Devrim ve Devrimci Eylem Biçimleri Üzerine

“Komünistler, kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak tüm mevcut toplumsal koşulların zorla yıkılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ediyorlar.” (Komünist Manifesto)

Her proleter devrimin, proletarya önderliğinde gelişen tüm devrimlerin, sosyalist ve kesintisiz olarak sosyalizme yönelen devrimlerin, uygulamada alacağı biçimler ve zaman sorununun ötesinde hiç zaman kaybetmeksizin ya da çeşitli aşamalardan geçerek, üretim araçlarının özel mülkiyetini hedeflemesi, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini amaçlaması, varoluş nedeni ve temel fonksiyonudur. Ama bu, içkinleşmiş ve topluma yabancı mekanizmanın, burjuva toplumun birçok etkinliğini üstlenerek, kolektif kapitalist işleviyle önemli alanlarda üretimin yönetimini ele alan ve yalnızca bir koruyucu mekanizma olmanın ötesinde, sermaye ile ileri ölçüde kaynaşmış ve onun adına davranan siyasal-örgütsel mekanizmanın, emekçi yığınların iradelerini yok eden, onları ve iradelerini dışta tutan, kendi ayakları üzerinde durmalarını engelleyen, talep, hoşnutsuzluk, mücadele ve başkaldırılarının önleyici, bastına ve ezicisi terör ve şiddet aletinin, bürokratik-militarist aygıtın kırılmasını-gerektirir. Başka türlü, ne emekçi yığınların ve önderi proletaryanın iradesinin yeni toplumsal kuruluş için örgütlenmesi, ne devrilenlerin direnişlerinin üstesinden gelinmesi ne de ileriye doğru tek bir adım atılması olanaklıdır. Bu açık ve kesindir, tartışmayacağız. “Avrupa komünistlerinin” Gorbaçovcuların, “ulusal” benzerlerinin ve uzantılarının inkârcılıkları, programlarından buna ilişkin temel maddeyi çıkarmaları, ancak, onların proletarya ve emekçilere düşmanlıklarını gösterir, yoksa proleter devrimi ve sosyalizmin bu temel sorununun tartışılabilirliğini değil. Tartışma, bu kırmanın “nasılı” üzerine olabilir; devrimci olarak kalındıkça, ancak bu tartışılabilir.
“Barışçıl Geçiş” Olanaklı mı?
Önce, bürokratik-militarist aygıtın tüm ağırlığı ve kokuşmuşluğuyla toplum üzerine çökmediği, burjuva devletin olanaklı olduğu ölçüde bürokratik olmayan tarzda (örneğin, Şerifleri halkın seçtiği ve değiştirdiği Amerika’da) ve militarize olmadan, sürekli ordusuz (örneğin yine Amerika’da halk silahlıydı ve gerektiğinde bir araya geliyordu) örgütlendiği İngiltere ve ABD gibi ülkeler açısından, döneminde, barışçıl geçişi olanaklı gören -Marks’la birlikte- Engels’in konuya yaklaşımını görelim:
“Soru – Özel mülkiyetin kaldırılmasını barışçıl yöntemlerle gerçekleştirmek olanaklı olacak mıdır?
“Yanıt – Bunun olabilmesi istenilen bir şeydir ve buna karşı direnecek en son kişiler elbette komünistler olurdu. Komünistler, komplonun hiçbir türlüsünün, hiçbir yarar sağlamadığı gibi, hatta zararlı olduğunu çok iyi biliyorlar. Devrimlerin kasten ve keyfi olarak yapılmadıklarını, bunların her yerde ve her zaman belirli partilerin ve koskoca sınıfların irade ve önderliklerinden tamamıyla bağımsız koşulların zorunlu sonuçları olduklarını çok iyi biliyorlar. Ama proletaryanın gelişmesinin, hemen her uygar ülkede zorla bastırıldığını ve komünistlerin muhaliflerinin, böylece, bütün güçleriyle, bir (karşı)-devrime doğru gittiklerini de görüyorlar. Ezilen proletarya, sonuçta bir devrime zorlanacak olursa, biz komünistler nasıl şimdi sözle yapıyorsak, o zaman fiilen de proleterlerin davasını savunacağız.” Engels, bu sözleri, 1847’de yazdığı “Komünizmin İlkeleri” adlı yapıtında söylüyor, henüz daha 848 Devrimlerinden de önce.
Ve peki, bürokrasi ve militarizm, istisnasız tüm ülkelerde yetkinleşip genelleştikten, burjuva devletin ayrılmaz ve temel unsurları haline geldikten, iç savaşları ve dünyanın paylaşılması uğruna kendi aralarındaki dalaşma ve çatışmalarıyla emperyalizm döneminde hele ilk proleter devriminden sonra, “barışçıl geçiş” olanağı üzerine ne söylenebilir? Kuşkusuz teorik olarak, istisnai koşullarda bu olanak reddedilemez, mutlak olarak hiçbir şeyin reddedilemeyeceği gibi… Emperyalizm ve proleter devrimleri döneminde de, Lenin, bugünkü “Avrupa komünistlerin” atası, II. Enternasyonal’in dönek önderlerinden Otto Bauer’in mülksüzleştirmenin barışçıl koşulları ve gelirlerin anlaşmalı-düzenli paylaştırılması üzerine reformcu, sınıf işbirlikçi görüşleri karşısında, bu “olanak” üzerine şunları söylüyordu:
“O, el koyma olmadan da mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmelerinin teorik olarak olanaklı olduğunu kafasına iyice yerleştirmiştir…
“O, düşünmeyi bilmez. Galipleri bile felaketin eşiğine sürükleyen bir savaştan, yani emperyalist savaştan sonra; bir dizi ülkede iç savaşın başlamasından sonra; emperyalist savaşın, uluslararası ölçüde bir iç savaşa dönüşmesinin kaçınılmazlığı, gerçeklerle kanıtlandıktan sonra bile, milattan sonra 1919’da Viyana kentinde kapitalistlerin gelirlerinin ‘dokuzda dördünün’ ‘düzenli’, ‘sistemli’ bir biçimde ellerinden alınmasını vaaz edebilmek için insanın… akli dengesinin bozuk olması… gerekir.
“…iyi adam, çok ufak bir ayrıntıyı gözden kaçırmış; sosyalizme bu kadar ‘düzenli’ ve ‘sistemli’ geçişin (soyut anlamda, ‘halk’ için en yararlısı olabilecek olan bir geçiş) şunları gerektirdiğini unutmuş: proletaryanın zaferinin mutlak kesinliği, kapitalistlerin durumunun mutlak çaresizliği, kapitalistlerin açıkça boyun eğmede mutlak zorunlu ve istekli olmaları.
“Bu kadar özelliğin böyle bir arada bulunması olanaklı mıdır?
“Teorik olarak; yani bu durumda çok soyut ele alındığında: Kuşkusuz! Diyelim ki, içlerinde bütün büyük devletlerin de bulunduğu dokuz ülkede, Wilson, Llyod George, Millerand ve kapitalizmin diğer kahramanlarının durumu, bizdeki Judeniç, Kolçak ve Denikin ve bakanlarınınki gibi olsun. Diyelim ki, bunun üzerine onuncu, küçük bir ülkede kapitalistler işçilere şu öneriyi getirdiler: ‘Sistemli’ ve barışçıl bir ‘mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi’ni (tahribatsız!) gerçekleştirmek için, güvenilir bir biçimde yardım etmek istiyoruz, kararlarınıza da boyun eğeceğiz. Buna karşılık birinci yıl, eski gelirlerimizin dokuzda beşi, ikinci yıl da dokuzda dördü elimize geçecek.
“Sözünü ettiğimiz koşullar altında en küçük ve ‘en barışçıl’ ülkelerden biri olan onuncu ülkenin kapitalistlerinin böylesine bir öneri getirebilecekleri tümüyle düşünülebilir ve bu ülkenin işçileri bu öneriyi inceleyip (biraz pazarlıktan sonra: tüccarla pazarlık yapmadan olmaz) kabul ederlerse, bunda hiç de kötü bir yan olmaz.
“…Dünya kapitalizminin ve onun önderlerinin şu anki durumu, Rusya’daki Judeniç, Kolçak ve Denikin’in durumuna hiç benziyor mu?
“Hayır, durum başkadır. Rusya’da kapitalistler umutsuz bir direnişten sonra yenilgiye uğramışlardır. Ama, dünyada hâlâ iktidardadırlar; egemendirler.” Proleter Devrimin Teorisi, Lenin, Bir Yayıncının Notları makalesi.)
Belki gün gelecek, sosyalist kuşatma altında bazı ülkelerde burjuvazi barış içinde boyun eğmeyi kabullenecek. Ama, bugün kabullenmiyor. Proletaryanın, ezilen halkların seslerini yükselttiği, kurtuluş için ayağa kalktığı her yeri tüm dünyayı ateşe atmaktan çekinmiyor. Sermaye, onunla kaynaşmış ve onun egemenliğinin koşullarını korumakla yükümlü bürokratik-militarist aygıtı, bırakalım gönüllüce boyun eğmeyi, açık terörü gündeme getiriyor, faşizme başvuruyor; aygıt, en “demokratik” ülkelerde bile şanına yakışırcasına davranıyor, mahkemeleriyle, hapishaneleriyle, darağaçlarıyla, silahlı birlikleriyle varoluşunun hakkını veriyor. En sıradan işçi eylemleri bile, eğer fiili meşruiyetini kendi sağlamamışsa, kendi gücüyle varlığını ortaya koymamışsa hunharca eziliyor ve eğer kendini, gücüyle, biraz “ileri giderek” ortaya koymuşsa, bu, sermayenin bir iç savaşı başlatmaya, en gaddar önlemleri almaya yönelmesinin nedenini oluşturuyor.
“Barışçıl geçiş” olanağı, teorik olarak ve istisnai koşullarda, reddedilemez; ancak bugün böyle bir olanaktan da söz edilemez. Sınıf mücadelesi pratiği ve tüm devrimler tarihi tersini gösteriyor; hazırlanılması gereken barışçıl olmayan geçiş koşullarıdır. Ve teorik ve istisnai olarak “barışçıl geçiş” olanağı, barışçıl budalalığı gerektirmez, ola ki, bu olanak karşıya çıkacak olsun, barışçıl olmayan geçişin hazırlığı hiçbir şey kaybettirmeyecek, tersine gerekli olan yapılmış olacaktır, çünkü sermayenin gönüllüce boyun eğişi de proletaryanın güçlü ve hazırlıklı oluşunu, boyun eğmediğinde başına geleceği bilip hissetmesini gereksinir.
Bugün için “barışçıl geçiş” tartışması da yapılamaz. Yapanlar, devrim safları dışına düşer, reformist hayalleriyle baş başa bırakılırlar. Tıpkı, Bauer örneği barışçıl gelir paylaşımı peşinde olan ve mülksüzleştirmeyi zorunlu ve gerekli görmeyen, temel bir sorun olduğunu yadsıyan M.Belge gibi. Tıpkı, Aydınlık ve TBKP gibi.
