Haberler-Mektuplar

Basın Açıklaması
Sayın Basın Mensupları; Dünya İşçilerinin Birlik Mücadele ve Dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta nişan alınarak polis kurşunlarıyla öldürülen, yaralanan, coplanan, tekme-tokatla ayaklar altında ezilip belki yıllarca sakat kalabilecek şekilde bir insan ıstırabını daha yaşadık.
1 Mayıs 1989 yılından önce yani Nisan ayı içindeyken 1 Mayıs gösterilerine asla izin verilmeyeceği buna kalkışanlara karşı her türlü tedbirlerin alınacağını belirten siyasi iktidarın yetkili ağızları tedbir dedikleri şey acaba kan dökmek mi oluyordu? Estirilen bu hava sonucu 18 yaşındaki işçi, Mehmet Akif DALCI’nın ölümü, 6’sı kurşun yarası olmak üzere 50’ye yakın yaralı, 500’e yakın işçi ve emekçinin gözaltına alınması ile kan, ıstırap ve gözyaşı dramı oluyordu. Bu yıl 1 Mayıs gösterilerine katılan çoğu sendikalarımıza üye olan ve emekten yana insanlarımızın kurşunlanması, gözaltına alınması ve insanlık dışı uygulamalara maruz kalmalarına karşılık aynı günün akşamı TV’de konuşan yetkili ağızlar bu insanlarımızı suçluyorlardı.
Katillerin tespit edilip, hesap vermesi gerektiği yerde, tek suçlan yüz yıldır tüm dünya ülkelerinde kutlanan işçi bayramlarının gösterilerine katılan işçiler ve emekçiler gösteriliyordu. Kanla bastırılmak istenen bu durum ibret vericiydi.
Bizler bu tür olayların yeni tanıkları değiliz. Daha 1977’de 1 Mayıs Taksim alanında 34 masum emekçimiz katledilirken de aynı şeyler söylenmişti. O günkü katillerde hâlâ ortalıklarda dolaşıyorlar. Bu yılda mı katiller korunmak isteniyordu yoksa? Korku, tehdit ve panik ortamı yaratılarak kanla bastırılmaya çalışılan 1 Mayıs böylelikle mi engellenmek isteniyor?
Unutulmamalıdır ki, 1 Mayıs zor ve şiddet yolu ile işçilerin hafızalarından silinmeyecektir. Çünkü bunun tohumları 103 yıl öncesi atılmıştır.
Daha dün Taksim alanında kanlanınız kurumadan yeni kanlar dökerek 1 Mayıs’ı engellemeye çalışan sermaye ve temsilcilerinin bu barbar tutumlarını şiddetle kınıyor. Huzurlarınızda protesto ediyoruz. Ülkemizdeki bu baskı ve terör para babalarının dikensiz gül bahçelerin yaratılması içindir.
Özellikle 12 Eylül’le sistemleşerek devam eden bu uygulamalar bu durumu en açık şekilde kanıtlamaktır. Başta işçiler olmak üzere emekçi halkımızın her geçen gün yoksullaştırıldığı bu karanlık ortamda, para babaların değil de kimler için yapılmaktadır?
Son aylarda Ekonomik ve Demokratik talepleri için sokaklara dökülen işçilerimiz 1 Mayıs’ta Taksim ve Şişli sokaklarında kurşunlanırken acaba kimler bıyık altından gülüyordu?
Aynı şekilde 1 Mayıs İşçi Bayramıdır diyen Muhalefet Partileri gösterilerin nasıl dağıtılacağını akıl hocalığını yapıyordu. Bunun yanında 1 Mayıs’ı İşçi Bayramı olarak kabullenmek istemeyen Türk-İş’li yöneticiler ve Hak-İş’li yöneticilerin Dünya işçilerinin birlik ve mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’a sahip çıkmadıklarından dolayı da kınıyoruz.
Ayrıca haftalardır mutlaka alanlara çıkacağız diyerek insanları peşinden sürükleyen ve son anda insanları alanlarda tek başlarına bırakan tertip komitesinde yer alanları da kınıyoruz.
Değerli Basın mensupları;
Bizler aşağıda imzaları bulunan sendika yöneticileri olarak 1 Mayıs 1989’da estirilen devlet terörüne dolaylı-dolaysız yardımcı olan tüm güçlerin tutumlarını, olan nefretimizle kınıyor ve protesto ediyoruz.
Ayrıca bu olayların failleri ve katillerini kamuoyu önünde hesap vermeye davet ediyoruz.
1- Belediye-İş Sendikası, Beyoğlu Yakası Şubesi, 37 Mezbaha Şubesi
2- Belediye-İş Sendikası, 1 No’lu Şubesi
3- Belediye-iş Sendikası, 2 No’lu Şubesi,
4- Belediye-İş Sendikası, İETT Şubesi,
5- Belediye-İş Sendikası, İtfaiye Şubesi,
6- Belediye-İş Sendikası, Trakya Şubesi,
7- Belediye-İş Sendikası, Gaz Şubesi,
8- Belediye-İş Sendikası, Anadolu Yakası Şubesi,
9- Yol-İş Sendikası 1 No’lu Şubesi,
10- Yol-İş Sendikası 3 No’lu Şubesi,
11- Tek Gıda-İş Sendikası, 1 No’lu Şubesi,
12- Tek Gıda-İş Sendikası, 2 No’lu Şubesi,
13- Tek Gıda-İş Sendikası, 5 No’lu Şubesi,
14- Tek Gıda-İş Sendikası, 6 No’lu Şubesi,
15- Tek Gıda-İş Sendikası, 11 No’lu Şubesi,
16- Deri-İş Sendikası, Kazlıçeşme Şubesi,
17- Deri-İş Sendikası, Beyoğlu Şubesi,
18- Çimse-İş Sendikası, İstanbul Şubesi,
19- Selüloz-İş Sendikası, İstanbul Şubesi,
20- Tez-İş Sendikası, İstanbul Şubesi,
21- Tez-Koop-İş Sendikası, 3 No’lu Şubesi,
22- Tümtis İstanbul Şubesi,
23- Toleyis Sendikası, Marmara Şubesi,
24- Kristal-İş Sendikası, Topkapı Şubesi,
25- Kristal-İş Sendikası, Gebze Şubesi,
26- Otomobil-İş Sendikası, Topkapı Şubesi,
27- Otomobil-İş Sendikası, Sefaköy Şubesi,
28- Otomobil-İş Sendikası, Mecidiyeköy Şub.
29- Otomobil-İş Sendikası, Ümraniye Şub.
30- Otomobil-İş Sendikası, Gebze Şub.
31- Belde-İş Sendikası,
32- Demokratik Tekstil-İş Sendikası,
33- Gıda-İş Sendikası,
34- Öz Gıda-İş Sendikası, Bakırköy Şubesi, İbrahim KIZILTAN, M. KILIÇARSLAN,
35- Tümtis Sendikası, Sabri TOPÇU,
36- Deri-İş Sendikası, Munzur PEKGÜLEÇ

YUNANİSTAN İŞÇİLERİ TÜRKİYE’DEKİ 1 MAYIS KATLİAMİNİ KINADI
Türkiye’de 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın kutlanmasına izin verilmemesi İstanbul’da 1 Mayıs’ı kutlamak isteyenlere polisin saldırması 1 kişinin öldürülmesi çok sayıda işçinin yaralanması ve gözaltına alınması başta işçi sendikaları olmak üzere şiddetle proteste edildi.
Yunanistan işçileri sendikası (GSEE) Atina işçi sendikaları merkezi (EKA) ve pire işçi sendikası olay gecesi yaptığı açıklamalarda. “Evren-Özal diktatörlüğünün işçilere saldırmasını şiddetle protesto” etmişlerdir. Aynı zamanda Yunanistan basını işçilere saldırıyı geniş bir şekilde kamuoyuna duyurmuşlardır.
Türkiye’de 1 Mayıs’ın kana bulanması çok sayıda işçinin yaralanması ve tutuklanması Yunanistan’da yaşayan Türk ve Kürt politik mülteciler tarafından da protesto edildi. 2 Mayıs’ta Mülteciler Atina’nın merkezinden hareketle Türkiye konsolosluğuna yürüdüler. Üzerinde Evren ve Özal’ın vampire benzetilen ve “Kahrolsun Türk cuntası” pankartın yanı sıra “1 Mayıs’a uzanan eller kırılacak” pankartı ile birlikte polis çemberine alınan Türk konsolosluğuna gidildi. Burada Evren ve Özal’ın portreleri yakıldı.
1 Mayıs işçi bayramı Yunanistan’da paskalya tatiline denk düşmesi ile 7 Mayıs Pazar gününe ertelendi. On binlerce işçinin katıldığı bu yılki 1 Mayıs gösterilerine gerek konuşmalardan, gerek sloganlarla Türkiye özel bir ağırlık konusu oldu. Yapılan konuşmalarda Türkiye işçi sınıfı ile dayanışma vurgulandı. Evren-Özal kliği lanetlendi. On binlerce işçi “kahrolsun Evren cuntası”, “1 Mayıs yasaklanamaz” şiarını haykırdılar.
1 Mayıs gösterilerinin sona ermesinden sonra 1000 kişilik mülteci ve Yunanlı Türkiye konsolosluğuna yürüdü. Burada 1 Mayıs katliamı Yunanca ve Türkçe sloganlarla kınandı.

Türk-İş Bir Daha Sattı
Kamu işçileri ücretlerinin yükseltilmesi için çeşitli biçimlerde eylemlerini sürdürür. Türk-İş ve diğer sendika yöneticilerine satış sözleşmesi imzalanmaması konusunda ihtar ederken sendika ağaları görüşmeler sonuçlanıncaya kadar eyleme ara verme kararı alıp mücadelenin ivmesini düşürmeye çalışıyorlardı. Bu tavır Türk-İş ve bağlı sendikacıların 1988 Kasım ayında aldıkları “İstediklerimiz ücret artışını alamazsak 600 bin kamu işçisi greve gidecektir” kararı ile bütünüyle çelişkili olmakla birlikte sendika ağalarının genel çizgisidir. Türk-İş yöneticileri nasıl 1988 Şubat’ında tabanın baskısıyla aldıkları genel grev kararını uygulamayıp hasıraltı ettilerse, Kasım kararlarını da tabandan gelen yoğun baskılar sonucu almışlardı ve kararın uygulanmaması için her şeyi yapıyorlardı. Önce Başkanlar Kurulu’nda bir “Toplu Sözleşme Koordinasyon Komitesi” kurarak görüşmeleri işçilerden kaçırdılar ve kapalı kapılar ardında hükümetle pazarlığa oturdular. Tabandan gelen eylem isteklerinde “görüşmeler sürüyor sonuçlarını bekleyelim” diyerek olumsuz cevap verdiler. İşçiler kendiliklerinden çeşitli biçimlerden eyleme geçince eylemlerin önünü alamayacaklarını anladılar ve bu kez “24 Mayıs’ta şalterleri indireceğiz” dediler. Fakat bir yandan da pazarlıklara hız verdiler.
Şalterleri indirmeye hazırlanan işçiler 18 Mayıs’ta kendilerine geçmiş yılların ücret kayıplarının bile karşılanmadığı bir sözleşmenin dayatıldığını gördüler. Tabandan gelen baskı ve eylemler nedeni ile % 400 ücret artışı istemiyle başlayan Türk-İş, önce % 170’e inmiş, % 140’a imzayı atmıştı.
Anlaşmanın imzalanmasında on yılı dolan sendikacıların durumlarının düzeltileceği ve görev sürelerinin uzatılacağı konusunda Özal’ın söz vermesinin büyük etkisi olduğu açık. Çoğu, sendika başkanlıklarında on yılı doldurmak üzere olan sendika ağalarının, koltuklarım kaybetme korkusu işçilerin isteklerine galip gelmişti.
Fakat işçilerin anlaşmayı yoğun protestolarla karşılamaları önümüzdeki dönemde sendika ağalarının hükümetle yaptıkları anlaşmanın koltuklarını korumaya yetmeyebileceğinin ipuçlarını göstermektedir.
İşçiler anlaşmayı yoğun tepkilerle karşıladılar. Burdur Şeker Fabrikasındaki işçiler anlaşmayı kabul etmedikleri için şalter indirdiler. 24 Şeker fabrikasından gelen işçilerin protestosu sonucu Şeker-İş anlaşmayı gerekli düzeltmeler yapılmazsa imzalamayacağım açıkladı.
Nisan ayında etkin bir eylemlilik içinde olan Tekel işçileri de anlaşmayı çeşitli biçimlerde protesto ettiler. Paşabahçe Rakı Fabrikası üretim durdurarak, Cevizli Sigara Fabrikası işçileri, Adana Tekel işçileri genel merkeze gelerek anlaşmayı kabul etmediklerini açıkladılar. İzmir’den bütün şube başkan ve yönetim kurulu üyeleri ve temsilciler İstanbul’daki genel merkeze geldiler.
İzmir’den gelenler karşılarında sendika genel merkez yöneticilerinden kimseyi bulamadılar. Genel Başkan Orhan Balta İstanbul’da olduğu halde Ankara’da olduğunu söylettiriyordu. İzmirli Sendikacılar “Orhan Baha 7000 işçinin önünde söz verdi, bunun hesabını sormaya geldik, fakat karşımızda kapıcı ve odacıdan başka kimseyi bulamadık” diyorlardı. Bir Şube yönetici ise, İzmirli işçilerin düşüncelerini şöyle açıklıyordu: “Bizi yine satar. Önce idari maddelerde sattılar. Disiplin kurullarının oluşması üç sendika, üç işveren temsilcisinden oluşuyor ve başkan işveren temsilcisi olduğundan oyu iki oy sayılıyor.  İşçi lehine karar çıkması mümkün değil. Kamu işyerlerinde disiplin maddeleri önceleri pek işletilmiyordu. Buralarda mücadelenin yükselmesi ile birlikte işveren bu maddeleri işletmeye başladı. Bundan sonra da işletecekler ve işçiler üzerinde bu maddeler aracılığıyla baskı ve yıldırma politikası uygulayacaklar. Bu maddeler ücret artışı kadar, hatta bazen ondan da önemlidir, mutlaka değişmeliydi. Toplu sözleşmenin eski idari maddelerle geçmesi kamu işyerlerinde mücadele eden işçileri baştan işverenin eline teslim etmektir. Şimdiki sendika yöneticileri ile bu iş, yürümeyecek. Sendika ağalarını tasfiye ederek sendikalarımıza sahip çıkacağız ve sınıf sendikaları kurma yolunda mücadelemize devam edeceğiz.”
İzmirli işçilerin geldiğini duyan İstanbul tekel işçilerinin de gelmesiyle kalabalığın büyüdüğünü gören genel merkez yöneticilerinden biri “Saat beşten sonra burada kalınmasına izinsiz toplantı “yaptığınız gerekçesiyle polis müdahale eder” diyerek işçileri ve şube yöneticilerini sendikadan dışarı çıkardı. İzmir’den gelenler “Bu hesap burada bitmez Kongrelerde görüşürüz” diyerek geri döndüler.
Tek Gıda-İş’in gerici-faşist genel merkez yöneticileri tabandan gelen seslere kulak tıkayarak toplu sözleşmeyi ilk imzalayanlar oldu. Fakat kongrelerde hesap vermekten kurtulamayacaklar.
Diğer işkollarında da protestoların ve genel merkez yöneticilerine karşı hoşnutsuzluğun artması sonucu Şeker-İş’in yanında Harb-İş, Yol-İş, Maden-İş ve Tes-İş sendikaları da sözleşmeyi bu haliyle imzalamayacaklarını açıklamak zorunda kaldılar.
4 Mayıs’ta başlayan Demir Çelik grevi sürüyor. İsdemir ve Karabük Demir Çelik işçilerinin, tabandan gelen baskısı sonuç Çelik-Iş’in gerici-faşist yöneticileri de uzun yıllardan sonra grev kararı almak zorunda kaldılar. Daha önce gerek Demir Çelik toplu sözleşmesi gereksi MESS sözleşmeleri sırasında işverenlerin uzattığı sözleşmeye itirazsız imzayı atan Çelik-İş yöneticilerinin bu kararı almasında üretimi düşürme, servislere binmeme, yemek boykotları yapma gibi tabandan başlayan işçi eylemlerinin yanı sıra hâkim sınıfların içine girdiği siyasal krizin ve bu krizden çıkış yolu bulma konusunda ANAP hükümetinin çözüm olup olmayacağı konusundaki tereddütler ve genel olarak emekçi halkın düzene karşı yükselen hoşnutsuzluğunun etkisi vardır. Yıllar önce grev kıran aynı yöneticiler şimdi grevci kesilerek metal işçilerini kandırmaya çalışıyorlar. Fakat bir yandan da kapalı kapılar ardından hükümetle pazarlığı sürdürüyorlar.
Sınıf sendikalarının yaratılması için faşist-gerici-reformist, revizyonist sendikal kliklerin sendikalardan temizlenmesi gerekliliği dayatıyor. Sendika ağalarının 1 Mayıs’tan sonra toplu sözleşmelerde aldıkları tavırlar işçilerin günlük mücadelelerin ve sendikaların direniş merkezleri olmasının önündeki en büyük engelin bu klikler olduğu gerçeğini gösteriyor. Sınıf bilinçli ileri işçiler Marksistlerin devrimci çizgisinde birleşerek kendiliğindenci örgütlenmeleri ve dağınıklığı aşmalı, sendika ağaları ve bürokratların sendikal hareket ve sendikalar üzerindeki egemenliğini yıkarak satış ve ihanet anlaşmalarım parçalayarak sınıf sendikalarını yaratmalıdırlar.

Coca Cola’lı İşçilerin Fabrika İşgali
Coca Cola fabrikasındaki işçiler enflasyonun erittiği ücretlerine ek zam almak ve işten atılan arkadaşlarının geri alınmasını sağlamak için işyerinde oturma eylemi yaparak fabrikayı işgal ettiler.
İşçiler, işverenin ek zam taleplerini dikkate almayıp sendikanın bu konudaki görüşme isteklerine cevap vermeyince 7 Nisan’da mesai yapmayı kesmişlerdi. İşverenin olumsuz tavrını sürdürmesi üzerine E-5 karayolunu keserek Holding binasına yürüdüler ve durumu protesto ettiler.
Bayramdan sonra durumu değerlendirerek yemek boykotuyla başlayan bir eylem programı yaptılar. İşveren önce fabrikada örgütlü iki sendikadan biri olan Tez Kop İş 1 No.lu Şube Üyesi bir işçiyi işten attı. Sendika bu işçinin atılışına ses çıkarmadı.
Perşembe günkü yemek boykotundan sonra biri 22 yıllık olmak üzere 5 işçi daha işten atıldı ve 60 işçinin daha atılacağı işverence söylendi.
İşçilere gözdağı vermek için aktif işçileri fabrikadan temizlemeye çalışan Coca Cola patronlarının baskılarına boyun eğmeyen işçiler, perşembe akşamı Tek Gıda-İş Cibali Şubesi’nde 250 kişinin katıldığı bir toplantı yaparak işyerinde oturma eylemi yapmaya karar verdiler. Tez-Koop İş de eyleme çekilmeye çalışılarak bütün işçilerin katılması sağlanacaktı.
Cuma günü önce kapıya oturarak içeri girişleri engelleyen işçiler cumartesi/pazarı da bütün vardiyaların katılımıyla eylemi işgale çevirdiler. Topkapı ve Maltepe işyerleri de İncirli’deki arkadaşlarını desteklemek üzere eyleme katıldılar.
3 gün boyunca temsilcileri kandırmaya çalışan işveren “gelin biz kendi aramızda anlaşalım, sendikayı işe karıştırmayalım” diye ısrar etti. Temsilciler, “muhatap sendikadır” diyerek baskıya boyun eğmediler.
Pazartesi sabahı işveren işten atılanları geri almayacağını ama bundan sonra işçi atmayacağını, 15 gün sonra ek zam talebini görüşmek üzere sendika ile toplantı yapacağını bildirdi, önce Tez Koop-İş arkasından Tek Gıda-İş öneriyi kabul ettiler ve eylem kaldırıldı.
Eylem sırasında işverenin verdiği yemekleri bile reddederek kararlı bir şekilde mücadelelerini sürdüren Coca Cola işçileri “Eğer sendikalar biraz daha cesaretli davranıp eylemi sürdürselerdi işten atılan arkadaşlarımızın geri alınmasını sağlayabilirdik” diyorlar.

Çağdışı, Zorba İnfaz Kurumları Kaldırılmalıdır
Türkiye’de cezaevleri, özellikle de siyasi tutsakların bulunduğu özel tip cezaevleri, insan yaşamının yok edilmesine yönelik uygulamalarla yeniden gündemde.
İnançları uğruna yargılanıp, cezalandırılan insanlar bu düşüncelerinden dolayı fizik ve ruh bütünlüğünü parçalamaya yönelik saldırıları göğüsleyerek dört duvar arasında var olma mücadelesi veriyorlar.
Cezaevlerindeki yaşam koşullan kamuoyunun gözlerinden saklanmaya çalışılıyor. Ülkemiz insanları 80’den bu yana cezaevlerini daha iyi tanıdı. 600.000’i aşkın insanın buralara girip çıktığı düşünülürse bunun boyutu da kestirilebilir.
İdareciler bir yargı kurumu gibi çalışıp yasalar çerçevesinde verilen cezanın dışında ve buna ek olarak akla gelmeyecek; çeşit ve yöntemde cezalan insanlar üzerinde sorgusuz denetimsiz uygulayabiliyorlar.
16.5.1989 tarihinde İstanbul kapalı cezaevinde yaşananlar bir kez daha gösteriyor ki, cezaevleri konusunda devlet politikası, insanları özgürlüklerinden bir süre için yoksun bırakmakla kalmayıp düzenle uzlaşmaları yolunda zor uygulayarak kendilerince “ıslah” etmek, uzlaşmayı reddedenleri de devlet terörüyle karşı karşıya bırakmaktır.
Savunmasız, dört duvar arasındaki insanların diyalog girişimine, taşlı sopalı saldırılarla cevap verildiği, insanların canının bu denli ucuz olduğu, yöneticilerin keyfi tutumlarının uygulama bulabildiği ve hesabının sorulmadığı infaz kurumlarının bulunduğu başka bir ülke var mıdır?
Dikkat edilecek nokta, tıpkı işkence konusunda devlet yöneticilerinin verdiği cevap gibi bütün bunların kişilere bağlı olmadığı, aksine devletin sistemli bir politikasının ürünü olduğudur. Son olayda bu gerçek gizlenememiş, tutsaklara saldırı ortamı hazırlamak amacıyla kimin nereye yerleşeceği dahi bakanlıkça saptanmış, askerler böylesi bir saldırı için “gerekli” olan psikolojik eğitime tabi tutulmuştur.
Gözlerden kaçmayan bir gerçek de, insanları bilgilendirmekle görevli olan basının, olayları bir yönüyle yansıtması, neticede tutsakları sorumlu gösterip, devletin politikasına denk düşen uygulamaları ve bunu gerçekleştirenleri açıklamamasıdır. Demokrasiye inanmış haber ve basın kurumlarının görevi bu değildir. Dünyadaki diğer örnekleri biraz olsun kendileri için yol gösterici olmalıdır.
Neydi bu vahşice saldırılara maruz kalan insanların talepleri? Temsilcilik hakkının tanınması, hücrelerden çıkarılıp koğuşlara konulmaları, havalandırmanın sağlanması, avukat ve aile görüşlerinin düzenlenmesi, yayın ve haberleşme hakkının kısıtlanmaması, kantinin fahiş fiyat uygulamaması, spor, sosyal ve kültürel çalışmalar için uygun araç ve ortamların sağlanması.
Bunlar cezaevlerini tanıyanların yabancısı olduğu şeyler değildir. Yıllarca bu uğurda mücadeleler sonucu kazanılmış haklardır. Bunlar uğruna disiplin cezaları alınmış, savunmalar yapılamamış, ailelerle haberleşilememiş, açlık grevleri sonucu sakat kalınmış ve hatta canlar verilmiştir.
Elde edilen tüm bu kazanımlar heı yeni genelgeden, her yeni şevkten ve her yeni provokasyon ortamından sonra gasp edilmiştir.
İnfaz kurumlarında çağdışı, keyfi, terörist uygulamalara son verilmesi için mücadele, sadece tutsakların değil, insan haklan ve demokrasi mücadelesinde yer alan her insanın üstlenmesi gereken bir görevdir, özlediğimiz, insanların düşüncelerinden dolayı özgürlüklerinden yoksun, dört duvar arasında yaşamadığı, cezaevlerinin olmadığı bir ülkede yaşamaktır.

Kazım Şeftalioğlu’nun Hastaneden Gönderdiği Açıklama
Bayrampaşa özel Tip Cezaevi’nde tünelin bulunmasından sonra cezaevinin boşaltılması söz konusu oldu. Yapılacak olan bayram açık görüşü, avukatların görüşü, normal ve görüşler havalandırmalar iptal edildi.     Yetkililerle yapılan anlaşmaya göre Bayrampaşa Cezaevi’ne nakledilecektik. Bayrampaşa cezaevine nakledilirken 12-13 saat 25-30 kişiyi arabada bekleterek en doğal gereksinimlerini bile karşılamadan, aç susuz bir şekilde beklettikten sonra bir kısmını ikişer kişilik hücrelere attılar. Fakat bu arada anlaşma dışı olmasına karşın 165 arkadaşımızı arabalardan indirmeden, saat 01’den akşamın dokuzuna dek bekleterek, Zonguldak Bartın Cezaevi’ne sevk ettiler. Amaç açıktı: Tünelin bedelini ödetmek! Bekletme sırasında birçok arkadaş baygınlık geçirdi.
Büyük koğuşlar boş olmasına karşın ikişer kişilik hücrelere konulduk. Birçok arkadaşın yatağı yoktu, camlar kırıktı. Birçok sorunumuz olmasına karşın idare görüşmek istemiyor, sorunlarımızın çözümüne yanaşmıyordu. Defalarca görüşme talebimiz iletildi. Fakat ne yapsak geliniyorlardı. Bunun üzerine idareyi görüşmeye zorlamak ve sorunlarımızın çözümünü sağlamak için koridor işgal edildi. Amaç olay çıkarmak değildi. Gönderilen yetkililere durum izah edildi, sorunlarımızın çözümü istendi, önce koğuş kapılarını kilitleyerek gittiler. Yaklaşık bir saat sonra yüzlerce asker “Allah Allah” nidaları ve küfürlerle saldırıya geçtiler, havalandırmalardan “Komando Operasyonu” düzenleyerek koğuş camlarını sopalarla kırıp tazyikli su sıkarak koğuşlara girdiler. Tazyikli suyun savurup atarak savunmasız bıraktığı insanlar, yüzlerce askerin postal ve kalas darbeleri ile karşı karşıya kalıyorlardı. Tutsakların yapacağı bir şey yoktu, tazyikli suyun etkisiyle zaten savunmasız bir durumdaydılar. Ek olarak yüzlerce askerin insanlık onurunu ayaklar altına alan, onur kırıcı, aşağılayıcı küfürlerine de muhatap olmak zorunda kalıyorlardı. Ortalık bir anda savaş meydanına dönmüş, büyük bir hırs ve öfkeyle gözü dönmüş askerler, İsrail askerlerine de taş çıkartırcasına, kol kırıyor, çene kırıyor, göz çıkartıyordu. Bir yandan kitaplar yakılıyor, eşyalar talan ediliyordu. Uzun bir süre devam eden saldırı sonucu siyasi tutsaklar tek tek alınıp tek kişilik hücrelere dörder beşer kişi konuldu. Buralarda ne cam ne yatak vardı.
Bu saldırılar siyasi tutsakların kaldığı B2, B-3, B-4, C-2, C-3 koğuşlarına yapıldı. Saldırı öğleden sonra 01.00 sularında başladı ve akşamın yedisine sekizine dek sürdü. Sergilenen tam bir vahşetti. Ve bu vahşetin planlayıcısı Binbaşı Halit Kayır ve bizzat yöneten Feridun Baran’dır.
Bu saldırının bir anda ortaya çıkan bir durum olmadığı açık. Özel Tip Cezaevi’nden şevkin başladığı andan itibaren arabalarda uzun süre bekletme ve büyük koğuşlara almama politikasıyla bu durum açığa çıkmıştı. İdare tünel kazılmasının acısını çıkarmak, tünele karşı “can” almak istiyordu. Askerlerin operasyondaki tavırları, psikolojileri unu gösteriyordu. Birçok insanın kolu, beli, çenesi kırık, kulağı kopuk, gözü çıkık; en azından hemen herkesin vücudu çeşitli şekillerde morartılmış bir durumda. Bunun dışında durumları hayati derecede ağır olanlar da çoğunlukta. Buna karşılık doktor istemleri başlangıçta önemsenmeyerek hastaneye sevk yapılmadı. Neden sonra, durumun ciddiyeti kavranarak bir kısım arkadaş baygın durumda battaniyeler ve sedyelerle Bayrampaşa Devlet Hastanesi’ne sevk edildi. Hastane bir anda savaş zamanlarında kurulan hastanelere döndü, onlarca insanın kolu askıya alındı, kafalarına, kaşlarına dikiş atıldı. Fakat onca ağır durumda gelen olmasına karşın Bayrampaşa Devlet Hastanesi’ne yatırılan topu topu 5 kişidir. Bunlar POLAT YILDIZ, Kazım Şeftalioğlu, İSMAİL YAMAN, ORHAN TİMUR, MUZAFFER GÖKALAN’-dı. Ayrıca MAHMUT EKSEN ve SİNAN KOKUL arkadaşımız CERRAHPAŞA’ya gönderilmiş bulunmaktadır.
Hastaneye hiç getirilmeyen, hiçbir tıbbi müdahalede bulunulmayan, oldukça ağır durumda olan birçok arkadaşımız şu anda yataksız tek kişilik hücrelerde aç, susuz ölüme terk edilmiş bir durumdadır. Her an bir ölüm olayıyla karşılaşmak olanaklı.
Tüm basın mensuplarını, kendine demokratım, insanım diyenleri, insanlık onurunu korumaya çağırıyorum.
Not: Şu anda ben ve benimle birlikte üç kişi Bayrampaşa Devlet Hastanesi’ne yatırılmış durumda. Buraya yatırılan arkadaşlardan öğrenebildiğim, toparlayabildiğim ağır yaralı durumda olanların isimlerini ekte belirttim.
KAZIM ŞEFTALİOĞLU 17 MAYIS 1989
SABAH SAAT: 00.03
Şu Ana Dek Bayrampaşa Devlet Hastanesi’ne Gönderilenler: İsmail YAMAN, İsmail DOĞRUEL, Cemal RAKİP, Muammer AYDIN, Ahmet ÖZER, Orhan TİMUR, Abdullah DAMAR, Sinan KUKUL, Kadir EFEGİL, Erdal KETENCİ, Mustafa SELÇUK, Mustafa Kamil UZUNER, Mehmet ÜNAL, Harun KARTAL, Fikret GÜLBAHAR, Namık Kemal CIBAOĞLU, Hüseyin KURT, Ersin TEZCANLI, Yalçın DEMİRKAYA, Kazım ŞEFTALİOĞLU, Muzaffer KÖKALAN, Mehmet KILIÇ, Mehmet EKSEN, Cemal YALVAÇ, Bedri YAĞAN, Polat YILDIZ, Hayrettin TAŞ, İbrahim ÇİÇEK, Remzi BASALAK, Hüseyin YILDIZ, İsmail ORAL, Nazif TÖRE, Hıdır DURMAZ, Hüseyin SOLGUN, Mustafa DALKIRAN, Şaban ŞEN, Şener YILDIRIM, Baba ERDOĞAN, Musa BAL, Nihat KINACI, Turan ULU, Muhittin ÖZBAY, Mehmet SÖNMEZ, Gürsel ŞAMİLOĞLU.

Siyasi Tutuklu Temsilcilerinden Bedri Yağan’ın Açıklamasından  Bölümler
16.5.1989 günü biz siyasi tutsaklar üzerinde öyle bir terör estirildi ki, saldırı öylesine boyutlandı ki, onlarca yaralının yanında ölümlerin olmaması tesadüften başka bir şey değildir.
Müdür Hayati TUNCEL, Savcı Burhanettin. YARKIN, ti Jandarma Alay Komutanı Albay Turgut İNEGÖL ve yardımcısı Yarbay Yaşar ERCAN siyasi tutsakların cezaevine gelişiyle birlikte sarsılan işkence, rüşvet ve hırsızlık düzenlerini korumak için sincice planlar hazırlamaya başladılar.
İsyan var diyerek cezaevine gelen askerler böyle bir şeyin olmadığını görünce durakladılar. Binbaşı Halit Kayır’a, Binbaşı Ferudun Baran’a ve son olarak da Yarbay Yaşar ERCAN’a durum anlatıldı. İsyan yoktu, siyasi tutuklular sadece sorunlarının çözülmesini istiyorlardı. Temsilciyi dinleyen subaylar “Tamam” deyip gittiler. Ancak bu “Tamam” deyişinin altında başka amaçlar vardı. İşkenceciler, rüşvetçiler HIRSIZLAR, düzenlerini sarsan “siyasilere bir ders verilmesini” istiyorlardı.
Birkaç subay sürekli askerlere konuşmalar yapıyorlardı, marş söyletiyorlardı, yuh çektiriyorlardı. Günlerdir uykusuz bırakılıp çeşitli yöntemlerle ezilen askerler bizim üzerimize saldırtılarak “boşaltılmak”, isteniyordu. 12 Eylül döneminde bile askerin böylesine tahrik edildiğine az tanık olmuştuk.
Daha koğuşlara girmeden atılan cam ve kalas parçalarıyla, taşlarla onlarca arkadaşımız yaralanmıştı.
Tek tek bütün hücrelere saldırıya geçtiler. Önce tazyikli su ile bizleri ıslatıp etkisiz hale getiriyor sonra hücrelere girerek gözü dönmüş bir şekilde dövüyorlardı.
Bir astsubay bas bas bağırıyordu; “Buradan ölü çıkmazsa sizin ananızın avradınızı sinkaf ederim.” Günlerdir gerginlik içerisinde tutulan askerler bu emirlerle tam anlamıyla insanlıktan çıkarak saldırıyordu.
Tüm demokratik kuruluşları, demokratları, ilericileri, işkenceye karşı olanları göreve çağırıyoruz. Sağmalcılar Kapalı Cezaevi’ndeki işkence, rüşvet ve hırsızlık çarkı bozulmalıdır. Bizler tüm işkence ve baskıya rağmen bu çarkı bozmak için mücadele edeceğiz. Üzerimizde estirilen kanlı terör, hiçbir zaman insanca yaşam koşullarını sağlama mücadelemizi durduramayacaktır.
Sağmalcılar Kapalı Cezaevi’nde Kalan Devrimci Tutsaklar Adına, Temsilci Bedri YAĞAN
Not: Yaşadığımız bu işkence, baskı ve hak gasplarım protesto etmek için ve de insanca yaşam koşullarını sağlamak için 16.5.1989 akşamından itibaren süresiz açlık grevine başladık.
Birbirlerinden ayrı bloklarda tutulan siyasi tutsaklar, birbirleriyle haberleşemedikleri için farklı tarihlerde açlık grevine başlamışlardır. Geriye kalan tutsaklar bir süre sonra gazetelere yaptıkları duyuruyla süresiz açlık grevine başladıklarını ilan ettiler.

