bulunuyor. Taşla sürdürülen kavgaya hemen her anında ve her yerde eşlik eden genel grev, durdurulmuş, tatil edilmiş bir günlük yaşam görüntüsü verirken, isyanı bedeni ve ruhu ile ayakta tutan insanların güçlerini nasıl yeniden üretebildikleri, nasıl beslendikleri, olağan bütün hayati fonksiyonlarını nasıl sürdürebildikleri sorulmalıdır. Yayın organları, taş atan ve dükkânlarını açmayan bir toplum görüntüsü veriyor. Üretim, ticaret, eğitim, posta ve sağlık hizmetleri, böyle bir ortamda tamamen durmuş, toplumsal hayat donmuş gibi görünüyor. Bu görünüşün gerçeği yansıtmadığı çok açık. Ancak olup bitenler hakkında kesin bir bilgi de yok.
GEÇMİŞLE GELECEK ARASINDA BİR GEÇİŞ OLARAK AYAKLANMA
Her ayaklanma, en genel anlamda eskimiş ilişkilere bir tepki olduğundan, yaşanan ya da yaşanmış bir tarihin koşullarına bağlıdır. Böylece, kendisini doğmaya zorlayan nesnel nedensellik ilişkilerinin bir sonucu olma özelliği gösterir. Fakat bundan daha önemli olmak üzere, her ayaklanma, onu yürüten yığınların geleceğe ilişkin istek ve taşanları ile de belirlenir.
Aslında, ayaklanmanın doğasında bulunan, hayatın yeniden üretilemeyiş koşullarını aşma güdüsü, bir anlamda, sanki “eski iyi günlere dönüş” e özlem gibi de kendisini gösterebilir. Çoğu kez, tıkanmayı gideren reform önlemlerinin ayaklanmaları söndürebilmesinin nedeni budur. Ne var ki, ayaklanmanın bir diğer yanı, içinde toplumun geleceğinin kararlaştırılması ortamını taşımaktadır. Bir başka deyişle ayaklanma, geçmişle gelecek arasında bir ilişkidir. Onda, hem geçmişin toplam koşullan, nedenleri, ilişkileri, hem de geleceğe ilişkin tasanlar, özlemler, planlar bir arada ve birbiri üzerinde etkide bulunarak hareket ederler.
Kendiliğinden ayaklanmanın içeriğinde, kör yaşama güdüsü ile kör bir yıkıcılık, yağmacılık ve kundakçılık bir aradadır. Yalnızca geçmişe bağlı nedenlerin ve etkilerin kol gezdiği, gelecek kavramının ise kendisini açığa vurmadığı ve kör saldırganlık biçimi altında gizlendiği kendiliğinden ayaklanmaların, en kötü bir çöküşün uzantısı ve ona geri dönüşten başka yol bulamayacak olan ifadesi olduğuna hükmedebiliriz. Burada eski ilişkiler dağılmakta, fakat yeni ve yaşamaya yetenekli ilişkiler örgütlenememektedir. Böylece kurumlaşma düzeyinde örgütlülüğünü sürdürebilen egemen siyasal üstyapı, kendisine karşıt, aşağıdan gelişen bir iktidar ile aşılmayı uğrama tehlikesini kolayca gidererek, ayakta kalacak yeni bir hayatın ifadesi olmayı başaramayan toplumsal kalkışma sönecek ve toplum içten çürüyüşe sürüklenerek, dünün güçlerinin yeniden bugünün güçleri halinde hayat bulduğu ilişkilerin güdülen üreticisi halinde, kör bilincin “hayatı sürdürme” kaygısına teslim olacaktır. Yıkıcılık, bilinçli kuruculukla silahlandırılmadıkça, ayaklanma “ölümün ötesine geçiş” olamayacaktır.
