Savege Rose adlı müzik grubu Annisette ve Thomas ikilisinin oluşturduğu ve bir perküsyonist ile gitaristin de katılımıyla güçlenen, uluslararası müzik dünyasının tanınmış gruplarından biri. 1988’de grubun kuruluşunun 20. yılı tamamlandı ve üretkenliklerine, “Yaşam Şarkıları” adlı yeni bir uzun çatar kattılar. Bu uzu nçalarlarında on parça yer alıyor ve sırasıyla 1987’de sözlerini Thomas’ın yazdığı, müziğini Annisette ve yine Thomas’ın birlikte yaptıkları “Genç Sabahlarda” adlı parçayla başlıyor, ardından “Uç Benim Kuşum”, “Rüis Caddesi”, “Yaşam Şarkıları”, “Danimarka Ana”, “Seni Bekliyorum”, “4. Mayıs”, “Afrika” adlı parçalar yer alıyor, Thomas ve Annisette ile Kopenhag yakınlarındaki gecekondu mahallesinde bulunan gösterişsiz evlerindeki sade yaşamlarında buluştuk.
Söyleşiye Annisette’nin kendi yaşamını anlatmasıyla başladık.
ÖD – Annisette biraz kendinizden, Thomas’la tanışmanızdan ve bugüne varışınızdan söz eder misiniz?
ANİSETTE – 1960 öncesinde müziğe, çocuk şarkılarıyla başladım denebilir. Çocuk tiyatrolarında kabarelerde amatör müzik yapıyordum. Daha sonraları gençlik dans evlerinde, diskoteklerde müzik yapmaya başladım. BİT diskotekten profesyonel şarkıcı olarak teklif almıştım. Orada müzik yaparken, Thomas’la tanıştım.
ÖD – Bir dakika Annisette buraya kadarını bir de Thomas’tan dinleyelim.
THOMAS – Babam bir kompozitördü. Aydın, demokrat bir insandı. Müziğe onun gayretiyle başladım. Piyano çalmayı, kompozitörlüğü ondan öğrendim. 1960’lı yıllarda zamanımın çoğu müzikle geçiyordu. Annisette’yi, söylediği gibi, bir diskotekte şarkı söylerken tanıdım. Sesinden çok etkilendim. Birlikte iyi müzikler yapabileceğimizi düşündüm. Beraberliğimiz müzik ilişkisiyle sınırlı kalmadı. Gördüğünüz gibi uzun yıllardır bir yaşamı paylaşıyoruz birlikte.
ÖD – Peki daha sonraki yıllar?
ANNlSETTE – 1970’lerde dünyadaki genel radikal gençlik hareketinden biz de etkilendik. Bir ara bir müzik şirketiyle anlaşarak plak yapmaya başladık. Plak işi tutunca, ABD’de üç aylık bir deneme turu için teklif aldık. ABD’ye seyahatimiz ve müzik turları çok iyi geçti. Müziğimiz kabul görüyordu. Büyük paralarla teklifler almaya başladık. Ancak üç aylık deneme süresinin sonunda bir kontrat imzalamamız istendi. Kontratın şartları ağırdı. Bizi ve müziğimizi köleleştirme koşulları öngörüyordu. Bunu kabul etmedik. Müzik tekelleriyle ve tekele alınmış müzik piyasasıyla mücadelemiz böylece başladı. Müzikte özgür üreticiliğimizin baskı altına alınmak istenmesini, bunun parayla satın alınmaya kalkışılmasını kabul edemezdik. Müzik ve özgün kişiliğimiz, iç içeydi bizim. Bunu kabullenmek kişiliğimizi satışa çıkarmak demekti. Tekelin baskıcı uygulamaları karşısında özgürlüğü savunmamız müzik anlayışımızda, yaşantımızda ve ilişkilerimizde de köklü değişiklikleri beraberinde getirdi.
ÖD – Kültür ve sanatta özgürlük kavramından sizler ne anlıyorsunuz?