Malatya Cezaevi’nden Ali Bitirgeç’in mektubundan:
“Gecen aylar içinde Cezaevleri Genel Müdürü de buraya geldiğinde sorunlarımızı iletmeye çalıştık, fakat adam hayatında cezaevi görmemiş gibi sağda solda bir şeyler aramaktan sorunlarımızı dinlemedi bile ve geldiği gibi çekip gitti… Ama artık sorunların bilinmesini istiyoruz. Ağır bedeller ödeyerek elde ettiğimiz kazanım-larımızın kısıtlanmaya gidildiğinde, bunlar bizim için vazgeçilmez olduğundan sessiz kalmayacağız ve kazanımı arımızı geliştirmeye çalışacağız.
Aslında cezaevlerindeki tüm sorunların kaynağı cezaevi değil, esas kaynağı tüzük ve yönetmelikler ve genelgeler.
Çağdışı kafaların ortaçağ mantığı ile hazırlayıp, anti-demokratik ve hukuk dışı olan, bütün uluslararası sözleşmeleri hiçe sayan bugünkü mevcut tüzük ve yönetmelik ve genelgeler fiili olarak ortadan kalkmış olmakla birlikte hâlâ Demokles’in kılıcı gibi başımızda sallanmaktadır. Cezaevi tüzük ve yönetmelikleri ve buna bağlı genelgeler (1 Ağustos genelgesi gibi) kaldırılmalıdır.
Bu nedenle bundan sonraki dönemde de cezaevleri sorunu genel demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak ele alınmalı, temel kazanımlar yasalarla hukuki güvence altına alınarak cezaevi tüzük ve yönetmelikleri buna göre düzenlenmelidir.”

Katliamlara Öğrencilerden Gelen Sert Yanıt
Diktatörlük ile demokrasi güçleri arasındaki çatışma son günlerde giderek sertleşen bir seyir izledi. 1 Mayıs’a ön gelen günlerde işçi sınıfının eylemleri kapsam ve çeşitlilik bakımından genişler ve zenginleşirken öğrenciler de işçi sınıfı hareketinden ayrı düşmemeye özen gösteriyor, gerici baskı ve faşist terör karşısında atak ve militan bir tutum izleyerek daha etkin ve kitlesel eylemlere yöneliyorlardı. Kaynaşma ve hareketlilik toplumun diğer kesimlerine de yayılıyor, grevler ve gösteriler yalnızca büyük kentlerle sınırlı kalmıyordu. Çanakkale, Diyarbakır, Van, Adana, Kayseri ve Sivas gibi birçok ilde kitle mücadelelerindeki önemli gelişmelere sahne oluyordu. 1 Mayıs’ın etkileri ülkenin her yanında yaşandı. Gerek 1 Mayıs’ta gerekse izleyen günlerde faşizmin baskı ve saldırıları daha da şiddetlenirken işçilerin ve özellikle de öğrencilerin direnişlerinde yeni ve üst boyutlar yaşandı. Cezaevlerinde insanlık dışı baskı ve saldırılara maruz kalan devrimci siyasi tutukluların da en aktif biçimlerde direnmeleri can güvenlikleri ve insanlık onuru bakımından kaçınılmaz görünüyordu, öte yandan ezilen Kürt ulusu üzerinde uygulanan soykırım politikası her geçen gün daha vahşi biçimler alarak, onlarca yurtseverin bir çırpıda katledildiği toplu katliamlara dönüşüyordu.
Kısacası diktatörlük halka ve devrimcilere kan kusturuyordu. Saldırı ve cinayetlerini fütursuzca sürdürürken “parlamenter demokrasi”, “hukuk devleti” gibi lafları da ağzından eksik etmiyordu. Ama ne saldırı ve cinayetler ne de türlü demagojiler yükselen kitle mücadelesini durdurmaya yetmiyordu. Aksine kitleler ve özellikle de öğrenciler direniş çizgisini daha gelişkin düzeylere çıkararak saldırıları püskürtüyorlardı.
1 Mayıs’ta Mehmet Akif Dalcı’nın öldürülmesi onlarca işçi ve emekçinin yaralanması, yüzlercesinin gözaltına alınması, işkenceye çekilmesi, bu azgın terör ve işkencelerin sonraki günlerde de aralıksız sürdürülmesi kitlelerde büyük öfke ve tepkilere yol açtı. Çeşitli protesto eylemleri, direnişler birbirini izledi. Başta İstanbul Üniversitesi olmak üzere birçok üniversitede katliamlar ve polis terörü geniş ve etkin biçimlerde protesto edildi. Öğrenciler “katil yuvalan” adını verdikleri kapı girişlerindeki polis kulübelerine ve buradaki baskı ve işkence uygulamalarının temsilcilerine yönelik eylemlerini, direnişlerini sert ve enerjik biçimlerde ortaya koydular. Kulübelere saldıran öğrenciler buraları tahrip ettiler, katilleri sembolize eden çeşitli eşyaları ve giysileri ateşe verdiler. Kenan Evren’in İÜ yemekhanesindeki büyük boy portresini yere indiren öğrenciler, resmi önce parçaladılar sonra da ateşe verdiler, öğrencilerin “katil yuvaları”na karşı gerçekleştirdikleri direniş eylemleri sırasında polisler her seferinde olay yerinden hızla uzaklaşmak zorunda kaldılar. Bu arada üniversite kapısına çok sayıda çevik kuvvet yığılması ve panzerlerin bekletilmesi de öğrencileri yıldırmadı. Ayrıca devrimci öğrenciler üniversite içerisinde faşist ve işkenceci polislere karşı yürüttükleri teşhir ve propaganda faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Bol miktarda el ilanı, kuşlama, yazılama, bildiri ve amfi konuşmalarıyla faşizmi lanetlediler ve öğrencilerin “genel bir boykot “la saldırı ve baskıları en iyi biçimde püskürtebileceklerini geniş ve sabırlı bir biçimde anlattılar, bunun çalışmasını yaptılar. Sonuçta 1 Mayıs katliamını izleyen günlerde öğrencilere yönelik bir eylem sloganı haline gelmiş bulunan “genel boykot” çağrısı olumlu bir yankı buldu, öğrencilerin oldukça geniş bir kesimi tarafından desteklendi. İstanbul Üniversitesi’nde yapılan boykotlara çok sayıda öğrenci katıldı. Açlık grevi vb. eylemler de aynı günlerde yapılanlar arasında önemli bir yer tuttu, öğrencilerin bu eylemleri bazı devrimci grupların ortak katılımları sonucunda gerçekleşti. Gelişen bu son eylemlerde, kendilerini tek devrimci hareket gören, kendilerine yapay bir üstünlük atfederek dışındaki eğilimlerin çalışmalarına ambargo koymaca ve engellemeye çalışan, “kargadan başka kuş” tanımayan, ne oranda olursa olsun katıldıkları her eylemi yalnızca kendilerine mal eden, başka grupların eylem içindeki yasal olmayan bazı faaliyetlerini “provokasyon” vb. nitelendirmelerle tıpkı Türk Ceza Kanunu’na hakim olan mantık gibi “suçlu” ilan eden anlayışların, grupçu, sekter, ben merkezci nitelikleri daha iyi ortaya çıktı.
Geçtiğimiz günlerin önemli öğrenci eylemleri arasında Adana’da Çukurova Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi, Çanakkale’de Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin gözaltına alınan arkadaşlarının serbest bırakılması için yaptıkları yürüyüş, oturma vb. gibi eylemler de vardı.
11-12 Nisan günleri Dicle Üniversitesi’nin çeşitli fakültelerinde okuyan 21 öğrenci, 21 Mart Nevroz bayramını kutlayıp Kürtçe slogan attıkları gerekçesiyle gözaltına alındılar. Hukuk, Tıp, Fen-Edebiyat Fak. Öğrenci Dernekleri yaptıkları açıklamada arkadaşlarının bir an önce s alınmaması halinde kitlesel eylemlere geçeceklerini belirttiler. Ertesi gün 13 kişi serbest bırakıldı. İçerdeki 8 kişinin serbest bırakılması ve genelde öğrencilere yönelik resmi-sivil faşistlerin saldırılarının protesto edilmesi amacıyla Dicle Ü.den 400-450 dolayında öğrenci kampusta sloganlı yürüyüş yaparak rektörlük binası önünde 3 saatlik bir oturma eylemi yaptılar. Yürürken ve oturma eylemi esnasında öğrenciler coşkulu ve kararlı bir biçimde “göz altılara son, idare-polis işbirliğine son, yaşasın haklı mücadelemiz, baskılar bizi yıldıramaz” biçiminde sloganlar attılar.
Gözaltındakiler bunun üzerine serbest bırakıldılar. Fen-Edb. Fak. Öğrenci Derneği yöneticisi bir öğrenci DGM’ce tutuklandı.
14 Nisan günü öğrenciler İHD Diyarbakır şubesinde baskıların, haksız göz altıların kınandığını içeren bir basın bildirisi okudular.
1987 Aralık ayında kurulan Dicle Ü. Hukuk Fak. Öğrenci Der. 8 Nisan 1989 günü 65’i dernek üyesi olmak üzere 300 kişilik coşkun bir katılımla ilk genel kurulunu yaptı. DÜHFÖD kurulduktan çok kısa bir süre sonra anti demokratik bir şekilde kapatılmış ve bütün yöneticileri gözaltına alınarak işkenceden geçirilmişti. Polis ve idare gitgide güçlenen DÜHFÖD’ü susturmak için her yolu denediler, yöneticileri üç ayda üç kez gözaltına aldılar.
Fakülte binasında yapılan genel kurula iki liste aday oldu. Eylemcilikle suçlanan Geçici Yönetim Kurulu’nun desteklediği liste ezici bir çoğunlukla yönetime geldi. Yeni yönetim vize sorununa ilişkin bir dilekçe kampanyası başlattı. Kampanyaya 750 kişilik okuldan 450 öğrenci katıldı.
Öte yandan 14 Nisan’da Çanakkale Meslek Yüksek Okulu öğrenci derneğince düzenlenen Dayanışma ve Moral gecesinden soma 9 öğrenci derneği yöneticisinin gözaltına alınmasının ardından, ertesi günü Vali Muzaffer Ecemiş ile görüşmek üzere vilayete gittikleri sırada güvenlik güçleri tarafından engellenen ve daha sonra giriştikleri oturma eylemi sırasında zor kullanılarak, coplanılarak dağıtılan öğrenciler, olayları protesto etmek amacıyla SHP Merkez İlçe Binası’nda açlık grevine başladılar. SHP ilçe yöneticileri öğrencilerin bu eylemine karşı çıktılar ve onları binadan çıkarmaya çalıştılar. 65 öğrencinin katıldığı valilik önündeki eylemin ardından 12 öğrenci polis tarafından gözaltına alındı. Bunun üzerine başlatılan açlık grevine ise 40 kadar öğrenci katıldı.
Diğer yandan Sivas’ta Cumhuriyet Üniversitesi öğrencilerinin 14 Nisan 1987 gerçekleştirilen öğrenci direnişinin yıldönümünde bu önemli günü kutlamak amacıyla yaptıkları sazlı, sözlü, türkülerin ve marşların topluca coşkulu bir şekilde söylendiği etkinliğe 300 civarında öğrenci katıldı. Yapılan toplantıda 14 Nisan direnişi üzerine konuşmalar yapıldı, 14 Nisan’ın öğrenci gençliğin mücadelesinde bir dönüm noktası olduğu vurgulandı.
Yine Cumhuriyet Üniversitesi öğrencileri, 83 öğrencinin katılımıyla 1 Mayıs’ı coşkulu bir şekilde kutladılar. Eylemde yapılan konuşmalarda 1 Mayıs’ın anlamı ve sınıf bilinçli işçiler ve devrimci proletarya tarafından nasıl değerlendirilmesi gerektiği üzerinde duruldu. Şiirler ve marşlar okundu. “YAŞASIN 1 MAYIS”, “1 MAYIS ENGELLENEMEZ”, “BIJI YEK GULAN” sloganları haykırıldı. Ertesi gün polis-idare işbirliği sonucunda 30 öğrenciye uyarı cezası verildi. 1 Mayıs öncesinde Sivas ve Tokat’ta toplam 11 öğrenci gözaltına alındı, ancak polis istediğini elde edemeyince gözaltına bırakılanlar serbest bırakıldı.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın 6 Mayıs 1972’de idam edilmelerinin yıldönümünde yapılan bazı eylem ve etkinlikler militan mücadele çizgisinin geliştiğinin göstergeleri niteliğinde idiler. Bu çerçevede yapılan eylemlerden İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin 6 Mayıs günü üniversite bahçesinde sembolik anlamda bir darağacını yakmaları ve eylemlerini açıklayan bir konuşma yapmaları öğrencilerce coşkuyla karşılandı.

Ankara Tabip Odası Nisan 1989 Ara Genel Kurulu Kararları
Nisan 1989 günü 700 üye hekimin katılımıyla toplanan Ankara Tabip Odası Ara Genel Kurulu, hekimlerin şu ana kadar sağlık hizmetleri ve sağlık çalışanları adına öne sürdükleri vazgeçilemez ve ertelenemez talepleri konusunda gösterdikleri bütün iyi niyetli çabalarla, diyalog arayışlarına karşılık yetkililerin umursamaz tavrını protesto etmiş, aşağıdaki kararları almıştır:
1- Genel Kurul, yetkililerin boş vaatler dışında hiçbir adım atmamaları karşısında bu oyalamalara artık hekimlerin tahammül edemeyeceklerini ve somut kazanımlar elde edilene kadar daha da etkin, sürekli ve örgütlü mücadele etme, hekimlerin talepleri ve hastaların sağlık hakkı konusunda kamuoyunu aydınlatmaya devam etme kararlılığında olduklarını ilan eder.
2- Yaşadığımız koşullarda hekimlerin köklü çözüm arayışları ve Genel Kurul’dan etkin mücadele beklentilerini dikkate alır, eylemlerin meşruluğunu haklılığımızda taşıdığı görüşünü temel alarak;
a. Çağdışı koşullarda karşılıksız nöbet tutan arkadaşlarımızla dayanışma amacıyla, 15 Mayıs’-tan itibaren belirlenecek günlerde Ankara’da her hastanede birer gün TOPLU HALDE NÖBET tutulmasını kararlaştırır.
b. Mesleğimizin gereğini yerine getirmek amacıyla; bunun bir eylem değil, hastanın sağlık hakkı olduğunu unutmaksızın, 15 Mayıs’tan itibaren kademeli olarak yaygınlaştırılmak üzere tüm hekimleri, hastalarına yeterli zaman ayırmaya ve böylece yıllardan beri aslında hekimin hekimliğinden ve halkın sağlığından vazgeçilerek hangi açıkların kapatılmakta olduğunu kamuoyunun gözleri önüne sererek hastalara layık oldukları çağdaş bir sağlık hizmetinin sunulmasını gerçekleştirecek bir sürecin ilk adımını atmaya çağırır.
c. Hekimlerin ve tüm sağlık çalışanlarının taleplerini elde etmek konusundaki kararlılıklarım ifade etmek üzere mümkün olan en kısa sürede Türkiye’deki tüm hekimlerin ve sağlık çalışanlarının çağrılı oldukları bir yürüyüş ve miting düzenlenmesini kararlaştırır;
d. Kamuoyunun desteğini alacak meşru eylem biçimlerinin ve nöbet ücretleri için yasa çalışmaları dahil olmak üzere her türlü mücadele yönteminin bulunarak hayata geçirilmesi konusunda Oda Yönetim Kuruluna yetki ve görev verir.
3- Ara Genel Kurul, hekimlerin daha iyi çalışma ve yaşama koşullarına ulaşabilmesinin temel güvencesinin diğer kamu çalışanları ile birlikte grevli toplu sözleşmeli sendika kurma hakkı olduğunu belirtir ve önümüzdeki dönemde sendikalaşma ile ilgili daha somut adımların atılması için “Sendika Girişim Komisyonu”nun kurulmasını kararlaştırır.
4- Genel Kurul, Ankaralı hekimlerin bu çabalarını ülkemizdeki tüm hekimlerle dayanışma içinde yürütme beklentisini Türk Birliği Merkez Konseyi’nin de dikkate alarak ülke çapında örgütlü, sürekli ve programlı bir mücadele önderlik etmesi için çağrıda bulunur.
5- Ara Genel Kurul, kamuoyunu sağlık sorunları konusunda yanlış yönlendirildiği hedeflere saldırmak yerine, kendi sağlık sorunlarına, hekimlere ve diğer sağlık çalışanlarına sahip çıkmaya ve bir kez daha onların haklı mücadelesini desteklemeye çağırır.


DİDF 7. Olağan Genel Kurulu 24-26 Mart 1989’da Yapıldı.
Duesseldorf

Kısa adı DİDF olan, F.Almanya Türkiyeli Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu, 24-26 Mart ’89 tarihlerinde 7. Olağan Kongresi’ni yaptı. Kongrede DİDF Yönetim Kurulu’nun kongreye sunduğu geçmiş iki yıllık dönemin faaliyet raporu ve ayrıca DİDF Program taslağı ele alınıp tartışıldı. Üç gün süren kongre tartışmalı ve canlı geçti. Tartışmaların sonunda gelecek dönem ilişkin çeşitli kararları alındı. Kongreye yurt dışından çeşitli kuruluşların yanı sıra Türkiye’den gelen Özgürlük Dünyası, Leman Fırtına vb. mesajları özellikle coşkuyla alkışlandı.
DİDF, 1980 yılının Aralık ayında F.Almanya’nın çeşitli kentlerinde kurulmuş ve daha önceden çeşitli faaliyetler yapan derneklerin giderek birleşmesi ve federasyonlaşması sonunda kurulmuş demokratik bir örgüttür. Çoğunluğunu Türkiyeli işçilerin oluşturduğu DİDF kuruluşundan sonra bir program çıkardı ve başta Türkiyeli işçilerin yabancı olmalarından kaynaklanan sorunlar temelinde kazanılması ve Türkiye’deki bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin desteklenip omuz verilmesi olmak üzere bir dizi sorunları ve talepleri içeren bir mücadeleye yöneldi. Başlardan programına aldığı bazı temel sorun ve taleplerin asıl temel kitle örgütlerinin görevi olduğunun tespit edilmesi nedeniyle, kendisini sendikalar vb. kuruluşların yerine koyduğu için özeleştiri verdi ve programını netleştirip gerçekten neye hizmet etmesi gerektiği doğrultusunda sonraki yıllarda sürekli tartışmalar yürüttü.
DİDF kuruluşundan bu yana yurt dışında etkileyebildiği ölçüde kitleyle ve kamuoyunun desteğiyle, Türkiye halkının bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini kararlılıkla destekledi. Kuruluş yılı 12 Eylül generallerinin yönetime geldiği dönem olduğu için, zindanlardaki siyasi tutuklularla dayanışma daha da öncelik kazandı ve dayanışma eylemlerinde, cuntanın Avrupa demokratik kamuoyunun nezdinde teşhiriyle birlikte, cezaevlerindeki her türlü direniş ve eylemlerin desteklenmesi ön plana çıktı. Bunun yanı sıra Alman işçi sınıfı emekçi halkının savaşa ve silahlanmaya, faşizme ve gericiliğe karşı ve sosyalizm için sürdürdüğü mücadeleyi destekledi. Ayrıca Almanya’daki yabancı düşmanlığına karşı ve yabancıların en temel demokratik hakkı olan seçme ve seçilme hakkı için aynı dönemlerde yoğun bir faaliyet yaptı. Özellikle yabancılara seçim hakkı ve yabancı düşmanlığına karşı yürütülen mücadele sayesinde kısa sürede demokratik kamuoyunda haklı bir prestij ve saygınlık kazandı. Çünkü o zamana dek ne yerli ne de yabancı diğer kuruluşlar böyle bir sorunu gündeme getirmediler ve DİDF bu sorunları ele alıp ileriyi görerek buna zamanında parmak basması ve buna uygun faaliyet yapması çok önemli siyasal bir yaklaşımdı. Nitekim daha sonda seçme hakkıyla birlikte diğer konular demokratik kamuoyunda gündeme geldi ve giderek sendikalar başta olmak üzere tüm kuruluşlar bu sorunları tartışmaya başladılar. Sınırlı bir gücü olmasına karşın sorunu zamanında tespit etmesi elbette ileriye yönelik olarak alman önemli bir karardı. Daha sonra da buna uygun olarak çalışmalar yapıldı. Kısaca bilgi vermek gerekirse: Tüm Almanya çapında kampanya faaliyeti olarak başlatılan eylemler sonunda 200.000’i aşkın imza toplandı. Yabancı düşmanlığına karşı mücadeleyi hedefleyen ve halkların dostluk ve dayanışmasını içeren 500.000’e yakın pul ve rozet tüm Almanya çapında dağıtıldı, tanıtıldı. Buna bağlı olarak da toplandılar, yürüyüşler ve bir dizi eylemler örgütlendi. Tüm uluslardan işsizlerle gücü oranında dayanışma içine girdi.
Ülkemizdeki bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin desteklenmesi, cuntanın teşhir edilmesi ve zindanlardaki her yeni gelişmenin anında yurt dışında yapılan eylemlerle desteklenmesi ise Türkiye’ye yönelik olarak yapılan faaliyetlerdi.
Almanya’da yaşayan, ekonomik ve siyasi sürgüne gönderilmiş bulunan Türkiyeli emekçilerin özgül durumundan ortaya çıkan bu örgütlenme içinde bu hedeflerin sosyal ve kültürel çalışmalar da sürdürülmektedir. Kültür alanındaki var olan büyük boşluğun doldurulması ve her türden gerici, emperyalist, yoz kültüre karşı emekçilerin kültürel değerlerinin, halkın geleneksel ve devrimci kültürel değerlerinin yaşatılması amacıyla da kültürel, sosyal faaliyetler yürütülmektedir.
DİDF Türkiyeli işçilerin Almanya’da yabancı işçiler olmasından ortaya çıkmıştır. Türkiyeli işçiler yabancı bir ülkede çalışmasalardı, böyle bir örgütlenme ortaya çıkmayacaktı.
DİDF en son yaptığı kongrede geçmişte ele alman program sonuna daha da berraklık getirdi ve ne için hangi perspektifle ve nasıl bir işlevle mücadele edeceği konusunu bu son kongresiyle somutlaştırmaya çalıştı.
Önümüzdeki dönemde tüm ayrıntılarıyla programa ilişkin konular sonuçlandırılacak. Şimdiki dönemde programının asıl çerçevesini şu üç temel hedef oluşturuyor.
1. Bulunduğumuz ülkedeki demokrasi ve sosyalizm mücadelesine katılmak, ülkemizdeki devrim ve demokrasi mücadelesini desteklemek için ajitasyon propaganda ve teşhir faaliyeti sürdürmek, buna bağlı etkinlikler örgütleyip, kamuoyu oluşturmak…
2. Yabancı ve yurtdışında olmamızdan dolayı karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar konusunda propaganda ve teşhir faaliyeti sürdürmek ve aktif mücadele etmek, yabancı emekçilerin gasp edilen hakları konusunda faaliyet yürütmek, demokratik hakları ve mevzileri savunup, diğer uluslardan emekçilerle birlikte halkların dostluğu ve dayanışması için, karşılıklı saygıya dayalı, gönüllü kaynaşmadan yana bir politika sürdürmek ve onun özüne uygun faaliyetler yapmak…
3. Yurt dışındaki bu özgül durumumuzdan dolayı bugün hemen tüm üye derneklerde yürütülen kültürel, sportif, sanatsal (koro, tiyatro, futbol, folklor vb.) etkinlikleri devrimci bir tarzda ele alarak devrimci ve demokratik etkinlikler yürütmek… İşte DİDF yukarıda özet olarak sunulan bu program hedefleri doğrultusunda bundan böyle çalışma yapacak ve buna uygun faaliyetler örgütleyip ajitasyon, propaganda faaliyeti sürdürecek…
Daha sonra yeni yönetici organların seçimleri yapıldı. İki kadın arkadaşın görev aldığı 7 kişilik bir Yönetim Kurulu seçildi. Yeni yönetim kurulunun önümüzdeki dönemde yürütmek üzere önüne çeşitli görevler konuldu ve ileriye yönelik önemli kararlar alındı.


3000’i aşkın kitle büyük bir devrimci coşku ve heyecanla haykırdı:
“Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!.”

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının 6 Mayıs 1972 yılında idam edilmelerini protesto ve devrim şehitlerini anmak için 6 Mayıs 1989 günü, F.Almanya’nın Duisburg kentinde görkemli bir toplantı düzenlendi. Yurt dışında yaşayan ve çalışan Türkiyeli emekçilerin her yıl devrimci bir gelenek olarak düzenledikleri anma toplantısı bu sene yapılan toplantıda daha kitlesel olarak gerçekleşti.
Devrim şehitleri için saygı duruşu ile başlayan toplantı, gecenin önemi ve anlamı üzerine yapılan konuşmaların dışında kültürel programla sürdürüldü.
Türkiyeli devrimci ve komünistlerin, ülkemizdeki, dünyadaki ve özel olarak da Avrupa’da yaşayan Türkiyeli emekçiler açısından bulundukları ülkedeki siyasal durumları, emperyalist-kapitalistlerin emekçilere yönelik saldırılarım, buna karşı yürütülen mücadeleyi anlattıkları konuşmaların yanı sıra, toplantı ayrıca uluslararası dayanışmanın anlamlı ve dayanışmacı bir örneği oldu. Başta F.Almanya olmak üzere, Fransa, Yukarı Volta, Hollanda, Danimarka, Surinam, İspanya gibi ülkelerden devrimci parti ve kuruluşların temsilcilerinin yanı sıra, Türkiye zindanlarından siyasi tutsaklardan başka birçok tanınmış kişi ve kuruluş dayanışma mesajları ve kısa konuşmalar sundular. Her dayanışma mesajı ya da konuşmanın ardından salondaki kitle hep bir ağızdan, “Yaşasın Uluslararası Dayanışma”, “Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet”, “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” vb. sloganları coşkuyla haykırdılar. Çocukların hazırlayıp sundukları halk oyunlarının dışında Silifke ve Diyarbakır yöresinden halk oyunları ilgiyle izlendi. Kosovalı emekçilerin dayanışma için müzik gruplarıyla sundukları türküler, İspanyol müzik grubunun İspanyol dansları eşliğinde çalıp söyledikleri şarkı ve türküler büyük beğeni topladı. Gecede ayrıca Türkiyeli gençlik adına Türkiye’den gelen genç devrimci bir kız arkadaşın konuşması sık sık alkışlarla ve sloganlarla kesildi. Büyük bir ilgiyle izlenen ve Türkiye’deki devrimci mücadeleyi, gericiliğin saldırılarını ve buna karşı işçi ve emekçilerin dişe diş direnişlerini anlatan slayt gösterisini soluk soluğa izleyen izleyiciler tepkilerini güçlü sloganlar atarak dile getirdiler. Geceye katılan tüm izleyicileri yerlerinde durdurmayan ve harekete geçiren Danimarkalı müzik grubu Savağa Rose, militan ve coşkulu müzik parçalarını çalmaya başladıklarında herkes kol kola halay çekmeye başladı. Ellerinde bayrakları, Savage Rose’nin Filistin halkı ve direnişçileri için söyledikleri devrimci şarkıda binlerce izleyici tüm salonun etrafında büyük bir coşkuyla halay çekiyor, slogan atıyor ve ortaklaşa şarkı söylüyorlardı. Gecenin kültürel bölümünde büyük bir ilgi ve coşkuyla izlenen bir başka sanatçı ise Nizamettin Ariç oldu. Kürt halkının direniş ve ezilmişliğinin türkülerini, isyanını ve boyun eğmeyen karşı koyusunu dile getiren Nizamettin Ariç (Feqiye Teyra) sazı ve flütüyle özellikle salonda bulunan Kürt işçi ve emekçileri coşturdu. Devrimci ozan Mehmet Erdoğmuş’un gür sesinde militan ve devrimci marşlar, türküler izleyicilerin de yer yer katılmasıyla salonda koroya dönüştü. Köln’den genç devrimcilerin büyük bir emek vererek hazırladıkları koro 6 Mayıs ve diğer devrim şehitlerinin anısına marşlar söylerken, Şah Turna da sazıyla, sesiyle gecenin sonuna doğru bu büyük anma toplantısına katkıda bulundu.

BREMEN RADYOSU: “Özgürlük Dünyası’na Savcı Darbesi!”
Türkiye’de aylık olarak çıkan ve yurt dışında da önemli bir okuyucu kitlesine ulaşan Özgürlük Dünyası adlı derginin Mayıs sayısının “Komünizm propagandası yapılıyor” gerekçesiyle toplatılması protesto edildi. Derginin Yurtdışı Temsilciliğini üstlenen Bre-men Redaksiyonu’ndan yapılan basın açıklamasında, Özgürlük Dünyası adlı dergiyle birlikte Türkiye’de yayınlanan diğer sol dergilerin de toplanılması, bu dergilere yönelik ekonomik ve siyasi baskı şeklinde yorumlanıyor. Demokratik kamuoyunu bu tür girişimlere karşı duyarlı olmaya çağıran dergi, toplatma kararını protesto ettiğini açıkladı. (11.5.89 tarihli Bremen Radyosu yayınından alındı.)
Özgürlük Dünyası Y. Dışı Tems. Notu: Basına ve kamuoyuna yaptığımız açıklamayı esas alan Bremen Radyosu yukarıdaki tarihte yaptığı yayınında açıklamaya yer verdi. Bremen ve çevresinde yaşayan 100.000 Türkiyeliye yönelik yayın yapan Bremen Radyosu her gün akşam 35 dakikalık magazin ve haber içerikli programlar yapıyor.