Ama Engels ve Lenin’in söylediklerinden şu sonuç da çıkar: Marksistler zor ya da şiddet delisi değillerdir, ne oluı’sa olsun zor ve şiddet peşinde koşmazlar. Barışçıl olmayan geçiş koşulları, Marksistlerin kendilerinin, kendi iradeleriyle seçtikleri koşullar değildir, bu koşullar dayatılmıştır; toplumsal siyasal gerçeklik böyledir, Marksist-lerse, yalnızca, durumu kabullenmekte, resti görmektedirler, çünkü başka yol yoktur. Toplumların sınıflara bölünüşünü Marksistler icadetmedi: son sömürücü sınıflı toplumun, proleterlerin sömürüsü ve baskı altında tutuluşu üzerine kuruluşu ve iç dinamiğinin kaçınılmazlığıy-la sosyalizme götürecek oluşu, herhangi bir iradenin işi değildir, durum tüm nesnelliğiyle devrime götürmektedir. Öte yandan bürokratik-militarist aygıtın ortaya çıkışının sorumlusu da değildir Marksistler, burjuvazinin her sıkıştığında, hatta sıkışmada da şiddete başvurmasının sorumlusu olmadıkları gibi. Barışçıl olmayan geçiş koşullarını yaratan, bölünmüşlük ve zıtlık içindeki toplumda nesnel bir kaçınılmazlık olan sınıf mücadelesinin gelişmesinin ve çeşitli sınıfların birbirleriyle ilişkilerinin bugünkü toplumsal siyasal şekillenişidir. Ve bugünkü durum, proleterlere ve onların bilinçli kesimine seçme hakkı bırakmamaktadır: ya göze alacaksın ya köle kalacaksın!
Çağımızda Dünya Proleter Devrimlerin Koşulları Olgundur
Paris Komünü günlerinden bu yana dünyanın gidişini belirleyen proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmedir; dünya bu çelişme temelinde devinmektedir. Emperyalizmle birlikte bu durum çok daha belirgin bir hal almıştır. Birçok başka çelişme de vardır dünyadaki gelişmeleri etkileyen, ama sermaye dünya gericiliğinin kalesidir, proletarya ise devrimin sancaktarı. Özellikle emperyalizm döneminde tüm gericilik, feodal ve ataerkil kurumlarıyla tekelci sermaye etrafında toplanmış, tekelci sermaye ve egemenliği ise sızıp girmedik ülke bırakmamıştır. Proleterlerin mücadelesi olduğu gibi, ezilen halk ve ulusların, onların geniş yığınlarının, sömürgelerin mücadelesi de emperyalist tekelci sermaye egemenliğine yöneliktir. Çünkü geri ülkelerin soyulması ve talanının esas yürütücüsü, bu ülkeler gericiliğinin de birleşmiş olduğu emperyalizmdir. Ve emperyalizm, tüm ülkelerde az ya da çok kapitalizmi ve proletaryayı geliştirmiştir. Bugün ilkel kabile ve komünal toplumsal özellikler gösteren en geri ülkelerde bile şöyle ya da böyle bir tür ve miktarda kapitalizm ve proletarya vardır. Bu durum, ezilen halk ve ulusların mücadelesinin küçümsenmesine değil, bu mücadelelerin gelişme koşul, itici güç ve hedeflerinin doğru değerlendirilmesine götürmelidir.
Geri ülkeler burjuvazisi henüz tüm barutunu tüketmiş değildir; ama, eskiden olduğu gibi yalnızca feodalizmle değil, gelişkin burjuvaziyle, tekelci burjuvazi ve emper-yalizmiyle karşı karşıyadır. Emperyalizm tarafından baskı altında tutulmakta ve üstelik kapitalist bir sınıf olarak bin-bir bağla ona bağlanmış bulunmaktadır. Yine üstelik kapitalist bir sınıf olarak ve kapitalizmin ötesine geçemeyecek oluşuyla, bu sistemin doruğuna çöreklenmiş tekellerle baş etmesi ve kalıcı zaferler elde etmesi olanaksızdır. Siyasal bağımsızlığı daha kolaylıkla ve Çin demokratik devrimi örneğinde olduğu gibi belirli bir iktisadi bağımsızlığı çok istisnai ve elverişli koşullarda (Sovyet yardım ve desteği, 2. savaş koşulları vb.) elde edebilir oluşu, bu ülkeler proletaryası ve emekçilerinin burjuvazilerinin peşi sıra yürümelerini gerektirmiyor. Artık bu ülkelerde emperyalizmle birleşen yerli burjuvaziyi de hedef alan, dünya proleter devriminin parçası ve unsuru olan proletarya önderliğinde devrimler olanaklıdır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi, geri kapitalist, kapitalizmin belirli bir gelişme gösterdiği tüm ülkelerde, tüm dünyada, sosyalist ve kesintisiz sosyalizme bağlanan devrimlerin objektif koşulları vardır. Birkaç bin -sanayi de değil atölye- işçisi ile yola koyulan, kapitalizmin çok az geliştiği Arnavutluk Devrimi örneğinin de ortaya koyduğu gibi, geri bir kapitalizm ve az sayıda işçinin varlık koşullarında, eğer yeterli sübjektif koşullar varsa, iyi bir parti, onun yaydığı kurtuluş bilinci ve örgütlenmiş emekçilerle devrim zafer kazanabilir.
Proletarya devrimi ve ona bağlanan proletarya önderliğinde devrimler açısından nesnel koşullar, artık sistemin tümü açısından, dünya çapında olgunlaşmıştır ve çeşitli ülkelerin halkalarını oluşturdukları emperyalist zincir en zayıf halkasından kırılacaktır. Leninizm!in İlkeleri’nde Stalin konuya ilişkin şunları yazıyor:
“Eskiden ayrı ayrı ülkelerde ya da daha doğrusu, gelişmiş şu ya da bu ülkede, proletarya devrimi için nesnel koşulların varlığından ya da yokluğundan söz etmek adetti. Şimdi, bu görüş artık yetersizdir. Şimdi devrim için, nesnel koşulların, dünya emperyalist ekonomi sisteminin tümünde eksiksiz bir bütün olarak bulunup bulunmadığından söz etmek gerekir; çünkü sistem, tümü ile, devrim için olgunlaşmış ise, ya da daha doğrusu, olgunlaştığı için, bu sistemin içinde sanayi yönünden yeter derecede gelişmemiş bazı ülkelerin bulunması, devrim için aşılmaz bir engel olmaz.
“Eskiden, gelişmiş şu ya da bu ülkede proletarya devriminden; sermayenin şu ya da bu ulusal cephesine karşı duran, bu cephenin taban tabana karşıtı olan, belirli ve kendine yeten bir varlık gibi söz etmek adetti. Şimdi artık bu görüş yetersizdir. Şimdi dünya proleter devriminden söz etmek gerekir, çünkü sermayenin ayrı ayrı ulusal cepheleri, emperyalizmin dünya ölçüsünde cephesi denilen ve bütün ülkelerin devrimci hareketinin genel cephesi ile çatışma halinde bulunan bir tek zincirin halkaları haline gelmiştir.
“Eskiden proletarya devriminin, yalnızca, belirli bir ülkenin iç gelişmesinin bir sonucu olduğu düşünülürdü. Artık bu görüş de yetersizdir. Şimdi proletarya devriminin, her şeyden önce, emperyalizmin dünya sistemindeki çelişkilerinin gelişmesi sonucu, emperyalist cephe zincirinin şu ya da bu ülkede kırılmasının sonucu olarak düşünülmesi gerekir.
“… Sermayenin cephesi, emperyalizm zincirinin en zayıf olduğu yerde yarılacaktır; çünkü proletarya devrimi, dünya emperyalist cephe zincirinin kırılmasının sonucudur ve devrime başlayan ülke, sermayenin cephesini yaran ülke, kapitalist anlamda daha gelişmiş ülkelere oranla daha az gelişmiş olabilir ve bununla birlikte, kapitalizmin çerçevesi içinde bulunabilir.” (Leninizm’in İlkeleri, s.30-31)
Evet, tek tek ülkelerle sınırlı düşünülmeksizin ve tek tek herhangi ülkelerde kapitalizmin ne derece gelişmiş olduğuna bakılmaksızın, kapitalist-emperyalist sistem, dünya ölçüsünde, doğrudan ya da aşamalar yoluyla yerini sosyalizme bırakmak üzere olgunlaşmıştır; sistemin tüm ülkeleri açısından, proletarya ya da proletarya önderliğinde devrimlerin nesnel koşulları vardır.
Ve 1. Bölüm 4. Maddesinde “Mali sermayenin diktatörlüğü yıkılmakta ve yerini proletarya diktatörlüğüne bırakmaktadır” diyen Komünist Enternasyonal programı, 1. Emperyalist Savaşla birlikte kapitalizmsin genel bunalım dönemine girdiğini söylüyordu: “(1. Emperyalist) savaş bütün dünya kapitalist sistemini sarstı ve böylece kapitalizmin genel bunalım dönemini başlattı.” (2. Bölüm, 1. madde).
Bunların anlamı nedir?
Emperyalizm döneminde, kapitalist gelişme derecesi önem taşımaksızın (bu, kuşkusuz, devrimin somut gelişmesi, izleyeceği yol, aşamaları ya da aşamasızlığı, yedekleri, taleplerinin sıralanışı vb. açılardan büyük önem taşır) tüm ülkeleri kapsamak üzere, dünya çapında proletaryanın tek başına ya da müttefikleriyle birlikte iktidarının ve sosyalizme yönelmenin nesnel olarak olanaklı olduğu ve kapitalizmin -dönem dönem geçici istikrara kavuşsa da- artık kendi çelişmeleriyle baş edemez duruma geldiği anlamına gelir bunlar.