THOMAS – Kültür ve sanatta özgürlüğün var olması, kültür ve sanat idealinde özgürlüğün var olmasından ziyade, tüm toplumda özgürlüğün var olmasından geçer. Yani toplumsal özgürlük mücadelesiyle gerçekleşebilir. Bu, işçilerin, gençliğin ve diğer toplumsal kesitlerin mücadelesiyle iç içedir. Biz bu anlamda müziğimizi demokrasi, devrim mücadelesinden esinlenerek yorumluyoruz. Bugün birçok sanatçı sanatsal üretkenlikte büyük bir kriz yaşadığı sorunu açıktır. Bu bütün dünya için geçerli. Bizce bunun nedeni sanatçının kendini toplumun sıradan insanlarından soyutlamasından kaynaklanıyor. Böylesi sanatçılar zannediyorlar ki, (kendilerini) toplumsal yaşamın gerçeklerinden soyutlayarak sanatlarına yeni bir yol bulabilecekler. Oysa Sanatta yenilik ancak toplumun emekçi kesitlerinin yaşamında bulunabilir. Bizim müziğimiz toplumun emekçi kesitlerinin mücadelesinden güç alıyor, ona dayanıyor ve canlılığım, yemliğini sürekli olarak orada buluyor ve var ediyor. Bizim müziğimiz toplumun emekçi kesitleriyle dayanışmada, grevlerde, gençliğin ev işgallerinde, savaşa karşı mücadelelerde doğuyor ve gelişiyor. Biz bu mücadeleler içerisinde müziğimiz için zengin bir kaynak buluyoruz.
Bugün dünya oldukça küçük değil mi? Dünyanın diğer yerlerinde süren mücadelede aynı özelliklere sahip mücadeleler içersindeydi Danimarka da. Bu nedenle biz diğerlerinin baskısı altında olan halklarla dayanışma aranjasyonları düzenliyoruz. Burada birçok yabancı ülkeyi ziyaret ediyoruz, örneğin 1980’de Filistin’i ziyaret ettik. Lübnan’daki Filistin halkını. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün davetlisi olarak bir ay kadar Filistin’de kaldık. Mülteci kamplarını, hastaneleri, partizanların eğitildiği ve yaşadığı yerleşim alanlarını gezdik. Onlara onlar için çaldık ve onlar da bizlerle birlikte şarkılar söyleyerek karşılığını verdiler. Biz bu ziyaretimizde birçok şey öğrendik. Filistin halkının ne için nelere katlandığını, yurtsuz bir halkın özgürlük için nasıl savaştığını yaşarak öğrendik. Kimlerin mücadelede yer aldığını öğrendik. Ayrıca Filistin halkının kültür ve müziğinin oldukça zengin ve güçlü olduğunu öğrendik. Geleneksel Arap müziğini ve kültürünü koruyup geliştirmenin yanı sıra tamamen özgün bir kültür ve müzik de üretiyorlar. Tamamen canlı ve güncel bir özgürlük mücadelesi kültürü ve müziği bu.
Eğer Danimarka’daki kültür ve sanat sorununa döner ve o güçlü halk kültürünün nerede olduğunu sorarsak, önce Danimarka’nın eski bir endüstrileşmiş, 150 yıl öncesinden kapitalistleştirilmeye başlanmış bir ülke olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Feodalizmin hâkimiyetini sürdürdüğü dünya ülkelerinde bizim geride bıraktığımız halk kültürü, ulusal baskı gibi örneğin, bugün hâlâ güncelliğini koruyor. Danimarka’da kapitalizmin başlamasıyla birlikte halk kültürü de endüstralize edilmeye başlandı. Halk kültürü monopolize edildi. Ezilenler, burjuvazinin düşünce ve idealleriyle yoğrulmaya, ona özendirilmeye çalışıldı. Onlar burjuvazinin düşünce ve idealleriyle şekillendirildiler. Bu gerçeklik 100 yılımızın Danimarka’daki gerçeği. Bu nedenle sömürülenler kendi özgün kültürlerini üretemediler, onlar kapitalizmin istemleri doğrultusunda bir kültürün üretilmesine hizmet sundular. Neydi bu? Her şeyden önce eylem yerine eylemsizlikti. Canlı bir halk müziği olamadı bu hiçbir zaman, feodal toplumdaki ortak yaşam ve ağaya karşı mücadelelerden esinlenen bir halk müziği. Kapitalizm altında sömürülenler mücadeleden ah konularak pasifize ediliyorlar ve kültür sanat ve özelde müzikte popülizasyona çekiliyorlar.
Biz de, örneğin Türkiye’de olduğu gibi bir halk müziği yaşamıyor artık. Türkiye’de halk kültürünün doğrudan doğal bir rolü var çünkü.