Özgürleş(eme)mek Üzerine
Namık KUYUMCU

Birçok yazı ve tartışmalarda 12 Eylül bir başlangıç olarak ele alınır oldu. Bu yanıyla kimilerinin de miladı -doğuşu-… Ya da kimilerinin Rönesans’ı -yeniden doğuşu-… 12 Eylül’ün getirdiklerini de götürdüklerini de yadsımıyoruz. Alt üst oluşların yasama izdüşümlerini de. Ne ki ateşin ve küllerin öyküsü yeni değil. Zeus ve Premetheus’tan da eski… İnat ve kavga, çelişki ve ölüm… Kiminde çelik gagalı bir kartal, kiminde pas tutmuş zırhlar altındaki generallerin kanlı pençeleriyle de olsa…
Kuşkusuz ki 12 Eylül, ülkemiz tarihi açısından, sosyalist hareketin de önemli bir dönemeci olmuştur. Pervasız baskı ve terörün ardından; şaşkınlık ve hazırsızlık, çözülme ve dağılma, çeşitli siyasal yapılanmaların fazlasıyla payına düşeni aldığı olumsuzluklardandır. Sistemli baskılar karşısında umutsuzluğa düşen devrimci ve demokratların bir kısmı can pazarım yaşarken, bir kısmı da kaçışın fırtınasından reddiye’nin limanına demir atmak da buluyorlardı çözümü. Ne ki pusulası bozuk bir gemiyle yol almak ne denli zor ise, yanlış bir limanda demirlemek de o kadar tehlikeliydi…
Ardından korku, inkâr ve tükeniş! Ve reddiye’nin felsefesel-ideolojik inşası… Bir şeylerin içinden gelenlerin, umutsuzluk ve kaçışı önce rasyonalize ve estetize etmeleri, sonra da davranış ve yaşama biçimi olarak savunuşları derinlik(!) ve boyut taşımalıydı elbet. Hem de tüm bunlar ‘özgünlük* ve ‘özgürlük’ adına yapılıyorken. Kendini aşmak adına yabancılaşmanın, bireyselleşme adına bencilliğin ve egosantrizmin, ‘açık yüreklilik’, ‘korkusuz eleştiri’, ‘yanlışa karşı amansız olup gelecek adına geçmişi kararlılıkla sorgulama’ vb. adına nihilizmin ve yadsımacılığın ideolojik konsolidasyonu ve siyasal-bireysel dışavurumu nicedir ortalarda.
12 Eylül’e dek uzanan verili koşulların pek çok anlamda eleştiriyi gerekli kılması gerçeği, bu anlayışlar tarafından son sınırına dek kullanılmıştır. Hem de eleştirilerin odak noktası halinde olanların -içeride ya da dışarıda- kendilerini saran kıyımdan başlarım kaldırıp bir şey yapmama gerçeklerine rağmen. Baştan eşitsiz gelişen bu pervasızlık, birçok genel doğruyu da kullanarak çoğu yerde burjuvazinin değirmenine su taşımakla kesişmiştir. Dekadans dönemlerinin kendine özgü bu variete’si (çeşitlilik-türlülük) karmaşık değişim dinamiklerine ters düşmese de, özgürlük, bilinç, etkinlik kavramları ülkemiz ve günümüz gerçeğiyle ele alınmak zorundadır.
Karşı koyuşların başına özgürleşmek, ya da diğer bir deyişle özgürleşememek, yanı başına da bireyselleşme olgusu getirilmektedir.
Özgürleşmek:
Bireyin özgürlüğü, tarihsel süreç içinde gerçekleşen toplumsallaşmanın biçim ve sonuçlarından-dır. Bu tarihsel süreç ise insanın toplumsallaşmasının mücadelesidir, özgürleşme son tahlilde, toplumsallaşma sonucunda elde edilen bir hak olmakla birlikte, bu uzun erimli mücadele yolunda bireyin giriştiği-girişeceği öznel ve nesnel etkinlikleri de özgürleşme sürecinin koşuludur. Birincisi, bireyin farkında olarak ya da olmayarak, gereksinmeleri nedeniyle giriştiği etkinliklerinin kendi özgürleşmesinin nicel sürecini oluşturmasıdır. İkincisi ise herhangi bir düzeyde toplumsal-siyasal bir örgütlenmenin içerisinde yer alarak; bireyin kendi öznel sürecinin bir parçası olduğu kadar, giriştiği-girişeceği etkinlikleri önceden tasarlayıp, belirli amaçlara (nesnel-tarihsel sürece) uygun ve gelişmiş, araç ve yöntemlerle dönüştürebilme edimi ve eylemidir.
Bu saptama da, temelsiz bir biçimde getirilen ‘devrime dek özgürlüğümüzü erteleyelim mi’ yaklaşımım da karşılamaktadır.
‘HAYIR ERTELEMEYELİM’
‘SAVUNALIM VE BUNUN İÇİN ŞİMDİDEN MÜCADELE EDELİM’.
..
Ancak yapılan bir eylemin hesaplanmaya bazı sonuçlar üretebilmesi de mümkündür. Belli bir amaca yönelik bir eylemde bulunduğumuzda, bu eylemin aslolan amacı aşıp, bireysel gelişim surecimizde çok önemli olumsuz sonuçlar doğurabilmesi de söz konusu olabilir. Yani özgürleşme adına girilen bir eylem, görece olarak insanı tutsaklaşmaya da götürebilmektedir. Burada önemli olan insanın söz konusu eylemi, gereklilik olarak algılayıp algılamadığıdır. Belirli bir amaca yönelik olmasından bilinçliliktir. Gerçek anlamda özgürleşme; bu gerekliliği kavramakla, söz konusu amaç için bilinçli etkinlikle gerçekleştirilebilir.
Öznel olarak bir takım haklı gerekçelerle yürütülüyormuş gibi gözüken eylemlerin, nesnel olarak sonuç anlamda nereye hizmet ettiğinin anlaşılması, yani tarihsel zorunluluğunun açıklanması gerekmektedir. Eylemin, nesnel olarak kimlerin yararına, kimlerin zararına olduğu saptanabilmelidir. Eylemin nesnelliği ile özelliğinin birbirine denk düşebileceği kadar birbiriyle örtüşmeyebileceği de unutulmamalıdır.
İnsanın özgürlüğünden söz edebilmemiz için, o insanın toplumsallığından, toplumsal olarak örgütlülüğünden söz etmek gerekir, özgürlük hiçbir koşulda, bir insanın sadece kendisine değin bir süreç olarak var olamaz. Ki insanın doğaya karşı vermeye başladığı özgürleşme mücadelesi, onun toplumsal ilişkiler ile örgütlenmesinden başlıyordu. Bu anlamda özgürleşme, toplumsallaşmanın ta kendisi, toplumsallaşmanın ifadesidir, özgürleşmiş bireylerden söz edebilmemiz için, özgürleşmiş bir toplumdan söz etmemiz gerekir. Bireylerin en gelişmiş ve geniş bir biçimde kendilerini gerçekleştirebilmesi, toplumsallaşmanın tarihsel olarak örgütlenebildiği mücadele alanlarıdır.
Eylül Sonrası Özgürleşmek Üzerine:
Eylül soması, özellikle ‘belirli bir geçmişin içinden’ gelenlerin, geçmişi sorgularken en çok üstünde durdukları nokta ‘birey-selleşmeden toplumsallaşmak istemenin’ ve ‘özgürleşme mücadelesi verirken, tutsaklaşmanın’ olumsuzlanmasıydı. Genel anlamda bir doğruyu içeren ve felsefesel-ideolojik düzeyde irdelenmesi gereken bu konuya, günümüzde ‘nasıl’, ‘hangi yöntemle’, ‘ne için’ yaklaşıldığı önemlidir.
Nesnellik; ülkemizde sosyalizmin tarihsel-toplumsal-düşünsel olarak gelişim, etkileşim seyrine bağlı dinamiklerin nabzım yakalayabilmeyi de dayatır. Konuya ilişkin çeşitli zaafları öznel olarak tespit etmek, bu yaklaşımla örtüştürülemediğinde, reaksiyonel bir tutumla tüm değerlere karşı olmak düzleminde boyutlanabilir. Farkında olunamayan, iyi niyetli bir eleştiri olarak başlasa da yöntem eksikliği ve hedef şaşkınlığıyla marjinalizmin herhangi bir türüne demir atmayla sonuçlanabilir.
Nitekim umutsuzluğun kol gezdiği bir dönem için Liberterizrn, Feminizm, Yeşil ve Sivilizasyoncu görüşlerin yaygınlaşması, bu yanlış yönelim ve gelinen sonuç için, yanlış nedenlerin sorgulanmasının sonuçlarındandır. Bu akımları eleştirmek başka bir yazının konusu olmakla birlikte, son tahlilde sosyalizmin dışında, karşısındadırlar.
Sonuç olarak; kendi özgürlüğünden vazgeçemediği, onu yitirmeyi göze alamadığı, ona sahip çıkmadığı sürece insanın özgürleşebilmesi olanaklı değildir, ‘özgürlük doğa yasalarından bağımsızlık düşü değildir… İnsanın beden ve ruh varlığım yöneten yasalardan da bağımsızlık düşü değildir’. Tarihsel-toplumsal yasalılığın dışında ele alınan özgürlük, kavramı, düşünsel anlamda anarşizmle varlığım gösterir. Gerekliliğin ve zorunluluğun kavranmasından geçen özgürlük, arayışların çeşitliliği dışında, ilgili tarihsel toplumun uzam içinde, materyalist felsefenin diyalektik yöntemiyle ifadelendirilmelidir.
Bu önemli konu, felsefesel-ideolojik bağlamda uzun süreçlerin getirdiği bir mücadeleyi taşımasıyla birlikte, içinde yaşadığımız koşullarda, yaşamın pratiğine aktarılması ve gündemi saptarken atlanılmaması gereken bir zorunluluktur.
Çünkü bu devrimci sorumluluktur.

Düzeltme
Geçen sayımızda yayınlanan KPD ve Almanya’daki sınıf mücadelesi (1919-1980) başlıklı yazının başındaki açıklama teknik bir hata sonucu düşmüştür. Açıklama şöyle;
“1980 yılında Roter Morgan’da Türkiyeli okurlar için yayınlanan yazının özetini, KPD ve Almanya’da sınıf mücadelesinin tarihinin öğrenilmesinde yararlı olacağı için yayınlıyoruz.”
Ayrıca dergimizin 4. sayısında yayınlanan Politeknik Direnişi başlıklı yazıyla ilişkili olarak Süleyman Toprak’tan bir düzeltme mektubu aldık. Mektup şöyle: “Özgürlük Dünyası’nın Ocak-Şubat 4. sayısında Politeknik direnişi başlıklı yazıda sayfa 23’te “o tarihten itibaren Zahariyadis’ten haber alınmadı. 1957 yılında Sovyetler Birliği Zahariyadis’in kalpten öldüğünü açıkladı” kısmı tercüme sonucu yanlış çıkmıştır.
Doğrusu “Sovyet revizyonistleri 1957 yılında Zahariyadis’i partiden zorla ayırdılar ve Sibirya’ya sürgüne gönderdiler. O tarihten sonra Zahariyadis’ten hiç haber alınamadı.1 Ağustos 1975’te Sibirya’da öldüğü ve ölüm nedeninin kalp yetmezliği olduğunu Sovyetler Birliği kısa bir açıklama ile duyurmuştur” olacaktır.
Düzeltir özür dileriz.

Faşizm ve İnsan
Perdeci-Mehmet Esatoğlu

Mayıs’la alevlenen günlerde kimi sorulara cevaplar ararken geçmiş tartışmaları yeniden gözden geçiriyorum. 1935 yılında Paris’te toplanan Yazarlar Kongresine dünyanın birçok ünlü sanatçısı ve aydını katıldılar ve faşizm döneminde kültürün savunulması konusunda görüşlerini açıkladılar. Aşağıdaki yazı Brecht’in kongrede yaptığı konuşmanın, çevirmen Orhan SUDA tarafından yapılmış bir çevirisidir:
“Faşizmin saldırısına uğramak ya da başkalarının çektikleri acıları yüreğinde duymak ve bundan dolayı büyük bir öfkeye kapılmak, yazarların faşizmle mücadele etmeleri için yeterli bir sebep değildir. Faşizmin, kötülüklerini anlatmanın yeterli olduğunu sanan bir sürü yazar var. Aslında, anlattıkları şeyler önemlidir de: “Zulüm sona ermelidir, insanlara işkence edilmemelidir”. Kısacası, zulüm görenler bir toparlanmaya görsünler, zalimlerin işi bitiktir diyorlar.
Evet, dostlarım, açıklamalar gereklidir. Belki de insanlar toparlanacaklar ve bu, bir hayli kolay olacaktır. Ama zalimlerin yakasına yapışmak sanıldığı kadar kolay değildir, öfke iyice bilenmiştir, faşist zalimler bellidir. Ama nasıl hakkından gelmeli onların?
Yazar, benim görevim haksızlığı dile getirmektir diyebilir ve zalimlerin hakkından gelmeyi okurlara bırakır. Fakat o zaman yazar için ilginç bir deney başlayacaktır. Öfkenin de, tıpkı merhamet gibi, geçici bir duygu olduğunu ve kitlelerin, en gerekli anlarda bile öfkelenmediğini fark edecektir. Arkadaşlarım bana şöyle diyorlardı: Bazı dostlarımızın öldürüldüklerini haber verdiğimizde, önceleri herkes büyük bir öfkeye kapılmış ve son derece üzülmüştü. Sonra yüzlerce arkadaşımız öldürüldü, öldürülenlerin sayısı bini bulduğunda ve artık bunun hep böyle devam edeceği anlaşıldığında herkes sustu. Gerçek bir durumdur bu. Cinayetler arttıkça kimse sesini çıkarmaz. Istıraplar dayanılmaz bir hal alınca bağrışmalar duyulmaz. Bir insana işkence edildiğini görenlerin elinden buna karşı bir şey gelmez artık. Normal bir şeydir bu. Cinayetler arttı mı önü alınamaz artık.
Budur işin gerçeği. Nasıl çare bulmalı buna? İnsanları yılgınlıktan kurtarmanın bir çaresi var mıdır? İnsanlar niçin yılgın olur? İnsan, müdahale edecek güçte değilse, bir başkasının felâketiyle ilgilenmez. Darbelerin ne zaman, nereye ve niçin ineceği bilinirse karşı konulabilir. Darbeler önlenebiliyorsa, bunları önlemek için en ufak bir imkân varsa, zulüm görene işte o zaman açınabilir.
Bazıları barbarlığın, insanoğlunun eğitilmemesinden ileri geldiğini söylüyorlar. Barbarlığı önlemenin çaresi, karşımızdakine iyi davranmaktır, iyilik etmektir diyorlar. Yuvarlak sözleri tekrarlamakla, özgürlükten, insanlık onurundan, adaletten söz etmekle faşizmin önlenebileceğine inanıyorlar. Faşizmin barbar bir rejim olduğu belirtilince, barbarlığı göklere çıkarır faşizm. Barbarlığın bağnazlık olduğu söylenince, faşizm övgüler düzer bağnazlığa.
Oysa faşizm de kitlelerin eğitiminin ihmal edildiğine inanır. Aklı ve duyguları köreltmek için bu çareye (barbarlığa) başvurur. İşkence odalarındaki barbarlığının yanı sıra, okullara, gazetelere, tiyatrolara karşı da barbarca davranır. Milleti eğitmeye koyulur.
Sabahtan akşama kadar iş edinir bunu. Kitlelere verebileceği bir şeyi olmadığı için onları bol bol eğitmesi gerektir.
Ekonomisini düzene sokamaz faşizm. Savaşlara ihtiyaç duyması bundandır. Kaba kuvveti önerir. Kurbanları feda etmek ihtiyacını duyduğu için körükler fedakârlık duygusunu. İdeal haline getirir bunları.
Oysa bütün bunların neye yaradığım, eğiticinin kim olduğunu ve bu eğitimden kimin yararlanması gerektiğini biliyoruz. Felâketin, kötülüğün barbarlıktan ileri geldiğini görenlerimiz bile eğitmekten, düşünceleri (ama sadece düşünceleri) etkilemekten, insanlara iyiliği öğretmekten dem vuruyorlar. Ama hangi şart altında ve ne pahasına olursa olsun iyiliğin gerekliliğinden söz etmenin bir sonuç vermeyeceğini bilmiyorlar.
İnsanların ille de iyilik yapmalarım beklemekten sakınalım. İmkânsız hiçbir şey istemeyelim onlardan, güçlerin yetmeyeceği fedakârlıklar yapmalarını, yani korkunç bir duruma, yüce erdemler sayesinde, katlanmalarını beklemeyelim.
İlle de kültür diye tutturmayalım. Kültürün ayaklar altına alınmasına acıyalım, ama insanlara daha çok acıyalım. İnsanlar kurtulunca kültür de kurtulmuş olacak. Uygarlık insanlar için değil, insanlar uygarlık için yaratılmıştır demeye kalkışmayalım hiçbir zaman.”
Dostlar, felâketin, kötülüğün sebeplerini iyice düşünelim. Bilim bize, bütün felâketlerimizin mülkiyet ilişkilerinden ileri geldiğini öğretmekte. Gün gibi açık olan bu gerçek, mülkiyet ilişkilerin ve barbarlıktan en çok zarar gören kitlelerce her gün biraz daha benimsenmektedir.
Faşizmin cinayetlerini gören ve bunun acısıyla sarsılan yazarların birçoğu henüz bu gerçeği anlamış ve barbarlığın sebeplerini keşfetmiş değil.
Faşizmin zulümleri bir sonuç vermeyecektir diye düşünmek daima tehlikelidir. Çünkü bu yazarlar böylece, mevcut mülkiyet ilişkilerine bel bağlamış oluyorlar. Faşizmin barbarca davranmaya ihtiyaç duymadığım sanıyorlar. Oysa faşizm, mevcut mülkiyet ilişkilerini devam ettirmek için şiddete başvurmak zorundadır. Mevcut mülkiyet ilişkilerinin devamım isteyen ya da buna kayıtsız kalan yazarlar, barbarlıkla kesin bir şekilde ve uzun bir süre mücadele edemezler, çünkü onlar, barbarlığa yer vermeyen sosyal bir düzenin kurulmasını istemiyorlar, ya da bu gücü kendilerinde göremiyorlar.”
Bertold BRECHT


“Toplum Bir Çark ise Resim de Bu Çarkın Dişlilerinden Biri Olmalıdır”

Sadık ÖZTÜRK1954yılında Zile ‘de doğdu. 8 defa kişisel, 3 defa karma olmak üzere 11 sergi açtı. 1979yılında Gazi Resim Bölümü’nden mezun oldu. Amblem yarışmalarında ödüller aldı. Kitap kapakları, kaset kapakları ve kartpostal çalışmaları yaptı. Özel koleksiyonlarda resimleri bulunmaktadır.

Ö. DÜNYASI: Sizce resim nedir, nasıl yorumluyorsunuz?
S. ÖZTÜRK: İfade olarak o kadar fazla ki, sınırlayabilmek olanaklı değil. Hepsi de birbirini tamamlayan yaklaşımlar. Yaklaşımların kaynağı sanatçının bulunduğu yer ve coğrafi bölgeye, gelişmişlik ve geri kalmışlık sürecine göre değişir. Bana göre insanlar yaşadıkça sönmeyen bir alev, vazgeçilmesi olanaklı olmayan bir sevdadır. Bu sevda topraktır, emeğe saygıdır, özgürlüğe özlemdir.

Ö. DÜNYASI: Resim anlayışınızı bize anlatır mısınız?
S. ÖZTÜRK: Dünyada her şey hareket halinde. Bu durum olumlu veya olumsuz olarak her zaman var. Olumsuzluklar topluma olumlu olarak anlatabilmek, kültürel eksikliğimizi tamamlayabilmek için, renk, leke figür ve doku bütünselliği içerisinde ileriye sürükleyebilecek bir eleman olarak görebilmekteyim. Toplum bir çark ise resim de bu çarkın dişlilerinden birisi olmalıdır. Bir de yaşadığımız halde hissedemediğimiz eksikliklerimizi izleyici resmi izlerken duyabilmeli ki kendine yön verebilsin. Meksika’da duvar resimleri toplumuna yön veren büyük emek ürünleridir. Franko’nun azlettiği Picasso ölüm yıldönümlerinde gerek köyünde gerek Guernico’da, gerekse değişik yörelerde saygı ile coşku ile anlayabiliyorsa, resimleri ile toplum yaşayışım bütünleştirmesindendir.

Ö. DÜNYASI: Resimlerinizde görebildiğimiz kadarı ile genelde sıcak renkler kullanıyorsunuz, nedenini nasıl açıklayabilirsiniz. İstediğiniz konuları rahatlıkla çalışabiliyor musunuz? Konuları nasıl seçiyorsunuz?
S. ÖZTÜRK: Sıcak renkler sanırım benim özgürlüğe, barışa, sevgiye olan özlemimden kaynaklanıyor. Afrika örneği, gelişmiş ülkelerin utancı olarak, kocaman bir kıtayı açlığa mahkûm ediyor. İnsanları bir deri bir kemik olarak çizerken yakın mekândaki fonda bulunan koyuluk bu insanları açlığa mahkûm edenleri anlatıyor. Bu konudaki umut beklentisini ise aydınlık geleceğin habercisi olarak ışıkla anlatmak istedim. Toprak, emek ve insan ilişkilerinde yine bu anlatı açıkça görülebilir. Çağdaş bir sanatçının eserlerinde karamsarlık, olmaması gereken bir durum. Bir bilim adamı araştırmasını ne kadar rahat yapabiliyorsa! Bir yazar ne kadar rahat yazabiliyorsam. Ben de o kadar rahat çalışıyorum. Konu seçimi biraz da ressamın birey-toplum, doğa ve dünyadaki gelişen olayları izlemesine bağlı. Bir ressam okuduğu sürece üretir, dünyadan değişik iletişim araçlarıyla haber alır. Kaybolan özgürlük 1. ve 2. resimlerimde olduğu gibi Hiroşima’da yok edilen insanlarla bütünleşip onları günümüze, çağımız insanına anlatabilmek, benim için birer mutluluk simgesidir. Bu mutluluğu ülkemde, Anadolu insanının yozlaşmamış yaşam biçimiyle bütünleştirerek yaşamaya çalışıyorum.

Ö. DÜNYASI: Son zamanlarda bazı sergilere yapılan saldırılara ne diyorsunuz?
S. ÖZTÜRK: Sergilere saldırıların bireysel öfkeden kaynaklandığına inanasım gelmiyor. Saldırıyı yapanların Ortadoğu patentli belirli merkezden yönetildiklerine inanıyorum. Bu saldırılar ressamları yıldırmaz, tam tersine daha çok çalışmalarını sağlar. 1984 yılında Türkiye’de en güzel bulvarlardan birisi olan Adapazarı bulvarının ortasında bulunan bir mermer çeşme de böyle gerekçelerle oradan kaldırılıp belediyenin çöplüğüne konulmuştu.

Ö. DÜNYASI: Bir de resimlerinizde kadın konulan ağırlıkta.
S. ÖZTÜRK: Adapazarı’nda bulunduğum beş yıl içerisinde, özellikle fındık bahçeleri ve tarlalarda çalışan hep kadınlar. Meyilli bir arazide sırtında beşik, beşikte bebe fındık kökü bazen kadınlar, tarlada çapa yapan kadınlar, Sait Faik çocuk kütüphanesinde sergilendiğinde izleyicilere çok ilginç gelmişti. Hac dönüşü hacdan bekleyen çarşaflı kadınlar, hacıların dönüşünü unutmuş, resimlerle birlikte yaşamaya başlamışlardı. Bunlar benim için ilginç malzemeler. Yer ve mekân ilişkisi kadın konularının seçilmesinde etken olabilir.

Ö. DÜNYASI: Sergiler sizler» ekonomik olarak da bir katkı sağlıyor mu?
S. ÖZTÜRK: Bir sonraki çalışmalara elbette katkısı oluyor, fakat bu temel sorun değil, izleyici bir futbol maçında deşarj oluyor ama hiçbir zaman şarj olmayı düşünmüyor. Resmin amaçlarından en önemlisi izleyiciyi düşünmeye sevk etmektir. Bugünkü koşullarda sanatçıların yazgısını da sanırım tüccarlar belirliyor. Öldükten sonra Van GOGH örneğinde olduğu gibi ressamın kemikleri üzerine fiyatlar biçiliyor. Aç yaşayıp aç ölen ressamın sürekli öldürülmesi sağlanıyor.

Ö. DÜNYASI: Biz de sizlere ömür boyu üretken, sağlıklı bir yaşam diliyoruz.
S. ÖZTÜRK: Bütün aydınlıklar, güzellikler, üretken düşünceler yaşam boyu uzun ömürlü olsunlar.


Antep Direnişi ve Öğrettikleri

1976’nın Haziran günlerinden birisi… Antep’in Düztepe semti. Kerpiçten yapılmış eski ve tek katlı bir evi binden fazla polis ve asker kuşatmış durumda. Bütün faşist elebaşılar, asker ve polis şefleri orada.
Yaşamlarını devrim ve sosyalizme adamış iki yiğit savaşçı, “Teslim ol” çağrılarına, bombalarla, panzerlerle, otomatik silah ve tanklarla yapılan azgın saldırıya “Faşizme ölüm halka hürriyet” sloganlarıyla karşılık veriyor ve aynı zamanda silahlarını da ateşliyorlar.
Haziran’ın sekizinde saat 13.30 sıralarında İlhan Emre ve Mehmet Ali Özpolat’ın içinde bulunduğu ev 30 kadar polis tarafından sarılıyor. Evde arama yapmak isteyen polise, orada oturan yaşlı kadının oğlu kapıyı açıyor, arama iznini sorduğunda da polislerce yaka-paça götürülüyor. Ancak, İlhan ve Mehmet Ali çoktan silahlarını ateşlemiş olduklarından eve girmeyi başaramıyorlar, bu defa takviye alarak saldırıya geçiliyor. Bini aşkın zırhlı tugay birliği, polis ve askerin yanı sıra, uzman katiller etrafında iç içe çember oluşturdukları eve karşı mevzileniyorlar; tank, bomba, panzer ve diğer modern silahlarla eski ev saatlerce dövülüyor, fakat 3 makineli, 4 tabanca ve 500 mermiden ibaret olan silahlarıyla yiğitçe direnen bu gözü pek iki savaşçıyı durduramıyorlardı. Direnişi bir türlü ezeme-yen faşistler, Kara Kuvvetleri Komutam, İçişleri Bakam ve Vali saatler ilerledikçe çılgına dönüyorlardı.
İki proleter devrimcinin kaldığı ev gecenin geç saatlerine kadar aralıksız kurşun, roket ve el bombası yağmuru altında tutuluyor. Saat 22 sıralarında, yoldaşı Mehmet Ali’nin geriden sağladığı ateş desteğinde çemberi yarmaya çalışan İlhan Emre kahpe pusulardan bir anda üzerine yağdırılan kurşunlarla şehit düşüyordu. Mehmet Ali, sevgili yoldaşın ölümü ardından büyük bir öfkeyle ateşi yoğunlaştırıyordu.
Bu arada çevrede toplanan Antep halkı arasında protestolar büyüyor, hatta halktan bazılarının katillerin üzerine ateş ettikleri görülüyordu, öte yandan sokaklarda biriken halk yer yer sloganlar atıyordu.
Eve yaklaşmaya cesaret edemeyen katiller, direnişi bir türlü kıramayınca çareyi duvarları tanklarla yıkarak eve girmekte görüyorlardı. Sonuçta 9 Haziran saat 14.30’da Mehmet Ali’den ve silahından gelen sesler duyulmaz oluyor, O’da sevgili yoldaşı İlhan Emre gibi geride devrimci mücadelenin kızgın ateşinde yoğrulmuş, işçiler arasında onları örgütlemek ve mücadelelerine önderlik etmekle geçmiş örnek bir yaşam ve direniş destanı bırakarak ölümsüzleşiyordu.
Antep Direnişinden Çıkarılması Gereken Bazı Dersler ve Çıkarılamayanlar
Parti sırlarını koruma, davaya ve örgüte bağlılık, faşizme karşı direniş biçimleri ve silahlı mücadelenin bazı koşulları bakımından Antep direnişi zengin derslerle dolu bir kaynaktı. Ancak bundan yeterince ders çıkarılamadığı bir gerçektir.
Devrimci parti ve O’nun önceli, militan mücadeleci bir örgüttü, 12 Eylül öncesinde ve sonrasında yüz elliye yakın şehit verdi, çok sayıda devrimci, sosyalist 12 Eylül faşist cuntası tarafından darağaçlarında, işkencelerde veya kurşunlanarak katledildi. O’nun çatısı altında yer alan devrimciler Erdal Eren, Ekrem Ekşi, Cafer Dağdoğan’ın da aralarında bulunduğu sosyalizm savaşçıları, yüce idealleri uğruna teslim olmadılar, yiğitçe direndiler ve canlarım seve seve verdiler, en ağır işkencelere dayanarak parti sırlarını korumasını bildiler. Ancak yine de 12 Eylül koşullarında örnek bir sınav verilmediği belirtilmelidir.
Generallerin pek de zorlanmadan yönetime el koymasının ardından sürdürülen yoğun faşist teröre karşı silahlı bir direniş olmadan uğranılan yenilgi, ülkemizde devrimci hareketlerin direnme çizgisini ve geleneğini yerleştirememiş olduğunu ortaya koyuyordu. 12 Eylül öncesinde de kitlelerin gelişen, uç veren silahlı mücadele eğilimlerini örgütlemede önemli ihmaller oldu. Kökleri, geçmişte, ideolojik bakımdan PDA’ya yaklaşmaya dayanan sağa kayma ve liberalizmin sonucu olarak, merkezi bilgi ve belgelerin karşı devrimin eline geçmeyecek biçimde korunmasının gereklerinin yerine getirilmemesi zaafların en önemlileri arasındaydı, örgüt surlarım korumak için ölümü göze alarak silaha sarılma örneği bir yanda dururken, kitle mücadelesini savunmak adına uzlaşmacılık bu şekilde ifadesini buldu.
Reformist, revizyonist ve diğer gerici ideolojiler karşı-devrimci şiddetten başka, onun dışında, halk güçlerinin kullandığı her türlü şiddete karşı çıkıyorlar. Silahlanmayı geleceğin bir sorunu olarak değil, bugünün sorunlarından biri olarak görmek, miskinliğe, uyuşukluğa karşı enerjik bir biçimde mücadele yürütmek, liberalizmin köklerine darbe indirmek, sıkı bir gizliliği esas alarak örgütlü birlikteliği geliştirmek, faşizme karşı militan bir direniş geleneği yaratmak devrimci yaklaşımın ve İlhan ile Mehmet Ali’yi gerçek anlamda anmanın bir gereğidir.

AÇIK MEKTUP
Halka dönük SOSYALİST REALİZM sanat anlayışının savaşçı ressamlarımızdan AVNİ MEMEDOĞLU’nun basında ve özellikle yoz burjuva düşün ve sanat çevrelerinde yankı ve tepki uyandıracak: KENDİSİNİ GERÇEK AYDIN SANAN KARANLIK BİR KİŞİYE YANIT’ı yakında ÖNCÜ KİTABEVİ’nde satışa çıkacaktır. Tlf: 526 55 13

Basın Saldırı Altında…
1 Mayıs sözcüğü toplatma nedeni!

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI Mayıs sayısı toplatıldı!
Mayıs burjuvazinin saldırganlık ayı. Şimdilik böyle bu. 1 Mayıs diyor saldırıyor, 6 Mayıs, 18 Mayıs diyor saldırıyor. ’89 Mayıs’ının ise karakteristik bir yanı vardı. İşçi hareketi, kendiliğindenlik alanında gelişse de önemli boyutlar ve yaygınlık kazanmış, destekler sağlamıştı: Rejimi, koyduğu yasaklarla birlikte açmaza dayatmıştı. Burjuva muhalefetin kayıkçı dövüşçülüğünün ötesinde toplumsal muhalefetin kendisini ortaya koyamayışı, sessizlik, boyun eğiş ve yasaklar ve mevzuattan sınır kabul edişten, açık muhalefete, toplumsal eyleme, sesini yükseltme ve karşı çıkışa, yasakları aşmaya geçiş ’89’un özelliği oluyordu. Korku ve yasaklarla engellenen iş yerini engel tanımamaya bırakıyordu.
Bu geçiş kolay yaşanmıyor. Burjuvazi kendi meşruluğunu dayatan işçi eylemlerine cepheden tavır alıp saldıramadı. Ancak durumu kabullenemiyor da. Özellikle muhalefetin kendisini siyasal düzlemde ifade edişi karşısında hayâsız, saldırganlık tutumu benimsiyor. Eylül örgütlenmesi, “güvenlik”iyle, “hukuku”yla saldırganlığını yaşatıyor. Polis işkence tezgâhının başında gibi davranıyor her yerde; Eylül terörcülüğü ve saldırganlığı ruhuna sinmiş. “Alışkanlık”! Doğal ki dönüşecek. Ama geçişte ayak diniyor. İşkence devam etmekle kalmıyor.
1 Mayıs gösterilerinde, şehit M. A. Dalcı’nın cenazesinde gözaltına alınanlar işkenceden geçirildi, özellikle siyasal tutumlarını gösteriler vs. ile ortaya koyanlar aşırı saldırgan bir tutumla karşılaşıyorlar. Fatih’in “kardeş katli vaciptir” kararnamesi ANAP yöneticileri tarafından savunuluyor ve polise ölümüne saldırma talimatı veriliyor. Sağmalcılar Cezaevi’ne saldırı, saldırıyı yöneten Albayın “cezaevinden en az bir ölü çıkacak” emriyle ve isyan vb. gibi herhangi bir nedenle değil, kaçma girişiminin öcünü almak için gerçekleştiriliyor.
Basın ve gazeteciler de bu dönemin özel saldırganlığından nasibini alıyor. “Hukuk” Eylül’den kalma “alışkanlığı” içinde hukuksuzluğunu ortaya koyuyor. Yayınlar önce toplatılıyor, gerekçe sonradan açıklanıyor. Yeni Çözüm 1 Mayıs özel sayısı 1 saat içinde, Yeni Demokrasi özel sayısı iki saat içinde toplatıldı. Bu süreler içinde gerekçe yazmak ve mahkeme kararı çıkarmak bir yana dergileri okumak, yazıları yasal açıdan incelemek bile olanaksız. Ama toplatma kararları alınıyor. Kararların önceden hazırlandığı açık.
1 Mayıs ile ilgili yazılara yer veren toplatılmamış dergi yok. 1 Mayıs’a ilişkin yazı başlıkları toplatma için yeterli neden oluşturdu. ÖZGÜRLÜK DÜNYASI Mayıs sayısı bir gün içinde toplatıldı. Kararda yalnızca iki yazının başlığı gerekçe gösterilmişti. 2 gün sonra toplatma nedenleri arasına yine yalnızca başlıklarından söz edilerek 4 yazı daha katıldı, ama bu bugüne dek henüz dergimize resmen bildirilmiş değil. “Hukuk” işliyor, nerede “suç işlendiği” açıklamasına bile gerek görülmeden! Bu “hukuk” işlerini yerine getiriyor, dergiler toplatılıyor, yayın engelleniyor ve yargılama sonunda toplatma konusu edilen yazıda “suç unsuru” bulunamazsa ne gam! ÖZGÜRLÜK DÜNYASI 3. sayısının “Hukuk macerası” böyleydi. Toplatılmış ve dağıtımı engellenmişti. Gerekçe Arnavutluk Devriminin yıldönümüyle ilgili yazıydı. Sonunda hakkında dava açılan eski yazı işleri müdürümüz beraat etti.
Toplatma ve yayını engelleme tutumu günlük gazetelere yönelik olarak da gündemde. “Basın özgürlüğü” düşkünü (!) Özal tehditler, kâğıt tahsisinde ve ilanlarda kolaylık ya da zorluklar ve başka tür çıkarlar sağlama yollarıyla yönlendirmeye çalıştığı basını bu yöntemleri yetmeyince yayın durdurma ve toplatmalarla hizaya getirme tutumunu benimsiyor. Özal ve desteklediği yayın tekelleriyle çıkar çatışması içinde olan ve 21.75’ten sonra daha çok Özal muhalifi bir yön tutturan Sabah gazetesinin “Hasbahçe’de Sonbahar” dizisinin yayını durduruldu, bir gün sonra gazete “Saltanat kayığı” yazısı nedeniyle toplatıldı. Burjuva muhalefetine bile hayat hakkı tanımama şeklindeki Eylül çizgisi şöyle ya da böyle sürme durumunda. Doğal ki zaman değiştikçe gülünçlüklere yol açıyor ve eski etkisini gösteremiyor, uygulayıcılarını daha çok yıpratıyor. Ama toplumsal muhalefetin gelişmesine bağlı olarak yasakçı çerçeve tüm alanlarda zedelense de saldırganlık ruhu tüm kurumlarda ayak direyip yaşıyor.
1 Mayıs gösterilerinde haber ve fotoğraf kovalayan gazeteciler aynı saldırganlığın hedefi oldular. Dövüldüler, fotoğraf makinaları, kolları-kafaları kırıldı. Basın özgürlüğü düşmanlığı “güvenliğimizin temel bir politikası. Basının özgür olmadığı bir ülkede polis kendisinde gazeteci dövme hakkını doğal şey olarak görüyor. Basın çalışanlarının saldırıyı protesto için Valilik önündeki yürüyüşüne yine saldırabiliyor. Saldırı nereye kadar? Devrim her yerde her zaman gericiliğin saldırganlığının artışıyla birlikte gelişir. Bunda kuşku yok. Ama yine kuşku yok ki, toplumsal muhalefetin yükselişi birçok alanda muhalefetin kendini ifade edişini meşrulaştıracaktır. İşçi eylemlerinin yarattığı meşruluk gibi 1 Mayıs da, basın özgürlüğü de kendi meşruluğunu sağlayacaktır. Bugünden yarın böyle görünüyor. Bu meşruluğun gerçekleşmesi için uğraşmak, boyun eğmeyi reddetmek, pratik tutumlar geliştirmek gerekiyor.