Devrimci Durum Üzerine
Ama genel olarak kapitalizmin doğrudan ya da halk demokrasilerinden geçerek sosyalizm için nesnel olarak olgun hale gelmesi, somut olarak her ülkedeki devrimin zafere ulaşmak üzere gerçekleşmesinin nesnel koşullarının varlığı ve devrim yapmaya girişmek için ülkelerin ekonomik ve politik nesnel toplumsal durumunun incelenmesine gerek olmadığı anlamına gelmiyor. Kapitalizmin, yıkılmak için genel olarak olgun halde oluşu ayrı şeydir; tek tek her ülkede zafere ilerleyecek devrimler için elverişli nesnel koşullar gerekmesi, devrim için devrimci durumun zorunlu oluşu ayrı şey. Proletarya devrimleri ve proletarya önderliğinde kesintisiz devrimler olanaklıdır, herhangi bir ülkede “burjuvazi beklenmeli ya da desteklenmeli” demek geçersizdir; ama her ülkede proletarya önderliğinde devrimlerin olabilirliği, devrimci durum olmadan devrimin gerçekleşebileceğinin iddia edilmesini haklı çıkarmaz. Devrim için, ne sosyalizmin nesnel koşullarının dünya ölçeğinde varoluşu ne de kapitalizmin genel bunalım içinde oluşu yeterlidir. Devrim için devrimci durum gerekir ve bu da her zaman olan sürekli bir durum değildir. Devrimci durum nesnel bir durumdur, ekonomik ve siyasal toplumsal koşulların çelişmeli gelişmesinin belirli doruk noktalarında oluşur, görece uzun süreli olarak var olur ya da oldukça kısa süre için ortaya çıkar, ekonomik ve siyasal kriz koşullarını, bu koşulların işlerin eskisi gibi gitmesini olanaksız kılan varlığım gereksinir.
Kuşkusuz kapitalizmin sosyalizm için olgunlaştığını bilen ve bunun üzerine emperyalizm-can çekişen kapitalizm adlı eserinde “emperyalizm sosyalizmin arifesidir” diyen Lenin, devrimci durum üzerine şunları yazıyor:
“Marksistlere göre, devrim için elverişli bir durum olmaksızın bir devrim olanaksızdır; üstelik her devrimci durum da bir devrime yol açmaz. Genel anlamda bir devrim durumunun belirtileri nelerdir? Şu üç ana belirtiyi sıralarsak bizce yanılmış olmayız: 1) Egemen sınıflar için, bir değişiklik yapmaksızın egemenliklerini sürdürmek olanaksız hale geldiği zaman; ‘üstteki sınıflar’ arasında şu ya da bu biçimde bir bunalım olduğu zaman: egemen sınıfın siyasetindeki bu bunalım, ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve kırgınlıklarının ortaya dökülmesini sağlayacak bir gedik açtığı zaman. Bir devrimin olması için çoğu zaman ‘alttaki sınıfların’ eski biçimde yaşamak ‘istememeleri’ yeterli değildir; ‘üstteki sınıfların da’ eski biçimde ‘yaşayamaz duruma gelmeleri’ gerekir. 2) Ezilen sınıfların sıkıntıları ve gereksinmeleri da/anılmaz duruma geldiği zaman; 3) Yukarıdaki nedenlerin sonucu olarak, ‘barışçıl’ dönemde soyulmalarına hiç seslerini çıkarmadan katlanan, ama ortalığın karıştığı zamanlarda hem bunalımın yarattığı koşullarla ve hem de bizzat ‘üstteki sınıflar’ tarafından bağımsız tarihsel bir eyleme itilmeleriyle, kitlelerin faaliyetinde oldukça büyük bir artış olduğu zaman.
“Yalnızca tek tek grupların ve partilerin değil, ayrı sınıfların iradesinden de bağımsız olan bu nesnel değişmeler olmaksızın, genel kural olarak bir devrim olanaksızdır. Bu nesnel değişikliklerin hepsine birden, devrim durumu denilmektedir… her devrimci durum, devrime yol açamaz; bir devrim, ancak, yukarıda sayılan nesnel değişmelerin yanı sıra özel bir değişme de olursa, meydana gelir, yani: bunalımlı dönemlerde bile, zorlanmadığı takdirde ‘devrilmeyen’ eski yönetimin gücünü parçalayacak (ya da sarsacak) güçte bir devrimci sınıfın kitle eylemleri yapmaya gücü yetmesi halinde.” (Sosyalizm ve Savaş, 2. Enternasyonal’in Çöküşü)
Bir devrimi olanaklı kılmak üzere, devrimci durum, ekonomik ve siyasal yönleriyle, niceliğin niteliğe dönüşümü olarak, belirli bir süreç içinde oluşur, iradeyle yaratılamayacak nesnelliğiyle gelişip olgunlaşır. Tüm sınıfları ve ilişkilerini etkileyen, sınıfların toplumsal durumu ve ilişkilerini değişikliğe uğratarak ve bu değişikliklerin belirli bir ifadesi ve belirişi olarak ortaya çıkan devrimci durum, kuşku yok ki, durup dururken aniden oluşmaz. Kapitalizmin “üst” ve “alt” sınıfları da etkileyen, “eski biçimde yaşayamaz” ve “yaşamak istemez” kılan bunalımıyla doğrudan ilişkili olan devrimci durum, önce sınıflar arasındaki ilişkiler ve tek tek sınıfların durumundaki “eski”den farklılaşan değişmelere bağlı olarak, yönetmekte zorluklar içine düşmeye başlayan “üst” sınıflarla, hoşnutsuzluğu artmaya ve bunu ortaya koymaya başlayan, bağımsız, düzen dışına taşma eğilimi gösteren ve yer yer taşan eylemlere yönelen “alt” sınıfların durum ve ilişkileri çerçevesinde baş gösteren devrimci yükseliş ya da devrim dalgasının yükselişini takip ederek, bu yükselişin gelişimin belli bir düzeyinde, bu yükselişin doruğu olarak oluşur ve giderek olgunlaşır. Stalin, ‘Devrimci yükseliş’le ‘doğrudan devrimci durum’ arasına geçilmez bir çit çekilemez. ‘Şu noktaya kadar devrimci bir atılım vardır, bu noktadan sonra, doğrudan devrimci duruma sıçrayış vardır’ denemez. Yalnızca skolastik kişiler sorunu böyle ele alabilir. Birincisi, normal olarak ‘farkına varılmadan’ ikincisine dönüşür. Görevimiz doğrudan devrimci durumun gelmesini beklemeden proletaryayı şimdiden, kesin, devrimci mücadelelere hazırlamaktır” (Proleter Devrimin Teorisi, s. 151) diyor.
Devrimci yükselişle devrimci durum arasına “Çin şeddi” çekilemeyeceği açıktır; ama bu ikisini bir ve aynı şey saymak da skolastisizm olur, birikim ile nitelik dönüşümünü aynılaştırmak insanı metafiziğe batırır. Devrimci durumun olmadığı ve olduğu dönemleri, örneğin “evrim ve devrim dönemleri içice geçmiştir” teziyle aynılaştırmak ve teke indirmek “devrimci yükseliş”le “devrim durumunu” tümden birbirine karıştırmak neyse de, devrim dalgasının düşüş ve gericilik dönemleriyle devrim dönemi ve devrimci durumu birbirine karıştırmayı da içerir ki, bu açıkça mantıksızlık olur. Örneğin ’81 Türkiye’sinde evrim ve devrim dönemlerinin iç içeliğinden söz etmek, “sürekli kriz”den hareketle, bu dönemde de, olgunlaşmış ya da olgunlaşmamış haliyle bir devrim durumundan, devrimci krizden bahsetmek kimseyi ikna edebilecek bir şey olmasa gerektir.
Devrimci yükseliş” ile “devrimci durum” arasına aşılmaz çit çekilmesine karşı çıkan Stalin, saldırı ve geri çekilme vb. gibi farklı taktiklerin uygulanmasını koşullandırarak birbirinden farklılaşan devrimin kabarma ve alçalma dönemlerinden söz ederek, birinciye Rusya’da devrimin 1903-1905 dönemini, ikinciyeyse 1907-1912 dönemini örnek verir (Leninizm’in İlkeleri, s.84), başka yerlerde ise devrimin dönemleri ve izlenen taktikleri birbirinden daha da ayrıntılı olarak farklılaştırır.
Lenin, 1903-05 dönemini “devrimin hazırlanış yılları”, 1905-07 dönemini “devrim yılları” olarak anar; 1907-10, “irtica yılları” olarak anar; 1907-10, “irtica yılları”, 1910-14, “atılım yılları”dır vb.. “Rusya farklı, geri ülke farklı” yorumu bir yana, ülkeden ülkeye değişmeyen diyalektik yöntemi devrimin gelişmesine uygulayan Lenin’in devrim dönemi ve devrimci durumdan farklı olarak “devrimin hazırlanış yılları” olarak bir evrim döneminin sözünü ettiği ve bunun evrensel bir gerçeklik oluşturduğu ortadadır.
“Devrimin hazırlanış yıllan (1903-1905). Her yanda büyük fırtınanın yaklaşışı hissediliyor. Toplumun bütün sınıflarında kaynaşma ve hazırlık… sınıflar, önlerindeki savaşlar için muhtaç oldukları ideolojik ve siyasal silahı örste döverek yaratmaktadırlar.
“Devrim yılları (1905-1907). Bütün sınıflar kendi kimlikleriyle ortaya çıkıyorlar. Bütün program ve taktik kavramları, yığınların eylemiyle deneyden geçiriliyor. Grev mücadelesi, dünyada görülmedik bir genişliğe ve keskinliğe ulaşıyor. İktisadi grevin, siyasal greve dönüşmesi ve siyasal grevin çarlığa karşı ayaklanma halini alması.” (Lenin, ‘Sol’ Komünizm, s.15-16)
Hareket halinde olan ne iradelerdir, ne dar bir grup, az sayıda insan, öncü, hatta yalnızca öncü sınıf, ne de onların durumları, ilişkileri ve fikirleridir. Tüm bunları da etkileyerek asıl hareket halinde olan toplumun kendisidir, çeşitli sınıfların karşılıklı durumları ve ilişkileriyle tüm bir toplum hareket halindedir, fikirler, iradeler, ruh halleri, bu nesnel harekete bağlı olarak değişmekte ve gelişmektedir; yön verici, yönetici irade, eğer gerçekten iddiasına uygunsa, kendisini, bu nesnel akışa uyumlu olarak ortaya koymak, gelişimi, ancak onun nesnelliğini hesaba katıp bunun gereklerini yerine getirerek aktif olarak etkilemeye yönelmek durumundadır. Yoksa kendini nesnelliğin karşısında ortaya atmak, toplumsal siyasal gelişmenin nesnelliğini dikkate almadan ve bu nesnelliğin gelişmesinin sınıflar bazında hesabını yapmadan kendine iradeci roller biçmek değil. Bu, söz konusu iradenin, ancak, proleter bilinçten kaynaklanmadığını ve Marksist irade olmadığını kanıtlar.
Eğer gerçek bir devrimin sözü ediliyorsa, öncünün gücünün hesabı ile yetinmek ve hesabı onun üzerine kurmak cinayet olur; olunca pratikliği ile, mücadeledeki konum, tutum ve güçleriyle, fiili durumlarıyla sınıf güçlerinin, yığınların hesabı yapılmalıdır; çünkü toplum zıtlık ve mücadele halindeki sınıf güçleri üzerine, yığınlar üzerine kuruludur ve onların çatışmasıyla devinmekte ve gelişmektedir. Sınıfların öncülerinin, temsilcilerinin, sınıflar adına hareket edenlerin ve onların iradelerinin üzerine kurulu olmayan toplum, bu unsurların çatışmasıyla da gelişmemektedir. Bu nedenle, devrimci durumun varlığı ya da yokluğunu dikkatle gözetmek, hesabı sınıf ilişkileri üzerinde yapmak, taktiği, irade ve duygular üzerine değil nesnellik üzerine kurmak, devrimin başarıyla gelişmesinin can alıcı sorunudur.
