Haberler-Mektuplar

Fadime MATOGLU
Yürüyorlar

Çağlar boyunca
görmesin gözü
söylemesin dili
çözülsün bağı yüreğinin diye
korku günleri
korku geceleri ürettiler
yıldızlı masa başlarında
uzatmak için, talanlarının ömrünü,
acıdan kum elediler gözlere.
Kayıp yıllar hazırladılar yarınlara
gelecek yılları hesaba katmadan.
Paslı tellerle gölge vuruldu gelincik alma
öfkenin, en ince iğnesiyle sabrı nakışlattılar
ayrılık kasnaklarında.
Üretenlerin açlığı
öğrenci haracı
yolsuzluk-rüşvet
serbest ev kiraları
vergiden ibaret bordrolar
ocaklarda öfke pişirilen mutfaklar üzerine
oturdu seksenli yıllar.
Her iki evden birinin damında patladı
eylül dinamiti.
Sahurlarında ölüm sofrada
iftar saatleri olmayan oruçlarda hâlâ gençliği
“Kaçarken vurulduların
intihar edenlerin
beyin kanamasından ölenlerin” kim tutabilir şeceresini
zulmün sıradanlığında…

Duvar yapıp alçak çatı çatanlar
güçlerini köhne dünyalarının
ZOR’undan alanlar
Boşuna kazmasınlar sığmaklarını, dar gelir.
Yorgunluğa değen gülüşlerle
Alınteri sevinçlerle
Er geç varılacak o menzile
ne sığınak ne pişmanlık tanır o gün
can alıp can veren şafaklar
onların savunmasını yazacak el yok tarihte
öyle suçlular ki…
…………..
Yürüyorlar
Soysuzlaştırman insanlıkları için Yürüyorlar…
Hayat yürüyor dört bir koldan
ve
Son yürüyüş de onlarındır bir gün
omuzlarına binmiş omuzlardan söküp yıldızları
sonsuza dek gökyüzüne göndermek için.

Yıldönümleri
Gün gelecek gün,
bu topraklarda Bize kısmettir
zulmün soyunun son uğurlanışı Onları
kurşunlarımızdan daha önce öldürdü
oğlu yitik anaların ahları
kınaları ertelenmiş gelin kızların
yarım türkülerini söyleyen dudakları
yaralı sevdanın
acelesiz
dingin
kendinden emin adımları…
her günün sonu
dişlenecek bir uykunun gecesine hazır
direnci kuşanan, tel-duvar akşamları…
parçalanmış uykuların hâki şapkalı sabahlarında
nefretle-sevinin
dostla-düşmanın birbirini bellediği
her parçasında toprağın ve
duvarlarla sınırlanmış
kocaman alanlarında hayatın
yurdumun soylu çocuklarının söylediği,
fermanların susturamadığı, o
bitmez türkünün acıya kesmiş sesinde
yiterken köpeklerin ulumaları…
Onlar öldü,
hiç kurşunlanmadan.

Gelin görün ki şimdilerde
kimilerince düşmüş voltaj gözlerde
kimilerince karartma altında yürekler
kimilerince topal, kimilerince
kör-kötürüm sevda
Zamanı
düşmanla eş dilde yargılayanlara
fazla sözümüz yok yeni dünyanın civanları
bir yaşam biçimidir kimi zamanlar
Kendi tükenişlerinin aynasında yığınları görmek
kendini tanımak
anlatmak sonra
bittiğini söylemek için bile öylelerine
Dağdan bir yürek gerek.
Sayıları çok böylelerinin
depremden arta kalan ören evler gibi
Ama yine de vurulurlar sayıya,
acılarla nadaslanmış
bir yurdun bitek topraklarında
sayısını kim tutabilir
güzde ekilip baharda patlayan tohumların.

Rahat uyuyun toprağınızda
yurdumun en delikanlı evlatları
isyanın çırası tutuştu bir kez darağaçlarında
bilendi öfke
çiçeklendi duvarlarda
dillendi sevgiler acılarda.
Yıldönümlerine hapsedilmiş selamlarla
ilanlarla değil
Ama işte
toprağın derinliklerine
göğün yücesine eren sesle haykırıyoruz:
insanı yeniden üreten yaşamın her zerresine
Durmaz
Yaralıdır
Usul usul belki
Durmaz ama bu sevda
durmaz yürür…
Yeter ki
insanoğlu insanlar eğmesin boynunu
Tek büyük düşmanı
İçindeki zorbaya…

Ozon Tabakasında Yeni Delik
Şu sprey de son yıllarda insanların başına dert oldu. Sprey üretimi ve kullanımı yüzün den ozon tabakasının bazı yerlerinde delikler açıldığı ve bu deliklerin giderek büyüdüğü bilim adamlarınca saptanmıştı. Deliğin zararlı güneş ışınlarını geçirmesi nedeniyle insan sağlığının ciddi tehlikelerle karşı karşıya olduğunun belirlenmesi üzerine birçok batılı ülkede sprey üretiminin yasaklanması yönünde çalışmalar başlatılmıştı. Ancak görünen odur ki yasaklara pek aldırış edilmiyor. Aksine insan sağlığını çok yakından ilgilendiren bu “tehlikeli madde”nin kullanım alanında genişlemeler oluyor.
Geçtiğimiz günlerde basında çıkan bir haber bu görüşümüzü doğrular nitelikteydi. Siyasi nedenlerle idama mahkûm edilen ve dosyası halen TBMM’de bekleyen, aynı zamanda roman yazarı olarak da bilinen A. Kadir Konuk tedavi için getirildiği hastaneden silahlı kişilerce kaçırılmıştı. Uzun süredir kalp hastası olan ancak tedavisine izin verilmeyen Konuk’un kaçırılmasında spreyin büyük rol oynadığı anlaşılıyordu. Kaçırma eyleminde spreyden de yararlanılmıştı.
Patron, ağa takımı için olmasa da, emekçiler için yasaklarla dolu ülkemizde henüz sprey üretimi yasaklanmamıştı. Çünkü bizim atmosferimizle şimdiye kadar spreyi yasaklama yoluna giren ülkelerinki aynı değildi. Ama bu defa atmosferin tam da Türkiye üzerine gelen bölümünde bir delik açıldı. Bilim adamlarımız da bunu dehşetle saptamış bulunuyorlar. Artık kısa süre içinde Türkiye’de de sprey üretiminin yasaklanacağından kimsenin kuşkusu olmasın.

Zincirlikuyu Mezarlık İşçileri: Kazdığımız Mezarlara Kendimiz mi gireceğiz?”
İşçi sınıfının son haftalarda patlayan eylemleri bir çığ gibi büyüyerek, kendini, dostun da düşmanın da gündeminin birinci sıralarına aldırmıştır. Eylemlerin yayılma hızına işçilerdeki kararlı tutuma ve mücadele hırsına bakılırsa yıllar yılı içe atılan, biriktirilen öfke ve tepki potansiyelinin açık belirtilerine rastlanır. Son işçi eylemleri artık taşan bir sabrın zapt edilmez ifadesi niteliğinde görünmektedir. Eylemler aktifiyle, pasifiyle önüne konulan setleri yıkarak ilerleyen bir sel gerilimi içinde yeni boyutlar alarak ilerliyor, genişliyor. Bu son işçi direnişleri üzerine çok şey söylendi. Günlük basın özellikle Cevizli-Tekel, askeri dikimevi, tersane vb. gibi binlerce işçinin katıldığı çeşitli eylemlere genişçe yer verdi. Ama bu arada nispeten daha az sayıda işçinin çalıştığı bir çok işyerinde öyle eylem ter de yapıldı ki herhalde ‘sansasyonel’ bulunmadığı için günlük basında hiç yer almadı. Ama bu eylemler de taşıdığı mücadeleci öz bakımından en az bir Cevizli Tekel işçilerininki kadar ve hatta daha belirgin olarak önemli nitelikler içeriyordu. Bunlardan bir tanesi de geçtiğimiz günlerde mezarlıklar müdürlüğüne bağlı Zincirlikuyu Mezarlık işçilerinin yaptığı eylemlerdi. Zincirlikuyu Mezarlık işçileri direnişe geçen yüz binlerce işçi kardeşini desteklemek amacıyla kararlı eylemler gerçekleştirdiler. Sınıf dayanışmasının en güzel örneklerini verdiler. Bu anlamda olmak üzere toplu vizite eylemi yaptılar ve arkasından bir süre yolu trafiğe kapatarak yürüdüler. Zincirlikuyu mezarlık işçileri kendileriyle yaptığımız söyleşide kendi sorunlarıyla birlikte genel olarak sınıf mücadelesine ilişkin görüşlerini uzun uzun anlattılar. Bu görüşleri çok kısa olarak şöyle özetlemek mümkündür:
– Diğer sınıf kardeşlerimiz gibi bizim de aldığımız ücretler ve diğer sosyal haklar çok düşük ve yetersiz. Ne kendimizi ne de çoluk çocuğumuzu doyurabiliyoruz. Tam bir sefalet içindeyiz.
– Bağlı bulunduğumuz sendika Belediye-İş yöneticileri, bizi işverene satıyor, haklarımızı aramıyor, ilerici pozlara girerek bizi aldatmaya çalışıyor.
– İşyeri yöneticilerinden müdür muavini olan kişi bizleri tehdit altında tutuyor, adam kaynıyor, bir takım hakları yalnızca kendi çevresinde olan yağcı, yardakçı kimselere tanıyor. Bunların başında mesai hakkımız gelmektedir. »
– Hacı-hoca oldukları bahanesiyle mezarlık şartlarından önemli maddi çıkarlar sağlayan çevreler, işçilere karşı da düşmanca, iftiraya dayanan faaliyetlerde bulunuyorlar.
– Sendika yöneticileri patronun uzantısı olarak davranıp işçileri satıyorlar. Onlar bizim haklarımızı savunmazlarsa biz savunuruz, sendika ağalarını tepeleyerek, yönetime kendimiz geliriz.
– Esasen bu düzen içinde hiçbir zaman insanca yaşayabileceğimizi sanmıyoruz. Kurtuluşumuz, yasal burjuva partilerinde değil, çıkarlarımızın gerçek savunucusu olan, yasal olmasa da bizim için meşru olduğu kuşku götürmeyen devrimci partinin önderliğinde devrim yapmakta ve sosyalizmdedir.
– 1 MAYIS’ı mücadele günü yapacağız. Bunun için 1 Mayıs’ta alanlara gideceğiz.

Gaziantep Özel Tip Cezaevi’nde Yatmakta Olan Tüm Devrimci Tutsakların Açıklamasıdır
Yaşadığı koşullara yabancılaşmamış herkesin yakından tanıdığı bir gerçek var ülkemizde: 9 yıldan bu yana süregelen karşı-devrimci terör dalgası. 12 Eylül rejimi, binlerce devrimci demokratın kanlarının izini ellerinde taşıyor. Yok edilemeyen on binlerce devrimci ise, cezaevlerindeki işkence ve insanlık dışı yaşam koşullarına mahkûm edildi. Bu plan başlangıçta daha açık ve pervasızca uygulanırken, bugün özü değiştirilmeden biçimsel değişikliklerle sürdürülüyor. Etkin direnişler, kamuoyunun duyarlılığı vb. nedenlerle son yıllarda, cezaevi koşullarında kısmen olumlu gelişmeler gözlemlenebilirse de, en azından yılların sağlıksız koşullarının yol açtığı birikim, birçok devrimci tutsakta kendi yaşamının varoluşunu tahrip eden bir düzeye yol açıyor artık…
Geçmişte salt bu nedenle onlarca arkadaşımızı yitirdik. Bugün de böylesi bir olguyla karşı karşıyayız. 12 yıldır cezaevinde yatmakta olan ömür boyu hapse hükümlü Hamdullah Erbil isimli devrimci arkadaşımız, lösemi (kan kanseri) teşhisiyle şu an Adana E Tipi Cezaevi’nde yatmaktadır.
Kanserden değil geç kalmaktan korkulması gerektiği hep söylenir. Hamdullah arkadaşın hastalığına teşhis konmuştur: LÖSEMİ. Bundan sonra müdahale edilmeden geçecek her gün onu istenmeyen sona bir adım daha yakınlaştıracaktır. Ve cezaevi koşullarında hastalığa müdahale edilmesi, iyileştirmeye yönelik tıbbi uygulamaların yeterli sonuçlar vermesi mümkün değildir. Hatta arkadaşımızın hastalığı bu denli ciddi olmasına karşın, hastaneye bile yatırılmamakta, cezaevinde tutulmaktadır.
Genel olarak devlet çarkındaki bürokratik hantallık, herkesin bildiği bir gerçektir. Ve özellikle de bu gibi durumlarda ya tamamen durmakta, ya da durdurulmaktadır işleyiş, örneğin Çanakkale’de yatan Muammer Özdemir isimli devrimci arkadaşımız siroza yakalanmış, yıllarca süren uğraşlardan sonra tahliye edilebilmiş, ne var ki, bu nedenle tedavide çok geç kalındığı için tahliyesinden 25 gün sonra aramızdan ayrılmıştır. Aynı şekilde, Diyarbakır’da yatan Eşref Durmuş isimli devrimci arkadaşımız da Lösemi teşhisiyle hastaneye kaldırılmış ve Ankara’ya sevk edilmişse de, çok geç kalındığından ötürü Ankara’ya götürüldükten 1.5 ay sonra hastanede yaşama gözlerini kapamıştı. Şimdi bunun bir başka örneğini Hamdullah Erbil arkadaşımız yaşamaktadır. Eğer adli ya da tıbbi bürokrasi etkin girişimlerle şimdiden aşılamazsa, Hamdullah da kaçınılmaz bir biçimde Muammer ve Eşref ile aynı sonu paylaşacaktır.
Böyle bir sonu engelleyebilmek için yasal-hukuksal prosedür uygundur. Bilebildiğimiz kadarıyla, cezaevi koşullarında tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanıldığında -ki löseminin bu tür bir hastalık olduğu, tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır- bu durum, resmi olarak belgelendiğinde, infazın ertelenmesi söz konusu olabilmektedir.
Kaldı ki, Hamdullah arkadaşımız 12 yıldan bu yana cezaevinde yatmaktadır ve geriye kalan yatma süresi dört yıldır. Ama lösemili bir hasta için dördüncü yılın sonu hiçbir zaman yaşanmayabilir. Ve bu durumu bilen avukatları da Hamdullah’ın tahliyesi için şimdiden girişimlere başlamışlardır.
Tahliye girişimlerinin sonuç verebilmesi için şu an bizim tahmin edebildiğimiz ya da edemediğimiz bir dizi adli ve tıbbi bürokratik engelin aşılması gerekmektedir. Bilinçli ve bilinçsiz çıkartılabilecek her engel ve bu nedenle kaybedilecek her gün, Hamdullah arkadaş için mahkemece verilmemiş bir idam cezasının fiilen infazı anlamını taşıyacaktır. Çıkabilecek her engeli, gerek yurt içinde, gerekse de yurt dışında oluşturulacak kamuoyu desteğiyle geri püskürtebilmek için tüm devrimci ve demokratları soruna sahip çıkmaya çağırıyoruz.

Saatler Mayıs Diye Çalarken
Adım Mayıs
Kimliğim Mayıs
Ufkum Mayıs
Biten bir Nisan’ın
Ardındaki gündoğumu
Doğumum
Birdenbire değil
Nisanlardan gelerek
Hatta daha da öte mevsimlerden

Kış vardı ya
Kara
bitmek bilmez
Kıyım dolu kış
İşte o kışta
Yaşamdan insandan yana
Saf tutanların birçoğu
Yitirmediler umudu
Baharın ucunu yakalayabilmek için
Bahar aşkına dövüşmekteler

Adım Mayıs
Size muştu getiriyorum
Sokaklarda uğultu var
Sessizliği değişmez sananlar
Yanıldınız

Adım Mayıs
Bir gecede çiçeğe durmuş bahar dalı misali
Toprağın ta derininden
Yeryüzünü Mayıslamağa geliyorum.
Toprağın derinindeyim
Ama gömülü değil
Yanı başınızdayım
Elle dokunacak kadar yakın
Ele geçmeyecek kadar uzak

Uyduruverilmiş bir gün değil
Ben gerçek bir bayramım
Bayram şen olmak
Bayram gökyüzü dolusu coşkulanmak
Bayram bir olmak eşit olmak özgür olmak
Bayram namludan uzak
Bayram işkenceden yoksun
Bayram darağaçsız
Bayram açsız
……………..bir yeryüzü bayramı

Mayıs’tan önce
Mayıs’a dair beklentiler bile yokken
Tek tek yaşandı acılarda mutluluklarda
Ve onlar
Ve öbürküler
Günler bazen nefret
Günler bazen tehdit
Günler bazen sahte sırıtışlarla dolu
Sütliman gibi görünen bir ortam

Mayıs gelinceye dek
Hissediyorlardı fark edemiyorlardı
Fark ediyorlardı birleşemiyorlardı
Birleşiyorlardı davranamıyorlardı
Davranıyorlardı patlayamıyorlardı
Bir gün Mayıs geldi
Kucakladı onları
Ve soruverdi usulca
Dünyayı kim dünya yaptı
Sustu birden kalabalık
Şaştı birden kalabalık
İncecik bir mırıltı yanıtlar gibi
Biz mi acaba

Dedi ki şair
Onca dünyanın balı
Üzümü inciri narı
Dünyayı dünyalaştıran eller
Yanaklarını aldılar avuç arasına
Yarattıkları ballara baktılar
Sanki ilk kez baktılar
Dağlar gibi ballara
Bakakaldılar
Gözler dağlardan ağır ağır inerek
Parmaktaki bir tadım bala
Bakakaldılar

Kimden ve nereden
Yayılır
Bu nefret
Bu kin
Bu ihtiras
Ve
Bitmek bilmez bir terane
Hep bana rap bana
Hep bana rap bana
Sanki her şey bu terane
Bana bana üretim
Bana bana yönetim
Bana bana tüketim
Bana banacı hukuk
Bana banacı felsefe
Bana banacı san’at
Hepsi aynı komutla işler
Hep bana rap bana
Hep bana rap bana

Bu böyle gitmemiş
Dünyayı dünyalaştırılanlar
Ve yana olanlar
Başlamışlar hareketlenmeye

Önce alışmış kulakların pasını silmeye
Ardından -olabilirse- yeni şarkılar söylemeye
Bu yol zor
Alışılmıştık ve tutuculuk
Sanki Kafdağı
Ve elbet bu teranenin
Bir de koruyanı var

Bilime giden yolda
El yordamı bir yol sayılır mı
El yordamı aydınlıkta
El yordamı alacakaranlıkta
El yordamı zifir karanlıkta
Arar kör kör arar durur
Onlar deneye araya sınaya
Belki de bilemeden bulamadan eğriyi doğruyu,
Bulundular bir dilekte
Madem gün yirmi dört saat
Bunun üçte biri uyku
Geri kalanım alır elimizden
Öbürküler
Peki ya bize
Bize yok mu
Olmaz böyle terane
Üçte biri uyumaya
Üçte biri öbürkülere
Üçte biri de bize
Bizzat kendimize
Bu fısıltı önce dolaştı makina aralarında
Sonra taştı sokaklara
İhtiyarın biri
Gözleri dolu dolu
Fısıldadı yan tezgâha
Ah eskiden çok eskiden
Vakit yoktu hiçbir şeye
Baş kaşımaya
Hatta gırtlak temizlemeye
Şimdi diyor ki bu yeniler
Sekiz saat bize
Sekiz saat öbürkülere

Kalabalığın zaman ve bal istemi
Dalga dalga yürüdü ortalığa
Ve dalga büyüyünce çığ misali
Kalabalık haykırdı bir şafak vakti
Neden olmasın
Bu yakınmanın sese dönüşü
Bu sessizliğin final çanları
Bu ayaklanmanın ilk şafağı
Sütlimanda fırtına
Sütlimanda bir curcuna
Sütlimanda birden değişti manzara
Düşmanlarımız için markalı namlular
Çıktı aniden ortalığa
Hedefi çok iyi biliyorlardı
Hedef vatandaş kalabalıklar
Kalabalıkların iyi niyeti
Silahsız birleştirilmemiş
Güzelim iyi niyet
En güleç gözleri ve tulumuyla
Dolanırken meydanlarda
Bir namlu ölüm kusuverdi ortalığa
Önce dalgalandı kalabalık
Sonra onlara özgü sessizlik
Bu sessizlik eskisinden ne farklı
Silindi tek tek gözlerden sütliman
Ve gözler
Sorgulamaya koyuldu
Namlulardan oluşmuş manzarayı
Kimi kimden
Kimden ve neden
Korumakta olduğunu
Namluların

Namluların ardında karaltılar
Karaltılar gözlere yabancı değil
Olanı biteni hâlâ çözememiş bazıları
Yine de tamdılar namluların ardını
Tanıdılar ve koştular
Seslendiler
Baba hey baba
Neden vurdun iyi niyeti baba
Oysa biz silahsız
Oysa biz saldırısız
Biz sizi böyle hem bilir hem bilmez idik
Baba bitti artık babalık
Olamazsınız baba
Kan girdi aramıza

Namluların ardında sessizlik
Yalnızca namluya yeniden sürülen mermi sesi
Sessizliği yırttı kadının biri
Durun dedi ve hesaplayın
önünü ve ardım
Karşıda namlular
Ardında mermi yığınları
Az önce üstümüze kusulan ölümle
Bir şey demek istediler
Madem günün üçte biri
Madem daha fazla bal
Gidecek içinizden daha birçok can
Sonra vurulanın yanına çöktü
Seviyordum dirisini
Birlikte güzele yola çıkmıştık
Seviyorum ölüsünü
Duruşu hâlâ güzele çağırıyor
Kalabalıklar güzele çağıran adamı kucakladılar
Ve ufka doğru yola koyuldular

Ufukta Mayıs parlıyordu
Yol uzundu
Ama yine de yürüdüler
Kölelikten kalma bir hesabı kapatmaya
Yıllardan Mayıs’tı
Günlerden Mayıs’tı
Ve saatler Mayıs’ı çalıyordu

Mehmet ESATOĞLU

Kayıpların telafisi toplatmalara karşı mücadeleden geçer
Yurt Kitap – Yayınevi Sahibi Ünsal Öztürk:
Özgürlük Dünyası: İlerici, devrimci, demokrat basın üzerinde uygulanan baskılar alabildiğine yoğunlaştırılarak sürdürülüyor. Gün geçmiyor ki bir dergi toplatılmasın, yayıncılara yönelik türlü soruşturmalar açılmasın. Sahibi bulunduğunuz Yurt Kitap-Yayıncılık’ın da geçtiğimiz günlerde bu baskıcı ve keyfi niteliklerdeki uygulamalardan bir kez daha payına düşeni aldı; Deniz-Yusuf-Hüseyin’i anlatan kitap nedeni ile savcılık ve polisin oldukça ilginç uygulamalarıyla karşılaştınız. Olayı anlatır mısınız?
Ünsal Öztürk: Yayınevimiz 17 Aralık 1988 tarihinden başlayarak art arda saldırılara hedef oldu. Her türlü basın, yayın, söz ve düşünce özgürlüğü hiçe sayılarak yayın faaliyetimiz engellenmeye çalışıldı.
Ozan-yazar N. Behram’ın “Hayatın Tanıklığı” üst başlığı altında oluşturduğu dizinin ilk kitabı “İşkencede ölümün Güncesi” 2. baskıdan sonra toplatıldı. Diğer kitap “Yürekleri Şafakta Kıvılcımlar” henüz matbaada forma aşamasında iken toplatıldı. Montajları yapan, kitabı basan ve yayıncı olarak üç kişi gözaltında 5 gün kaldık. Kitabın içerisine girecek resimler “çok fazla sayıda basılmış” olması nedeniyle, kitabın diğer bölümleri benzer nedenlerle taksit taksit toplatıldı. Her iki kitap gerekçesiz toplandığı için yapılan itiraz üzerine DGM tarafından serbest bırakıldı. İtiraz üzerine verilen kararların kesin olacağı hükmünü hiçe sayan savcı, bu defa sözde gerekçelendirerek tekrar toplatma istedi. DGM, savcının isteğine uydu. İtirazlarımız sonuç vermedi. Aynı kitaplar bir ay gibi bir süre içerisinde iki kere toplatılmış oldu.
Yayınlamış olduğumuz diğer bir kitap; Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) davası savunmalarını içeren “Yargılayan Savunma” derhal toplatıldı. Derleyicisi örnek insan, değerli Av. 72 yaşındaki İbrahim AÇAN tutuklandı ve 41 gün tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. İbrahim AÇAN hakkında 9,5 yıl hapis istemiyle dava açıldı.
N. Behram’ın “İşkencede Ölümün Güncesi” kitabına ilişkin dava sonuçlandı. Savcı iddianamesinde A. Arif, P. Neruda gibi şairlerin şiirlerinde suç aradıktan sonra Esas Hakkında Mütalaasında hiçbir gerekçe göstermemiştir. Gerekçesiz toplatma kararı veren, iddianamesinde hiçbir ciddi, somut iddiada bulunamayan savcı, mütalaasında da sadece cezaları alt alta sıralamakla yetindi. Göstermelik bir duruşmadan sonra dava bitti. N. Behram yurt dışında olduğundan yayıncısı olan ben 5.5 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldım ve bu da 613.500 TL para cezasına çevrildi. Karar tarafımdan temyiz edilmiştir.
Dava Yargıtay aşamasındadır… “Yürekleri Şafakta Kıvılcımlar” için 5 aydır yurtdışında olduğunu bildiği N. Behram’ın yakalanmasını bekleyen DGM savcısı, Behram’ın yakalanamayacağına kanaat getirmiş olacak ki, birden kitap hakkında dava açmamaya karar verdi. Henüz forma aşamasında topladıkları için basın kanununa göre “neşir” unsuru oluşmadığından takipsizlik kararı vererek konuyu bağladılar. Biz şimdi suç oluşturmayan formalarımızı geri isteyeceğiz, bakalım ne olacak. Hep beraber göreceğiz.
Özgürlük Dünyası: Yayıncıları yıldırmaya yönelik eylem ve işlemleri basın özgürlüğü açısından değerlendirir misiniz?
Ünsal Öztürk: Soruyu üzerinde konuşulur hale getirmek için, önce “basın özgürlüğü” kavramı nedir? Ete, kemiğe nasıl bürünür, gibi sorulara cevap aramak gerekiyor.
Diğer özgürlükler gibi basın özgürlüğü de mücadele ile kazanılacak bir özgürlüktür. Gerçek anlamdaki demokrasi mücadelesinden ayrılamaz. İşçi sınıfının ekonomik istekleri hakkındaki mücadelelerinin bastırılmaya çalışıldığı bir dönemde daha ileri mevzilerdeki basın özgürlüğü konusuna bilimsel olarak yaklaşmak gerekir. Demokrasi mücadelesi toplumsaldır. Eskiden düşünürlerin, yazarların kafaları uçurulur, ateşte yakılırdı. Dünyanın döndüğünü söyleyen ilericiler katledilirlerdi. Geniş kitlesel mücadeleler hâkim sınıfları geri plana attılar! Bazı ekonomik, demokratik haklarını zorla aldılar.
İlerici-devrimci eserler işçilere, emekçilere, tüm ezilenlere yepyeni bir dünya taşır, güzel bir geleceğin dünyasına işaret eder. En ileri entelektüel bilinç, topluma karanlıklar içinden yeryüzü cennetine giden yolu gösterir, aydınlatır. İşte burada baskılar ve yıldırmalar başlar. Eğer demokrasi güçleri düşünce özgürlüğünün hassasiyetini yeteri kadar kavrayamaz ve gereken tepkiyi göstermezlerse, hâkim sınıflar geçici olarak bir başarı sağlarlar. Ülkemizde hemen her gün kitaplar yasaklanıp yakılmakta, gazeteler, dergiler daha toplatma kararı dahi verilmeden “nasıl olsa toplatılacak” diye polis tarafından toplanmaktadır. Bu kıyımlara tepki yurtiçinden, daha çok yurtdışından gelmektedir. Bu da bize işçilerin ve halkın basın özgürlüğü kavramını kavrayamadıklarım gösteriyor. Örneğin işçi sendikalarının kitap ve dergi toplatmalarına ve yok etmelere karşı çıktıklarını hiç duymadım. Gerçi karşı çıkmak da yetmez. , Ne zaman ki kitap düşmanları ellerini bilimsel eserlere uzatamaz, düşüncelerini söyleyenlere uzanamaz, uzandığı zaman elleri yanarsa basın özgürlüğü konusu da ete kemiğe bürünür. İşte basın özgürlüğü kavramının özü bu.
Karşıt güçler misyonlarını hayatın her alanında yerine getireceklerdir. Kitapları, dergileri çağdışı bir şekilde yasaklayıp, yakıp insanlara ulaştırılmasını engelleyeceklerdir. Bunun yanı sıra öğrencileri robota çevirecek, işçilere sürünecek kadar para verecek, çocukları sokağa mahkûm edecek, yaşlılar ölüme terk edilecek, kadınlar amansızca ezilecektir. Köylüler ve diğer ezilenler paylarına düşeni alacaklardır. Bunlar bilinen ve çokça konuşulan şeyler. O halde tersini de söyleyelim: Öncelikle ileri işçiler, sendikacılar, demokratik kitle örgütleri kendi sorunlarını söylerken naçizane bir cümlecik de bizden bahsetmelidirler. Düşüncelerden, yazılanlardan dolayı gözaltına alınmalara, tutuklanmalara göz yumulması utanç verici boyutlardadır. İsmail Beşikçi gibi bir insanı düşünün; görüşlerinden ötürü gözaltına alınıyor ve bir gazetede küçücük bir yazı: “İsmail Beşikçi filan yazısından ötürü gözaltına alındı.” Daha sonra da serbest bırakıldığı yazılıyor kısaca. Hâlbuki en insani bir şeyi, insanın samimiyetle inandığı bir şeyi söylemesi kadar normal, ne olabilir. Başka bir ülkede olsa yer yerinden oynar, işçiler hayatı durdurur, aydınlar tepkilerini belirtirdi.
Özgürlük Dünyası: Söz konusu kitap nedeniyle gözaltında tutulmanız ve bu arada uğradığınız maddi ve moral kayıpları telafi etme koşulları üzerine düşünceleriniz?
Ünsal Öztürk: Kitabım konusunda gözaltında tutuldum. Moral kaybım yoktur. Meseleyi biliyorum. Fakat henüz doğum aşamasında, örneğin “çok sayıda basılmış olması” göz önüne alınarak Deniz’lerin resimlerinin toplatılması ve gereken gerçek tepkiyi kamuoyundan görmemesi beni üzüyor. Siz sevgili arkadaşlarım dahi 6 ay sonra bana yukarıdaki soruları soruyorsunuz.
Maddi kaybım büyüktür. Ama aşılamayacak gibi değildir. Kayıpların telafisi toplatmalara karşı mücadeleden geçer.
Bana sorduğunuz sorular için çok teşekkür ederken, sözlerimi okuyanları, tüm ilerici-devrimci basın-yayın kuruluşlarına sahip çıkmaya çağırırım.

Yazar Âdem Demaçi ile Dayanışmada Bulunalım
25 yıldan beri kitap yüzünden Yugoslav zindanlarında
Tam 25 yıldan beri Kosovalı yazar Âdem Demaçi yazdığı bir kitap nedeniyle zindanlarda, özgürlük tutsağı olarak mücadelesini sürdürüyor. 1936 yılında Kosova’nın Priştina kentinde doğan Demaçi, ilk yazdığı “Kan Yılanları” adlı romanında “Balkan devleti Yugoslavya’daki halkların ulusal yaşamına zarar veriyor”, gerekçesiyle tutuklanıp zindana atıldı. Toplumcu gerçekçi bir anlayışla yazdığı romanında Demaçi devlet aygıtındaki casusluk, entrika ve düzenbazlıkları teşhir etmişti. İlk üç yıllık bir tutukluluktan sonra serbest bırakılan Demaçi, daha özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz ikinci romanına başlar ve bu arada da okuyucularına yönelik okuma akşamları düzenlemek ister. Böyle bir toplantının ardından bir gece yine (1964 yılında) evi basılır, tüm orada bulunanlar gözaltına alınır ve tutuklanır. Ertesi günkü devletin resmi yayın organlarında onun tutuklanışı ile ilgili şu haber yayınlanır: “Yazar Demaçi Stalinist bir Halk Kurtuluş Hareketi kurarak, bugünkü Kosova’nın ve Makedonya’nın bir kısmının Arnavutluk topraklarına katılması için mücadele çağrısında bulunmuştur. Bu karşı-devrimci hareket bu amacına ulaşmak için, mezarlıkları yok etme, çeşmeleri zehirleme, Sırplara ve Karadağlılara karşı fiili saldırı düzenleme gibi her türlü araca başvurmaktadır.” Bu davadan 15 yıl daha ceza alan Demaçi’nin duruşmaları gizli olduğu için, dünya kamuoyuna yansıtılması engellendi ve yazması da yasaklandı.
1965 yılında Kosova halkı sürdürdüğü mücadele sonunda “kısmi özerklik” elde etti ve bunun sonunda Kosova halkı bazı demokratik haklar elde etti. Örneğin Arnavutça Sırpçanın yanı sıra ikinci resmi dil olarak kabul edildi. Kosovalı Arnavutlar ilk kez bir üniversiteye kavuştular ve kendi kültürlerini geliştirip yayma hakkını elde ettiler. İşte bu dönemde Demaçi’nin cezası 10 yıla indirildi ve daha sonra 1974 yılında 8 Haziran’da tahliye oldu. 1975 yılında tekrar tutuklandı ve 1976 yılında mahkemeye çıkarıldı. Yine aynı suçlar, aynı tanıklar ve aynı cezalar: Halk Kurtuluş Hareketi kurup mücadele etmek… Mahkemesi yine gizli yapıldı ve sonunda yine 15 yıla mahkûm edildi. Uluslararası çeşitli kuruluşlar girişimde bulundu. Uluslararası Af örgütü (Aİ) sahip çıktı. PEN-Kulübünün çeşitli seksiyonları serbest bırakılması için girişimde bulundular. Hatta Yugoslavya içinde diğer cumhuriyetlerdeki bazı kuruluşlar bile girişimde bulundular. Slovenya Cumhuriyeti’ndeki Yazarlar Birliği, Demaçi’nin politik bir entrikaya kurban gittiğini ileri sürerek serbest bırakılmasını istedi. Revizyonist Yugoslav rejimi daha önceden ölüme terk edip sakat ve sahipsiz bıraktığı diğer yazarlardan İvan Ciçak ve Mildrad Toderovic gibi, Demaçi’yi de yok etmeyi amaçlamakta. Şu anda on binlerce Arnavut zindanlarda özgürlük tutsağı olarak bulunmakta olup Demaçi en fazla ceza ile birinci sırada yer almakta, ama geleceğe güveni ve Kosova’daki Arnavut halkının eninde sonunda kendi kaderlerini belirleyeceğine inancı tamdır.
Her altı ayda bir bulunduğu cezaevi değiştirilen ve başka bir cezaevine gönderilen Demaçi ile dayanışma, özellikle yurt dışından sürüyor..
Kısa açıklamalar:
1) Romanı 1987’de Almanca dilinde yayınlanan Demaçi ile dayanışma için B.Almanya’daki bir komiteye başvurulup ayrıntılı bilgi alınabilir.
Adres:
Âdem Demaçi Komitee, Postfach 101371, 4630 Bochum/Almanya
2) Şu adreslere protesto mektubu, kartları ve telgrafları gönderilebilinir:
Predsedniston SFRJ Yugoslavya Sosyalist Federatif Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanlığına

Kavganın Şafağı
(Oda Yayınlan, 1980, İvan POPOV, 342 sayfa, Çev: Hikmet Vardar)
Semra ULUSOY
“Tek bir roman okuyarak, bir şiiri ezberleyerek sosyalizme adım atmış birçok insan vardır. Birçoğumuz Jack London’ın “Demir Ökçe”sinde, kendimizi bu mücadeleye atılmak zorunda hissetmemize yol açan bir şeyler bulmuştur. Ostrovski, “Ve Çeliğe Su Verildi”de bize devrimci mücadelenin sayısız acılarını, sonsuz fedakârlık ve cesaret isteyen çetin yolunu, fakat aynı zamanda zafere ulaşmak isteyen bir işçi için bütün bunların ne kadar kolay katlanılır şeyler olduğunu da göstermiştir.” (P. Bayrağı 19, Eylül 1979). Bu değerli devrimci yapıtlara hepimizin bildiği daha nicelerini ekleyebiliriz: Ana, Nasıl Yapmalı, Çimento vb. Bunların arasına bir yenisini daha eklemek gerek. 1980 yılında ilk kez dilimize kazandırılmış, fakat nasıl olduysa gözlerden kaçmış, pek tanınmamış. Kitabı tanıyan herkesin ilk söylediği söz bu oluyor. Kitabın tanınması geç kalmış olabilir, ama teslimiyetin ve tasfiyeciliğin yaşandığı bir dönemin ardından kitabın okunması şimdi daha da önemli.. Çünkü yenilgi döneminin ve tasfiyeciliğinin yarattığı devrim karşısında şüpheci, güçsüz, tövbekâr, devrimden yorulmuş, yasal rahatlığa dönme özlemi içinde, pasifist anlayışlara ve sapmalara karşı koyusun ve başkaldırmanın bir destanıdır bu kitap…

“Çarın bakanı Stolipin’in kanlı rejimi…
1907 devriminin başarısızlığından sonra işçi hareketi amansızca bastırılıyor… Küçük burjuva entelektüel unsurlar yüreksizlik ve teslimiyet içinde… Menşevikler ve Likidatörler duruma egemen görünüyor… İşte bu sırada Lenin’in öğrencileri binlerce kurban verme pahasına ayağa kalkıyor. Legaliteye ve teröre karşı oportünistlerin hilelerini ortaya serip, devrimci güçleri yeniden toparlıyor, partiyi yeniden kuruyorlar…
Yeni bir devrimci ilerleyişin sabahındadırlar artık.
KAVGANIN ŞAFAĞI sökmek üzeredir.”
İvan Popov’un bu kitabını basan Oda Yayınları kitabın tanıtımını bu sözlerle yapmış.
Kitabın esas kahramanı Pavel. Pavel sürgünde. Çeşitli zorluklarla ülkesine gizlice geri dönüyor. Yenilgi sonrası çok şey değişmiş ama… Eski yol arkadaşlarının bazıları pasifizmin, parlamentarizmin batağına batmışlar. Yenilginin nedenlerini illegal mücadeleye bağlayarak legal mücadele çağrıları yapıyorlar. Bir burjuva gazetesinde köşe yazısı yazmak, hükümetin ileri gelenleriyle “işçi hakları” konularında görüşmeler yapmak ve ortamı “demokratikleştirmek” onlar için yeterli!
Bir grup ise kitlelere güvensizlikleri nedeniyle bir avuç kişiyle silahlı eylem yapma yanlısı. Bolşeviklerin kitleleri harekete geçirme taktiklerini pasifist olarak suçluyorlar. Her ikisinin amacı da partiyi yıkmak, dağıtmak ve yok etmek.
Tüm bu çabalara karşın Bolşevikler, Lenin’in öğrencileri parti örgütlerini yeniden oluşturmak, kitlesel hareketleri başlatabilmek için her türlü işletmelerde faaliyetlerini başlatıyorlar. Polisin saldırısı vız geliyor onlara. İşçilerin hiçbir sorununu küçümsemeden, ama sanki en büyük sorun oymuş gibi sosyalizm mücadelesinin önüne geçirmeden eylemler örgütlüyorlar.
En zor koşullarda, en azgın baskı ve saldırılar karsısında dahi demokratik merkeziyetçilik ilkesini savunuyorlar ve uyguluyorlar. Her dönemde eleştiri-özeleştiriyi yaşama geçiriyorlar. Burjuvazinin kendilerine sunduğu her türlü olanağı reddederek kayıplar vermek pahasına Lenin’in, Stalin’in öğretileri ışığında parti konferansını toplayıp kavganın şafağını müjdeliyorlar…
Kitabın salt bir roman gibi okumak olası değil. Hele bizim gibi 1980-12 Eylül yenilgisini yaşayan bir ülkenin devrimcileri için ise hiç olası değil. Teslimiyete karşı direniş, kişisel çıkarların öne çıkarılması yerine fedakârlık, Menşevik “birlik” teorileri yerine Bolşevik ilkeli birlik çalışmaları… Her türlü gerici bombardımana karşı yılmaz kararlılık, Lenin’in, Stalin’in partiyle ilgili düşünceleri… Pavel’in, Sonya’nın, Klavdi’nin, Şuafistov ve benzerlerinin mücadelesi, Lefertovski’nin, Blagov’un, Vikenti’nin, Syivaskin’in teslimiyetçi tavrı… Menşeviklerin yanındayken Bolşeviklerin tavrı karşısında devrimde yerini alan özlü kişiler. Tüm bunları biz de yaşamadık mı? Yaşamıyor muyuz, daha da yaşamayacak mıyız?
Ben devrimci bir kadın olarak roman boyunca sürgünde elinden geleni esirgemeyen bir Marya Federovna, Klavdi Sonya olmayı düşledim. Yılmayan kişiliklerini özümlemeye çalıştım. Her devrimci arkadaşın romanın bir köşesinde mutlaka kendini bulacağını, çevresini, mücadelesini bulacağına inanıyorum.
Romanda altını çizdiğim çok yer var. Bazı yerleri birkaç kez çizdim. Örneğin “Ağlayarak yaşamaktansa, şarkı söyleyerek ölmek yeğdir” (s. 174). “Onları -direnen insanları- acıları, umutsuzlukları, haksızlığa uğradıkları için seviyor değildim. Tam tersine neşeli umutları, cesaretleri ve çözülmez kahramanlıkları için seviyordum, (s.188). “Dinle Pavel, buraya gökyüzünden ukala bir likidatör düştü. “Eski parti artık yaşamıyor, o ömrünü doldurdu! Leninistlerle birlik olmak ölüyü diriltmek demektir. Biz illegaliteyi tarihsel bir kalıtım olarak tarihe gömmeliyiz” dedi. Dayanamadım, ayağa kalktım ve bir sol patlattım.” (s.385).
“Hayır, Vasili, sen şu anda gücümüzü ortadan kaldırmamızı istiyorsun. Gericiler işte bizi bu yüzden dağıtamıyorlar, tutuklamalar, yakalamalar bu yüzden işe yaramıyor. Çünkü bizim örgütümüzde hem demokrasi, hem de merkeziyetçilik var. Ama eğer biz şimdi tutar da kendi kendimizi seçersek demokrasinin ne anlamı kalır?” (s.302)
“Bizi gömdüler!” diye bitirdi Şurabstov. “Ama biz yine de sarsılmaz bir güven ve sıkı bir yüreklilikle, bıkmadan, yorulmak nedir bilmeden onların, sömürü düzenleri için mezar kazacağız!” (s.432)
Karanlık günler arkamızda kalmıştı. Gece bitmişti artık. Önümüzde açık, sonsuz caddeler uzanıyordu.
EVET SÖKÜYORDU, SÖKÜYORDU KAVGANIN ŞAFAĞI!