Haziran 1989

1 Mayıs, ihanet ve Devrimci Tutum

1989 1 Mayıs’ını Türkiye işçi sınıfı geçen senelerden daha etkin ve coşkulu bir biçimde kutladı. Eylül suskunluğunu aştığını, yeni ve mücadeleci günlere hazırlandığını, sınıf dayanışmasını ve proleter isteklerini bütün dünya proleterleriyle birlikte haykırdı. Birçok fabrikada üretimden gelen gücünü kullanarak işi durdurdu, burada durmayarak mücadelede kararlılığını alanlara taşıdı. Alanların işgal edilmesine, fabrikaların önüne barikat kurulmasına, 2-3 gün öncesinden birçok önder işçinin, devrimcinin ve sendikacının gözaltına alınmasına, 1 Mayıs sabahı duraklardan, otobüslerden insanların alınıp götürülmelerine rağmen İstanbul’da yaklaşık 200 bin kişi çeşitli biçimlerde kutlamalara katıldı. İzmir’de Ankara’da, Adana’da, Kayseri’de, Gaziantep’te, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, Balıkesir, Manisa ve Elazığ’da da polisin tutuklamalarına rağmen gösteriler yapıldı.
Kazlıçeşme deri sanayi bölgesinde tüm fabrikalar bütün gün durdu. Deri işçileri hem şalterleri indirerek hem de Mecidiyeköy’deki yürüyüşte yer alarak kutlamaların en önünde yer aldılar. Kâğıthane işçileri, Rabak, Mentax, Habaş, Permatik, Singer, İsmak, Borusan işçileri toplu viziteye çıktılar. Uzel, Pancar Motor, Belediye işçileri çalışmadılar. Birçok fabrikada işçilerin viziteye çıkmasını, gösterilere katılmasını ve iş çıkışlarında yürüyüşler yapmasını engellemek için fabrikaların önüne barikatlar kuruldu.
Nakliyat ambarlarında çalışanlar kendi bölgelerinde 1000 kişinin katılımıyla bir gösteri yaptılar.
Keresteciler sitesinde çoğu işçi 500 kişi “Yaşasın 1 Mayıs-TDKP” “Faşizme ölüm halka özgürlük-TKP/ML Hareketi” “TKİH” imzalı pankartlarla sloganlar atarak Merter’e yürümeye başladılar. Kitleyi yıldırmak ve dağıtmak için azgınca saldıran polis ilk ateşi burada açtı. İşçileriin kararlılığı sonucu aldığı bir kişiyi geri bırakmak zorunda kaldı.
Kadıköy Bahariye Caddesindeki gruplaşmaları polis dağıttı.
Taksim alanı saldırıların en yoğun olduğu yerlerden biriydi. Alan ve park daha sabahtan askerler, polis arabaları, panzerler ve polisler tarafından işgal edilmişti. Alana üç koldan girmeye çalışan kitleye polis önce coplarla, Filistin sopalarıyla saldırdı, yakaladıklarını kıyasıya dövmeye başladı. Tekrar toparlanıp Tarlabaşı’ndan aşağıya yürüyen kitleye arkadan ateş etmeye başladı. Bir kısmı silahla olmak üzere yüzlerce yaralanan oldu. 18 yaşındaki marangoz işçisi Mehmet A. Dala polisin nişan alarak ateş açması sonucu başından yaralandı. Polis “bırakın gebersin” diyerek yaralının hastaneye kaldırılmasına engel oldu. Bitkisel hayata giren Mehmet A. Dalcı ertesi gün öldü.
Abide-i Hürriyet’te askerler tüfeklerini çatıp alana oturmuşlardı. Alan çevresi de resmi-sivil onlarca polis arabası ve polisle çevrilmiş, alana çıkan tüm yollar ve kavşaklar tutulmuştu. Mecidiyeköy meydanında binlerce işçi toplanmış yürüyüş saatini bekliyordu. Günlerdir “ne pahasına olursa olsun kutlayacağız” diyerek çağrı yapan sendika ağalan sabah 09.30’da vazgeçtiklerini açıkladılar. Fabrikalara haber göndererek işçilerin alana gelmesini engellemeye çalıştılar. Bu karara tepki gösteren ve 1 Mayıs’a gerçekten sahip çıkan işçiler dağıtmadılar, önce 1500 kişilik bir grup “Yaşasın 1 Mayıs” diyerek alana doğru yürüyüşe geçti. Mecidiyeköy karakolu önünde bekleyen çevik kuvvet yürüyenleri dağıtmak üzere coplarla, önceden hazırladıkları gazetelere sarılmış sopalarla, odunlarla saldırdı. Aynı anda Ortaklar Caddesi’nden 2500 kişilik bir grup orak-çekiçli kızıl bayrak açarak kol kola girerek sloganlarını haykırarak kararlı bir şekilde önce Mecidiyeköy alanına oradan Abide-i Hürriyet’e yürüdü. Alanın girişindeki kavşakta polis işçilerin yolunu kesti ve yine coplarla kalaslarla dövmeye başladı. Onlarca işçi yerlerde sürüklendi, yaralandı. Dağılan kitle daha sonra toparlanarak Şişli’ye yürüdü. Şişli meydanına girerken bir kez daha polisin saldırısına uğradı. Tekrar toparlanan işçiler bu kez Şişli alanından Mecidiyeköy yoluna yürümeye başladı. Üst geçitte yol bir kez daha kesildi. Aynı saatlerde Okmeydanı Sosyal Sigortalar Hastanesi’ne vizite için gelen Kâğıthane işçilerinin alana doğru yürüyüşe geçmesini engellemek için polis hastane yolunu kesti. Harbiye Vali Konağı Caddesi’nden Pangaltı yolundan Mayıs alanına yürüyüşe geçen bir grubun yolu da Cumhuriyet Caddesi’nde kesildi.
Kısacası 89 1 Mayıs’ında işçiler İstanbul’un tümünü mücadele alam haline getirdiler. Birçok fabrikada üretimi durdurarak, çeşitli alanlarda gösteriler yaparak, Birlik Mücadele ve Dayanışma Gününü bütün ülkelerdeki sınıf kardeşleriyle birlikte kutladılar ve 1 Mayıs geleneğinin, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin işçi sınıfı saflarında güç kazandığını, yeni daha mücadeleci günlere hazırlandıklarını dosta, düşmana herkese gösterdiler. 1 Mayıs 89 İstanbul Proletaryası ve Türkiye halkının özgürlük bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesini geliştirip güçlendiren bir gün oldu.
1 Mayıs ve Sendika Ağalarının İhaneti
1 Mayıs 89 İstanbul işçi sınıfı ve Türkiye halkının özgürlük, bağımsızlık mücadelesini gelişip güçlendiren bir gün olmasının yanında, işçi sınıfına mücadele içinde pek çok şey öğretti. Gerçek dostlarının ve düşmanlarının kimler olduğunu, etkisi altında oldukları gerici, reformist, revizyonist düşüncelerin ve yanılgıların gerçekte ne anlama geldiğini gösterdi. Burjuva partileri, sendika ağaları, devlet, ordu, polis ve bunların sınıfsal niteliği konusunda deney kazandı. Sömürü ve baskı düzenine karşı nasıl mücadele etmeleri gerektiğini kendi deneyleriyle bir kez daha gördüler. Ve en önemlisi sendika ağaları ihanet ederken Marksist Leninistlerin kendi yanlarında, onlarla birlikte mücadele ettiklerini ve mücadeleye önderlik edecek yetenekte olduklarını gördüler. Yüzlerce bildiri, yazı, söylev bu deneyin yaptığı etkiyi yapamazdı.
1 Mayıs mücadelesi sendika ağalarının gerçek yüzünü, ihanetlerini, burjuvazinin işçiler arasındaki kolları olduklarım bir kez daha sergiledi.
Nisan ayında sınıfın hareketliliği, ileri işçilerin, gençlerin, devrimcilerin 1 Mayıs’a sahip çıkması sonucu reformist ve revizyonistlerin yönetiminde olan 8 sendika 1 Mayıs’ı yasal olarak kutlamak üzere başvurdu. İzin verilmemesi üzerine “yüz yıldır kutluyoruz, bu sene de kutlayacağız” diyen bu sendika ağaları Türk İş ve diğer sendikalarda egemen olan faşist, gerici sendika yöneticilerine karşı gittikçe artan tabandaki muhalefeti toparlayacak “sol” bir mihrak oluşturmak amacındaydılar. Onlar “ne pahasına olursa olsun kutlayacağız” diyorlardı. “Paha’dan ne anladıkları 1 Mayıs günü ortaya çıktı ve ertesi günü gazete ve dergilerde yayınlanan gazete ve dergilerdeki demeç ve röportajlarında gerçek niyetlerini açıkladılar.
Münir Ceylan 2 Mayıs günü yapılan bir röportajda aynen şöyle diyor: “Valiliğin olumsuz kararına rağmen kutlayacağımızı söylerken polisin engel olabileceğini hesaba katmıştık. Polisten anlayış görmememiz halinde, belli birtakım sloganlarla, günün önemiyle ilgili bir konuşmayla 1 Mayıs’ı kutlamayı düşünüyorduk… Amacımız alana kadar gitmekti ama alana girmemizi engelleyecek olursa polisi zorlamayacaktık…” (200’e Doğru, s. 19, sf. 14)
Sendika ağalan polisin nasıl engel olacağım düşünüyorlardı acaba? Güllerle çiçeklerle mi? Polisin engel olacağım hesaba katmak polisin engelini aşmayı hedefleyen örgütlenme çalışmaları yapmaktır. Oysa onların kendi sendikalarında hiçbir hazırlık ve örgütlenme çalışması yapmadıkları biliniyor. Hatta Otomobil-İş kendisinin de içinde yer aldığı tertip komitesinin gazetesini bile kendi işçilerine dağıtmadı. “Polisi zorlamayacaktık” diyorlar. Polis, hükümet günlerce önceden karşı propagandaya geçerek alanlara sokmayacağını açıklamıştı. Buna uygun olarak da önlemlerini aldı. Bunlara karşılık “polisi zorlamayacaktık” demek baskılara baştan boyun eğmek ve eylemden baştan vazgeçmekten başka bir şey değildir. Sendika ağaları işçi sınıfının mücadelesinin gelişmesi uğruna hiçbir zoru göze alamadıklarını, bütün yaygaralarına rağmen hiçbir “paha” ödemeye niyetli olmadıklarını bundan daha iyi açıklayamazlardı.
Polis önlem alsaydı alana sok-masaydı polisi zorlamaya niyetli olmayan sendika ağalan ihanetlerini “gerekçelendirirken” provokasyon teorileri üretmekten de geri durmuyorlar ve şöyle diyorlar “polisin yığınsallığı önleme konusunda hiçbir tedbir almaması kuşkularımızı arttırdı.” Bu değerlendirme baştan yanlış. Polis yığınsallığı engellemek konusunda tedbir aldı. Fabrikaların önlerinde barikatlar kurdu, alanları işgal etti, otobüslerden, duraklardan adam topladı, kimlik yoklaması yaparak insanları korkutmaya çalıştı, günlerce tehdit etti. Meydanda toplanan işçiler bütün bu önlemlere rağmen, önlemleri aşarak, tehdit ve korkutmalara baş eğmeyerek oraya geldiler. Ayrıca güçlü bir mücadele, yığınsal katılımla olur ve yığınsal katılım mücadele etmek isteyenleri kuşkulandırmaz, ancak sevindirir. Ama gerçekten mücadele etmek isteyenleri… Zoru görünce kaçmak niyetinde olan sendika ağalarının ise böyle bir şeye niyetlerinin olmadığı kendi açıklamalarıyla sabit. Onlar korkudan kimse gele-mesin, gelenleri de polis yakalasın, meydan boş kalsın, kendileri de kısa bir konuşma ve çelenkle “mücadele” etsinler diye bekliyorlardı. Ama hesaplar tutmadı, zoru ve tehdidi görünce de korktular, telaşlandılar ve kendilerine gelen “emniyet görevlilerinin”, kimliğini1 bile soramaz hale geldiler.
“Sivil giyimli son derece şık biri, arkasında iki kişi daha” (aynı yerde) gelecek “inmemenizi tavsiye ediyoruz” diyecek. Münir Ceylan ve İlhan Dalkılıç kimliklerini bile sormadan emniyet görevlisi olduğunu anlayacaklar ve anında eylemi iptal kararı alacaklar. Buna inanmak güç. İşçiler de inanmadılar, onların düştüğü telaş ve korkuya düşmeden, onların göze alamadığı polise karşı koymayı göze alarak kararlılıkla yürüdüler.
Münir Ceylan Milliyet gazetesindeki demecinde ise “polisle işçi karşı karşıya gelseydi siyasi iktidar ve egemen güçler amaçlarına ulaşmış olacaklardı. Biz de bütün kazanımlarımızı kaybedecektik” diyor. (2 Mayıs)
İşçiler yaşam koşullarının düzeltilmesi.işten atılmaların önlenmesi, atılanların geri alınması, anti-demokratik sendika yasalarının değişmesi için mücadeleye atıldıklarında pek çok kez polisle karşı karşıya geliyorlar Nisan eylemlerinde de (esas olarak barışçıl eylemler olmasına rağmen)Kasım-paşa’da,! Adana’da, Kartal’da, Kazlıçeşme’de vb. yerde karşı karşıya geldiler, polis barikatlarını yararak yürüdüler. Çünkü kazanımların elde edilmesinin ve geliştirilmesinin yolu egemen güçlere ve onun koruyucusu olan militarizme ve polise karşı mücadeleden geçiyor. Münir Ceylan ise bunu ters yüz ederek işçilere egemen güçlerin oyununa gelmemek için suspus oturmalarını ve baskılara boyun eğerek kazanımlarını koruyabileceklerini öğütlüyor. Peki ama egemen güçlerin istediği de ses çıkarmayan, mücadele etmeyen, ne verilirse onunla yetinen bir toplum değil midir? Sendika ağaları bu noktada egemen güçlerle tam bir uyum içindedirler. Bu, revizyonizmin ve reformizmin sınıf işbirliği yoludur, mücadeleyi pasifize etmek için provokasyon teorileri yaratmaktır.
Türk İş’in gerici-faşist sendika ağalarının 1 Mayıs konusundaki tavrına geçen sayımızda değinmiştik. Onlar bu çizgilerini egemen güçlerle açıkça işbirliğine girerek sürdürdüler. Türk İş Genel Sekreteri Emin Kul 30 Nisan günü devlet televizyonunun ilk haberinde işçilere “toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde önemli ve ileri adımlar atıldığını” ilan ediyordu. Aslında söylediği mücadele ve dayanışma gününe katılmayıp “uslu dur” demekten başka bir şey değildir. (Toplu sözleşme görüşmelerinde hiçbir ileri adım atılmadığı daha sonra yapılan ilke anlaşmasında ortaya çıkmıştır.) Bu noktada gerici-faşist sendika ağaları ile revizyonist- reformist sendika ağaları birleşiyorlar ve işçilerin emekçilerin mücadelesinin önüne kol kola girerek set çekmeye çalışıyorlar.
1 Mayıs 89 yükselen mücadelenin önündeki en büyük engellerden birinin işçi sınıfı arasındaki burjuva tabakalar olan gerici-faşist, reformist-revizyonist sendikal klikler olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Sendikalar, ancak bu kliklerin sendikalardan ve işçi sınıfının saflarından atılmasıyla gerçek devrimci işçi örgütleri ve direniş merkezleri haline gelebileceklerdir. Bu yapılmadan işçi hareketine taşınan reformist ve uzlaşmacı gelenek yıkılamaz.
1 Mayıs 89 burjuva devleti, ordu, polis ve burjuva partilerinin niteliğini de bütün açıklığıyla gözler önüne serdi.
Ali Bozer, “Hükümetimiz kanunları hakim kılmak kararlılığını göstermiştir” diye ilan ediyor. Evet, doğrudur, emekçiler ve işçiler için, örgütlenmenin, grev yapmanın, mücadele etmenin, hakkını aramanın hatta konuşmanın yasaklandığı, işçileri açlık ve yoksulluğa iten, baskı ve terör altında sindirmeye yönelik kanunları korumuştur. Ve bu yasakları koruma konusunda kararlıdır. Bu yüzden kafaları emek ve emekçilere düşmanlık propagandası ile koşullandırılmış, CIA’nın anti-terör programlarıyla ve işkence tezgâhlarında işkenceci olarak eğitilen Eylül polisini dizginlenmemiş bir azgınlıkla emekçiler, işçiler, gençler, devrimciler, gazeteciler üzerine saldırttı. Polis, kadın erkek işçileri, gençleri, emekçileri yerlerde sürükledi, copladı, hedefi alarak ateş etti, yaralıların hastaneye kaldırılmasını engelledi, vahşeti ile alanları işkence merkezine çevirdi. Aynı saldırganlık karakollarda, şubede ve Mehmet A. Dalcı’nın cenazesinde de devam etti.
Emekten ve halktan yana olduğunu iddia eden SHP ise mücadelenin bastırılması, baskı kanunlarının kararlılıkla korunması konusunda hükümetle hemfikirdir. “Neden kalkan, plastik mermi, tazyikli su kullanmadınız?” diyerek bastırmanın yolunu tartışıyor ve öğütler veriyor. Onlar sadece işçilerin, emekçilerin düzene karşı duydukları hoşnutsuzluktan yararlanarak hükümet olmanın planlarını yapıyorlar ve egemen sınıflar için tehlikeli olmadıklarını kanıtlamaya çalışıyorlar. Hükümet olduklarında emekçilerin, işçilerin, gençlerin yaşam koşullarının düzeltilmesi, örgütlenme ve düşünce özgürlüğünün kazanılması uğruna yükselttiği mücadeleleri bastırmaya çalışmaktan başka bir şey yapmayacaklardır.
1 Mayıs ve Marksistlerin Tutumu
1Mayıs 89 başka ve önemli bir-şeyi daha gösterdi, devrimci önderliğin yaratıldığım ve Marksist Leninistlerin proletaryanın devrim ve sosyalizm mücadelesine önderlik edecek yetenekte olduğunu… Marksist Leninistler sendikaların çağrılarına uyarak alanlara gelen işçilerin (sendika ağalarının değil) yanında yer aldılar. Devrim kitlelerin ve özellikle de işçilerin eseri olacaktır. Kitlelerin kendi mücadele deneyleri içinde eğitilmesinin hayati önemi vardır. Geniş işçi kitlesinden kopuk “öncü, savaşçılar” zihniyeti ile kitle mücadelesi geliştirilemez. Geniş işçi ve emekçi yığınlarının devrime ve devrim mücadelesine kazanılmasının yolu onların içinde, arasında yer almak, revizyonizmin ve reformizmin ihanetini onlarla birlikte aşmaktan geçer. Lenin bu konuda “Eğer kitlelere yardım etmek ve kitlelerin sempati ve desteğini kazanmak istiyorsanız, zorluklardan ya da ‘önderler’ (oportünist ve sosyal şovenist oldukları için çoğu kez burjuvazi ve polisle doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkili önderlerden) gelecek iğneleme, düzenbazlık, hakaret ve suçlamalardan korkmamalı ve mutlak olarak kitleler nerede bulunuyorsa orada çalışmalısınız.” (“Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı) diyor.
Çağrı yapanların reformist-revizyonist sendika ağaları olduğu,’ yaşadık ardına gizlenerek mitingi başka bir alana çektikleri, daha inceden pek çok defa görüldüğü t gibi ihanet edeceklerinin Marksist Leninistler tarafından bilinmesi, gerçeğinden bağımsız olarak sendikaların çağrısına uyan binlerce işçi Mecidiyeköy’e gelecekti ve geldi. Marksistler sendika ağaları gibi “alanlardaki işçi bizi bağlamaz” sorumsuzluğunu gösteremezlerdi. Mücadelenin o andaki devrimci önderliğinin yaratılması ve ihanete rağmen militan bir biçimde sürdürülmesi ve geliştirilmesi gerekiyordu. Ve bu yapıldı. Lenin’in partisi de 1905’te, Papaz Gapon, işçileri dilekçe vermek için Kışlık Saray’a yürümeye çağırdığında Gapon’un burjuva ajanı yüzünü açığa çıkarmaya çalışmakla birlikte yürüyüşün en önünde yer almış ve mücadeleyi sokak savaşlarına dönüştürmüştür. Devrime giden yollar bu zor ama gerekli adımlardan geçmektedir.
İşçi sınıfı, işçiler arasındaki gerici-faşist-reformist-revizyonist ideolojilerin hâlâ önemli ölçüde yaygın olması ve sendika ağalarının eylemleri pasifize etmesi sonucu ekonomik nedenle başlayan fakat içinde düzene muhalefet unsurlarını taşıyan Nisan eylemliliğini 1 Mayıs’a tamamen taşıyamadı. Fakat 1 Mayıs 1989 mücadelesinden aldığı çok değerli derslerle silahlanmış olarak bilinçle ve cesaretle önündeki uzun ve zorlu savaş için gücünü toplayacak, gerekli hazırlıklarını yapacak, sömürü ve kölelik düzenine karşı savaşlarını sürdürecektir.

Belediye İşçilerinin 1 Mayıs Katliamına Tepkisi.
1 Mayıs’ta işçilere yönelik vahşi saldırı ve bunun sonucunda Mehmet Akif Dalcı’nın öldürülmesi, sonraki günlerde azgın saldırıların devam etmesi belediye işçileri arasında da öfke ve tepkiyle karşılandı. Belediye-İş Sendikasına üye bir grup işçi ve sendika temsilcisi tepkilerini eylemlerle ortaya koydular. DGM önünde toplanan işçi ve işyeri temsilcilerinden oluşan topluluk burada hazırladıkları basın bildirisini gazetecilere ve 1 Mayıs’ta ve sonrasında gözaltına alınanların ailelerinin oluşturduğu topluluğa okudular. Daha sonra Belediye-İş Aksaray şubesine gelerek 31 saat sürecek olan açlık grenine başladılar. Üyesi oldukları Belediye-İş’in açlık grevine karşı çıkması ve sendikada açlık grevinin sürdürülmesine engel olması işçilerce kınandı. Bunun üzerine Sendika binasında açlık grevi yapmaları engellenen grevciler, eylemlerini Belde-İş binasında sürdürdüler. Eylemi çok sayıda işçi emekçi ve demokrat kişi ve kuruluşlar desteklediklerini bildirdiler ve ziyaretlerde bulundular.
Basın Açıklaması
Tüm dünya ülkelerinde olduğu gibi, ülkemizde de işçi sınıfımız 1 Mayıs’ı birlik, dayanışma ve mücadele günü anlayışı içinde kutlamak istiyor. Bu en doğal ve meşru bir hakkımızdır.
İşte bu en doğal haklarım kullanmak üzere, t Mayıs günü alanlarda toplanan işçi-emekçi arkadaşlarımıza ve demokrat ilerici kitleye copla, sopalarla saldırıldı; kurşun yağdırıldı, onlarca yaralı ve sakat bırakılanlar oldu. İşçi arkadaşımız MEHMET AKİF DALCI bilinçlice kurşunlanarak şehit edildi. 1989’da emekçi kitlelere 1977 1 Mayıs’ı bir kez daha yaşatılmak istendi.
Arkasından keyfî ve insanlık dışı bir tutumla toplu gözaltılar, tutuklamalar başladı. 1 Mayıs’tan bugüne kadar geçen sürede gözaltındakilere dayak ve işkence sürdürüldü. Büyük çoğunluğu açlık grevini sürdüren ve “bize kurşun sıkanlara ifade vermeyiz” diye bilinçlice tavır koyan, 1 Mayıs’a gelerek meşru bir hakkı kullandıklarını savunan insanlara baskı ve işkenceler sürdürüldü, keyfî olarak gözaltı suresi uzatıldı.
% 21’lik oy tabanıyla zorla ayakta kalmaya çalışan çağdışı siyasal iktidarın baskı ve terörü, MEHMET AKİF DALCI’nın cenazesinde de sürdü, onlarca yaralı ve gözaltıyla emekçi halka karşı yeni bir suç işlendi. Görevini yapmaya çalışan basın mensuplarına karşı da pervasızca saldırıldı.
Biz BELEDİYE İŞÇİLERİ ve İŞYERİ TEMSİLCİLERİ olarak, 1 Mayıs olaylarının sorumlularını gözaltı ve tutuklamaları, insanlık dışı uygulamaları protesto ediyor, bu amaçla açlık grevine başlıyoruz.
Ülkemizin bugünü ve aydınlık geleceğine karşı sorumluluğu olan bizler;
– 1 Mayıs’ta ve cenazede keyfî şekilde gözaltına alınan ve tutuklananların tümünün serbest bırakılmalarını,
– Yaratılan vahşet ve terör ortamının tüm sorumlularının açığa çıkartılıp hesap sorulmasını,
– Basın özgürlüğüne ve basın emekçilerine yönelik baskı ve saldırılara son verilmesini,
– Emekçilerin bayramı olan 1 Mayıs’ın, doğal ve meşru bir hak olması dolayısı ile çağdışı baskı ve yasaklardan kurtarılarak yasallaştırılmasını talep ediyor, üretimden gelen gücümüzün bilinci içinde ilgilileri uyarıyoruz.

Haziran 1989

Deri İşçileri: “Önümüzdeki 1 Mayıs Sendika Ağalarının Denetimine Bırakılmamalı”

Kazlıçeşme deri işçileri son yıllarda yürüttükleri mücadeleci çizgileriyle dikkati çekiyor. 1985 yılında “Bu yasalarla grev yapılmaz” denirken ilk grev bayrağını açan onlardı. 87’de grevden başarıyla çıkarak haklarını alanlar onlardı. Bir işçinin iş kazası ölmesini kitlesel olarak protesto edenler onlardı. 7 Nisan’da 17 işçinin işten atılmasını, işi durdurarak Kazlıçeşme sokaklarında “Kahrolsun Faşist Diktatörlük”, “İşçiler el ele genel greve”, “Yaşasın 1 Mayıs” sloganlarıyla protesto eden onlardı. Ve 1 Mayıs günü bütün fabrikalarda üretimi durdurarak sendika ağalarının ihanetine rağmen Mecidiyeköy’de “Biz mücadele günümüzü kutlamaya geldik” diyerek askerler tarafından işgal edildiğini bildikleri alana yasakları kırmak için yürüyenlerin büyük çoğunluğu yine onlardı.
Aralarında gözaltına alınanlar da olmak üzere bir grup Kazlıçeşme deri işçisiyle 1 Mayıs’a nasıl hazırlandıkları, sendika ağalarının ihanetini nasıl değerlendirdikleri, 1 Mayıs’ta polisin saldırılarım püskürtme konusunda neler yaptıkları konusunda görüştük.

ÖD – 1 Mayıs’a nasıl hazırlandınız, sendikaların yaptığı hazırlık yeterli miydi?
– 1 Mayıs’tan önce Kartal’da ve Zafer Sinemasında iki toplantı yaptık. Sendikacılar izin alınırsa Abide-i Hürriyet Meydanı’nda alınmazsa Taksim’de yapacağız dediler. Fakat bunu yerine getirmediler.
– Her akşam toplantılar yaparak hazırlandık.
– Fabrikalardaki hazırlık yeterli değildi.
– 1 Mayıs komitesi kurulamadı. Sendika şubelerinde, sinemalarda yapılan toplantılar yeterli değildi. Eğer daha iyi hazırlansaydık 1 Mayıs sonrası eylem sürerdi. Olaylardan sonra herkes evlerine çekildi. Devletin işçilere karşı saldırışım püskürtmek için yığınsal hareketler olurdu.
– 1 Mayıs’ın kutlanması için gereken yapılmalıydı. Fakat sendika ağaları aldıkları kararları pratiğe uygulamadılar. Otomobil-İş, Pet-rol-İş, Laspetkim-İş’de duyarlı olmadı. Sendika ağaları hazırlık yapmak yerine birkaç demeçle işçileri kandırmaya çalıştılar.
– Sendikalar ve sendika ağaları kendilerinin sonradan suçlanmaması için yüzeysel olarak kutlamak istedi.
— 1 Mayıs’a hazırlık olayı 15 gün ya da bir aylık çalışmakla olmaz. Her şeyden önce bunu sendika ağalarının tekelinden çıkarmak gerekiyor.
– Toplu sözleşme dönemine rastlaması eksiklikler yarattı. 3-4 toplantı yapıldı ama bu yeterli değildi. Geri işçilere yeterince götürülemedi. Zafer Sineması’nda sendikacılara, “İzin peşinde koşuyorsunuz, izin verilmezse ne olacak?” sorusu soruldu. Viziteye çıkma önerisi geri olduğu için reddedildi.
– 1 Mayıs’a hazırlık nasıl yapılmalıydı? Hazırlıklar sendikalarda yapılan dar toplantılar halinde oldu. Bütün fabrikalarda “Fabrika 1 Mayıs Komiteleri “örgütlenmeli “Bölgesel 1 Mayıs İşçi Komitesi” kurulmalı ve İstanbul 1 Mayıs komitesine tabi kılınmalıydı. Bölgemizde kişisel ve sendikanın çabasıyla diğer işkollarına göre daha olumlu çalışmalar yapıldı.
– 16 işkolunu temsil eden komite kararım işçi sınıfı içersinde yer almak şeklinde vermeliydi. Geciktiler ve en sonunda verebildiler. Komitede alınan kararlar kitleye mal edilemedi. Kararlar kitleye mal edilemiyorsa ayaklar yere basmaz. Kimlerle yürüyoruz, bu açık olmalı.

ÖD – 1 Mayıs’ı nasıl kutladınız?
– Biz işyerlerinden şalterleri indirerek gitmek niyetindeydik. Ama engellenecekti, bu yüzden evlerden gittik.
– Bütün fabrikalarda iş durdu. Katılım 2000’nin üzerindeydi.
– Yeterli örgütlülük yoktu. Nerede buluşulacağı belli değildi. Otomobil-İş ve Petrol-İş’ten yöneticiler insanları yere oturttular ve polise resimlerini çektirttiler. Mehmet Çelik ve Otomobil-İş’ten biri “1 Mayıs ertelendi” diye bildiri okudu. Bizim Genel Merkez de buna katıldı. Biz karşı çıktık.
– İşçiler meydanlara gitti. Kazlıçeşme’de sendikasız işçiler ve esnaflar bile 1 Mayıs’a katıldı. İşçi sınıfı kendi davasına kendi sahip çıkmıştır. 8-9 bin işçi Mecidiyeköy’e yığıldı.
– Saat konusunda muğlaklık vardı. Bu, işçilerin hangi saatte toplanacağım bilmemeleri sonucunu getirdi. Sınıftan kopuk yapılan kutlamalar da doğru olmadı.
– Biz sendika ağalarının sahip çıkmayacağını biliyorduk. Münir Ceylan, “polis bize yaklaşamaz. Engel olamaz, onlara gül atar geçeriz” imajını yaratıyordu.
– Polisten iyi niyet beklemiyorduk. Kazlı açısından polise karşı tavır açıktı. Devletin ve burjuvazinin temsilcisi olanlar bunun gerektiği gibi davranacaktı. Polisin tavrı insanlık dışı idi.
– Yer konusunda farklı iki yer olması sıradan işçilerin katılımını engelledi. Dergiler platformu Abide-i Hürriyet’e gelmeliydi. Oradan Taksim’e yürünebilirdi. Sınıfın içinde olmak gerekirdi.

ÖD – Bölgenizden tutuklananlar oldu mu?

– 30 kişi gözaltına alındı. 3 kişi hâlâ tutuklu.
– Polis insanlara vahşi bir şekilde saldırdı. Gözaltına aldı.
– İşçi sınıfı 1 Mayıs’a sahip çıktı. Sınıfa özgü bir hareketti. İşçiler tutuklandı. Ölen, işçi idi.

ÖD – Polisin 1 Mayıs’taki saldırılarına bölgenizde tepki ne oldu?

– İkinci gününde hemen eylem yapmak istiyorduk. Şube başkam genel protesto toplantıları yapmak istedi. Diğer şubelerin tavrını biliyordu.
– 1 Mayıs’tan sonra ne yapılması konusunda önceden konuşulmadığı için eksikler vardı.
– Şube ve genel merkez bağlantı kuramadı. Diğer temsilciler ve duyarlı olanlar yeterince ilgilenmedi. Aslında şalterlerin inmesi gerekiyordu. Gelecek 1 Mayıs’larda insanlara güven vermek için bu gerekiyordu.
– Devletin işçilere karşı saldırılarına karşı yığınsal eylemler gerekliydi.
– İçerdeki arkadaşlara yeterince sahip çıkılamadı. Temsilci toplantısı yapılarak, eylem yapılarak sahip çıkılabilirdi. Araya tatilin girmesi tutuklu arkadaşlara duyarlılığı azalttı. İşçiler sendikaların sahip çıkmamasını eleştirdi.
1 Mayıs’tan sonra Mart-Nisan aylarında gösterilerdeki hareketlilik 1 Mayıs’ta ortaya çıkmadı, iktisadi mücadele için gösterdikleri duyarlılık yoktu. Bu, işçilerin bugünkü bilinçlerinin düzeyi ile ilgili. İşçiler henüz devletle karşı karşıya gelmeye hazır değil. Sendikacılar mücadeleyi iktisadi boyutlarda tutmaya çalışıyor. Sınıfın öncü gücü de henüz sınıfın içinde yeterince kök salamadı.

ÖD – Son olarak söylemek istedikleriniz?

– Şubeler de, genel merkezler kadar hatalıdır. Onlar da kendilerini önder görüyorlardı. Fakat fabrikalarda bir hareket koymadılar.
– 1 Mayıs işçi sınıfının dostlarının ve düşmanlarının kim olduğunu gösterdi. Dost görünenler bir anda düşman kesildiler. Burjuvazi, polis, devlet yöneticileri, burjuva partileri SHP, DYP, ANAP, sendika ağaları hepsi bir cephede 1 Mayıs’a saldırdılar. Bunun yanında işçi sınıfının mücadelesine sahip çıktığını söylenen bazı dergi çevreleri de işçi sınıfının durumuna uygun davranmadılar, onun mücadelesini, bulunduğu yerden ilerleteceklerine, ayrı eylem yaptılar.
– İşçi sınıfının tarihi, mücadelelerle dolu. 1 Mayıs’ın mücadele günü olduğunu mücadele ederek ya kabul ettireceğiz, ya da sendika ağalarına bırakmak zorunda kalacağız. Önümüzdeki yıl, bu sendika ağalarının denetimine bırakılmamalı. Sınıfın öncü gücü sınıfın içinde kök salarak bu sorumluluğa sahip çıkmalı.
– Sınıfın ileri insanları ilk kez bir araya geldi. Bu sendikaların görevini, almak yerine 1 Mayıs’ın özüne uygun kutlanması amacıyla oluştu. Bu başlangıçtı ve kendi içinde eksiklikleri de vardı. Adımı doğru değerlendirmeli ve kendi gücümüzü bilmeliyiz. 1 Mayıs şu gerçeği ortaya çıkardı. Genel grev talebi var. Herkes bunu tekrarlıyor. Görünen o ki sendika ağaları rengi ne olursa olsun isçi sınıfını avutmakla yetiniyorlar. Oysa yapılacak genel grevde sendika ağalarına güvenilmemeli. Kendi içimizde örgütlülüğe gitmeli. Grev Komiteleri ile sendikaları zorlayarak ekonomik-demokratik talepler doğrultusunda genel greve hazırlanmalıyız.

Deri-İş Kazlıçeşme Şube Başkanı Ali Gündoğdu:
“1 Mayıs Tertip Komitesi Sınıfa İhanet Etmiştir!”