“Taktik, sert bir nedensellikle, söz konusu devletteki bütün sınıf güçlerini hesaba katarak (ülkenin çevresindeki devletlerin ve dünya ölçüsündeki devletlerin içindeki sınıf güçlerini de hesaba katarak) ve devrimci hareketlerin deneyimini göz önünde bulundurarak soğukkanlılıkla saptanmalıdır. Rusya’da çetin ve kanlı deneyim, devrimci taktiğin, sadece devrimci duygu üzerine kurulamayacağı gerçeğini bize öğretmiştir” (‘Sol’ Komünizm, s.62) diyen Lenin, devrimci durum ve devrimin başarısı sorununa değişik bir açıdan yaklaşarak, ezilen emekçi yığınların siyasal hayata sürüklenmesi ve devrimcilerin yığınları yöneterek egemenleri devirmelerini olanaklı kılacak bir ulusal bunalım ve hükümet bunalımı üzerinde duruyor ve “güçsüz bir işçi azınlığı”nın, öncünün kazanılması hesabıyla yetinmeyi, “bu, yüz bin kişilik takviye kuvvetinin savaş meydanına ulaşmasını sağlayabilmek için, gerekli zamanı kazanabilmek için, ‘durmak’, ‘dolambaçlı yoldan gitmek’ ve giderek ‘uzlaşma’ yapmak gerekirken, 10.000 askeri, 50.000 düşmana karşı savaşa sokmak gibi bir şeydir. Bu, aydın çocukluğudur; bu, devrimci bir sınıfın ciddi bir taktiği olamaz” şeklinde eleştirerek devam ediyor: “Devrimin temel yasası, bütün devrimler tarafından ve özellikle 20. yüzyıldaki üç Rus Devrimi tarafından doğrulanan devrimin temel yasası şudur: devrim olabilmesi için, sömürülen ve ezilen yığınların, eskiden olduğu gibi yaşamanın olanaksız olduğu bilincine varmaları ve değişiklik istemeleri yetmez. Devrimin olması için, sömürücülerin eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve hükümeti yürütemez duruma düşmeleri gerekir. Ancak ‘aşağıdakilerin’ eski tarzda yaşamak istemedikleri ve ‘yukarıdakilerin’ de eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki, ancak bu durumdadır ki, devrim başarıya ulaşabilir. Bu gerçeği başka şekilde şöyle ifade edebiliriz: (sömürüleni de, sömüreni de etkileyen) bir ulusal bunalım olmadan devrim olanaksızdır. Böylece bir devrimin olabilmesi için, ilkin, işçilerin çoğunluğunun (hiç değilse, bilinçlenmiş olan ve aklı eren, siyasal bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunun) devrimin gereğini tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna hayatlarını feda etmeye hazır olmaları gerekir; bundan başka, yönetici sınıfların, en geri yığınları bile siyasal hayata sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devrimcilerin onu devirmesini mümkün kılan bir hükümet bunalımından geçmekte olması gerekir (her gerçek devrimi belirleyen şey, o zamana kadar bilinçsiz olan, ezilen emekçi yığınlar arasında siyasal mücadeleye atılmaya hazır insan sayısının, hızla on misline ve belki de yüz misline yükselmesidir).” (‘Sol’ Komünizm, s.89)
Çatışma, Sınıf Güçleri Arasındadır; Devrim Kitlelerin Eseridir
Sınıf mücadelesi, adı üstünde, karşılıklı konumlanmış zıtlık halindeki sınıflar arasındaki bir çatışmadır. Ne sınıfların öncüleri arasındadır ve ne de öncülere dayanarak ve yalnızca öncülerin hesaba katılmasıyla düzenlenen bir plana göre yürütülebilir. Karşı karşıya duran ve sınıf ilişkileri ve mücadelesinin düzeyine göre, maddi toplumsal koşulların durumuna göre, mücadelenin belirli biçimleriyle çatışma halinde olan, hesaplaşmayı sürdüren ve şöyle ya da böyle bir sonuca ulaştıracak güçler, sınıf güçleridir. Öncülerin rolü ve işlevi, bu çatışma ye hesaplaşmada öncüsü oldukaları sınıfa öncülük edip önünde yürüyerek, onu yönetmekten, yol göstermekten ibarettir. Çatışmayı kendi başına yürütmek değil, sınıf adına mücadeleyi üstlenmek hiç değil. Ve üstelik çatışmayı yürüten ve yürütecek güç olarak, sınıfın öncüsü yeterli olmadığı gibi, öncü sınıfın kendisi de yeterli değildir. Başında bilinçli kesiminden oluşan öncüsüyle öncü sınıf, proletarya, tüm emekçi yığınları safına kazanıp peşine takmak, yönetip yönlendirmek durumunda ve zorundadır; eğer devrimin başarısı amaçsa.
Öncünün rol ve işlevinin öncülükten ibaret olması, kuşkusuz hiç de “küçük iş” görülüp yetersiz sayılacak ve azımsanacak şey değildir ve olamaz. Devrimin nesnel koşullarının varlığı halinde, öncünün güçlü durumu, sınıfı ve yığınları yönetip yönlendirme yeteneğinde oluşu, kendi deneyleriyle öncünün öneri ve gösterdiği yolların doğruluğunu sınayıp güvenle onun peşi sıra yürüyecek olan yığınları, koşullara uygun örgüt ve mücadele biçimlerini sis-temleştirerek bu çerçevede seferber edecek ve iktidar hedefine yöneltecek faaliyeti, devrimin başlıca öznel (sübjektif) koşulunu oluşturur ve devrimin zaferini garanti eder. Bilinçli bir öncünün yokluğunda, nesnel koşulların eyleme sürüklediği kitleler, sınıf sezgileriyle bir yol tutturmalarının ötesinde, bilinçli ve etraflıca düşünülmüş, çeşitli deneylerden süzülmüş, devrimci teoriyle, toplumsal gelişmenin yasalarının bilgisiyle aydınlatılmış hedefler, hareket tarzı ve taktikler geliştiremeyecek, kendiliğinden mücadele elverişli koşullarda belirli bir zafere yol açsa bile bu geçici olacak, meyvesi toplanamayacaktır.
Ama öncünün rol ve işlevi öncülüğün ötesine götürülüp sınıf ve yığınların yerine öncü geçirildiğinde ve plan onun üzerine kurulduğunda da, zafer olanaksızlaşacak, Lenin’in deyişiyle bir cinayet hazırlanmış olacaktır. Sömürücü ve baskıcı egemen sınıflarla, onların örgütlülüğü ve deneyliliğiyle, yetkinleştirilmiş bürokratik-militarist aygıtıyla küçük bir öncünün, bu “küçük”lüğe uygun taktik ve yöntemlerle ve buna uygun ideolojik-siyasal yönelişle başa çıkması ve bu taktik ve yöntemlerin başarı vaat etmesi olanaksızdır. Karşı karşıya çatışması gereken ve hangi koşul olursa olsun, o koşullara uygun biçimlerde ve düzeyde çatışan güçler zaten sınıf güçleridir ve kim ne yaparsa yapsın bu çatışma zaten sürmektedir. Öncüyle sınıfın karıştırılması ve birincinin ikincinin yerine geçirilmesi, gerçek çatışmanın gelişimini olumsuz etkiler, çatışmanın gerçek güçlerini (ezilen, devrimin güçlerini) dağıtır. İradenin, sınıfın ve yığınların yönetilmesi yönünde zorlanması, nesnelliğe uygun ve paralel bir zorlama gereklidir. Ötesi, öncünün sınıf adına ya da yalnızca öncü sınıfın ateş hattına sürülmesi ise, aşırı bir zorlamadır ve iradecilik kategorisine girer.
Devrimci durumun oluşma koşullarında devrimin hazırlanmasından ve kesin hesaplaşma için gerekli koşullardan söz eden Lenin sunaları yazıyor:
“Proletaryanın öncüsü, ideolojik bakımdan kazanılmıştır. Esas olan budur. Bu olmasaydı, başarıya doğru birinci adımı atmak bile olanaksızlaşırdı. Ama oradan zafere varmaya çok uzun bir yol var. Öncüyle hasmı yenmek mümkün değildir. Bütün sınıf, büyük yığınlar, öncüyü doğrudan doğruya destekleme durumuna gelmedikçe ya da üncüye karşı hayırhah bir tarafsızlık tutumunu benimseyerek karşı tarafı desteklemeleri olasılığı kesin olarak ortadan kalkmadıkça, öncüyü kesin savaşa sürmek sadece bir ahmaklık olmakla kalmaz, bir cinayet olur…
“Uluslararası işçi hareketinin bilinçli öncüsünün, yani komünist eğilimli partilerin ve grupların, hemen önündeki hedef (çoğunlukla henüz uyuşuk, bilinçsiz, her günkü hayatlarına dalmış, hareketsiz, uykuda olan) yığınları, bu yeni tutum ve davranışa getirmektir, ya da daha doğrusu sadece partiyi değil, aynı zamanda bilinçlenmekte olan yığınları da yönetmeyi bilmektir. Birinci tarihsel hedefe (proletaryanın bilinçli öncüsünü, Sovyetler iktidarından ve işçi sınıfı diktatörlüğünden yana çekmek) ulaşılması, oportünizme ve sosyal-şovenizme karşı tam bir ideolojik ve siyasal sağlanmadan nasıl mümkün değildiyse, ikinci hedefe, yığınları, öncünün devrimde zaferini sağlamak için gerekli bu yeni tutumu ve davranışa getirmeye, şu anın hedefine, sol doktrinciliği saf dışı etmeden, bunun yanılgılarını tam olarak çürütmeden ve etkisiz hale getirmeden ulaşılamaz.