İşkence İle Katledilişinin 16. Yıldönümünde İbrahim Kaypakkaya’yı Anarken…
Türkiye işçi sınıfının kendisi için sınıf olma sürecinin ivme kazandığı 1970’li yıllarda yaşanan ve yaşandığı tarihlere sığmayan önemli günleri var Türkiye Devrimci Hareketinin… Birbirlerine benzerlikleri var bu üç “gün”lerin… En önemli benzerlikleri, Türkiye işçi sınıfına ve halkına, devrim mücadelesinde kendi ayakları üstünde durmayı öğretmelerindeki katkıları… Bu üç “gün”de, bugün Türk ve Kürt halklarının bütün fertlerince tanınan ve bu “gün”de simgelenen üç kahramanı var. “Biz buraya, dönmeye değil ölmeye geldik” derken
Mahir, idam sehpasının altında ‘.’Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!” derken Deniz ve işkence altındayken “Esasen biz komünistler…” diye başlayan ifadesiyle İbrahim akla geliyor: İbrahim Kaypakkaya..
Tümü genç yaşında ölen ama gençlikleri, ölümsüzleşmelerini engellemeyen üç devrimci… Doğum tarihlerinden çok, düşünceleri ve tutumlarıyla simgeleşmiş üç insan… Bu üç insanın kavga arkadaşları ve yüz binlerce sürdürücüleri…
Bu üç gün ile Türk ve Kürt devrimciler ayrı ayrı ve çok önemli şeyler öğrenmiş. Bunlardan öğrenilenler örnek teşkil etmiş ve günümüze kadar tüm devrimcileri etkilemiş, tavırlarına damgasını vurmuş.
Artık yoldaşları için kendini feda eden her devrimcide Mahir ve arkadaşlarının; darağacında titremeden devrim sloganlarını haykırarak sandalyeyi tekmeleyen her militanda Deniz ve arkadaşlarının ve yoldaşlarını, örgütünü ve devrimci onurunu korumak için işkencede baş eğmeyen ve bu uğurda ölümü kucaklayan her insanda İbrahim Kaypakkaya’nın bir parçası var. Devrimciler, tavırlarında, Marksist teorinin yanı sıra onlardan da esinleniyorlar, onlardan da güç alıyorlar.
Görüşlerine, siyasi çizgisine katılınsın ya da katılınmasın İbrahim Kaypakkaya’nın polis işkencesindeki tavrı, Türkiye devrimci hareketi için yeniliktir. Kuşkusuz daha önceleri de bir çok devrimci işkence gördü ve işkenceye karşı devrimci onurunu korudu. Ancak hiçbir devrimcinin tavrı İbrahim Kaypakkaya’nın tavrı gibi kalıcı ve öğretici olmadı. Onun tavrının kalıcılığında, “71 Devrimciliği”nin sınırsız coşkusunun ve ’71 devrimciliğinin ilk kez bu kadar açık bir biçimde düzenle kendi arasında sınır çizmesinin rolü var. Bu, tüm devrimcileri derinden etkileyen bir faktör. Ancak, İbrahim Kaypakkaya ile, ilk kez, bir örgütün kurucusunun işkence sonucu ölümüne tanık olunuyor. İbrahim Kaypakkaya, örgütü TKP/ML-TİKKO ile ilgili tek bir somut bilgi vermeden işkencede öldürülüyor. Diyarbakır işkence hanelerinde 3 ay süren işkenceye karşın polis ve MİT, İbrahim Kaypakkaya’nın ağzından örgütü ile ilgili tek bir söz bile alamıyor. İbrahim işkence tezgâhını, işkencecileri çileden çıkarmanın ve devrim davasını savunmanın bir kürsüsü haline getiriyor:
“Esasen biz komünistler görüşlerimizi gizleme gereği duymayız. Ne var ki örgütümüzle ve yoldaşlarımızla ilgili bilgi vermeyi onursuzluk sayarız. Bu nedenle ne zaman ve kimin aracılığıyla örgüte girdiğimi söyleme gereği duymuyorum…” Bu ve buna benzer sözler İbrahim Kaypakkaya’nın son sözleri oluyor. Bu sözleri ve tavrıyla O, Türkiye devriminin bir parçası oluyor, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde bir onur simgesi haline geliyor.
Tarih, 18 Mayıs 1973…
Marksist-Leninist bir harekelin militanının işkencedeki tavrı, İbrahim Kaypakkaya ve onun gibi tavır alanların tavrı olmalıdır.

Mayıs 1989

1 Mayıs ve İşçi Hareketi:

“işçiler 1 Mayıs’ta aydınlığa ve bilgiye kavuşmalarını, bütün baskılara, bütün zulümlere bütün sömürülere karşı ve sosyalist bir toplum için mücadelede kardeşçe bir birlik oluşturmalarını kutlarlar. Bütün çalışanlar, emekleriyle zenginleri ve soyluları besleyenler, çok az bir ücretle çok yorucu işlerde hayatlarını harcayanlar, kendi emeklerinin ürünlerin hiçbir zaman tadamayanlar, uygarlığımızın lüksü ve ihtişamı ortasında yük hayvanları gibi yaşayanlar, hepsi, işçilerin kurtuluşu ve mutluluğu uğruna savaşmak için ellerini uzatıyorlar. Kahrolsun farklı milliyet ya da farklı inanışlık işçiler arasındaki düşmanlık. Bu düşmanlık yalnızca, proletaryanın bilgisizliği ve dağınıklığıyla yaşayan yağmacıların ve zalimlerin işine yarar. Yahudiler ve Hıristiyanlar, Ermeniler ve Tatarlar, Polonyalılar ve Ruslar, Finliler ve İsveçliler, Letonyalılar ve Almanlar; hepsi, evet hepsi, sosyalizmin ortak bayrağı altında birlikte yürüyorlar. Bütün işçiler kardeştir ve bunların sağlam birliği, bütün çalışan ve ezilen insan türünün refah ve mutluluğunun tek güvencesidir. 1 Mayıs’ta, bütün ülkelerin işçilerinin bu birliği, uluslararası Sosyal-Demokrasi, güçlerini yeniden gözden geçirir ve özgürlük, eşitlik, kardeşlik için daha sürekli ve sapmaz bir mücadele için gücünü toplar.” (Lenin, Toplu Eserler, cilt 8)

4 Mayıs 1886 Chicago Highmarket alanı:
Bir gün önce kereste fabrikalarındaki grev sırasında polisin işçilere ateş açmasını ve 4 işçiyi öldürüp birçoğunu yaralamasını protesto etmek için binlerce işçi toplanmış, 1800’lerin ikinci yarısında Amerika’daki hızlı sanayileşmenin yükünün kendi omuzlarına yıkılmasına, fiziki ve moral olarak tüketici çalışma koşullarına karşı mücadeleye devam edeceklerini ve 8 saatlik işgünü hakkını kazanmaktaki kararlılıklarını haykırıyorlar. Burjuvazi işçilerin kitlesel gösterilerinden ürkmüş. Sınıfın kendi gücünün bilincine varmasını ve sosyalizmin işçiler arasında yayılmasını önlemek için saldırıya hazır. Polisler alam sarmış silahlarını çekmiş. Miting sırasında önce bombalar patlıyor, sonra polis işçiler üzerine ateş açıp dağıtmaya çalışıyor. Pek çok yaralanan ve ölen var. Bir yandan da tutuklamalar sürüyor, işçi önderleri, gazeteciler, yazarlar tutuklanıp yargılanıyor. Ve işçilere gözdağı vermek için 4 işçi önderi idam ediliyor.

1 Mayıs 1977 İstanbul Taksim alanı:
Yüz binlerce İşçi Mücadele, Birlik ve Dayanışma gününü kutlamak, artık bir düş olmaktan çıkan sosyalizme ulaşma yolunda burjuvaziye gücünü göstermek için sabahın erken saatlerinden itibaren fabrikalardan, işçi semtlerinden Taksim alanına akıyor. Alan aydınlık yarınlara güvenle bakan yüz binlerce işçinin coşkusu ile çalkalanıyor. Revizyonist sendika ağalarının sınıfın birlik ve dayanışma gününde bir grup devrimciyi bu coşkuya katmama çabaları boşa çıkmak üzere. İşçiler gelen korteje yol vermek için açılmaya başlıyor. Tam bu sırada önce iki el silah sesi duyuluyor. Aynı anda sular idaresi üzerinden, İnter Continental otelinden, Pamuk Eczanesi üzerinden alana yaylım ateş başlıyor. Panzerler kalabalığın içine ateş açarak, su sıkarak, dalıyor. Alanda çıkan kargaşalık, açılan ateş ve panzerlerin ezmesi sonucu 34 kişi ölüyor, onlarcası yaralanıyor. Ve yine insan avı başlıyor, tutuklamalar birbirini izliyor.
Aradan neredeyse yüzyıl geçmiş olmasına rağmen burjuvazinin tavrında bir değişiklik yok. Dün Chicago’da önce bomba atıp bu bahaneyle işçilere saldıran burjuvazi ile, 1977’de iki el silah atarak saldırı işaretini veren burjuvazinin karakteri esas olarak aynı. Emekçilerin yükselen mücadelesini kan ve ateşle bastırmak, gözdağı vermek ve “gücü”nü kanıtlama çabası. Ne dün Chicago’da bombayı atanlar bulunabildi, ne de Taksim’de iki el ateş edenler. Suçlular burjuvazinin has adamlarıydılar çünkü.
Fakat bu saldırılar emekçi sınıfların mücadelesini engelleyemedi. Chicago’lu işçilerin açtığı 8 saatlik işgünü bayrağı dünyanın diğer ülkelerinde de yükseltildi ve çok geçmeden gerçekleşti. Proletaryanın mücadelesi burada durmadı. Daha ilerilere, sınıfsız, sömürüşüz toplumun kurulmasında ilk adım olan sosyalizme ulaştı. Önce Sovyetler Birliği’nde, ardından Doğu Avrupa ve Arnavutluk’ta kurulan proletarya iktidarları sosyalizmi düş olmaktan çıkardı. Sovyetlerde ve Doğu Avrupa’daki geri dönüşe ve emperyalizmin tüm çabalarına rağmen Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da, Latin Amerika’da ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri gelişiyor ve güçleniyor.
Burjuvazi için 1 Mayıs’lar önem taşıyor. Onlar için 1 Mayıs kendi egemenliklerinin, yaratanların emeğine el koymalarının, sömürülerini devam ettirmelerinin sonsuza kadar sürmeyeceğinin göstergesi çünkü.
Sırtından milyonlar kazandığı, kendi çıkarları için savaşlara sürüp kırdırdığı, yoksulluğa, açlığa mahkûm ettiği, zindanlara attığı,  doğrulmaya çalıştığında kan ve ateşle bastırmaya çalıştığı ezilenlerin ayağa kalkışının göstergesi. Kendisinin ve sömürüye dayanan düzeninin yok oluşunun, birleşen ve mücadeleye atılan
emekçi kitleler ve proletarya karşısında güçsüzlüğünün göstergesi.
Burjuvazi bu yüzden 1 Mayıs’ların kutlanmasını baskı ve provokasyonlarla engellemeye çalışır.
Engelleyemediğinde ise işçi sınıfının içindeki uzantıları olan revizyonistleri ve sarı sendika ağalarını yardıma çağırarak devrimci özünü boşaltıp resmigeçit törenleri haline getirmeye çaba gösterir.
Proletarya için 1 Mayıs’ın önemi ise onun sınıfsız ve sömürüşüz bir dünyaya gidişinde bütün ülkelerin isçileri ve ezilen halklarla dayanışması ve mücadele günü oluşundadır. Bütün milliyetlerden ve uluslardan işçiler aynı ruhla ve coşkuyla her türlü baskı ve sömürünün yok olduğu, kendi emeklerine kendilerinin sahip olduğu günlere ulaşma yolunda ilerlerken güçlerini topladığı ve bu hedefe bağlı olarak bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini yükselt bir gündür.

İşçi sınıfı 1 Mayıs’ı kitle eylemleriyle karşılıyor
Yüzde 76’larda seyreden enflasyonun yoksulluğa ve açlığa mahkûm ettiği işçiler, ücretlerinin arttırılması talebiyle fabrikalarda, tersanelerde pasif direnişlerle başlayan mücadelelerini sokağa taşıdılar. Sadece İstanbul’da değil, birçok kentte üretimi durduran eylemler yaygınlaşıyor. Eylemlere çeşitli biçimlerde katılan işçi sayısı yüz binleri buluyor.
Eylemlerin sınırını toplumsal meşruluk çiziyor. Daha bir sene önce yemek boykotları mevcut yasalarca yasak sayılırken, bugün dört-beş bin işçinin saatlerce slogan atarak yürümesi yasalarla sınırlanamıyor. Hâkim sınıflar, emekçilere, devrimci ve demokratlara azgınca saldırdıkları, mücadeleyi gerilettikleri dönemde çıkardıkları yasaları önemli ölçüde işletemez duruma gelmişlerdir. Eylemlerin kitleselliği ve kararlılığı yasa tanımıyor. Polisin gösterilere müdahale etme çabası işçilerin kararlılığı nedeniyle sonuçsuz kalıyor.
Eylemlerin gelişme süreci sınıfın yaratıcılığını kullanarak yeni eylem türleri geliştirdiğini gösteriyor. Sakal bırakma, yemek boykotu ve alkışlarla başlayan protestolar çıplak ayakla, sessiz yürüyüşlere oradan da kitle gösterilerine, dönüştü. Üretimi durdurma, kısa süreli de olsa sınıfın gündemine girdi. Dağınık işyerlerinde önce tek tek başlayan gösteriler giderek birleşme eğilimlerindedir. Önce Gölcük Tersanesi’nde başlayan eylem diğer tersaneler sıçradı. Aynı bölgedeki tersaneler bölgesel gösteriler yapmaya başladı. Diğer işkollarında da aynı gelişme izleniyor. Gösterilerde atılan genel grev sloganları merkezileşmenin devam edeceğinin işaretidir. İşçiler, ancak birleşik ve etkili bir mücadele ile taleplerini elde edeceklerini kavramaya başlamışlardır. Bu kavrayışın geliştirilmesinde Marksist-Leninistlere önemli görevler düşmektedir. Bugün ücretlerinin arttırılması, yaşam düzeylerinin yükseltilmesi talebiyle mücadeleye katılan geniş işçi kitlelerine işsizliğin, yoksulluğun, hayat pahalılığının baskı ve terörün esas kaynağının emperyalizme bağımlı ekonomik ve toplumsal yapı olduğu, bunlara son vermek için ücretli kölelik sistemine son vermek gerektiği kavratılmalıdır. Bu kavrayış bugün esas olarak ekonomik taleplerle başlayan eylemleri düzen karşıtı bir biçime yükseltecektir.
Eylemlerin kitleselliği yanında bir özelliği de kendiliğinden oluşudur. İçinde devrimcilerin ve
Marksist-Leninistlerin yer almasına ve mücadeleyi geliştirmek için ön saflarda olmalarına rağmen, artık hayatlarını devam ettiremez hale gelen isçilerin yaşam şartlarının düzeltilmesi için giriştikleri mücadele kendiliğindendir. Sınıfın ülkenin hemen her yanına yayılan eylemliliği, Marksistler için sınıfla birleşme yönünde yeni olanaklar açmaktadır. Bu olanaktan yararlanılabildiği ölçüde geniş işçi kitleleriyle sosyalist hareketin birleşmesi yolunda önemli adımlar atılacaktır.
Eylemler 600 bin kamu işçisinin sözleşmelerinin yenileneceği ‘89 yılının işçi ve emekçilerin mücadelesinin yükseldiği bir yıl olmasını engellemek için hâkim sınıflarla anlaşmalı olarak devamlı ertelenen eylem kararları ile işçileri oyalamaya çalışan sendika ağalarını da tehdit etmektedir. “Bizi satamazsınız;” diyerek kendi emeği üzerindeki pazarlıkta sendika ağalarının sınıftan kopuk ve onları çıkarları için peşkeş çeken toplu sözleşmeler imzalamalarına karşı çıkan işçilerin eylemlerinin yöneldiği hedeflerden biri de sendikaların başına çöreklenmiş, koltuk kaygısından başka bir şey düşünmeyen gerici, faşist reformist revizyonist ve sarı sendika ağalarıdır.
Türk-İş yönetimi ve diğer sendika ağalan hükümetin verdiği rakamlarla sözleşmeleri imzalamaya çoktan hazırlar. Daha birkaç ay önce bundan daha düşük artışlar sağlayan toplu sözleşmelere imzayı bastılar. Bugün imza atamamalarının nedeni sınıfın onları zorlaması ve eylemlerinin bir yönünün de kendilerine yöneldiğini görmeleridir. Birçok toplu sözleşme sırasında eyleme hazırız diye sendikanın işaretini bekleyen işçiler bu kez sendikaları beklemeden kendileri eyleme geçerek sendikaları bu eylemlerde yer almaya zorlamışlardır. Sendikalar fabrikalarda alınan eylem kararlarına uymak zorunda kalmışlardır.
Sendika ağaları “eylemlere Türk İş ve hükümet görüşmeleri sonuçlanıncaya kadar ara verme kararı” aldılar ve uygulatmaya çalıştılar. Bu çok bilinen ve bundan önce de defalarca kullanılan oyalama taktiğidir. 1987’de tabandan gelen zorlamalarla genel grev sözünü ağzından düşürmeyip “biz yapacağız”, “kurullarda görüşeceğiz” diye zaman kazanarak potansiyeli düşürmeye çalışanlar bugün yine kapalı kapılar ardında işi bitirmek için işçileri pasifize etmeye çalışıyorlar. Sorun sendika ağalarının ve Özal’ın iddia ettiği gibi masada değil eylem alanlarında çözülecektir. İstenilen hakların elde edilmesini ancak işçilerin kararlılığı sağlayabilir. Masa başındaki bunun sadece tescil edilmesidir.
Anlaşmazlıktaki iki taraf işçilere hâkim sınıflar ve onların devleti hakkında bir görüş açısı kazandırmaktadır. Bir yanda bütün değerleri yaratan sınıf öte yanda devletin maaşlı adamları olan hükümetten aldıkları direktifleri yerine getiren Kamu İşveren sendikaları temsilcileri. Devletin herkesi temsil ettiği, sınıflar arası uyumun bir aracı olduğu, bütün vatandaşlarının mutluluğu için çalıştığı safsatalarının gerçek anlamı bu eylemlerle bir daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Kamu İşyerleri doğrudan devletin işyerleridir. Yayınladıkları bilançolarda parlak laflarla nasıl kârlılığa geçtiklerini ve ne kadar çok kâr ettiklerini anlatıyorlar. İşçilerin yoksulluğu ve açlığı pahasına gerçekleşen bu karlar işçilerin yaşam koşullarını düzeltmeye gitmediğine göre nereye gidiyor? Kamu işyerlerinde işçilerin yarattığı değer burjuvazinin kârlarına kâr katmak için onlara aktarılmaktadır. İşçi ve emekçilerin alım güçleri gittikçe düşerken kapitalistler milyarlarına milyar katmaktadırlar. Şimdi “insanca yaşam”, “9 yılın ücret kayıplarının giderilmesi”, “anti-demokratik sendikalar yasası değişsin” talepleriyle mücadele eden işçi sınıfının karşısına doğrudan hükümet ve onun direktifleri ile hareket eden Kamu İşveren Sendikaları temsilcileri çıkıyor. Sınıf devletin ve onun kurumlarının kime hizmet ettiğini kendi deneyleriyle kavrıyor.
Sınıfın hareketliliği sendika ağalarının engelleme ve pasifize etme telaşına rağmen 1 Mayıs’a doğru yükselmeye devam ediyor. Çeşitli biçimlerde eylemlere katılan işçi sayısı, bir günde yüz binleri buluyor. “Bahar bayramı” ayılarak unutturma. “Provokasyon olur” diyerek korkutma çabalarına “1 Mayıs bizim bayramımızdır.” “1 Mayıs’ı 1 Mayıs alanında kutlayacağız” diyen tersane işçileri, tekel işçileri. Yol işçileri. Yol işçileri, metal işçileri, deri işçileri en iyi cevabı veriyor.
Üretimi durdurarak alanlara çıkmak ve 1 Mayıs’ı mücadele günü olarak kutlamak isteyen işçilerin karşısına hâkim sınıfların yanında yasal sınırlar içersinde resmigeçit törenleri biçiminde kutlamak isteyenler çıkıyor. Eylemlerin ve mücadele gününün çeşitli biçimlerde ana esas olarak ruhuna uygun biçimde kutlanılmasının engellenemeyeceği anlaşılınca Ecevit’inden Baykal’ına, İnönü’sünden Demirel’ine. Halit Narin’inden Anayasa Mahkemesi başkanına kadar herkes kutlama tartışmalarına katılmaya başladı. Bu konudaki demeçler her gün gazetelerin sayfalarını süsler hale geldi. Ecevit ve Halit Narin aynı mantıkla karşı çıkıyor. Narin “1 Mayıs Türkiye açısından hiçbir sosyal değer taşımıyor” derken, Ecevit “Türkiye işçi hareketinin kökeninde 1 Mayıs’la tarihsel bir bağlantısı yoktur” diyerek onu onaylıyor.
Şevket yılmaz ise “Neyin bayramını yapıyoruz? Şu dakika açız diye bağıran işçinin 1 Mayıs’ta bayram yapmasını kafam almıyor” diyerek eski şarkılarına devam ediyor; “yönetim kurulunda tartışacağız, düşüneceğiz.”
Bu şarkının çoktan eskidiğini ve modasının geçtiğini, işçilerin tartışma değil eylem istediğini Şevket Yılmaz anlamamış görünmeye devam etmek istiyor. Çünkü koltuğu sallanmaya başladı. Bir yandan tabandan yükselen sendika ağalarına muhalefet, öte yandan başında sallanan hükümetin “emekli sendikacıların görev yapmasını önleyen yasa tasarısı” kılıcı Şevket Yılmaz’ı sıkıştırıyor. Eylemleri engellemeye çalışsa işçilerin onu koltuğundan etme tehlikesi var, etmese hâkim sınıfların. Ama o tercihini hâkim sınıflardan yana çoktan yapmıştır. Bu nedenle işçilerin resmigeçit töreni yapmak değil mücadele etmek isteğini onun kafası almaz.
İşçilerin 1 Mayıs’ı kutlama konusundaki kararlılığı bir grup sendikacıyı da harekete geçmek zorunda bıraktı. 7 sendika Hürriyet Meydanı’nda miting için yasal izin almaya çalışıyor. Yasal miting alanı olmaması, mitingin Taksim alanından Hürriyet Meydanı’na kaydırılmasına bir gerekçe olamaz. Taksim Alanı 1 Mayıs’la bütünleşmiştir. İşçiler bunun yasal gerekçeler ardına gizlenilerek unutturulmasına izin vermeyeceklerdir. Yürüyüşlerde atılan “1 Mayıs 1 Mayıs alanında” sloganları bunun göstergesidir.
İşçi sınıfı üretimi durdurarak, yasakları kırmaya çalışarak, 1 Mayıs alanında olarak, akşam iş çıkışlarında kitle gösterileri yaparak 1 Mayıs’ı kendi sınıf onuru ve sınıf güçleriyle kutlamaya, diğer ülkelerdeki sınıf kardeşlerine mücadele alanlarından selam göndermeye hazırlanıyor. Bunun için işçi komiteleri kuruyor, örgütleniyor. Yaşam koşullarının düzeltilmesi, gerici sendikalar yasasının değiştirilmesi, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, Kürt ulusunun üzerindeki ulusal baskının kaldırılması, kendi kaderini özgürce tayin edebilmesi, işkence ve terörün sona erdirilmesi, zindanların boşaltılması, ücretli kölelik düzeninin yıkılması talepleriyle mücadelelerini yükseltiyor.

1 Mayıs’ın Tarihçesi
Kapitalizmin hızlı gelişmeye başladığı Amerika Birleşik Devletleri’nde 1860’larda 8 saatlik işgünü mücadelesi yükselmeye başladı. 1866’da Chicago’da toplanan Amerikan İşçi Sendikaları Federasyonu 8 saatlik iş gününün yasallaşması için 1 Mayıs’ta genel grev ve gösteriler yapılması kararını aldı. New York, Philadelphia, Chicago vb. sanayi şehrinde yüz-binlerce işçi genel greve katıldı. En önemli sanayi şehirlerinden biri olan Chicago gerek 80.000 işçinin genel greve katılması gerekse büyük kitlesel gösterilerin düzenlenmesi ile mücadelecin merkezi haline geldi.
3 Mayıs’ta Mc.Cormick fabrikasında grev kınaların protesto edilmesi sırasında polis işçilere ateş açtı. Ölenler yaralananlar oldu.
“Ertesi gün sendikalar polisin saldırganlığını protesto etmek için High-market alanında bir gösteri düzenlediler, Miting atanında önce bombalar patladı, sonra polis işçilerin üstüne ateş açtı. 4 işçi öldü, pek çoğu yaralandı. Olaylara neden olduğu gerekçesiyle sekiz yazar ve sendikacı tutuklandı. Albert Persons, August Spiens, Adolp Fischer, George Engel ölüm cezasına çarptırıldı. 11 Kasım’da idam edildi.
Amerika İşçi Federasyonu 1888’de 8 saatlik işgünü kabul edilinceye kadar her yılın 1 Mayıs’ında grev yapılması kararını aldı. Belçika, Almanya, İngiltere ve Fransa’daki işçi sendikaları da karara katılacaklarını ilan etliler. 1889’da II. Enternasyonal’in Paris’te toplanan 1. Kongresi’nde 1890 1 Mayısı’nda Amerikan İşçi Sendikaları Federasyonu’nun yapacağı genel grevin bütün ülkelerde uygulanması kararını aldı. 1891’de ise 2. Kongrede 1 Mayıs işçilerin Mücadele Birlik ve Dayanışma günü olarak her yıl kutlanılması kararlaştırıldı.
1890 yılından itibaren 1 Mayıs bütün ülkelerde proletarya tarafından yasal ya da yasa dışı yollarla kutlanıyor.
Ülkemizde 2. Meşrutiyet döneminin ilk yıllarında Üsküp (1909), Selanik (1911), İstanbul (1912) gibi sanayinin geliştiği şehirlerde işçi derneklerinde toplantılarla kutlanmaya başlayan 1 Mayıs, 1920’lerde kitlesel olarak kutlanmaya başlandı. 1921’de işgal altındaki İstanbul’da Şirket-i Hayriye’ye, Haliç Tersanesi ve Tramvay işçileri 1 Mayıs’ı aynı zamanda anti-emperyalist niteliğe bürünen gösterilerle kutladılar.
1922’deki 1 Mayıs gösterileri Türkiye İşçi ve Çiftçi Partisi, Türkiye İşçi Derneği, Beynelmilel İşçiler İttihadı, Türkiye Sosyalist Fırkası, Ermeni Sosyal Demokrat Fırkası’ndan oluşan bir komisyon tarafından düzenlendi. Komitenin çağrısı üzerine Şirket-i Hayriye, Haliç Şirketi, Tramvay ve Tünel kumpanyaları, Seyrü Safain İdaresi işçileri uluslararası işçi marşları eşliğinde Pangaltı’dan Kâğıthane’ye kadar yürüdüler.
1923’te katılım daha büyük oldu. İşçiler bayraklarla Sultanahmet’e kadar yürüdüler.
İzmir İktisat Kongresi’nde 1 Mayıs İşçi Bayramı olarak kabul edilir. Fakat Kemalist Hükümet bu kararın üzerinden henüz bir yıl geçmişken 1924’te 1 Mayıs gösterilerini yasaklar. Bu yıllar Kemalist Diktatörlüğün kurulduğu, işçi ve emekçi sınıflara düşman yüzünün iyice açığa çıktığı yallardır.
Bundan sonra bahar bayramı ilan edilerek unutturulmaya çalışılan 1 Mayıs, ancak 1976’da İstanbul’da kitlesel olarak kutlanabilmiştir.

İşçi Sınıfı ve Emekçilere
Bizler, değişik işkollarından sınıf bilinç ve temsilci işçiler olarak, 1 Mayıs’ı, sınıfımızın onuru ve özgücüyle kutlama kararlılığını hayata geçirmek için, 1 MAYIS İŞÇİ KOMİTESİ’ni oluşturduk.
Ekonomik-demokratik ve siyasi haklarımız için, sermayeye ve sömürü düzenine karşı yürüttüğümüz mücadeleyi, 1 Mayıs günü; üretimden gelen gücümüzü kullanarak üretimi durdurmaya ve 1 Mayıs Alanı (Taksim)’nda toplanarak, tüm dünya işçileriyle dayanışma içinde ortak sese katılmalıyız. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için 1 MAYIS’TA BİRLİK, DAYANIŞMA ve MÜCADELE’ye. Tüm işçileri, emekçileri; ilericileri, devrimcileri, 1 Mayıs İşçi Komitesi’yle birlikte hareket etmeye çağırıyoruz.
1 Mayıs İşçi Komitesi

Latin Amerika’nın Che’si Türkiye’nin Deniz’i vardı.

Hasan Ataol: 70’lerde THKO üyesi. Jandarma Genel Komutanı’nı kaçırma girişiminden dolayı müebbet hapse mahkûm edildi. 10 yıl hapis yattıktan sonra tahliye oldu. Şu an çevirmenlik yapıyor

Özgürlük: Hasan, Deniz’lerin öldürülmesinin 17. yıldönümü. Sen, idamlar öncesinde onlarla uzun zaman birlikte olmuş, THKO’nun çeşitli etkinliklerinde onlarla yoldaşlık etmiştin. Şimdi geriye baktığında yoldaşların hakkında neler söylemek istersin?
H. Ataol: Evet, aradan 17 yıl geçti. Ama onlar bugün bile yanımda, öylesine insan, kararlı, sıcak, güvenilir, özverili kişilerdi ki, anlatmak mümkün değil. Devrimci olmalarında da bu kişiliklerinin büyük bir rolü olmuştur herhalde. Bir yandan dünyayı değiştirmeye soyunmak, bunun için olabildiğince, cesaretle mücadele vermek, bu arada da aslında bir döneme yön veren kişiler oldukları halde sanki bütün bunları yapan onlar değilmiş gibi, sıradan insanlar gibi davranabilmek. Sanırım bunu gerçekleştirebilmek pek kolay olmasa gerek. Hiçbiri, kendini göstermek için herhangi bir çaba göstermedi. Sadece inandıkları dava için verebilecekleri her şeylerini verdiler. Zaten bunu hayatlarını vererek kanıtladılar. Kararlılıklarını, cesaretlerini, özverilerini ve insanca duygularını sadece ölürken değil, bildiğim yaşamları süresince görebildiğim kadarıyla tüm davranışlarında gösterdiler.

Özgürlük: Kişiliklerinden söz eder misiniz?
H.Ataol: Sinan, Hüseyin, Alpaslan ve diğerleriyle yaşadığım bazı olaylar var ki, eminim ancak öldüğümde bunları unutmam mümkün olur. Diyebilirim ki, yaşlarının ve tecrübelerinin çok üstünde beceri ve değerlere sahiptiler. Bunu, insanlara önderlik ettiklerinde, birlik oldukları insanlarla günlük ilişkilerinde hep gösterdiler. Gerilla mücadelesi veriyorlardı ve bunun gerektirdiği birçok özelliğe kendiliğinden sahip gibiydiler. Banka soygunundan sonra yanlarına gittiğimde topun ağzında olan ve her zaman ölmeleri olası Deniz, Yusuf ve Sinan’ın kendi güvenliklerinden çok benimle ilgilenmeleri, onların her yerde her koşulda kendilerinden çok başkalarını koruma tutumlarının bir örneğiydi. Hüseyin’in cesareti, değişen durumlar karşısında anında karar verebilme yeteneği, 4 Amerikalı kaçırıldıktan sonraki tutumunda açık görülebilir. Amerikalılar kaçırıldıktan sonra kendi götürdükleri arabaya kaçırılan Amerikalılar, Amerikalıların arabasına ise Mete ile Hüseyin biniyor. Hüseyin, Amerikalıların arabasında önde, Denizler ise kaçırılan Amerikalılarla arkada giderlerken, Hüseyin arkadaki arabanın ayrılması gereken yerde sapmayıp kendi peşlerinden geldiğini görüyor. Oysa Denizler normal yerden sapmışlar. Arkadan gelen araba ise gecenin o saatinde Amerikan arabasının ne aradığını merak eden bir polis arabası. Ancak karanlıkta arabanın kime ait olduğunu anlamak mümkün değil. Geridekilerin Denizler olduğunu düşünen Hüseyin onları uyarmak için kendi arabasından inip öbür arabaya gittiğinde içerden tabancanın ağzına mermi sürüldüğünü far keder. Tabii ki kafasında şimşekler çakar ve hemen silahını çekip kıpırdamayın der. Çünkü kendi yoldaşları mermiyi tabancanın namlusunda taşırlardı. Polisler elde silah kalakalır. Hüseyin ise geri geri yürüyerek kaybolur gider. Kuşkusuz bütün bunlar saniyeler içinde olup bitiyor. Aynı Hüseyin bu olayları yaşadıktan sonra gittiği yer neresiyse ister bir üniversite kantini, isterse bir arkadaşın evi olsun hiçbir şey olmamış gibi yatar uyurdu. Kimse de o nereden gelir, ne yaptı bilemezdi. Hüseyin’in ne yaptığını bilmek için sırdaşı, yoldaşı olmak gerekirdi.

Özgürlük: THKO nasıl bir örgüttü?
H. Ataol: THKO, bir parti gibi görevleri yazılı olarak belirlenmiş insanların oluşturduğu bir örgütlenme değildi. Hani, toplumda yasalaştırılmamış teamülen uygulanan bazı kurallar vardır. THKO işte öyle bir şeydi. Aynı duyguları paylaşan, aynı amacı güden, birbirlerine alabildiğine güvenen, birbirlerini seven sayan insanların oluşturduğu dar bir arkadaş grubuydu. Kimin başta kimin sonda olduğu öyle kurallarla belirlenmemişti. Hiyerarşik bir sıra yoktu. Ama herkes yerini bilirdi. Deniz’in, Sinan’ın yanında ilk davranış onlardan beklenirdi. Sanki Hüseyin’in, Deniz’in ve giderek Sinan’ın, Yusuf’un ve Cihan’ın çerçevesinde “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz” şeklinde bir yumak oluşmuştu. Hüseyin, fiili örgütleyici ve önderdi; özellikle Sinan’ın ve Deniz’in büyük karizması vardı. Sinan büyük hatipti. Şunu içtenlikle söylüyorum, burjuva hatipleri dâhil, ben Sinan gibi nutuk atan, kitleleri etkileyebilen birini görmedim. ODTÜ işgal edildiğinde yaklaşık yarım saat süren konuşması sonucu öğrenci kitlesinden işgale devam kararını çıkartan Sinan’dır. Deniz’i söylemeye gerek yok, on binleri peşine takıp eyleme götürme yeteneği ortada. Kendiliğinden ortaya çıkan bir hiyerarşi vardı. Herkes yerini ve görevini bilir, yapması gerekeni yapar, bundan ilgili olanlar dışında kimsenin haberi olmazdı, Örneğin Amerikan büyükelçisi Commer’in arabasını yakanların başında Hüseyin vardı; ateşleyen oydu. Ama bundan dolayı ne tutuklandı, ne de sorgulandı. Çünkü kimsenin ruhu bile duymamıştı.

Özgürlük: Hiç övünme duyguları yok muydu?
H. Ataol: Arkadaşlarda kendini gösterme diye bir duygu yoktu. Sanki bu duygu onların yakınından bile geçmemişti. Birçok işlerin ortalık yerde sürdüğü bir ortamda, mütevazı ve sakin davranışları nedeniyle sarf edilen “şu Sinan artık vazgeçti” laflarını bile duydum. Ama o Sinan o günlerde banka soygunu planları yapıyordu. Gece eyleme çıkan Hüseyin kantin köşelerinde, gazetelerde onların yaptığı işten söz edilirken, her şeyden bihabermiş gibi sakin sakin otururdu. Çoğu kişi onu tanımazdı bile. Ancak onun niteliğini bilenler de, onun ağırlığı karşısında kendi davranışlarına çeki düzen vermek durumunda kalırdı.

Özgürlük: Gelelim sizin eyleme. Nasıl yaptınız, amacınız neydi?
H. Ataol: Biliyorsunuz, kısa bir süre önce Kızıldere olayı olmuştu. Tutuklamalar alabildiğine yoğunlaşmış, ortada kalanların büyük çoğunluğu ise sinmişti. Bizim eylemin bir yanı o anda sürdürmüş olduğumuz faaliyetin bir gereği, ama esas olan da arkadaşlarımızın idam edilmek üzere oluşuydu. Sadece bizde değil, genel olarak halkta ve özellikle de devrimci olanlarda idamlara karşı tepki oluşmuştu. Herkes bir şeyler yapmak arzusundaydı. Örneğin bizimle hiç ilişkisi olmayan kişiler kendiliğinden örgütlenerek, son anda bizi de bularak Bulgaristan’a uçak kaçırdılar. Ama bu doğrudan örgütlü olmayış, Bulgarların onları “ikna etmesi”yle sonuçlandı. Bize gelince, yukarıda söylediğim gibi aramızda kopmaz bağlar vardı. Eylemi açıklayabilmek için hangi duygular içinde olduğumuzu anlatmakta yarar var. Düşünebiliyor musun, bir grup arkadaş yola çıkmışsın. Sinan, Alpaslan ve Kadir dağda ölmüş. Cihan ile Ömer Kızıldere’de gitmiş. Diğerleri içeride. Deniz, Yusuf ve Hüseyin ise kesinlikle asılacaklar. Dışarıda kalan sadece biziz. O zaman düşünüyorsun, ben ne yapabilirim diye. Olanakların ölçüsünde de işe girişiyorsun. Ben eminim ki, aksi olsaydı, yani ben veya bir başkası içeride, onlar ise dışarıda. Deniz’lerin de aynı şeyi yapacaklarından adım gibi eminim. Belki başka bir şey yaparlardı. Ama mutlaka yaparlardı. Ancak onların tabii ki ayrı bir önemi vardı. Hareketin devamı için de gerekiyorlardı. İşte bu koşullarda eylem yapma kararı verdik. Para yok, gidecek yer yok, olanak yok vs. Ama kararımız kesindi, öyle ya da böyle mutlaka bir şey yapacaktık. İçtenlikle söylüyorum. O anda benim için önemli olan, hareketin devamının da ötesinde arkadaşlarımın asılıyor oluşu, benim de buna sessiz kalmamamdı. Yapacağımız iş askerlik bilgisi, gerilla bilgisi, cesaret, özveri gerektiriyordu. Tabii ki, bir Deniz’in bir Hüseyin’in becerilerine sahip değildik. Bunun bilincindeydim. Olanaksızlıklar da eklenince pek başarı umudum yoktu. Ama sessiz kalamazdık. Arkadaşlarımın asılmasını engelleyemedik. Gene de radyodan onların asıldıklarını dinlerken, içinde olduğum vicdani rahatlık acılarını biraz olsun dindirdi. Gazetelerde falan bizim eylem suikast diye nitelendirildi. Biraz askerlik bilgisi olan ve yansız düşünen biri, bunun suikast olmadığını kolaylıkla anlar. Bir kere elimizde çok güçlü silahlar ve bomba vardı. Otomatik silahla tarayıp bombaları da atıp kaçabilirdik. Ama Deniz’ler daha sağdı ve bizim amacımız ise onları kurtarmaktı. Suikast asılmalarını hızlandırmaktan başka bir işe yaramazdı. Biz ise generali kaçırıp Deniz’lere karşı rehin olarak kullanmak düşüncesindeydik. Sonuçta, amacımıza ulaşamadık. Arkadaşlardan Niyazi Yıldızhan öldü, Sefa yakalandı; biz de kaçtık.