ÖD – Bölgenizdeki 1 Mayıs, öncesi çalışmalarınızı anlatır mısınız?
A. GÜNDOĞDU—Bölgedeki çalışmalara geçmeden önce 7 sendikanın oluşturduğu Kutlama Komitesi’nin çalışmalarına değinmek istiyorum. 7 sendika 1 Mayıs’a sözüm ona sahip çıktı. Şube başkanlarıyla toplantılar düzenledi. Bizim tavrımız mevcut komiteden farklıydı. “Ne pahasına olursa olsan meydanlarda olacağız” demeleri olumlu gibi görülse de kitlesel olarak kutlama konusunda örgütleme çabalarının olmayışı, 1 Mayıs’ı sadece tepede tartışmalarını, sadece İstanbul’da kutlama kararı almalarını eleştirdik. Şube olarak, işçilerin güçlü olarak bulundukları yerlerde Adana’da, İzmir’de vs.de kutlama çalışmaları yapılsın diye önerdik. Güçleri olmadığım bahane ederek reddettiler. Yasal platformun zorlanması, ama izin verilmeyecekmiş gibi örgütlenilmesi gerekiyordu. Tertip Komitesi şubelerden gelen bu ve benzeri önerileri reddediyordu. Bu, onların, 1 Mayıs’a gerçekte sahip çıkmadıklarını gösteriyordu. Şube olarak ise çalışmalarda en duyarlı davranan, bölgemiz oldu. 100, 300, 400 kişinin katıldığı toplantılarda 1 Mayıs’a sahip çıktığımızı kesin bir şekilde açıkladık. Çok somut olarak kutlama komitesi kurmadık ama toplu sözleşme görüşmelerimiz sürüyordu ve toplu sözleşme komitesi hemen hemen her akşam işçilerle temsilcilerle toplantı yapıyorduk. Bu toplantılarda 1 Mayıs’ın önemini ve önemine uygun olarak kutlayacağımızı belirttik. Tek tek fabrikalara inilmede eksiklerimiz oldu. Fakat temsilci ve işçi arkadaşlarımız 1 Mayıs’ı anlatmış olmalı ki isçiler meydana geldiler.

ÖD – Burada üretim durdu mu?
A. GÜNDOĞDU –
Evet, 2500 civarındaki işçi bütün fabrikalardaki üretimi durdurdu. Biz esas olarak fabrikalara sabah gelip üretimi durdurup buradan alana gitme düşüncesindeydik. Ben 1 Mayıs’tan bir iki gün önce gözaltına alındım. Bir gün önce, akşam, temsilci ve işçiler toplanarak sabah fabrikalara gelmeden üretimi durdurma ve evden doğrudan alana gitme kararı almışlar. Polisin fabrika önlerinde barikat kurması ve daha sabahtan saldırarak alana gitmelerim engellemeye çalışması ihtimalini göz önüne alarak bu kararı almışlar. 1 Mayıs günü birçok fabrikada polisin kapılara barikat kurduğunu ve kutlamalara katılmak isteyenleri engellediğini gördük. Mecidiyeköy’e Kazlıçeşme’den 1000 civarında işçi geldi. Bunların arasında “sendikamız nerede ise biz de oradayız!” diye gelenler de yardı.

ÖD – Siz şube olarak genel merkezinizin de içinde yer aldığı tertip komitesinin kararlarım nasıl karşıladınız?
A. GÜNDOĞDU – Kararı alanda öğrendik. Daha önce öğrenmiş olsaydık bile bu karara uymayacağımızı genel merkeze söyledik. Genel merkezimizin de içinde yer aldığı tertip komitesi sınıfa ihanet etmiştir. Polisin de daha saldırganlaşmasına yol açmıştır. Olaydan sonra tertip komitesinde yer alan insanın alandaki insanlara sahip çıkmaması ve “bizi bağlamaz” demesi ise en büyük ihanettir.

Ö D – Mecidiyeköy’de sendikanızın da içinde bulunduğu grup alana yürüdü ve yaklaştığında kavşakta polisin saldırısına uğradı. Bölgenizden gözaltına alman var mı?
A. GÜNDOĞDU – Gösteride bölgemizden otuz kişi gözaltına alındı, üç kişi tutuklandı.

ÖD – Polisin 1 Mayıs’taki saldırısına bölgenizdeki tepki nasıl oldu?
A. GÜNDOĞDU – Kendimizin de içinde bulunduğu en önemli eksikliklerden biri bu oldu. Zorluklara ve baskılara rağmen 1 Mayıs’a sahip çıkan işçi sınıfına karşı saldırıları sadece basın açıklaması ile kınamak yetersizdi. Biz genel tavır alınması için çalışmalar sürdürdük. Genel olarak sendikaları harekete geçirmeye çalıştık. Ama şube başkanları (beş şube dışında) biz genel merkezlerimizin aldığı karara uyarız, diyerek buna katılmaktan kaçındı. Sonuçta, sadece şubelerin katıldığı bir basın açıklaması yayınlanabildi. Biz kendi bölgemizde protesto edebilirdik. Gerek saldırılara, gerekse tertip komitesinin ihanetine karşı bölgemizde üretim üzerindeki silahı kullanmamamız bizim de tespit ettiğimiz en önemli eksikliğimiz oldu. İşçiler kendi aralarında para toplayarak tutuklu ve gözaltına alınanlara yardım etmek üzere kampanya açtılar. Bu, bütün fabrikalarda sürüyor.

ÖD – Son olarak söylemek istedikleriniz?
A. GÜNDOĞDU – İstanbul’da bizim tespitlerimize göre 150-200 bin civarında işçi işi durdurarak, yavaşlatarak, kapıda polis barikatıyla karşılaştığından katılması engellenerek kutlamalara katılmıştır. Bu, burjuvazinin her türlü engellemelerine rağmen işçi sınıfının 1 Mayıs’a ve kendi mücadelesine sahip çıktığını ve gelecek yıllarda daha güçlü bir şekilde sahip çıkacağını gösteriyor.

Haziran 1989

İşçiler Sendika Yönetimine

Son işçi eylemleri, işçilerin en eski sorunlarından birini, san sendikacılığı, bürokrat-profesyonel sendika yöneticiliği sultasını ve bunun kaçınılmaz sonucu olan burjuvaziyle sınıf aleyhine uzlaşma, tek kelimeyle “satılma” sorununu yemden, fakat bu kez can alıcı bir biçimde gündeme getirdi.
Mevcut sendika yönetimlerinin hemen hemen hiçbiri, işçilerin temel ve kalıcı taleplerini gerçekten işçi yığınları lehine ve güvenilir bir biçimde çözebilecek durumda değildir. Sendika yönetimleri, işçi yığınlarından çok, ekonomiyi ve politikayı yöneten burjuvaziye bağımlı, güdümlü memurlardır. Daima, hayati sorunların en gergin hale geldiği durumlarda, yüz binlerce işçi kendi sorunlarını kendi çıplak elleriyle çözmek için atağa kalktığı, sendika örgütlerini ve özellikle de sendika yönetimlerini kendi gerisinde bırakarak ilerlemeye başladığı anda, sendika bürokratları, profesyonel memurlar, bir yandan işçiler tarafından alaşağı edilmek, diğer taraftan patronları tarafından azarlanmak, horlanmak korkusuyla, “iki derede bir arada kalarak” işçilerin önüne geçmeye çalışırlar. Yüz yıllık yüzsüzlükleriyle, sınıfın çıkarlarını korudukları izlenimi vermeye, ama öte yandan da düzenin bozulmamasına, işçilerin kendilerini boğan ekonomik cendereden ötesini görmemelerinin sağlanmasına çalışırlar.
İşçiler, sendikaların burjuva memuru ve işbirlikçi yöneticilerinden kurtulmak için ne yapmalıdırlar?
Bazı devrimciler, çözüm olarak “devrimci işçilerin sendika yönetimlerine seçilmesini” öneriyorlar. Bazıları ise, bunu da yeterli görmeyip, “proleter devrimci işçilerin sendika yönetimine seçilmeleri” gerektiğini ileri sürüyorlar. Açıkça, işçilerin sendikalardan doğan sorunlarının, yöneticilerin değişmesiyle çözülebileceğini düşünüyorlar. Oysa sorun, işçi sendikalarını kimlerin, hangi nitelikteki işçi önderlerinin yöneteceği de değildir. Mevcut sendikal yönetim mekanizmalarının bürokratik, yığının denetiminden ve yönlendirmesinden uzak niteliği devam ettikçe, yönetimde kimlerin olduğunun fazlaca önemi yoktur.
İşçi sendikaları, işçi sınıfının kendi kendisini ve bütün toplumu yönetme alışkanlığını edindiği ve bunun için kendisini eğitme olanaklarını en fazla bulduğu başlıca kitle örgütlerinin en önemlileridir. Geleceğin işçi demokrasisinin ilk biçimlerinin bugünden işlenip olgunlaştırılabileceği alanlardır. İşçiler sendikalarım gerçekten kitlesel yönetimin ve kitlesel demokrasinin araçları olarak kullanamazlarsa, bütün bir ülkeyi, bütün bir dünyayı yönetme yetkinliğini ve alışkanlığını bu birimlerde geliştirebileceklerini kendi deneyleriyle öğrenmezlerse, kim tarafından yönetiliyor olursa olsun sendikalar işçilerin tarihsel misyonunun bir körelticisi, engelleyicisi ve gerileticisi olarak kalırlar.
Sosyalizm, her şeyden çok, ve her şeyden önce, proleter yığınların bilinçli girişkenliklerinin ürünü olacaktır. İşçiler “adına” hareket eden, işçilerin nam-ı hesabına karar veren ve işçilerin gene güdülen sürüler olarak bırakan hiçbir yönetim biçimi, bunun yerini tutamaz.
Sendikalarda işçilerin bugünkü temel hedefi, doğrudan doğruya kitlesel girişkenliklerinin önünü açan, onları en ileri demokrasinin gerçek temsilcisi ve kurucusu olarak geliştirecek olan yönetim biçimlerini yaratmaktır. Bizzat kendi güçlerini ifade eden komiteler kurarak, geniş toplantılar, tartışmalar düzenleyerek, kendileri hakkındaki karan kendileri alıp uygulayarak, sendikaların basma çöreklenmiş olan işveren memurlarını etkisiz hale getirmelidirler. Buna rağmen hâlâ büro masalarını terk etmiyorlarsa, bu onların bilecekleri bir iştir: Ya işçilerin aldıkları kararlara uymak zorunda kalacaklardır, ya da açıkça kendi yönetimlerinin patronların emrinde olduğunu kabul edeceklerdir. Bugün birçok gerici sendika yöneticisi, eylem halindeki işçi yığınlarının öfkeli kararlarının yanında görünmek zorunda kalıyorlar. Sürekli hareket ve direniş içindeki işçi yığınlarının önüne çıkmaya cesaret edemiyorlar. Fakat bu geçicidir. Eylem şöyle ya da böyle sona erdiğinde, işçilerin denetleyici ve yönlendirici baskısı ortadan kalktığında, sendika ağaları gene bildiklerini okuyacaklardır. İkiyüzlü bürokratların maaşlı saltanatı gene devam edecektir. Bunu engellemenin tek yolu, Mart, Nisan aylan boyunca devam eden direnişler ve eylemler içinde oluşan işçi komitelerinin, muhalefet birliklerinin daha da yaygınlaşarak ve saflarını genişleterek görevlerine devam etmeleridir. Geniş işçi yığınlarını kapsayan bu organlar, sendikaların gerçek yönetim kurumları haline gelmelidir. İşte o zaman, ancak ve yalnızca işçilerin çıkarlarım devrimci tarzda savunan temsilcilerin seçimi mümkün olacaktır. Bu yoldan seçilenler, eğer işçilere ihanet eder, patronla, hükümetle işçilerin çıkarlarının tersine anlaşmalar yaparsa, onu denetleyen, onu bizzat işçi yığınının kararlarını uygulaması için geçici görev veren işçiler tarafından derhal yerinden alınacaktır. Ancak böylesine bir yönetim biçimi, yani işçilerin sendika yönetimine yığınsal ve örgütlü ağırlıklarını koydukları bu biçim işçilerin çıkarınadır. Sendika yönetim kurumlarına kimlerin seçileceğinden çok, seçileceklerin, nasıl seçilecekleri, nasıl denetlenecekleri ve gerektiğinde nasıl ve kimler tarafından görevlerinden alınacağı önemlidir.
Yığının girişkenliğini ve denetim gücünü sürekli uyanık tutmayan, yığınsal tartışmalar, toplantılar düzenlemeyen, kararlarını masa başında tepeden alan ve işçilere dayatan bütün sendika yönetim biçimleri gericidir. Kimler tarafından yönetilirse yönetilsin, bu sendikalar esasta devrimci bir rol oynayamazlar.
Diğer yandan “devrimci işçiler sendika yönetimine” sloganı, işçi yığınlarım, “milyonlarca karşı devrimci işçi” ve bir avuç “devrimci işçi” biçiminde bölünmüş ve birbirine karşı duran yabancı unsurların bileşimi olarak görmenin de ifadesidir. Sendikalarda harekete geçecek olan güç, milyonlarca işçinin gücüdür. Buna, dua okuyarak, ya da iftarını açmayarak protesto ve direnişte bulunan işçiler de dâhildir. Politik ya da dinsel inancı ne olursa olsun, milliyeti, cinsiyeti, ırkı ne olursa olsun, bütün işçiler, sendikalarda söz ve karar sahibi olmalıdırlar. Yalnızca “devrimci işçilere” dayanarak sınıf mücadelesini yükseltebileceğini, devrim ve sosyalizm hedefine ulaşabileceğini sananlar, küçük burjuva tarzda “dar kadro”, “seçkin azınlık” teorileriyle kafası bulanmış olanlardır…
Aynı hastalık, işyeri komiteleri ve sendika muhalefet örgütlerine girecek işçileri sınıflandırırken de kendisini gösteriyor. En geniş kitle temeli üzerinde gerçekleşmesi gereken bu türden hareketlere işçilerin bütün kesimlerinin katılmasını sağlayacak bir program ve hareket tarzı önermek gerekirken, hiçbir zaman bir çekirdek olma özelliğini aşamayacak olan devrimci işçilere özgü kıstastan genelleştirmek, yalnızca sınıf mücadelesine zarar verebilir. Bu çizginin ulaşacağı yer, “küçük olsun, benim olsun” özleminin yansıdığı sektör sendikalarının kurulmasından başka bir yer olamaz. Sonuçta devrimci işçi önderleriyle az sayıda ileri işçiyi, işçi kitlesinden koparan ve kendi aralarında kısıtlı, sınırlı, etkisiz bir biçimde “örgütleyen” “devrimci” sözde sendikaların, belki birilerinin kendi varlıklarım kanıtlamalarına yardımı olacaktır, ama kesinlikle proletarya davasına, sınıfın kendi kendisini kurtarma amacına hiçbir katkısı olmayacaktır.
Bugün işçi sınıfı, aylardır sürdürdüğü çetin ekonomik mücadelenin içinde bundan siyasal sonuçlar çıkarmaya açık ve hazır, uyanık, hareketli ve yığınsal olarak katıldığı eylemin kendi gücüne olan inancını sağlamlaştırmış olarak ayaktadır. Zengin eylem biçimlerini denemiş, fakat sonuçta hiçbir temel sıkıntısını çözmeyen bir ücret anlaşmasına mahkûm olmuştur. Zincirleme olarak, sendika şeflerinden patrona, hükümete kadar uzanan bir cephede, kendisinden ayrı, kendisine düşman bir sınıfın bulunduğunu bir bütün olarak kavrayabileceği elverişli koşullarda bulunuyor, özellikle, sendikaların sarı niteliği ile bunun aşılması, sınıf sendikaların kurulabilmesi için neler yapılabileceği i konusundaki ciddi, kitlesini bölmeyen, esas gücünü sürekli olarak ayakta tutacak olan örgütlenme önerilerine karşı dikkat kesilmiş durumdadır.
Bu anda, kendisinin satılmış olmasının, sorunlarının çözümsüz bırakılmasının suçunu birkaç sendika ağasının sırtına yıkan, daha iyi yöneticiler olsaydı şimdi daha iyi durumda olabileceğini vs. anlatan bütün propagandalar gerici bir rol oynayacaktır. Bu türden açıklamalar, sınıfın her şeyi kötü yöneticilerin varlığı ile açıklayan geri kesimleri için kolay anlaşılır olacaktır belki, ama kesinlikle sosyalistçe bir açıklama olmayacaktır. Hayır. Sorumlular, sendikaların ya da hükümetin başında bulunan “kötü adamlar” değildir. Şevket Yılmaz’ın ya da Özal’ın yerinde bir başkasının olması durumda köklü bir değişiklik yaratamaz. Sorun, sendikalardan hükümete kadar, bütün kademelerde yönetilenlerle yönetenler arasındaki sınıf çatışmasındadır. Sınıfa karşı sınıf! Son ayların deneyinden çıkarılacak en önemli ders budur. İşçiler, ancak kendilerinin denetlediği, yönettiği örgütlerle ilerleyebilirler. Bugün bütün sendikalar, işyerlerinden, işkoluna ve sektörlere kadar uzanan işçi komitelerinde örgütlenmiş kitleler tarafından yönetilmelidir. Bunu dile getiren tek slogan: “İŞÇİLER SENDİKA YÖNETİMİNE”dir.
Bu sloganda, yönetim yeri olarak, sendika büroları, sekreterlik, başkanlık masaları düşünülmüyor. Bu slogan, sendika binalarında oturacak yöneticilerin hangi politik akıma mensup olursa daha iyi olacağını tartışmıyor. Bu slogan, sendikaların yönetimini, işçilerin bulunduğu her yerde, söz ve karar haklarım dolaysız olarak kullandıkları her yerde görüyor. Bu slogan, bir kere seçilen ve seçildikten sonra sınıfın kitlesi dışına, yönetim binalarına geçen ve oradan sınıfa kendisi için neyin iyi olduğunu vazeden bürokratların tümüne karşı, işçilerin tümünün iradesini gerçek yönetici güç olarak tanıyor.
Bu bakımdan, “niye sıradan işçiler sendika yönetimine gelsin, devrimci işçiler gelse daha iyi değil mi?” sorusu anlamsızdır. Tartışılan meseleyi, önerilen sloganı hiç anlamamış olmanın ifadesidir. Daha kötüsü, mevcut bürokratik mekanizmayı kabul etmenin, fakat bu mekanizma içinde yer alan yönetici kişilerin değişmesiyle her şeyin çözüleceğini sanmanın ifadesidir. Daha kötüsü, mevcut bürokratik mekanizmayı kabul etmenin, fakat bu mekanizma içinde yer alan yönetici kişilerin değişmesiyle her şeyin çözüleceğim sanmanın ifadesidir.
Sendikalarda devrimci muhalefet, işyeri konseyleri (ya da komiteleri) birleşik işçi muhalefeti vs. gibi doğru sloganlar, ancak ve yalnızca, yığın inisiyatifinin, açık ve demokratik söz ve karar mekanizmalarının kitlesel güce dayanarak işlediği ortamlarda anlamlı olabilir.
Diğer yandan bu slogan, sendikaların yönetim kademelerinde devrimci işçilerin yer almasına karşı değildir. Aksine, bunun en sağlam dayanaklarının oluşturulması ve sürekli kılınması için tartışılmaz bir güvencedir.
Bu slogan, bir diğer çok önemli ihtiyacın karşılanmasına yönelik örgütlenme tarzına da hizmet eder. İşçi sendikaları için, özellikle demokratik kurallarla işleyen ve sınıfın inisiyatifini yansıtan devrimci sendikalar için, egemen sınıfların kapatma, yöneticileri tutuklama tehditleri hiçbir zaman eksik olmayacaktır. Oysa sınıf, her türden örgütünün sürekliliğinden yanadır. Her darbede kapanan, ne zaman açılacağı belli olmayan sendikalar ve yolları beklenip duran “iyi yöneticiler” sınıfın temel ihtiyaçlarım karşılayamazlar. Fakat bizzat yığının sürdürdüğü ilişkiler ve yığın içinde işleyen mekanizmalar üzerine kurulmuş sendikaların kapatılabilmesi mümkün değildir. Egemen sınıflar, hiçbir zaman sınıfın tümünü tutuklayamazlar.
Sendika ağalığına, gizli pazarlıklara, tepeden dayatılan kararlara, egemen sınıfların cam istediği zaman kapatabildiği sendikalara karşı, işçiler sendika yönetimine!

Haziran 1989

İşçi Sınıfına Bilinç Nereden Verilmeli? İçinden” mi, “Dışından” mı?

İşçi hareketi, yalnızca kendi niteliği hakkında bir tartışma M. başlatmakla kalmadı, bu hareketin “neresinde” bulundukları konusunda daima ciddi kuşkular taşıyan ve “neresinde” bulunmaları gerektiğine de bir türlü karar veremeyen “aydınların” eski bir sorunu yeniden gündeme getirmelerine de yol açtı.
Leninist, “bilincin dıştan verilmesi” ilkesi, bu ilkenin formüle edildiği “Ne Yapmalı?” adlı eserin yıllardır her düzeyde devrimci, sosyalist tarafından defalarca okunmasına karşın, bir istisna ile hemen hemen hiçbir zaman bütünüyle ve doğru olarak anlaşılamamıştır.
Türkiyeli aydının tarihsel gelişme özellikleri ve bu katmanın genel olarak “halk” ile ilişkilerinin temel özelliği olarak kalan “tepeden ve darbeci” siyasal tutum, sosyalizmle ilişkiye giren aydın kuşaklarda da uzun zaman silinmeyen izler bırakmış, işçi sınıfı ve aydınlar arasındaki etkileşmenin tek yönlü, “dışarıdan” ve özellikle “tepeden” kurulmaya çalışılmasının zeminini oluşturmuştur. Bu elitist, fakat tamamıyla “sınıf dışı” çizgi, kendisini Lenin’in “işçi sınıfına siyasal bilinç dışarıdan verilir”‘formülasyonunda olumlamaya çalışmıştır.
Yukarıda, “bir istisna ile” demiştik, “dışarıdan bilinç” kavramı daima yanlış ve çarpıtılmış olarak anlaşılmıştır. O istisna, “Parti Bayrağı” dergisinin 1978’de yayınlanan 4. sayısında “Küçük Burjuva İhtilalciliğin Eleştirisi” başlıkla yazıda kendisini göstermiştir. Yeniden güncelleşen tartışmaya, bu “eski” cevabı özetleyerek müdahale edeceğiz.
Günümüzden yirmi yıl kadar önce, “sınıfa bilinç nereden ve nasıl verilir?” biçiminde en geri noktasına kadar düşürülmüş olan tartışmada, taraflardan biri olan M. Belli, söz konusu formülasyonun Kautsky’den devralındığını ve Lenin’in bir başka yerde ve bir are daha, “bilinç dışarıdan verilir” sözünü etmediğini, çünkü, bilincin ancak ve doğru olarak yalnızca “sınıfın içinde çalışılarak” verilebileceğini ileri sürüyordu.
M. Çayan’ın sözcülüğünü yaptığı taraf ise, görünürde Lenin’in tezlerine sıkıca bağlı kalarak, sınıfın dışında, devrimciler örgütünün öncü eylemleriyle bilincin verilebileceğini savunuyordu. Görüleceği gibi, tartışma, “sınıfın içinden mi sınıfın dışından mı” biçimini alarak, Lenin’i de, muarızı Martinov ve arkadaşlarını da hiç ilgilendirmeyen, tuhaf, olanaksız bir alana oturmuş bulunuyordu.
Lenin’in “işçi sınıfına siyasal sosyalist bilinç dışarıdan verilir” biçiminde özetlenen tezi, belli başlı üç unsur içermektedir ve bu unsurlardan hiçbiri, tek başına tezi açıklamaya, doğru kavramaya, açıklamaya ve özellikle de “sınıf ve siyasal örgüt” arasındaki ilişkiyi Leninist tarzda kurmaya yetmez.
Birinci olarak Lenin, gerçekten Kautsky’ye dayanarak, sosyalist teorinin ancak işçi sınıfı dışında, mülk sahibi sınıflardan gelen aydınlar eliyle inşa edilebileceğini anlatır. Bazen işçi sınıfı içinden de kendisini eğitebilme olanağı bularak teoriyle inşa düzeyinde ilgilenen kişiler çıktıysa bile (Proudhon, Weitling ya da deri işçisi filozof Joseph Dietzgen gibi), bunlar işçi olarak değil, “sosyalist teorisyenler” olarak ideolojinin yaratılmasına katılmışlardır. Lenin, böylece, gerek teorinin önemi ve sınıf karakteri baklanda, gerekse sınıfın kendiliğinden ve aşamalı olarak bilinçlenebileceği hakkında “ekonomist-kendiliğindenci” görüşler ileri sürenlere karşı, Marksizm’in kaynaklarına yönelerek, tezinin açıklanmasının bir başlangıcını yapar ve eleştirisinin çerçevesini çizer. Ne var ki, “bilincin dıştan verilmesi” ilkesinin anlamı, “sosyalist teorinin, sınıfın dışında inşa edilmesinden” ibaret değildir. Eserin daha sonraki bölümleri dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, aslında bu unsur, ilkenin kendisinin yerine hiçbir biçimde geçirilemez, formülasyon bu unsura kesinlikle indirgenemez.
İkinci olarak Lenin, tezinin omurgası diyebileceğimiz bir tanım verir: “Siyasal sınıf bilinci, isçilere ancak dışarıdan verilebilir, yani ancak iktisadi mücadelenin dışından, işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir.” (“NE YAPMALI? Sol y. 1977, s. 100)
Sözü edilen “iç” alan, sınıfın ekonomik mücadele ve örgütlenmesinin (sendika) alanıdır ve bu alanca kaldığı sürece işçiler, kendilerini yalnızca işverenleri karşısında bir bütün olarak, belki, görebilirler. “Kendileri için” bir sınıf olmak, kendileri bizzat egemen bir sınıf olmak diye bir sorunu bu alana içinde kaldıkça tanıyamazlar. Bu alan, işçilerin, kendilerini burjuvaziye bağımlı hissettikleri, burjuvazinin sistemi dışında, kendilerine ait bir sistemin kendilerince gerçekleştirilebileceğini fark edemedikleri bir alandır. Mücadele bu alan üzerinde kaldıkça ve bu alana özgü örgütlenme aracılığıyla sürdürüldükçe, “sosyalist siyasal bilincin” doğması ve sınıfın bir özelliği haline gelmesi olanaksızdır. Peki, ne yapmalı? Acaba, ekonomik mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik verilerek bu sorun çözülebilir mi? Lenin, bu soruya kesin olarak “hayır” cevabını verir, çünkü bu, “iktisadi reformlar uğruna mücadeleden başka bir anlam taşımaz.”
Ekonomizmin önde gelen sözcüsü Martinov, şu iddiadadır: “Partimiz, hükümetin karşısına, iktisadi sömürüye, işsizliğe, açlığa vb. karşı somut yasal ve idari önlem istemleriyle çıkabilirdi ve çıkmalıydı.” Yani, ekonomik talepleri siyasi bir niteliğe kavuşturmalıydı! Ya da, bir başka deyişle, ekonomik talepleri, hükümeti yasalarda değişiklik yapmaya zorlayacak bir eylemin kalkış noktası yapmalıydı! “Hükümete karşı” ve “ekonomik talepler” kavramlarına dikkat edelim. Lenin’e göre, bu iki özelliği taşısa da, bir işçi eylemi “siyasal eylem” düzeyine yükselmiş olmuyor. Bununla sınırlı, ya da bu yoldan gelişmiş bir eylem içinde, sınıf, sosyalist siyasal bilince kavuşamıyor, önemli olan, “hükümete karşı” olmak, “hükümetten ekonomik reform talep etmek” değil, o günün koşullarında, “hükümetin otokratik bir hükümet olmasına son vermektir. Burada mücadele, doğrudan doğruya devletle bütün sınıflar arasındaki ilişki alanına, “işçilerle işverenler arasındaki” sınırlı alanın “dışında” bir alana girmektedir. Gösterilmek istenen, işçi sınıfına siyasal bilincin ancak bu alanın, yani siyasal mücadele alanının içinden, ekonomik mücadele alanının dışından verilebileceğidir.
Üçüncü olarak Lenin, ekonomistlerin “işçiler arasına gidilmelidir” sloganını eleştirirken, bir başka “dış”ı vurgular. Yeri gelmişken, sözünü ettiğimiz, Türkiye’deki eski tartışmanın, Rus Sosyal Demokratlarına ne kadar yabancı olduğuna bir kere daha dikkat edebiliriz. Sınıfın içi-dışı diye bir sorun, Lenin’i de, ekonomistleri de ilgilendirmiyor. Devam edelim; “işçiler arasına gidilmelidir” sloganına karşı Lenin, “bu yetmez” diyor. “İşçilere siyasal bilgiyi verebilmek için, sosyal-demokratlar (Marksistler ÖD.) nüfusun bütün sınıflan arasına gitmek zorundadırlar, onlar askeri birliklerini, bütün yönlere sevk etmek zorundadırlar.” (age. s. 100-101) İşçi Sınıfı, yalnızca kendi konumuna bakarak, yüzünü yalnızca kendi kendisine çevirerek, toplumsal ilişkiler ağının bütünü üzerinde etkide bulunamaz. Diğer bütün sınıfların karşılıklı etkileştiği ve birbiriyle mücadele ettiği toplumun tüm sınıfsal-siyasal ilişkileri hakkında bilgilendiği, toplumu bir bütün olarak kavradığı zaman ve ancak böylece işçi sınıfı, kendi yerini ve etkisini görebilecek, toplumu dönüştürmek, kendi ilişkilerini ve taleplerini toplumun diğer bütün çalışan nüfusunun ilişkileri ve talepleri olarak geliştirebilmek olanağını bulabilecektir. Çünkü eğer işçiler, hangi sınıflan etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suiistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve eğer işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci gerçek bir siyasal bilinç olamaz… Kim, işçi sınıfının dikkatini, gözlemini ve bilincini, tamamıyla ya da esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böylesi sosyal-demokrat değildir; çünkü kendini iyi tanıyabilmesi için, işçi sınıfının, modern toplumun bütün sınıfları arasında karşılıklı ilişkiler konusunda tam bir bilgisi, sadece teorik bilgisi değil… hatta daha doğru olarak ifade edelim: teorik olmaktan çok, siyasal yaşam deneyimine dayanan pratik bilgisi olması gerekir.” (Lenin, age s.89-90) Kendi içine kapanmış ve kendi iç yaşamının sorunlarına boğulmuş, mücadelesini yalnızca bu sorunlara yöneltmiş bir sınıf, ne toplumsal hareketin bütünü üzerinde etkileyici ve yönlendirici bir rol oynayabilir, ne de mücadele eden diğer emekçilerin önderi haline gelebilir. Kendi dışına bakabilen ve kendi “dışındaki” olaylara sosyalist siyasal bir tepki gösterebilen bir sınıf, ancak bu rolü oynayabilir.
İşte, “bilincin dıştan verilmesi” ilkesinde sözü edilen “dış” kavramının üç boyutu bunlardır. “Sınıf dışından” mı, “sınıfın içinden” mi, biçiminde bir tartışma, herhalde yeryüzünde yalnızca geri ve despot tarihsel özelliklerine, hak etmediği bir burnu büyüklüğü de ekleyen Türkiye aydınına özgü olsa gerek. Bir yanda “öncü” ve “siyasal dövüşkenlik” özelliklerinin yalnızca kendi “okumuş’ kafasına yakışabileceğim sananlar, diğer yanda ise “işçilere bilincin dışarıdan taşınacağına inanmadığı için ( + ), sınıfın ardından ya da en çok “içinden” yürümenin kuyrukçu erdemlerini savunanlar, neyin içi, neyin dışı sorusunu uydurma bir biçimde cevaplayarak yıllardır tartışıyorlar: “sınıfın içinden mi, sınıfın dışından mı?” Tartışınız; ama biliniz ki, sosyalist siyasal bilincin gelişeceği ve verileceği alan bellidir: mutlaka sizin dışınızdan!

( + ) “İşçiler ve Toplum” dergisinin 3. sayısında bir yazar şöyle diyordu: “işçilere bilinci dışarıdan taşınabileceğine inanmıyorum. Sınıf bilincinin, işçilerin dünyayı algılamalarına ilişkin ve taşınamayacak bir durum olduğu kanaatindeyim.” Burada “bilinç” ve “dış” kavramlarına yüklenen anlamın, Lenin’in anlattığı hiçbir şeyin ilgisi olmadığına dikkat edelim. Yazar, kodunun “fena halde” dışındadır.

Haziran 1989

Demir Çelik Grevi

“Sendikamızdan en küçük bir maddi destek istemiyoruz. Önemli olan bizim haklarımızı savunmasıdır. Biz gerekirse 6 ay, hatta bir sene direnmeye devam ederiz.”