“Proletaryanın öncüsünü komünizme kazanmak söz konusu olduğu sürece (ve bu söz konusu olduğu ölçüde), propaganda ön planda yer alıyordu; kendi özlerinde taşıdıkları kusurlara karşın, küçük grupların propagandası bile yararlı ve verimli olabiliyordu. Ama yığınların pratik eylemi söz konusu olduğu zaman, … son ve kesin mücadeleyi vermek üzere milyonlarca insanın oluşturduğu orduları yerleştirmek, belirli bir toplumun bütün sınıf güçlerini mevzilendirmek söz konusu olduğu zaman, yalnız propaganda yöntemleriyle, sadece ‘saf komünizmin gerçeklerinin yinelenmesiyle hiçbir şey başarılamaz. Henüz yığınları yönetmemiş olan sınırlı bir grubun üyesi propagandacının yaptığı gibi, burada, yüzlerle sayı sayılmaz, milyonlarla ve on milyonlarla sayılır. Şimdi artık devrime) sınıfın öncüsünü inandırdım mı diye kendine sormakla yetinemezsin; belirli bir toplumun tarihsel bakımdan etkin bütün sınıf güçlerinin, istisnasız mutlak olarak bütün sınıf güçlerinin, kesin savaş için koşulların tam elverişli olduğu tarzda mevzilenmiş olup olmadıklarını bilmek gerekir, şöyle ki, 1- kendi olanaklarını aşan bir mücadele yüzünden bize düşman olan bütün sınıf güçlerinin yeteri kadar zor durumda, yeteri kadar birbiriyle dalaşmış ve yeteri kadar zayıflamış durumda olup olmadıkları; 2- ara unsurların, duraksayan, sallanan tutarsız bu unsurların burjuvaziye karşı olan küçük burjuvazinin, küçük burjuva demokrasisinin- halkın önünde yeteri kadar maskeleri düşmeli, pratikte iflaslarıyla yeteri kadar saygınlıklarını yitirmelidir; 3- proletaryanın saflarında burjuvaziye karşı en kesin eylemden yana, en yürekli devrimci çıkıştan yana güçlü bir bilinç ortaya çıkmalıdır. İşte ancak o zaman devrim olgunlaşmıştır; işte ancak o zaman yukarıda özet olarak işaret ettiğimiz bütün koşulları doğru olarak hesaba kattıksa ve zamanını doğru seçtikse, zaferimiz güvenlik altındadır.” (‘Sol’ Komünizm, s.100-101)
Bütün sınıf güçlerinin hesaba katılması, onların durum, ilişki ve mücadelesinin hareket noktası edinilmesi ve öncünün kazanılmasıyla ve eylemiyle yetinilmeyip yığınların kazanılması ve eyleminin kesin ve son mücadele için gerekliliği, özet budur. Lenin, yığınların kazanılmasında, onların proleter öncüyü destekleme ya da en azından hayırhah bir tarafsızlık tutumuna çekilmesi için propaganda yetersizdir diyordu, gerekli olduğunu söylediği şey ise bizzat yığınların eylemidir, kendi öz siyasal deneyimleridir, yani kitle mücadelesidir: “…bütün sınıfın, sermayenin ezdiği geniş emekçi yığınların, gerçekten böyle bir tutumu benimseyebilmeleri için sadece propaganda, sadece ajitasyon yetmez. Bunun için bu yığınların kendi öz siyasal deneyimleri gereklidir. Bütün büyük devrimlerin temel yasası böyledir…” (Agy) Temel yasa; bütün büyük devrimlerin temel yasası: “devrim kitlelerin eseridir”. Ve egemenlerin ve yalpalayan unsurların olduğu gibi emekçi yığınların objektif ve sübjektif durumlarının, eğilim, bilinç ve örgütlülük durumları ve ruh hallerinin iyi hesaplanması ve kesin ve son mücadele için, ateşe atılmak için temel edinilmesi gerekiyor. Zafer başka türlü güvenlik altına alınamaz.
Ve yine devrimin kitlelerin eseri olmasının, kitlelerden başka hiçbir şeyin önemli olmayışı, öncünün rolü ve işlevinin, mücadelenin önündeki aktif eylemliliğinin önem taşımaması anlamına gelmediği vurgulanmalıdır. Bir başka vurgu da, “kitle fetişizm”ine karşı yapılmalıdır: devrimin kitlelerin eseri oluşu, devrimin abc’si ve işin temelidir, ama bu, ne kitlelerin ne de kitle mücadelesinin her şey olduğu anlamına gelir. Kitle adına layık bir öncü tarafından yönetilmiyorsa yolunu bulamayacak ve kitle eylemleri öncünün etkinliğiyle geliştirilmiyor ve istisnası olmadan her koşulda, ama koşuluna mutlak uyumlu olmak şartıyla, uygun küçük grup eylemleriyle desteklenmiyorsa; devrimci irade, başlangıçta tüm kitleyi kucaklaması ve yaygın kitlesel karakter taşıması kuşkusuz olanaksız olan, kitle eyleminin içinde doğan ancak sistemleştirilmeye ve genelleştirilmeye muhtaç yeni örgüt ve mücadele biçimlerinin, kitlelerin eylemini geliştirmesi ve kitleler içinde yaygınlaştırılması yönünde kullanılmıyorsa, ne devrim ve ne de onun temel iticisi olan kitle mücadelesi başarıyla ilerleyebilir.
İşte bu noktada ’71’i eleştirirken aşırıya gidildi, bir miktar sağa kayıldı. “Kitle” ve “devrimin kitlelerin eseri olması” vurgusu, devrimci iradenin rolünü gölgeleyecek, küçük grup eylemlerini -ilke olarak reddedilemez denmesine rağmen- neredeyse tümden gözden çıkaracak bir noktaya varır hal aldı, abartılarak yapıldı. Küçük grup eylemlerinin genel bir sistem olarak kitle eyleminin yerine geçirilmesinin eleştirisinde, gereken yerde durmak tam doğru olarak başarılamadı. Ve ’71’in aşırı eleştirisi, pratikte devrimci militan ruhun zayıflaması, devrimci iradenin rolünün küçümsenmesi şeklinde sonuçlar doğurdu. Oysa her şeyi yerli yerine oturtmak gerekiyor.
Evrim-Devrim Dönemleri ve Öncünün Farklı Tutum ve Görevleri
“Devrimci duygu üzerine kurulamayacak” devrimci taktik, açık ve kesindir ki, “bütün sınıf güçlerini hesaba katması” ve “sert bir nedensellikle” nesnel koşulların değerlendirilmesi üzerinde yükselmesiyle, evrim ve devrim dönemlerinde ve bu dönemlerin çeşitli koşullarında farklılaşacaktır. Dönemlerin kendi içinde farklılaşma daha ayrıntıya ilişkin olurken, iki dönem açısından ise temel bir farklılığa uğrayacaktır. Evrim dönemi, devrimin hazırlık dönemidir ve nesnel duruma göre izlenecek taktik devrimin hazırlanmasını, sınıfın ve yığınların devrim için kazanılmasını, eğitilip aydınlatılmasını hedefleyecek ve kesin ve son mücadele ve hesaplaşma için zaman gelmeden, taktik, ateşle oynar bir taktiğe dönüşmeyecektir. Bunun anlamı, bu dönemde hiç “ateş yakılmaması” değildir, ama taktiğin ateşle oynamak üzerine kurulmamasıdır. Öncünün sınıfsız toplum için kazanılması, yığınların kendi öz siyasal deneyimleriyle öncünün çizgi, görüş ve önerilerinin doğruluğunu sınamasının sağlanması, bunun için kitle eyleminin geçerli biçimlerinin uygulanmasının başını çekmek, onun en önünde olmak ve uygun koşullarda eylemin yeni ve ileri biçimlere bürünmesine önerilerle ve pratikle yardım etmek, mücadeleyi -eğer savunma ya da geri çekilme taktiği izlenmesi dayatılmamışsa- ileri (talep, biçim ve örgüt biçimleri olarak ileri) götürmeye çalışmak, devrimin hazırlanmasının temel yönüdür. Bu hedefler, başlıca propaganda ve ajitasyonu, gerçeklerin açıklanmasını ve bu yolla, özellikle mücadelesi içinde öncü ve yığınların kazanılması için bir faaliyet sürdürmeyi gereksinir. Dönemin mücadele biçimleri, iradenin değil, toplumsal nesnelliğin ortaya koyduğu ve kitlesel karakterde yaygın olarak kullanılan biçimler, çeşitli çatışmaları ve zor unsurunu içerse de genellikle barışçıldır. Zor, sınıf mücadelesinin doğasından gelir ve başlıca, egemenlerin başvurdukları zor ve bunun yer yer neden olduğu savunucu karşı-zor olarak ortaya çıkar.
Eğer “tüm sınıf güçleri hesaba” katılacaksa ve “son ve kesin mücadeleyi vermek üzere milyonlarca insanın oluşturduğu ordular”ı yaratmak, bunun için hem öncüyü hem de yığınları hazırlamaksa amaç ve devrimin yasası, yığınların kendi öz siyasal deneyimlerinin gerekliliğini belirtiyorsa, sınıfı ve yığınları, grevleri, gösterileri, direnişleri içinde devrim ve sosyalizme kazanmaya ve böylelikle devrimi hazırlamaya çalışmaktan başka yol yoktur.
Devrimin nesnel koşullarının olgunlaşmasına paralel olarak ve kuşkusuz kitlelerin bilinç, örgütlülük ve ruh hallerinin düzey ve durumu da gelişmesinde etkisini göstermek üzere, çeşitli mücadele ve örgüt biçimleri eskiyecek ve yeni mücadele ve örgüt biçimleri ortaya çıkacak, kitle eylemi bu giderek eskiyen ve yenilenen biçimleriyle ilerleyecektir. Belirli koşullarda çeşitli makamlara yazılmış dilekçelerin imzalanması mücadelenin gelişmesine hizmet ederken, örneğin siyasal grevlerin, genel grevin gündeme girdiği bir dönemde artık dilekçe imzalama biçimi çoktan eskimiş, zamanını doldurmuş geri bir biçim haline gelir, artık gericileşmeden savunulamaz olur. Silahlı gösterilerin ortaya çıktığı bir dönemdeyse hâlâ göstericilerin barışçıl düzenlenmesinde ısrar etmek, gericilik ve burjuvazinin safına kayışı belirtir. Devrimci durum koşullarında ve hele bir ayaklanma gereken durumda hâlâ propaganda ile yetinmeyi önermek saf değiştirmek anlamına gelecektir.