Özgürlük: Niyazi Yıldızhan’dan söz eder misin?
H. Ataol: Aslında sadece Niyazi değil, orada hepimiz ölebilirdik. Kaldı ki, biz oraya birbirimizle vedalaşarak ölmeye gitmiştik. Baskın yaptığımız yer Çankaya’ydı. Cumhurbaşkanlığı köşküne en fazla 500 metre mesafedeydi. Etraf elçiliklerle doluydu. Bölgede olağanüstü askeri tertibat vardı. Ama arkadaşların idam edilecek oluşu bize bir şeyler yapmayı öylesine dayatmıştı ki, her şeyi göze aldık.
Kaçırma girişimine silahlı karşı koyuş oldu ve çatışma çıktı. Bil ayrı ayrı yerlere düştük. Bu arada ben vuruldum. Niyazi ayrı yerde olduğu için onların orada olanları bilmiyorum. Sonradan öğrendiğime göre Sefa ile birlikte bir inşaata sığınıyorlar, çatışma devam ediyor; Niyazi yaralanıyor, yakalanıyor ve Niyazi vuruluyor.

Özgürlük: Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?
H. Ataol: Bazı insanlar vardır, sadece yaşar. Bazıları da dönemine damga vurur. Deniz için herkes farklı şeyler düşünebilir. İdamına oy verenler olduğu gibi onun için ölmeyi göze alanlar da oldu. Ama farklı düşüncelerin ve tartışmaların varlığı da gösteriyor ki, 68 kuşağının sembolü Deniz’di. Dönemine damgasını vuran oydu. Latin Amerika’nın Che’si Türkiye’nin de Deniz’i vardı.

Mayıs 1989

Deniz Gezmiş: Baba, sakın birisinden af talep etme”

Deniz’in babasıyla, Cemil Gezmiş ile Deniz hakkında konuşmaya gittik. Baştan bir çerçeve çizdi konuşmamıza, sınır koydu. “Bu konuda her şeyi söyleyebilecek ortam geldiği zaman daha net, daha açık konuşabilirim” diyerek. Ve birçok konuya girmekten kaçındı Cemil Gezmiş.

ÖZGÜRLÜK: Sıra dışı bir insan olan oğlunuz Deniz Gezmiş hakkında bir baba olarak neler söyleyebilirsiniz?
CEMİL GEZMİŞ: Şimdi bir babaya oğlunu nasıl değerlendiriyorsun diye sorulduğunda, elbette ki, baba olarak hiçbir zaman oğlu hakkındaki görüşlerinde duygusal olmaktan sıyrılamaz. Bir ölçüde ne kadar sıyrılabilirse, o kadar sıyrılabilir. Ben de o açıdan, bana Deniz’i nasıl tanırsınız derseniz, oğlum olarak tanırım derim. Dışarının tanıdığından farklı olarak tanırım derim. Deniz’i her yönüyle bilmeden, tanımadan yapılan değerlendirmelerin hiçbirisinde isabet yoktur derim. Deniz hakkında yazılmış olan bütün yazıların hiçbirisi doğru-dürüst bir gözleme dayanmıyor. Bununla şunu kastetmek istiyorum: elbette oğlumun hataları veyahut da davranış içinde ve hakkında eleştiriye neden olacak birtakım yanlışları olmuştur. Ama bunlar, benim açımdan başka türlüdür, dışarıdan görenler açısından başka türlüdür. Bir defa, Deniz’in bence, kanımca başına gelen bütün bu olaylar çok fazla insan-severliğinden kaynaklanmıştır. Yurtseverliğinden kaynaklanmıştır. Ki bunlar da aşırı derecede Deniz’de vardı. Deniz insanları öyle severdi ki, bir arkadaşı vardı onun, Sivaslı galiba. Üniversitede bir yerde kalırmış, her gün bir tane yoğurt alırmış, o zaman yoğurt ucuz, o yoğurdu bölermiş, yarısını öğleyin yermiş, ikinci yarısının yarısını akşam yermiş, kalanı ertesi güne saklarmış. Ve bir gün Deniz, sabah Üniversiteye giderken, sabah her zaman istediğinden fazla para istedi. Ben hiç sormazdım ne için isterdi diye. Herkes benden istediği kadar alırdı. O, anlattı, böyle böyle, bir arkadaşım var diye. Anlatırken de gözleri doldu. Bu bakımdan, insanların ıstıraplarıyla, çileleriyle, insanların ezilmişliğiyle çok ilgilenirdi. İşte bu ilgi, bu insan-severliği, bu yurtseverliği en sonunda başına bilinen işi getirdi.
Deniz, yabancıları sevmezdi. Mektuplarının arasında bir tanesi var, ben daima yabancılardan nefret ettim diye yazmıştı. Ve onlara bir öfkesi vardı. Özellikle…

ÖZGÜRLÜK: Demin mektupları karıştırırken, yabancılardan ona gelenleri de gördüm…
C. GEZMİŞ: O başka. Onlar ayrı konular. Kişisel dostlukları ayrı. Yabancıları sevmez dediğim konu bu değil. Doğrudan doğruya siyasi bakımdan yabancılarla olan ilişkilere hiç itibar etmezdi O. Amerika’ya düşmandı, gücüne dayanarak halklar üzerinde baskı uygulayan herkese düşmandı. O’nun bir beyanatı vardır, bilirsiniz.

ÖZGÜRLÜK: Var mı böyle bir şey?
C. GEZMİŞ: Var ya. İdam kararının çıktığının ertesi günü ben ziyarete gittiğimde, bana, ‘baba, dünyada doğru dürüst dostumuz kalmadı, ona yanıyorum” dedi. “Dün akşam Moskova radyosunun İngilizce yayını dinledim, bizim tutar tarafımızı bırakmadı. Çekoslovak radyosunu dinledim, bizim tutar tarafımızı bırakmadı. Amerika’nın zaten ağzı kulaklarında, İngiltere öyle”. Yabancı radyoları dinlemiş. Ertesi gün akşam bana “işte görüyorsun ya” dedi, “ben yabancıları neden sevmiyorum. Şimdi anlarsın.” Yabancılara olan öfkesiyle O, mektuplarında da vardır ya, “ben Asyalı olmaktan gurur duyuyorum” demesinin nedeni bu. Avrupa’nın çürümüşlüğüne, Batının çürümüşlüğüne, Batının artık bir aciz içinde, batak içinde olduğuna inanmıştı. Doğu’nun yeniden uyanması, O’nun için büyük bir rüyaydı. Doğu’nun uyanması, kalkınması, kendine özgü birtakım değerleri benimsemesi, O’nun rüyalarında vardı. Deniz, bence, karşıtlarının, hatta yandaşlarının dediği Deniz değildir.

ÖZGÜRLÜK: Bu yabancılar meselesinde bir şey sormalıyım. Yabancıların işçileri var, köylüleri var, burjuvaları var… Deniz hepsine birden mi karşıydı?
C. GEZMİŞ: Anlatamadım galiba, yabancıdan kastım, Türkiye ile siyasi bağımlılık ilişkileri bulunanlardan bahsediyorum. O’nun görüşü buydu. Hiç kimse Türkiye’ye dost değildir. Türkiye üzerinde baskı kuran tüm yabancılara karşıydı. İnsanlardan bahsetmiyorum, insanları çok severdi. Kim olursa olsun, rengi, dini, dili, ırkı ne olursa olsun… Ta buradan Filistin’e bunun için gitti. Filistin’de sırf Siyonistlere karşı savaşmak için gitti.

ÖZGÜRLÜK: Filistin’e gidişinde, orada silahlı eğitim görüp, öğrendiklerini döndüğünde uygulamak istemesi mi etkili olmuştu sizce?
C. GEZMİŞ: Orada öğrendiklerini uygulama düşüncesinin aklından geçip geçmediğini, böyle bir düşüncesi olup olmadığını bilmiyorum. Çünkü oradan dönüşte Beyazıt meydanında Taylan’ı polisler vurduğu zaman, -Deniz’i yakalamak için gelen polisler Taylan’ı vurmuşlardı, biliyorsunuz- o gün Deniz teslim oldu ve ondan sonra Deniz’i cezaevine aldılar ve bir daha ondan sonra O’nun yüzünü göremedik, ancak cezaevinde camın arkasından konuşabildik. Mehetoğlu’nun öldürülmesi olayında, Yıldız Teknik’te, asansör boşluğunda bir silah buldular ve silahı Deniz’e mal ettiler. TMGT’de otururken Deniz’i alıp götürdüler, sonra Sağmalcılardan Bursa’ya naklettiler. Bursa’da ziyaretine gittiğim zaman, -Deniz hiç yalan söylemez, hayatında hiç yalan söylemiş bir insan değildir- oğlum, nasıl oldu bu iş dediğimde, “baba” hiç uğraşma dedi, o sırada Eylül’de ara seçim var, “hiç uğraşma, ara seçimden bir gün sonra bizi çıkarırlar, boşuna yatıyoruz, ne silahla alakam var, ne de silahın orada olduğundan haberim var, uydurdular, kitabına uydurdular, bu ara seçimden önce bırakmazlar, onun için içeriye aldılar”: Gerçekten de 6 Eylül’de ara seçim yapıldı, 17 Eylül gecesi, Cihan geldi, eve Deniz’in eşyalarını getirdi ve “Deniz biraz sonra gelecek” dedi. Yani tamamen uydurma gerekçelerle 6 ay yattı.

ÖZGÜRLÜK: Deniz o zamanlar çeşitli kereler tutuklanıp cezaevlerinde kaldı. Hemen tümünde benzer nedenler vardı sanırım.
C. GEZMİŞ: Hemen hemen hepsi. Mesela bunlardan birisi. Biraz önce gösterdiğim belge var ya, İstanbul Emniyet Müdür Muavininin davacı olduğu. TMGT’nin mahkemece yeddi emine teslimi kararlaştırılmıştı. Bunlar da teslim etmeyiz dediler. Bir grup öğrenci Cağaloğlu’na geldi. Polis geldi. Bunlar içerden teslim etmeyiz, dediler. Çatışma oldu. O çatışmada polis silah kullandı, bunlar da taş attılar. Onlardan biri, şu kadarcık bir kiremit parçası Emniyet Müdür Muavininin başına gelmiş, ufak bir çizik olmuş. Hemen ertesi gün, mahkemeye başvurdular aceleyle, zaten çocukları toplayıp götürmüşlerdi, mahkemede o zaman bu kişi, adli tabipten bir rapor alıyor, bir aylık ve altında da şöyle bir kayıt var: “hayati tehlike vardır”. Çünkü bu kayıt düşülmezse, mahkeme kolay kolay tutuklama kararı almaz. Bir çizik var oysa sadece. Mahkeme de o rapora dayanarak tutuklama kararı verdi. Rapordan üç gün sonra, bu kişi Ankara Emniyet Müdürlüğüne atandı, ‘sayın’ ve ‘muhterem’ Demirel tarafından. Emniyet müdürüyken, İş Bankası olayı oldu, o zaman bütün gücüyle Ankara Emniyeti Deniz’in arkasına düştü, başaramadı. Sonradan da milletvekili oldu bu adam. Bizim çocuklar onun küçük çiziği yüzünden bir hayli yattılar içerde.

ÖZGÜRLÜK: Deniz’i sürekli böyle bahanelerle tutukluyorlar, bu neden olabilir?
C. GEZMİŞ: Asıl neden, o zamanki iktidarın dışarıdaki her şeyi Deniz’in yaptığına kani olmasıydı. Anlattığım silah olayında, Deniz, Sağmalcılar cezaevine girdi, İçişleri Bakanı İstanbul’a geldi, kendisine bir rapor verildi: Tutuklayın Deniz’i, İstanbul’da olaylar durur diyordu. Ama Deniz tutuklandıktan sonra olaylar devam etti. Bu sefer, bakana tekrar bir rapor gitti: Deniz İstanbul’da kaldığı sürece olaylar durulmayacak, çünkü Deniz cezaevinden olayları idare ediyor diyordu. Ve Deniz’in Bursa cezaevine nakli sağlandı. Deniz dışarıdayken olaylar mutlaka devam edecekti diye bir kanı vardı o zamanki iktidarda. Bunların başlarını koparalım, ancak öyle durulur olaylar diye düşünülüyordu. Hâlbuki olaylar alttan almış yürümüş gelişmişti. Ve onlar içerdeyken daha büyük tepki topluyordu.
Son bırakılışından sonra ondan bir daha haber alamadım. Filistin’e gitmiş. Dönüşünde, Hukuk Fakültesiyle ilişkisini kestiler, oraya gitmiş, Dekan’ın odasında, ondan hesabını sormak için. O sırada polisler üniversiteyi sarıyor, Deniz’i yakalamak üzereyken Taylan atlamış üstlerine, sonra üniversitenin hemen önünde vurdular Taylan’ı, Deniz o zaman yakalandı, sonra kayboldu gitti. Bursa’dan çıktıktan sonra Ankara’ya, ODTÜ’ye gitmiş. Göremedim hiç, Ocak ayında İş Bankası olayı oldu, sonra iş gelişti.

ÖZGÜRLÜK: Deniz ’71’de gelişen olaylara katılacağını ima eden şeyler söylemiş miydi, böyle konularda konuşur tartışır mıydı sizle?
C. GEZMİŞ: Yok, yok, hiç tartışmazdı. Deniz’in bu olaylara girişi, bu olaylarla hemhal oluşu, bizim onunla bağlantımız koptuktan 4-5 ay sonra oldu. Hiç haberini alamıyorduk. Birdenbire ortaya çıktı. Gazetelerden öğrendik. Banka olayı bizi şoke etti tabii, adli bir soygun olarak gördük önce. Nasıl banka soyar Deniz diye, ben şaşırdım. Sonra işin aslını anladık ki, soygun başka amaçlıymış, sonra olaylar gelişti. Deniz adam öldürdü mü? Öldürmedi. Deniz kimseye işkence yaptı mı? Yapmadı. Gazetelerin bir kısmı birtakım şeyler uydurdular. Kesinlikle Deniz’in karakteri bunlara müsait değildi. Deniz öldürseydi, Amerikalıları öldürürdü.

ÖZGÜRLÜK: Zaten mahkemelerde de böyle şeylerin sözü edilmedi hiç.
C. GEZMİŞ: Deniz’in karakterine uygun olmayan şeyler bunlar. Ne yaptı Deniz? Bir map tabancayla TBMM’yi ıskat, kurulu düzeni değiştirme, Anayasayı cebren tebdil ve tağyir’e teşebbüs suçunu işlemiş! Gerekçeli kararın başında diyor ki, tüm bu olayların nedeni hükümettir.

ÖZGÜRLÜK: Aynı yasa ’71’de de uygulandı, ’80 sonrasında da. ’80’de öldürme vb. suçu atılanlar dışında kimse idam edilmedi. Bu konuda ne dersiniz.
C. GEZMİŞ: İşte onu anlatmak istiyordum. Ali Elverdi’nin, emekli olduktan sonra, Adalet Partisi’ne girerken, “ben mahkeme başkanı olduğum sırada, yalnız hukuki-adli kararlar vermedim, siyasi kararlar da verdim” demesi, mahkemenin nasıl bir mahkeme olduğunu ortaya koydu.

ÖZGÜRLÜK: Her yeni yol açanlar daha şiddetli cezalandırılır denebilir mi?
C. GEZMİŞ: Efendim, o da değil, AP milletvekilleri, idam kararının mecliste onaylandığı günün gecesi Anadolu Kulübüne kadeh kaldırdılar, üç sizden üç bizden dediler. Bir öç alma duygusunun eseriydi, Menderes’in öcünü aldılar.
Ama Deniz, Türkiye’de bir şeylerin nasıl yapılacağını da gösterdi.
C. GEZMİŞ: Haydi Deniz bunu gösterdi. Hüseyin’le, Yusuf’un nesi vardı?

ÖZGÜRLÜK: Üçü birlikte gösterdi.
C. GEZMİŞ: Hayır. İlla üç olacak. Dört olmadıysa nedeni bu.

ÖZGÜRLÜK: Sizin bir lafınız vardı, Deniz yakalanmadan önce, “her kuşun eti yenmez” diyordunuz.
C. GEZMİŞ: Evet. Dediğim şu: Türkiye’nin tarihinde bir çok insan haksız yere asıldı, vuruldu. Deniz üzerinde bu oyunu oynamayın dedim.

ÖZGÜRLÜK: Yani yakalayamazsınız anlamında söylemediniz. Deniz belli bir amaç için yola çıktı, belli bir davayı temsil ediyor, onun üzerinde üzerinde uygulanacak bir terör hesabının bir gün sorulmasına yol açar, ateşle oynamayın, O’nun mutlaka davasını güdecek insanlar çıkar demek istediniz.
C. GEZMİŞ: Evet, bunun arkası gelir, kan davasına döndürmeyin demek istedim. Eğer kan davasına döndürürseniz, sonra bu ülke huzur görmez demek istedim. Nitekim olaylar beni haklı çıkardı. 12 Eylül’e getiren nedenlerin başında bu kan davası var. Kan davası gittikçe genişledi, kamplara bölünüldü. İktidar, parlamento cephelere bölündü. İnsanlar öldürüldü. Bunun kökleri 12 Mart’a kadar gider. Kan davası haline getirdiler.

ÖZGÜRLÜK: Deniz gibi bir oğlunuz var, çok tanınmış, özellikle idamından sonra ne tür davranışlarla karşılaştınız. O insanları severdi demiştiniz, peki insanların Deniz karşısındaki düşünceleri nelerdi?
C. GEZMİŞ: Bir ölçü konulamaz. Deniz’i sevenler de, sevmeyenler de var. İdamında ağlayanlar da var, oh! diyenler de. Bunu gayet normal karşılıyorum.

ÖZGÜRLÜK: Oranlarsak?
C. GEZMİŞ: Bu oranı ben değil, ancak siz değerlendirirsiniz. Çünkü ben babasıyım Deniz’in, benim yanımda herkes aynı şeyi konuşmaz. Ama ben ölümünden sonra hiç tanımadığım insanlardan çok mektup, telgraf aldım. Akrabalarımın dışında bir sürü insan evime başsağlığına geldi. Bunların içinde sağcısı da, solcusu da vardı. Çoğunu hiç tanımıyordum. Bu eğer ölçüyse, demek ki, sevenler çökmüş. Ama nesini sevdiler? Ülkemizin insanında mertliğe, dürüstlüğe karşı da bir saygı vardır. Kahramanlığına mı, liderlik vasfına mı sevgiydi? Neye ait olduğunu pek ayıramayacağım? Birtakım yerlere gittiğimde, bakıyorum, birdenbire hava değişiyor. Emekli oldum, Emekli Sandığı’na gittim. Bir gün içinde çıkardılar ve evraklarımı, maaşımı bağladılar, tüm işimi hallettiler. Çok kolaylaşırdılar işimi, sen otur amca dediler, bitirdiler. Hastaneye gidiyorum, yine öyle. Hastanelerde kimseye yüz vermezler, hastalanmıştım, hem de günlerden Pazar’dı, doktor karşıladı, asistanları koşuşturdu. Hemen laboratuardı, tahlildi, tedaviydi hemen bitirdiler; aman hocam, hangi saatte istersen gel, doğru yukarı çık, dediler. Bir ilgi, bir alaka. Demek istediğim, çok yerde böyle oluyor. Ama bir de ters ters bakan polisler oluyor. Ama üstüme yaramıyorlardı, varmıyorlardı pek.

ÖZGÜRLÜK: Her şeye rağmen, idam edilmesine, herkesin hakkında şöyle ya da böyle konuşmasına, bunların sizi etkilemesine ve başka her şeye rağmen, Deniz gibi bir oğlunuz olması nasıl bir şey?
C. GEZMİŞ: Tanrı herkese nasip etsin. Her dostuma nasip etsin Deniz gibi bir oğlu olmasını.

ÖZGÜRLÜK: Her 6 Mayıs’ta Deniz’e gidiyorsunuz?
C. GEZMİŞ: Geliyor insanlar, benden önce. Çiçekler konulmuş, sulanmış buluyorum kabrini her zaman. Ama kimler tarafından yapılıyor bilmiyorum. Ölümünden beri her 6 Mayıs’ta ben ordayım. Hep böyle. Bunun yanında bir grup da gidip mezar taşlarını kırıyor. Türkiye bölünmüş, onu da normal karşılıyorum, ötekini de. Bunlar bugünün sorunları.

ÖZGÜRLÜK: Deniz’in mücadelesinde, örneğin 6.Filoya karşı eylemlerinde birtakım ‘solcular” farklı tavır alıyor, bu eylemlere karşı çıkıyorlardı. Deniz’in onlarla ilişkisi nasıldı, haklarında ne düşünürdü?
C. GEZMİŞ: Onları bana hiç açmazdı. Ne yapacağını, kimlerle arasının nasıl olduğunu anlatmazdı. Bilemeyeceğim.
Oğlum, bozuk düzen deyip duruyorsun, şu okulunu bitir, yoksa sana kimse ekmek vermez. Diplomanı al, sonra ne istersen yap, derdim ona. Bana yanıtı şu olurdu: baba derdi, “kendisini topluma kabul ettirebilecek insanlar için diplomaya gerek yok. Benim zaten üniversiteden alacağım bir şey yok, onun bize verecek bir şeyi yok, bugün öğrenci üniversiteyi çok aştı, üniversite çağdaş üniversite olmaktan çıktı.”

ÖZGÜRLÜK: Deniz yaşamayı severdi değil mi?
C. GEZMİŞ: Herkes gibi.

ÖZGÜRLÜK: Ölümü, cezaevinde yatmayı göze aldı. Bunu nasıl açıklamalı?
C. GEZMİŞ: Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığın sürece çok şey yapabilmek diyordu, bir mektubunda. Son mektubunda da bana yazdığı şu: “baba, oğlun bu yola çıkarken sonucun bu olacağını bilerek çıktı”. Demek ki bunu peşinen kabul etmiş. İdam hücresinden yazdığı mektupta da onu diyor: benden boyuna kitap isterdi, edebiyata, felsefeye ait. Eğer ölüme mahkûm olmasaydım, fizik ve matematik üzerine çalışacaktım, diyordu. Ve Ölümü de o kadar hafife alıyorlardı. Elbise yaptırayım sana oğlum, dedim, duruşmaya çıkarken giyersin, “baba, bırak” dedi gülerek, “tahtalıköyde mi giyeceğiz”. O kadar kanıksamışlardı ölümü. Yani, bir şeylere inanmışlardı ki, bu inançları onlara bu gücü vermişti.

ÖZGÜRLÜK: Deniz’in intihar etmeyi düşündüğü şeklinde söylentiler var. Zehir falan…
C. GEZMİŞ: Hayır, asla. Asla. “Baba sakın birisinden af talep etme” dedi son görüşlerinde bana. En sonda açlık orucuna girmişlerdi. Görüşe sallanarak geldi. Üzüldüğümü görüp diri görünmeye çalışıyordu. Oğlum bu halinle neye varmak istiyorsun, ellerine koz mu vereceksin, Deniz’in bacakları titredi sehpada, diyecekler, dedim ona. Orucu kaldırdılar. Güçlü olarak sehpaya çıkmak için. İntihar etmeye karar vermiş insan böyle mi davranır. Zehirmiş de. Saçma sapan şeyler. Deniz kesinlikle o karakterde değildi.

ÖZGÜRLÜK: Deniz öldürülmeyip yaşasaydı, sizce ne yapardı?
C. GEZMİŞ: Valla, bilemem. Yaşı gereği ne yapması gerekirse sanırım onu yapardı. Yaşasaydı, şimdi 45’inde olacaktı. Devrimci olacağı kesindi, görüşlerinde bir değişiklik olacağını sanmıyorum. Sen olsaydın ne yapardın diye sor. Ben genç olsaydım, Deniz’i idam ettiklerinden sonra, ben dağa çıkardım.

ÖZGÜRLÜK: Deniz’in şu genel özelliğinden söz edebiliriz, değil mi, kolay kolay yolundan dönmezdi.
C. GEZMİŞ: Onlar başka şeyler. Deniz günden güne, esen rüzgâra göre yelken açacak bir tipte değildi.

ÖZGÜRLÜK: Edebiyata meraklıydı değil mi? Müziğe..
C. GEZMİŞ: Edebiyata çok meraklıydı. Çok okurdu. Rus klasiklerini, Fransız klasiklerini, İngiliz, Alman, İspanyol… Hayyam’ı severdi.

ÖZGÜRLÜK: Teşekkürler.

Deniz’in babasına yazdığı mektuplardan parçalar.
Baba, (…)

“Bildiğin gibi şimdi hücrede kalıyorum. Vaktimi bol bol kitap okumakla geçiriyorum. Okumaya doymak olmuyor. Ölene kadar doymayacağım. İdamı fazla düşündüğüm yok. Daha evvel de söylediğim gibi dünyaya kazık çakmadım ya. Fazla yaşamak değil önemli olan. Ağaçlar da yaşıyor. Ben şimdiye kadar yaptıklarımdan pişman değilim. Elimde olsa tekrarlardım onları.
Buradaki arkadaşlarımın hepsinin morali yerinde. Aslında hiçbir zaman moralimizi bozmadık ki.
Ben gerçekten her zaman umutluyum. Tarihin çarkları bizden yana dönüyor. Kaldı ki biz halkın umuduyuz.”
Deniz Gezmiş
22 Ekim 1971 Mamak-Ankara

“Dostoyevsky’nin kitaplarını bitirdim. Şimdi Balzac’tan okumaya başlayacağım. Çoğunu daha evvel okumuştum, ama yine rahatça, canım sıkılmadan okuyorum. Hele Dostoyevsky! Yaşadığı toplumun kesitini vermiş romanlarında. Tolstoy’un mujikleri varsa onun da bir türlü iki yakaları bir araya gelmeyen şehirli küçük burjuvaları var. Onları o kadar canlı anlatmış ki, insan görür gibi oluyor.
Sana İngiliz, Alman, İtalyan, İspanyol edebiyatı desem, aklına her birinden bir isim gelecek. Örneğin, Shakspeare, Goethe, Dante, Cervantes. Ama Fransız ve Rus edebiyatı olunca durum değişir. Bir sürü isim gelir aklına. Her biri birbirinden büyük. Aynı durum İran edebiyatı için de geçerli. Ömer Havyam, Gazali, Şirazlı Sadi. Hangisini ele alırsan ve o dönemdeki Avrupa’ya kıyaslarsan ayrı bir durum ortaya çıkıyor. Hayyam’a gösterilen toleransın aksine Avrupa’daki engizisyon işkenceleri o kadar şaşırtıcı ki. Onun yazdıklarının yüzde birini söyleseydi o çağda bir Avrupalı, sonu ölüm olurdu, hem de işkenceyle.
Bunları neden söylüyorum? Batı taklitçisi sözde aydınların aksine Asyalı olmaktan onur duyduğum için.”
Deniz Gezmiş
15 Ekim 1971 Mamak-Ankara

Mayıs 1989

’71’İN MÜCADELE DENEYİMİ

Mayıs’ı anlamlı ve mücadeleci kılan günlerden ikisi 6 ve 31 Mayıs’tır. ’71 ‘in devrimci anti-emperyalist gençlik hareketinin yiğit önderlerinden ve THKO’nun kurucu ve yöneticilerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın darağaçlarında; Kadir Manga, Sinan Cemgil ve Alpaslan Özdoğan’ın Nurhak dağlarında katledildikleri günlerdir 6 ve 31 Mayıs. 12 Mart karşı-devrimi onları öldürmekle halkın gelişen mücadelesinin önüne geçebileceğini sandı. Ama tam tersi oldu. 1971’in 31 Mayısı’nda Nurhak’larda, 1972’nin 6 Mayısı’nda darağaçlarında ölümsüzlüğe kavuşanların açtığı yoldan yüz binler yürümeye başladı.
’71’in devrimci önderlerinin gericilik tarafından katledilmesiyle birlikte o dönemin belli başlı devrimci örgütleri de -bu arada THKO- aldıkları ağır darbeler sonucunda dağıldılar; “sol” hareketler yenilgiye uğratıldılar. Ama onların kısa süren mücadele dönemleri, yıllarca üzerinde düşünceler ileri sürülecek, değerlendirmeler yapılacak ve ille de dersler çıkarılması gereken bir deney hazinesinin birikmesi anlamına da geldi. ’71 ‘de şehit düşen devrimci halk kahramanlarını anmak yalnızca onları olumlu yönden duygusal bir yaklaşımla düşünmekle kalmayıp, aynı zamanda giriştikleri mücadeleyi derinlemesine incelemek ve geride bıraktıkları birikimden kalıcı sonuçlar çıkarmak biçiminde de olursa amacına ulaşmış olacaktır.
Bu yazıda Deniz, Yusuf, Hüseyin, Kadir, Sinan ve Alpaslan’ı anmanın anlamına daha uygun düşeceği düşüncesiyle ’71’in “sol” hareketine ve THKO’nun gelişimine belli ölçüler içinde yer verilecek. Buna geçmeden önce de 6 ve 31 Mayıs’a gelinceye kadar yaşanan pratik gelişmeleri kısaca özetlemekte fayda görüyoruz.
27 Mayıs 1960 askeri darbenin ardından gelen dönemde mücadele ile elde edilen bir kısım hak ve özgürlükler artık bir ölçüde de olsa kullanılmaya başlanmıştır. Birçok Marksist ve sol yapıtın Türkçeye çevrilmiş olması sonucu ilk kez Marksist düşünceler tartışılmaya başlanmış, farklı görüşlerin ortaya çıkmasının belli ölçülerde ortamı doğmuştur. Latin Amerika ve Sovyetlerde yaşanan gelişmeler tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yankı bulmakta, çeşitli görüşlerin ileri sürülmesine yol açmaktadır. Sol harekette yavaş da olsa bir ayrışma başlar. Bu yarışma aynı zamanda Marksizm-Leninizm’e ihanet eden Kruşçev-Brejnev revizyonizminin Sovyetler Birliğini revizyonist ve kapitalist bir ülkeye dönüştürdüğü, dünya devrimine karşı azgınca bir saldırıya geçtiği, onu pasifize etmeye çalıştığı döneme de rastlar. Bir yandan 50 yıllık koyu reformist-revizyonist gelenek hükmünü sürdürürken, diğer yandan PDA gibi akımların başını çektiği eğilimler tarafından cuntacı tezler yaygın bir şekilde piyasaya sürülmektedir. PDA, aynı zamanda, TİP ile birlikte pasifist teori ve düşüncelerin de belli başlı odaklarından biri durumundadır. Bu dönemde henüz proletarya partisi ya da Marksist-Leninist bir hareket mevcut değildir, geçmişte de olmamıştı. TKP adını taşıyan Şefik Hüsnü’nün yönettiği parti, hiçbir zaman kitleleri etkileyememiş ve sürekli sınıf uzlaşmacısı sağ oportünist bir çizgi izlemiştir. Ve zaten bu parti, 1951 tevkifatında dağılarak tamamen ortadan kalkmış bulunuyordu. Bu arada sivil faşist hareket de gelişmekte, saldırı ve cinayetlerini tırmandırmaktadır. Bu saldırılar karşısında öğrenci hareketi giderek radikalleşmektedir. Sivil faşistlerin yanında polislerin saldırıları da öğrenci hareketine yönelik olarak git gide yoğunlaşmaktadır. Polis ve sivil faşistlerin barbarlıkları karşısında önceleri korunma-savunma dürtüsüyle, öğrenci hareketi saflarında silahlanma eğilimleri baş gösterir. Sonraları bu eğilim, yerini yavaş yavaş silahlı mücadele düşüncesine bırakır. Bu arada Latin Amerika ve Sovyet Revizyonizminin etkileri de ayrı kollardan yayılmaktadır. Sovyet revizyonizminin geliştirdiği ‘barışçıl geçiş’ tezlerine duyulan tepki, gençlik hareketini Latin Amerika devrimlerine, Che Guevara’nın düşüncelerine yöneltir. Ayrıca Çin devrimi ve Mao Zedung düşüncesi de gençliği etkilemektedir. Gençlik hareketinde daha çok, bu iki görüşün, Che Guevara ve Mao Zedung’un fikirlerinin karışımı olan düşünceler etkindir. Bu koşullarda öğrenci hareketi, giderek silahlı çekirdekler çevresinde daralmaya başlar. 1971 Sol Hareketi işte böyle bir dönemde ortaya çıkar. THKO’nun 1970 sonlarında başlayan gelişimi de sözü edilen koşulların etkisi altında yön ve doğrultu kazanır.
Silahlanma süreci devam etmektedir. Aslında faşist komandoların ve polislerin öğrenci hareketini sindirmeyi hedefleyen silahlı baskınları ve cinayetleri karşısında başka çare de yoktur. Silahlanmayı pratik koşullar dayatmaktadır. Ancak silah ve diğer araçlar için de para lazımdır. Bunun için bir-iki banka soyulur. Devrimci mücadeleye hazırlanmak için pratik içinde eğitim yapmak gerektiği düşüncesiyle aktif eylemlere yönelinir. Bu amaçla özellikle ABD hedeflerine yönelik saldırılar yapılır. Bu çerçevede birçok yerde Amerikan askerleri dövülür, vs. Eğitimi daha da ilerletmek için Filistin’e gitmeye başlanır. Filistin’de silah vs. eğitimi yapılır, ancak diğer gruplarla birliktelik sağlanamaz. Birliktelik sağlansa, amaç, Küba’daki Granada çıkarmasına benzer bir çıkarmayı, Filistin’den Türkiye’ye yapmaktır. Bu gerçekleşmeyince dağınık gruplar halinde yeniden Türkiye’ye dönülür. Önceleri dağlarda ve kırlarda faaliyetlere başlanır. THKO’lular bu şartlarda kendi imkânlarıyla mücadeleyi sürdürmeye çalışırlar. THKO saflarında önderlerin de birer nefer gibi davranması düşüncesi hâkimdir. Bu anlayışın sonucu olarak, Deniz, Hüseyin, vs. gibi önder kadrolar da ayrımsız bütün eylemlerde yer alırlar. Önder kadroların özellikle şehirlerde yaptıkları birçok eylem, onların hızla deşifre olmasını getirir. Artık en küçük bir eylemi bile gizlice gerçekleştirme imkânları kalmamıştır. Her yerde kolayca teşhis edilmekte, dahası önder kadroların şehirlerde barınma olanağı kesinlikle kalmamıştır. Böylelikle ‘kıra aktarım’ başlar. Sonunda şehirde kalmış olanların da tamamı kıra geçer. Bu durumda öğrenci hareketinden ve Dev-Genç’ten tamamen kopulur, legal faaliyetlere sırt çevrilir. Köyler esas alınır. Amaç köylülerin arkaya alınmasıyla ‘kırlardan şehirlerin kuşatılması’ anlayışına dayanan halk savaşını başlatmaktır. Bu düşünce doğrultusunda kırlarda, propagandaya yönelik bazı eylemler yapılır. Bu eylemler de şehirler ve kamuoyunda büyük yankılar uyandırır. Artık, ‘laf değil, iş” düşüncesi geçerlidir. Pratiğe büyük bir önem verilmektedir. Ancak silah ve diğer donanımların sağlanması için para sıkıntısı yine kendini hissettirmektedir. Para ve maddi olanaklar sağlamak için yeniden şehre yönelinir. Ancak şehirde uzun süre kalmak düşünülmediği için hiçbir alt yapı hazırlığı yapılmamıştır. Barınma ve diğer bazı çalışmalar için doğru dürüst bir yer bile ayarlanmamışım Deniz’ler bu dönemde ODTÜ yurtlarında kalmak zorunluluğu ile karşı karşıyadırlar. Bir jandarma botunun kurşunlanması ve bir polis otosunun taranması bu sıralarda yapılan başlıca eylemlerdendir. Aslında askere ve polise karşı saldırılarda bulunma konusunda, hümanist kişilikten gelen bir tereddüt söz konusudur. Bu nedenle asker ve polise yönelik silahlı eylemler oldukça az yapılmıştır. Ama ABD ve diğer bazı halk düşmanı kurumlara her fırsatta saldırı ve sabotajlarda bulunma perspektifi mevcuttur. Nitekim bu nitelikte birçok eylem de yapılmıştır.
Bu faaliyetlerin ardından yine kırlara dönme zorunluluğu doğmuştur. Kırlara bir motosikletle hareket eden Deniz’ler daha sonra Sivas’ın Gemerek ilçesinde komando birliklerince kuşatılır ve yakalanır. Arkasından Hüseyin bir araba ile köye gelirken bir akrabası tarafından ihbar dilerek yakalattırılır. Deniz ve Hüseyin gibi iki önder kadronun yakalanması THKO militanları arasında büyük bir boşluk duygusu yaratır. Bu defa yakalananların kurtarılması için bir eylem planı hazırlanır. Ne var ki şehre adam göndermek zordur. Bunun üzerine yine kırda yapılacak bir eylemde karar kılınır. Plan gereğince Kürecik’teki Amerikan üssü basılarak buradaki Amerikalılar kaçırılacak, karşılığında, yakalananların serbest bırakılması istenecektir. Bunun için THKO militanları iki kola ayrılırlar. Kaçırma eyleminden sonra önceden 16 ÖZGÜRLÜK belirlenen yerde, belirlenen araçlarla hareket edilerek buluşulacaktır. Plan doğrultusunda bir grup THKO’Iu dağdan İnekli’ye doğru inerlerken bir çoban tarafından görülürler. Çoban muhtara haber verir. Muhtar da Gölbaşı Jandarma Komutanlığı’na. Sinan’ın da içinde yer aldığı grup ihbarcı çobanı görmüşlerdir. Ancak ona ateş etmemişlerdir. Bir anlık boşluktan yararlanan çobanın gördüklerini bir çırpıda muhtara anlatması zor olmamıştır. Sinan ve arkadaşları İnekli ovasında daha iyi bir yere mevzilenmeye çalışırlar. Ancak bulundukları yere yaklaşan askerler tarafından görülürler. Bir süre sonra askerler ateş etmeye başlarlar. Sinan ve arkadaşları bir sürü fırsat çıktığı halde halk çocuğu kabul ettikleri askerlere isabet ettirecek şekilde ateş etmemekte direnirler. Uzun süre devam eden karşılıklı ateşten sonra jandarma kurşunları ilk olarak Alpaslan’ı, arkasından Kadir’i ve daha sonra da Sinan’ı vurur. Bir seneye yakın bir süre sonra da 6 Mayıs 1972’de Ankara Merkez Cezaevi’nde Deniz, Yusuf ve Hüseyin idam edilirler. Önder kadrolarının öldürülmesine bağlı olarak da THKO ağır bir yenilgi alarak dağılır.
THKO’nun da içinde yer aldığı “1971 ‘sol’ hareketi”nin başlıca iki temel özelliği vardır:
Birincisi, bu hareket, 1970’lere gelirken gelişen kitle hareketlerinin radikalleştirdiği yurtsever, devrimci, demokrat unsurların emperyalizme, faşizme ve feodalizme karşı tepkilerini, bunun yanı sıra aynı zamanda bunları yaşatma ve güçlendirme görevini üstlenmiş olan reformizme ve revizyonizme karşı tepkilerini ifade ediyordu. Ve bu nitelikleriyle olumlu bir yanı vardı.
İkincisi, bu hareket, kitle mücadelelerinin gerilediği ve bu hareketlerin esas olarak revizyonizm ve troçkizm tarafından etkilendiği şartlarda ortaya çıktı. Böylece onlar, “kızıştırıcı” (!) ve “kitleleri harekete geçirici” (!) silahlı eylemlerle kitle mücadelesini yeniden canlandırmaya sözde çalışırken pratikte kitlelerden kopuk, maceracı bir çizgi izlediler ve teoride de revizyonizme ve Troçkizme kapıları açtılar.
71 döneminde bu hareketlere önderlik eden ve hepsi de darağaçlarında, işkence hanelerde ve silahlı çatışmalarda kurşunlanarak şehit düşen yurtsever-devrimcileri, Türkiye halkının yiğit evlatları ve halk kahramanları olarak kabul edilir. Onlara, devrimci kişiliklerine duyulan saygı, halkın şehitlerine sahip çıkması sonucu, halkı aldatmak için onlara sahte övgüler düzen ve gözyaşları döken revizyonistlerin aldatmacalarından, demagojilerinden özünde farklıdır. Onlar, tıpkı 71 hareketinin önderleri yaşarken yaptıkları gibi, bu hareketin devrimci, demokratik tüm özelliklerine karşı çıkıyor ve onu karalamaya çalışıyorlar, sahte ağıtların ardında sahip çıktıkları ise bu hareketleri etkilemiş olan revizyonizm ve troçkizmdir. Marksist-Leninist hareket ise, bu mücadelenin devrimci, yurtsever, demokrat ve Marksizm-Leninizm’e açık olan yanma sahip çıkıyor. D. Gezmiş’in darağacında haykırdığı son sözü “Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi” olmuştu. Marksist-Leninistler, proleter devrimci hareket, onun vasiyetine sahip çıkıyor ve onun yapmak istediklerini yapıyor.
Ama şunu unutmamalıyız; bu görevi yerine getirebilmek için onların savundukları fikirlerde anti-Marksist olan, devrime yarar değil zarar getiren ve onu geçici de olsa yenilgiye götüren ne varsa hepsine savaş açmak ve onların yerine devrimci, Marksist-Leninist fikirleri geçirmek söz konusudur.