Kendileriyle yaptığımız söyleşide böyle diyordu Karabük Demir Çelik işçileri ve bu sözlerinin yazının en başına konulmasını istiyorlardı bizden.
Demir Çelik işçileri 4 Mayıs’ta greve başlamışlardı. Onların greve başlamasından kısa bir sonra hükümetle Türk-İş arasında devam eden toplu sözleşme görüşmeleri anlaşmayla sonuçlanmış, kamu işvereninin işçiye ne kadar zam verebileceği belli olmuştu. Karabük’te kendileriyle görüştüğümüz bazı Çelik-İş Sendikası yöneticileri de işverenle yakında bir anlaşma sağlanabileceği ve Demir Çelik’teki grevin sona ereceğinden söz ediyorlardı. Demir Çelik grevini konu edinen yazımızın ancak derginin Haziran sayısında çıkabileceğini söylediğimizde, o zamana kadar grevin çoktan bitmiş olabileceğini ve bu nedenle de kendileriyle görüşmeye gelmekte geç kaldığımızı belirtiyorlardı. Gerçekten de dergimizin bu sayısı çıktığında grev bitmiş olabilir. Fakat öyle de olsa biz, grevle ilişkili gözlem, izlenim, söyleşi ve değerlendirmelerimizi yazmakta ve yayınlamakta fayda görüyoruz. Dileğimiz hakları uğruna, en büyük sıkıntılara katlanmak pahasına da olsa daha aylarca direnmek azminde ve kararlılığında olan Demir Çelik işçilerinin bu yazının başında da yer alan istek ve beklentilerinin gerçekleşmesidir. Fakat ne yalan söyleyelim, gelişmelerin işçilerin beklentileri yönünde olacağına pek inanmıyoruz. Demir Çelik işçilerine sonuçta hiç de hoşnut edici olmayan bir anlaşmanın dayatılmasına ve kabul ettirilmeye çalışılmasına şaşırmayacağız. Bu konuda iyimser olamayışımızın birçok nedeni var. Yeri geldikçe yazının ileriki bölümlerinde değineceğiz.
Uyuyan Dev
Şimdiye kadar bir günlük uyarı grevi dışında hiç grev yapmamış Demir Çelik işçileri, grevle de sınırlı kalmayan çeşitli eylem biçimlerine yönelten sebepler nelerdi? Greve nasıl başlanmıştı? Grev karşısında diğer kesimlerin tavırları ne olmuştu? İşçilerin talepleri, beklentileri, hedefleri, tahminleri; sendika yöneticilerinin tutumları, hükümetin ve işverenin yaklaşımları hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek için Demir Çelik işçilerinin grevde olduğu iki işyerinden birisi olan Karabük Demir Çelik’e gitmeyi gerekli gördük.
Gözlemlerimizin tümünü bir güne sığdırmak zorundaydık. Zamanımız yeterli olsaydı Karabük’te daha fazla kalmak, daha çok işçiyle görüşmek ve onların düşünce ve değerlendirmelerini enine boyuna almak çok iyi olacaktı. Zaman darlığı buna olanak vermedi. Fakat bazı işçiler ve bağımsız Çelik-tş Sendikası yöneticileriyle yaptığımız söyleşiler grev hakkında bir fikir oluşturmamıza bir hayli katkıda bulundu.
Bir Pazar sabahının erken saatlerinde, Karabük’e geldiğimizi gözümüze çarpan Demir Çelik tesislerinin ilk bölümlerinden anlamıştık. Sanayinin en temel maddesinin üretildiği bu fabrikanın boyutları, kapladığı alan sandığımızdan büyük ve genişti. Ki yolun sonuna geldiğimizde henüz fabrika sahasının bir ucuna ulaşmamıştık. Tesisler ve çevresinde tıpkı çıkarılan ürünlerindeki gibi siyana çalan gri bir renk egemendi. Birbiriyle yarışırcasına yukarılara yükselen çeşitli çaptaki bacaların sadece birisinde mavimsi bir alev çıkıyordu. Besbelli ki üretim büyük ölçüde durmuştu. Daha sonraki gözlemlerimizle de birleştirince anladık ki Demir Çelik Fabrikası Karabük’te fiziksel olarak da belirleyici bir yer tutuyor.
Sakallı Adamlar
İlk uğrak yerimiz küçük bir süper market oldu. Burası ilk bakışta çok iş yapan bir yer izlenimi bırakıyordu. Girip çıkan müşteri trafiği oldukça yoğundu. Bir süre sonra bu işlek trafiğe aldanmamak gerektiğini anladık. Evet dükkâna girip çıkanlar çok ve farklı kuşakların temsilcileriydiler ama aldıklarına bakıldığında “bir ceviz kabuğunu doldurmayan” miktarlarda şeylerdi. Kimisi yüz gram peynir istiyordu, kimisi elli gram zeytin. Bazısı da parası yetmeyecek diye elindeki parayı söyleyerek o kadar yiyecek istiyordu. “Yüz elli liralık peynir verir misin?” Bakkalla sohbete daldık. Grevden önce işler bu kadar kötü değildi, diyordu. Hiç değilse Pazar günleri müşteriler daha fazla ve çeşitli yiyecek maddeleri alıyorlardı, diye devam etti. Yalnızca ekmek satışlarında azalma olmamıştı. Çoğu çelimsiz ve besbelli ki bakımsızlık ve iyi beslenememekten ötürü bedenleri oldukça zayıf düşmüş ve yüzleri iyice solgunlaşmış küçük çocukların en büyük lüksü, çeşitli türlerden çikletlerdi. Bazısı da parası olmadığı için gelip bakkalın önünde ağlamalı ve olduğu yerde çakılıp kalmalı, direnişlerle isteklerini elde etmeye çalışıyordu. Büyüdüklerinde babaları gibi iyi birer direnişçi olacağa benziyorlardı. Bakkala gelenler işlerini gördükten sonra çıkanlardan ibaret değildi. Bir kısmı da girdikten sonra içerde takılıp kalıyor, bakkal “amca” ile sohbeti yeğliyorlardı. Bunlardan bazıları grevci işçilerdi. Sakalın, işvereni protesto için bırakıldığını bilmeyen birisi ortalığı tarikatçı dincilerin kapladığını sanırdı. Bu sakallı grevciler birer ikişer sokak başlarında, ya da bir yerden bir yere giderlerken görmek mümkündü, öte yandan araç trafiğinin pek yoğun olmadığı sokak aralarında bu “sakallı adamlar”ı gördükçe yüz elli yıl önceki eski İstanbul tiplerini anımsamazlık oluyordu. Ancak onların niçin böyle sakallı dolaştığını düşününce bambaşka bir duyguya kapılıyordu insan.
Son yıllarda, haklarını alamayan ya da satışa gelen işçilerin, patronu ve hükümeti protesto etmek için başvurduğu bir eylem biçimiydi sakal bırakmak. Türkiye işçi sınıfının hak arama mücadelesinde, geçtiğimiz iki-üç yıl içinde geliştirdiği özgün nitelikteki çeşitli eylem biçimlerinden yalnızca biriydi bu pasif direniş türü. Ama en çok dikkat çekenler arasındaydı, işçilerin sakal bırakma vb. eylemleri ilgi topladı, kamuoyu oluşturulmasına katkıda bulundu, haklarına sahip çıkma eğiliminde olduğunun bir göstergesi oldu ama acaba hakları gasp eden patron ve iktidar çevreleri açısından gerçekten etkili ve caydırıcı bir eylem olabildi mi? Kuşkusuz olmadı. Çünkü onlar ancak tatlı kârlarında bir azalma olacağı, maddi kayıplara uğrayacakları eylemlerden rahatsız olurlar. Onlar işçilerin çeşitli manidar ve sitemli davranışlarından zerre kadar etkilenmezler. Sen istediğin kadar sakal bırak, başrahiplere, hacı dayılara dön, istediğin kadar yalın ayak dolaş, istediğin kadar servis araçlarına binme (tabii işe geç kalmadığın sürece), istediğin kadar kendini aç bırak, bunların hiç biri onların katı ve inatçı tutumlarına, gaddarlıklarına bir halel getirmeyebilecektir. Çünkü onların gözünün gördüğü daha fazla kârdır, daha fazla sömürüdür. Bunları elde ettikleri sürece senin dargınlığın, üzüntülerin sömürücü, kan emiciler için bir anlam ifade etmeyecektir.
Bakkal Sohbeti
İlk uğrağımız olan küçük süper markette bizle gelen işçilerle sohbete tutuştuk. İşçiler dolu doluydu. Biz daha bir şey sormadan birisi grev, patron ve hükümet hakkındaki, siyasi partiler hakkındaki düşüncelerini birbiri ardı sıra anlatmaya başlamıştı bile. Ayda 70-80 saat mesaiye kaldığı, izin tatil nedir bilmediği halde aylık ücret olarak eline geçenin 120 bin lirayı geçmediğini söyleyen bu 19 yıllık işçi, talepleri sonuna kadar savunduğu sürece sendikanın yanında olacağını ifade ediyordu. Yine bu işçinin anlattığına göre 80 öncesinde 10 bin işçinin yaptığı işi şimdi 6 bin işçiye yaptırıyorlardı. Üstelik bu 6 bin işçiyle yapılan üretim sonucunda daha fazla ürün elde ediliyordu. İşçi sayısı azaltılmış ama yaptırılan iş azalmamıştı. Aksine Demir Çelik işçisi daha yoğun bir sömürüye tabi tutularak katlanan oranlarda fazla çalıştırılmıştı. Bu, işçinin posasının çıkmasına kadar, ölmemesine yetecek bir ücret karşılığında çalıştırılması anlamına geliyordu. “Demokratik parlamenter rejim”in işçilere ve demir çelik işçisine verebildiği işte buydu. İşçiler açlık ve sefalette alabildiğine özgürdüler. İnsanca yaşamak ise kapitalist düzende işçi sınıfı için ancak tatlı buruya olabilirdi. Çünkü bu düzen patronlar içindi. Bu düzende her türlü nimetten, lüks, sefahat ve bin bir türlü zenginlikten yararlanacak olanlar, işçilerin alın terini sömürerek, kârlarına kâr katan işbirlikçi tekelci burjuvalardı. Bunlar her türlü üretim aracım ve maddi zenginlikleri ye bunlar sayesinde siyasi iktidarı, devleti ellerinde tuttukları sürece de işçi sınıfı yoksulluktan, acılardan ve sefaletten yakasını bir türlü kurtaramayacaktı. Türlü laflar ve manevralarla işçileri etkilemenin ve onları geçici bir süre için de olsa kontrolleri altında tutabilmenin yolunu bulan ban sendika yöneticileri bu gerçekleri acaba ne oranda işçilere anlatıyorlar? Hangi demagojik konuşma ve çıkışlar, şovlar grevin kapitalizme karşı mücadelede bir okul olarak kullanılmasından elde edilecek sonucu verebilir? Bu gün işçilerin insanca bir yaşam için verdikleri mücadelede hiçbir sendika şefinin demagojik çıkışlarına, tantanalı bol reklamlı, göz boyayıcı şovlarına ihtiyaçları yoktur. İşçilerin ilerici bilimsel dünya görüşünün ışığında siyasi olarak eğitilmeye ihtiyaçları vardır. İşçiler bu anlamda bilinçlendirilmedikleri sürece hiçbir kalıcı başarı elde edemezler. Elde ettikleri üç beş kuruşluk ücret zammı da yarın öbürüsü gün gelen yeni bir zam dalgasıyla silinip süpürülür ve hatta gerçek ücretlerin daha da geriye çekilmesinin önüne geçilemez. Ücretlerle fiyatlar arasındaki uçurum günden güne büyür ve ücretlerin en gerilerde kalması kaçınılmaz olur. Ama ne zaman ki işçiler ve emekçiler kendilerini mahvolmaya, açlık ve sefalete sürükleyen sistemin gerçek yüzünü görürler ve bu sömürü çarkım kırarak kendi düzen ve iktidarlarım kurmaya yönelirlerse ve bunu da bilinçle ve kararlılıkla yerine getirirlerse, işte o zaman kurtuluş ışığım yakalamış olacaklardır. Gelgelelim bunların hiçbirini kuruldukları koltuğun tadım ve keyfini çıkarma peşinde olan sendika ağalarından duyamazsınız. Çünkü onların asıl derdi işçilerin gerçek ve kalıcı çıkarlarının nerde yattığım işçilere göstermek değil, işçilerin gözünü boyayarak ve onları türlü dalaverelerle aldatarak işçinin emeğinden elde edilen konforlu yaşamı sürdürmek ve patrona, iktidara yaranmaya çalışarak onların fırlattığı kırıntılardan paylarına düşeni kapmaktır.
İşçilerden birinin anlattıkları, bizi, sendika ağalarının işçi hareketi karşısındaki davranış biçimlerine götürdü. Bir diğeri de üzerinde taşıdığı etiket ne olursa olsun, mevcut düzen partilerine verip veriştirmişti. Bir dahaki seçimlerde bu partilerden hiçbirine oyunu vermeyeceğini ateşli bir şekilde belirttikten sonra, o da grevin gidişi hakkında çeşitli düşünceler ileri sürmüştü. Başbakan’ın demir ve çeliği dışarıdan da ithal ederiz, grevden etkilenmeyiz yolundaki sözlerini değerlendiriyor ve “demek ki demir çelik üretiminin hiçbir anlamı ve gereği yokmuş, biz Demir Çelik işçilerinin yaptığı işin hiçbir değeri yokmuş” diye hayıflanıyordu. Gerçekten öyle miydi? Bu sorunun cevabını kendileriyle daha sonra işçi lokalinde görüştüğümüz işçiler vereceklerdi.
Lokale Giden Yollar
Bakkaldan ayrıldıktan sonra işçi lokaline gitmek üzere yola koyulduk. Yürüdüğümüz yol boyunca gördüğümüz çelişkili manzaralar karşısında bu küçük Anadolu kenti için Türkiye’nin minik bir kopyası gibi diye düşünmekten kendimizi alamadık. Bakımsız, her iki yanı derme çatma, yıkık dökük evlerden oluşan sokakları ve mahalle aralarım geçtikten sonra Demir Çelik bürokratlarının, müdürlerin, mühendislerin oturdukları sitelerin bulunduğu semte geldik. Buralarda yollar gayet güzel ve planlı idi. Bu sefer yolların iki yanında düzenli aralıklarla sıralanmış çeşitli ağaçlar, ortalığı yem yeşil bir cennete dönüştürmüştü. Ağaçların arka kısmında ise önünde çeşitli çiçek ve diğer bazı sebze ve meyve türlerinin yetiştirildiği oldukça çekici birer bahçesi olan, zarif mimarisi ve düzgün yapımı ile dikkatleri çeken birkaç katlı binalar dizilmişti. Buralarda oturmak ve yaşamak pek de zevkli olmalıydı, Tabii ki bu zevk isçilere ait değildi.
İşçi lokali yüksekçe bir yere kurulmuş, hem dış hem de iş görünüşü ve mimarisi itibariyle oldukça güzel bir yerdi. Lokalin balkonundan Demir Çelik tesisleri de içinde olmak üzere genişçe bir alanı rahatça seyretmek olanağı vardı. Grevci işçilerin ve bazı sendikaların burada olduğunu öğrendik. Gazeteci olduğumuzu söylememiz üzerine bize oturmak için yer gösterdiler, kendileri de yavaş yavaş çevremizde toplandılar. Sendika yöneticileri kendilerini tanıttılar ve biz de geliş nedenimizi kısaca anlattıktan sonra söyleşiye geçtik.
Sorularımızı sendikacılar cevaplandırıyordu. İşçilerden bazıları da arada bir konuşmak istiyorlardı. Ancak sendikacıların aşırı bir temkinlilik içinde olduğu gözleniyordu. Her konuşmasının patronlar, hükümet ve emniyetçe yanlış yorumlanabileceği gerekçesiyle işçilerin konuşmalarına sık sık müdahalede bulunuyorlar, bize de şunu yazmayın, bunu yazmayın diye “uyarıda bulunuyorlardı”. Sendikacılar önce basının, TRT’nin Demir Çelik greviyle pek ilgilenmemesini, ilgilenseler bile ya kısa bir haber olarak arka sayfalarda, ya da geceleyin kimsenin duymayacağı saatlerde radyo ya da TV’de birkaç cümleyle yer verilmesini eleştirdiler. Bizim gelişimizi olumlu karşıladıklarım ve sorularını ve haklılıklarını kamuoyuna yansıtmakla kendilerine yardıma olacağımızı vurguladılar. Bu arada bize çay ve mevlit şekeri de ikram ettiler. Söyleşiye geçtik.

Sendikacı ve İşçilerle Söyleşi
ÖD –  Siz Demir Çelik işçilerini greve zorlayan koşullar?
Sendikacı: Genel bir olaydır, özü açlıktır. 100, 110, 120 bin lira gibi bir ücretle yaşamak mümkün değil. Aç kalmamak, yaşamak için grev gerekli, mücadele gerekli. Grev kararı bu zorunlulukların ürünüydü. 60 günlük sürede anlaşma sağlanamayınca grev kararı alındı.

ÖD – Aylık ücretinizin ‘bir ton demir’ karşılığı kadar olmasını istiyorsunuz. Niye böyle bir ölçü koyduğunuzu açıklar mısınız?
Sendikacı: 80 öncesi aldığımız ücret karşılığında 1 ton demir alabiliyorduk. Şimdiki taslakta yer alan ücrete baktığımızda bunun çok altında olduğunu gördük. 1 ton demir karşılığı ücret talebinde bulunduğumuzda demirin tonu 550 bin lira idi. Şimdi daha da arttı. Tabii ki bu miktarda bir ücret elde etmemiz oldukça zor. Ama yine de böyle bir ölçü almak zorunda idik.
Bir başka işçi: 80 öncesinde aldığımız aylık ücretle 55 gr. altın alabiliyorduk. 19 yılı bitirdim 120 bin lira alıyorum.
Diğer bir işçi: işveren bize insanca yaşamayı çok görüyor. Bizi açlık ve sefalete mahkûm ediyor. Ama biz yine de sağa sola rastgele saldırıp, fabrikaya veya makinalara bir zarar vermiyoruz. Onları gözümüz gibi koruyoruz.
Başka bir işçi: ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nı biliyorum. Emekten yana bir dergisiniz. Ama buraya gelmekte geç kaldınız. Burada gelişmeler başlayalı dört ay oldu. TEMPO vb. burjuva dergiler bile gelip bizlerle görüştüler, grevimizi kapak yaptılar. Siz daha yeni geliyorsunuz. Birtakım imkânsızlıklardan dolayı böyle olduğunu anlıyoruz. Derginiz ancak haziranda çıkabilecekmiş, o zamana kadar grev bitmiş olabilir.

ÖD – Geç kaldığımızı kabul ediyoruz. Aslında daha önceden gelmek istemiştik. Ama bazı nedenlerle bu gerçekleşmedi. Dergi çıkıncaya kadar greviniz bitmiş olsa bile, greve yol açan sorunların esasta bitmeyeceğini sanıyoruz. Bu bakımdan sizlerin istek ve sorunlarınızı haziran başlarında çıkacak olan dergimizde yansıtmak durumunda kalmamız, güncelliğe önemli bir etki yapmayacaktır kanısındayız.
Son konuşan işçi (devamla): işçi hareketinin başladığı nokta burasıydı. Ağır sanayidir burası. Asgari ücretin de altında bir düzeyde idik. Grev ve diğer eylemlerimiz açlığın getirdiği bir şeydi. Biz diğer sanayi dallarından farklıyız. Niye farklıyız? Şube sekreterimizin bizzat kendisinin de içinde bulunduğu bir durum söz konusudur: Burada üç ayrı kuşaktan işçi çalışabilmektedir. Baba, oğul ve torun aynı fabrikada çalışmışlardır. Burası babadan oğla mirastır. Çoğunluk topraktan kopmuştur. Karabük’te uzak bir yerde de bulunsak fabrikadan çıkan dumanın şeklinden nerede arıza olduğunu anlarız, işçi, emekçi fabrika ile bütünleşmiştir.
Sesimizi duyuramıyoruz. Basın, TRT bizimle ilgilenmiyor. Bizim büyük maddi sıkıntılarımız olmasına rağmen ekonomik destekten çok manevi desteğe ihtiyacımız var. Her şeyden önce haklılığımızın kabul edilmesini ve bunun açıklanmasını istiyoruz.
Bakan yıllık gelirin (cironun) % 40’ını istiyormuşuz gibi gösteriyor. Kamuoyu bizim çok istediğimizi düşünüyor. Bilmedikleri için tabii. Hemen yakınımızdaki esnaf bile çok görüyor. Oysa bize verilen yıllık cironun % 9’udur. Yüzdeye taraftar değiliz ama ille de bir orana vurmak gerekirse bizim istediğimiz, yıllık cironun yalnızca % 14’üdür.
(Konuşmaya başka işçiler de katılıyor)
“Biz Demir Çelik’te işçinin istediğini vermiş olsaydık, 87’den bu yana demir çeliğe 12 sefer zam yapmak zorunda kalırdık” diyorlar. Oysa 87’den bu yana Demir Çelik işçilerinin ücretlerine hiç zam yapılmadığı halde, demir çeliğe kaç kez zam geldi! Yine bu son dört ay içinde bize herhangi yeni bir hak tanınmadığı ve ücretlerimize bir zam yapılmamasına rağmen Demir Çelik ürünlerine 200-250 bin liraya kadar zam yaptılar. Demirin tonu 550 binden 750 bin liraya fırladı. Hani demir çeliğe zam yapılmasının nedeni işçi ücretleri idi? Bunlar kendi kendileriyle çelişki içindeler.
Bir işçi: Demir Çelik’teki “MÜTEAHHİT” olayına da kesinlikle karşıyız. Bu sistem önceden de vardı ve başka bir ad altında yürütülüyordu. Bir kaynak veya bir temizlik işi bile müteahhide veriliyor. Bizim de yapabileceğimiz işler müteahhide veriliyor, işçi asgari ücrete talim ederken, Demir Çelik işvereni kendi işçisinin yapabileceği işleri de müteahhide vererek bu gibi kimselerin Ankara veya İstanbul gibi oturduğu yerlerden milyonlar kazanmasına neden oluyor. Bu uygulamanın altında ‘sendikaları güçsüzleştirmek’ yatıyor.
Türkiye’de demokratik sendikacılık yapılamıyor. Demokratik sendikacılıkta hükümet taraf olmamalıdır. Bizde ise hükümet taraf oluyor, sendikalara ve toplu sözleşme görüşmelerine müdahale ediyor. Sonuçta 600 bin işçi satılıyor. Ama biz haklarımıza kararlılıkla sahip çıkıyoruz. Bu bakımdan Türkiye’deki işçi hareketi içinde öncü durumunda olduğumuzu söylüyoruz. Örneğin grevin ertelenmesi kararı YHK (Yüksek Hakem Kurulu)’ye gidecekti. Bizim anında karşı çıkmamız, eyleme geçmemiz üzerine erteleme kararı Bakanlar Kurulu’na getirildi. Biz zamanında davranmasaydık, grev yasaklanmış, yerine “zorunlu tahkim” sistemi getirilmiş olacaktı. Türkiye’de ilk kez bir Demir Çelik işçileri erteleme kararının Bakanlar Kurulu’na getirilmesini sağladık.
Grev hakkımızın tanınması için üretimi son noktasına getirmiştik. Son anda grevi başlatabildik. Eğer grev hakkımız tanınmamış olsaydı fiili greve gidecektik.
Bir işçi: Buradaki işçilerin de yapabileceği bir iş müteahhide veriliyor, işçi asgari ücrete talim ederken müteahhit hiç yerinden kıpırdamadan milyonları vuruyor. MÜTEAHHİT Demir Çelik’ten çıkmalıdır. Grev bitse bile biz müteahhit olayının peşini bırakmayacağız. Müteahhit çıkartılıncaya kadar mücadelemize devam edeceğiz.
Bir işçi: Biz ülke gerçeğini biliyoruz. Nedir? Örneğin Demir Çelik’te sözleşmeli memur var, idari memur var. Bunlardan birisi 360 bin lira alırken, 657 sayılı kanuna tabi olanlar 190-200 bin lira alıyorlar. Yine süper emekliler 500 bin (şimdi 700 bine çıktı) lira maaş alırlarken, normal emekliler 200-300 bin alıyorlar. Bu kadar büyük bir ücret dengesizliği var Türkiye’de.
Biz ağır sanayide çalışıyoruz, en ağır işçileri 1800 derece sıcaklık karşısında günde dört gömlek değiştirerek yapıyoruz. DİE (Devlet istatistik Enstitüsü)’ne göre aylık mutfak masrafı 350 bin liradır. Bugün 110, 120 bin liraya bir işçinin yaşaması mucizedir. Biz yüzde hesabı yapmıyoruz. Türk-İş % 40 demiş, vs. gibi olmaz. Biz işçiler o ay cebimize net olarak girecek paraya bakarız. Yani şeridin sonundaki rakama bakarız. Brütten önce nete bakarız. Hükümetin verdiği ise henüz 219 bin liradır.
Sendikacı: (Bir işçinin 550 bin liradan bile taviz verilebilecektir, demesi üzerine) Görüşmeler sürüyor. Henüz kesin bir rakam söyleyemeyiz. Hükümetin verdiğinin 219 bin lirada kalmaması söz konusu olabileceğinden şimdilik böyle bir rakam söylenmesin, siz de yazmayın. (Bir işçinin görüşü olarak yazabileceğimizi söyledik, kaldı ki hükümet şimdiye kadar başka bir rakam da söylemiş değil, dedik. ÖD) Biz işverenden makul bir teklif geldiğinde, makul bir seviyeye gelindiği zaman arkadaşlarla ‘ görüşeceğiz. Şimdilik böyle bir şey yok.

ÖD – Grev yapılan bazı işyerlerinde patron ve hükümet ‘stajyer öğrenci’ adı altında, meslek lisesi öğrencilerine grev kırıcılığı yaptırıyorlar. Burada da benzer olaylar görülüyor mu?
Sendikacı: Bizde can alıcı sorun yüksek fırındır. Buralarda donmayı önlemek için çalışan az sayıda işçinin dışında böyle bir şey olmamıştır. Eğer fırınlar tamamen sönerse donma olayı olur ki bu da fabrikanın yeniden onarılması çok zor olan tahribatlar görmesi anlamına gelir.

ÖD – Grev suresince sendika işçilere maddi yardımda bulunabiliyor mu?
Sendikacı: Şu anda sendikanın yaptığı bir yardım yok. Cüzi miktarda içerde çalışan arkadaşların desteği oluyor. Bu durumda borç alarak geçinebiliyoruz.
Bir işçi: Direnişimizi sürdürmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayız. Gerekirse evdeki halılarımızı satarız. Yeter ki sendikacılar haklarımızı savunsunlar. Şimdiye kadar hiçbir sendikadan yardım görmedik, destek görmedik.
Başka bir işçi: Demir Çelik, sanayinin anasıdır. Başbakan’a göre Türkiye’deki Demir Çelik fabrikaları ihtiyacın sadece % 30’unu karşılıyor. Oysa sorun inşaatlar için demir üretmekten ibaret değil. Türkiye’deki belli başlı yatırımlar hep demir çelikle olur. Demir çelik gereksinmesi olmayan bir sanayi dalı ve dolayısıyla bir yatırım yok gibidir. Gerekli olan demir çelik de buradan karşılanır, ithalle bu iş yürümez.
Sendikacı: Çelik-İş, işçi hareketlerinin sürekli önünde yürüdü. Diğer sendikacılar gibi arkadan değil. Sendika herhangi bir vaatte bulunmamasına, grevin zor koşullar altında geçeceğini söylemesine rağmen şimdiye kadar direnişimiz kararlı bir biçimde yürümüştür, işçimiz, sendikanın kendilerini satmayacağına inanıyor. Sendikacı arkadaşlar işin dışında, otelde, şurada burada değil. Biz işimizin başındayız. Bir arkadaşımız şimdi nöbettedir.
Bir işçi: Türk sanayisinin temeli Demir çeliktir. Demir çeliği üreten işçiler açlığa, sefalete ve insanlık dışı bir yaşama sürüklenmiştir. Temeli çürük olan bir bina çökmek zorundadır.

ÖD – Türk-İş’in hükümetle imzaladığı anlaşmayı nasıl buluyorsunuz?
Sendikacı: Türk-İş bizden ayrıdır. Biz hiç kimseyi örnek almadık. Türk-İş’i biz tartışmayız. Onlar zaten kendi içlerinde tartışıyorlar. Kamuoyu da bu tanışmaları izliyor. Bizim hedefimiz bellidir.

ÖD – Şu anda Karabük Demir Çelik’te grevde bulunan kaç kişi var?
Sendikacı: 6900 kişi grevde. 1660 kişi ise grev kapsamı dışında. Yüksek fırını belli bir ısıda tutmak gerekiyor. Yeterli ısı düzeyinde kalınmazsa fırınlarda onarımı güç hasarlar yaratacak donma olayı meydana gelir. Bunun için, üç fırından birisini belli bir ısıda tutmak için 1660 kişinin grev kapsamı dışında tutulması gerekmiştir.
Sendikacı: Hepimizin sözü birdir. Herkese, basma, milletvekillerine bilgi veririz.
Bir işçi: TRT olayı var. Bir Çin’de vs.de olup bitenler ayrıntılarına kadar verilir. Türkiye’nin ekonomisinin göz bebeğinde meydana gelen gelişmeler ne basında, ne de TRT’de yer alıyor. Gazetelerin arka sayfalarında küçük puntolarla yazılmış bir haber olarak çıkıyor. TV ve radyoda ise ancak gece bültenlerinde kimsenin duymayacağı saatlerde o da birkaç cümlelik haberler halinde veriliyor.
Bir diğer işçi: Ben ateşin karşısındayım. Başbakan gezilerinde hiç ateşin karşısına geçmemiştir. Geçseydi belki durumumuzu anlardı. Başbakan’ın zayıflamak için Amerika’ya filan gitmesine gerek yoktur. Burada ateş karşısında biraz dursaydı kesin birkaç kilo verirdi.

ÖD – Demir Çelik işçileri olarak grev öncesinde yaptığınız bazı eylemler de oldu. Bunlardan da söz eder misiniz?
Bir işçi: Ne yaptıysak kendimize zarar verdik. Arabaya binmedik. Bacaklarımız ağrıdı. Yemek yemedik. Aç kaldık. Sakal bıraktık. Hanımlar kızdı. Gidip bir yeri taşlamadık. Makinalara bir zarar vermedik. Hep kendimize zarar verdik.

ÖD – Bakanlar Kurulu’nun Demir Çelik grevini ertelemesini nasıl karşıladınız?
İşçiler: Erteleme değil. Grev hakkımız gasp edilmiştir. Erteleme 20-30 gün için olur. 60 gün olmaz. 60 gün olunca YHK’ye gider. Bu da grevin yapılamaması demektir. .Verilene razı olmak zorunda kalırsın.

ÖD – Esnaftan çeşitli biçimlerde grevci işçilere destek sağlandığı gazetelerde haber olarak çıktı. Grev esnasında esnafın tavrı ne olmuştur?
Sendikacı: Esnaftan gelen destek fazla değildi. Bunun da temelinde ekonomik kaygılar yatıyor. MESS (Metal Sanayicileri Sendikası)’in gazetelerde çıkan ilanlarının ve fısıltı ile dolaşan bazı haberler esnafı grevin bitmeyeceği kaygısına, düşürmüştür. Bunun için de “Grev bir, an önce bitsin de nasıl biterse bitsin” düşüncesi ağır bastı. Eğer esnaflar bizim haklılığımızı yeterince kabul etselerdi ve ona göre destekleselerdi, bu daha da olumlu olacaktı.

ÖD – “Türkiye’de demir çelik üretimi olmasa da olur. Gerekirse dışarıdan ithal ederiz” yolunda Başbakan ve başka bazı yetkililerin ortaya koymuş oldukları görüşler var. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz? ,
Bir işçi: Başbakan Demir Çelik grevi sıkıntıya yol açmaz demişti. Sıkıntı olmayacak dediği rakam, Karabük ve İskenderun’da 4 günde yapılan üretime denktir, ithal edilenler ve eldeki stoklar bu dört günde üretilenler kadardır. Bunlar bitince ne olacak? Devamlı dışarıdan ithalle bu iş yürümez. Üstelik Demir Çelik’te sadece bir tür ürün çıkmıyor. Sanayinin en önemli alanlarında ve ekonomik hayatta vazgeçilmez nitelikte olan anı 26-30 kalem ürün çıkmaktadır burada.
Bir işçi: Bir toplantıda “gerekirle Demir Çelik tesislerine bir bomba koyar havaya uçururuz. Demir çelik fabrikalarının bizim için bir önemi yok” diyen MESS yetkililerine şunu sorun: Türkiye’nin ekonomisi için en önemli temel maddelerin üretildiği böyle bir yeri havaya uçurmanın anlamı nedir? (Sendika yöneticisi anında müdahale ederek, bu sözleri üzerine, konuşan işçiyi susturmak istedi. Bize de “yazmayın” diye uyarıda bulundu. Biz de burada bulunan herkesin değil, bir işçinin görüşü olarak yazacağımızı söyledik.)
Sendikacı: Bu sözler bir oturumda söylenmiştir. Espri niteliğindedir. Yazılırsa yanlış anlaşılır. Sakın yazmayın.
Bir işçi: MESS özel sektörün etkin olduğu bir örgüttür. Bu durumda MESS elbette ki Demir Çelik’i de kendi işletmesi gibi görecektir. MESS’ten ayrılmmasını istiyoruz.

ÖD – Toplu sözleşme görüşmelerinde ücret dışında ne gibi sosyal hak vs. talepleriniz vardı?
Sendikacı: Biz ücretlere ve sosyal haklara ilişkin taleplerimizi tek kalemde istiyoruz. Sosyal hakların birçoğunda anlaşma sağlandı. Ama mesela aylık izin istiyoruz. Yeterli izin harçlığı istiyoruz. Şimdiki 18 bin lira. Bununla Safranbolu’ya (Karabük’e çok yakın bir ilçe) bile gidilmez. Aylık yan ödemesiyle vs. ile elimize net olarak geçen para önemli. Diğer konularda anlaşmaya varılmıştır. Ön görüşmeler olumlu sonuçlanmıştır. Başka bir sorun çıkmayacaktır.

ÖD – Geçtiğimiz günlerdeki gelişmeler 1 Mayıs işçi bayramını yeniden gündeme getirdi. 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen işçilere ve gençlere polisin saldırması sonucu bir işçi katledildi, onlarca kişi yaralandı. Yaralılara gözaltında da işkence yapıldı. Gözaltına alındığında sağlam olan birçok insan serbest bırakıldıklarında sakat bırakılmışlardı. Bunlar üzerine ne düşünüyorsunuz?
Sendikacı: Polisin savunmasız insanlara kurşun sıkmasına kesinlikle karşıyız. Eğer göstericiler silah çekselerdi, polisin de karşılık vermesi anlaşılabilirdi. Silahlı saldın sonucunda bir işçinin öldürülmesini olumsuz buluyoruz.
Bir işçi: Polis 1 Mayıs öncesinde koşullandırıldığı için azgınca saldırmıştır. Başka bayramlarda niye saldırı olmuyor? Buradaki eylemlerimize neden saldırı olmadı? (Sendikacı, bir işçiyi susturmak istedi. Gerekçesi bunun da yanlış anlaşılacağı idi. Yine bizden de yazmamamızı istedi.)
Başka bir işçi: işçiyi tanımıyorlar ki işçi bayramım tanısınlar.
Sendikacı (İşçi lokalinden ayrıldıktan sonra): Grevin etkisiz bil silah olduğu imajı yaratılmak isteniyor. Başarılırsa kötü olacak.
İşçiler ve sendikacılarla yaptığımız söyleşi burada bitmişti. Resim çekmek için grev gözcülerinin bulunduğu yere bizi sendikacı, kullandığı araba ile götürdü. Fabrikanın giriş kapısında grev gözcülerinin yanına geldiğimizde bir anda kulübelerinden çıkan resmi giyimli polis ve bekçiler bizim kim olduğumuz ve niye geldiğimiz yolunda (sendikacı tanıtmasına rağmen) bir dizi soru sormaktan ve adımızı hangi dergiden geldiğimizi not almaktan geri kalmadılar. Sanki fabrikaya saldıracakmışız gibi telaş içinde idiler. Biz resim çekerken çok geçmeden siviller de “olay” yerine gelmekte geç kalmamışlardı.
Uzun yıllar sömürüldükten, aşağılandıktan, hırpalandıktan, baskı altında yaşadıktan, aç ve sefil dolaştıktan sonra Türkiye’deki diğer işçiler gibi, Demir Çelik işçileri de sonunda birlikte mücadele etme gerekliliğinin bilincine vardıklarını göstermişlerdir. Sanayinin bu en önemli sektöründe ömrünü tüketen Demir Çelik işçileri son aylarda ortaya koydukları eylem ve direniş çizgisiyle birliğin ne kadar önemli olduğunu dosta düşmana göstermişlerdir. Hakları uğruna birlik olmaları ve mücadeleci bir anlayışla hareket etmeleri gerçekten de öğretici ve ilham vericidir. Ancak bilimsel dünya görüşüyle donanmadıkları ve çağdışı düşüncelerin etkinliği açık kapı bırakıldığı sürece birlik olmak tek başına pek de işçiler yararına olmayacaktır. Çünkü işçilerin çıkarlarının en iyi savunusu bilimsel sosyalizmdedir.