“…burjuvazi, Bolşevizm’in ancak bir yönünü, onu da bir dereceye kadar, görmektedir: isyan, şiddet, terör yönünü…” (‘Sol’ Komünizm, s. 109) diye yazarak, başka bir konu üzerinde dururken, Bolşevizm’le, Marksizm’le, isyanın, devrimci şiddet ve terörün ayrılmazlığına değinen, kesinlikle terörü reddetmeyen Lenin, silahlanma ve mücadelenin silahlı biçimler temeli üzerinde yükselmesiyle evrim ya da devrimin hazırlanması döneminden farklılaşan devrim dönemi görev ve taktiği ve sözü edilen farklılık üzerine, 1905 tarihli “Devrimi Örgütlemeli miyiz?” adlı makalesinde şöyle diyor:
“Burjuvazinin ve onun halkı hiçe sayan uşaklarının hesabını bir an önce görme arzusuyla yanıp tutuşanları alıkoyan güç nedir? Bu, örgütlenmenin ve disiplinin gücüdür; tek tek katliamların saçmalığının, halk kitlelerinin ciddi devrimci mücadelesinin zamanının henüz gelmediğinin, istenen genel siyasi durumun var olmadığının bilincinde olmaktır. İşte bu nedenle, bir sosyalist, böyle durumlarda halka ‘silahlanın’ demez ve asla demeyecektir; ama halkı her zaman silahlanma ve düşmana saldırma coşkun arzusuyla silahlandıracaktır (bunu yapmıyorsa zaten bir sosyalist değil gevezenin biridir). Ne var ki, Rusya’nın bugün içinde bulunduğu durum bu alışılagelmiş koşullardan tamamen farklıdır! Bu yüzden, şimdiye kadar hiçbir zaman ‘silah başına!’ çağrısında bulunmamış olan ama işçileri durmaksızın coşkun silahlanma arzusuyla silahlandıran devrimci Sosyal Demokratlar, bugün hep birden devrimci inisiyatife sahip işçilerin ardından ‘silah başına!’ şiarını attılar.” (Örgütlenme, s. 122)
Devrimin hazırlık döneminde silahlanma ve düşmana saldırma coşkusunu geliştirip yaratma, yığınları bu arzuyla eğitip silahlandırma ve “silah başı” yapma ve devrim için hazırlama ve devrimci durum olgunlaştığında yapılacak “silah başına” çağrısının yığınsal yanıt bulmasının zemini oluşturma ve nesnel koşulları ortaya çıktığında, devrim döneminde, ateş hattına çıkma zamanı, son ve kesin hesaplaşma anı geldiğinde “silah başına” çağrısıyla birlikte silaha sarılma, silahlı mücadele, ayaklanma. İki dönemin görevleri ve taktiği arasındaki temel farklılık buradadır.
Evrim Dönemi ve Bireysel Terörizm Sistematiğinin Çıkmazı
Bütün sınıflar, yığınlar ve devrimin gelişmesi ve devrimci durumun oluşmasının nesnel koşulları hesaba katıldığında, plan yalnızca öncü ile sınırlı olarak yapılmadığında, devrim yasaları görmezden gelinmedikçe, evrim ve devrim dönemlerinin görevleri ve taktikleri arasındaki bu temel farklılık kabul edilmek durumundadır. Ama taktiğini parlamalı-sönmeli devrimci duygu ve coşku temelinde geliştiren; örgütlülük, disiplin, sosyalist bilinçten kaynaklanan dayanıklı öfke, uzun vadeli sabırlı çalışma, tutarlı ve köklü kapitalizm karşıtlığından güç alan ciddi militan tutum yerine örgütsüzlük ve dağınıklık, küçük üretimin birimlerin birbirinden tecrit edilmiş koşulları, bu duruma uygun dağınık bireysel eylemler disipline yatkın olmayış, ani öfke nöbetleri ve yatışma, acelecilik, günlük işler peşinde oluş ve kısa günün kârı anlayışı ve ütopizm ve duygu ve coşkulara dayanan eylemlilikle karakterize olan küçük burjuvaziye dayanan; Marksist materyalizme toplumsal gelişmenin nesnelliğini, diyalektiğe ise, her olguda olduğu gibi devrimin gelişmesinde de evrim ve devrimi, nicelik birikimi ve niteliksel dönüşümü, niceliğin niteliğe dönüşmesini yadsıyarak muhalefet eden; sonda söylenmesi gerekeni hemen başta söyleye; bütün sınıfları, toplumu devindiren temel çatışan güçleri değil öncüyü hesaba katan, iradesini nesnelliğe uyumlu olmayarak aşırı zorlamayla ortaya koymaya yönelen iradeci bireysel terörizm sistemi, dönem farkı gözetmeden, ancak kendi içinde farklılaşmak üzere tek bir taktik tanımaktadır: silahlı eylem ve silahlı mücadelenin temel alınması taktiği. Evrim ya da devrimin hazırlanması döneminde, kitlelerin nesnel olarak silahlı eyleme çekilmesi olanağı bulunmadığından, silahlı eyleme çekilme olanağı olan az sayıda insanın, küçük bir grubun silahlı eylemi kaçınılmazlık oluyor ve silahlanma ve temel mücadele biçimi olarak ileri sürülen silahlı mücadele, daha baştan, kitlelerin silahlanması ve mücadelesinin bir biçimi olmaktan “öncünün”, küçük grupların işi ve mücadelesine dönüşüyor, böyle kabul görüyor, böyle de öngörülüyor. Çıkış noktasındaki terslik, açmaza götürüyor, sınıf mücadelesinin kitle mücadelesinin bir biçimi olması gereken silahlı mücadele ve genel olarak mücadele ve biçimleri, sınıfın ve yığınların dışına itiliyor, küçük gruplara, “öncü”ye atfediliyor, “öncü” sınıf mücadelesinin öncüsü olmaktan çıkarılıp esas gücü haline sokuluyor. Çatışmanın bir tarafını sınıf ve yığınlar değil, “öncü” oluşturur oluyor, çelişmenin öncüyle egemen sınıflar, oligarşi arasında olduğu teorik olarak da iddia edilmeye başlanıyor. Ve ortada sınıf hesabı adına bir şey kalmıyor, sınıf adına kendini hesaplama, sınıf hesabının yerini alıyor. Bunun bir nedeni, “en devrimci”, en keskin mücadele biçiminin, koşullarının olup olmadığı ile ilgilenmek-sizin, devrimciliğin göstergesi sanılmasıdır, en ileri biçimler savunulmazsa devrimciliğe halel geleceğinin düşünülmesidir.
Yazımızın bu bölümünde, Rusya’nın koşulları, sömürge ya da yarı-sömürgelerin koşulları tartışmasının ötesinde Lenin’in bireysel terörizm sistemine yönelttiği teorik eleştiriler ve bu sistemin ideolojik yönü üzerinde duracağız. Kuşkusuz, çeşitli ülkelerin koşulları birbirinden farklıdır ve biri için geçerli olan bir şey diğeri için geçerli olmayabilir ama Marksist teori tektir, çeşitli ülkelerde uygulanışı farklılaşsa da, devrimin yasaları, bunların teorik konulusu değişken değildir, her ülke için geçerli evrenselliktedir. Çeşitli ülkeler için farklı “Marksizmler”, “Rus Marksizm’i”, “Çin Marksizm’i”, “Amerikan Marksizm’i” olmadığı kuşkusuzdur.
Rusya’da devrim öncesi bireysel terörizmi sistematik olarak savunan sosyalist-devrimcilerdi ve Lenin, onların belli başlı iki özelliğini şöyle tanımlıyordu: “İlkin, bu parti, Marksizm’i yadsıyarak (dikkat edilsin, Rusya’nın koşullarını değil Marksizm’i yadsıyarak diyor Lenin-ÖD) herhangi bir siyasal eyleme girişmeden önce, sınıf güçlerini ve bu güçler arasındaki ilişkiyi hesaba katmanın gereğini anlamamakta direniyordu (belki de daha doğrusu anla-yamıyordu). İkincisi, bu parti, bireysel terörizmi, suikastları doğru bir eylem olarak tanımayı, kendi ‘devrimci’ ruhunun ya da ‘solculuğunun’ özel bir belirtisi sayıyordu ki bunu, biz Marksistler, kesin olarak reddederiz.” (‘Sol’ Komünizm, s.24)
Sınıf güçleri nasıl hesaba katılmıyordu?
Bizde de, özellikle “geçmişten çıkarılan bir ders” olarak moda olduğu üzere, sosyalist-devrimciler, “biz terörizmi yığınlar içindeki çalışmanın yerine değil, fakat esas olarak yığınlar içindeki çalışma için ve onunla birlikte savunuyoruz” (Aktaran: Lenin, Devrimci Maceracılık, s.60) diyorlar. Ama bu savunulamaz olanı savunma çabasıdır, kaytarmacılıktır ve Lenin itiraz ediyor: “Sosyalist-Devrimciler, Rus devrimci hareketinin çok açık bir biçimde yararsız olduğunu ispat ettiği terörizmi savunurken, terörizmi yığınlar arasındaki çalışma ile birlikte kabul ettiklerini ve bu yüzden de Sosyal-Demokratların bu tür mücadele yöntemlerinin yararlı bir sonuç vermeyeceği yolundaki karşı görüşlerinin kendilerine yöneltilemeyeceğini iddia ederlerken, kederli görünüyorlar… yığınlar arasındaki çalışmadan dikkatimizi ayırmıyoruz diye Sosyalist-Devrimciler bizi temin ediyorlar; ama Partilerinin, Balmashov’un Sipyagin’i (bir bakan-ÖD) katletmesi gibi hareketlerinden şevkle yanadırlar. Herkes de açıkça görüyor ve biliyor ki, bu hareketin yığınlarla hiçbir ilişkisi yoktur ve ayrıca bu yola başvurulduğu sürece de olamaz -ki bu terörist eyleme girişen kişiler, yığınları ne hesaba katmışlardır, ne de onlardan belirli bir eylem ve destek ummuşlardır. Sosyalist-Devrimciler, terörü tercih etmelerinin, kendi sınıf mücadelesini yürüten devrimci sınıfın partisi olmaya bile çaba göstermeden, başından beri işçi sınıfı hareketinden uzak durmaları ve hâlâ da uzak durmaya devam etmeleri gerçeği ile sıkı sıkıya bağlı olduğunu çocuksu bir eda ile anlamıyorlar.” (Age, s.58-59)
Sınıfı ve mücadelesini esas alsalar, sınıfın mücadelesi kaygıları olsa, az ötelerinde kendi mücadelesini yürüten koca bir sınıf var, sistemleştirilmiş bireysel terör eylemleri yerine bu mücadeleye katılma ve onu ilerletme, yönetip yönlendirme durumunda olmaları gerek. Ama ne sınıfı ne de mücadelesini hesaba katıyorlar ve sonra da “yığın eylemleriyle birlikte terörizm”i savunuyoruz diyorlar. Oysa bu ikisi birbirini dışlayıp reddediyor.
Bizdeki “suni denge” ve onun kırılması, bunun için öncü savaşa başvurulması, onun aracılığıyla halkın kazanılması teorisinin değişik sözcüklerle savunulan benzerini Sosyalist-Devrimciler şöyle ifade ediyor: “İndirilen her terörist darbe otokrasinin gücünün bir parçasını koparıyor ve bütün bu gücü özgürlük savaşçılarının safına aktarıyor… Ve eğer terörizm sistematik bir biçimde yürütülürse terazinin kefesi sonunda bizim tarafımıza ağır basacaktır.” (Age, s.61) “Saflar”dan birini otokrasi diğerini “Özgürlük savaşçıları” oluşturuyor, otokrasiyle ezilen ve sömürülen yığınlar değil, aynı bizdeki “oligarşiyle öncü savaşçılar” saflaştırması gibi… Sosyalist-Devrimciler “güç aktarımı”nın nasıl olacağının ayrıntısına inmiyorlar, ama “sempatinin, desteğe, onun da aktif katılıma dönüşmesi” yoluyla olsa gerek! Lenin’in eleştirisi:
Evet, gerçekten burada herkesin de açıkça görebileceği gibi, teröristlerin en büyük yanılgılarından biri, en kaba biçimiyle karşımızda duruyor; siyasi cinayetler kendi kendine ‘güç aktaracakmış!’ Böylece bir yandan güç aktarma teorisi diğer yandan da ‘siyasi çalışmanın yerine değil fakat (onunla) birlikte’… Acaba bu kişiler bu lafları tekrarlamaktan benzemiyorlar mı?”