THKO ve Gelişmesi
Giriş:
THKO, 1970 sonlarından bugüne uzun ve zor bir mücadele içinde gelişerek devrimci demokratik bir örgütten Marksist- Leninist devrimci bir partiye dönüştü.
THKO, gelişme süreci içinde revizyonizmi, Troçkizmi, maceracılığı ve her türden oportünizmi alt etti; emperyalistlerin, burjuvazinin her türlü yozlaştırıcı etkisine karşı mücadele etti. ’70 sonlarında ve uzun bir dönem bir programa bile sahip olmayan 40-50 kişilik bir gerilla örgütü, bugün Marksist-Leninist bir program ve derinlemesine teorik temellere sahip devrimci bir parti durumundadır. Bu yazıda, dış şartlan ve çeşitli etkenleriyle birlikte THKO’nun ortaya çıkma ve gelişme süreci üzerinde duracak, bu sürecin genel bir değerlendirmesini yapacağız.
1971 “Sol” Hareketi: Elli Yıllık Revizyonizmin Günahının Kefareti.
Devrimci Parti kurulana kadar Türkiye’de gerçek bir Leninist parti inşa edilemedi. 1920 Eylül’ünde Baku’da 1. Kongresi’ni yapan ve 3. ENTERNASYONAL’e kaydolan TKP, bu yolda atılmış güçlü bir adımdı. Ama henüz son derece genç ve güçsüz olan ve bir programa bile sahip olmayan bu parti Kemalist burjuvazinin anti-komünist kampanyasının darbeleri altında çöktü; partinin önderi M. Suphi ve on dört yoldaşı katledildi; Anadolu’daki örgütlenmeler dağıtıldı. TKP’den geriye kalanlar Ş. Hüsnü’nün sağ oportünist, sınıf işbirlikçisi çizgisinin etkisi altına girdiler. Ş. Hüsnü TKP’si de 1951 tevkifatından sonra tamamen dağıtıldı. Ve 1970’lerde sosyal emperyalizmin ajanı durumundaki bir avuç mülteci, bu adla efendilerinin emperyalist ve yayılmacı emellerine hizmet eden ve faşist-feodal diktatörlüğün dizginlerini ele geçirmeyi amaçlayan bir sosyal-faşist örgüt kuruncaya kadar Türkiye’de TKP adını bir daha duyan olmadı.
1960’larda dünya çapında kapitalizmin genel krizi derinleşirken, ülkemizde de bu yılların özellikle ikinci yarısından itibaren kitle hareketlerinde bir canlanma ve demokratik ve ilerici fikirlerin kitleler arasında geniş bir yayılması görüldü. Ülkemizde 1930’lardan beri hüküm süren faşist-feodal diktatörlük şartlarında ilk defa oldukça geniş demokratik mevziler kitlelerin mücadelesiyle hâkim sınıflardan koparılıp alındı.
Bu dönemde “sosyalist” hareketin durumu da şöyleydi:
1961’de bir grup sosyal-demokrat, reformist sendikacı tarafından kurulan TİP burjuva demokrat bir aydan olan M. A. Aybar’ın yönetimine geçtikten sonra, ülke çapında adım adım gelişmekte olan yurtsever demokrat hareketin mihrakı haline geldi. Günümüz Türkiye’sinde kendisine devrimci sosyalist, komünist vb. adını veren, sayısı onlarla ifade edilebilecek akımların tümünün köklerini o günün TİP’inin içinde bulmak mümkündür.
1960’ların ikinci yansında başta öğrenci gençliğin ABD emperyalizmine ve dönemin faşist iktidarına karşı gelişen mücadelesi olmak üzere halk yığınlarının demokratik mücadelesinde güçlü bir kabarma görüldü. Faşist-feodal diktatörlük altında ilk kez işçilerin yaygın grev hareketleri ve köylülerin toprak işgalleri ortaya çıktı. Kitle hareketi çok kısa zamanda “sosyalist” hareketi de etkiledi ve onu radikalleştirdi.
Parlamenter avanaklığın aralarında bütün gücüyle hüküm sürdüğü, devrimci mücadelenin her türlüsünden ödleri kopan burjuva liberalleri olan TİP yöneticilerine karşı, küçük burjuva radikal MDD hareketinin yükselmesinin ve TİP yönetimi süratle tecrit olurken, bu hareketin özellikle gençlik kitlelerini etkisi altına almasının en önemli etkenlerinden biri buydu.
Bu dönemde TİP yönetimi, Kemalist burjuvazi eliyle Türkiye’de feodalizmin tasfiye edildiğini, demokratik devrimin tamamlandığını, köylülerin devrimci potansiyelini kaybettiğini, gündemde olanın parlamenter yoldan ve anayasal reformlar aracılığıyla gerçekleştirilecek bir “sosyalist devrim” olduğunu ileri sürer ve gelişen yurtsever demokrat kitle hareketlerini “anarşizm-goşizm” diye aforoz ederken; bir zamanlar Ş. Hüsnü’nün sağ kolunu teşkil eden “eski tüfek” M. Belli’nin başını çektiği MDD hareketinin önde gelenleri Türkiye’nin henüz demokratik devrim aşamasında bulunan yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülke olduğunu ve ülkemizde “tam bağımsızlık ve gerçek demokrasi”nin “devrim” yoluyla gerçekleşeceğini savunmaktaydı. Ama onların savunuculuğunu yaptığı MDD tezi de Marksist-Leninist nitelikte değildi. MDD teorisyenleri, o dönemde özellikle Arap ülkelerinde ortaya çıkan Nasır tipi “radikal cunta” hareketinin Türkiye’de de gerçekleşmesinin an meselesi olduğu hayalleriyle tüm hesaplarını “küçük burjuva radikalleri” adını verdikleri reformist bir cunta önderliğinde “gençlik ordu ittifakı”na dayalı bir askeri darbeye bağlamış, bu hareketin teorisini yapmaya çalışıyorlardı. Onların kafasındaki “devrim.” Böyle bir cuntasal darbe ve “milli demokratik iktidar”da cuntanın “diğer demokratik ve devrimci güçlerle birlikte kuracağı” (!) bir “devrim konseyi” idi. Aslında hem TİP yöneticileri hem de MDD teorisyenleri, ideolojik gıdalarını genelde Kruşçev revizyonizmi ve özelde Ş. Hüsnü oportünizminden alıyorlardı. Bu farkla ki TİP yöneticileri, modern revizyonistlerin Avrupa ülkeleri için tezgâhladığı “parlamenter yolla barışçı geçiş” teorisine sahip çıkarken; Mihri Belli ve şürekâsı, yine modern revizyonistler tarafından yarı-sömürge, yan-feodal Asya, Afrika ve L. Amerika ülkeleri göz önüne alınarak geliştirilen “kapitalist olmayan yol” tezini savunuyorlardı. Bu akımların her ikisi de
Ş. Hüsnü’nün oportünist tezlerinden beslenebiliyorlardı, çünkü o, hayatın belli dönemlerinde Kemalistlerin önderliğinde ülkemizde demokratik devrimin ve hatta sosyalist devrimin tamamlanabileceği yolunda tezler geliştirdiği gibi; Türkiye için “Prusya tipi kapitalizme geçiş teorisi”ni de savunuyordu ve 1946’daki “demokratikleşme” güldürüsü sırasında gırtlağına kadar parlamenter avanaklığa batmıştı. Başka deyişle onda burjuva kuyrukçuluğunun bütün varyantlarını bulmak mümkündü.
MDD teorisyenleri cuntacılıklarına bağlı olarak, Marksizm-Leninizm’in bütün temel fikirlerini çarpıttılar. Bunun en çarpıcı örneği, belli başlı Marksist klasikleri yayınlayan bunların yönetimindeki bir yayın evinin Marksizm-Leninizm’in devrimci özünü iğdiş edebilmek için bu eserleri bile eksik, yanlış ve tahrif ederek yayınlamasıdır.
Bütün bunların yanı sıra, bu revizyonistler, cunta ile yaptıkları pazarlıklarda, kendilerine daha iyi imkân ve mevkiler elde edebilmek için bir koz olarak gördükleri devrimci gençlik ve aydın hareketini etraflarında tutabilmek uğruna halk savaşı adına bol bol “Guevaracılık” yapmaktan da geri durmuyorlar; “radikal cunta” için ortam hazırlayabilmek amacıyla anarşizmi ve her türden bireysel terörizmi de kışkırtıyorlardı.
1970’lere gelirken MDD hareketi ikiye bölündü. Mahir Çayan’ın başını çektiği bir grup Aydınlık Sosyalist Dergi etrafında toplanırken, M. Belli’nin sadık takipçisi Doğu Perinçek’in başını çektiği bir başka grup da Proleter Devrimci Aydınlık dergisini çıkarmaya başladı. Bu ayrılığın kökeninde iyice belirginleşmemiş olmakla birlikte, M. Çayan’ın küçük burjuva ihtilalci ve Guevara-Marigella tarzı gerilla savaşına yönelen çizgisiyle, M. Belli ve D. Perinçek’in cuntacı-refor-mist çizgisinin ayrışmaya başlamış olması yatıyordu. Bununla birlikte, başlangıçta her iki tarafta da esas olarak egemen olan M. Belli’nin cuntacı tezleriydi. Nitekim M. Belli bu ayrılık su yüzüne çıktığında, başlangıçta D.Perinçek tarafına eğilim gösterdi. Ancak MDD hareketinin başlıca sosyal temelini teşkil eden ve giderek radikalleşen öğrenci gençlik içinde öteden beri pasifist ve revizyonist nitelikleriyle ün salmış PDA önderliği süratle tecrit olunca, M. Belli bu hareketi (gençlik hareketini) cuntacılarla pazarlığında bir koz olarak kullanabilmek ve güçlü görünmek için M. Çayan’ın tarafına katıldı.
Buna rağmen, kitle hareketindeki kabarış, 15-16 Haziran işçi direnişiyle zirvesine ulaşıp İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildiğinde, ordunun M. Belli (daha yüzsüzce ve açık-seçik) Doğu Perinçek (daha ince ve üstü kapalıca) vb. tarafından gizlenmek istenen karşı-devrimci niteliği ve cuntacılara bağlanan umudun kofluğu geniş ölçüde ortaya çıktı. Bir süre sonra da, M. Çayan ve D. Gezmiş gibi radikal gençlik liderleri gençlik kitlesini de peşlerinden sürükleyerek M. Belli’yi yalnız bıraktılar. Aynı şekilde, 15-16 Haziran direnişini izleyen dönemde, iflah olmaz cuntacı PDA şeflerinin başım çektiği saflarda da, İbrahim Kaypakkaya önderliğinde yine küçük burjuva ihtilalci bir nitelik taşıyan bir muhalefet hareketi gelişmeye başladı.
PDA şefleri, 12 Mart’a gelinceye kadar yayın organlarında, “işçiler ‘ordu-işçi el ele’ diye bağırıyorlar. Subayları omuzlarına alıyorlar.” diye yazarak, işçi sınıfına yol gösteren (!) bu “proleter devrimciler” (!); “köylüler ‘yaşasın gerçek Türkiye ordusu’ diyerek yolu açtılar” diye yazarak köylülüğe yol gösteren (!) ve işçi-köylü ittifakını işçi ve köylülerin faşist diktatörlüğe ve orduya birlikte alkış tutmaları olarak anlayan ve gösteren bu alçaklar 12 Mart askeri faşist hareketini sıcağı sıcağına “yurtsever subayların hareketi” olarak bütün diğer revizyonistlerle birlikte alkışladılar.
12 Mart sırasındaki “sol” hareket -ki başlıca temsilcileri THKO, THKP-C ve TKP/ML-TİKKO idi- böyle bir ortamda elli yıllık revizyonist mirasa ve modern revizyonist ihanete bir tepki ve onun günahının bir kefareti olarak doğdu ve gelişti.
1971’de yapılan AEP 6. Kongresi’nde, Enver Hoca revizyonizmin tahribatına ve kitle mücadelelerinin yükselmesine işaret ettikten sonra bu “solcu” hareketi ortaya çıkaran şartları şöyle belirtiyor:
“… Gerçekten bugün devrimci mücadele, revizyonistlerin dışında ve onların arzulan hilafına gelişmektedir. Buna rağmen revizyonist teori ve uygulamaların tehlike ve zararları küçümsenemez. Aralarında dürüst devrimcilerin de bulunduğu birçok insan, gerçi revizyonistlerin reformcu yolunu reddetmekte ve onu eleştirmektedir; fakat devrim ve onun gelişme yolu hakkında başka bir yanlış anlayışa kapılmışlardır. Bu, onların küçük burjuva sosyal durumlarından Marksist-Leninist ideolojik şekillenmelerinin eksikliğinden ve anarşist-Troçkist ve darbeci anlayışların üzerinde yaptığı etkilerden ileri gelmektedir.” (Revizyonizm ve Maceracılık Yenilgiye, Marksizm-Leninizm Zafere Götürür, sf. 65)
Enver Hoca küçük burjuva ihtilalciliğinin teori ve pratiğini de özlü bir şekilde şöyle anlatıyor:
“Bunlardan bazıları, devrimi askeri bir darbe veya birkaç ‘kahraman’ın eseri olarak görüyorlar. Ve sanıyorlar ki, tıpkı ‘küçük bir motorun büyük bir motoru” harekete geçirmesi gibi bir mücadele grubunun “aktif eylemleriyle” devrimin patlaması için şart olan devrimci durum sunî olarak yaratılabilir. Bunlara göre, kapitalist toplumda kitlelerin devrimci birikimi, her an patlamaya hazırdır. Yeter ki dıştan bir darbe vurulsun, kitleler onları otomatik olarak izleyeceklerdir.” (age.)
’71 “sol” hareketinin dayandığı sosyal temelin -küçük burjuvazinin- durum ve gerilla mücadelesinin gelişmesi sürecinde karşılaştığı kaçınılmaz başarısızlıklar, küçük burjuva ihtilalciliğinin kendi içinde çeşitlenmesine yol açmıştı. Kır gerillası -Guevaracılık-, şehir gerillası -Marigellacılık-, bileşik savaş -Bravoculuk- ve Asya’da köylülüğe dayanan “solculuk” ayrımları oluştu. Ama dünya çapında olduğu gibi ülkemizde de, THKO gibi Guevara’nın, THKP/C gibi Marigella’nın,TKP/ML-TİKKO gibi köylü “solculuğu”nun yolundan gitmeye çalışan tüm ’71 ihtilalcilerinin durumları, sosyal konumları ve hareketlerin niteliği Enver Hoca’nın tanımlamasına aykırı düşmedi. İradenin rolü mutlaklaştırıldı; kitlelerin iradesi ve mücadelesi yerine bir grup adamın iradesi ve mücadelesi geçirildi. Devrimin kitlelerin eseri olduğu kavranmadığı gibi, devrimin iradi zorlamayla olgunlaşabileceği, bunun için öncü gerillanın harekete geçmesi gerektiği ve silahlı mücadelenin şartlarının her zaman var olduğu ileri sürüldü. Objektif durum dikkate alınmadı ve devrimi ekonomik ve sosyal gelişmenin olgunlaştırabileceği reddedildi.
Küba devriminin bazı özellikleri, özellikle Küba’da devrimi olgunlaştıran gerçek durum ve kitlelerin yükselen mücadelesi göz önüne alınmadan, gerilla kolunun rolünün tek yanlı olarak mutlaklaştırılması ve bu devrime önderlik edenlerin ideolojik doğrultusu, küçük burjuva ihtilalciliğinin yaygınlaşmasına yol açan etken oldu.
Günümüzde Sovyet emperyalizmi ABD emperyalizmi gibi yayılmaya çalışmakta ve sözde kurtuluş savaşlarını “destekleme” ve “devrimci şiddet”i savunma maskesi altında karşı-devrimci şiddeti savunmakta ve her yerde uygulamaktadır. Devrimci şiddetin gerekliliğini başlıca çıkış noktası yapan küçük burjuva ihtilalciliği, özellikle aydınların şahsında, bu yüzden bugün, modern revizyonizmden ve onun merkezini oluşturan Sovyetler Birliği’nin siyasi faaliyetinden daha fazla etkilenmektedir. Eski ve yeni “solcular”, aynı küçük burjuva sosyal konuma sahiptirler ve bu tabakanın siyasi işlevini yerine getiriyorlar, revizyonizmden daha az ya da daha çok etkilenmelerine -ki arada büyük bir fark yoktur- bakarak, bugün onların karşı-devrimci bir rol oynadıklarını ileri sürmek, genel olarak küçük burjuvazinin karşı-devrimci bir konumda olduğunu iddia etmek demektir ki, bu yanlıştır. Küçük burjuvazi devrimden objektif olarak yararı olan bir tabaka olduğu gibi; hatalı ve devrime götürmesi mümkün olmayan bir ideolojik siyasi formasyona sahip olmasına rağmen, mevcut düzene, emperyalizme ve faşizme karşı yönelen küçük burjuva ihtilalci hareket; örneğin Rusya’nın ya da diğer emperyalistlerin ve gerici sınıfların, belirli eylem ve tutumlarından yarar-lansalar da, bütünüyle destekleyecekleri ve geliştirmeye çalışacakları bir hareket olamaz. Daha çok yaralanmaya, daha çok kendi emellerine hizmet ettirmeye çalışabilirler. Ama “solculuk”un devrimci karakteriyle, emperyalizmin, burjuvazinin ve gericiliğin karşı-devrimci karakteri çelişir.
Ortaya çıkış şartları ve genel nitelikleri üzerinde durduğumuz ’71 “sol” hareketi, üç yıla yakın bir süre sürdü ve sonunda küçük burjuva ihtilalci örgütlerin önder kadrolarının tümünün katledilmesiyle, tutuklanması ve örgütlenmelerinin dağıtılması ve yenilgisiyle son buldu.
Küçük burjuva ihtilalci hareketin yenilgisinden sonra, bu hareketlerin saflarında belli başlı üç eğilim ortaya çıktı.
Bazıları yılgınlığa kapılarak devrimci mücadeleden yüz çevirdi.
Bunlardan bir kısmı her türlü mücadeleden elini eteğini çekti ya da revizyonist-reformist hareketlere katıldı; bir kısmı ise, açıktan açığa karşı-devrimciliğin, ihanetin batağına yuvarlandı, faşist ve sosyal-faşistler haline geldiler.
Bazıları, mücadelenin en güç anlarında sindikleri halde, 12 Mart döneminin sona ermesiyle birlikte, eski küçük burjuva ihtilalci çizginin sadık izleyicileri olduklarını, bu çizginin tamamen doğru ve Marksist-Leninist bir çizgi olduğunu iddia ederek; özellikle devrimci öğrenci hareketi içinde 12 Mart’ta katledilen küçük burjuva ihtilalci önderlerin sahip oldukları prestijden yararlanarak devrim ağalığı yapmaya kalkıştılar. Aslında bunların yaptığı, küçük burjuva ihtilalci geçmişin devrimci yanlarını törpüleyerek, onun revizyonist-Troçkist tezlerine sahip çıkmaktı. Böylece de bunlar, büyük ölçüde sosyal emperyalistlerin ve revizyonistlerin kanadı altına sığınarak, etkileri altında tutukları kadarıyla, devrimci gençlik potansiyelini revizyonistlerin ve reformistlerin sınıf uzlaşması kanalına akıtma görevini üstlendiler.
’71 ihtilalci hareketine katılan birçok devrimci ise, 12 Mart döneminin azgın faşist terörünü en ağır şartlarda kararlı bir şekilde göğüsledikten sonra, içine girilen dönemde, halka, devrime ve mücadelede can vermiş olan yoldaşlarına karşı duydukları sorumluluk ve bağlılıkla Marksizm-Leninizm’e sarıldı ve geçmiş mücadelelerini yeniden gözden geçirerek; yenilginin sebeplerini doğru olarak tespit etmeye, farkına vardıkları hatalarını düzelmeye ve devrim yolunda daha sağlam ve daha kararlı adımlarla yürümeye gayret etti.
THKO, tek tek birkaç döküntü dışında bütünüyle bu yolu tuttu. Sürekli, Marksizm-Leninizm’i kavrama yolunda kolektif bir faaliyet yürüttü, hatalarının kaynağını araştırdı ve bunları tespit ettikçe, halkı ve kadroları eğitmek amacıyla açık özeleştiriler yaparak düzeltti. O, bu faaliyetle örgüt hayatını devamlı canlı tuttu. Bu yüzden, her dönüm noktasında yeni gelişmeleri ayak uyduramayan bir avuç iflah olmaz tecrit edilerek örgüt dışına atılırken, örgütün ezici çoğunluğu, uyumlu ve kolektif bir biçimde hareket etti. Bunların hizip kurma çabaları her seferinde hüsrana uğradı.
1970’den Bu Yanı THKO’nun İdeolojik-Siyasi ve Örgütsel Gelişmesi:
THKO, 1970 sonlarında DENİZ GEZMİŞ, YUSUF ASLAN, HÜSEYİN İNAN, SİNAN CEMGİL,
CİHAN ALPTEKİN ve diğer bir grup radikal gençlik lideri tarafından kuruldu. Başlangıçta, örgütün, revizyonizmin “sosyalist” harekette yarattığı bunalımın silahlı eylemler yoluyla aşılmasına katkıda bulu nacağı ve gerilla savaşı halkasını yakalayarak “öncü”yü ve kitleleri örgütleyeceği düşünülüyordu.
THKO militanları, başlangıçta yaygın bir örgütlenme çalışması yapmadılar. İdeolojik ve siyasi bir faaliyet hemen hemen yürütmediler. O zaman örgütte hakim olan düşünceye göre, silahlı mücadeleyle birlikte yürütülmeyecek böyle bir faaliyet, savaş içinde çelikleşmemiş ve revizyonist-reformist etki altında bulunan birçok kadronun örgüte dolarak onu yozlaştırmasına yol açacak ve öte yandan ideolojik mücadele adı altında sürekli gevezelik yapan revizyonistlerden fark kalmayacaktı, örgütte o zaman “öncü savaş” ve “öncü savaşçı” anlayışı hakimdi. Ve her türlü mücadele yöntemini devrimci bir biçimde kullanacak yerde, mücadele yöntemlerinden bazıları “lekeli” olarak nitelenip onlardan uzak durmak tercih ediliyordu.
THKO, 1971 başlarında ülkede devrimci durumun silahlı mücadele açısından tamamen elverişli olduğunu ve o şartlarda silahlı mücadele yürütmeyen bir örgütün hiçbir zaman gerçek bir “iktidar alternatifi” olamayacağı görüşündeydi. Buna uygun olarak kırlarda silahlı mücadelenin başlatılması için asgari şartların yaratılmasını amaçlayan kısa bir hazırlık döneminden sonra tespit edilen bir bölgede oluşturulacak bir gerilla kolunun faaliyete geçmesi kararlaştırıldı. Kırda bu hedefe yönelik çalışmalar sürdürülürken, şehirlerde de bu faaliyeti desteklemeyi amaçlayan silahlı eylemlere girişildi ve 1971 “ol” hareketi böylece başladı.
THKO, o dönemde, siyasi çizgisine uygun olarak yayınladığı birkaç bildiri dışında herhangi bir yayın faaliyeti yürütmedi.
1972 Mart ayında yazılan “TÜRKİYE DEVRİMİNİN YOLU” broşürü, THKO’nun Türkiye devriminin çeşitli meseleleri hakkındaki görüşlerini toparlayan ilk resmi belgedir.
Broşürde, ülkemizde silahlı mücadelenin objektif şartlarının sürekli var olduğu, mevcut şartlarda silahlı mücadele yürütmeyen “ordusuz” bir örgütlenmenin kaçınılmaz olarak düzen örgütü haline dönüşeceği, parti kadrolarının silahlı mücadele, yani halk ordusu saflarından çıkacağı; bu yüzden ilk aşamada gerekli olan aynı zamanda işçi-köylü ittifakının da organı olacak bir halk ordusu kurmak olduğu ve süreç içinde partinin, başlangıçta partinin fonksiyonlarını da yerine getireceği ve getirdiği düşünülen bu ordu saflarından doğacağı savunuluyordu.
Broşür, yine THKO’nun o dönemde savunduğu kırların temel alınması gereğinden hareket ederek, şehirlerde işçi sınıfı içinde yürütülecek mücadelenin tayin edici önem taşımadığı, mevcut rejimde legal mücadele yürütme imkânı son derece sınırlı olduğu için silahlı mücadele dışında ve anında ona bağlanmayan ekonomik ve demokratik haklar için bir mücadelenin sürdürülemeyeceği yolundaki görüşleri sistemleştiriyordu. Arada bununla çelişecek görüşlere de yer verilmekle birlikte broşürün savunduğu siyasi çizginin özü buydu.
Broşürde revizyonizmin kuvvetli etkileri görülüyor ve o zaman “sosyalist” hareket içinde yer alan bütün siyasi akımlar tarafından değişik biçimlerde savunulan elli yıllık revizyonist tezler, genel olarak doğru kabul ediliyordu. “TÜRKİYE DEVRİMİNİN YOLU” broşüründe formüle edilen Kemalizm, devlet ve ordu meselesindeki görüşler de revizyonizmin etkisi altında ve Ş. Hüsnü’den beri ileri sürülen görüşlerin bir tekrarı niteliğinde idi.
Yine revizyonizm ve Troçkizmden derin etkilenmeye bağlı olarak “TÜRKİYE DEVRİMİNİN YOLU”nda revizyonizmin karakteri ve sınıf niteliği kavranamıyor ve Sovyetler Birliği revizyonist bir ülke olarak nitelendirilmekle birlikte, burjuva, kapitalist ve sosyal-emperyalist olarak görülmüyordu.
Broşürde birçok Marksist-Leninist genel doğru da sıralanmakla birlikte, açıkça görülmektedir ki, onun savunduğu görüşler, özü itibariyle revizyonizmin ve Troçkizmin etkisi altında şekillenmişlerdir.
THKO militanları hatalarda ayak diremediler, aksine onları amansız ve acımasızca eleştirdiler. Tersinin doğru olduğuna ikna oldukları her şeyden vazgeçtiler, vazgeçebildiler. Çünkü kendi çıkarlarını savunmuyorlardı, devrim inancıyla doluydular.
Türkiye’de Marksist gelişmenin ve THKO’nun orijinalitesi, Marksist bir akımın ya da partinin ve Marksist teorik-siyasi birikimin hemen hiç olmadığı şartlarda, küçük burjuva ihtilalciliğin demokrat, anti-emperyalist ve ihtilalci mirasına sahip çıkan, ama ideolojik-siyasi temelini eleştirip reddederek bunun küçük burjuvaziye ait olduğunu, revizyonizm ve Troçkizmden derinden etkilendiğini tespit ve ilan eden Marksizm’in, örgütsel alanda, bir küçük burjuva ihtilalci örgüt olan THKO’nun kendi özeleştirisi ve niteliğinin değişimiyle Marksist bir örgüte dönüşmesi yoluyla gelişmesidir. THKO, gelişim seyri içinde parti öncesi bir örgüt iken, halka verilen söze bağlı olarak bir süre sonra Leninist, Devrimci bir partiye yerini bırakarak örgütsel yaşamının sonunu getirmiştir. Böylece ülkemizde bir özlem olmaktan çıkıp gerçeklik kazanan Devrimci Proletarya Partisi’nin kuruluşu tamamlanmıştır.
THKO’nun devrimci burjuva demokrat bir örgütten marksist bir örgüte dönüşmesini mümkün kılan başlıca iki etkenden biri; THKO militanlarının devrime: olan inançları ve kararlılıkları, bu uğurda herhangi bir şeyi feda etmekten kaçınmamalarıdır.
İkinci tayin edici etken, THKO’nun geçmiş mücadelesi içinde öne çıkmış, mücadelede uzlaşmacılığa ve teslimiyetçiliğe düşmemiş, devrimci kararlılığa ve önemli bir prestije sahip, birçok eksiklikler taşısalar da, Marksizm’e yönelen, kendilerine bu doğrultuyu esas alan ve bu doğrultuda önemli belli adımlar atan THKO militanlarının hemen tümüyle dağılmış olan örgütü toplayarak merkezi bir yapıya sahip Marksist bir örgüt olarak yeniden örgütlemeyi ve merkezi organ GMK’yi kurmayı başarmalarıdır. O nispeten yaygın ve kendi sosyal temelini örgütlemiş, dolayısıyla sınırın özellikleri indisine silinmezcesine mal olmuş ve küçük burjuva mülkiyet özlemiyle şekillenmiş bir örgütlenme değildi. Böyle bir örgüt olması halinde Marksist bir örgüte dönüşmesi büyük ölçüde imkânsız olurdu. THKO Türkiye’de Marksist bir parti ya da grubun bulunmadığı şartlarda, önlerinde hazır bir halde Marksist bir alternatif bulunmayan, bunun ve somut olarak devrime giden yolun arayışı içindeki aydınların devrimci bir örgütlenmesiydi. Örgüt olarak, son derece az sayıda-yenilgi döneminde kendi çıkarlarını, mülkiyet kaygılarını ve kariyer hırslarını gerçekleştirmek için içine sızmaya çalışanlar dışta tutulursa, Marksizm’e açık, ondan etkilenen, devrim inancı ile dolu üyeye sahipti.
71 hareketinin yenilgisiyle THKO’nun örgütsel yapısı da hemen tümüyle dağılmıştı. Birbirinden kopuk, küçük ve etkisiz gruplar küçük burjuva ihtilalci çizgiyi sürdürmeye devam ediyorlardı. Bunların yanı sıra, devrim ağalığına ve gangsterliğe özenen lümpen özellikli unsurlar da THKO’nun prestijinden yaralanmaya çalışıyorlardı. Bu arada zaten Marksizm’e açık olan THKO militanlarının asıl önemli kesimi, Marksizm’den giderek daha çok etkileniyorlar, inceliyorlar, Marksizm’i öğreniyor ve kabul ediyorlardı. Geçmiş siyasi çizgiyi savunup sağlamlaştırmaya çalışsa da, THKO içinde ilk özeleştiri girişimi olan “GEÇMİŞİN ÖZELEŞTİRİSİ” broşürü bu örgütsel dağınıklık ortamında yazıldı. Marksistlerin örgüt içinde inisiyatifi ele alarak THKO’nun merkezi yapısı GMK’yi kurmaları ve merkez organ olan YOLDAŞ dergisini yayınlamaya başlamaları tarihine kadar, THKO içinde -sadece içinde değil, dışına da yansıyarak- yoğun bir sınıf mücadelesi dönemi yaşandı. Bu dönem boyunca küçük burjuva ihtilalciliği, Marksizm’in militanlar üzerinde ve örgüt içinde gelişmekte olan etkisine güçlü ve merkezi bir direniş örgütlemeyi başaramadı. Ve bu dönem tüm olumsuzluklara karşın merkezi bir yapıya sahip THKO’nun yeniden örgütlenmesiyle son buldu.
Daha sonraları yenilginin nedenlerinin araştırıldığı bir sürece girildi. Bir yandan Marksizm’den öğrenerek, diğer yandan kitle mücadelelerinden güç olarak devrimin kitlelerin eseri olduğu, sübjektif etkeni bir grup ihtilalcinin, “öncü savaşçıların” temsil edemeyeceği ve devrimi gerçek durumun olgunlaştıracağı kavranmaya başlandı. Devrim için her türlü fedakârlığa hazır olan THKO militanları bir taraftan da uluslararası Marksist-Leninist hareketin modern revizyonizm karşısındaki başarılarından da etkileniyordu. Ama Marksizm’den etkilenilse de, Marksizm’in temel ilkeleri kavranamayınca; bir müddet, özellikle sağcı, revizyonist akımların küçük burjuva ihtilalciliğini eleştiri maskesi altında, onun devrimciliğine, devrimci ruhuna ve kararlılığına saldırması karşısında; Marksist bir platform yerine, küçük burjuva ihtilalci bir platformda geçmiş harekete sahip çıkılmaya çalışıldı.
Bir yandan Marksizm’den öğrenip, diğer yandan kitle mücadelesinin güçlü çekim kuvvetiyle ilerlenirken, devrimin kitlelerin eseri olduğu, esas olarak kavranıldı ve “öncü savaş” anlayışı reddedildi. “Öncü savaş” anlayışının reddi ile merkezini Sovyet revizyonizminin oluşturduğu uluslararası modern revizyonizme ve sosyal emperyalizme karşı tavır alınması ve uluslararası revizyonizm ile aramıza oldukça belirgin kalın bir çizgi çekilmesi aşağı yukarı aynı tarihlere rastlar.
THKO’nun devrimci bir partiye doğru ilerlemesinin etkenlerinden birisi de, belli bazı aksamalar olsa da, örgüt-içi hayatın canlılığı ve ideolojik hayatta süren dişe diş mücadele idi. Bu anlamda yapılan hatalar karşısında anında yapılan muhalefet ve yapıcı eleştirilerin önemli rolü büyük olmuştur.
Uygulamaya konulmadığı halde teoride THKO tarafından bir süre savunulan revizyonist ÜÇ DÜNYA TEORİSİ de belirtilen örgüt içi eleştiriler sonucunda AEP 7. Kongresi’nin ve Enver Hoca’nın yol göstericiliğinde reddedildi.
Devlet biçimi olarak değil de hükümet biçimi olarak görülen faşizm anlayışı da eleştirilerek, özeleştirisi verilerek reddedildi. “Faşizm tırmanıyor” tespitleri mahkûm edildi.
Kuşkusuz ÜDT’ni de, “Faşizmin tırmanışı” teorilerini de reddedebilmek kısa sürede bir çırpıda gerçekleştirilen olaylar niteliğinde değildi. Söz konusu yanlış görüşlerin her birisinin reddi ve özeleştirilerinin verilmesi, uzun sürelere yayılan çetin örgüt-içi mücadeleler sonucu mümkün olabilmiştir.
THKO’nun devrimci bir partiye dönüşmek üzere örgütsel varlığına son vermesinin ardından yaklaşık on yıl geçti. Devrimci parti geride kalan tarihsel dönemde bir dizi önemli badireler atlattı. Ancak bugün O, Deniz Yusuf, Hüseyin’in; Kadir, Sinan, Alpaslan’ın uğruna can verdikleri devrim davasını zafere ulaştırmak için var gücüyle savaşıyor; başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin kurtuluş mücadelesinde, doğrudan doğruya kitleler içerisindeki somut yol göstericiliği ile, militan tutumuyla ezilen sınıflar için biricik umut olma işlevini sürdürüyor.
Darağaçlarında, Nurhak’larda ve daha birçok alanda devrim uğruna can verenler ölümsüzdür.