Haziran 1989

ÜSS Denen Aldatmaca… Herkese Yüksek Öğrenim Hakkı

Çeşitli alanlarda yapılan sınavların çokluğu ve sosyal yasamdaki etkisi nedeniyle ülkemiz adeta bir sınavlar ülkesi gibidir. Geniş ölçekli kitlesel taleplerin söz konusu olduğu birçok işte, memuriyet ve eğitim gibi alanlarda sınavlar daha bir önem kazanmakta insan yaşamında belirleyici bir rol oynama konumuna geçmektedir. Herhangi basit bir işe memuriyete ya da bir okula girmede sınavlar kararlaştırıcı bir mekanizma işlevini görmektedir, özellikle bir iş sahibi olmanın yaşamsal bir öneme sahip olduğu ülkemiz koşullarında şu ya da bu nitelikteki bir işe girebilmek sınav denilen barajı aşmaya bağlı olmaktadır.
Üniversiteler de, esas olarak yine ülkemizde kazandığı anlam ve gördüğü işlev itibariyle sonuçta insanlara bir tür iş sağlamaktadır. Ama üniversitelerin sağladığı iş, nitelik ve etkileri bakımından olağan işlere oranla daha ayrıcalıklı ve üstün özelliklere sahip görülmektedir. Bu nedenle bir üniversiteye girebilmek daha küçük yaşlardan itibaren yüz binlerce hatta milyonlarca gencin ideali, tutkusu haline gelebilmektedir. Üniversitelerin sahip olduğu bu çekicilik her sınav öncesinde heyecan ve gerilimin doruk noktasına çıkmasına neden olmakta, bu psikoloji tüm toplumu sarmaktadır.
Ülkemizde de önceleri üniversitelere sınavla girilmeyen dönemler yaşandı. Ne var ki yıllar geçtikçe üniversite kontenjanları artan öğrenim talebine ayak uyduramamaya başladı, üniversite kapılarında biriken herkes içeri alınamaz oldu. Sonunda bu birikim öyle bir düzeye ulaştı ki sınavların gündeme gelmesi kaçınılmaz oldu. Başlangıçta tek basamak halinde yasılan Üniversite Seçme Sınavları; (ÜSS) yüksek öğretim kurumları karşındaki yığılmalara bağlı olarak zamanla iki basamağa çıkarıldı. Bu nedenle ülkemizde bu büyük heyecan her yıl iki kez yaşanır. Gerek üniversiteler ve gerekse ÜSS sorunları ve çelişkileri bakımından özelde eğitim genelde toplum düzeninden ayrı düşünülemez, aksine sistemin parçalan durumundadırlar. Kapitalist üretimin egemen olduğu ülkemizde toplum düzeni daha fazla kârı esas alan ilkelere göre oluşturulmuştur. Eğitim düzeni ve bu arada üniversiteler de kâr amacına göre düzenlenmiştir. Kâr hırsı bireyciliği, bireycilik başkalarını tepelemeyi, rekabeti, açıkgözlülük ve bencilliği, tüm bunlar da sonuçta seçkinciliği (elitizm) doğurur. Bu durum felsefe planında kendisini “altta kalanın cam çıksın” anlayışında gösterir. Nitekim her yıl, ÜSS’ye giren yüz binlerce öğrenciden küçük bir azınlık üniversitelere girebilme şansını elde etmektedir. Kalanların ise “canı çıksın.”
Görünüşe bakılırsa ÜSS’ler üniversitelerde okumaya ‘yetenekli’ olanları seçmeye yöneliktir. Fakat bu bir aldatmacadır. Yapılan bilimsel ve istatistiksel araştırmaların ortaya koyduğu gerçek şudur ki üniversitelere girişte uygulanan test soruları adı her ne kadar “genel yetenek” vs. ise de öğrencilerin gerçek yeteneklerini doğru olarak ölçme ve değerlendirme niteliklerinden uzaktır. Üniversitelerde sınav sonucunda okuma şansına kavuşanlar aslında bu yeteneğe sahip olan biricik öğrenciler olmaktan çok özel dershaneler ve okullarda, ders araç ve gereçlerinin nispeten yeterli olduğu öğrenim kurumlarında yetişebilme ayrıcalığına sahip olanlardır. Nitekim yetenekli de olsa özel dershane vb. olanaklardan yararlanma imkânı bulamayan öğrenciler, yeteneksiz olmalarına karşılık paralı dershanelerde ve özel hocalar elinde yetiştirilmiş öğrencilere oranla ÜSS’de daha az başarılı olmuşlardır.
Üniversite öğreniminde olduğu gibi üniversiteye girişlerde de kendini gösteren acı gerçek şudur ki yoksul halk çocukları için üniversite eğitimi yalnızca bir rüyadır. İşçi ve yoksul köylü aile çocuklarından tek tuk üniversiteye girebilenler olsa bile bunlar da öğrenim süresi boyunca karşılarına çıkan bin bir türlü maddi güçlükler karşısında okul bitirme şansım yitirmektedirler.
Üniversiteyi bitirmenin anlamı nedir? Halk arasında çoğunluk nitelendirildiği gibi “etiket edinmek” başlıca kazanımlar arasındadır. Giderek azalan önemde de olsa toplumda bir üniversite bitirmiş olmak, gerek iş bulmada gerekse de saygınlık ve statü açısından belirli bir ayrıcalık kazandırmaktadır. Bundan daha fazla bir şey elde edebilenler ise pek azdır. Nitekim üniversiteleri çekici kılan en önemli özellik de budur. Gelgelelim bir fakülteden diploma almak mutlaka o dalda yetişkin olmak anlamına gelmiyor. Mezun olanlar yetişkin oldukları için diploma almıyorlar, aksine diploma aldıkları için yetişkin sayılıyorlar. Hiçbir şey bilmese de diplomasını duvara asan bir kimse dalında yetişkin kabul ediliyor. Bu, kuşkusuz sistemin temel açmazlarından birini oluşturmaktadır.
ÜSS’nin önemli sonuçlarından birisi de kendini psikolojik bakımdan göstermektedir. Sınavları kazanamayan birçok öğrenci derin bunalımlara kapılmakta hatta intihara yönelmektedir. Sınavlarda başarılı olamamak beraberinde suçluluk ve başarısızlık duyularını da getirmektedir. Kendisinin, ailesinin ve çevrenin, suçlayıcı, iğneleyici, “gördün mü kazanamadı” türünden tavırların baskısı, başarısız öğrenci üzerinde yaralayıcı, onur kırıcı, özgüvenini sarsıcı etkiler yapmaktadır. Böylesi tahribatlar sınavları kazanamayan öğrencinin kişiliği ve ruhsal sağlığı açısından olumsuz sonuçlar yaratmaktadır.
Orta öğrenim kurumlarının niçin var olduğu bir bilmecedir. Mesleki teknik eğitim yapılan bazı ortaöğrenim kurumlarının dışında ortaokul ve liselerin varlık gerekçesini anlamak mümkün değildir. Liselerde okutulan derslerde öğretilen (daha doğrusu ezberletilen) bilgilerin büyük bir oranı günlük yaşamda işe yaramayanlardan oluşmaktadır. Üniversitelere ise lise mezunlarının ancak % 10’u girebilmektedir. O halde o kadar yıl okullarda onca emek ve masraf niye? Bu da ayrı bir açmazdır.
ÜSS’lerde sorulan sorular bilgi birikiminden çok, yetenekten çok test çözme alışkanlığına dayanmaktadır. Test çözme alışkanlığına sahip bulunmayan öğrenci ne kadar başarılı olursa olsun sınavlarda bu, pek işe yaramamaktadır. Sınavlar bilgi ağırlıklı olsa, yani bilgi birikimini ölçmeye dayansa bu sefer de kim daha çok ezberlerse o başarılı sayılacaktır. Bu da ezberciliğin daha da körüklenmesi anlamına gelmektedir. Üstelik liselerde yetenek dersi ya da yeteneği ölçmeye yarayan test alışkanlığını kazandırmak için konulmuş dersler de yoktur. Test becerisi bu durumda ancak özel dershanelerde yüklü bedeller ödenerek kazanılabilmektedir. Yoksul kesimden gelenlerin katlanamayacağı bir ağırlık daha.
Her şeyin alınıp satılabildiği kapitalist düzende bilginin de bir meta haline getirilmesi emekçi çocuklarının daha başından yüksek öğrenim dışına itilmesine neden olmaktadır. Zayıf bir dana ile güçlü bir öküz aynı sabanda çift sürmeye koşulursa buna hangisinin dayanabileceğini anlamak için sınava da gerek yoktur. Bu bakımdan sınavlar asıl işleyişi ört bas etmeye yaramaktadır. Bu işleyiş de ancak varsıllara açık olan üniversite kapılarının getirdiği adaletsiz durumdan ibarettir.
Ders araç gereçlerinin yokluğu, yetersizliği, öğretmenlerin olmayışı ya da formasyon, yetiştirilme eksiklikleri, kalabalık sınıflarda ders yapılması ya da üçlü öğretime bile gidilebilmesi, ders ve sınav yönetmeliklerinin sık sık değiştirilmesi gibi birçok sorun bu tip sorunların yaşanmadığı ya daha az yaşandığı öğrenim kurumlarını çoğunluğu oluşturan diğerleri karşısında şanslı kılmaktadır. Elverişli okullarda okuyan, mezun olan öğrenciler sınavlarda daha başarılı olmaktadır. Bu durumda ÜSS’ye girenlerin ezici çoğunluğu açısından başarısızlık kaçınılmaz olmaktadır.
Orta öğrenim kurumlarında ve diğerlerinde geçerli olan bir başka uygulama da her öğrenciden aynı başarının beklenmesidir. Kuşkusuz bu da en temel pedagojik ilkelere ve öğretim kuramlarına aykırı bir yaklaşımdır. Başarısızlığın esas kaynaklarından birisini de bu, bireysel farklılıkların tamamen göz ardı edilerek herkesin bir fabrikadan çıkmış gibi düşünülmesidir. Eğitim sistemi, egemen sınıfların çıkarlarına göre düzenlenmesi nedeniyle insani yetenekleri ve ilgileri hiçe sayarak bireylerin yaratıcılığını tamamen köreltmeye yaramaktadır. Burjuvazinin gereksinim duyduğu becerileri ve davranış biçimlerini kazanmak eğitim sisteminin temel amacı durumundadır.
Mevcut eğitim sistemini belirleyen-temel ilkenin, kapitalist üretimin gerekleri olduğu önceden vurgulanmıştı. Bu nedenle öğretim sisteminin iyi ya da kötü işlemesi bu amacın yani kapitalist üretimin nasıl gerçekleşeceği sorununu ilişkilendirdiği anlaşılır olmalıdır. Bu bakımdan sistemin açmaz ve sorunlarını çözmek burjuvazinin kendi meselesidir; devrimcilerin, Marksist-Leninistlerin değil. Ama devrimciler emekçilerin eğitim ve öğretim hakkına kayıtsız da kalamazlar; aksine herkese yüksek öğrenim hakkı da içinde olmak üzere halk çocuklarını eğitim olanaklarından yoksun bırakan engelleyici, adaletsiz koşullara da amansızca karşı çıkarlar. Eğitimin burjuva-feodal içeriğini teşhir etmeyi bir an olsun elden bırakmazlar.
Devrimciler eğitimin paralı olmasına, ortaöğrenim kurumlarının görevi olan test öğretiminin özel dershanelerce sömürü konusu edilmesine, üniversiteye giriş sınavlarının kendisine ve bu sınavlara girişte alınan her türlü haraca karşı çıkma durumundadırlar. Üniversiteye giriş sınavları iddia edildiği gibi başarılı öğrencilerin seçilmesi için değil yüz binlerce halk çocuğunun elenmesi için yapılmaktadır. Fırsat eşitsizliğine dayanan, bütün kötülüklerin ve bozuklukların faturasının emekçi çocuklarına ödetildiği eğitim sisteminin çarpıklıklarını gidermek kapitalist düzen ayakta olduğu sürece olası değildir. Sorunların çözümü ve herkese yüksek öğrenim hakkının tanınması ancak gençliğin ve işçi sınıfının ortaklaşa mücadelesiyle, mevcut çürümüş köhne yapıların yerle bir edilmesiyle gerçekleşebilecektir.

Haziran 1989

1. Kadın Kurultayı’nın Düşündürdükleri

İnsan Hakları Derneği Kadın Komisyonu’nun önerisi ve çeşitli kadın dernek ve çevrelerinin katılımı ile 1. Kadın Kurultayı 19-20 Mayıs günlerinde Beşiktaş’ta Anıl Düğün Salonu’nda yapıldı. Kurultay’a, Kurultay’ın yapıldığı her günde çoğunluğu kadın olmak üzere bini aşkın izleyici katıldı. Kurultay’da söz alan 150 konuşmacı kadın, kadın sorunlarına ilişkin görüşlerini dile getirdiler. Feminist ve Sosyalist Feminist çevrelerinin ısrarı sonucu Kurultay öncesi alınan karar gereğince erkek izleyicilere söz hakkı verilmedi. Oldukça tartışmalı geçen Kurultay’da 70 tebliğ okundu ve oldukça önemli kararlar alındı. Kurultay’ın 2. gününde bir erkeğe söz hakkı verilmesi üzerine, Feminist ve Sosyalist Feminist çevreler Kurultay’ı terk etti.
Kurultay’a Feminist ve Sosyalist Feministlerin yanı sıra, kendini sosyalist olarak adlandıran çok sayıda grup katıldı. Ancak Kurultay’da olan gelişmelerden anlaşıldığı kadarıyla, gruplar bir yana, izleyici kadınların en büyük bölümü, kadının kurtuluşunun sosyalizmle olacağına inanan ya da en azından sosyalizme sempati duyan kadınlar çoğunluktaydı. Kadının kurtuluşunun sosyalizmde ve gerçek sosyalist erkeklerle birlikte sürdürülecek mücadele ile olacağına inanan kadınlar belki her zaman yerinde müdahale etmediler ve bu yüzden özellikle feminist kadınların alaylı gülücükleriyle karşılandılar ama her “sosyalizm” ya da “işçi sınıfı” sözcüklerini duyuldukları anda büyük bir coşku ile alkışladılar ve devrimci erkek kadın birlikteliğini vurgulayan sloganlar attılar. Bu da feminist ve sosyalist feminist grupların, Kurultay’ı terk etmelerine neden olan gelişmelerden biri oldu. Bu sosyalizmin, kadınlar tarafından hâlâ güçlü bir alternatif olarak görüldüğünü gösteren önemli bir gösterge oldu. En azından Kurultay’a katılan çoğunluğunu aydın kadınların oluşturduğu kadınlar tarafından bu böyleydi. Nitekim bir erkeğe söz hakkı verilmesiyle ilgili olarak ortaya çıkan tartışma üzerine Feministler ve Sosyalist Feministler salonu terk ettiğinde ezici kadın çoğunluğu salonda kaldı. Kalanlar arasında, Feminist ya da Sosyalist Feminist oldukları halde böylesi bir tahammülsüz tavrı katılmayanlar da vardı kuşkusuz ama genel olarak feministlerin bu tavrı, onların, gelecekte sosyalist kadın hareketine karşı alacakları tavrın da bir göstergesi oldu.
Kadın hareketi, ülkemizde genel bir yükselişin içindedir. Bu alanda şimdiye kadar genel olarak feministler adını duyurdu. Ancak bir süreden beridir kurtuluşunun sosyalizmde olacağına inanan kadınlar da seslerini duyurmaya ve bu alanda ağırlığını koymaya başladı. Eğer devrimciler ve Marksistler kadının kurtuluşu konusuna gereken önemi verir ve özellikle kadının kadın olmaktan ileri gelen sorunlarını doğru bir temelde formüle ederlerse, bu sorunun çözümü için kadın-erkek üzerlerine düşen görevleri doğru bir şekilde yerine getirirlerse, bu alanda Marksizm dışı akımların sınırlı da olsa etkileri daha da sınırlanacak ve kadın sorununa ilişkin en doğru çözüm güçlendirilmiş olacaktır. 1. Kadın Kurultayı’ndaki bazı gelişmeler bunun böyle olabileceğini gösteriyor.
Öte yandan kitle mücadelesinin giderek yükselmesi ve bu mücadele içinde devrimci ve Marksistlerin ağırlıklarını duyurmaya başlaması da Marksizm dışı kadın hareketlerinin etkisini sınırlıyor. Bu sürecin, ileriki dönemlerde, bu hareketlerin etkisini daha da sınırlayacağını söylemek bir takım belirtiler var. Kadın Kurultayı’ndaki gelişmeler bu belirtilerin biri sayılabilir.
Kadın Kurultayı’nda en büyük tepkiyi F. Berktay’ın, kadın konusunda sol’u dünü ve bugünüyle suçlayan konuşması topladı. Ayrıca, Türkiye devrimci hareketine, katkısı ve yaşadığı dönemi, göz önüne almaksızın Nazım Hikmet’i kadın konusunda sert bir şekilde eleştiren bir diğer kadın konuşmacı da Kurultay’da bulunan kadınlar tarafından protesto edildi.
Perspektifsizliği ve kadının nihai kurtuluşunun özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı sınıfsız toplumla olanaklı olabileceğine değinmeyişiyle taşıdığı zaaflara rağmen 1. Kadın Kurultay’ı oldukça önemli ve cesur kararlar aldı. Birçok konuşmacı tarafından dile getirilmiş olmasına karşın, ailenin, kadının gelişmesi üzerindeki olumsuz etkisi ve ailenin ortadan kaldırılması gereği, sonuç bildirgesinde yer almadı. Ayrıca, iki ayrı eğilimin de sonuç bildirgesinde yer verdiği “kadının özgürleşme/kurtuluş mücadelesinin sınıfsal, toplumsal ve tarihsel temellerinden soyutlanmadan ele alınmasının gerekliliği” ibaresinin hangi anlamda kullanıldığı ve kadının nihai kurtuluşunun sömürücü sınıfların ve onların düzeninin ortadan kaldırılmasıyla mı, yoksa bir başka bir yolla mı olacağı konusu muğlâk bırakıldı, muğlâklık, Kurultay’a katılan grupların dünya görüşlerinin bir sonucuydu kuşkusuz ama tüm bunlara karşılık Kurultay’ın Kürt kadınlar konusunda aldığı kararlar cesur kararlar olarak anılmalıdır. Böyle bir karar, yalnızca kadınlar açısından değil genel olarak Türkiye devrimci ve demokrat hareketi açısından yeni ve önemli bir karardır.
– Kürt kadınlarına dillerini özgürce kullanma hakkı verilmesi, çocuklarına istedikleri ismi koyma hakkı verilmesi.
– Kürt kadınlarına ayrı örgütlenme hakkı.
– Kürt kadınları üzerindeki devlet, güvenlik ve kolluk kuvvetlerince uygulanan baskıya son verilmesi.
Kurultay, pazar günü Yıldız Parkı’nda yapılan piknikte sonuç bildirgesinin okunmasıyla sona erdi.