Filistin ayaklanması, kendi toprakları üzerinde varlığına son vermek isteyen İsrail egemenliğini kırmak, kendi geleceğini kendi elleriyle kurmak isteyen bir halkın dilini konuşuyor. Geçmişte dönebileceği bir yer bulamadığından, yalnızca geleceğe bakıyor. Onu ölüler dünyasında tutacak hiç bir bağa sahip değil. Ama ölümün ötesine geçebilmek için de bütünüyle örgütlenebilmiş değil. Ayaklanmayı, gerçekten “ölüm ötesine geçiş için diriliş” kılan şey, kıyamet doğmasında olduğu gibi, bütün yaratıcı etkinliğin kaynağı olan gücün “çağına sesine” yönelmektir. Modern sınıf ilişkileri üzerine yükselen toplumsal kuruluş çağında bu sesin sahibi proletaryadır. Ezilen bir halkın tam ve kesin kurtuluşa ulaşabilmesi için, mücadele yolunun, hayatın tepeden tırnağa işçileştirilmesi sürecine sokulmuş olması gerekmektedir. Bu süreç, elverişli toplumsal bir zemin üzerinde, ayaklanmanın hemen içinde ve ayaklanma içinde gerçekleşebilirdi. Başkaldıran halkın bütün kesimleri, örgütlü ve silahlı işçi yığınlarının eylemli politik öncülüğünü tanır, kendi örgütlenmelerini onun oluşturduğu modellere uyarlı hale getirir ve mücadelesini onun disiplinli gücünün bir parçası kılabilirse, daha ötesi, yeniden üretilmekte olan hayat, bu anlamda işçileştirilebilirse, ayaklanma, gerçekten eski dünyanın bütün güçlerinin tümüyle tüketilmesi ve ölümün ötesine geçilmesi anlamı kazanabilirdi. Filistin halkı, bu olanaktan şimdilik uzaktır ve önünde ancak üretimin ve dolaşımın ulusallaştırılması için olanaklar vardır. Filistin halkı, kendisi için kurtuluşun, bir vatana ve ulusal bir kimliğe sahip olmaktan ibaret olduğunu düşünüyor. Ama bunun yalnızca bir başlangıç olduğunu da anlayacaktır.
Uzun ihtilalci bir hayatı, varlığının temel biçimi olarak sürdürmüş olan Filistin halkı, bütün geri ve engelleyici güçlerin çevresinde dönüp durduğu koşullarda bile, bölgenin en demokratik ülkesini kurmaya adaydır. Demokrasi, daha bugünden, ayaklanmanın bir gereği ve koşulu olarak halkın hayatında özümsenmiştir. Artık kendi içinden egemenler de dâhil hiç kimse Filistin emekçilerine ve işçilerine, kendileri adına ve tepeden karar verme ve yönetme biçimlerini kolay kolay dayatamayacaktır. Egemen sınıflar kendi iktidar biçimini kabul ettirebilmek için, belki de ayrıca Filistinli kanı dökmek zorunda kalacaktır. Halkın ayaklanma içinde oluşturduğu iktidar organlarının hayatını tehlikeye sokabilecek en önemli şey, kararlaştırıcı an geldiğinde, halkın hala “taş çağında” bırakılarak, modem silahların “onun adına” başkası tarafından elde tutuluyor olması olacaktır. Silah ve iktidar ilişkisini, siyasal mülkiyetin ayaklanma sürecinde kazandığı sınıfsal içerik bakımından değerlendirmeliyiz. Bu açıdan bakıldığında, şunları söyleyebiliriz: Filistin halkı, ayaklanma içinde kendisini yönetmek ve kendi hayatına egemen olmak için geliştirdiği her türden örgütlenmeyi, siyasal çözümün temeli olarak kullanabilme yeteneğini gösterir ve bunu silahı elde tutarak yaşatmayı başarırsa, kurtuluştan sonra, şuadan ve yerleşik Arap rejimlerine benzeyen bir rejime mahkûm olma tehlikesini atlatabilir. Bu, aynı zamanda, devrimin yeniden ve genişletilerek üretilmesi sürecini göze almak demektir. Ya kesintisiz olarak demokrasinin işçileşmesi yoluna girilecek ya da devrimin kendi üzerine kapanarak sönüşüne, kurtulduğu ilişkilerin bir başka biçim altında yeniden egemen olmasına katlanılacaktır.
Bugünün Filistin’inde, kuşkusuz ikinci olasılığın ağırlık taşıyor olmasında, ayaklanmanın bir işçi karakteri taşımıyor olmasının rolü belirleyicidir.
Filistin ayaklanması, kendisini sevgi ve biraz da kıskançlıkla izleyen bütün ezilen halklara pek çok şey öğreterek devam ediyor.
Çok somut olarak, halkın günlük hayatı sürdürme, ayaklanma içinde yaşama ve ayaklanmayı yaşatmak için yaşama yollarını nasıl açtığı incelenmelidir.
Ayaklanma öncesindeki her türden örgütlenmenin, ayaklanma koşullarında dönüşmesi ve değişmesi izlenmelidir. Bunların daha ileri bir toplumsal kuruluş için olanak taşıyıp taşımadığına, halkın kurtuluş sonrası hayatında nasıl bir rol oynayacaklarına dikkat edilmelidir. Özetle, Filistin Ayaklanması, önce yeni tipte halk örgütlenmesinin yaratılışı ve bunlar aracılığıyla hayatın yeniden üretilişinin bir ortamı olarak; ikincisi, geçmişin etkilerinin bir sonucu ve geleceğin tohumu olarak incelenmelidir.
Aralık 1988