Mayıs 1989

Devrim ve Devrimci Eylem Biçimleri Üzerine

“Komünistler, kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak tüm mevcut toplumsal koşulların zorla yıkılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ediyorlar.” (Komünist Manifesto)

Her proleter devrimin, proletarya önderliğinde gelişen tüm devrimlerin, sosyalist ve kesintisiz olarak sosyalizme yönelen devrimlerin, uygulamada alacağı biçimler ve zaman sorununun ötesinde hiç zaman kaybetmeksizin ya da çeşitli aşamalardan geçerek, üretim araçlarının özel mülkiyetini hedeflemesi, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini amaçlaması, varoluş nedeni ve temel fonksiyonudur. Ama bu, içkinleşmiş ve topluma yabancı mekanizmanın, burjuva toplumun birçok etkinliğini üstlenerek, kolektif kapitalist işleviyle önemli alanlarda üretimin yönetimini ele alan ve yalnızca bir koruyucu mekanizma olmanın ötesinde, sermaye ile ileri ölçüde kaynaşmış ve onun adına davranan siyasal-örgütsel mekanizmanın, emekçi yığınların iradelerini yok eden, onları ve iradelerini dışta tutan, kendi ayakları üzerinde durmalarını engelleyen, talep, hoşnutsuzluk, mücadele ve başkaldırılarının önleyici, bastına ve ezicisi terör ve şiddet aletinin, bürokratik-militarist aygıtın kırılmasını-gerektirir. Başka türlü, ne emekçi yığınların ve önderi proletaryanın iradesinin yeni toplumsal kuruluş için örgütlenmesi, ne devrilenlerin direnişlerinin üstesinden gelinmesi ne de ileriye doğru tek bir adım atılması olanaklıdır. Bu açık ve kesindir, tartışmayacağız. “Avrupa komünistlerinin” Gorbaçovcuların, “ulusal” benzerlerinin ve uzantılarının inkârcılıkları, programlarından buna ilişkin temel maddeyi çıkarmaları, ancak, onların proletarya ve emekçilere düşmanlıklarını gösterir, yoksa proleter devrimi ve sosyalizmin bu temel sorununun tartışılabilirliğini değil. Tartışma, bu kırmanın “nasılı” üzerine olabilir; devrimci olarak kalındıkça, ancak bu tartışılabilir.
“Barışçıl Geçiş” Olanaklı mı?
Önce, bürokratik-militarist aygıtın tüm ağırlığı ve kokuşmuşluğuyla toplum üzerine çökmediği, burjuva devletin olanaklı olduğu ölçüde bürokratik olmayan tarzda (örneğin, Şerifleri halkın seçtiği ve değiştirdiği Amerika’da) ve militarize olmadan, sürekli ordusuz (örneğin yine Amerika’da halk silahlıydı ve gerektiğinde bir araya geliyordu) örgütlendiği İngiltere ve ABD gibi ülkeler açısından, döneminde, barışçıl geçişi olanaklı gören -Marks’la birlikte- Engels’in konuya yaklaşımını görelim:
“Soru – Özel mülkiyetin kaldırılmasını barışçıl yöntemlerle gerçekleştirmek olanaklı olacak mıdır?
“Yanıt – Bunun olabilmesi istenilen bir şeydir ve buna karşı direnecek en son kişiler elbette komünistler olurdu. Komünistler, komplonun hiçbir türlüsünün, hiçbir yarar sağlamadığı gibi, hatta zararlı olduğunu çok iyi biliyorlar. Devrimlerin kasten ve keyfi olarak yapılmadıklarını, bunların her yerde ve her zaman belirli partilerin ve koskoca sınıfların irade ve önderliklerinden tamamıyla bağımsız koşulların zorunlu sonuçları olduklarını çok iyi biliyorlar. Ama proletaryanın gelişmesinin, hemen her uygar ülkede zorla bastırıldığını ve komünistlerin muhaliflerinin, böylece, bütün güçleriyle, bir (karşı)-devrime doğru gittiklerini de görüyorlar. Ezilen proletarya, sonuçta bir devrime zorlanacak olursa, biz komünistler nasıl şimdi sözle yapıyorsak, o zaman fiilen de proleterlerin davasını savunacağız.” Engels, bu sözleri, 1847’de yazdığı “Komünizmin İlkeleri” adlı yapıtında söylüyor, henüz daha 848 Devrimlerinden de önce.
Ve peki, bürokrasi ve militarizm, istisnasız tüm ülkelerde yetkinleşip genelleştikten, burjuva devletin ayrılmaz ve temel unsurları haline geldikten, iç savaşları ve dünyanın paylaşılması uğruna kendi aralarındaki dalaşma ve çatışmalarıyla emperyalizm döneminde hele ilk proleter devriminden sonra, “barışçıl geçiş” olanağı üzerine ne söylenebilir? Kuşkusuz teorik olarak, istisnai koşullarda bu olanak reddedilemez, mutlak olarak hiçbir şeyin reddedilemeyeceği gibi… Emperyalizm ve proleter devrimleri döneminde de, Lenin, bugünkü “Avrupa komünistlerin” atası, II. Enternasyonal’in dönek önderlerinden Otto Bauer’in mülksüzleştirmenin barışçıl koşulları ve gelirlerin anlaşmalı-düzenli paylaştırılması üzerine reformcu, sınıf işbirlikçi görüşleri karşısında, bu “olanak” üzerine şunları söylüyordu:
“O, el koyma olmadan da mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmelerinin teorik olarak olanaklı olduğunu kafasına iyice yerleştirmiştir…
“O, düşünmeyi bilmez. Galipleri bile felaketin eşiğine sürükleyen bir savaştan, yani emperyalist savaştan sonra; bir dizi ülkede iç savaşın başlamasından sonra; emperyalist savaşın, uluslararası ölçüde bir iç savaşa dönüşmesinin kaçınılmazlığı, gerçeklerle kanıtlandıktan sonra bile, milattan sonra 1919’da Viyana kentinde kapitalistlerin gelirlerinin ‘dokuzda dördünün’ ‘düzenli’, ‘sistemli’ bir biçimde ellerinden alınmasını vaaz edebilmek için insanın… akli dengesinin bozuk olması… gerekir.
“…iyi adam, çok ufak bir ayrıntıyı gözden kaçırmış; sosyalizme bu kadar ‘düzenli’ ve ‘sistemli’ geçişin (soyut anlamda, ‘halk’ için en yararlısı olabilecek olan bir geçiş) şunları gerektirdiğini unutmuş: proletaryanın zaferinin mutlak kesinliği, kapitalistlerin durumunun mutlak çaresizliği, kapitalistlerin açıkça boyun eğmede mutlak zorunlu ve istekli olmaları.
“Bu kadar özelliğin böyle bir arada bulunması olanaklı mıdır?
“Teorik olarak; yani bu durumda çok soyut ele alındığında: Kuşkusuz! Diyelim ki, içlerinde bütün büyük devletlerin de bulunduğu dokuz ülkede, Wilson, Llyod George, Millerand ve kapitalizmin diğer kahramanlarının durumu, bizdeki Judeniç, Kolçak ve Denikin ve bakanlarınınki gibi olsun. Diyelim ki, bunun üzerine onuncu, küçük bir ülkede kapitalistler işçilere şu öneriyi getirdiler: ‘Sistemli’ ve barışçıl bir ‘mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi’ni (tahribatsız!) gerçekleştirmek için, güvenilir bir biçimde yardım etmek istiyoruz, kararlarınıza da boyun eğeceğiz. Buna karşılık birinci yıl, eski gelirlerimizin dokuzda beşi, ikinci yıl da dokuzda dördü elimize geçecek.
“Sözünü ettiğimiz koşullar altında en küçük ve ‘en barışçıl’ ülkelerden biri olan onuncu ülkenin kapitalistlerinin böylesine bir öneri getirebilecekleri tümüyle düşünülebilir ve bu ülkenin işçileri bu öneriyi inceleyip (biraz pazarlıktan sonra: tüccarla pazarlık yapmadan olmaz) kabul ederlerse, bunda hiç de kötü bir yan olmaz.
“…Dünya kapitalizminin ve onun önderlerinin şu anki durumu, Rusya’daki Judeniç, Kolçak ve Denikin’in durumuna hiç benziyor mu?
“Hayır, durum başkadır. Rusya’da kapitalistler umutsuz bir direnişten sonra yenilgiye uğramışlardır. Ama, dünyada hâlâ iktidardadırlar; egemendirler.” Proleter Devrimin Teorisi, Lenin, Bir Yayıncının Notları makalesi.)
Belki gün gelecek, sosyalist kuşatma altında bazı ülkelerde burjuvazi barış içinde boyun eğmeyi kabullenecek. Ama, bugün kabullenmiyor. Proletaryanın, ezilen halkların seslerini yükselttiği, kurtuluş için ayağa kalktığı her yeri tüm dünyayı ateşe atmaktan çekinmiyor. Sermaye, onunla kaynaşmış ve onun egemenliğinin koşullarını korumakla yükümlü bürokratik-militarist aygıtı, bırakalım gönüllüce boyun eğmeyi, açık terörü gündeme getiriyor, faşizme başvuruyor; aygıt, en “demokratik” ülkelerde bile şanına yakışırcasına davranıyor, mahkemeleriyle, hapishaneleriyle, darağaçlarıyla, silahlı birlikleriyle varoluşunun hakkını veriyor. En sıradan işçi eylemleri bile, eğer fiili meşruiyetini kendi sağlamamışsa, kendi gücüyle varlığını ortaya koymamışsa hunharca eziliyor ve eğer kendini, gücüyle, biraz “ileri giderek” ortaya koymuşsa, bu, sermayenin bir iç savaşı başlatmaya, en gaddar önlemleri almaya yönelmesinin nedenini oluşturuyor.
“Barışçıl geçiş” olanağı, teorik olarak ve istisnai koşullarda, reddedilemez; ancak bugün böyle bir olanaktan da söz edilemez. Sınıf mücadelesi pratiği ve tüm devrimler tarihi tersini gösteriyor; hazırlanılması gereken barışçıl olmayan geçiş koşullarıdır. Ve teorik ve istisnai olarak “barışçıl geçiş” olanağı, barışçıl budalalığı gerektirmez, ola ki, bu olanak karşıya çıkacak olsun, barışçıl olmayan geçişin hazırlığı hiçbir şey kaybettirmeyecek, tersine gerekli olan yapılmış olacaktır, çünkü sermayenin gönüllüce boyun eğişi de proletaryanın güçlü ve hazırlıklı oluşunu, boyun eğmediğinde başına geleceği bilip hissetmesini gereksinir.
Bugün için “barışçıl geçiş” tartışması da yapılamaz. Yapanlar, devrim safları dışına düşer, reformist hayalleriyle baş başa bırakılırlar. Tıpkı, Bauer örneği barışçıl gelir paylaşımı peşinde olan ve mülksüzleştirmeyi zorunlu ve gerekli görmeyen, temel bir sorun olduğunu yadsıyan M.Belge gibi. Tıpkı, Aydınlık ve TBKP gibi.
Ama Engels ve Lenin’in söylediklerinden şu sonuç da çıkar: Marksistler zor ya da şiddet delisi değillerdir, ne oluı’sa olsun zor ve şiddet peşinde koşmazlar. Barışçıl olmayan geçiş koşulları, Marksistlerin kendilerinin, kendi iradeleriyle seçtikleri koşullar değildir, bu koşullar dayatılmıştır; toplumsal siyasal gerçeklik böyledir, Marksist-lerse, yalnızca, durumu kabullenmekte, resti görmektedirler, çünkü başka yol yoktur. Toplumların sınıflara bölünüşünü Marksistler icadetmedi: son sömürücü sınıflı toplumun, proleterlerin sömürüsü ve baskı altında tutuluşu üzerine kuruluşu ve iç dinamiğinin kaçınılmazlığıy-la sosyalizme götürecek oluşu, herhangi bir iradenin işi değildir, durum tüm nesnelliğiyle devrime götürmektedir. Öte yandan bürokratik-militarist aygıtın ortaya çıkışının sorumlusu da değildir Marksistler, burjuvazinin her sıkıştığında, hatta sıkışmada da şiddete başvurmasının sorumlusu olmadıkları gibi. Barışçıl olmayan geçiş koşullarını yaratan, bölünmüşlük ve zıtlık içindeki toplumda nesnel bir kaçınılmazlık olan sınıf mücadelesinin gelişmesinin ve çeşitli sınıfların birbirleriyle ilişkilerinin bugünkü toplumsal siyasal şekillenişidir. Ve bugünkü durum, proleterlere ve onların bilinçli kesimine seçme hakkı bırakmamaktadır: ya göze alacaksın ya köle kalacaksın!
Çağımızda Dünya Proleter Devrimlerin Koşulları Olgundur
Paris Komünü günlerinden bu yana dünyanın gidişini belirleyen proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmedir; dünya bu çelişme temelinde devinmektedir. Emperyalizmle birlikte bu durum çok daha belirgin bir hal almıştır. Birçok başka çelişme de vardır dünyadaki gelişmeleri etkileyen, ama sermaye dünya gericiliğinin kalesidir, proletarya ise devrimin sancaktarı. Özellikle emperyalizm döneminde tüm gericilik, feodal ve ataerkil kurumlarıyla tekelci sermaye etrafında toplanmış, tekelci sermaye ve egemenliği ise sızıp girmedik ülke bırakmamıştır. Proleterlerin mücadelesi olduğu gibi, ezilen halk ve ulusların, onların geniş yığınlarının, sömürgelerin mücadelesi de emperyalist tekelci sermaye egemenliğine yöneliktir. Çünkü geri ülkelerin soyulması ve talanının esas yürütücüsü, bu ülkeler gericiliğinin de birleşmiş olduğu emperyalizmdir. Ve emperyalizm, tüm ülkelerde az ya da çok kapitalizmi ve proletaryayı geliştirmiştir. Bugün ilkel kabile ve komünal toplumsal özellikler gösteren en geri ülkelerde bile şöyle ya da böyle bir tür ve miktarda kapitalizm ve proletarya vardır. Bu durum, ezilen halk ve ulusların mücadelesinin küçümsenmesine değil, bu mücadelelerin gelişme koşul, itici güç ve hedeflerinin doğru değerlendirilmesine götürmelidir.
Geri ülkeler burjuvazisi henüz tüm barutunu tüketmiş değildir; ama, eskiden olduğu gibi yalnızca feodalizmle değil, gelişkin burjuvaziyle, tekelci burjuvazi ve emper-yalizmiyle karşı karşıyadır. Emperyalizm tarafından baskı altında tutulmakta ve üstelik kapitalist bir sınıf olarak bin-bir bağla ona bağlanmış bulunmaktadır. Yine üstelik kapitalist bir sınıf olarak ve kapitalizmin ötesine geçemeyecek oluşuyla, bu sistemin doruğuna çöreklenmiş tekellerle baş etmesi ve kalıcı zaferler elde etmesi olanaksızdır. Siyasal bağımsızlığı daha kolaylıkla ve Çin demokratik devrimi örneğinde olduğu gibi belirli bir iktisadi bağımsızlığı çok istisnai ve elverişli koşullarda (Sovyet yardım ve desteği, 2. savaş koşulları vb.) elde edebilir oluşu, bu ülkeler proletaryası ve emekçilerinin burjuvazilerinin peşi sıra yürümelerini gerektirmiyor. Artık bu ülkelerde emperyalizmle birleşen yerli burjuvaziyi de hedef alan, dünya proleter devriminin parçası ve unsuru olan proletarya önderliğinde devrimler olanaklıdır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi, geri kapitalist, kapitalizmin belirli bir gelişme gösterdiği tüm ülkelerde, tüm dünyada, sosyalist ve kesintisiz sosyalizme bağlanan devrimlerin objektif koşulları vardır. Birkaç bin -sanayi de değil atölye- işçisi ile yola koyulan, kapitalizmin çok az geliştiği Arnavutluk Devrimi örneğinin de ortaya koyduğu gibi, geri bir kapitalizm ve az sayıda işçinin varlık koşullarında, eğer yeterli sübjektif koşullar varsa, iyi bir parti, onun yaydığı kurtuluş bilinci ve örgütlenmiş emekçilerle devrim zafer kazanabilir.
Proletarya devrimi ve ona bağlanan proletarya önderliğinde devrimler açısından nesnel koşullar, artık sistemin tümü açısından, dünya çapında olgunlaşmıştır ve çeşitli ülkelerin halkalarını oluşturdukları emperyalist zincir en zayıf halkasından kırılacaktır. Leninizm!in İlkeleri’nde Stalin konuya ilişkin şunları yazıyor:
“Eskiden ayrı ayrı ülkelerde ya da daha doğrusu, gelişmiş şu ya da bu ülkede, proletarya devrimi için nesnel koşulların varlığından ya da yokluğundan söz etmek adetti. Şimdi, bu görüş artık yetersizdir. Şimdi devrim için, nesnel koşulların, dünya emperyalist ekonomi sisteminin tümünde eksiksiz bir bütün olarak bulunup bulunmadığından söz etmek gerekir; çünkü sistem, tümü ile, devrim için olgunlaşmış ise, ya da daha doğrusu, olgunlaştığı için, bu sistemin içinde sanayi yönünden yeter derecede gelişmemiş bazı ülkelerin bulunması, devrim için aşılmaz bir engel olmaz.
“Eskiden, gelişmiş şu ya da bu ülkede proletarya devriminden; sermayenin şu ya da bu ulusal cephesine karşı duran, bu cephenin taban tabana karşıtı olan, belirli ve kendine yeten bir varlık gibi söz etmek adetti. Şimdi artık bu görüş yetersizdir. Şimdi dünya proleter devriminden söz etmek gerekir, çünkü sermayenin ayrı ayrı ulusal cepheleri, emperyalizmin dünya ölçüsünde cephesi denilen ve bütün ülkelerin devrimci hareketinin genel cephesi ile çatışma halinde bulunan bir tek zincirin halkaları haline gelmiştir.
“Eskiden proletarya devriminin, yalnızca, belirli bir ülkenin iç gelişmesinin bir sonucu olduğu düşünülürdü. Artık bu görüş de yetersizdir. Şimdi proletarya devriminin, her şeyden önce, emperyalizmin dünya sistemindeki çelişkilerinin gelişmesi sonucu, emperyalist cephe zincirinin şu ya da bu ülkede kırılmasının sonucu olarak düşünülmesi gerekir.
“… Sermayenin cephesi, emperyalizm zincirinin en zayıf olduğu yerde yarılacaktır; çünkü proletarya devrimi, dünya emperyalist cephe zincirinin kırılmasının sonucudur ve devrime başlayan ülke, sermayenin cephesini yaran ülke, kapitalist anlamda daha gelişmiş ülkelere oranla daha az gelişmiş olabilir ve bununla birlikte, kapitalizmin çerçevesi içinde bulunabilir.” (Leninizm’in İlkeleri, s.30-31)
Evet, tek tek ülkelerle sınırlı düşünülmeksizin ve tek tek herhangi ülkelerde kapitalizmin ne derece gelişmiş olduğuna bakılmaksızın, kapitalist-emperyalist sistem, dünya ölçüsünde, doğrudan ya da aşamalar yoluyla yerini sosyalizme bırakmak üzere olgunlaşmıştır; sistemin tüm ülkeleri açısından, proletarya ya da proletarya önderliğinde devrimlerin nesnel koşulları vardır.
Ve 1. Bölüm 4. Maddesinde “Mali sermayenin diktatörlüğü yıkılmakta ve yerini proletarya diktatörlüğüne bırakmaktadır” diyen Komünist Enternasyonal programı, 1. Emperyalist Savaşla birlikte kapitalizmsin genel bunalım dönemine girdiğini söylüyordu: “(1. Emperyalist) savaş bütün dünya kapitalist sistemini sarstı ve böylece kapitalizmin genel bunalım dönemini başlattı.” (2. Bölüm, 1. madde).
Bunların anlamı nedir?
Emperyalizm döneminde, kapitalist gelişme derecesi önem taşımaksızın (bu, kuşkusuz, devrimin somut gelişmesi, izleyeceği yol, aşamaları ya da aşamasızlığı, yedekleri, taleplerinin sıralanışı vb. açılardan büyük önem taşır) tüm ülkeleri kapsamak üzere, dünya çapında proletaryanın tek başına ya da müttefikleriyle birlikte iktidarının ve sosyalizme yönelmenin nesnel olarak olanaklı olduğu ve kapitalizmin -dönem dönem geçici istikrara kavuşsa da- artık kendi çelişmeleriyle baş edemez duruma geldiği anlamına gelir bunlar.
Devrimci Durum Üzerine
Ama genel olarak kapitalizmin doğrudan ya da halk demokrasilerinden geçerek sosyalizm için nesnel olarak olgun hale gelmesi, somut olarak her ülkedeki devrimin zafere ulaşmak üzere gerçekleşmesinin nesnel koşullarının varlığı ve devrim yapmaya girişmek için ülkelerin ekonomik ve politik nesnel toplumsal durumunun incelenmesine gerek olmadığı anlamına gelmiyor. Kapitalizmin, yıkılmak için genel olarak olgun halde oluşu ayrı şeydir; tek tek her ülkede zafere ilerleyecek devrimler için elverişli nesnel koşullar gerekmesi, devrim için devrimci durumun zorunlu oluşu ayrı şey. Proletarya devrimleri ve proletarya önderliğinde kesintisiz devrimler olanaklıdır, herhangi bir ülkede “burjuvazi beklenmeli ya da desteklenmeli” demek geçersizdir; ama her ülkede proletarya önderliğinde devrimlerin olabilirliği, devrimci durum olmadan devrimin gerçekleşebileceğinin iddia edilmesini haklı çıkarmaz. Devrim için, ne sosyalizmin nesnel koşullarının dünya ölçeğinde varoluşu ne de kapitalizmin genel bunalım içinde oluşu yeterlidir. Devrim için devrimci durum gerekir ve bu da her zaman olan sürekli bir durum değildir. Devrimci durum nesnel bir durumdur, ekonomik ve siyasal toplumsal koşulların çelişmeli gelişmesinin belirli doruk noktalarında oluşur, görece uzun süreli olarak var olur ya da oldukça kısa süre için ortaya çıkar, ekonomik ve siyasal kriz koşullarını, bu koşulların işlerin eskisi gibi gitmesini olanaksız kılan varlığım gereksinir.
Kuşkusuz kapitalizmin sosyalizm için olgunlaştığını bilen ve bunun üzerine emperyalizm-can çekişen kapitalizm adlı eserinde “emperyalizm sosyalizmin arifesidir” diyen Lenin, devrimci durum üzerine şunları yazıyor:
“Marksistlere göre, devrim için elverişli bir durum olmaksızın bir devrim olanaksızdır; üstelik her devrimci durum da bir devrime yol açmaz. Genel anlamda bir devrim durumunun belirtileri nelerdir? Şu üç ana belirtiyi sıralarsak bizce yanılmış olmayız: 1) Egemen sınıflar için, bir değişiklik yapmaksızın egemenliklerini sürdürmek olanaksız hale geldiği zaman; ‘üstteki sınıflar’ arasında şu ya da bu biçimde bir bunalım olduğu zaman: egemen sınıfın siyasetindeki bu bunalım, ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve kırgınlıklarının ortaya dökülmesini sağlayacak bir gedik açtığı zaman. Bir devrimin olması için çoğu zaman ‘alttaki sınıfların’ eski biçimde yaşamak ‘istememeleri’ yeterli değildir; ‘üstteki sınıfların da’ eski biçimde ‘yaşayamaz duruma gelmeleri’ gerekir. 2) Ezilen sınıfların sıkıntıları ve gereksinmeleri da/anılmaz duruma geldiği zaman; 3) Yukarıdaki nedenlerin sonucu olarak, ‘barışçıl’ dönemde soyulmalarına hiç seslerini çıkarmadan katlanan, ama ortalığın karıştığı zamanlarda hem bunalımın yarattığı koşullarla ve hem de bizzat ‘üstteki sınıflar’ tarafından bağımsız tarihsel bir eyleme itilmeleriyle, kitlelerin faaliyetinde oldukça büyük bir artış olduğu zaman.
“Yalnızca tek tek grupların ve partilerin değil, ayrı sınıfların iradesinden de bağımsız olan bu nesnel değişmeler olmaksızın, genel kural olarak bir devrim olanaksızdır. Bu nesnel değişikliklerin hepsine birden, devrim durumu denilmektedir… her devrimci durum, devrime yol açamaz; bir devrim, ancak, yukarıda sayılan nesnel değişmelerin yanı sıra özel bir değişme de olursa, meydana gelir, yani: bunalımlı dönemlerde bile, zorlanmadığı takdirde ‘devrilmeyen’ eski yönetimin gücünü parçalayacak (ya da sarsacak) güçte bir devrimci sınıfın kitle eylemleri yapmaya gücü yetmesi halinde.” (Sosyalizm ve Savaş, 2. Enternasyonal’in Çöküşü)
Bir devrimi olanaklı kılmak üzere, devrimci durum, ekonomik ve siyasal yönleriyle, niceliğin niteliğe dönüşümü olarak, belirli bir süreç içinde oluşur, iradeyle yaratılamayacak nesnelliğiyle gelişip olgunlaşır. Tüm sınıfları ve ilişkilerini etkileyen, sınıfların toplumsal durumu ve ilişkilerini değişikliğe uğratarak ve bu değişikliklerin belirli bir ifadesi ve belirişi olarak ortaya çıkan devrimci durum, kuşku yok ki, durup dururken aniden oluşmaz. Kapitalizmin “üst” ve “alt” sınıfları da etkileyen, “eski biçimde yaşayamaz” ve “yaşamak istemez” kılan bunalımıyla doğrudan ilişkili olan devrimci durum, önce sınıflar arasındaki ilişkiler ve tek tek sınıfların durumundaki “eski”den farklılaşan değişmelere bağlı olarak, yönetmekte zorluklar içine düşmeye başlayan “üst” sınıflarla, hoşnutsuzluğu artmaya ve bunu ortaya koymaya başlayan, bağımsız, düzen dışına taşma eğilimi gösteren ve yer yer taşan eylemlere yönelen “alt” sınıfların durum ve ilişkileri çerçevesinde baş gösteren devrimci yükseliş ya da devrim dalgasının yükselişini takip ederek, bu yükselişin gelişimin belli bir düzeyinde, bu yükselişin doruğu olarak oluşur ve giderek olgunlaşır. Stalin, ‘Devrimci yükseliş’le ‘doğrudan devrimci durum’ arasına geçilmez bir çit çekilemez. ‘Şu noktaya kadar devrimci bir atılım vardır, bu noktadan sonra, doğrudan devrimci duruma sıçrayış vardır’ denemez. Yalnızca skolastik kişiler sorunu böyle ele alabilir. Birincisi, normal olarak ‘farkına varılmadan’ ikincisine dönüşür. Görevimiz doğrudan devrimci durumun gelmesini beklemeden proletaryayı şimdiden, kesin, devrimci mücadelelere hazırlamaktır” (Proleter Devrimin Teorisi, s. 151) diyor.
Devrimci yükselişle devrimci durum arasına “Çin şeddi” çekilemeyeceği açıktır; ama bu ikisini bir ve aynı şey saymak da skolastisizm olur, birikim ile nitelik dönüşümünü aynılaştırmak insanı metafiziğe batırır. Devrimci durumun olmadığı ve olduğu dönemleri, örneğin “evrim ve devrim dönemleri içice geçmiştir” teziyle aynılaştırmak ve teke indirmek “devrimci yükseliş”le “devrim durumunu” tümden birbirine karıştırmak neyse de, devrim dalgasının düşüş ve gericilik dönemleriyle devrim dönemi ve devrimci durumu birbirine karıştırmayı da içerir ki, bu açıkça mantıksızlık olur. Örneğin ’81 Türkiye’sinde evrim ve devrim dönemlerinin iç içeliğinden söz etmek, “sürekli kriz”den hareketle, bu dönemde de, olgunlaşmış ya da olgunlaşmamış haliyle bir devrim durumundan, devrimci krizden bahsetmek kimseyi ikna edebilecek bir şey olmasa gerektir.
Devrimci yükseliş” ile “devrimci durum” arasına aşılmaz çit çekilmesine karşı çıkan Stalin, saldırı ve geri çekilme vb. gibi farklı taktiklerin uygulanmasını koşullandırarak birbirinden farklılaşan devrimin kabarma ve alçalma dönemlerinden söz ederek, birinciye Rusya’da devrimin 1903-1905 dönemini, ikinciyeyse 1907-1912 dönemini örnek verir (Leninizm’in İlkeleri, s.84), başka yerlerde ise devrimin dönemleri ve izlenen taktikleri birbirinden daha da ayrıntılı olarak farklılaştırır.
Lenin, 1903-05 dönemini “devrimin hazırlanış yılları”, 1905-07 dönemini “devrim yılları” olarak anar; 1907-10, “irtica yılları” olarak anar; 1907-10, “irtica yılları”, 1910-14, “atılım yılları”dır vb.. “Rusya farklı, geri ülke farklı” yorumu bir yana, ülkeden ülkeye değişmeyen diyalektik yöntemi devrimin gelişmesine uygulayan Lenin’in devrim dönemi ve devrimci durumdan farklı olarak “devrimin hazırlanış yılları” olarak bir evrim döneminin sözünü ettiği ve bunun evrensel bir gerçeklik oluşturduğu ortadadır.
“Devrimin hazırlanış yıllan (1903-1905). Her yanda büyük fırtınanın yaklaşışı hissediliyor. Toplumun bütün sınıflarında kaynaşma ve hazırlık… sınıflar, önlerindeki savaşlar için muhtaç oldukları ideolojik ve siyasal silahı örste döverek yaratmaktadırlar.
“Devrim yılları (1905-1907). Bütün sınıflar kendi kimlikleriyle ortaya çıkıyorlar. Bütün program ve taktik kavramları, yığınların eylemiyle deneyden geçiriliyor. Grev mücadelesi, dünyada görülmedik bir genişliğe ve keskinliğe ulaşıyor. İktisadi grevin, siyasal greve dönüşmesi ve siyasal grevin çarlığa karşı ayaklanma halini alması.” (Lenin, ‘Sol’ Komünizm, s.15-16)
Hareket halinde olan ne iradelerdir, ne dar bir grup, az sayıda insan, öncü, hatta yalnızca öncü sınıf, ne de onların durumları, ilişkileri ve fikirleridir. Tüm bunları da etkileyerek asıl hareket halinde olan toplumun kendisidir, çeşitli sınıfların karşılıklı durumları ve ilişkileriyle tüm bir toplum hareket halindedir, fikirler, iradeler, ruh halleri, bu nesnel harekete bağlı olarak değişmekte ve gelişmektedir; yön verici, yönetici irade, eğer gerçekten iddiasına uygunsa, kendisini, bu nesnel akışa uyumlu olarak ortaya koymak, gelişimi, ancak onun nesnelliğini hesaba katıp bunun gereklerini yerine getirerek aktif olarak etkilemeye yönelmek durumundadır. Yoksa kendini nesnelliğin karşısında ortaya atmak, toplumsal siyasal gelişmenin nesnelliğini dikkate almadan ve bu nesnelliğin gelişmesinin sınıflar bazında hesabını yapmadan kendine iradeci roller biçmek değil. Bu, söz konusu iradenin, ancak, proleter bilinçten kaynaklanmadığını ve Marksist irade olmadığını kanıtlar.
Eğer gerçek bir devrimin sözü ediliyorsa, öncünün gücünün hesabı ile yetinmek ve hesabı onun üzerine kurmak cinayet olur; olunca pratikliği ile, mücadeledeki konum, tutum ve güçleriyle, fiili durumlarıyla sınıf güçlerinin, yığınların hesabı yapılmalıdır; çünkü toplum zıtlık ve mücadele halindeki sınıf güçleri üzerine, yığınlar üzerine kuruludur ve onların çatışmasıyla devinmekte ve gelişmektedir. Sınıfların öncülerinin, temsilcilerinin, sınıflar adına hareket edenlerin ve onların iradelerinin üzerine kurulu olmayan toplum, bu unsurların çatışmasıyla da gelişmemektedir. Bu nedenle, devrimci durumun varlığı ya da yokluğunu dikkatle gözetmek, hesabı sınıf ilişkileri üzerinde yapmak, taktiği, irade ve duygular üzerine değil nesnellik üzerine kurmak, devrimin başarıyla gelişmesinin can alıcı sorunudur.
“Taktik, sert bir nedensellikle, söz konusu devletteki bütün sınıf güçlerini hesaba katarak (ülkenin çevresindeki devletlerin ve dünya ölçüsündeki devletlerin içindeki sınıf güçlerini de hesaba katarak) ve devrimci hareketlerin deneyimini göz önünde bulundurarak soğukkanlılıkla saptanmalıdır. Rusya’da çetin ve kanlı deneyim, devrimci taktiğin, sadece devrimci duygu üzerine kurulamayacağı gerçeğini bize öğretmiştir” (‘Sol’ Komünizm, s.62) diyen Lenin, devrimci durum ve devrimin başarısı sorununa değişik bir açıdan yaklaşarak, ezilen emekçi yığınların siyasal hayata sürüklenmesi ve devrimcilerin yığınları yöneterek egemenleri devirmelerini olanaklı kılacak bir ulusal bunalım ve hükümet bunalımı üzerinde duruyor ve “güçsüz bir işçi azınlığı”nın, öncünün kazanılması hesabıyla yetinmeyi, “bu, yüz bin kişilik takviye kuvvetinin savaş meydanına ulaşmasını sağlayabilmek için, gerekli zamanı kazanabilmek için, ‘durmak’, ‘dolambaçlı yoldan gitmek’ ve giderek ‘uzlaşma’ yapmak gerekirken, 10.000 askeri, 50.000 düşmana karşı savaşa sokmak gibi bir şeydir. Bu, aydın çocukluğudur; bu, devrimci bir sınıfın ciddi bir taktiği olamaz” şeklinde eleştirerek devam ediyor: “Devrimin temel yasası, bütün devrimler tarafından ve özellikle 20. yüzyıldaki üç Rus Devrimi tarafından doğrulanan devrimin temel yasası şudur: devrim olabilmesi için, sömürülen ve ezilen yığınların, eskiden olduğu gibi yaşamanın olanaksız olduğu bilincine varmaları ve değişiklik istemeleri yetmez. Devrimin olması için, sömürücülerin eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve hükümeti yürütemez duruma düşmeleri gerekir. Ancak ‘aşağıdakilerin’ eski tarzda yaşamak istemedikleri ve ‘yukarıdakilerin’ de eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki, ancak bu durumdadır ki, devrim başarıya ulaşabilir. Bu gerçeği başka şekilde şöyle ifade edebiliriz: (sömürüleni de, sömüreni de etkileyen) bir ulusal bunalım olmadan devrim olanaksızdır. Böylece bir devrimin olabilmesi için, ilkin, işçilerin çoğunluğunun (hiç değilse, bilinçlenmiş olan ve aklı eren, siyasal bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunun) devrimin gereğini tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna hayatlarını feda etmeye hazır olmaları gerekir; bundan başka, yönetici sınıfların, en geri yığınları bile siyasal hayata sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devrimcilerin onu devirmesini mümkün kılan bir hükümet bunalımından geçmekte olması gerekir (her gerçek devrimi belirleyen şey, o zamana kadar bilinçsiz olan, ezilen emekçi yığınlar arasında siyasal mücadeleye atılmaya hazır insan sayısının, hızla on misline ve belki de yüz misline yükselmesidir).” (‘Sol’ Komünizm, s.89)
Çatışma, Sınıf Güçleri Arasındadır; Devrim Kitlelerin Eseridir
Sınıf mücadelesi, adı üstünde, karşılıklı konumlanmış zıtlık halindeki sınıflar arasındaki bir çatışmadır. Ne sınıfların öncüleri arasındadır ve ne de öncülere dayanarak ve yalnızca öncülerin hesaba katılmasıyla düzenlenen bir plana göre yürütülebilir. Karşı karşıya duran ve sınıf ilişkileri ve mücadelesinin düzeyine göre, maddi toplumsal koşulların durumuna göre, mücadelenin belirli biçimleriyle çatışma halinde olan, hesaplaşmayı sürdüren ve şöyle ya da böyle bir sonuca ulaştıracak güçler, sınıf güçleridir. Öncülerin rolü ve işlevi, bu çatışma ye hesaplaşmada öncüsü oldukaları sınıfa öncülük edip önünde yürüyerek, onu yönetmekten, yol göstermekten ibarettir. Çatışmayı kendi başına yürütmek değil, sınıf adına mücadeleyi üstlenmek hiç değil. Ve üstelik çatışmayı yürüten ve yürütecek güç olarak, sınıfın öncüsü yeterli olmadığı gibi, öncü sınıfın kendisi de yeterli değildir. Başında bilinçli kesiminden oluşan öncüsüyle öncü sınıf, proletarya, tüm emekçi yığınları safına kazanıp peşine takmak, yönetip yönlendirmek durumunda ve zorundadır; eğer devrimin başarısı amaçsa.
Öncünün rol ve işlevinin öncülükten ibaret olması, kuşkusuz hiç de “küçük iş” görülüp yetersiz sayılacak ve azımsanacak şey değildir ve olamaz. Devrimin nesnel koşullarının varlığı halinde, öncünün güçlü durumu, sınıfı ve yığınları yönetip yönlendirme yeteneğinde oluşu, kendi deneyleriyle öncünün öneri ve gösterdiği yolların doğruluğunu sınayıp güvenle onun peşi sıra yürüyecek olan yığınları, koşullara uygun örgüt ve mücadele biçimlerini sis-temleştirerek bu çerçevede seferber edecek ve iktidar hedefine yöneltecek faaliyeti, devrimin başlıca öznel (sübjektif) koşulunu oluşturur ve devrimin zaferini garanti eder. Bilinçli bir öncünün yokluğunda, nesnel koşulların eyleme sürüklediği kitleler, sınıf sezgileriyle bir yol tutturmalarının ötesinde, bilinçli ve etraflıca düşünülmüş, çeşitli deneylerden süzülmüş, devrimci teoriyle, toplumsal gelişmenin yasalarının bilgisiyle aydınlatılmış hedefler, hareket tarzı ve taktikler geliştiremeyecek, kendiliğinden mücadele elverişli koşullarda belirli bir zafere yol açsa bile bu geçici olacak, meyvesi toplanamayacaktır.
Ama öncünün rol ve işlevi öncülüğün ötesine götürülüp sınıf ve yığınların yerine öncü geçirildiğinde ve plan onun üzerine kurulduğunda da, zafer olanaksızlaşacak, Lenin’in deyişiyle bir cinayet hazırlanmış olacaktır. Sömürücü ve baskıcı egemen sınıflarla, onların örgütlülüğü ve deneyliliğiyle, yetkinleştirilmiş bürokratik-militarist aygıtıyla küçük bir öncünün, bu “küçük”lüğe uygun taktik ve yöntemlerle ve buna uygun ideolojik-siyasal yönelişle başa çıkması ve bu taktik ve yöntemlerin başarı vaat etmesi olanaksızdır. Karşı karşıya çatışması gereken ve hangi koşul olursa olsun, o koşullara uygun biçimlerde ve düzeyde çatışan güçler zaten sınıf güçleridir ve kim ne yaparsa yapsın bu çatışma zaten sürmektedir. Öncüyle sınıfın karıştırılması ve birincinin ikincinin yerine geçirilmesi, gerçek çatışmanın gelişimini olumsuz etkiler, çatışmanın gerçek güçlerini (ezilen, devrimin güçlerini) dağıtır. İradenin, sınıfın ve yığınların yönetilmesi yönünde zorlanması, nesnelliğe uygun ve paralel bir zorlama gereklidir. Ötesi, öncünün sınıf adına ya da yalnızca öncü sınıfın ateş hattına sürülmesi ise, aşırı bir zorlamadır ve iradecilik kategorisine girer.
Devrimci durumun oluşma koşullarında devrimin hazırlanmasından ve kesin hesaplaşma için gerekli koşullardan söz eden Lenin sunaları yazıyor:
“Proletaryanın öncüsü, ideolojik bakımdan kazanılmıştır. Esas olan budur. Bu olmasaydı, başarıya doğru birinci adımı atmak bile olanaksızlaşırdı. Ama oradan zafere varmaya çok uzun bir yol var. Öncüyle hasmı yenmek mümkün değildir. Bütün sınıf, büyük yığınlar, öncüyü doğrudan doğruya destekleme durumuna gelmedikçe ya da üncüye karşı hayırhah bir tarafsızlık tutumunu benimseyerek karşı tarafı desteklemeleri olasılığı kesin olarak ortadan kalkmadıkça, öncüyü kesin savaşa sürmek sadece bir ahmaklık olmakla kalmaz, bir cinayet olur…
“Uluslararası işçi hareketinin bilinçli öncüsünün, yani komünist eğilimli partilerin ve grupların, hemen önündeki hedef (çoğunlukla henüz uyuşuk, bilinçsiz, her günkü hayatlarına dalmış, hareketsiz, uykuda olan) yığınları, bu yeni tutum ve davranışa getirmektir, ya da daha doğrusu sadece partiyi değil, aynı zamanda bilinçlenmekte olan yığınları da yönetmeyi bilmektir. Birinci tarihsel hedefe (proletaryanın bilinçli öncüsünü, Sovyetler iktidarından ve işçi sınıfı diktatörlüğünden yana çekmek) ulaşılması, oportünizme ve sosyal-şovenizme karşı tam bir ideolojik ve siyasal sağlanmadan nasıl mümkün değildiyse, ikinci hedefe, yığınları, öncünün devrimde zaferini sağlamak için gerekli bu yeni tutumu ve davranışa getirmeye, şu anın hedefine, sol doktrinciliği saf dışı etmeden, bunun yanılgılarını tam olarak çürütmeden ve etkisiz hale getirmeden ulaşılamaz.