Thomas, sözlerini burada Annisette’nin de bir şeyler söyleyeceğini hissederek kesiyor. Annisette bir sanatçıdan alışılagelmiş kibarlık gösterilerini bir kenara bırakmak, insana her zaman doğuyu ya da Latin Amerika’yı anımsatan esmerliği, gözlerinin parıltılı bakışları ve yüzünden eksik olmayan tebessümüyle bir yandan fincanlarımıza çaylarımızı doldururken, diğer yandan da sohbet havasına büründürdüğü söyleşimize doğal bir hava içerisinde katılıveriyor.
ANNİSETTE – Bizim ülkemiz hep demokratik hakların var olduğu, demokrasinin yaşatıldığı ve geliştirildiği bir ülke olduğu iddiasında. Bireye her zaman tüm demokratik hak ve özgürlüklerini kullanma olanağı tanıdığını hatırlatmaktan kendini alamıyor. Ama hiçbir zaman canlı bir halk kültürünün, müziğinin yaratılması çabasına karşı saygılı değil ve onu meşrulaştırmak istemiyor. Başta maddi olanakları tıkayarak bunu gerçekleştiriyor. Tüm toplumsal iletişim araçları tekellerin elinde ve halk kültürünün ve müziğinin önünde tıkanıklık yaratıyorlar. Bizim sevgilerimiz, aşklarımız dahi yozlaştırıldı ve pornografi sektörü altında alınır satılır bir meta durumuna getirildi. Her şey alınıp satılıyor. Ama senin sevgi dolu aşk öykün için yaptığın bir müzik parçası ne satılıyor ne almıyor. Kendin yap, kendin çoğalt, kendin pazarla deniyor. İşte demokrasi. Böylesi bir demokrasiye dikkat etmek gerekli. Müzikte, müzik anlayışında ve müzik piyasasında büyük bir sansür var. Büyük bir yalan kampanyası sürdürülüyor. Halkın devrimci ruh halinde olmadığı ve buna itibar etmediği doğrultusunda. Bu doğru değil.
THOMAS – Ben burada bir örnek vermek istiyorum: Burjuva eleştirmenler bize söyleşi bir soru yöneltiyorlar. Diyorlar ki: Niye siz hep mücadele şarkıları söylüyorsunuz, aşk şarkıları söylemiyorsunuz? Oysa bizim şarkılarımız aşk şarkıları, aşktan sevgiden anlamıyorlar. Bizim aşkımızın, sevgimizin lisanını anlamıyorlar. Onlara göre aşk ve sevgi alman ve satılan bir meta olabilir ancak. Oysa bize göre aşk ve sevgi, ezilenler arasındaki dayanışmadır; ya da bir kadının sevgilisiyle aşkıdır, onlar bunu anlamıyorlar. Bizim şarkılarımız aşk ve sevgiyle dopdolu oysa. Çünkü onlar sadece para kazanmaktan anlıyorlar.
ÖD – Bizim bir diğer sorunumuz da modern revizyonizmin günümüzdeki babalarından Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroyka kampanyalarının kültür, sanat ve de müzik alanına nasıl uyarlandığı bu kampanyaların yaşamın bu alanına nasıl yansıdığı doğrultusunda olacak?
THOMAS – Gorbaçov’un perestroyka ve glasnost’u Sovyetler Birliği’nde yeni özgürlüklerin habercisi olarak sunuldu ve elbette ki bu aynı zamanda dünya halklarını etki alanına alacak uluslararası bir slogandı.
Bunların nasıl işlerlik gösterdiğine bakacak olursak, Glasnost’un içerdikleri arasında ilk olarak süper güçlerin kendini geliştirme ve bunu alkışlama özgürlüğü var. Böylece savaş bitmiş oluyor. Güzel değil mi?
Pratikte bunun da ne olduğuna bakıyoruz. Nedir süper güçlerin sağlamlaşması? Dünya halklarının özgürlük mücadelelerinin baskı altında tutulması, Danimarka gibi ülkelerde sosyal mücadelelerin baskı altına alınması, ulusal mücadelelerin baskı altına alınmasıdır. Glasnost’un içerdiği temel olgu burjuvaziyle bizim savaşmamızı durdurmamız, buna son vermemiz çünkü artık burjuvaziyle ortak sorunlarımız için, örneğin çevre kirliliği atom savaşı tehlikesine karşı birlikte mücadele edebilirmişiz. Biz bunun doğruluğuna inanmıyoruz, çünkü soruyoruz atom tehlikesi nereden geliyor? Çevre kirliliği nereden geliyor? Bunlar uluslararası şirketlerden emperyalizm tarafından üretiliyor. Biz bu tehlikelere karşı emperyalizmle uzlaşanlayız, bu tehlikelerin ortadan kaldırılması için emperyalizme karşı mücadeleyi sürdürmeliyiz.