Ve küçük grupların şaşırtmaca eylem olanağına sahip olmaları dolayısıyla “devletin kofluğu”nu göstermesi ve giderek “aktarılan güçler”le onu yıkmanın aracı olarak gelişmesi tezi karşısında Lenin:
“Güya topluluğa karşı otokrasinin askerleri vardır (ve orada da otokrasiyle halk arasında bu nedenle bir ‘suni denge’ oluşmuştur; Çarın “babalığı” bizimkinin “babalığı “ndan kesinlikle aşağı kalmazdı üstelik-ÖD); devrimci örgütlere karşı gizli ve üniformalı polisleri vardır; fakat sonu gelmez bir biçimde ve hatta birbirinden habersiz olarak (’60’ların sonunda bu birbirinden kopuk ‘kolonlar’ halinde örgütlenmeyi Marighella teorileştirdi-ÖD) hücumlar hazırlayan ve bunları gerçekleştiren bireylerden veya küçük gruplardan onu kim koruyabilir? Artık Sosyalist-devrimcilerin, yığınlar arasındaki çalışmaları geriye atmadıkları veya terörizmi savunarak bu çalışmayı dağıtmadıkları konusunda iyi niyetli laflarla ne kadar sayfa doldurdukları önemli değildir… Güç aktarma teorisi doğal içeriğini şaşırtmacılık teorisinde bulur, bu sadece bütün geçmiş deneyi değil, fakat bütün sağduyuyu da alt üst eden bir teoridir. Devrimin tek ‘umudu’ halkta yatıyor: bu topluluğu yöneten (lafta değil gerçekte) devrimci örgüt, ancak polise karşı savaşabilir; bütün bunlar işin alfabesidir. Bunu kanıtlamak zorunda kalmak bile utandırıcıdır. Ve ancak her şeyi unutan ve kesinlikle hiçbir şey öğrenmeyen kişiler (‘suni denge’ aracılığıyla-ÖD) otokrasiyi topluluktan askerlerin, devrimci örgütlerden polisin ‘kurtarabileceğini’, fakat bakanları arayıp bulan bireylerden kurtuluş olmadığı yolundaki gülünç ve aşırı derecede budalaca düşünceye vararak ‘başka bir yol’ aramanın dışında karar kılamazlardı.” (Age).
“Umut, halkta yatıyor”, hesap küçük bir öncü grup değil halk üzerine yapılmalı, plan yığınlar ve onların eylemliliği üzerine kurulmalıdır. “Kurtarıcılık” ve tek tek öncü eylemlerinin, bunlar ne denli şaşaalı ve cesurca olursa olsun, çıkmazı, umudu öncünün sınırlı gücü ve iradesinde aramasıdır; bu öncü eylemlerinin sistemleştirilmesiyle zafer ister doğrudan, ister “propaganda” aracılığıyla yığınların kazanılması amaçlansın, amaç “devletin kofluğumu göstermek olsun, eğer nesnel koşullar bunun için uygun değilse, yığın eylemine ancak zarar verilebilir. Çünkü genel mantık ve tutum olarak yığınların ve eylemin hesabı yapılmamakta, bunlara dayanılmamaktadır. Nesnel koşulların ötesinde hatta sübjektif koşulların da yetersizliği durumunda bu tür eylemlere başvurulmasını, “devrimcilerin güçleri ve ayağa kalkan yığınlara önderlik etme araçları yetersiz olduğu zamanlarda, birbiri tarafından bilinmeyen kişi ve grupların, bakanların hayatına kasteden örgütler olarak böyle terörist eylemlere başvurma yolundaki çağrıları sadece yığınlar arasındaki çalışmaları bozmakla kalmayacak, aynı zamanda bu çalışmanın tamamen darmadağın olmasına yol açacaktır” diyerek eleştiren Lenin, halk kitlelerinin ve eyleminin değil öncünün kitle eylemine siyasal bir muhteva kazandırmak için bu eylemin içinde ve önünde bulunmak yerine siyaseti kendileri yaptıkları için, “teröristlerin ters yüz edilmiş ‘ekonomistler’ olduğu, fakat tersi doğrultuda aynı saçmalığa gittikleri besbellidir” (Age, s.63) diyor.
Peki, “cezalandırmalar” genel olarak reddedilebilir mi? Hayır! Reddedilmesi gereken, Marksizm’in reddettiği, devrimin hazırlanması koşullarında bunun sistemleştirilme-si ve kitle eyleminin yerine geçirilmesidir. Özellikle devrimin yükselme ve devrim durumunun oluşmasına doğru gelişme koşulları başta olmak üzere, mücadelenin silahlı, yarı-silahlı biçimler kazanmaya doğru evrilmesine bağlı olarak, saldırı ya da saldırıya hazırlık amaçlı ve başka zamanlar savunma amaçlı tek tek bu tür eylemler sadece yanlış olmamakla kalmaz, gereklidir de. Yanlışlık, nesnel koşullardan bağımsız olarak silahlı eylemin sistemleştirilip genelleştirilmesidir. Kesinlikle propaganda amacı olmayan, mali vb. sorunların çözümüne katkıda bulunacak türden, korumalı-gösteri ya da bir tür pankart asma vb. türünden eylemler, mücadelenin başlıca biçimi haline getirilmedikçe, kitle eylemi yerine geçirilmek üzere sis-temleştirilmedikçe, kuşkusuz devrimci durum koşulu aranmaksızın başvurulabilir şeylerdir. “Cezalandırmalar” açısından da, yaklaşık benzer şeyler söylenebilir. Bunlara olmadık işlev ve misyonlar yüklenmeksizin, yığın yerine öncü ve yığın mücadelesi yerine öncünün eylemi geçirilmek üzere bu tür eylem biçimleri genel bir tutum ve çizgi olarak Önerilip uygulanmaksızın, son derece pratik siyasal ve örgütsel amaçlarla -bir alandaki örgütlenmenin önündeki engelin giderilmesi gibi-, hem yığınların ve mücadelesinin hem de öncünün durumunun iyice değerlendirilmesiyle başvurulabilecek bu eylemler genel olarak reddedilemez ve genel ve mutlak olarak hiçbir şey reddedilemez.
Ama küçük grup ya da bireysel terör eylemlerinin “devletin kofluğunu göstermek” amacıyla, genelde propagandanın yöntemi ya da başlıca yöntemi olarak sistemleştirilerek öngörülmesi, bireysel terör ilke olarak reddedilmezken, reddedilmelidir. Halkın eğitilmesi, ona “devletin kofluğunun gösterilmesi” ve “suni dengeyi kırmak” üzere “cesaretlendirilmesi”nin aracı ve genel yöntemi ola-lak, “öncü savaş” ya da “bireysel terörizm” biçiminde formüle edilip teorileştirilerek devrimin hazırlığının başlıca ve temel mücadele biçimi olarak kitleler ve kitle eylemi yerine önerilen bu tür eylemler sistemi, yığınların reddini içerir ve bir çıkmaz oluşturur.
Sosyalist devrimciler, terörün “kofluk gösterici, eğitici-aydınlatıcı” niteliği(!) üzerine, “son iki üç yıldır ortaya çıkan, cesur hava ve ortam, kişilerden çok halkın heyecanını yükseltmeye yaramıştır”, “terörizmden fışkıran her ışık zihinleri aydınlatacaktır”, “her defasında bir kahraman, tek başına (ya da küçük bir grupla-ÖD) tek bir savaşa katılıyor ve bu da bizim içimizdeki mücadele ve cesaret ruhunu kabartıyor” derken, Lenin: “Fakat biz geçmişten biliyor ve şimdi de görüyoruz ki, sadece kitle hareketinin yeni biçimleri, ya da yığınların yeni kesimlerinin uyanarak bağımsız bir mücadeleye atılmaları hepimizdeki mücadele ve cesaret ruhunu gerçekten kabartabilir. Tek tek savaşlar, Balmashovların sürdürdüğü tek tek savaşlar olarak kaldığı sürece, basit bir biçimde yaratılan ve anlık etkisi olan kısa ömürlü heyecan getirir ve bu arada dolaylı olarak da yeni bir eylemin ilgisiz ve pasif bir biçimde beklenmesine yol açar” şeklinde eleştiriyor bunu. (Age, s.64) Bireysel terörizm, terörün, nesnel koşullarından koparılarak sistemleştirilmesi, kofluk gösterisinin aracı haline sokulması, ancak kitleleri pasifleştirir, pasifizme yol açar ve kitleleri, eylemini ve örgütlenmesini bozup dağıtır. Sistemleştirilmekten uzak tek tek küçük grup eylemleri, doğru ve yerinde uygulandığında onun gelişmesine hizmet edebilecekken… Ve özellikle kitle eylemi ve devrimin yükseldiği, devrimci durumun olgunlaşmaya doğru geliştiği ’77-’80 gibi dönemlerde, bu tür eylemlere, özellikle faşizme karşı mücadelede, sadece başvurmamak değil (başvurulmuştu) ama bunları giderek sistemleşmek üzere yaygınlaştırmamak önemli bir zaaf ve sağ bir hata oluşturmuşken ve oluşturacakken… Çünkü benzeri dönemlerde, bu tür eylemler, yeni, yarı-silahlı, silahlı biçimler kazanmaya yönelen, geçiş biçimlerinin ortaya çıktığı kitle mücadelesinin bir görünümü ve doğrudan ona bağlanan bir unsuru olarak belirir ve bu tür eylemlerin büyük bir ciddiyet ve coşkuyla örgütlenmesinden kaçınmak devrimin zafere ilerlemesini sekteye uğratıcı rol oynar. Terörizmin “kofluk gösterisi” olarak öngörülüp uygulanmasını eleştirmek başkadır; koşulları oluşmaya ve özellikle kitle mücadelesi yeni biçimler kazanmaya başladıkça, onu yalnızca savunmak ve ilke olarak reddetmemekle kalmayıp sistemleştirilmesine girişmek başka. Başka türlü devrim olanaksızdır, gereken yer ve ‘zamanda devrimci irade ortaya konmadan devrim olanaksızdır, bu durumda iradeciliğin eleştirisi de gerekli sonuca ulaşmayacaktır.