“Proletaryanın öncüsünü komünizme kazanmak söz konusu olduğu sürece (ve bu söz konusu olduğu ölçüde), propaganda ön planda yer alıyordu; kendi özlerinde taşıdıkları kusurlara karşın, küçük grupların propagandası bile yararlı ve verimli olabiliyordu. Ama yığınların pratik eylemi söz konusu olduğu zaman, … son ve kesin mücadeleyi vermek üzere milyonlarca insanın oluşturduğu orduları yerleştirmek, belirli bir toplumun bütün sınıf güçlerini mevzilendirmek söz konusu olduğu zaman, yalnız propaganda yöntemleriyle, sadece ‘saf komünizmin gerçeklerinin yinelenmesiyle hiçbir şey başarılamaz. Henüz yığınları yönetmemiş olan sınırlı bir grubun üyesi propagandacının yaptığı gibi, burada, yüzlerle sayı sayılmaz, milyonlarla ve on milyonlarla sayılır. Şimdi artık devrime) sınıfın öncüsünü inandırdım mı diye kendine sormakla yetinemezsin; belirli bir toplumun tarihsel bakımdan etkin bütün sınıf güçlerinin, istisnasız mutlak olarak bütün sınıf güçlerinin, kesin savaş için koşulların tam elverişli olduğu tarzda mevzilenmiş olup olmadıklarını bilmek gerekir, şöyle ki, 1- kendi olanaklarını aşan bir mücadele yüzünden bize düşman olan bütün sınıf güçlerinin yeteri kadar zor durumda, yeteri kadar birbiriyle dalaşmış ve yeteri kadar zayıflamış durumda olup olmadıkları; 2- ara unsurların, duraksayan, sallanan tutarsız bu unsurların burjuvaziye karşı olan küçük burjuvazinin, küçük burjuva demokrasisinin- halkın önünde yeteri kadar maskeleri düşmeli, pratikte iflaslarıyla yeteri kadar saygınlıklarını yitirmelidir; 3- proletaryanın saflarında burjuvaziye karşı en kesin eylemden yana, en yürekli devrimci çıkıştan yana güçlü bir bilinç ortaya çıkmalıdır. İşte ancak o zaman devrim olgunlaşmıştır; işte ancak o zaman yukarıda özet olarak işaret ettiğimiz bütün koşulları doğru olarak hesaba kattıksa ve zamanını doğru seçtikse, zaferimiz güvenlik altındadır.” (‘Sol’ Komünizm, s.100-101)
Bütün sınıf güçlerinin hesaba katılması, onların durum, ilişki ve mücadelesinin hareket noktası edinilmesi ve öncünün kazanılmasıyla ve eylemiyle yetinilmeyip yığınların kazanılması ve eyleminin kesin ve son mücadele için gerekliliği, özet budur. Lenin, yığınların kazanılmasında, onların proleter öncüyü destekleme ya da en azından hayırhah bir tarafsızlık tutumuna çekilmesi için propaganda yetersizdir diyordu, gerekli olduğunu söylediği şey ise bizzat yığınların eylemidir, kendi öz siyasal deneyimleridir, yani kitle mücadelesidir: “…bütün sınıfın, sermayenin ezdiği geniş emekçi yığınların, gerçekten böyle bir tutumu benimseyebilmeleri için sadece propaganda, sadece ajitasyon yetmez. Bunun için bu yığınların kendi öz siyasal deneyimleri gereklidir. Bütün büyük devrimlerin temel yasası böyledir…” (Agy) Temel yasa; bütün büyük devrimlerin temel yasası: “devrim kitlelerin eseridir”. Ve egemenlerin ve yalpalayan unsurların olduğu gibi emekçi yığınların objektif ve sübjektif durumlarının, eğilim, bilinç ve örgütlülük durumları ve ruh hallerinin iyi hesaplanması ve kesin ve son mücadele için, ateşe atılmak için temel edinilmesi gerekiyor. Zafer başka türlü güvenlik altına alınamaz.
Ve yine devrimin kitlelerin eseri olmasının, kitlelerden başka hiçbir şeyin önemli olmayışı, öncünün rolü ve işlevinin, mücadelenin önündeki aktif eylemliliğinin önem taşımaması anlamına gelmediği vurgulanmalıdır. Bir başka vurgu da, “kitle fetişizm”ine karşı yapılmalıdır: devrimin kitlelerin eseri oluşu, devrimin abc’si ve işin temelidir, ama bu, ne kitlelerin ne de kitle mücadelesinin her şey olduğu anlamına gelir. Kitle adına layık bir öncü tarafından yönetilmiyorsa yolunu bulamayacak ve kitle eylemleri öncünün etkinliğiyle geliştirilmiyor ve istisnası olmadan her koşulda, ama koşuluna mutlak uyumlu olmak şartıyla, uygun küçük grup eylemleriyle desteklenmiyorsa; devrimci irade, başlangıçta tüm kitleyi kucaklaması ve yaygın kitlesel karakter taşıması kuşkusuz olanaksız olan, kitle eyleminin içinde doğan ancak sistemleştirilmeye ve genelleştirilmeye muhtaç yeni örgüt ve mücadele biçimlerinin, kitlelerin eylemini geliştirmesi ve kitleler içinde yaygınlaştırılması yönünde kullanılmıyorsa, ne devrim ve ne de onun temel iticisi olan kitle mücadelesi başarıyla ilerleyebilir.
İşte bu noktada ’71’i eleştirirken aşırıya gidildi, bir miktar sağa kayıldı. “Kitle” ve “devrimin kitlelerin eseri olması” vurgusu, devrimci iradenin rolünü gölgeleyecek, küçük grup eylemlerini -ilke olarak reddedilemez denmesine rağmen- neredeyse tümden gözden çıkaracak bir noktaya varır hal aldı, abartılarak yapıldı. Küçük grup eylemlerinin genel bir sistem olarak kitle eyleminin yerine geçirilmesinin eleştirisinde, gereken yerde durmak tam doğru olarak başarılamadı. Ve ’71’in aşırı eleştirisi, pratikte devrimci militan ruhun zayıflaması, devrimci iradenin rolünün küçümsenmesi şeklinde sonuçlar doğurdu. Oysa her şeyi yerli yerine oturtmak gerekiyor.
Evrim-Devrim Dönemleri ve Öncünün Farklı Tutum ve Görevleri
“Devrimci duygu üzerine kurulamayacak” devrimci taktik, açık ve kesindir ki, “bütün sınıf güçlerini hesaba katması” ve “sert bir nedensellikle” nesnel koşulların değerlendirilmesi üzerinde yükselmesiyle, evrim ve devrim dönemlerinde ve bu dönemlerin çeşitli koşullarında farklılaşacaktır. Dönemlerin kendi içinde farklılaşma daha ayrıntıya ilişkin olurken, iki dönem açısından ise temel bir farklılığa uğrayacaktır. Evrim dönemi, devrimin hazırlık dönemidir ve nesnel duruma göre izlenecek taktik devrimin hazırlanmasını, sınıfın ve yığınların devrim için kazanılmasını, eğitilip aydınlatılmasını hedefleyecek ve kesin ve son mücadele ve hesaplaşma için zaman gelmeden, taktik, ateşle oynar bir taktiğe dönüşmeyecektir. Bunun anlamı, bu dönemde hiç “ateş yakılmaması” değildir, ama taktiğin ateşle oynamak üzerine kurulmamasıdır. Öncünün sınıfsız toplum için kazanılması, yığınların kendi öz siyasal deneyimleriyle öncünün çizgi, görüş ve önerilerinin doğruluğunu sınamasının sağlanması, bunun için kitle eyleminin geçerli biçimlerinin uygulanmasının başını çekmek, onun en önünde olmak ve uygun koşullarda eylemin yeni ve ileri biçimlere bürünmesine önerilerle ve pratikle yardım etmek, mücadeleyi -eğer savunma ya da geri çekilme taktiği izlenmesi dayatılmamışsa- ileri (talep, biçim ve örgüt biçimleri olarak ileri) götürmeye çalışmak, devrimin hazırlanmasının temel yönüdür. Bu hedefler, başlıca propaganda ve ajitasyonu, gerçeklerin açıklanmasını ve bu yolla, özellikle mücadelesi içinde öncü ve yığınların kazanılması için bir faaliyet sürdürmeyi gereksinir. Dönemin mücadele biçimleri, iradenin değil, toplumsal nesnelliğin ortaya koyduğu ve kitlesel karakterde yaygın olarak kullanılan biçimler, çeşitli çatışmaları ve zor unsurunu içerse de genellikle barışçıldır. Zor, sınıf mücadelesinin doğasından gelir ve başlıca, egemenlerin başvurdukları zor ve bunun yer yer neden olduğu savunucu karşı-zor olarak ortaya çıkar.
Eğer “tüm sınıf güçleri hesaba” katılacaksa ve “son ve kesin mücadeleyi vermek üzere milyonlarca insanın oluşturduğu ordular”ı yaratmak, bunun için hem öncüyü hem de yığınları hazırlamaksa amaç ve devrimin yasası, yığınların kendi öz siyasal deneyimlerinin gerekliliğini belirtiyorsa, sınıfı ve yığınları, grevleri, gösterileri, direnişleri içinde devrim ve sosyalizme kazanmaya ve böylelikle devrimi hazırlamaya çalışmaktan başka yol yoktur.
Devrimin nesnel koşullarının olgunlaşmasına paralel olarak ve kuşkusuz kitlelerin bilinç, örgütlülük ve ruh hallerinin düzey ve durumu da gelişmesinde etkisini göstermek üzere, çeşitli mücadele ve örgüt biçimleri eskiyecek ve yeni mücadele ve örgüt biçimleri ortaya çıkacak, kitle eylemi bu giderek eskiyen ve yenilenen biçimleriyle ilerleyecektir. Belirli koşullarda çeşitli makamlara yazılmış dilekçelerin imzalanması mücadelenin gelişmesine hizmet ederken, örneğin siyasal grevlerin, genel grevin gündeme girdiği bir dönemde artık dilekçe imzalama biçimi çoktan eskimiş, zamanını doldurmuş geri bir biçim haline gelir, artık gericileşmeden savunulamaz olur. Silahlı gösterilerin ortaya çıktığı bir dönemdeyse hâlâ göstericilerin barışçıl düzenlenmesinde ısrar etmek, gericilik ve burjuvazinin safına kayışı belirtir. Devrimci durum koşullarında ve hele bir ayaklanma gereken durumda hâlâ propaganda ile yetinmeyi önermek saf değiştirmek anlamına gelecektir.
“…burjuvazi, Bolşevizm’in ancak bir yönünü, onu da bir dereceye kadar, görmektedir: isyan, şiddet, terör yönünü…” (‘Sol’ Komünizm, s. 109) diye yazarak, başka bir konu üzerinde dururken, Bolşevizm’le, Marksizm’le, isyanın, devrimci şiddet ve terörün ayrılmazlığına değinen, kesinlikle terörü reddetmeyen Lenin, silahlanma ve mücadelenin silahlı biçimler temeli üzerinde yükselmesiyle evrim ya da devrimin hazırlanması döneminden farklılaşan devrim dönemi görev ve taktiği ve sözü edilen farklılık üzerine, 1905 tarihli “Devrimi Örgütlemeli miyiz?” adlı makalesinde şöyle diyor:
“Burjuvazinin ve onun halkı hiçe sayan uşaklarının hesabını bir an önce görme arzusuyla yanıp tutuşanları alıkoyan güç nedir? Bu, örgütlenmenin ve disiplinin gücüdür; tek tek katliamların saçmalığının, halk kitlelerinin ciddi devrimci mücadelesinin zamanının henüz gelmediğinin, istenen genel siyasi durumun var olmadığının bilincinde olmaktır. İşte bu nedenle, bir sosyalist, böyle durumlarda halka ‘silahlanın’ demez ve asla demeyecektir; ama halkı her zaman silahlanma ve düşmana saldırma coşkun arzusuyla silahlandıracaktır (bunu yapmıyorsa zaten bir sosyalist değil gevezenin biridir). Ne var ki, Rusya’nın bugün içinde bulunduğu durum bu alışılagelmiş koşullardan tamamen farklıdır! Bu yüzden, şimdiye kadar hiçbir zaman ‘silah başına!’ çağrısında bulunmamış olan ama işçileri durmaksızın coşkun silahlanma arzusuyla silahlandıran devrimci Sosyal Demokratlar, bugün hep birden devrimci inisiyatife sahip işçilerin ardından ‘silah başına!’ şiarını attılar.” (Örgütlenme, s. 122)
Devrimin hazırlık döneminde silahlanma ve düşmana saldırma coşkusunu geliştirip yaratma, yığınları bu arzuyla eğitip silahlandırma ve “silah başı” yapma ve devrim için hazırlama ve devrimci durum olgunlaştığında yapılacak “silah başına” çağrısının yığınsal yanıt bulmasının zemini oluşturma ve nesnel koşulları ortaya çıktığında, devrim döneminde, ateş hattına çıkma zamanı, son ve kesin hesaplaşma anı geldiğinde “silah başına” çağrısıyla birlikte silaha sarılma, silahlı mücadele, ayaklanma. İki dönemin görevleri ve taktiği arasındaki temel farklılık buradadır.
Evrim Dönemi ve Bireysel Terörizm Sistematiğinin Çıkmazı
Bütün sınıflar, yığınlar ve devrimin gelişmesi ve devrimci durumun oluşmasının nesnel koşulları hesaba katıldığında, plan yalnızca öncü ile sınırlı olarak yapılmadığında, devrim yasaları görmezden gelinmedikçe, evrim ve devrim dönemlerinin görevleri ve taktikleri arasındaki bu temel farklılık kabul edilmek durumundadır. Ama taktiğini parlamalı-sönmeli devrimci duygu ve coşku temelinde geliştiren; örgütlülük, disiplin, sosyalist bilinçten kaynaklanan dayanıklı öfke, uzun vadeli sabırlı çalışma, tutarlı ve köklü kapitalizm karşıtlığından güç alan ciddi militan tutum yerine örgütsüzlük ve dağınıklık, küçük üretimin birimlerin birbirinden tecrit edilmiş koşulları, bu duruma uygun dağınık bireysel eylemler disipline yatkın olmayış, ani öfke nöbetleri ve yatışma, acelecilik, günlük işler peşinde oluş ve kısa günün kârı anlayışı ve ütopizm ve duygu ve coşkulara dayanan eylemlilikle karakterize olan küçük burjuvaziye dayanan; Marksist materyalizme toplumsal gelişmenin nesnelliğini, diyalektiğe ise, her olguda olduğu gibi devrimin gelişmesinde de evrim ve devrimi, nicelik birikimi ve niteliksel dönüşümü, niceliğin niteliğe dönüşmesini yadsıyarak muhalefet eden; sonda söylenmesi gerekeni hemen başta söyleye; bütün sınıfları, toplumu devindiren temel çatışan güçleri değil öncüyü hesaba katan, iradesini nesnelliğe uyumlu olmayarak aşırı zorlamayla ortaya koymaya yönelen iradeci bireysel terörizm sistemi, dönem farkı gözetmeden, ancak kendi içinde farklılaşmak üzere tek bir taktik tanımaktadır: silahlı eylem ve silahlı mücadelenin temel alınması taktiği. Evrim ya da devrimin hazırlanması döneminde, kitlelerin nesnel olarak silahlı eyleme çekilmesi olanağı bulunmadığından, silahlı eyleme çekilme olanağı olan az sayıda insanın, küçük bir grubun silahlı eylemi kaçınılmazlık oluyor ve silahlanma ve temel mücadele biçimi olarak ileri sürülen silahlı mücadele, daha baştan, kitlelerin silahlanması ve mücadelesinin bir biçimi olmaktan “öncünün”, küçük grupların işi ve mücadelesine dönüşüyor, böyle kabul görüyor, böyle de öngörülüyor. Çıkış noktasındaki terslik, açmaza götürüyor, sınıf mücadelesinin kitle mücadelesinin bir biçimi olması gereken silahlı mücadele ve genel olarak mücadele ve biçimleri, sınıfın ve yığınların dışına itiliyor, küçük gruplara, “öncü”ye atfediliyor, “öncü” sınıf mücadelesinin öncüsü olmaktan çıkarılıp esas gücü haline sokuluyor. Çatışmanın bir tarafını sınıf ve yığınlar değil, “öncü” oluşturur oluyor, çelişmenin öncüyle egemen sınıflar, oligarşi arasında olduğu teorik olarak da iddia edilmeye başlanıyor. Ve ortada sınıf hesabı adına bir şey kalmıyor, sınıf adına kendini hesaplama, sınıf hesabının yerini alıyor. Bunun bir nedeni, “en devrimci”, en keskin mücadele biçiminin, koşullarının olup olmadığı ile ilgilenmek-sizin, devrimciliğin göstergesi sanılmasıdır, en ileri biçimler savunulmazsa devrimciliğe halel geleceğinin düşünülmesidir.
Yazımızın bu bölümünde, Rusya’nın koşulları, sömürge ya da yarı-sömürgelerin koşulları tartışmasının ötesinde Lenin’in bireysel terörizm sistemine yönelttiği teorik eleştiriler ve bu sistemin ideolojik yönü üzerinde duracağız. Kuşkusuz, çeşitli ülkelerin koşulları birbirinden farklıdır ve biri için geçerli olan bir şey diğeri için geçerli olmayabilir ama Marksist teori tektir, çeşitli ülkelerde uygulanışı farklılaşsa da, devrimin yasaları, bunların teorik konulusu değişken değildir, her ülke için geçerli evrenselliktedir. Çeşitli ülkeler için farklı “Marksizmler”, “Rus Marksizm’i”, “Çin Marksizm’i”, “Amerikan Marksizm’i” olmadığı kuşkusuzdur.
Rusya’da devrim öncesi bireysel terörizmi sistematik olarak savunan sosyalist-devrimcilerdi ve Lenin, onların belli başlı iki özelliğini şöyle tanımlıyordu: “İlkin, bu parti, Marksizm’i yadsıyarak (dikkat edilsin, Rusya’nın koşullarını değil Marksizm’i yadsıyarak diyor Lenin-ÖD) herhangi bir siyasal eyleme girişmeden önce, sınıf güçlerini ve bu güçler arasındaki ilişkiyi hesaba katmanın gereğini anlamamakta direniyordu (belki de daha doğrusu anla-yamıyordu). İkincisi, bu parti, bireysel terörizmi, suikastları doğru bir eylem olarak tanımayı, kendi ‘devrimci’ ruhunun ya da ‘solculuğunun’ özel bir belirtisi sayıyordu ki bunu, biz Marksistler, kesin olarak reddederiz.” (‘Sol’ Komünizm, s.24)
Sınıf güçleri nasıl hesaba katılmıyordu?
Bizde de, özellikle “geçmişten çıkarılan bir ders” olarak moda olduğu üzere, sosyalist-devrimciler, “biz terörizmi yığınlar içindeki çalışmanın yerine değil, fakat esas olarak yığınlar içindeki çalışma için ve onunla birlikte savunuyoruz” (Aktaran: Lenin, Devrimci Maceracılık, s.60) diyorlar. Ama bu savunulamaz olanı savunma çabasıdır, kaytarmacılıktır ve Lenin itiraz ediyor: “Sosyalist-Devrimciler, Rus devrimci hareketinin çok açık bir biçimde yararsız olduğunu ispat ettiği terörizmi savunurken, terörizmi yığınlar arasındaki çalışma ile birlikte kabul ettiklerini ve bu yüzden de Sosyal-Demokratların bu tür mücadele yöntemlerinin yararlı bir sonuç vermeyeceği yolundaki karşı görüşlerinin kendilerine yöneltilemeyeceğini iddia ederlerken, kederli görünüyorlar… yığınlar arasındaki çalışmadan dikkatimizi ayırmıyoruz diye Sosyalist-Devrimciler bizi temin ediyorlar; ama Partilerinin, Balmashov’un Sipyagin’i (bir bakan-ÖD) katletmesi gibi hareketlerinden şevkle yanadırlar. Herkes de açıkça görüyor ve biliyor ki, bu hareketin yığınlarla hiçbir ilişkisi yoktur ve ayrıca bu yola başvurulduğu sürece de olamaz -ki bu terörist eyleme girişen kişiler, yığınları ne hesaba katmışlardır, ne de onlardan belirli bir eylem ve destek ummuşlardır. Sosyalist-Devrimciler, terörü tercih etmelerinin, kendi sınıf mücadelesini yürüten devrimci sınıfın partisi olmaya bile çaba göstermeden, başından beri işçi sınıfı hareketinden uzak durmaları ve hâlâ da uzak durmaya devam etmeleri gerçeği ile sıkı sıkıya bağlı olduğunu çocuksu bir eda ile anlamıyorlar.” (Age, s.58-59)
Sınıfı ve mücadelesini esas alsalar, sınıfın mücadelesi kaygıları olsa, az ötelerinde kendi mücadelesini yürüten koca bir sınıf var, sistemleştirilmiş bireysel terör eylemleri yerine bu mücadeleye katılma ve onu ilerletme, yönetip yönlendirme durumunda olmaları gerek. Ama ne sınıfı ne de mücadelesini hesaba katıyorlar ve sonra da “yığın eylemleriyle birlikte terörizm”i savunuyoruz diyorlar. Oysa bu ikisi birbirini dışlayıp reddediyor.
Bizdeki “suni denge” ve onun kırılması, bunun için öncü savaşa başvurulması, onun aracılığıyla halkın kazanılması teorisinin değişik sözcüklerle savunulan benzerini Sosyalist-Devrimciler şöyle ifade ediyor: “İndirilen her terörist darbe otokrasinin gücünün bir parçasını koparıyor ve bütün bu gücü özgürlük savaşçılarının safına aktarıyor… Ve eğer terörizm sistematik bir biçimde yürütülürse terazinin kefesi sonunda bizim tarafımıza ağır basacaktır.” (Age, s.61) “Saflar”dan birini otokrasi diğerini “Özgürlük savaşçıları” oluşturuyor, otokrasiyle ezilen ve sömürülen yığınlar değil, aynı bizdeki “oligarşiyle öncü savaşçılar” saflaştırması gibi… Sosyalist-Devrimciler “güç aktarımı”nın nasıl olacağının ayrıntısına inmiyorlar, ama “sempatinin, desteğe, onun da aktif katılıma dönüşmesi” yoluyla olsa gerek! Lenin’in eleştirisi:
Evet, gerçekten burada herkesin de açıkça görebileceği gibi, teröristlerin en büyük yanılgılarından biri, en kaba biçimiyle karşımızda duruyor; siyasi cinayetler kendi kendine ‘güç aktaracakmış!’ Böylece bir yandan güç aktarma teorisi diğer yandan da ‘siyasi çalışmanın yerine değil fakat (onunla) birlikte’… Acaba bu kişiler bu lafları tekrarlamaktan benzemiyorlar mı?”
Ve küçük grupların şaşırtmaca eylem olanağına sahip olmaları dolayısıyla “devletin kofluğu”nu göstermesi ve giderek “aktarılan güçler”le onu yıkmanın aracı olarak gelişmesi tezi karşısında Lenin:
“Güya topluluğa karşı otokrasinin askerleri vardır (ve orada da otokrasiyle halk arasında bu nedenle bir ‘suni denge’ oluşmuştur; Çarın “babalığı” bizimkinin “babalığı “ndan kesinlikle aşağı kalmazdı üstelik-ÖD); devrimci örgütlere karşı gizli ve üniformalı polisleri vardır; fakat sonu gelmez bir biçimde ve hatta birbirinden habersiz olarak (’60’ların sonunda bu birbirinden kopuk ‘kolonlar’ halinde örgütlenmeyi Marighella teorileştirdi-ÖD) hücumlar hazırlayan ve bunları gerçekleştiren bireylerden veya küçük gruplardan onu kim koruyabilir? Artık Sosyalist-devrimcilerin, yığınlar arasındaki çalışmaları geriye atmadıkları veya terörizmi savunarak bu çalışmayı dağıtmadıkları konusunda iyi niyetli laflarla ne kadar sayfa doldurdukları önemli değildir… Güç aktarma teorisi doğal içeriğini şaşırtmacılık teorisinde bulur, bu sadece bütün geçmiş deneyi değil, fakat bütün sağduyuyu da alt üst eden bir teoridir. Devrimin tek ‘umudu’ halkta yatıyor: bu topluluğu yöneten (lafta değil gerçekte) devrimci örgüt, ancak polise karşı savaşabilir; bütün bunlar işin alfabesidir. Bunu kanıtlamak zorunda kalmak bile utandırıcıdır. Ve ancak her şeyi unutan ve kesinlikle hiçbir şey öğrenmeyen kişiler (‘suni denge’ aracılığıyla-ÖD) otokrasiyi topluluktan askerlerin, devrimci örgütlerden polisin ‘kurtarabileceğini’, fakat bakanları arayıp bulan bireylerden kurtuluş olmadığı yolundaki gülünç ve aşırı derecede budalaca düşünceye vararak ‘başka bir yol’ aramanın dışında karar kılamazlardı.” (Age).
“Umut, halkta yatıyor”, hesap küçük bir öncü grup değil halk üzerine yapılmalı, plan yığınlar ve onların eylemliliği üzerine kurulmalıdır. “Kurtarıcılık” ve tek tek öncü eylemlerinin, bunlar ne denli şaşaalı ve cesurca olursa olsun, çıkmazı, umudu öncünün sınırlı gücü ve iradesinde aramasıdır; bu öncü eylemlerinin sistemleştirilmesiyle zafer ister doğrudan, ister “propaganda” aracılığıyla yığınların kazanılması amaçlansın, amaç “devletin kofluğumu göstermek olsun, eğer nesnel koşullar bunun için uygun değilse, yığın eylemine ancak zarar verilebilir. Çünkü genel mantık ve tutum olarak yığınların ve eylemin hesabı yapılmamakta, bunlara dayanılmamaktadır. Nesnel koşulların ötesinde hatta sübjektif koşulların da yetersizliği durumunda bu tür eylemlere başvurulmasını, “devrimcilerin güçleri ve ayağa kalkan yığınlara önderlik etme araçları yetersiz olduğu zamanlarda, birbiri tarafından bilinmeyen kişi ve grupların, bakanların hayatına kasteden örgütler olarak böyle terörist eylemlere başvurma yolundaki çağrıları sadece yığınlar arasındaki çalışmaları bozmakla kalmayacak, aynı zamanda bu çalışmanın tamamen darmadağın olmasına yol açacaktır” diyerek eleştiren Lenin, halk kitlelerinin ve eyleminin değil öncünün kitle eylemine siyasal bir muhteva kazandırmak için bu eylemin içinde ve önünde bulunmak yerine siyaseti kendileri yaptıkları için, “teröristlerin ters yüz edilmiş ‘ekonomistler’ olduğu, fakat tersi doğrultuda aynı saçmalığa gittikleri besbellidir” (Age, s.63) diyor.
Peki, “cezalandırmalar” genel olarak reddedilebilir mi? Hayır! Reddedilmesi gereken, Marksizm’in reddettiği, devrimin hazırlanması koşullarında bunun sistemleştirilme-si ve kitle eyleminin yerine geçirilmesidir. Özellikle devrimin yükselme ve devrim durumunun oluşmasına doğru gelişme koşulları başta olmak üzere, mücadelenin silahlı, yarı-silahlı biçimler kazanmaya doğru evrilmesine bağlı olarak, saldırı ya da saldırıya hazırlık amaçlı ve başka zamanlar savunma amaçlı tek tek bu tür eylemler sadece yanlış olmamakla kalmaz, gereklidir de. Yanlışlık, nesnel koşullardan bağımsız olarak silahlı eylemin sistemleştirilip genelleştirilmesidir. Kesinlikle propaganda amacı olmayan, mali vb. sorunların çözümüne katkıda bulunacak türden, korumalı-gösteri ya da bir tür pankart asma vb. türünden eylemler, mücadelenin başlıca biçimi haline getirilmedikçe, kitle eylemi yerine geçirilmek üzere sis-temleştirilmedikçe, kuşkusuz devrimci durum koşulu aranmaksızın başvurulabilir şeylerdir. “Cezalandırmalar” açısından da, yaklaşık benzer şeyler söylenebilir. Bunlara olmadık işlev ve misyonlar yüklenmeksizin, yığın yerine öncü ve yığın mücadelesi yerine öncünün eylemi geçirilmek üzere bu tür eylem biçimleri genel bir tutum ve çizgi olarak Önerilip uygulanmaksızın, son derece pratik siyasal ve örgütsel amaçlarla -bir alandaki örgütlenmenin önündeki engelin giderilmesi gibi-, hem yığınların ve mücadelesinin hem de öncünün durumunun iyice değerlendirilmesiyle başvurulabilecek bu eylemler genel olarak reddedilemez ve genel ve mutlak olarak hiçbir şey reddedilemez.
Ama küçük grup ya da bireysel terör eylemlerinin “devletin kofluğunu göstermek” amacıyla, genelde propagandanın yöntemi ya da başlıca yöntemi olarak sistemleştirilerek öngörülmesi, bireysel terör ilke olarak reddedilmezken, reddedilmelidir. Halkın eğitilmesi, ona “devletin kofluğunun gösterilmesi” ve “suni dengeyi kırmak” üzere “cesaretlendirilmesi”nin aracı ve genel yöntemi ola-lak, “öncü savaş” ya da “bireysel terörizm” biçiminde formüle edilip teorileştirilerek devrimin hazırlığının başlıca ve temel mücadele biçimi olarak kitleler ve kitle eylemi yerine önerilen bu tür eylemler sistemi, yığınların reddini içerir ve bir çıkmaz oluşturur.
Sosyalist devrimciler, terörün “kofluk gösterici, eğitici-aydınlatıcı” niteliği(!) üzerine, “son iki üç yıldır ortaya çıkan, cesur hava ve ortam, kişilerden çok halkın heyecanını yükseltmeye yaramıştır”, “terörizmden fışkıran her ışık zihinleri aydınlatacaktır”, “her defasında bir kahraman, tek başına (ya da küçük bir grupla-ÖD) tek bir savaşa katılıyor ve bu da bizim içimizdeki mücadele ve cesaret ruhunu kabartıyor” derken, Lenin: “Fakat biz geçmişten biliyor ve şimdi de görüyoruz ki, sadece kitle hareketinin yeni biçimleri, ya da yığınların yeni kesimlerinin uyanarak bağımsız bir mücadeleye atılmaları hepimizdeki mücadele ve cesaret ruhunu gerçekten kabartabilir. Tek tek savaşlar, Balmashovların sürdürdüğü tek tek savaşlar olarak kaldığı sürece, basit bir biçimde yaratılan ve anlık etkisi olan kısa ömürlü heyecan getirir ve bu arada dolaylı olarak da yeni bir eylemin ilgisiz ve pasif bir biçimde beklenmesine yol açar” şeklinde eleştiriyor bunu. (Age, s.64) Bireysel terörizm, terörün, nesnel koşullarından koparılarak sistemleştirilmesi, kofluk gösterisinin aracı haline sokulması, ancak kitleleri pasifleştirir, pasifizme yol açar ve kitleleri, eylemini ve örgütlenmesini bozup dağıtır. Sistemleştirilmekten uzak tek tek küçük grup eylemleri, doğru ve yerinde uygulandığında onun gelişmesine hizmet edebilecekken… Ve özellikle kitle eylemi ve devrimin yükseldiği, devrimci durumun olgunlaşmaya doğru geliştiği ’77-’80 gibi dönemlerde, bu tür eylemlere, özellikle faşizme karşı mücadelede, sadece başvurmamak değil (başvurulmuştu) ama bunları giderek sistemleşmek üzere yaygınlaştırmamak önemli bir zaaf ve sağ bir hata oluşturmuşken ve oluşturacakken… Çünkü benzeri dönemlerde, bu tür eylemler, yeni, yarı-silahlı, silahlı biçimler kazanmaya yönelen, geçiş biçimlerinin ortaya çıktığı kitle mücadelesinin bir görünümü ve doğrudan ona bağlanan bir unsuru olarak belirir ve bu tür eylemlerin büyük bir ciddiyet ve coşkuyla örgütlenmesinden kaçınmak devrimin zafere ilerlemesini sekteye uğratıcı rol oynar. Terörizmin “kofluk gösterisi” olarak öngörülüp uygulanmasını eleştirmek başkadır; koşulları oluşmaya ve özellikle kitle mücadelesi yeni biçimler kazanmaya başladıkça, onu yalnızca savunmak ve ilke olarak reddetmemekle kalmayıp sistemleştirilmesine girişmek başka. Başka türlü devrim olanaksızdır, gereken yer ve ‘zamanda devrimci irade ortaya konmadan devrim olanaksızdır, bu durumda iradeciliğin eleştirisi de gerekli sonuca ulaşmayacaktır.
Lenin, bu son söylediklerimizi şöyle ifade ediyor: “Sosyal Demokratlar maceracılığa karşı her zaman uyarıda bulunacaklar ve kaçınılmaz olarak tam bir başarısızlıkla (hüsranla) sonuçlanacak olan hayalleri acımaksızın açığa vuracaklardır. Şurasını unutmayalım ki, bir devrimci parti, ancak devrimci sınıfın hareketine gerçekten kılavuzluk ettiği zaman adına layık olabilir. Yine şurasını unutmayalım ki, herhangi bir halk hareketi sınırsız sayıda biçimler alır, sürekli olarak yeni biçimler geliştirir ve eski biçimleri tasfiye eder ve değişiklikler ortaya çıkarır veya eski ve yeni biçimleri birleştirir. Mücadelenin yöntem ve araçlarını oluşturma sürecine aktif olarak katılmak bizim görevimizdir.” (Age, s.66)
Burada, birbirine bağlı iki önemli görüş belirtiyor Lenin: 1- halk hareketi, kitle mücadelesi durmaksızın yeni biçimler kazanarak gelişir ve Lenin’den tüm aktardıklarımıza dayanarak ilave etmeliyiz ki, gelişme, barışçıldan barışçıl olmayana, silahsız olandan silahlıya doğrudur; bu yeni biçimleri kitle mücadelesinin kendi gelişmesi, bu gelişmenin diyalektiği ve nesnelliği ortaya çıkarır, yine Lenin’in 1905 öncesi Rusya’nın Baltık ülkelerinde ortaya çıkan gerilla mücadelesini değerlendirirken “1905 Devrimi Üzerine” adlı eserinde belirttiği gibi, bu biçimlerin odalarda, masa başlarında “icad edilemeyeceği Marksizm’in abc’sidir”, bu yeni biçimler, maddi toplumsal koşullar, kitlelerin maddi ve ruhsal durumları çerçevesinde tamamen nesnel bir temelde ortaya çıkar ve 2- nesnelliğin sözünü edip durmak nesnelliğe sığınarak kollan kavuşturup oturmak olmaz; bu, terörizmin aşırı iradeciliğinin karşıtı bir başka yanlışa, aşırı determinizme düşmek olur. Devrimci iradenin, nesnel temelde oluşan mücadelenin yeni biçimlerinin bu oluşma sürecine aktif müdahalesi, iradenin, yenilenmenin yoluna koşulması, ortaya çıkmakta olan yeni biçimleri, daha unsurlarının beliriş halinde canlı pratik içinde hissedip yakalaması, onları geliştirip sistem {eştirmesi, kitlelerin orta ve geri kesimlerini de kapsamak üzere yaygınlaştırmaya yönelmesi gereklidir. 80 öncesi, maceracılık iradeyi aşırı zorlar ve öncüyü yığın yerine koyarak kitle mücadelesini önemsemez ve kitleyi dolaylı olarak pasifliğe iterken, Marksistler de mücadelenin yeni biçimlerinin oluşma sürecine aktif olarak katılmakta geri kaldı, mücadelenin önünde yer aldı, yönetmeye çalıştı, ancak yeni eylem biçimlerinin gelişmesinde iradenin gerekli rolünü oynamak ve nesnel koşulları karşı-etkisiyle olgunlaştırmak üzere uygulanmasında görevini tam olarak yerine getiremedi. Bu alanda determinizmin olumsuz etkisinden söz edilebilir.
Devrim, nesnel koşullarının olgunlaşması temelinde sübjektif etkenin, bilinç ve örgütlülük etkeninin, en başta devrimci partinin iradesinin nesnellikle uyum içinde rolünü oynamasıyla zafere ilerleyebilir. Kendiliğinden ve nesnelliğe çakılıp kalarak değil. Krizin derinleşmesi, devrim için gereklidir, ancak krizin derinleşmesi kendiliğinden devrime götürmez, dolayısıyla “kriz derinleşiyor” ve “mücadele yükseliyor” propagandası yetersizdir, determinist bir yaklaşımı ifade eder; önemli olan, krizin derinleşmesi ve mücadelenin yükselmesi koşullarında, krizi, devrimci durumu çıkışsız varsaymadan, bunun gerektirdiklerini yerine getirmektir, mücadelenin ve örgütlenmenin yeni biçimlerinin oluşma sürecine aktif olarak katılmak, ortaya çıkmakta olan bu biçimleri, kitleleri genel silahlı ayaklanmaya hazırlamak üzere, geliştirip sistemleştirmektir. Lenin; “…devrimci eylemimizin dayanağı, temeli olarak devrimci bunalım sorununa gelmiş bulunuyoruz. Burada her şeyden öne, çok yaygın… (bir) yanılgıyı belirtmek gerekir… Devrimciler, zaman zaman bu bunalımın kesinlikle çaresiz, çıkar yolu olmayan bir bunalım olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Bu bir yanılgıdır. Kesinlikle içinden çıkılmaz bir durum yoktur. Burjuvazi, aklını yitirmiş, utanmaz bir dalavereci gibi davranıyor. Budalalık üstüne budalalık yapıyor, böyle bir durumu ağırlaştırıyor ve kendi yıkımını çabuklaştırıyor. Kabul. Ama bazı küçük ödünlerin yardımıyla, sömürülenlerin belli bir azınlığını uyutmasının ve ezilenlerin ve sömürülenlerin belli bir bölümünün falan hareketini ve filan ayaklanmasını bastırmasının kesin olarak olanak dışı olduğu ‘kanıtlanamaz’. Durumun ‘kesinlikle’ çaresiz, çıkışı olmayan bir durum olduğunu önceden ‘kanıtlamaya’ kalkışmak boş bir bilgiçlik taslamak ya da sözcükler ve düşünceler üzerinde oynamak demektir? Bu noktada ve buna benzer başka noktalarda, gerçek ‘kanıtlama’, ancak pratikte yapılabilir. Burjuva düzeni, tüm dünyada olağanüstü büyük bir devrimci bunalımdan geçiyor. Şimdi, devrimci partilerin pratiği ile, bu partilerin bu bunalımı, devrimin başarısı ve zaferi için değerlendirebilmede yeterince bilinçli, örgütlü, sömürülen kitlelerle yeterince bağlar kurabilmiş, gözü pek, kararlı ve becerikli olduklarını “kanıtlamalıyız’.” (Proleter Devrimin Teorisi, s.187) diyor. Partinin adına layık olduğunun kanıtlanması gerekiyor, nesnelliğin gereğinin yapılmasıyla.
Yazımıza ayırdığımız yerin sınırına geldik. Bu nedenle ve hem de daha şartlarının olgunlaşmasına epey zaman olduğu söylenilebilecekken, devrimin olgunlaşması ve devrimci durum koşullarında mücadelenin biçimleri, yapılması gerekenler, ayaklanma ve bu arada gerilla savaşı üzerinde durmayı bir başka yazıya bırakarak, devrimin hazırlanması döneminde sistemli olarak silaha sarılmama-yı ve silahlı mücadelenin temel alınmamasını, “küçük işlerle uğraşmak”, “laf üretmek”, büyük işi “oportünistçe ertelemek”, “sözlerin teoride kalması” olarak niteleyenlere Lenin’in yanıtıyla noktalayalım:
“…alçak Sipyagin’den intikam alındığını göstermek için bir devrimcinin hayatının feda edilmesi ki o alçağın yerini bir başka alçak Plahne almıştır -bu büyük iş oluyor ha. Ama örneğin, yığınları silahlı gösterilere hazırlamak -bu da küçük iş. Bu nokta Revolutsionnaya Rossiya’nın 8. sayısında açıklanmıştır: ‘uzak ve bulanık geleceğin bir sorunu olarak’ silahlı gösterilerden ‘söz etmek ve yazmak kolaydır’, ‘fakat bugüne kadar bütün bu sözler sadece teorik nitelikte kalmıştır’ deniliyor. Sağlam sosyalist inançların zorunlu olarak kabul ettirdiklerinden ve halk hareketinin her biri ve her türünün zorlu deneyinden uzak olan bu tip kişilerin kullandıkları dili biz çok iyi biliriz! Onlar kısa vadede elle tutulur ve gürültü koparacak sonuçlarla pratik olmayı birbirine karıştırıyorlar. Onlara göre, sınıf bakışına şaşmaz bir şekilde bağlı kalmak gereği ve hareketin kitlesel niteliğini sağlamak ‘bulanık’ ‘teoricilik’ yapmaktır. Onların gözünde kesinlik peşinde koşmak, duygusal değişmelere kölece boyun eğmek ve… ve bu boyun eğmeden her seferinde kaçınılmaz bir biçimde çaresizliğe düşmektir (…) Mücadelenin yöntem ve araçlarını oluşturma sürecine aktif olarak katılmak bizim görevimizdir. Öğrenci hareketleri kızıştıkça, biz, işçilere öğrencilerin yardımına gelmeleri için çağrıda bulunduk, ama bunu gösterilerin biçimlerini tasarlama işini üzerimize almadan, bunların derhal zihinleri aydınlatmakla, güç aktarmasıyla sonuçlanacağı konusunda vaatte bulunmadan yaptık. Gösteriler iyice birleştirilince biz, gösterilerin örgütlendirilmesi için, yığınların silahlanması için çağrıda bulunduk ve halk ayaklanmasının hazırlanması görevini ileri sürdük. En azından ilke olarak şiddet ve terörizmi reddetmeden, yığınların doğrudan doğruya katılmalarını sağlamak ve bu katılmayı garanti altına almak için düşündüğümüz gibi, bu tür şiddet biçimlerinin hazırlanmasını talep ettik. Biz bu görevin zorluklarına gözlerimizi kapamıyoruz, fakat bu konunun ‘bulanık’ ve ‘uzak bir gelecek’ olduğu yolundaki itirazlarla cesaretimiz kırılmadan, sürekli ve sıkı bir biçimde çalışacağız. Evet, baylar biz geleceği temsil ediyoruz ve sadece hareketin geçmiş biçimleriyle uğraşmıyoruz. Biz geçmişin mahkûm ettiği ‘kolay’ şeylerin tekrarından farklı bir gelecek vaat eden zaman ve enerji isteyen bir çalışmayı tercih ediyoruz.” (Age, s.65-66)
Bizde de geçmiş, evet yol açtı, ’71 devrimcileri çok önemli bir iş yaptılar; ama aynı geçmiş, aynı zamanda devrimci maceracılığı mahkûm etti, geleceğe bakmayı, “gelecek vaat eden, zaman ve enerji isteyen bir çalışmayı tercih” etmeyi de öğretti. Lenin’in ortaya koyduğu şu görevi, zafere ilerleyecek bir devrimin şu kaçınılmaz gereksinmesini, kendi pratiğiyle kanıtladı geçmiş: “…devrimcilerin militan örgütünü ve Rus proletaryasının kitle kahramanlığını bir bütünlük içinde kaynaştıralım.” (Age)