Glasnost sanatta “tam” özgürlük içerdiğini iddia ediyor. Sovyetler Birliği’nde ve tüm dünyada sanatsal özgürlük önerdiğini iddia ediyor. Bunun pratikte nasıl anlam kazandığına bakalım. Sovyetler Birliği bugün Amerikan emperyalist kültürüne kapıları TAM olarak açmıştır. Amerikan emperyalist kültürünün Sovyetler Birliği’nde turlarla tanıtılmasına izin verilmekte. Aynı zamanda kendi emperyalist kültür ve kültür şahsiyetleriyle aralarında dostluk geliştiriyorlar. Danimarka’da da olduğu gibi bütün dünyada iki emperyalist güç ortak bir kültür monopolü egemenliği peşindeler. Bu anlamda da, ne kadar birleşebilirler bilinmez ama, birleşmekten tekleşmekten yanalar. Dünyayı ortak bir kültür monopolü egemenliği altında toplamaya çalışıyorlar. Ancak glasnost sömürülenlerin, kültürünü devrimci kültürü hiçbir zaman kabullenmiyor. ABD devlet başkanı, Danimarka’nın (muhafazakâr başbakanı) Paul Shlüder, Glasnost’un sembolü yapıldılar. Glasnost halk kültürünü öldürüyor ve özgürlük tanımıyor inancındayız.
ÖD – Peki dünyamızda kültür, sanat ve müzikte özgürlüklerin gerçek anlamda tanındığı bir ülke gösterebilir misiniz bize?
THOMAS – Elbette. Ancak daha önce şunu söylemek isterim: Sosyalist kültür bütün dünya ülkelerin temelleri olan bir olgu. Sınıf mücadelesinin olduğu her yerde var. Emperyalizme karşı mücadelenin var olduğu her yerde sosyalist kültürün temel öğeleri mevcut.
Biz iki kez, dünyada sosyalizmin iktidarda olduğu tek ülke Arnavutluğu ziyaret ettik. Arnavutluk gerçekten dünyada işçi sınıfının ve halkın toplumsal gücü elinde tuttuğu tek ülke. Sosyalizmde teorik olarak görülen kültürel özgürlüklerin tam olarak yaşam bulduğunu Arnavutluk’ta gördük. Arnavutluk’tan Danimarka’ya bir an için dönersek, Danimarka’da burjuva kültürünün, uluslararası şirketlerin kültürünün, tüm toplumsal iletişim araçlarını da tekel altına alarak yaşadığım görürüz.
ANNİSETTE – Danimarka’da bunun karşıtı olarak kültürün savunu mücadelesini de görürüz. Arnavutluk’ta, kültürün savunu mücadelesini değil, halkın dayanışma ve ortaklık içerisinde kültürü yaşamdan olarak geliştirdiğini görüyorsunuz.
Bir keresinde Tiran’da bir traktör fabrikasını ziyaret ettik. Oldukça büyük bir fabrikaydı. Nasıl işlerlikte olduğunu izlemek istedik. 2000 işçi çalışıyordu fabrikada. Biz fabrikaya girdiğimizde bütün makinalar harıl harıl çalışıyordu. Bir tanıtımcı işçilere Danimarka’dan bir kültür grubunun geldiğini duyurduğunda herkes makinaları durdurdu. Hemen bize müzik çalıp şarkı söyleyemeyeceğimizi sordular. Doğal bir eğlence havası oluştu ve yarım saat kadar bizler çalıp söyledik, ardından işçiler kendi müzik aletlerini, makinaları kullanarak yarım saat kadar da onlar bizlere çalıp söylediler. Makinalar durmuştu bu arada. Diğer yerlerde de aynı şekilde karşılandık. Aynı gün öğleden sonra bir tekstil fabrikasında akşamleyin ise bir konser salonunda. Salona girdiğimizde belirli aralıklarla bizim ve kendilerinin karşılıklı olarak çalıp söyleyebileceğimizi önerdiler. Davetli olarak gittiğimiz konser salonunda yeni Arnavut klasik müziği konseri sunuluyordu. Ara verildiğinde bekleme salonuna geçtik ve konser verenler de aramıza katıldı ve kendileriyle tanıştırıldığımızda gördüğümüz gerçek, aynı gün öğleyin ziyaret ettiğimiz tekstil fabrikasının işçilerinin bizlere konser veren kişiler olduğuydu.