Haziran 1989

Kadın Mücadelesi ve Ailenin “Kurtuluşu” Üzerine

Devletsiz, ailesiz, özel mülkiyetsiz ve sınıfsız, o ilkel altın çağın bitiminden bu yana, bin yıllar geçti. Antropologların sosyal bilimlere kazandırdığı veriler, insanlığın kaybolmuş çocukluk günlerine ait fotoğraflarının üzerindeki tozları arındırdı. Kadınlarda bu sayede yitik özgeçmişlerine kavuştular. Artık, tarihin, akrabalık ilişkilerinin yeniden sorgulanması ve aileleşme anlamında insanlığın ve insan türünün kadın cinsinin belleğinde bıraktığı iz, babasını öldürdüğü için, kendi öz annesini öldüren Orest’in yargılandığı hazin duruşma değil sadece. Bir insanın kendi kanından birini öldürmesi suç sayılıyorken, takvimin o noktasında, toplumsal ilişkileri düzenleyen kurallar, gelenekler, alışkanlıklar bir ters-yüz oluşa uğruyor; Orest’in şahsında “babalık hukuku”, “analık hukuku” üzerinde tarihsel bir zafer kazanıyordu. Yeni hukukun yürürlüğe girmesi, kadınların binlerce yıl sürecek bir bellek yitirmesi pahasına oluyordu.
Efsanenin denk düştüğü tarihlerde, insanoğlu, kendisi için acı, hırs, mutsuzluk ve savaşlardan başka bir şey üretmemiş olan özel mülkiyeti keşfediyordu. Bir dönem tüm ihtiyaçlarını hep birlikte karşılayıp, doğal çevreyi ortaklaşa kullanıp, elde ettikleri yiyecekleri hep birlikte tüketirken, doğanın cömertliğinin yaşanılan bu koşullardaki sınırlılığı ile insanların duyumsuzlukları, güvenlik arayışları, daha rahat yaşama ihtiyaçları ve besinlerini elde etmenin yollarının gelişigüzel ve rastlantısal olmaması talepleri, onları, bu cömertliği zorlamak adına, ellerinin yetersiz kaldığı yerde yeni aletler ve silahlar icat etmeye yöneltti.
İnsan, doğanın kendi üzerindeki hâkimiyetinden, bu hakimiyetin doğurduğu korkudan, güvensizlik ve güçsüzlükten kurtulmak istiyordu. Onu işlemek, kullanmak, dönüştürmek ve egemenlik hakkını kendi üzerine almak istiyordu. Önünde fırsatlardan ve olanaklardan zengin bir yol vardı. Vahşi hayvanların peşinde koşup tek tek avlamaktan, onları evcilleştirip el altında bulundurmak, meyve ve sebzenin rastlantısal ediniminden, bu edinimi denetim altına almak toprağı işlemek elbette daha kolay, konforlu ve rahattı.
Bu yolda, topraktan çanak-çömlek yapmayı demiri bulup işlemeyi, madenleri birbiri içinde eritmeyi kullanım malzemesi haline getirmeyi, basit üretim aletleri yapmayı öğrendiler. Yapılacak işler artınca herkesin her şeyi yapıp anlayamayacağı bir süreç de başladı. Başta kadınla erkeğin, hayvancılık ve tarımla uğraşanlarla, metal avadanlık vs. üretenlerin işleri birbirinden ayrıldı. Toplumsal üretim gündelik tüketimi sağladıktan sonra, bir miktar da artmaya başlayınca, herkesin her şeyi yapamadığı bu ortamda değişim, yani alış-veriş de doğdu.
Yeni yeni gereksinimler ve ticarete yönelik üretim, üretim tarzlarının el emeği ağırlıklı bu ilkel aşamasında, büyük bir hırsla her gün daha çok insan emeği talep ediyordu. Savaşlarda alınan tutsaklar köleleştirilerek toplumsal zenginliğin üretici güçleri haline getirildiler. Toplum, bir yanda, emeğiyle bütün zenginlikleri üreten ama bunlara sahip olamayan insanlar, diğer yanda, hiçbir şey üretmeden üretilen her şeye sahip olan insanlar olarak kutuplaşmaya başladı. Her şeyin, emeğiyle geçinen insanların da tasarruf hakkına sahip olan kesim, bu sahipliği, egemenliği sürdürmeye yarayacak olanakların da sahibiydi: silahları ve devleti vardı.
Özel mülkiyet bir kez doğduktan sonra, insan ölümlülüğü karşısında daha direngen olduğu için, bir insanın ölümünden sonra ne olacağı kaygısı miras kurumunu doğurdu. Toplumsal ilk iş bölümünün getirdiği üzere; üretim aletlerinin, hayvan sürülerinin, çeşitli avadanlıkların sahibi olan erkek, sahip olduğu bunca şeyi sadece, kendisine ait çocuklara bırakmalıydı. Bu da akrabalık ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesi, topluluğun ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi gereğini dayatıyordu. Önceki toplumsal örgütlenmeye göre, çocuklar anne soyundan sayılıyor, akrabalık ilişkileri buna göre bir değer taşıyordu. Ancak, gelinen yerde artık çocukların baba soyundan sayılmaları gerekiyor, bir çocuğun babasına kesin kes aidiyetinin “iyi niyete bağlı” olmasıyla yetinilmesi mümkün olmadığından, kadının bir başkasıyla, olası cinsel ilişkisinin önünü kesmeye yarayan, erkeği edindiği zenginlikleri kendi çocukları ve kendi karısıyla, sıkça görüldüğü gibi diğer yakın akrabaları ile tüketmeye, kullanmaya (bazı üretim tarzlarının aile karakteristiği, onun bir üretim birimi de olmasıdır) yarayan “karı-koca ailesi” doğuyordu. Erkliliğinden kansız, darbesiz ve çatışmasız uzun bir evrim sonucu arındırılan kadın cinsinin, tarihsel rotanın bir yerinde uğradığı bu talihsizliğin nedenini, kavrayışı kolaylaştırmak adına şu veya bu bir tek nedenine indirgemek olası değil, özel-mülkiyeti doğuran süreç, aynı zamanda bildiğimiz anlamda devleti (ilk çağlarda gentilice örgütlenmenin fonksiyonel ve herkes tarafından denetlenebilir, anti-otoriter yönetim birimi yerine), tek eşli aileyi sınıfsal kutuplaşmayı, sömürüyü ve bunların sürer durumunu korumaya hizmet edecek ideolojileri ve tabi militer aygıtları doğuran aynı süreçtir. “Kadının köleleşmesi; ailenin kabileyle zıtlaştığı, özel mülkiyetin geliştiği sınıflara bölündüğü ve sınıf uyuşmazlıkları dizginini sıkı sıkıya tutmak ihtiyacından devletin doğacağı, tarih öncesi dönemle aynı zamandır.”
(BEBEL: Kadın ve Sosyalizm) O güne değin kadın: kadın olmaktan ve toplumsal üretimdeki yerinin kendisine sağladıklarından dolayı (yinelemekte yarar var; maddi hayatın üretimi ve yeniden üretiminde kadın, özneliği erkekle paylaşırken soya ilişkin üretimin tek öznesidir.) erdem ve saygınlıklarla donatılmışken, toplumsal yaşamın uzlaştığı bu yeni düzeyde bazı yükümlülükler altına giriyor, bazılarından da kopuşu sağlanıyordu.
Bir aile panoraması çizmek istiyorsak, ailenin doğuşuna ilişkin yukarıdaki açıklamaları genel çizgilerle de olsa yapmak koşuldu: Bugünkü karı-koca ailesinin öncesiz ve sonrasız bir karakterinin olmadığı, kutsal ve ebedi örtülerinden sıyrıldığında görüleceği gibi, tarihin bir yerinde sınıfsal zıtlaşmalarla ortaya çıktığı, bu zıtlaşmanın egemen sınıf lehine sürdürülmesi ve her gün yeniden üretilmesi için aile kurumunun gerekli olduğu, toplumsal gelişmenin ele alınan belli bir diliminde, o günkü üretim tarzı ve ilişkilerinin gerektirdiği olgunluk düzeyinde olduğu, ille de süreç içinde değişikliğe uğradığı, günün birinde de varoluşunun diğer ön şartları gibi sönüp ortadan kalkacağı yolundaki bir teşhise varmak için; koşuldu.
Sınıflı Toplumda Ailenin İşlevi
Aile ve buna bağlı kadın sorununu, sorun olarak dayatan sınıflı toplumun kendisidir. Ataerkil aile ve kadının köleleşmesi doğduğu anda, sınıf ayrışmalarını ve mülkiyetin özelliğini korumaya hizmet etti. Sınıflı toplumun diğer kurumlarından da bu konuda yardım aldı, desteklendi; onlarla birlikte var oldu. Hâkim sınıf ideolojisi de (din, ahlak, felsefe vs.) kadın cinsinin aşağılanması, ailenin kutsanması temelinde oluştu.
İlkel sınıfsız toplumdan sonra, tarih sahnesinde boy göstermiş olan her üretim tarzında, aile kurumu özü değişmeden, ancak biçimsel bazı farklılıklarla, bu üretim tarzlarının yanında ve onlara eklemlenerek giderek gelişti, her seferinde de kadın cinsinin ezilmesinin etkeni ve aracı oldu. Ama özel mülkiyete ve cinsel işbölümüne olanak olmak, hâkim sınıfın ideolojisini bireylere aktarmak ve onları “zor”la tanıştırmak, yarattığı otoriter ilişkilerle statükoyu korumaya yarayacak hiyerarşi modeli olmak şeklindeki esası değişmedi.
Ataerkil aile, toplumun zenginlikler açısından farklılaşmasını, yani; emeği ile geçinenler ama hiçbir üretim aracına sahip olmayanlarla, bu üretim araçlarının ve üretilmiş her şeyin sahibi olan kesimlerin varlığı ile tezahür eden farklılaşmasını nesilden nesle aktarır. Her aile eşitsiz bir dağılımın birbirinden tecrit edilmiş üniteleri olurlar.
Aile kurumu kadının ezilme ve sömürülmesinin de olanağıdır. Sınıflı toplumun gelişim çizgisi, kadının mülksüzleştirilmesinin de çizgisidir. Kadın toplumsal üretimden aileye hapsedilerek yalıtılır. Zaman zaman üretim faaliyetinin duyduğu gereksinmeye göre, kadın iş hayatına çekilir. Ancak bu durumun kadınlara kazandırdığı şeyler daha yoğun sömürül-meleri ve ezilmeleri pahasına olur. Kadının maddi hayatın üretimi faaliyetindeki yeri ne olursa olsun her durumda önce çocuklarının annesi, evinin kölesi, kocasının karışıdır. Çoğu zaman evde, erkeğin tasarruf boyutu, kadının çalışmasına izin verip vermemeye değin uzanır.
Kapitalist toplumda, aile kurumunun bir diğer rolü emeğin yeniden üretimindeki işlevidir. Ev işleri ve üretim dışı bireylerin (çocukların ve yaşlıların) yaşamlarına ilişkin sosyalizasyon ilkesi olmayan sistem, bunları tek tek ailelerin üzerine yıkarak önemli bir yükten kurtulur. İş piyasasında ücretlinin (çoğunlukla erkek) emeğinin karşılığı, kendi emeğinin yeniden üretimini ve kendisinden sonra yerini alacak diğer işgücü olanağı olan aile fertlerinin ihtiyaçlarını, yani: emekçilerin bir sınıf olarak yeniden üretimini sağlayacak şekilde tasarlanır. Ancak bu tasarlama her zaman böyle gerçekleşmez. Kapitalist artı-değerin çoğaltılması adına emekçi aileleri sefalet içinde yaşarlar. Bu durumda çocuk emeği de iş piyasasına dökülür.
Ataerkil aile cinsiyet kimliklerinin ve “vatandaşlık bilincinin” üretildiği alandır. Çocuklar gelecekteki kadın ve erkek rollerine aile kurumu içinde hazırlanır. Düzenin kurumlarına uyunun aşılandığı yer de, ailedir. Devlet zorundan korku, babanın gücünden duyulan korkuda, tartışılma otoritesinde öğrenilir. Çocuk, he zaman itaat etmeye hazır, moral değerlerde tutucu, kendisinin ve ailesinin çıkarları söz konusu olduğunda bencil, başkalarıyla ilişkilerinde rekabetçi, bireyci, çoğunlukla saldırgan, alıngan ve güvensiz bir kişilikte yetiştirilir. Çocukluktan yetişkinliğe geçtiğinde sınıflı toplumun bir vatandaş olarak onları massedişlerinde hiçbir sorur kalamaz. Sınıflı toplumun ailesi, anne ve çocuk arasındaki ilişkiyi öylesine çarpık boyutlara yerleştirmiştir ki, en sonunda biyolojik bir bağımlılık konusu haline getirmiştir. Annenin çocuğuna duyduğu sevgi marazi bir durum almış, salt anne olduğu için ayağının altına serilen cennet, yeryüzünde yalnızca çocuklarının hayatını yaşamasının ödülü olmuştur. “Annelik duygusu” dedikleri şey, binlerce yıl kadının eve bağlanmasının tılsımlı anahtarıdır.
Ataerkil tek eşli ailenin varlık koşulu kadının cinsel baskı altında tutulması, ne pahasına olursa olsun iffetini koruması düsturudur. Kadının başına namus tacı oturtulurken, erkeklerin bu konudaki mezheplerinin sınırı hukukun, ahlakın, dinsel ideolojilerin olanakları ile genişletilir. Kadının kendi “çekirdek ailesini” kiminle oluşturmak istediğine dair seçme şansı yoktur. Buna her zaman başka biri karar verir. Ama evleninceye değin ve de kendisinin belirleyici olmadığı bir evlilikte, ne olursa olsun kendisini kocasına saklamalı, ona adamalıdır.
Kadınların özgür olmadığı bir ortamda erkeklerin özgürlüğü de görecelidir; bu sebepten, tek-eşli ailenin panoramasını fuhuş, eş-aldatma ve zina tamamlar. Çünkü tek-eşli ailenin doğuşunun etken: aşk olmadığı gibi, hiçbir etkiyle yıkılmadan dimdik ayakta durmasının nedeni de bu değildir.
Kapitalizm ve Kadın Başkaldırısı
Kadın cinsinin, kendi ezilmişliğine binlerce yıl kayda değer bir itiraz yöneltmediğini biliyoruz. Uğradığı amneziden kurtulup başkaldırmaya başlamasının tarihi oldukça yakın bir zamandır. Kadın cinsi sınıflı toplumun eşiği aşılır aşılmaz, öylesine aşağılanmaya başlandı ki, insanlığın kültürel hazinesinin beşiği olan antik çağda filozoflar, onun insan olup olmadığını tartışır oldular. Çok uzun bir süre, dünyayı sadece yorumlamaya ve anlamaya çalışanlar, kadınlar üzerine olumlu anlamda hiçbir şey söylemediler. Kadın sorununa can alıcı bir biçimde yaklaşan ve çözüm getirmeye çalışanlar, on sekizinci yüzyıl aydınlanmasının ütopik-sosyalist çocukları oldu. Ancak analizlerinde-ki sınıfsal boyut zayıflığı, onların bu konuda klasikleşecek öneriler getirebilmelerine engel oldu.
Eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganlarıyla Fransa’yı yerinden oynatan ihtilal, kadınlara çok şey kazandırmadı, ama mücadele geleneği ve kendine güven ihtilalin kadınlarından bugüne kalabilen en güzel şey. “Kadınlar, idam sehpasına çıkıyor, öyleyse kürsüye de çıkmalılar” diyerek meclis kapılarını zorlayan kadınlar, hazırladıkları “KADIN HAKLARI BEYANNAMESİ”ni kendilerinden sonra peşleri sıra gelecek kardeşlerine bırakarak önderlerini giyotinde yitirdiler.
MİRAS; suya yazılan yazı olmadı.
Kadınların başkaldırılarının kapitalist toplumda ortaya çıkmış olması bir rastlantı değil.
ÇÜNKÜ:
1) Kadınlar, sınıflı toplumun bu en olgunlaşmış tipinde en hayâsız emek sömürüsünü ve biyolojik kimliklerinin dayanak alındığı cinsel baskıyı yaşadılar.
Emeğiyle geçinenlerin mülksüzleştirilmesinin ivme grafiği kapitalizmde doruğa ulaştı. Kadının mülksüzleşmesinin kapitalizmde vardığı düzey onun başkaldırısının etkenidir.
Kapitalizm kadına evinin ve çocuklarının geleneksel yükünün yanı sıra çalışma hayatının zorluklarını da yükledi, onu sömürüsünün nesnesi yapmak için evden çıkardı, iş piyasasıyla tanıştırdı. Bu şekilde, ona çalışma yaşamında erkeklerle yan yana olma olanağı kazandırırken, harcadığı emeğin değerini erkek emeğinin yarısı düzeyinde belirlemekte duraksamadı. Çünkü kapitalizm, kadın emeğine aile bütçesine katkıda bulunmak gibi tali bir önem tanır. Aile geçindirmenin, emeğin yeniden üretiminin asıl sorumlusu erkektir.
Gelenekselleşmiş bu yargıyı kapitalizmin değiştirmeye hiç niyeti yoktur. Tersine, kadın emeğine yukarıdaki nedenle tali bir önem tanırken, kadın emeğini erkek emeğinin yerine kullanabileceği her alanda birincil olarak tercih etme durumunda kalır, bunu da çelişki olarak görmez. Ayrıca kadın açısından yaşam şartlarının zorunluluklar doğurması durumunda sermaye bunu göz önünde bulundurur, kadın emeğini daha fazla sömürmenin olanağı olarak değerlendirir.
Sanayi devriminin ilk zamanlarında, insanların henüz sekiz saatlik işgünü hakkını kanlarıyla ve canlarıyla bedel ödeyerek almadıkları dönemde, yani çalışma saatlerinin yasal düzenlemeler açısından bugünküne oranla daha yıpratıcı ve yorucu olduğu dönemlerde, kadınlar insanlık dışı yaşama biçimlerine sahiptiler:
“Günde 12-13 saatini kadın fabrikada geçirirken ve erkek de aynı yerde veya başka bir yerde çalışırken dışarıdaki çocuklarının halini bir düşünün. Annelerinin çalışmasıyla genel küçük çocuk ölümlerinin arttığı besbellidir ve kadınlar doğumdan 1-2 gün sonra işe dönmekte ve çocuklarını elbette eve bırakmaktadır. Yemek saatinde çocuk emzirmek ve arada kendi de bir şeyler atıştırmak için evlere koşmak zorunda kalmaktadırlar.” (ENGELS: İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu.)
Kapitalizm kadına çifte sömürüyü dayatınca, onu evden çıkarıp, bir ücretli haline getirince, buna karşın evdeki durumunda herhangi bir değişimin sözünü bile etmeyince, toplumsal yaşamda sorumlulukları artan kadınların kendilerine ilişkin hak talebinde bulunmaya başlamaları, bu konuda sancılanmaları elbette beklenilir sonuç. Çok geçmeden kötülüklerin kaynağının sınıflı toplum, özel olarak da kapitalizm olduğunu keşfedip sorgulayan bakışlarım ve olanca silahlarım ona çevirmeleri de.
Aileyle birlikte ayakta duran, varlığından büyük çıkarlar edinen kapitalizm, doymak bilmez kâr hırsıyla emekçi sınıfların ailelerini biçimlendirdi. Kadının cins olarak bu formasyondan çıkarı yoktur. Kadının boynundaki bu boyunduruk pahasına aile kurumu korunur, güçlendirilir. Egemen sınıf ideolojisi ve dinsel afyonlar buna hizmet eder: Kadın evine bağlanır.
Kapitalizmde kadın emeği erkeklere yönelik bir tehdit unsurudur. Bedeli düşük olduğundan erkek işçi için her an yeri doldurulabilecek işgücü alternatifidir. Kadın emeği, ihtiyaç duyulduğu zamanlarda kitlesel olarak iş piyasasına çekilir, ihtiyacın yoğunluğu azalınca da kitlesel olarak ocak başındaki yerine geri gönderilir.
Kapitalizm kadının bedenini yani cinselliğini de piyasa konusu yapar. İnsanlar arasındaki, özellikle kadınla erkek arasındaki ilişkiyi çarpıtır. Kurulan ailelerin temelinde kadın ve erkeğin dolaysız onayına yer bırakmaz. Kadın bedeni, aile kurumu yoğun pazarlıkların konusudur. Gelecek kaygısı, maddi çıkarlar bu ilişkilerin çevresinde hayalet gibi dolaşır. Kapitalizmin ideolojisi, satın alınmış ilişkileri yüceltir, bunun kadın açısından bedeli kendi bedeniyle doğrudan ilişkisinin tırpanlanmasıdır. Kadın bedeni satın alınabilir olduğunda akla gelmeyen iffet, tek eşli ailenin kadına dayattığı bir zorunluluktur: özgür seçime dayanmayan, çıkar kaygılarıyla kurulmuş beraberlikler iffetli olabilirmiş gibi.
Kadın ve erkek işçilerin birlikte ürettikleri metaların pazarlanmasının bir yöntemi olarak, kadın bedeni utanmazca kullandır: en iyi reklam malzemesi budur; erkek cinsin beyninde pornografik imajlar yaratarak, pazar oluşturulur.
Ama kadın ve erkeğin rekabet-siz çıkarsız ve yalın ilişkilerini kendi sürer durumunu korumak adına engeller, ketler. Bunun için yasalar, yasaların yetmediği yerde ahlaki değer yargıları, dinsel dogmalar, dedikodular, oto sansür sistemleri geliştirir.
2) Kapitalizm, tüm emekçileri şiddetle sömürürken, bu sömürüyü en yoğunlaşmış bir şekilde yaşayan her zaman en yoksul ve mülksüz “kendi mezar kazıcısı” proletaryayı da yarattı, öyle ki bu sınıf, kendi kurtuluşunu diğer ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaların da kurtuluşu olmaksızın gerçekleştiremez. Üretim sürecindeki yeri, üretim araçları karşısındaki mülkiyetsiz konumu ona bu mücadelenin motor gücü olma görevini yükler. “Proleterler, daha önceki kendi mülk edinme biçimlerini de ortadan kaldırmadıkça, toplumsal üretici güçleri ele geçiremezler. Kendilerine ait korunacak ya da pekiştirilecek hiçbir şeyleri yoktur. Görevleri o güne kadar ki özel mülkiyetin bütün güçlerini ve korunaklarım yok etmektir.” (MARKS/ENGELS: Manifesto’dan)
Kapitalizmde kadın mücadelesi proletaryanın sömürüye yönelik mücadelesinden aldığı güç ve bilinçle gelişti.
3) Kadınların özgeçmişlerine kavuşmaları materyalist tarih bilincinin olgunlaşıp ortaya çıktığı ve bu bilince ilişkin tarih yorumunun ” sınıf mücadelesi” olarak özetlendiği kapitalist üretim biçiminde gerçekleşti. Bu bilinç kadınların o döneme değin hissettikleri huzursuzlukların, el yordamıyla olan arayışlarının içeriğini doldurdu. Cinsin ezilmesinin kökenine ilişkin değerli veriler mücadelelerine doğru bir perspektif kazandırdı.
“Marks, kadın sorunu üzerine bize, materyalist tarih anlayışıyla, eksiksiz formüller vermediyse de
daha iyisini verdi. Onları bulmak ve kavramak için doğru ve güvenilir yöntemi: kadın sorununu genel tarihsel gelişmesinin akışı içinde, genel tarihsel bağımlılığı ve haklılığı içinde, genel toplumsal bağlantıların ışığında açıkça anlamamızı, onun itici ve sürdürücü güçlerini anlamamızı, onların yöneldikleri amaçların, ortaya konan problemlerin ancak varlıklarıyla çözüme kavuştuğu koşullan bulabilmemizi; yalnız materyalist tarih anlayışı olanaklı kılar” (BEBEL: Kadın ve sosyalizm)
Sosyalistler ve Kadın Mücadelesi
Kadın olmaktan kaynaklanan sorunların günlük yaşam içinde ortaya çıkan tek tek unsurlarına yönelik tavırlardan, sorunun radikal çözümüne yönelik hareketlere değin kadın mücadelesi çeşitlilikler gösterir. Bu yelpaze içinde kuşkusuz en kapsayıcı olanı, sosyalist içerikli kadın mücadelesidir. Mücadelenin pratiği yaşanılan birçok deneyle, kadın haklarıyla ilgili talepleri sonuna değin götürmeye yetenekli kesimleri sosyalistler olarak tanımıştır.
Örneğin, yüzyılın başlarında kadınlara oy hakkı talebiyle ortaya çıkan burjuva süfrajetlerinin istemleri sadece burjuva kadınları temel almaktaydı. Konu üzerinde hâkimiyet kurup oy hakkım bütün kadınlar için sağlama mücadelesinin öncülüğünü sosyalistler yapmıştı.
Sosyalizmin en kapsamlı mücadele alanını oluşturması, kadının ezilmesinin sadece sonuçlan ile değil, esas olarak nedenleriyle uğraşır olmasıdır.
1917 Sovyet, devrimi sosyalizmin kadınlara vaat ettiklerinin yaşama getirilmesinin kanıtını oluşturdu ve kadın mücadelesini zenginleştirdi. Çünkü dünyanın bu yöresindeki kadınlar, o zamana değin hiç olamadıkları kadar özgürleştiler. Hiçbir sınıflı toplumun ve de özellikle burjuva demokratik yönetimlerin onlara sağlayamadığı olanaklara sahip oldular: Kadınların, ev işlerinin bunaltıcı, verimsiz, barbar ortamından onları özgür ve kişilik sahibi kılacak toplumsal üretime çekilmelerinin zemini hazırlandı. Ev işlerinin toplumsallaştırılmasının ön adımları atıldı. Aş evleri yaygınlaştırıldı, çocukların bakım ve eğitimini topluma devretmenin yolu açıldı: kreşler ve bakımevleri yaygınlaştırıldı. Sınıflı toplumun ikiyüzlü tek eşli ailesinin çözülmesi, yerine dolaysız, çıkarsız, sevgiye dayalı, maddi belirlenimlerden kurtulmuş, kadın ve erkeğin özgür tercihine dayalı, çarpıtılmamış insan ilişkileri alternatifinin konulması için gerekli yasal önlemler alınmış, sağlıklı ve çalışabilir oldukları sürece eşlerin birbirinin geçiminden sorumlu olma durumuna son verilmiştir. Bekâr annelerin, kimsesiz veya evlilik dışı çocukların korunmasını devlet üzerine almış, boşanma ve kürtaj serbest bırakılmıştır.
Kadınların sosyalizmden kazandıkları, yasal anlamda bu ve benzeri şeylerdi. Sovyet proletaryasının önderi Lenin diyordu ki:
“Elbette yasalar yetmez ve yalnız kararnamelerle asla yetinmiyoruz. Ama yasama alanında kadınla erkeği eşitlemek için yapabileceğimiz her şeyi yaptık ve bundan haklı olarak övünç duyuyoruz.”
Sovyet iktidarı, kadınlar için hak yoksunluğunun kırıntısını bile bırakmamıştı. Tabii ki yasal düzenlemelerle kadına o güne değin mücadele ettiği isteklerin ve hakların aynen tanınmasının, sorunu bir çırpıda çözeceğine dair bir iddia politik öngörü yoksunluğu demektir.
Çünkü: her ne kadar eski yönetici sınıfların iktidarı yıkılıp kapitalizm ve kapitalizm öncesi üretim ilişkilerine ait kalıntılar dağılmış olsalar bile, eski topluma ait sınıfsal katmanlar yok edilememiştir. Sınıf mücadelesi yeni bir şekilde sürmektedir. Sınıfsal farklılaşmaların olduğu her yerde rastlanan kadın sorunu, yasal önlemleri alınmış, olsa da bu yeni toplumun pratikte hâlâ gündemindedir.
İkinci olarak: Sosyalizm henüz “herkese emeğine göre” şeklinde özetlenebilen bir paylaşım ilkesine sahiptir. Toplumsal üretimin bölüşümünün, bireysel emek düzleminde gerçekleştirilir oluşu, “eşitlik” olgusuna burjuva bir içerik kazandırır. Sosyalist esaslı üretim ilişkileri hâlâ işbölümü probleminden muzdariptir. “Kadınlara göre işler” anlayışı hâlâ kabul görmekte, kadınların üretim içindeki konumlarım belirleyebilmektedir. Kadın işçiler besin, hizmet sektörü, tekstil vesaire gibi hafif sanayi alanında yoğunlaşır. Doğurganlık özellikleri de üretime katılma sürelerini etkilemektedir. Az emek ve düşük kalifiye özellik gerektiren bu işlerde çalışanlara ödenen ücret, “herkese emeğine göre” prensibine göre, erkek işlerine oranla düşüktür. Cinsiyete dayalı işbölümünün ve her türlü ayrımcılığın ortadan kalkışı, sınıfların ortadan kalkışıyla olanaklı olacaktır ve kadın erkek eşitliğinin kelimenin gerçek anlamında gerçekleşmesi “herkese ihtiyacına göre” bölüşüm ilkesinin hayat bulmasıyla olacaktır.
Üçüncü olarak; kadınların niteliksel gelişmişliğini öngören politika işleri de hâlâ, yoğunlukla erkeklerin istihdam edildiği bir alandır. Yönetsel mekanizmanın üst katlarına çıkıldığında kadın yönetici sayısında şiddetli bir azalma gözlenir. Parti merkez komitelerinde ve politbürolarında kadın üye sayısı, hiçe yakındır. Kadınlar genellikle politika alanında yerel örgütlenmeler düzeyinde vardırlar. Merkezi kararlara dolaysız katılma olanaklarından yoksundurlar. Bu durum elbette ki kadınlara yüksek yönetim merkezlerinde yer almalarının yasaklanmasından ya da engellenmesinden veya bu konuda komplolar düzenlenmiş olmasından kaynaklanmıyor. Sorun eldeki insan malzemesinin eski toplumdan aktarılmış olandan başka bir şey olmamasıdır.
Kadınlar eski toplumun yaşama alışkanlıklarından, geleneklerinden, oto sansüründen kurtulamamıştır. Bu durumun giderilmesi yasa ve kararnamelerin yürürlüğe konulduğu günün ertesinde başarılamaz.
Yasal alanda, kadınların ekonomik ve sosyal anlamda, eşitliğinin koşulları yaratılmış olsa da gerçeklik yasal oluşumları hemen izleyemiyor. Sınıflı toplumun yazılı ve yazılı olmayan kuralları hâlâ direnmektedir.
Kadın erkek eşitliği sorunu, yeni toplumun bağrında gelişecek nitelikli insanların; kadın ve erkeklerin aileyi ve varlık koşullarını ortadan kaldırmasıyla çözülecektir. Kadınlara bu hedefin kapılarını ardına kadar açan Arnavutluk Emek Partisi Enver Hoca’nın dilinden diyor ki: “Kadınların geçmişte gizli kalan ve baskı altında tutulan enerji ve yetenekleri sosyalist hayatımızın bütün alanlarında güçlü ve karşı konulmaz bir patlamayla ortaya çıktı. Arnavutluk kadım, sosyalizm mücadelesi alanına büyük bir onurla atılmıştır ve taşıdığı yüksek devrimci ruh kararlılık ve yurtseverlikle kendini göstermekte, çalışmada ve toplumsal hayatta büyük başarı göstermektedir. Bugün onu her yerde: tarlalarda, fabrikalarda, okullarda ve laboratuarlarda görmek mümkündür. Partinin ve devletin yüksek sorumluluk mevkileri ona emanet edilmektedir.
Karı koca arasında, iş ve aile hayatında yeni eşitlik ilişkileri kurulmaktadır. Kadının kurtuluşu sosyalist demokrasiyi günden güne güçlendirmektedir. Bu Marks’ın kadının kurtuluşunun vardığı düzeyin genel kurtuluşun doğal bir ölçüsü olduğu şeklindeki görünüşü doğrulamaktadır.” (ENVER HOCA: AEP 7. kongre raporu)
Burada değinilmeden geçilmeyecek bir nokta da 1917 devriminin kadınlara verdiği olanakların, bugün hiç birinin işlevinin kalmadığıdır. Lenin’in büyük bir gururla bahsettiği yasal haklar, süreç içinde geri alındı. Ekimin devrimci ruhu çoktan söndü. Kadınların enerji ve yetenekleri onları yeniden evlerine göndererek baskı altına alınmaya çalışıldı. Sovyet kadınlarına şaka mı yapılmıştı. Sovyet kadınlarına çok daha kötüsü yapıldı: Sovyet iktidarım revizyonizm ele geçirdi ve kapitalizm yeniden restore edilmeye başlandı. Kadınların payına da “sıcak aile yuvası” ve “kadıncıl yaşam görevleri düştü. Tarih Gorbaçov’un ağzından aşağıdaki sözleri de kaydetti.
“Evet, zorlu ve şanlı tarihimizde kadınların annelik ve ev kadınlığı rolleriyle ve vazgeçilmez eğitici fonksiyonlarıyla bağlantılı olan ihtiyaçlarına ve ayrıcalıklı haklarına yeterince değer vermeyi ihmal ettik. Bugün kadınlar bilimsel araştırmalara angajeler yapıyorlar. Bu nedenle de ev işi çocuk eğitimi ve aile atmosferini yaratma gibi evlerindeki günlük görevlerini yapabilecek yeterli zamana sahip değiller. Pek çok çocuğun ve gencin davranışlarındaki bozukluğun ahlakımızda, kültür ve üretimdeki birçok problemimizin aile bağlarının gevşemesi, ailevi sorumlulukların ihmal edilmesinden kaynaklandığını teşhis ettik. Bu bizim ciddi ve politik olarak haklı olan kadını erkeğe tüm alanlarda eşit yapma isteğimizin paradoksal sonucudur. Bu nedenle şimdi basında kamu örgütlerinde, iş yerlerinde ev kadınlarının asıl kadıncıl yaşam görevlerine geri dönmelerini olanaklı kılma sorunu ve bunun için yapılması gerekenler üzerine ateşli tartışmalar yürütüyoruz.” (alıntı: SF Kaktüs, sayı 4)
Kısacası kadınların işleri devrimin ertesi günü bitmiyor, eski toplumun kadın kimliğini taşıyan kadınların, yeni demokratik ve özgür bir kadın kimliğine kavuşmaları, geleneksel ve tutucu alışkanlıklarından, batıl inançlarından kurtulmaları, sosyal ilişkilerindeki edilginlikten arınmaları için “birlik”lerinin ömrü henüz dolmamıştır. Hem bir gün onca zorlukla kazandıktan haklarını birileri gelip geri alabilir. Kadın birliklerinin, yeni bir içerik kazanarak, toplumun demokratik inşasının kendilerine ve tüm alanlara ilişkin sorunlarının çözümünde yer almaları, demokratik bilincin toplumsal örgütlenmenin tüm hücrelerine değin nüfuz etmesi için gereken işlevi yerine getirmeleri gerekmektedir.
Sosyalizmin düşmanlarının arttığı, liberal rüzgârların şiddetle estiği bir dönemi geride bırakıyor olsak da, kadın sorununun çözümüne ilişkin önerilerimizi “geleneksel sol lafız” olarak yorumlayıp, burun kıvıracakların varlığım da hesaba katmak gerekiyor. ‘Kadının kurtuluşunu soyut bir geleceğe erteliyorsunuz’ yollu hırçın çıkışları olgunlukla karşılıyoruz. Diyoruz ki: Hayır! Kadının kurtuluşunu soyut bir geleceğe, biz ertelemiyoruz. Bu sorun, hemen bu günden çözülebilecek bir konu olamıyorsa, bu sosyo-ekonomik, toplumsal formasyonun bugünkü gelişmişlik düzeyinin yeterli önkoşulları sunamamasından kaynaklanıyor: Acı çekmekten zevk almıyoruz. Hem materyalist tarih anlayışı ortaya çıktı çıkalı, sınıflı toplumun insan kafasını şekillendiren, gelecek belirsizliği Marksistler için söz konusu değil. Gelecek denen şey bilinebilir, hiç değilse kestirilebilir bir olgu artık. Ama yine de onları rahatlatalım, kadınların bugünden çözülebilecek en küçük sorununa bile burun kıvırmak sosyalistlerin harcı değil:
“Yalnız Marksizm’i bilmeyenler, düşünmeye yetersiz kişiler şu sonucu çıkarırlar. Cumhuriyet değersiz olduğuna göre boşanma özgürlüğü değersizdir. …Ama Marksistler bilirler ki, demokrasi sınıf baskısını ortadan kaldırmaz ama yalnızca sınıf savaşımına daha yalın, keskin bir biçim verir. Bizim gereksindiğimiz budur. Boşanma özgürlüğü ne kadar tamsa, kadın için ev köleliğinin kaynağının kapitalizm olduğu ve hak yoksunluğu olmadığı o kadar bellidir. Devlet düzeni ne kadar demokratikse işçiler için kötülüklerin kökünün kapitalizm olduğu ve hak yoksunluğu olmadığı o kadar bellidir.” (LENİN: Marksizm’in Bir Karikatürü. Alıntı: Kadın ve Aile).

ÖZETLE:
Kadınların sistem içinde, baskının ve sömürünün vurup kırabilecekleri herhangi bir halkasına yönelik girişimlerinden, bu kadarla yetinmeyip zincirin tüm halkalarım koparmaya yönelik çabalarına değin geniş bir yelpazedeki kadın eylemliliğinde asıl tercih, elbette ki kadının ezilme ve sömürülmesinin ana kaynağına esas darbenin indirilmesidir. Kadınlar mücadelelerini bu yolda birleştirmeli ve örgütlenmelidirler. Konunun radikal çözümü ön şart olarak, sosyalist bir devrimi ve buna bağlı olarak proleter bir iktidarı dayatıyorsa, bilinçli kadın hareketinin tercihi bu iktidarı talep eden işçi sınıfının öz örgütlerinin yanında yer almak olmalıdır.
Kimsenin kimseyi sömürmediği, kadınların çocuklarından, çocukların ebeveynlerinden özgürleştiği, insan ilişkilerinin önceki çarpıtılmış şekillerinden kurtulduğu, kadını eve bağlayan sosyal ve ekonomik şartların parçalandığı, ev işlerinin toplumsallaştırıldığı, gençlerin yaşlılara bağımlılığının, sorumluluğun topluma aktarılarak giderildiği, genç ve diri bir toplumun oluşturulmasına ilişkin mücadele uzun soluklu bir mücadeledir. Bütün bunlar için, geçmiş sınıflı toplumların kadına kadın olmaktan dolayı dayattığı sorunların kökünün kurutulacağı, ona yitirdiği eski altın çağı, ilkel değil, ama modern anlamda geri verecek sosyalizm için… kadınlar örgütlenmeli.
BEBEL o ünlü kitabını “gelecek günler sosyalizmindir, yani her şeyden önce işçinin ve kadınındır” diye bitiriyor, bundan daha iyi bitiş olabilir mi?

Haziran 1989

Şu Dünyada Bazen Varlığın Suç Sayılır

Elimde şu anda “Hürriyet Bildirgeleri” denilen bir kitap var, kitabı açıyorum ve içinde Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen ve onaylanan ‘İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRİSİ’ni okuyorum. Türkiye’de bu bildirgeyi 10 Mart 1954 tarih ve 6366 sayılı yasanın 1. Maddesi onaylamıştır.
Bildirgeyi okumaya başlıyorum:
Madde 1- “Tüm insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik anlayışı içinde hareket etmelidirler.” Çok güzel, okumaya devam ediyorum.
Madde 2- “Herkes ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ya da diğer herhangi bir inanç, ulusal ya da toplumsal köken, servet, doğuş ya da herhangi başka bir durumdan dolayı ayırım yapılmaksızın işbu bildiride ilân olunan haklardan ve özgürlüklerden yararlanabilir.”
Şimdi bunları neden yazdığımı soracaksınız, ya da bunların tersini savunanı mı var? diyeceksiniz. Ne yazık ki tersini söyleyen yok ama pratikte bunun böyle olmadığını gösterecek o kadar çok örnek ve olay var ki, insanın kendine hayvanların yanında bende insanım demeye yüzü tutmuyor. Adamın biri diyor ki “İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok sevmeye başladım” aslında bunu söylemekle pek de haksız sayılmıyor.
Tam bundan bir yıl önce 16 Mart 1988’de HALABJA’da (Halepçe) neler olduğunu ve yaşandığını hepimiz biliyoruz değil mi? İşte orada olup bitenler ve yaşanılanlar tam da İnsan Haklarının resmen ve cebren ihlali idi. Hem de tüm dünyanın gözleri önünde hiç çekinilmeden ve utanmadan insanlar katledildi. Ayrı bir milliyetten olduklarından dolayı, ayrı bir dili konuştuklarından dolayı, kendilerinden ayrı olduklarından dolayı bombalandılar, kurşuna dizildiler. Evlerinden yurtlarından edildiler. Talan edildiler, sürgün edildiler, yok edilmek istendiler. Yaş ayırımı gösterilmeksizin, cins ayrımı gösterilmeksizin suçlu suçsuz aranmaksızın vahşice, acımasızca, zalimce, topluca bir halk katledildi, yok edilmek istendi.
Bu vahşi katliamda binlerce insan öldü, bir o kadarı sakat kaldı, binlercesi kayıp oldu. Kalanlar ise bunca acıya, bunca vahşete rağmen canlarını kurtarmak için yollara düştüler. Kendilerine yeni bir yurt, yeni bir sığınak yeni bir barınak arama telaşına düştüler. Ölülerine gömmeden, gözyaşlarını arkalarından bırakarak uzaklaştılar. Nereyi yakın buldularsa oraya kendilerini attılar. Kimileri İran’a, kimileri de Türkiye sınırına gelip dayandılar. Sayıları onları, yüzleri, binleri aşan insanlar. Çoluk-çocuk, yaşlı-genç, kadın, kız binlerce sefil insan, binlerce yaralı, yüreği ağzında insan İmdat! diyorlardı, ölümden, kurtarın bizi diyorlardı. ‘Çocuklarımız hasta, onları kurtarın’ diyorlardı. Kimileri açlıkta hastalanmış çocuklar, kimileri yorgunlukta dökülmüş çocuklar. Kimileri ise ölümde ve korkuda titreyen çocuklar… Hepside yaşamak için hayata koşuyorlardı. Gece yürüyerek, gündüz gizlenerek. Kimi an, kimi on beş hatta kırk gündür yürüyen insanlar. Ölümden kaçarken, ölümle pençeleşen insanlar. Bu kaçış ve bu göçüş sırasında Geyman Dağları, Sümbül Dağı, Arif Dağları, Moğalyan Dağları özellikle 25 Ağustos ile 28 Ağustos 1988 tarihleri arasında oldukça ilginç ve korkunç görüntülere sahne oldu.
Türk ve Dünya basının verdiği rakamlara göre üç beş gün içerisinde Türkiye’ye sığman insan sayısı 100.000’e yaklaşmış durumdaydı. Aynı acılar aynı dertler ve aynı gözyaşlarını paylaşan YÜZ BİN İNSAN, biryanda kurtulmanın sevinci, diğer yanda geçmişin acısı ve geleceğin endişesiyle baş başa olan yüz bin insan.
Türk hükümeti, ilk etapta girişleri engellemek istediyse de son anda bunları kabul etmek zorunda kaldı. Bu insanlar için özel toplama kampları oluşturdu, etrafı tellerle çevrili, giriş ve çıkışları kontrol altına alınmış Polis ve Jandarma gözetiminde, yerli ve yabancı basma gerektiğinde kapalı özel kamplar.
O dönemde yerli basın konuyu birkaç gün manşet başlıklarla verdi. Bazı haftalık magazin yayınlar ilginç resimlerle dolayları ve insanları görüntülemeye çalıştılar.
Türkiye’ye gelir gelmez, çadırlara yerleştirilmeden önce, bu insanlar açık havada meydanlarda toplu halde bekletildiler. Bu işlem günlerce sürdü. Gecenin ayazında, gündüzün sıcağında ortalıkta sere serpe perişan bir halde. Saddam’ın bombalarında, kurtardıkları çocuklarım bu insanlar ortalıkta, gözlerinin önünde açlıkta, soğukta kayıp ettiler. Kontrol altındaki bekleme alanlarının birinde (Işıklı Köyünde) 40 çocuk ölüyor. Çevre halkı bu insanların çocuklarım evlerine alıp barındırmak istediklerinde, onlara dahi izin verilmiyordu. Yabancı basma durumu izah etmeye çalışan bir sığınmacı olayı şöyle anlatıyor. “Biz bunları kurtarmak için, kadınlarımızı yaşlılarımızı kurtarmak için kaçtık, oysa onlar burada ölüyorlar. Allah rızası için izin versinler, biz alışkınız ama çocuklar ve yaşlılar gecenin ayazına dayanamıyorlar. “Ama adamın yalvarması ve yakarması boşunaydı.
İlk kargaşadan soma, bu insanlar 5 büyük merkezde kamplara yerleştirildiler. Resmi olarak sayıları 65.000 olarak açıklanan bu sığınmacı ailelerin 12 Bin’ini geçkinde Kızıltepe civarına yerleştirdiler.
Dışa karşı Türkiye Devleti görevini yerine getirmişti, öyle ya, ölümden kaçan binlerce insana kapılarını açmış, gerekli önlemi almış ve bu insanları ölümden kurtarmıştı, öylemi dersiniz? Belki de ölümden ölümü seçin demişti. Fazla değil, kısa bir süre içerisinde kamplarda bulaşıcı hastalıklar, açlıklar ve ölümler kol geziyordu. Bir Peşmerge ailesi durumlarım şöyle anlatıyordu: “Yeterli gıda maddesi alamıyoruz, gıda maddesini bir tarafa bırakalım, karnımızı doyuracak kadar bir şeyler bulduğumuz zaman bayram ediyoruz. Çadırlar ailelere yetmiyor. Battaniye yok, geceleri donma tehlikesiyle karşı karşıyayız. Temizlik ihtiyaçlarımızı gidermek mümkün değil, bu nedenle de bulaşıcı hastalıklar hızla artıyor. Dünyanın diğer ezilen halklara yaptığı yardım hiç bize yapılmamaktadır? Bunu anlamak da güçlük çekiyoruz.” Doğrusu bende anlamaktan güçlük çekiyorum dostum, hem de çok güçlük, hele de geçmişte bazı yapılanları hatırladıkça… Öyle ya, daha dün Bulgaristan’dan kaçıp gelenler köşklere yerleştiriliyordu, el üstünde dolaştırılıyordu, kimilerini evlatlık ediniyorlardı, devlet bütçesinde onun için tören ve merasimler düzenleniyordu. Afganistan’dan gelenlere köyler bağışlanıyordu, dayalı döşeli evler teslim ediliyordu. Kasım ve Aralık aylarına doğru, karın ve kışın bastırmaya başladığı an geldiğinde bu insanlar deprem evleri v.b. konutlara yerleştirildiler. Ama sorunlar bu insanları peşlerinden kovaladı. Açlık terk etmedi, ölüm terk etmedi, hastalık, zulüm terk etmedi peşlerini. O toplama kampları birer esir kamplarına dönüştü. Kamplarda bir araştırma yapan “KURDISTAN PRESS” muhabirine, kampta yaşayanlar için bulundukları durumu şöyle anlatıyorlardı: Diyarbakır’da; Emin (Afet evleri kampı)
“Geldiğimizde Türkiye’ye şükretmiştik, ama artık şükredecek bir şey kalmadı. Bizi hayvanlar gibi bu dairelere soktular, 17-20 kişiye 10 tane battaniye verdiler. Bir evde ise 45 kişi kalıyor. Gündüzleri dışarıdayız, geceleri ise kimsenin yatacak yeri yok, hastayız uzanacak yer bulamıyoruz. Yetkililer ‘biz onlara ev verdik’ diyorlar ama gelin halimizi görün.”
Mardin, Kızıltepe kampında Ali:
– “Bizler burada esiriz. Bugüne kadar yaklaşık 300 çocuğumuz öldü. Bu durum Türkiye’nin ümranda değil. Hiçbir şey yapamıyoruz, buranın halkı bizim dilimizi konuşuyor ama ilişki kurmamız engelleniyor. Hiçbir şey yeterli düzeyde verilmiyor. Çoğu yaşlı insanlar omuzlarında battaniyelerle dolaşıyorlar.”
Ayşe: (Aynı kampta)
– “Biz daha önce Yüksekova’daki kamptaydı. Oradaki soğuk dayanılabilecek gibi değildi. Bizi daha iyi bir yere götüreceklerini söylediler. Buraya geldik durum yine aynı. Battaniye yok, yeterli düzeyde yemek verilmiyor. Kışı nasıl geçirebiliriz, benim 3 çocuğum var, üçü de her gün aç kalıyor.”
Bu insanların resmi statüleri çoktan belirlenmesi gerekirken hâlâ belirlenmiş değil. Uluslararası resmi yasalara göre bu insanlara mültecilik statüsünün tanınması gerekiyor, ama Türk Hükümeti vermek istemiyor. Ama bazılarına bu hakkı çok iyi tanıyor. Bakın İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde şöyle diyor:
Madde 14: “Her insanın zulüm karşısında başka ülkelere iltica etme ve bu ülkelerde mülteci muamelesi görmeye hakkı vardır”
Bu mültecilik statüsü bunlara tanınmadığından dolayı, Birleşmiş Milletler Mülteci Komiserliği’nde bunlar için biriken 80 milyon dolarlık yardım kullanılmadan bekliyor.
Ve de o insanlar acılar, hastalıklar ve ölüm içerisinde kıvranıp duruyorlar. Ne diyeceksin… Bu dünya böyle bir dünya işte. Bazen düşüncen suç sayılır, bazen cinsin suç sayılır. Bazen de dilin, milletin, ırkın suç sayılır ve hatta seni öldürmek, yerinde yurdunda etmek, seni sürgün etmek yetmiyormuş gibi birde varlığını suç sayıyor…
Nisan 1989 /PARİS

Haziran 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