Mayıs 1989

Aşağıdan Gelen iktidar da Silahlanmak Zorundadır


1972’den beri cezaevinde yatan Aydın Çubukçu, halen Gaziantep Özel Cezaevi’nde yatmakladır. Kendisi için kısaca şunları söylüyor: “1972 ‘de tutuklandım, idama mahkûm oldum. 74 affı ile bu ceza 30 yıl hapis cezasına çevrildi. Cezaevinde “idareye karşı toplu ayaklanma ve silah kullanma” gerekçesiyle 7,5 yıl daha ceza aldım. TİP içinde başlayan sosyalist siyasal yaşamımın 23. yılındayım.”

Sosyalizm Ve Zorunluluk
Vulgarize literatür, sosyalizmin zorunluluğu kavramını, ekonomik determinist ve buna bağlı olarak da pozitivist bir tarzda “açıkladı” ve propaganda etti. Pek çok sözde eleştirmen, bu malzemenin kofluğundan yararlanarak kolay ün sağlayabiliyor. Her şeyden önce, sosyalizmin kendiliğinden ve “doğal bir zorunlulukla” gerçekleşeceği tezi, devrimci Marksizm’e değil, II. Enternasyonal revizyonizmine aittir. Bu çarpıtma bir yana, ilkelliğine rağmen bu “tez” karşısında bile ciddi bir eleştirinin geliştirilememiş olması ilginçtir. Bugün, Marksizm’in kötü karikatürlerine ve ancak tahta kılıçlarla saldırılabiliyor. Örnek olsun: önce, “madem zorunlu, öyleyse bunca zahmet niye” sorusu ortaya atılıyor ve bundan, “bunca zahmete rağmen gerçekleşmiyorsa, zorunlu değildir” sonucuna gidiliyor. “Filozofun son ve “yeni” eleştirisi, bu kadar ilkel bir totolojiye dayanıyor.
Evet, sosyalizm zorunludur. İnsanın bütün hayat koşullarını hızla tüketen, yalnızca bejli bir ülkede, sınırlı bir coğrafyada değil, bütün yeryüzünde hayatın yeniden üretilebilmesinin toplumsal ve doğal kaynaklarını yerine konulamaz bir biçimde yok eden kapitalizm karşısında sosyalizm tek zorunlu yoldur. Belki emperyalist kapitalizm, nesnelerin ve sermayenin yeniden ve genişletilmiş üretiminin yeni birçok olanağını keşfedebilir! Ama her defasında daha zayıf, daha hızla eskiyen ve daha çok yıkıma yol açan bir çözüm oluyor bu. Belki sermaye genişliyor, ama bu bütün bir hayatın hızla tüketilmesine dayanıyor.
“Nokta” dergisine konuyla ilgili soruya verdiği cevapta T.Akçam, “onlarca çıkış yolu”ndan söz ediyor. İnsanlığın geleceğine ilişkin temel sorunları hiçbir zaman ortadan kaldıramayan “binlerce debelenme yolu” vardır ve bunlar bir dönem için, gittikçe daha kısalan sürelerde kapitalizme nefes aldırabilir. Ama insanın ilerleyiş yolunu sınıf çatışmalarından temizlediği için sonuna kadar açabilmeye yetenekli tek ve bu anlamda da zorunlu olan yalnızca sosyalizmdir.

İşçi Sınıfı ve Devrimciliği
Hiçbir toplumsal kuruluş projesi, sosyo-tarihsel eylemi içindeki bir sınıfın (hakiki üretici gücün) dönüştürücü etkinliğinden bağımsız gerçekleşemez. Bütün toplum projeleri, en ütopik olanı bile, “fiilen var olan öncüllerden” doğarlar. Orada üretilen problemler, ihtiyaçlar ve bunlar için tasarlanan cevaplar gene aynı “fiili öncüller” içinde maddi bir güce dönüşürler. Ütopik olanla bilimsel olanın ayrıldığı yer burasıdır: ütopik olan düşlerde ve kitaplarda kalır, bilimsel olan kitleleri sarar ve maddi bir güce dönüşür. Genel olarak hem yeni bir düşüncenin, yeni bir toplum projesinin doğuşuna kaynaklık eden, hem de onun kendisine teorik bilinç olarak dönerek maddeleşmesine olanak veren bir toplumsal sınıf daima vardır. Hem “yeni toplum projelerinden” söz etmek, hem de bunun için toplumsal sınıfların kategorik çatışma düzlemi dışında bir kaynak tasarlamak, en azından mantık bakımından tutarsızdır. Sınıflara bölünmüş bir toplumsal durumdan hareket edildiğinde, ilerlemenin öznesini de bu verili ilişkiler içinden bulmak gerekecektir. Özetle, herhangi bir sınıfın devrimciliği hakkındaki bütün “önyargılardan” bağımsız olarak işe girişildiğinde bile, sonuçta, teorinin kendisine misyon yükleyeceği bir “son sınıf” kavramına ulaşılması zorunludur.
“Fikirleri iyi sonuca ulaştırmak için, pratik bir kuvveti harekete geçirecek insanlar gereklidir…” diyor Marks. Kimdir bu insanlar? “Yüksek fikirlere” sahip aydınların “yeni toplum projeleri” için cevaplamaları gereken ilk soru budur. İki yüz yıldır ve bugün, sosyalizm hem bir düşünce, hem ASHC’de olduğu gibi yaşayan bir gerçeklik, hem de hepimizin önünde bir zorunluluk olarak var olabiliyor, kimilerinin onu inkâr edebilmek için kitaplar yazmasına neden oluyorsa, bu yalnızca işçi sınıfının onunla olan dolaysız ilişkisinden ötürüdür. Sonuç olarak “elveda proletarya” demek, “elveda gelecek” demektir.

Sosyalizm ve “Zor” İlişkisi
Bazan bir kavramın doğduğu ve şekillendiği zamanın özellikleri, o kavramın bütün sonraki zamanlar için donmasına yol açar. Kavramın ortaya çıkışını tayin eden tezler ve karşılıkları değişmiştir, tartışılan olaylar geçip gitmiştir ama onların belirlediği içerik, hâlâ kavramın içinde taşınarak günün olaylarını ve tartışmalarını belirlemeye devam eder. “Silahlı mücadele” ya da daha genel bir ifadeyle “toplumsal zor” kavramının Türkiye’de doğuş koşulları ve koşullarda karşı karşıya gelen görüşler, bugün de etkili kalmaya ve kavramın teorik içeriğine ulaşmayı engellemeye devam ediyor.
60’lı yılların sonlarında, bütün dünya Vietnam devrimci savaşının simgelediği genel ve yaygın bir sıcak ortam içindeyken, Türkiye’de yükselen işçi, köylü, öğrenci gençlik hareketleri de bir “devrim yolu” arayışını ve tartışmasını canlandırdı. Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın halklarının kahramanlıkları, Amerikan emperyalizminin vahşeti, Che’nin bütün kuşaklar için örnek yiğitliği, “Ho Amca” sıcaklığı, “Kültür Devrimi” ve “Paris Ayaklanması”, ve daha pek çok güncel ve canlı etki, söz konusu tartışmanın teorik-programatik olmasından çok, taktik-pratik bir alanda gelişmesine yol açtı.
Tartışmanın diğer bir özelliği ise, içeriğini oluşturan soruların, esas olarak “parlamentarist sol” tarafından belirlenmiş olmasıdır.
Bunun karşısında da devrimci tepki, o tarafın ileri sürdüğü kanıtların tersine çevrilmesini teori düzeyine yükseltmeye çalışmaktan öte gidememiştir. Örneğin M. A. Aybar, bugün olduğu gibi, o gün de “silahlı devrim” fikrine karşı çıkarken, başlıca iki tez ileri sürüyordu: Türkiye’nin jeopolitik durumu elverişsizdir ve devletin silahlı kuvvetleri güçlüdür. Buna karşılık olarak, jeopolitik durumun bir avantaj olduğu ve devletin güçlülüğü tezinin kof bir aldanma olduğu (kabaca ve ana hatlarıyla) ileri sürüldü.
Tartışmanın aşağı yukarı bugün de devam eden bu içeriği, Marksizm’in “silah ve sosyalizm” arasında kurduğu temel ilişkiyi göz ardı etmektedir ve temel bir sorunu, taktik bir soruna indirgemektedir. Marksizm bakımından temel öneme sahip olan sorun, egemen sınıfların elinde bulunan silah tekelinin parçalanmasıdır; bir başka deyişle, silah üzerindeki tekelci siyasi mülkiyetin toplumsallaştırılmasıdır.
Kapitalizmin temel çelişmesi, üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel karakteri arasındadır ve bu çelişme, önce üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçirilmesi ile çözülür. Ancak sosyalizm bundan ibaret değildir: siyasi iktidar üzerindeki mülkiyetin de özel karakterine son verilmelidir. Ve nihayet, toplumsallaştırma, burjuva ilişkilerin parçalayıp dağıttığı bireyin toplumsallaştırılmasına kadar ilerleyecektir. Diğer alanlardaki toplumsallaştırma eylemini bir yana bırakıyorum. Konumuzla ilgili olan yan, iktidarın toplumsallaştırılmasıdır.
Genel olarak burjuva devlet, profesyonel bir grubun burjuvazi adına silahı elde tutmasına dayanır. Bu anlamda o, kendi dışında bir silahlı organizasyona izin vermeyen tekelci bir politik organdır. Sosyalist devrim ise, genel olarak siyasal üst yapının parçalanmasına, siyasetin bütün halkın işi haline getirilmesi için halkın (en başta proletaryanın) kendine ait iktidar organlarında örgütlenmesine dayanır. Ancak bu iktidar organları, siyasal devrimin zafere ulaşmasından önce, burjuva egemenlik koşullarında ve devrimci durum ortamında ortaya çıkar. Başka bir deyişle, her devrimci durumda biri egemen siyasal üst-yapı biçiminde, diğeri aşağıdan gelen devrimci işçi ve halk inisiyatifinin ifadesi olan yığınsal, sokak iktidarı biçiminde iki karşıt iktidarın çatışması söz konusudur. Devrim, aşağıdan gelen iktidarın tek iktidar olarak egemen olması demektir. İki iktidardan, mevcut egemenlik sistemini temsil edeni mutlak olarak silahlıdır. İkincisinin ise, çoğu kez, yığınsal gücünden ve çıplak ellerinden başka silahı yoktur. Fakat bir iktidar olma iradesinin ürünü olarak, aşağıdan gelen iktidar da silahlanmak zorundadır. 1789 Fransız İhtilalinden, günümüzün Nikaragua devrimine kadar, bütün devrimlerin, ister burjuva-demokratik isterse proleter-sosyalist karakterde olsun, ortak çizgisi budur. Toplumsal dönüşümün siyasal ifadesi olan “iktidar” kavramı, analitik olarak “zor” kavramını içerir. “Zorun” devrimci sıçrama momentinde aldığı genel biçim ise, bütün toplumsal ilişkilerin “silah” ile tanımlanmasıdır. Bildiğimiz nesne, “tüfek”, kaçınılmaz olarak, toplumsal ilişki ve çelişkilerin kendisinde düğümlendiği, kendisi ile ifade edildiği bir sosyo-politik kategori değeri kazanır.
Zor, devrim ve sosyalizm kavramları bu tarihsel ve teorik kapsamı içinde birleştirilemeyen kavramlar olarak kaldıkça, aralarındaki ilişki aktüel verilerin analizine dayanan bir taktik problem olarak düşünüldükçe; her şeyden önce, değişen koşullara göre “zor”un zorunluluğu tartışılmaya elverişli, göreli bir içerik kazanır. Bundan daha önemlisi, devrim, salt askeri yanı bakımından ele alınan bir olay olarak teoriye dâhil edilir. Başka bir deyişle, sınıflar savaşı, ordular savaşına indirgenmiş olur. Askeri sorunlar, iktidar sorunun önemli bir yanıdır ama devrimin çok yönlü, çok faktörlü, karmaşık yapısının sadece bir yanıdır. Şu ya da bu aşamada değişen bir önemi vardır. Fakat genel olarak zor’un ve bunun özel ifadesi olan silah’ın değişmeyen, ağırlığını daima koruyan, bir önem ve değeri vardır. Çünkü sonuç olarak devrimin bütünsel yapısı içinde, tıpkı üretici güçler gibi, siyasal kurumlar gibi, toplumsal bir anlamı vardır.
Bu konuda geliştirilen revizyonist-reformcu itirazların bir özelliğine değinmek istiyorum: Önce “silahlı mücadele” kavramı, konspiratör örgütlerin terminolojisindeki içeriği ile ele alınıyor; sonra bunun “Marksizm’in bir özelliği” olduğu kanıtlanıyor (!) ve reddediliyor! Böylece hem “sosyalizmde devrim” yapılmış oluyor, hem de Marksistlerin yıllarca önce kavramın bu küçük-burjuva içeriğine yönelttiği eleştirilerin üzerinden atlanıyor. Elbette, “devlet güçlüdür, silah kullanılmamalıdır” ya da “devletin güçsüzlüğü ancak silah kullanılarak ispatlanır” gibi, ikisi de aynı yanlış seçilmiş ampirik temelde karşı karşıya gelen tezlerin, Marksist devlet ve devrim teorisi bakımından hiçbir değeri olmayan bu tezlerin, yarattığı toz-duman içinde bu tür kurnazlıklara alan açıldığını da belirtmeliyim.

Sosyalizm ve Çok Seslilik
Sorunun şimdiki biçimiyle tartışma gündemine sokulması, işçi sınıfının temel ihtiyaçlarından çok, içinden geçilmekte olan “Eylül sonrası” döneminin özellikleriyle ve sosyalist aydınların bundan doğan sıkıntılar açısından geçmişe bakışlarıyla belirlendi. Sonuçta tartışmanın içeriği “kendi aramızda demokrasi” temasına kadar düştü. Ve bundan türeyen “kanatlı parti”, “çok sesli tartışma yayınları” vs. gibi yan kavramlar, tartışmanın ekseni haline geldi. Elbette işin en talihsiz yanını, soğuk savaş motiflerinin bol bol kullanılması oluşturuyor.     Tarihin yeniden yazılması talebini, gündelik faaliyetin her alanında vazgeçilmez çıkış noktası haline getiren troçkizm, kan ve gözyaşı edebiyatında kendilerini özdeşleyebilecek çok şey bulmaya hazır aydınlar katında arabesk bir ilgi ve sempati bularak, demokrasi tartışmasına yer yer anarşist boyutlar eklemeyi de başardı. İşin özü iyice bulandı.
Önce, “kendi aramızda demokrasi” kavramına değinmek istiyorum. Söz konusu tartışma içinde yer yer bu talebin gerçekleşebilmesinin maddi zeminine doğru atıflarda bulunuldu. Örneğin E. Kürkçü, Yeni Öncü’nün Ekim 87 tarihli sayısında yayınlanan ve doğru önermeleri, pek çok kabul edilemez tez içinde boğuntuya gelen yazısında, işçi sınıfının, içinde kendilerini yönettikleri mücadele organlarının problemin çözümü bakımından sağlayacağı temele dikkat çekmişti. Fakat büyük ölçüde sınıf-dışı kalmış aydınların özellikle ve öncelikle kendileri için anlayıp talep ettikleri “demokrasi” için, bu, fazlaca “marjinal” göründü. Şimdi pek çok çevrede, “işyeri komiteleri”, “devrimci sendikal işçi muhalefeti”, “alternatif yönetim”, vs. vs. adlarıyla anılan örgütlenme tarzı, eğer gerçekten sınıfın kitlesel mücadele organları olarak anlatılabilirse, “kendi aramızda demokrasi” sorununun çözümü, kaynağını bulabilecektir. Konuyu sınıf dışı zaaf ve lekelerden arınmış haliyle ele alabilmenin imkânı, bu organlaşabilme çabasında gerçekleşebilecek olan ‘sosyalizmin işçileştirilmesi ve işçilerin sosyalistleştirilmesi” faaliyetinde bulunacaktır. “Sosyalistlerin” kendi aralarındaki bitmez tükenmez tartışmalarda değil. O zaman görülecektir ki, demokrasi kavramı “güç” kavramını içerir ve sınıflar mücadelesinin alanı, ahlak ilkeleriyle, hüsnüniyetle, hoşgörüyle vs. çözülemeyecek problemlerle doludur, ilişkiler, kiminin demokratlığına, kiminin de despotluğuna göre değil, hareket halindeki binlerce ve binlerce öğenin birbiri üzerindeki etkisiyle belirlenmektedir.
Bu alandaki ilişkileri temellendirecek bir ilkeyi Marksistler yıllardır savunuyorlar: “Propaganda ve ajitasyonda serbestlik, eylemde birlik!” Geçmişte pek çok gerekçeyle bu sloganı kitlesel eylemler için dahi reddetmiş olanlar, şimdi “parti” içinde dahi bunun geçerli olduğunu savunmaya başladı. Marksistlerin kimselerin “partisi” içinde böyle bir serbestlik istediklerini sanmıyorum, kimseye de Marksist-Leninist bir parti içinde böyle bir özgürlük vaat etmemişlerdir. Ama sınıfın kitlesel mücadele alanlarında ve organlarında, halkın diğer sınıf ve tabakalarının hareketi içindeki ‘ ilişkilerde bu “eski” ilkeyi hatırlamanın zamanıdır.
“Sosyalizmde çok seslilik” sorununa gelince: şahsen, “tek ses”, “tek tip” gibi kavramlardan nefret etmek için sayısız nedenim var. Sosyalizmin, biri çok sesli, diğeri tek sesli iki türü olduğunu da bilmiyorum. Bildiğim, bu ayrımın McCartizmin ve troçkizmin propaganda malzemelerinden derlenen hikâyelere dayandığıdır. Bugün görülen, Gorbaçov “reformlarına” işçilerin önemli bir kesiminin ve “eski” ezilen halkların “Stalin dönemindeki iyi günlere” dönüş özlemiyle verdikleri cevaptır.

“Birlikçilik” Eğilimleri
Revizyonist kampta, uzun süredir “birlik” tayin edici bir slogan halini aldı. Fakat sorunuzda belirttiğiniz akım ve partilerin temel teorik saptamalardaki birliklerini, organik bir birliğe dönüştürebileceklerini sanmıyorum. Bu içlerinde yeni parçalanmalara, parçaların kendi aralarında bir tür “birlikler” oluşturabilmesine kadar gidebilir. Olasılıklar bunlar. Daha geniş çapta birlikler için, Gorbaçov “reformlarının” önemli “başarılar” kazanması ve bu “itibar” çevresinde oluşacak eğilimlerin hız kazanması gerekiyor. Bu da umutsuz.


” Çözümün Tek Yolu: Birleşik Devrimci Savaş”
Hasan Şensoy:

1970’lerin ortalarında örgütlenen MLSPB’nin kurucularından. İlk tutuklanmasından sonra Toptaşı Cezaevi’nden kaçan Şensoy, Eylül sonrası yeniden tutuklandı, askeri mahkemede yargılanarak ölüm cezasına mahkûm edildi, 9 yıldır İstanbul’da çeşitli askeri ve sivil cezaevlerinde tutuluyor.

Özgürlük: Sosyalizmin zorunluluğu üzerine düşünceleriniz…
H. Şensoy: (eylülle birlikte) ülkeye egemen olan toplumsal karabasan, içine düştüğü ekonomik-toplumsal ve siyasal depresyonu atlatma çabasındaki emperyalizmin dünya çapında saldırganlaştığı, sosyalizmin sorunlarının yoğun bir biçimde sorgulandığı bir döneme denk düştü ve yılgınlık teorileri yaygınlaştı.
Bir yenilgi, ülkeyi altüst eden, potansiyel düzeyde ulaştığımız o büyük gücü ezen bir yenilgi yaşamıştık. Döneme egemen olan politik atmosfer, birçoklarını başarısızlığı teorinin kendisiyle açıklamak gibi kolay bir çözüme itmekteydi. (…) Sosyalizmin dünya çapında yaşadığı bunalımında etkisiyle, Marksizm’in artık eskidiği, günümüz sorunlarını açıklayamadığı yaklaşımından yola çıkarak, örgüt ve örgütlü mücadelenin doğrudan ya da dolaylı biçimde yadsımasına dönüşen görüşler tartışıldı. Bu “arayış” içinde kimileri de devrimci pratiği ve sosyalist sistemin sorunlarını sorgulama adına sosyalizmin en temel ilkelerini inkâr ederek burjuva reformist teorileri yeniden “keşfetmek” durumuna geldi. (…)
Yükselecek devrimci pratik, her türden bunalım teorisine verilecek en iyi karşılık olacaktır. Bu, kendisine sol içinde yer biçen uzlaşmacı eğilimlerin ele alınması ve sorgulanması gerekliliğini yadsımak anlamına gelmez. Bunu elbette yapacağız. (…) Bunalım teorilerine etkili olma şansını veren neden, bu görüşlerin sahip oldukları sağlamlık değil, devrimci kavganın ertelendiği, yalpaladığı koşullarda uzlaşmacılığın yaygınlaşması, bu tür savların ileri sürülmesine uygun bir atmosferi yaratmasıdır. İşte bu yapay atmosfer, toplumsal pratik içinde yer almayanlara önem kazandırıyor, tartışma konusu yapabiliyor. Ama onlar, bilinçlenme ve örgütlenme, bilinçlenme ve örgütlenme için siyasal eylem gibi bir gerekliliğin bilincinde olmanın uzağındalar ve birbirlerine soruyorlar: “Niçin sosyalist oluruz?”
(…) Marksizm’in tarihe bir bakış açısı, bir değerlendirme yöntemi vardır. Tarihsel materyalizmin öğrettikleri, bu tür bir soruyu daha baştan anlamsız ve gereksiz kılar.
Tarih ve toplumun yapı taşı insandır. İnsan, insan-doğa, insan-insan ilişkisi çerçevesi içindeki üretim sürecinde tarihi yapar ve toplumu yaratır. Ancak sömürü ve özel mülkiyetin egemen olduğu toplumlarda, insanlık, tarihi, sınıflara bölünmüş ve yabancılaşmış olarak yapar, tarihin yapı taşları birbirini yadsır; hiçbiri kendi yapısını oluşturmaya, biri ötekini yadsımaya çalışır. Ama zafer, her zaman eskinin bağrında doğup gelişen ve giderek güçlenen sınıfındır. (…)
Özel mülkiyetin ve sömürünün olduğu toplumlarda nesnelleştirme süreci kaçınılmaz bir yabancılaşmayı, bir reifikasyonu (şeyleşme) içerir. Yabancılaşma, eski toplum bağrında doğan yeni bir sınıfın egemen sınıfla çelişmesini ve giderek çatışmasını kaçınılmaz kılar. (…)
Tarihsel materyalizm, toplumsal gelişmenin, bir toplumda var olan çelişme ve ilişkilerin toplumu olumsuzlamasıyla gerçekleştiğim bize öğretmektedir.
İnsanlık, sınıfların birbirlerine yabancılaşıp yadsımalarıyla, üretici sınıfın egemenliğine ve onun da kendi kendini yadsıyarak sınıf olmaktan çıkmasıyla sınıfsız geleceğe ulaşacaktır. Ama kimse bunun kendiliğinden olacağını düşünmemeli. Yani, Murat Belge’nin bir çelişki olarak göstermeye çalıştığı “eğer sosyalizme geçiş tarihi bir zorunluluk ise bu yolda katlanılan bunca fedakârlığa ne gerek var?” türünden soruların tarihsel materyalizm açısından ciddi bir yanı olamaz. Çünkü söz konusu zorunluluk, ilerlemenin dinamiği olan sınıf ilişki ve çelişkileriyle bağlantılıdır. Bu ilişki ve çelişkiler çerçevesi içinde gerçekleşecek olan bilinçlenme ve örgütlenme, kapitalizmin dönüştürülmesi ve yabancılaşmanın olumsuzlanmasını sağlayacaktır. Kapitalizm, tekelci aşaması olan emperyalizmle birlikte çürümeye yüz tutmuştur. Farklı deyişle, yabancılaşma olumsuzlanmaya hazırdır. Gereken şey, bu olumsuzlanmayı gerçekleştirecek olan öznel koşulların varlığıdır. Bu anlamda, günümüzde devrimlerin determinist yönü değil, volantarist yanı ağır basmaktadır. Bu düzeni kaldırıp atmanın nesnel koşulları vardır. Gereken yalnızca, bilinçlenme, örgütlenme ve siyasal eylemdir.
Bugüne kadar bir Marksist “nasıl olsa sosyalizm olacak, o halde neden fedakârlık” gibi bir açmazla karşılaşmamıştır. Marksizm’in bir paradoksu değil, Murat Belge’nin demagojik bir yaklaşımı söz konusu burada. (…) Biz, gerçekliği yalnızca izleyen bir dolu salt aydın gibi değil, olumsuz koşulların altında ezilerek bunalım teorisi üreten “yine de sosyalistler” gibi değil, bir teori fetişizmi yaratan ve gerçekte teori susuzluğu çeken, böyle olduğu için de teorik gelişmeyi yeterli ve başlı başına bir amaç olarak görenler gibi değil, tam tersine, hayatın işleyiş yasalarının dayattığı bir gerçek olarak, bu gerçeklere inandığımız, onun gerektirdiği görevleri yerine getirmeyi kabul ettiğimiz için sosyalist olduk. Dolayısıyla sosyalist teorinin ahlaki nedeni bizim için, bir tartışma ya da soru konusu olmadı hiç. Her zaman bildik ve inandık ki, sosyalizm bütün insanlığa sunulmuş bir olanak ve sosyalist tercih. Çağdaş insanı bekleyen bir görevdir. Bunun toplumsal pratik içinde kazandığı anlam da, örgütlenmek, bilinçlenmek ve bu yolda siyasal eylemi temel almaktır. Siyasal eylemi politik iktidar kavgasının temeli olarak kabul etmek ve silahlı mücadeleyi, bu yolda tercih etmek zorunda bırakıldığımız temel siyasal eylem biçimi olarak görmek. Sosyalist olmaktan ve sosyalist mücadeleden anladığımız en temel de bu.

Özgürlük: Proletaryanın ve işlevinin “klişeleştirilmesiyle bir yere yanlamayacağı” iddiasına ne dersiniz?

H. Şensoy: İşçi sınıfı, kapitalist toplumun bir ürünüdür. Kapitalist toplumsal sistemin ortaya çıkmasıyla, sınıfsız toplum amacına yürüyecek örgütlü ve disiplinli, devrimci bir sınıf olarak, çalışanların ve sömürülenlerin, yeni bir toplumsal düzeni yaratma eylemi içinde sermayenin boyunduruğunu parçalama savaşını yürütmeye, bizzat bu savaş boyunca zaferi korumaya ve sağlamlaştırmaya, sınıfları tümüyle ortadan kaldırmaya yetenekli tek sınıftır. (…)
İşçi sınıfının sahip olduğu devrimci niteliğin klişe olarak nitelenmesi, Marksizm’e de bir klişe olarak bakmaktan başka anlam taşımaz. İşçi sınıfına devrimci nitelik kazandıran neden, kapitalizmin işleyiş yasalarıdır. Bu yasaların üretim sürecine kazandırdığı nitelik, toplumsal ilişkilerin en temelde aldığı biçim, işçi sınıfını toplumun dinamik gücü kalmış ve çürüyen sistemi yıkma yolunda temel olma işlevini ona vermiş, onu tarihin sınıf olarak örgütlenip harekete geçmeye en yatkın sınıfı yapmıştır.
“Geçmişte öyleydi, ama bugün artık geçerli değil” deniyorsa, değişenin ne olduğu açıklanmalıdır. Kapitalizmde değişen nedir? (…)
(Bu) tartışmalar, ülkeye egemen olan düşünsel karmaşayı ve hâlâ etkisinden kurtulunamayan toplumsal karabasanın günümüze sarkan yanlarını açıklamaktadır. İşçi sınıfının devrimci niteliğinin yadsınması yeni bir şey değil. Devrimler dalgasının durulduğu her dönem bu türden görüşler ileri sürülmüştür. Bernstein ile başlayan revizyonizmin kökeninde yatanlardan biri de buydu. (…)
Önemli olan 80’li yılları kapsayan gelişmeleri görmek. (…)
Devrimci kavganın sorunlarını tartışmak, geçmişte içine düşülen hataları saptamak ve bugüne, geleceğe yönelik dersleri çıkarmak, kavgayı yeniden, bu kez daha güçlü temellerde yükseltmek gibi sorunların çözümü genellikle ertelenirken, kolay yoldan yapılan değerlendirmelere ve bu yüzeysel sabadan çıkarılmış iri iri sonuçlara dayanan, legalizmin ve uzlaşmacılığın erdemlerini yeniden keşfetmek yolu seçildi. Dünyaya ve ülkeye damgasını vuran gerçeklere bakmak, savrulan yerin ne olduğunu görmemize yarayacaktır. Bugün emperyalizm esas olarak yeni sömürgeciliğin üzerinde yükselmektedir. Metropol işçi sınıfları üzerindeki sömürü, bu nedenle doğaldır ki, kapitalizmin geçmiş dönemlerindeki gibi vahşi boyutlardan değil. (…) Bu ülkelerde işçi sınıfının geçmişte sahip olduğu Devrimci niteliğin küllendiği açık.
Ama öte yandan, dünyanın dört bir yanında emperyalizm tarafından sürdürülen fahiş bir sömürü var. (…) İnsanlık, baskı ve sömürüyü ezecek bir geleceğe doğru ilerliyor ve bu ilerlemenin kalbi, emek ile sermaye arasındaki çatışmanın en kızgın halkalarında, yeni sömürgelerde, bu ülkelerin işçi sınıflarında, onların sahip oldukları devrimci dinamizmde atıyor. Yeni sömürge bir ülkede yaşıyoruz. Yani, kendini üretecek, sistem olarak ilerletecek dinamiklere sahip olmayan emperyalizmin çıkmazlarının faturasını ödeyenlerdeniz. (…) Bizce işçi sınıfı bilinç bağlamında, bugün geçmişten ileri bir düzeydedir. “Kitleler yaşayarak öğrenir.” 12 Eylül süreci işçi sınıfına çok şey öğretti. En azından düzenin niteliği olanca çıplaklığıyla gözler önündeydi, işçi tüm haklarının gasp edildiği koşullarda çalışmaya zorlandı, faşist terörü bizzat yaşadı. Bugün devrimci çizginin sınıfla buluşmasının koşulları daha olgun, çünkü işçi sınıfı en sıradan haklarını elde etmek için bile doğrudan siyasal içerik kazanan eylemlere başvurmak zorunda. Bunalım teorisyenleri kendilerini bazı şeylere inandırabilir. Bu mümkün. Ama hayatı keyfiyetimize ayarlamak mümkün değil.

Özgürlük: “Çok sesli sosyalizm” ve bu arada “glasnost” ile ilgili görüşleriniz?
H. Şensoy: (…) Emperyalizme karşı savaş, sanayileşme sorununun çözümü, çoğu burjuva demokrasisine bile yabancı ülkelerde sosyalist demokrasiyi kurumlaştırma, sosyalist kültürü yaygınlaştırma, yeni sosyalist insanı yaratma ve çoğu zaman en az bu sorunlar kadar önem kazanan yerel sorunları çözme. İşte çağımızda sosyalizmin aşması gereken sorunlardan ilk akla gelenler. Tüm bu engellere karşın, sistem olarak yerleşmek, gelişmek, kapitalizmi alt etmek, sınıfsız topluma ilerlemek… Bunlar çözümü kolay sıradan sorunlar değil. (…) Sosyalizm, sık sık yanlış değerlendirmelere, teşhis bozukluklarına, erken yapılmış çıkarımlara sahne olmuş ve bu arada büyü hatalara düşülmüş, onların daha da büyük olan bedelleriyle karşılaşılmıştır.
Bugün devrimini yapmış ülkelerin sahne olduğu gelişmeleri ancak bu gerçeklerle birlikte ele aldığımızda sağlıklı biçimde değerlendirebiliriz. Biriken sorunlar, çözüm yolunda arayışı da getirmiş, bu temelde oluşan birikim, 80’li yıllarda açığa çıkmıştır. Sınıfsız topluma geçişin zorlu niteliği, sorunları büyütmekte. Sosyalizm, deneyerek, sınayarak, çoğu kez yalpalayarak ilerlemektedir. (…) Yeni toplumsal teoriler ortaya çıkıyorsa, bu, doğrudan doğruya topluma gerekli oldukları içindir. Çünkü onların örgütleyici, harekete geçirici ve dönüştürücü etkileri olmadan, toplumun maddi yaşam koşullarındaki gelişmenin getirdiği geciktirilemez sorunların çözümü olanaksızdır.
“Glasnost” ve “Perestroika”ya yaklaşımımız en temelde bu. Ama sorunun konuluş biçimiyle yetinmek, genellikle yanıltıcı olur. Olumsuzlukları aşma yolunda, en azından hantallığın yerini alacak dinamikleri yaratma ya da yenilenme anlamında girişimler olarak görmek, bize sorunun yalnızca bir yanını vermektedir. Oysa “perestroyka”, kuşkuyla karşılanması gereken çeşitli yanları içermektedir. Örneğin SSCB Bilimler Akademisi tezleriyle yan yana düşünüldüğünde, karşımıza yadsınamayacak bir uzlaşma, bir reformizm çıkmaktadır. Sorunuza vereceğimiz karşılık böylece ortaya çıkmış oluyor. “Sosyalizmde çok seslilik” ve “çoğulcu sosyalist toplum” tanımları son derece demagojik tanımlar. Hem sınıfsız gelecekten yana inançları korumak ve hem de bu kavramlara sarılmak olanaksız, özellikle sosyalist inşa sürecini tamamlayamamış ülkelerde “çoğulculuk” ve “çok seslilik”, sosyalist inşanın karşısına daha işin başlarında aşılmaz engelleri dikmekten öte sonuçlar doğurmaz. Çünkü kastedilen çoğulculuk, burjuva düşünceye örgütlenme özgürlüğünün tanınmasından başka bir şey değil. Özellikle sosyalist nitelik anlamında, zaten çarpık örnek olan ülkeler için bu tür uygulama, var olan yetersiz niteliğin de yitirilmesini kaçınılmazlaştırır, olumlu çözümün koşullarının yaratılmasını engeller.
Çoğunluk adına ileri sürülen sosyalizmden yana tercihli iki ya da daha çok parti önermesinin de açıklayıcı ve ikna edici olduğunu söyleyemeyiz. Emekçi halkların çıkarlarının yerel ve mesleki örgütlerinin çoğulculuğunu gerektirmesi ya da KP ilkeleri çerçevesinde bir tartışma ile örgütlenme hakkı tanınmış çoğulculuk aynı şey olmaz. Birden fazla sosyalizm çeşidi yok.
Geçmişte de “ilerleme” ve “kapitalist olmayan yoldan geçiş” gibi, “halkçı devlet” gibi tezler vardı. Bunlar sonuçlarıyla sosyalizme büyük zararlar verdi, halen de veriyor. ‘Perestroyka”nın içerdiği uzlaşmacı ve reformist yanların vereceği zararlar da büyük olacak. Ama dünyanın şafağında yeni bir devrimler dalgası var. 1980’li yıllar boyunca egemen olan durgunluğun yerini alacak atılımların, zaferlerin her türlü uzlaşma eğilimini boğacağına inanıyoruz.

Özgürlük: Son zamanlarda çok moda olan birlik konusunda ne düşünüyorsunuz?

H. Şensoy: Devrimci savaş, partileşme sürecinden başlayarak zafere kadar uzanan uzun yol boyunca, çeşitli beraberlikleri, ittifakları içerir, içerecektir. Ama bunlar, ancak ne zaman, ne için ve hangi ilkeler doğrultusunda sorularının karşılıkları doğru verildiyse, başarı şansına sahiptir. 12 Eylül süreci boyunca çeşitli yapılanmalar “birlik” yoluna gittiler, “cepheler”, ittifaklar oluşturdular. Bu türden “birlik”ler ve birlik olma çabaları bugün de sürüyor. İlk bakışta göze çarpan yanları, üzerinde yükselecekleri sağlam bir temelden yoksun olmalarıdır. Edilen onca söze, onca yazıya karşın, ilkeli bir beraberlikten çok, hesaplı, grupçu kaygılardan arınmamış ve her şeyden önce “mücadele üzerinde yükselmek” gibi temel bir özellikten yoksun kalmışlar ve bütünleşme bir yana, yeni yeni bölünmelerle süren bir dağınıklık, başat özelliklerden biri olarak süregelmiştir.
Bu genel nitelik bugün de sürmektedir. Sahip olduğu nitelik, geçmişte ve bugün “birlik” kavramına yüklenen işlev, daha baştan girişimleri çözümsüz kılmaktadır. Bu noktada başlıca iki açıklama biçimi getirebiliriz. Birincisi, oluşturulan birlikler, genel bir hesaplaşmaya, geçmiş üzerine yapılmış sağlıklı bir değerlendirmeye dayanmamaktadır. Kabullenmek istemeyenler ya da kısmi yenilgi türünden ilginç tanımların ardına gizleyenler olsa da, genel de paylaşılan bir sonuç olarak, 12 Eylül süreci, devrimci hareket için ağır bir yenilgi anlamına gelmektedir. Ancak bu ortak kapıya karşın, yenilginin nedenlerini sorgulamak, devrimci kavgayı bu sorgulamanın üzerinde yükseltmek, geçmiş hataların açık bir özeleştirisini vermek görevi yerine getirilmemiştir. Sağlıklı bir iç hesaplaşmayı yapamayanlar, hata, zaaf ve eksikliklerini halka açık biçimde koymayanlar, sorunlarını giderek büyüyen bir kambur gibi omuzlarında taşımaya ve onun altında ezilmeye mahkûmdurlar.
İkinci önemli neden ise, doğru bir perspektiften, her şeyden önce mücadele içinde birlik gibi temel bir gereklilikten yoksun olunmasıdır. (…) Uzun süre, esas olarak yurtdışında süren birleşme ve ayrışma, ülke içine taşındı. Ancak temelde yatan gereklilik yerine getirilmediğinden, başarısızlık sürdü. Bu gereklilik mücadele alanlarında, hayatın canlı pratiği içinde birliktir.
Bugün tek istisna, TKP ve TİP’in birleşmesidir. Bu da gerçekte TİP’in TKP’ye iltihakı olduğundan ve mücadele etmek gibi bir kaygıya dayanmadığından yaşıyor. Biz bu birleşmeyi yararlı bulduk. Aynılar aynı yerde ayrılar ayrı yerde toplanmalıdır. Legalizm ile devrimci çizgi arasındaki uçurum, kapatılamayacak kadar derindir. Silahlı mücadele ile legalizm arasında yapılacak tercih, bugün de yaşamaya çalışan çevre ve grupların, örgütlerin geleceklerini belirleyecektir. (…)
Birlik sorununda bakış açımız, devrim anlayışımız, örgütlenme anlayışımız ve çalışma yöntemimizle bağlantılı olarak biçimlenmektedir. Farklı anlayışlarla bir araya gelip adına parti demek gibi bir anlayışımız yok. “Çok sesli”, “kanatlı” gibi nitelemelerin ardına gizlenen hantal ve legalist yapılarla ilişkimiz olamaz. Parti, onun ideolojik, politik görüşlerini savunan ve onun tüzüğü, ilkeleri doğrultusunda çalışan profesyonel devrimcilerin birliğidir. Ve komünist partide, parti stratejisi, temel ilkeleri üzerinde farklılıklar bir arada yaşamaz. (…)
Bunun dışında, başta silahlı mücadeleyi savunan ve uygulayan siyasi yapılar olmak üzere halk saflarında gördüğümüz bütün yapılanmalarla çerçevesi, ilkeleri, programı saptanmış birliklerimiz olacak. Cephe düzeyinde ve mücadelenin geliştiği oranda koşulları olgunlaşacak olan ittifakla, bu günden en ciddi isteklerimizden biridir.
Öte yandan, ülkenin somut güncel-sorunları ölçüsünde, aynı alanda yer aldığımız hareketlerle o sorun özelinde birlikte çalışabiliriz. (…)

Özgürlük: Devrimde zorun rolü?