En küçük köylerde bile yepyeni bir halk kültürüyle, sanatıyla karşılaştık. Herkes bu çabanın içersinde özgürce yer alıyor. Böyle bir çevreyi bulmamız ve böyle bir çevreye bir sanatçı olarak kendi ülkemizde girmemiz, ziyaret etmemiz olanaksız.
THOMAS – Arnavutluk’ta ilk kez 1982’de bulunduk. İkinci kez de bir konser turnesi için davetli olarak 1987 yılında gittik. Arnavutluk sosyalizmin tüm toplumda yasallık kazandığı bir ülke. Kapitalizmin gerici ideoloji altında yattığı kültürün geliştirildiği bir ülke. Bunun anlamı yaşamın her alanında olduğu gibi kültürel alanda da gerçek özgürlüğün tam olarak yaşanmasıdır. Annisette bunun nasıl yaşam bulduğunu gözlemlemeleri üzerinden aktardı. İşçilerin, köylülerin gençliğin, çocukların tam bir kaynaşma içerisinde katıldıkları kültür yaşamı toplumsal yaşamın topyekûn geliştirilmesi çabasının içerisine bir parça olarak ve görev olarak algılanarak almıyor. Oysa burjuva toplumlarda sanatçının toplum içerisindeki rolü karşıt olarak tutuluyor. Sanatçı toplumun mücadelesinin dışında salt bir eleştirmen olarak bulunuyor. Burjuvazinin erki altında sanatçı toplumsal mücadeleye doğrudan katılamıyor.
ANNİSETTE – Kapitalist toplumda sanatçı kritiker olarak kalıyor. Kendi köşesinde birtakım şeyleri eleştiriyor. Ama o aynı zamanda toplumsal mücadeleden uzak kalmakla burjuvazinin yanında yer alıyor ve çözümsüzlüğe düşüyor.
Örneğin Arnavutluk’taki tekstil fabrikasında çalışan kadın tekstil üzerine verilecek renk ve desenleri kendisi belirliyor, teknikerler ve mühendisler yeni makinanın yapımını ve modelini kendileri belirliyor, aynı zamanda sanatlarını özgürce kullanıyorlar ve geliştiriyorlar.
ÖD – Son olarak Türkiye’de kültür sanat ve müzik yaşamı hakkında söyleyebileceğiniz şeyler olup olmadığını sormak istiyorum.
THOMAS – Türkiye’de ilerici sanat büyük bir gelişim süreci yaşıyor. Biz Türkiyeli sanatçıları pek fazla tanımıyoruz. Tanıdıklarımız arasında şiirde büyük usta Nazım Hikmet, romanlarıyla Yaşar Kemal’i tanıyoruz, her ikisi de Türkiye’de sömürülenlerin yaşamına ilişkin oldukça derinlikli perspektif kazandırıyor okura. Nazım Hikmet işçi sınıfının ve devrimci düşüncenin anlaşılmasında ve kavranmasında büyük bir olanak veriyor eserleriyle. Nazım’ın, hapisteki bir işçinin eşine olan aşkına ilişkin bir şiirine ben müzik besteledim. Bunu çalıyor ve söylüyoruz. Ayrıca Yılmaz Güney’in Yol filmini seyrettik. Danimarka’da büyük bir ilgiyle karşılandı. Durumun ne olduğunu izahta büyük bir anlam taşıyordu film. Bu aynı zamanda Danimarka’da bulunan Türkiyeli işçilerin ve politik sığınmacıların hangi koşullardan geldikleri anlamında da bir öğreti veriyor.
Ayrıca Türk ve Kürt müziğinden bolca örneklemeler dinledik. O konuda da diyebileceğimiz bizim dinlediklerimizden edindiğimiz intiba Kürt müziğinin daha hareketli ve batılının kulağına daha yatkın olduğu.
ÖD – Sizlere söyleşiniz için Özgürlük Dünyası çalışanları adına teşekkür ederim.
Thomas ve Annisette – Biz de derginiz çalışanlarına teşekkür eder, en sıcak dostluk selamlarımızı iletiriz.
Haziran 1989