Lenin, bu son söylediklerimizi şöyle ifade ediyor: “Sosyal Demokratlar maceracılığa karşı her zaman uyarıda bulunacaklar ve kaçınılmaz olarak tam bir başarısızlıkla (hüsranla) sonuçlanacak olan hayalleri acımaksızın açığa vuracaklardır. Şurasını unutmayalım ki, bir devrimci parti, ancak devrimci sınıfın hareketine gerçekten kılavuzluk ettiği zaman adına layık olabilir. Yine şurasını unutmayalım ki, herhangi bir halk hareketi sınırsız sayıda biçimler alır, sürekli olarak yeni biçimler geliştirir ve eski biçimleri tasfiye eder ve değişiklikler ortaya çıkarır veya eski ve yeni biçimleri birleştirir. Mücadelenin yöntem ve araçlarını oluşturma sürecine aktif olarak katılmak bizim görevimizdir.” (Age, s.66)
Burada, birbirine bağlı iki önemli görüş belirtiyor Lenin: 1- halk hareketi, kitle mücadelesi durmaksızın yeni biçimler kazanarak gelişir ve Lenin’den tüm aktardıklarımıza dayanarak ilave etmeliyiz ki, gelişme, barışçıldan barışçıl olmayana, silahsız olandan silahlıya doğrudur; bu yeni biçimleri kitle mücadelesinin kendi gelişmesi, bu gelişmenin diyalektiği ve nesnelliği ortaya çıkarır, yine Lenin’in 1905 öncesi Rusya’nın Baltık ülkelerinde ortaya çıkan gerilla mücadelesini değerlendirirken “1905 Devrimi Üzerine” adlı eserinde belirttiği gibi, bu biçimlerin odalarda, masa başlarında “icad edilemeyeceği Marksizm’in abc’sidir”, bu yeni biçimler, maddi toplumsal koşullar, kitlelerin maddi ve ruhsal durumları çerçevesinde tamamen nesnel bir temelde ortaya çıkar ve 2- nesnelliğin sözünü edip durmak nesnelliğe sığınarak kollan kavuşturup oturmak olmaz; bu, terörizmin aşırı iradeciliğinin karşıtı bir başka yanlışa, aşırı determinizme düşmek olur. Devrimci iradenin, nesnel temelde oluşan mücadelenin yeni biçimlerinin bu oluşma sürecine aktif müdahalesi, iradenin, yenilenmenin yoluna koşulması, ortaya çıkmakta olan yeni biçimleri, daha unsurlarının beliriş halinde canlı pratik içinde hissedip yakalaması, onları geliştirip sistem {eştirmesi, kitlelerin orta ve geri kesimlerini de kapsamak üzere yaygınlaştırmaya yönelmesi gereklidir. 80 öncesi, maceracılık iradeyi aşırı zorlar ve öncüyü yığın yerine koyarak kitle mücadelesini önemsemez ve kitleyi dolaylı olarak pasifliğe iterken, Marksistler de mücadelenin yeni biçimlerinin oluşma sürecine aktif olarak katılmakta geri kaldı, mücadelenin önünde yer aldı, yönetmeye çalıştı, ancak yeni eylem biçimlerinin gelişmesinde iradenin gerekli rolünü oynamak ve nesnel koşulları karşı-etkisiyle olgunlaştırmak üzere uygulanmasında görevini tam olarak yerine getiremedi. Bu alanda determinizmin olumsuz etkisinden söz edilebilir.
Devrim, nesnel koşullarının olgunlaşması temelinde sübjektif etkenin, bilinç ve örgütlülük etkeninin, en başta devrimci partinin iradesinin nesnellikle uyum içinde rolünü oynamasıyla zafere ilerleyebilir. Kendiliğinden ve nesnelliğe çakılıp kalarak değil. Krizin derinleşmesi, devrim için gereklidir, ancak krizin derinleşmesi kendiliğinden devrime götürmez, dolayısıyla “kriz derinleşiyor” ve “mücadele yükseliyor” propagandası yetersizdir, determinist bir yaklaşımı ifade eder; önemli olan, krizin derinleşmesi ve mücadelenin yükselmesi koşullarında, krizi, devrimci durumu çıkışsız varsaymadan, bunun gerektirdiklerini yerine getirmektir, mücadelenin ve örgütlenmenin yeni biçimlerinin oluşma sürecine aktif olarak katılmak, ortaya çıkmakta olan bu biçimleri, kitleleri genel silahlı ayaklanmaya hazırlamak üzere, geliştirip sistemleştirmektir. Lenin; “…devrimci eylemimizin dayanağı, temeli olarak devrimci bunalım sorununa gelmiş bulunuyoruz. Burada her şeyden öne, çok yaygın… (bir) yanılgıyı belirtmek gerekir… Devrimciler, zaman zaman bu bunalımın kesinlikle çaresiz, çıkar yolu olmayan bir bunalım olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Bu bir yanılgıdır. Kesinlikle içinden çıkılmaz bir durum yoktur. Burjuvazi, aklını yitirmiş, utanmaz bir dalavereci gibi davranıyor. Budalalık üstüne budalalık yapıyor, böyle bir durumu ağırlaştırıyor ve kendi yıkımını çabuklaştırıyor. Kabul. Ama bazı küçük ödünlerin yardımıyla, sömürülenlerin belli bir azınlığını uyutmasının ve ezilenlerin ve sömürülenlerin belli bir bölümünün falan hareketini ve filan ayaklanmasını bastırmasının kesin olarak olanak dışı olduğu ‘kanıtlanamaz’. Durumun ‘kesinlikle’ çaresiz, çıkışı olmayan bir durum olduğunu önceden ‘kanıtlamaya’ kalkışmak boş bir bilgiçlik taslamak ya da sözcükler ve düşünceler üzerinde oynamak demektir? Bu noktada ve buna benzer başka noktalarda, gerçek ‘kanıtlama’, ancak pratikte yapılabilir. Burjuva düzeni, tüm dünyada olağanüstü büyük bir devrimci bunalımdan geçiyor. Şimdi, devrimci partilerin pratiği ile, bu partilerin bu bunalımı, devrimin başarısı ve zaferi için değerlendirebilmede yeterince bilinçli, örgütlü, sömürülen kitlelerle yeterince bağlar kurabilmiş, gözü pek, kararlı ve becerikli olduklarını “kanıtlamalıyız’.” (Proleter Devrimin Teorisi, s.187) diyor. Partinin adına layık olduğunun kanıtlanması gerekiyor, nesnelliğin gereğinin yapılmasıyla.
Yazımıza ayırdığımız yerin sınırına geldik. Bu nedenle ve hem de daha şartlarının olgunlaşmasına epey zaman olduğu söylenilebilecekken, devrimin olgunlaşması ve devrimci durum koşullarında mücadelenin biçimleri, yapılması gerekenler, ayaklanma ve bu arada gerilla savaşı üzerinde durmayı bir başka yazıya bırakarak, devrimin hazırlanması döneminde sistemli olarak silaha sarılmama-yı ve silahlı mücadelenin temel alınmamasını, “küçük işlerle uğraşmak”, “laf üretmek”, büyük işi “oportünistçe ertelemek”, “sözlerin teoride kalması” olarak niteleyenlere Lenin’in yanıtıyla noktalayalım:
“…alçak Sipyagin’den intikam alındığını göstermek için bir devrimcinin hayatının feda edilmesi ki o alçağın yerini bir başka alçak Plahne almıştır -bu büyük iş oluyor ha. Ama örneğin, yığınları silahlı gösterilere hazırlamak -bu da küçük iş. Bu nokta Revolutsionnaya Rossiya’nın 8. sayısında açıklanmıştır: ‘uzak ve bulanık geleceğin bir sorunu olarak’ silahlı gösterilerden ‘söz etmek ve yazmak kolaydır’, ‘fakat bugüne kadar bütün bu sözler sadece teorik nitelikte kalmıştır’ deniliyor. Sağlam sosyalist inançların zorunlu olarak kabul ettirdiklerinden ve halk hareketinin her biri ve her türünün zorlu deneyinden uzak olan bu tip kişilerin kullandıkları dili biz çok iyi biliriz! Onlar kısa vadede elle tutulur ve gürültü koparacak sonuçlarla pratik olmayı birbirine karıştırıyorlar. Onlara göre, sınıf bakışına şaşmaz bir şekilde bağlı kalmak gereği ve hareketin kitlesel niteliğini sağlamak ‘bulanık’ ‘teoricilik’ yapmaktır. Onların gözünde kesinlik peşinde koşmak, duygusal değişmelere kölece boyun eğmek ve… ve bu boyun eğmeden her seferinde kaçınılmaz bir biçimde çaresizliğe düşmektir (…) Mücadelenin yöntem ve araçlarını oluşturma sürecine aktif olarak katılmak bizim görevimizdir. Öğrenci hareketleri kızıştıkça, biz, işçilere öğrencilerin yardımına gelmeleri için çağrıda bulunduk, ama bunu gösterilerin biçimlerini tasarlama işini üzerimize almadan, bunların derhal zihinleri aydınlatmakla, güç aktarmasıyla sonuçlanacağı konusunda vaatte bulunmadan yaptık. Gösteriler iyice birleştirilince biz, gösterilerin örgütlendirilmesi için, yığınların silahlanması için çağrıda bulunduk ve halk ayaklanmasının hazırlanması görevini ileri sürdük. En azından ilke olarak şiddet ve terörizmi reddetmeden, yığınların doğrudan doğruya katılmalarını sağlamak ve bu katılmayı garanti altına almak için düşündüğümüz gibi, bu tür şiddet biçimlerinin hazırlanmasını talep ettik. Biz bu görevin zorluklarına gözlerimizi kapamıyoruz, fakat bu konunun ‘bulanık’ ve ‘uzak bir gelecek’ olduğu yolundaki itirazlarla cesaretimiz kırılmadan, sürekli ve sıkı bir biçimde çalışacağız. Evet, baylar biz geleceği temsil ediyoruz ve sadece hareketin geçmiş biçimleriyle uğraşmıyoruz. Biz geçmişin mahkûm ettiği ‘kolay’ şeylerin tekrarından farklı bir gelecek vaat eden zaman ve enerji isteyen bir çalışmayı tercih ediyoruz.” (Age, s.65-66)
Bizde de geçmiş, evet yol açtı, ’71 devrimcileri çok önemli bir iş yaptılar; ama aynı geçmiş, aynı zamanda devrimci maceracılığı mahkûm etti, geleceğe bakmayı, “gelecek vaat eden, zaman ve enerji isteyen bir çalışmayı tercih” etmeyi de öğretti. Lenin’in ortaya koyduğu şu görevi, zafere ilerleyecek bir devrimin şu kaçınılmaz gereksinmesini, kendi pratiğiyle kanıtladı geçmiş: “…devrimcilerin militan örgütünü ve Rus proletaryasının kitle kahramanlığını bir bütünlük içinde kaynaştıralım.” (Age)

Mayıs 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