H. Şensoy: Soruna burjuva devlet mekanizmasının niteliği açısından yaklaşmak gerekiyor. Burjuva devlet biçimlerinden hangisini ele alırsak alalım, doğrudan ya da dolaylı olarak zora ve şiddete dayalı olduğunu görürüz.
Devrim her şeyden önce devlet mekanizmasının parçalanmasıdır. Bir Marksist’in bilmesi gereken ilk kuraldır bu. Devrimler tarihi proletarya ve müttefiklerinin barışçıl yollarla iktidar olmasının olanaksızlığını, “zor” bunun tek yolu olduğunu göstermiştir. Öte yandan devrimin şiddete dayanmasının “parlamenter kurumlar” ve “seçim geleneği”nin varlığı ile bire bir bağlantısı yoktur. (…) Sorunun devrimci çözümü de, verili iktidar mekanizmalarının parçalanmasını ön koşul olarak dayatır. Bu da, somut koşullara uygun düşen bir strateji çerçevesinde yürütülecek silahlı mücadeleyle ancak mümkündür. (…)
Burjuvazi, emperyalist istikrar programlarını silahlı gücüne, ordusuna dayanarak yürütmekte ve halk, bu silahlı güce karşı koyacak yetenekte bir komünist partisine ve onun emrindeki bir silahlı güce, halk ordusuna sahip olmadığından boyun eğmektedir. On yılda bir anayasanın değiştiği bir ülkede isteyenler parlamenter kurumlardan söz edebilir, her seçimde yeni bir seçim yasasının düzenlendiği bir ülkede yerleşik bir seçim geleneğinin olduğuna isteyenler kendilerini inandırabilir. Biz inanmıyoruz, halk yararına çözümün tek yolu olarak Birleşik Devrimci Savaşı alıyoruz. Düşüncelerimiz açık. (…) THKPC-MLSPB’nin yaklaşık 20 yıllık mücadele süreci, ideolojisi ve çalışma yöntemi, illegal ve silahlı mücadele temelinde yükselmeye dayandığı için, sorunuzun karşılığını bir bütün olarak kendi varlığımızla özdeş görüyoruz. Türkiye üzerine yaptığımız ve bizi silahlı mücadeleyi temel alma zorunluluğuyla baş başa bırakan çözümlemeler bugün de geçerlidir. Bizim için seçenekler arasında beğendiğimiz yol değil, hayatın dayattığı seçenek olarak Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi var. Bu savaş, ancak illegaliteyi temel alan, legal ve yarı-legal mücadele alanlarını ise alabildiğince zorlayan bir ML partinin başarılı taktikleriyle kazanılacaktır. (…)
Barışçıl yollardan mücadele adına, yetmiş yıldır burjuva kuyrukçuluğun-dan ve uzlaşmacılıktan öteye ciddi tek bir kazanımın, 70 yıla sığdırılmış tek bir mevziinin bile sahibi olmayanlar, Türkiye’deki parlamenter demokrasi konusunda kendilerini ikna edebilirler, ediyorlar. Ama bugün abartılan “demokratik” ortamın niteliğini görmek gerek. Türkiye’de faşist bir devlet mekanizması var, gerçek olan bu. Bunu göremeyenler, “demokrasi savaşımı” vermek için Türkiye’ye giren (!) Kutlu ve Sargın örneklerin de görüldüğü gibi, her zaman yanılmak ve yeniden yanılmaktan öteye gidemezler. (…) Marksist-Leninistleri “ehlileştirmeye”, devrimin karşısında reformizmi koyarak sonuç elde etmeye kimsenin gücü yetmez.
Girişiminizi doğru ve yerinde bulduğumuzu belirterek, sözlerimizi Marks’ın günümüz Türkiye’sine uygun düşen şu sözleriyle bitirmek istiyoruz: “Her devrimde, onun gerçek temsilcilerinin yanma, bambaşka nitelikte adamlar da karışır. Bunlardan bazıları, büyük bir saygı ile bağlı bulundukları geçmiş devrimlerin kalıntısıdırlar, güncel hareketi anlamayan bu adamlar, bilinen dürüstlük ve cesaretleri, ya da salt gelenek gücü ile halk üzerinde hâlâ büyük etkiye sahiptirler. Bazıları da, günün hükümetine karşı yıllardan beri aynı basmakalıp tumturaklı tespih dualarını yineleye yineleye, kendilerini eşi bulunmaz devrimciler olarak göstermiş bulunan basit yaygaracılardır… Güçleri ölçüsünde, bu adamlar işçi sınıfının gerçek eylemlerini engellediler; tıpkı önceki her devrimin tam gelişmesini engellemiş bulundukları gibi.”

Mayıs 1989

Geçmişe İlişkin Eleştirel Bir Yaklaşım-2

Türkiye Devrimci Marksist-Leninist hareketi, devrimci demokrat hareketler, işçi ve halk hareketi 12 Eylül ile birlikte tarihinin en büyük darbesini yedi. Bu darbenin en önemli özelliği, yalnızca-en kapsamlı ve en büyük darbe olması değil, aynı zamanda, etkileri en kalıcı olan darbe olmasıdır da.. Darbe sonrası aradan bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen, kendiliğinden işçi sınıfının ekonomik mücadelesi bir yana bırakılırsa, Marksist-Leninist hareketin, devrimci demokrasi güçlerinin ve işçi sınıfının siyasal mücadelesinin gücü, 12 Eylül öncesinin onda biri bile değildir. Marksist-Leninist harekette, devrimci demokrasi güçlerinde sınırlı bir kıpırdanma başlamış olsa ve bu da umut verici bir gelişme olsa bile 12 Eylül öncesiyle kıyaslandığında henüz oldukça geri bir noktadadır.
Bu durumun çok çeşitli nedenleri var. Biz bu yazımızda da bu çeşitli nedenlerin tümü üzerinde durmak yerine, geçen sayımızda yaptığımız gibi, yalnızca 12 Eylül öncesinde Marksist-Leninist hareketin ve devrimci demokrasi güçlerinin zaafları ve yanlış tespitleri ve bu yanlış tespitlerin yenilginin daha kalıcı olmasındaki rolü üzerinde duracağız.
Marksist-Leninist hareket, bir çok siyasi yoğunluktan farklı olarak, 12 Eylül darbesinden sonra, Türkiye’de değişik bir durum ortaya çıkmadığı tespitini yaptı. Bu tespitin yapılması ve üzerinde ısrarla durulmasının önemli bir nedeni vardı: Bu tespitle askeri klik hakkında yayılan hayaller ve cuntanın sağ gerici akımlara da karşı olduğu demagojilerine karşı dikkat çekilmeye çalışılıyordu. Gerçekten, cuntanın demagojilerine bağlı olarak oluşan hava, cuntanın sağa karşı olduğu, ordunun “millici”-“ilerici” geleneklerine bağlı olduğu, bu “geleneksel özelliklerinin” dışına çıkmayacağı doğrultusunda idi. Ya da çok geniş bir aydın ve ilerici çevre bu kanıda idi.
Bu noktada cuntanın “sağ gericiliğe de karşı olduğu” demagojisini deşifre etmenin ve bunun böyle olmadığının teşhirinin yapılmasının büyük önemi vardı. Bu anlamda, iktidar güçlerinin askeri bir biçim altında sultalarını sürdürmeye başlamalarına ve değişik demagoji malzemeleri kullanmalarına rağmen esas yönelim olarak sola, işçi ve halk hareketlerine karşı olma noktasında değişmediklerini, dahası, sola şimdiye kadar görülmemiş bir şiddetle saldıracaklarını ve solun kökünü kazımaya çalışacaklarını vurgulamak ve bu anlamda egemen sınıfların hedefleri açısından Türkiye’de değişik bir durumun ortaya çıkmadığını savunmak önemliydi. Ne var ki bu tespit, çerçevesi bu biçimde çizilen biçimle sınırlı olarak savunulmadı, daha ötelere gidildi ve neredeyse cuntanın, basit bir sıkıyönetim değişikliği, haydi haydi bir sıkıyönetim uygulamasından biraz ilerde bir değişiklik olarak ele alındı ve ona uygun olarak davranıldı.
Gerçi Türkiye devrimci hareketinin, yenilikten, toyluktan, kendisinden önceki devrim mücadelesinden devrimci birikim ve deney mirası devralamamış olmaktan, bünyesinde taşıdığı ve henüz arınamadığı zaaflardan vb. vb. nedenlerden dolayı doğru tespitler yapsa bile bu tespitlere uygun adımları atamama, gerekli taktikleri hayata uygulayamama gibi önemli bir eksikliği vardır, örneğin Marksist-Leninist hareketin aksine, “ülkede önemli bir değişiklik gerçekleşmiştir!” tespitini yapanlar vardır, olmuştur. Ama bu tespiti yapanlar ne ölçüde bu tespitlerine uygun davranmışlar, buna uygun taktikler geliştirebilmişler ve bu taktikleri hayata uygulayabilmişlerdir diye bir soru sorulduğunda, genellikle alınacak olan yanıt olumsuzdur. Cuntadan önce, darbe ihtimali olduğundan söz edenler bu ihtimale uygun davranamamışlardır. Cuntadan sonra “ülkemizde önemli bir değişiklik gerçekleşmiştir” tespiti yapanlar, ister geri çekilme taktiği uygulasın, ister saldırı taktiği ya da buna benzer bir taktik izlesinler, pratikte buna uygun davranmamışlardır. Geri çekilme taktiği izleyenler ya tamamen pratiker ve sınıf mücadelesinden kopmuş, ya da aynı anlama gelmek üzen ortaya yeni bir şey koyamamış yaratıcı herhangi bir adım atamamış ve sonuç olarak yine sınıf mücadelesinden kopmuş, ne darbelerden kendilerini koruyabilmiş ne de mücadeleci bir gelenek yaratabilmişlerdir. Aynı biçimde saldırı taktiği izleyenlerin taktiklerinin cunta öncesi taktiklerden ve önlemlerden bir farkı olmamış bunlar da hem kalıcı olamamış ve yine aynı biçimde yeni bir mücadeleci geleneğin yaratıcıları olamamışlardır. Kuşkusuz herkes karınca kararınca devrimci görevlerini yerine getirmeye ve cuntamı teşhiri için elinden geleni yapmaya çalışmış, ama pratikte de görüldüğü gibi bunlar ülkenin geleceği açısından belirleyici önemde olamamış, cuntayı ciddi olarak şu ya da bu biçimde etkileme, ya da sarsma boyutuna ulaşamamıştır.
Tüm bunlar bir yana, Marksist-Leninist hareket açısından “Türkiye’de değişik bir durum ortaya çıkmamıştır” tespiti yapmak “ne anlama geldi” ve “neye yol açtı?” sorularını irdelemek gerekir.
Cuntadan Sonra “Değişiklik Yok” Tespiti Neye Yol Açtı?
Açıktır ki ülkede değişen pek çok şey vardı. 12 Eylül cuntası yükselen kitle hareketini bir çırpıda durdurmuş, devrim cephesinde 12 Mart’la kıyaslanamayacak bir şaşkınlık yaratmıştı. Başta DİSK olmak üzere kitle örgütleri kapatılmış, legal olanaklar bütünüyle ortadan kaldırılmıştı. Yasadışı kitle bağ ve araçlarına sahip olmayan ve önceden bu bağları geliştirme konusunda pek de gayretli olmayan tüm devrimci demokrat akımların kitlelerle bağları önemli ölçüde kopmuş, çoğunlukla kendileri bile işlemez hale gelme durumuyla arşı karşıya kalmışlardı. Bu olgu ve gelişmeler, “değişik durumun” bir sonucuydu ve son derece önemliydi. Devrim ve karşı devrim kampında ve bu kampların kendi içinde, karşılıklı ilişkilerinde ciddi bir değişim ortaya çıkmıştı. Bunlardan, burada, tek tek söz etmenin gereği yok. Değişen pek çok şeyin olduğu ve bunların, Marksist-Leninist hareketin ve devrimci demokrat hareketlerin faaliyet ve taktiklerini doğrudan ilgilendirdiği ortadadır. Marksist-Leninist hareket bu olgu ve gelişmeleri, ortaya çıkan bu “yeni durum”un yarattığı sonuçları tümden görmezden geldi denemez. Ancak, “ülkede değişik bir durum olmadığı” tespiti; olgu ve olayların, gelişmelerin gerçek yönlerinin görülmesinin önünü kapattı ve pratik organize yaşamda o günlerde bile kolaylıkla görülebilen hatalı yapıların düzeltilmesine ve örgütlenme çalışmasında gidilmesi gereken köklü değişikliklere yönelemedi. Kitlelerin içinde bulunduğu durumu, karşıdevrim karşısında kitle hareketinin sorunları ve dinamikleri “yeni durum”a uygun olarak değerlendiremedi.
Marksist-Leninist hareket, kendini, örgütlenmesini ve koşullara hazırlama ve yeniden uyarlamada bile ciddi bir tutum benimsemedi. Bu gevşek tutumda, “ülkede değişen bir şey yok” tespitinin rolü inkâr edilemez. ’81’in ilk birkaç ayında yenen darbeler bunu açıkça gösteriyor. “Değişik bir durumun olmadığı” tespiti, Marksist-Leninist hareketin çevrelerinde ve kitleler nezdinde güvensizlikle karşılanırken, Marksist-Leninist hareketin odağında, her şeyin eski biçimiyle sürdürülmesinin zeminini güçlendirdi. Faşist diktatörlüğün saldırılarını küçümseme biçiminde kendini gösteren liberalizm güç buldu, önceki zaafların temelinde de giderek yaygınlaştı. Görünürde “sol”, cesur, ama özünde sağ ve teslimiyetçi bir tutum Marksist-Leninist hareketin faaliyetine ve tutumuna yansıdı, aradan yıllar geçtikçe de daha etkili hale geldi. Mücadele etmek istediği halde oluşan bulanıklıktan dolayı önünü göremediği için mücadele edemeyen birçok insan ne yapacağını bilemez halde ortalıkta kaldı, ya diktatörlüğün baskılarına dayanamadığı için düzenle uyum içine girmenin yollarını aradı, ya yakalandı, ya da ideallerine bağlılığın verdiği inanç ve güvenle bildiğince bir şeyler yapmaya çalıştı.
Tüm bunları söylerken Eylül cuntasından hemen sonraki dönemde Marksist-Leninist hareketin değerlendirme ve izlediği çizgiyi eleştirirken bir yanı gözden kaçırmamak gerekiyor: Eylül cuntasının hemen sonrasındaki günlerde Marksist-Leninist hareket cuntaya karşı birlik ve egemen sınıfların generalli saldırılarının püskürtülmesi için direnişe hazırlık çağrıları yapmış ve faşist saldırının nasıl püskürtülebileceğinin ajitasyonunu öne alarak yürütmüştür. Eleştirilen bu tutum değildir. Bu tutum eleştirilmemeli, sahip çıkılmalıdır. Çünkü bu tutum devrimci bir tutumdur. Eleştirilen, koşullara uygun olmayan tahlil ve tespitler yapmanın kimin ne yapacağını bilemeyeceği bir bulanıklığa yol açması ve yapılan çağrıların, yakın dönemde yanıt bulamayacağının anlaşıldığı koşullarda bile aynı slogan ve üslupla sürdürülmesidir. Bu nedenle, askeri darbeye gösterilen ilk ve doğru tepki, sözü edilen yanlış tahlil ve anlayışlar sonucu, sübjektif çağrılara ve yanlış tutuma dönüşmüştür. Bu tutumu odağına alan Marksist hareketin faaliyeti, Türkiye devrimci hareketinden devralınan bünyevi zaaflarıyla birleşince, Marksist-Leninist hareket ve mücadele için daha ağır sonuçlara yol açmıştır: Dağınıklığın sürmesi… toparlanamama… cuntaya karşı kitlevi direniş gelenekleri yaratamama, vb.
Kuşkusuz bu tahlil ve tespitlerin kaynaklandığı daha değişik nedenler de var. Cuntadan sonra “ülkede değişik bir durumun ortaya çıkmadığı” ve “mevcut durumun geçici olduğu” tespitlerinin, ekonomik krizin derinleşeceği ve bunun kısa sürede kitle hareketinde yeni yükselişlere yol açacağı düşüncesiyle birlikte ele alındığı açıktır.
Ekonomik krizlerin patlak vermesinin ve derinleşmesinin, kitle hareketinde yeni yükselişlerin temelini teşkil ettiği doğrudur. Ne var ki ekonomik krizler mutlak anlamda ve hemen, yeni siyasal krizlere yol açmayabileceği gibi, ekonomik kriz ve onun derinleşmesiyle siyasal krizleri ve kitle hareketini bire-bir bir tutumla karşı karşıya koyarak özdeşleştirmek, dar ve öznel bir mantık olur. Aynı şekilde Marksist-Leninistler, ekonomik krizin varlığı ve devam edeceğinin belli olduğu koşullarda, kitle hareketinin yükseleceğinin olanaklı olabileceğini, ardından ya da eşzamanlı olarak siyasal krizlerin de patlak verebileceğini, bütün diğer faktörleri de dikkate alarak görmezden gelen bir tutum ve taktiği benimseyemezler. Emperyalist-kapitalist sistemin ve işbirlikçi tekelci kapitalist ekonominin krizinin derinleştiği, sistemin ve politik rejimin çözümsüzlük öğelerini sürekli besleyip ürettiği koşullarda, burjuvazinin ve onun generalli gericilik ve dizginsiz şiddet eğilimlerinin daha da yoğunlaşacağı açıktır. Böylesi dönemlerde, karşı-devrim cephesi kendi güçlerini yeniden örgütleme ve düzenleme gereksinimi duyar. Ancak, açık ve dizginsiz faşist düzenleme, uygulama ve eylemiyle kendini, kitlelerden yalıtacak öğe ve olguları da kaçınılmaz olarak üretir, besler. Kapitalizm ve sömürü ilişkileri kendini yeniden istikrara ve hızlı bir gelişme çizgisine çekemediği, bunun sonucu olarak, kitlelerin beklentilerine yanıt veremediği sürece, burjuvazi ve gericilik uzun süre ileri işçi ve emekçileri dizginleme gücüne sahip olamaz. Terörist faşist rejim, emekçiler üzerindeki her türden etkisini yıkacak ve kitleler nezdinde ki yasallığını ve meşrutiyetini sürekli olarak aşındıracak unsurları da hızla yaratmaktan kaçınamaz. Marksist-Leninist parti ve hareketler, ekonomik bunalımın derinleştiği ve çözümsüzlüklerin sürekli biriktiği koşullarda, bu durumu görmezden gelemezler. Çalışmalarını, taktiklerini ve sloganlarını bu durumu göz önüne alarak planlamak zorundadırlar.
Karşı-devrimin topyekun saldırıya geçtiği ve 12 Eylül sonrasında olduğu gibi, kitle hareketini durdurduğu ama ekonomik krizin ve siyasal sorunların ağırlaşmaya devam ettiği koşullarda kitle hareketinin saldırıya geçtiği dönemin “cepheden saldın” taktiklerini aynen korumak ne ölçüde yanlış bir tutumsa, Eylül cuntasının arkasından gelen dönemde geri çekilme taktiğine başvurmak da o ölçüde yanlış bir tutum olacaktır. (Burada geri çekilme taktiğini yanlış uygulayarak pasifist bir tutuma sürüklenmekten söz edilmiyor. Doğrudan doğruya, koşullara uygun olmayan bir taktiğin eleştirisi üzerinde duruluyor.) Sözü edilen koşullarda, örneğin Eylül darbesinin yol açtığı koşullarda Marksist-Leninist hareket, bir yandan yeni gelişme ve değişimlere kendini uydurup sağlamlaştırmayı esas alırken, diğer yandan, düşmanın, devrimci güçleri tecrit etmeye ve çeşitli emekçi sınıfları ve yedekleri yanına çekme politikalarını geçersiz kılacak d evrimci cephenin ana ve yedek güçlerini yeniden kazanıp birleştirecek bir taktiği ve buna uygun sloganları benimsemeliydi. Marksist-Leninist hareket açısından yaşanan, bu söylenenlere uygun olmadı. Burada şu kadarını söyleyip geçmek yanlış olmayacak: 12 Eylül’den sonra Marksist-Leninist hareketin tutarlı ve belirlenmiş bir taktik çizgisi olmadı. “Değişik bir durum yok”, “ekonomik krizler kısa süre içinde kitle hareketini yükseltecek” ve “şimdiki durum geçicidir” anlamına gelen tahlil ve saptamalarda, Marksist-Leninist hareketin faaliyetinde, attığı sloganlarda ve bu sloganların hayata geçirilme biçimlerinde, cunta öncesi “cepheden saldırı taktiğinin izleri var oldu.
Örneğin Eylül darbesinin arkasından “Genel Grev” sloganının eylem sloganı olarak geri çekilmesine karşın, ’81 1 Mayıs’ında yapılan “genel direniş/grev” çağrısı bu durumu açık bir biçimde göstermektedir.
Sendikaların kapatılması karşısında işçi komiteleri çağrısı doğruydu. Ne var ki sendikaları işler bir vaziyette tutma, DİSK üyesi işçilerle dayanışma komiteleri, yardımlaşma sandıkları kurma sloganları somutlaştırılamadı. İşçi Komiteleri ve yasal, yasa-dışı her koşulda mücadele edebilecek kitle örgütleri çağrılarının ele alınışında, kavranışında ve bunların pratik planlarının yapılışında, yakın bir zamanda kitle hareketinin yükseleceği beklentilerinin de bir sonucu olarak, hatalar yapıldı. Acele edildi, beklentilere girildi, beklentilerden umulan sonuç çıkmayınca moral bozukluğu ortaya çıktı, duruma uygun enerji ile hareket edilemedi vs. vs. Bu yüzden bu sloganlar, kitleleri kendi acil talepleri etrafında birleştirerek örgüt sloganları olma özelliğini kazanamadı. Başarısızlıklar, Marksist-Leninist hareket içindeki gelişmeler ve pratiğin umulandan farklı gelişmesi, daha somaki yıllarda hataların tersyönden gelişerek derinleşmesine yol açtı.
Bir Başka Yanlış Öngörü
“.. yalnızca bugün sınıfların hangi yönde ve nasıl hareket ettiklerini değil, aynı zamanda bu sınıfların yakın bir gelecekte, hangi yönde ve nasıl hareket edeceklerini” (Lenin) de dikkate almak ve tüm bu koşulları da hesaba katmak gerekir.
Bu böyle olmasına rağmen Marksist-Leninist hareket 12 Eylül’den sonra yaptığı değerlendirmelerde yanlış öngörülere yer veriyordu. Kitle hareketinin yeniden ve kısa zamanda yükseleceği saptaması, cuntanın nasıl yıkılacağının biçimlerini de belirliyordu. Ardı ardına darbeler darbeleri, cuntalar cuntaları izleyecek e cunta, kitlelerin mücadelesi karşısında… çökecektir!
Sınıf mücadelesinin genel yönü, karakteri ve giderek alacağı biçimler üzerine genel değerlendirme ve tespitler yapılabilir. Ancak, böylesi kesin ve ileri saptamalara gidilmesi öznel ve dar bir kavrayışın ürünü olabilir. Sınıf mücadelesi için önceden biçimler ve kalıplar saptanamaz. Böylesi bir yaklaşım, Marksist-Leninistlerin ufkunu daraltan, etkinliklerini tek yönlü kısırlaştıran bir rol oynar. Bu rol pratikten de görüldüğü gibi zaten oynanmıştır. Öngörülenlerin aksine, son 8-9 yıllık süreç çok farklı yollar izlemiştir.
Kaldı ki devrimciler ve Marksist-Leninistler, doğru taktikler benimseseler, çeşitli kaynaklardan beslenen zaaflarını aşarak cuntaya karşı başarılı mücadeleler verebilseler ve kitle hareketi güçlü bir yükselişle cuntayı püskürtebilseydi bile, öngörülenlerin dışında bir politik gelişim seyri yaşanabilirdi. Anlatılmaya çalışıldığı gibi, Eylül cuntasından sonraki dönemlerde Marksist-Leninist hareketin tutumunda ve sloganlarında, önceki dönemin yükselen kitle mücadelesi taktiğinin önemli etkileri görülmekle birlikte aslında Marksist-Leninist hareket, mücadele edip etmeme konusunda değil ama nasıl mücadele yürütüleceği konusunda tereddütlü bir tutum içindeydi. Nasıl bir tutum izleyeceği konusunda net bir perspektife ve ısrarla bir tutuma sahip değildi. Bu nedenlerledir ki, yanlışlar ve zaaflar, Marksist-Leninist hareketin tutumunda yaşamayı sürdürmüş, doğrular ise ısrarlı bir tutumla yaşama geçirilememiştir.
Bu noktada bir sorun daha karşımıza çıkıyor: Marksist-Leninist hareket, tümüyle doğru bir tutumu benimsese ve bünyesinde taşıdığı sorunlarından kurtulmuş olsaydı, cunta püskürtülebilir miydi? Akla gelen ve sorulması gereken sorulardan birisi de budur, bu olmalıdır…
Bu sonunun mutlak bir yanıtı olmamalı. Ülkede askeri kliği, generallerin komplo girişimlerini ve saldırılarını boşa çıkarıp püskürtebilecek başlıca güç örgütlü ve bilinçli işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının, Marksist-Leninistlerin önderliğinde gücünü ortaya koymadan, gericiliğin ve sermayenin saldırılarına karşı mücadeleye girmeden Eylül’cü faşist saldırıları püskürtmesi olanaksızdı. 12 Eylül cuntası darbe olanağını bulmuş ve darbeden sonra da hedeflerine ulaşmayı başarabilmişse, bunun başlıca nedeni, cuntanın gücü ve yenilmezliği değil, işçi sınıfının devrimciler ve Marksist-Leninistlerce harekete geçirilememesidir. ’74’lerden sonra canlanma içine giren ve Eylül’e kadar yükseliş çizgisi izleyen işçi sınıfı hareketi, esas olarak kendiliğindenci bir karakter taşıyordu. İşçi sınıfı örgütleri, reformist, revizyonist, faşist ve korsan sendikacıların elindeydi. Marksist-Leninist hareket, 1975’lerden sonraki gelişiminde bünyesinde taşıdığı zaaflardan sıyrılmayı basarsa ve genişçe sözü edilen hatalardan, faaliyetini ve taktiklerini arındırabilmiş olsaydı, kuşkusuz, işçi sınıfı üzerindeki etkisi artacaktı. Marksist-Leninist hareketin işçi sınıfıyla bağlarının az çok gelişmesi ve askeri kliğin yükselişinin açığa çıkarılması, önemli bir gücü harekete geçirebilir ve 12 Eylül darbesini teşhir ederek geriye atmayı başarabilir, generallerin saldırısına karşı demokrasi ve devrim için kitlesel bir güç yaratılabilirdi. Yani faşist darbe öncesi, darbe hazırlıklarının geriletilmesi ve püskürtülmesi, kitlelerin mücadelesinin düzeyi ve o günkü güç ilişkileri açısından olanaklıydı, generalli saldırının yolu kesilebilirdi. Marksist-Leninist hareketin sağlam bir temele ve faaliyetinin de tutarlı taktikler üzerine oturması halinde, devrimci demokrat akımlar üzerindeki etkisinin de önemli ölçüde güçlenebileceğinin tartışılması bile gereksiz.
Kuşkusuz sınıf mücadelesi, oldukça karmaşık ve bu karmaşıklık, sınıf mücadelesi keskinleştikçe daha da artıyor. Bir Marksist-Leninist hareket bu karmaşıklıkta yolunu doğru tayin etse bile sınıf mücadelesi istenen doğrultuda seyretmeyebilir. Bu anlamda gözden kaçırılmaması gereken bir soruna burada işaret etmek gerekiyor: Marksist-Leninist hareket hiç hata yapmadığı, hatta sınıfın önemli bir kesimini kendi etrafında topladığı koşullarda bile karşıdevrimin saldırısı karşısında yenilgi kaçınılmaz olabilir. Marksist-Leninist hareket, parti ya da proletaryanın iradesi, değişen güç ilişkilerinin karşısında yenilgiye uğrayabilir, küçük hatalar büyük yenilgilere yol açabilir. Marksist-Leninist hareketin hatalarıyla yenilgi ve yenilen darbeler arasındaki bağlardan söz ederken iradenin nesnel gerçeğe uygun olarak şekillenmesi durumunda, kaçınılabilecek yenilgilerden ve alman darbelerden bahsediliyor.
Marksizm-Leninizm’in ve faşizme karşı mücadelenin tarihinden öğreniyoruz ki, ekonomik krizin derinleştiği ve azgın faşist önlemlerin gündeme getirilerek kitlelerin ezildiği, buna karşın ekonomik ve toplumsal sistemin çözümsüzlüklerinin sürdüğü koşullarda, kitlelerin açık hareketinin ortaya çıkması ve gelişmesinde Marksist-Leninist hareketlerin, partilerin ve iradelerinin rolü önem kazanır. Bu deneyim dikkate alındığında, 12 Eylül öncesi ve özellikle sonrası dönemde Marksist-Leninist hareketin doğru temeller üzerine oturmuş çalışma ve önderliğinin, cuntaya karşı kitlelerin mücadelesinin gelişmesi ve güçlendirilmesindeki büyük önemi anlaşılır.
Devrimci demokrasi cephesi için Eylül darbesinin kolay bir yenilgiye yol açmasının nedeni, işçi sınıfının, reformizm, revizyonizm ve gericiliğin etkisi altında kalması ve Eylül öncesinde işçi örgütlerinin sendika ağası klikler tarafından yönetiliyor olmasıdır. Bu açık. Ne var ki şu da açık: işçi sınıfının revizyonistlerin, reformistlerin ve faşistlerin etkisinden kurtulması, Marksist, devrimci çalışma ile doğrudan bir bağ içindedir. Marksist-Leninist hareketin içinde bulunduğu köklü zaaf ve hataların, bu hataların çalışma ve taktiklere yansıyan sonuçlarının faşizme, reformizm ve revizyonizmin etkilerinin kırılmasını zaafa uğrattığı inkar edilemez. Devrimci demokrasi güçlerinin bünyevi zaaflarıyla da birleşen bu durum, Eylül darbesinin arkasından gelen dönemin mücadelelerini zayıflatmış, cunta açısından elverişli koşulların gelişmesine yol açmıştır.
MHP’ye Karşı Tavır ve Bunun Demokrasi Açısından Önemi
Eylül öncesi dönemde anti-faşist hareketin en temel zaaflarından biri, mücadelenin kapsamının esas olarak MHP ile sınırlı olması, gerçek demokratik bir muhtevaya kavuşamamış olmasıydı. Askeri klik ve faşist gericilik bundan büyük ölçüde yararlandı. Anti-faşist kitle hareketinin bu özelliği başlıca iki kaynaktan geliyordu; birincisi, hareketin kendiliğinden niteliği… İkincisi ise, reformist, siyasal ve ideolojik odakların, işçi ve halk hareketi ve devrimci-demokrat akımlar üzerindeki ideolojik ve siyasal etkileri… Reformizm ve revizyonizm, halk hareketinin kendiliğindenci özelliklerinden yararlanırken, bir yandan da hareketin bu özelliğini kışkırtıyor, sürekli olarak yığınların bilincini çarpıtmaya çalışıyordu. Hareketin kendiliğindenci karakteri ise, reformist ve revizyonist odakların hareket üzerinde etkin olmasının zeminini genişletiyordu.
Marksist-Leninist hareket bu durumu doğru olarak tespit etti ve ciddi zaaflarına rağmen, bu yanlış anlayışa karşı devrimci bir mücadele sürdürdü. MHP ile sınırlı “demokrasi mücadelesinin” en tipik özelliği, reformist ve revizyonistlerin devletin savunuculuğunu yapmalarıdır. Bu savunu ve onun doğurduğu sonuçlar, anti-faşist mücadelenin cunta karşısında gerilemesinde ve sınıfın cunta karşısında harekete geçememesinde başlıca nedenlerden olmuştur. Marksist-Leninist hareket bu durumu değiştirmek için çok çaba harcadı. Ne var ki Marksist-Leninist hareketin taktiklerini belirleyen sekter tahlil, saptama ve tutumlar, bu mücadeleyi önemli ölçüde baltalamıştır.
Bu böyle olmasına karşın, MHP’ye karşı mücadele, aynı zamanda demokrasi mücadelesinin önemli bir yanıydı. Marksist-Leninist hareket çok doğru olarak faşizme ve faşist saldırılara karşı kitle mücadelesinin yükseltilmesini hedeflemiştir. Eylül cuntasının, kitlelerin devrimci direniş ve saldırılarıyla geriletilip ezileceği düşüncesi Marksist-Leninist hareketin bütün faaliyetine, çalışmasına ve taktik çizgisine yön vermiştir. Fakat anti-faşist mücadelenin ve kitle hareketinin her gün yeniden ortaya çıkardığı gereksinimlere, Marksist-Leninist hareket yeterli yanıt verememiştir. Tariş, Sivas, Çorum direnişleri benzeri ya da ülkemizin çok sayıda il, ilçe, mahalle, köy ya da fabrikalarında ortaya çıkan anti-faşist silahlı direnişler ve faşist işgal hareketlerinin kırılması mücadelesinin ortaya çıkardığı örgüt ve mücadele biçimlerini izleme, bunları sistematize ederek genelleştirme, kitlelerin seferber edilip eğitilmesi ve örgütlenmesinin aracı haline getirme görevlerini ne devrimci-demokrat akımlar ve ne de Marksist-Leninist hareket tam anlamıyla yerine getirmiştir.
Fabrikalar, işyerleri, semt ve mahallelerde geçici ya da nispeten istikrarlı silahlı örgütlenmeler ortaya çıkmıştır. 1979-’80 yılları boyunca emekçi yığınları arasında büyük bir silahlanma eğilimi baş-göstermiştir. Marksist-Leninist hareket, bu koşullarda “Halk Milisi” ve “Halk Komiteleri” sloganlarını ortaya atmıştır. Ne var ki bu sloganlar, gelişmelerin gerisinden gelmiş, ne oldukları, nasıl örgütlenecekleri ve hangi temele oturtulacakları üzerinde ciddi bir irdeleme ve değerlendirme yapılmamıştır. Gerçekte o günkü koşullara tam olarak uygun olan bu sloganlar, kadroları anti-faşist silahlı mücadelenin içinde daha çok deneyim kazanmış devrimci-demokrat diğer bazı akımların kadrolarından daha geride kaldığı için hayata uygulanamamış, daha çok sözlü ve yazılı propagandanın unsurları olmaktan öteye gidememişlerdir. Bu arada, anti-faşist mücadelenin içinde daha yaygın olarak yer alan Marksist-Leninist hareketin genç kesimleri tarafından bazı mahallelerde uygulama olanağı bulmuş, ancak bu uygulama ne genel bir karakter kazanmış, ne de geliştirilebilmiştir. Ayrıca, ortaya çıkan bu silahlanma ve bu doğrultudaki örgütlenmelerin, ilgili yörelerdeki bütün halk güçlerini kucaklaması için bir mücadele yürütülememiştir.
Marksist-Leninist hareket, MHP’li faşistlerle mücadelenin dayattığı görevlerin önemli ölçüde gerisinde kalmıştır. Silahlı eylem ve mücadele biçimleri giderek önem kazanmasına ve Marksist-Leninist hareket bu durumu tespit etmesine karşın görevlerini etkin olarak yerine getirebilecek bir tutum ve pratik planı etkin ve ısrarlı bir biçimde ortaya koyamamıştır. Bunun önemli nedeni, maceracılığın eleştirisiyle birlikte Marksist-Leninist harekette giderek gelişen sağ tavrın rolüdür. Devrimci terör ve bireysel terör ilke olarak reddedilmiyordu ama bunların gerekli olduğu koşullarda teröre başvuracak hazırlıklar bile uzun dönem gerçekleşmedi. Kitle hareketiyle bireysel terör eyleminin birleştiği uygun koşullarda, bunun örgütlenmesine çoğunlukla başvurulmadı. Anti-faşist mücadelenin kitleselleştirilmesi gerektiği düşüncesi neredeyse fetişleşti ve kitlesel olmayan anti-faşist görevler önemli ölçüde ihmale uğradı. Gerekli ve zorunlu anti-faşist bireysel terör eylemleri, kitlesel değil diye genellikle eleştiri konusu oldu. Bu tür eylemlerin savunusu ise genellikle sözde kaldı. Kitlesel mücadele ile birlikte devrimci terörün ya da zorunlu bireysel terörün en doğru ve Marksist teoriye en uygun biçimlerinin örnekleri verilemediği için de bu konuda yapılan propaganda inandırıcılığını yitirdi.
Sağ eğilim, yalnızca bu noktada değil, kitle hareketinin aldığı silahlı direniş ve örgüt biçimlerinin önüne düşme, yol gösterme ve örgütlemede, Marksist-Leninist hareketin bizzat kendini silahlı bir örgüt olarak örgütlemesinde de görüldü. Ülkede sınırlı talepler üzerinde de olsa silahlı halk örgüt biçimleri ortaya çıktı. Ancak Marksist-Leninist hareket bu gelişmeleri militan bir öncü olarak değerlendirip çözümleyemedi. Bu durum, Marksist-Leninist hareketin kitleler ve devrimci demokrat akımlar üzerindeki etkisini sınırlayıcı bir rol oynadı. Bu durumun sonucu olarak maceracı bazı akımların başıboş terörü, olabildiğinden daha etkili oldu ve gericiliğe malzeme veren bir rol oynadı.
Tüm burada söylenenler, geçmişte yapılması ve yapılmaması gerekenlerin çok kaba hatlarıyla muhasebesidir ve bu muhasebe burada bitmeyecektir. Ancak söylenenlerden de Marksist-Leninist hareketin, MHP’li faşist çetelere karşı verilen mücadeleye katılmadığı sonucu çıkarılmamalıdır. Marksist-Leninist hareket hemen her zaman MHP’ye karşı verilen mücadelenin içinde yer aldı ve ülkenin birçok yöresinde bu mücadelenin başını çekti. Faşist işgal hareketinin kırılmasında işyerlerinde, okullarda, semt ve mahallelerde direniş ve mücadelenin içinde mutlaka yer aldı. Ancak diğer akımlardan farklı olarak MHP’ye karşı mücadeleyi sisteme ve sistemi elinde tutanlara karşı mücadeleyle birleştirmeye çalıştı ve çizgisine bu anlayış yön verdi. Marksist-Leninist hareket MHP’nin dağıtılması ve ezilmesi çizgisini izledi. MHP’ye karşı mücadelede yüzlerce şehit verdi. Birçok il, ilçe ve yerleşim biriminde, okul ve işyerinde faşist işgalin kırılmasında Marksist-Leninist hareketin çizgisi, militanları ve gençliği tayin edici rol oynadı. Buradaki eleştiri, Marksist-Leninist hareketin bu mücadeleyle ilgili günlük önderlik görevlerindeki eksik tutum ve çalışmasınadır, bu mücadeleyi zaafa uğratan eğilimedir.
Birlik İçin Çaba ve… Sonuç
Marksist-Leninist hareket, demokrasi mücadelesinde, bütün işçi ve emekçilerin birliği taktiğini benimsedi. Bazı sekter hatalara karşın, devrimci demokrasi mücadelesinde, revizyonist ve reformist etkilerin geriletilmesin-de, yeni ve ileri mücadele biçimlerinin ortaya çıkarılmasında esas olarak devrimci bir rol oynadı. Bu mücadele içinde Marksist-Leninist hareket devrimci-demokrat güçleri giderek daha etkin bir şekilde birliklere zorladı. Propaganda ve ajitasyonda özgürlük, eylemde birlik politikasını yaşama geçirmeye çalıştı ve bunun sonucu olarak devrimci-demokrasi cephesinde daha önceleri olanaklı olmayan eylem birlikleri göreceli olarak gerçekleşebilir hale geldi. Mayıs 79, 24 Aralık 79, 29-30 Nisan direnişleri böyle gerçekleşti. Ne var ki Türkiye devrimci hareketi içinde yer alan grupların çoğunun birlikten anladığı, kendi anlayışı (ve de hatta kendi siyasi çizgisi) temelinde “birlik”ti. Bu gruplar kolay kolay “Eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda özgürlük” ilkesinin birleştirici rolünü anlamıyor, bu ilkeyi en gerici güçlerin bile istediğini serbestçe söyleyebileceği bir birliğe yol açacağı kaygısıyla reddediyordu. Sonuçta siyasi kavrayışlardaki sığlık, cephe birliğiyle parti birliğinin birbiriyle karıştırılması, birlikte çalışma biçimlerinin öğrenilip hazmedilememiş olması ve grupçu birtakım alışkanlıklardan sıyrılınamamış olması nedenleriyle ne Eylül öncesinde ne de sonrasında istikrarlı bir birlik gerçekleşmesi olanaklı olmadı.
Bunlara karşın faşist, revizyonist ve reformist güçlere karşı yine de işyeri ve çalışma alanlarında, belli bir eylem için ya da az çok istikrarlı eylem birlikleri oluştu. Bu durum, kitle hareketinin güçlenmesinde, yasadışı mücadele biçimlerinin yaygınlaşmasında önemli rol oynadı. Ancak yine de Eylül ile birlikte, kitle örgütlerinin parçalanması önlenemedi. Kitle örgütlerine, gelişen yasadışı mücadelenin araçları ve her koşulda mücadele edebilir örgütler olma özellikleri kazandırılamadı. Bunda Marksist-Leninist hareketin hatalarının payı kadar onun iradesi dışındaki faktörlerin de rolü oldu. Her grubun ayrı gençlik örgütleri kurması, yanlış grup anlayışları yüzünden birim ve meslek örgütlerinin işlemez hale gelişi aşılamayan zaafların bazıları oldu.
Marksist-Leninist hareket esasta doğru bir birlik platformu üzerinde olmakla birlikte günlük sendikalar politikasındaki hatalar, sekterliğin ve politikada dogmatizmin yaşamaya devam etmesi, önderliğin sürükleyici olamaması ve günlük mücadelelerde esneklikten yoksunluk birliğin sağlanamamasına, sağlanabildiği yerlerde ise kalıcı olamamasına yol açtı. Devrimci demokrasi güçlerinin birliği, Marksist-Leninist hareketin iradesinden de bağımsız olarak istikrarsız bir seyir izledi ve generallere karşı birlik gerçekleşmedi.
Bütün gerçek doğrularına, gerçek bir mücadele hareketi olmasına rağmen bir Marksist-Leninist hareket, büyük mücadeleler vermelerine de rağmen kitleler, yenilgiyi engelleyemeyebilir. Sınıfların güç ilişkilerindeki değişiklikler yenilgileri kaçınılmaz kılabilir, Marksist-Leninist hareketin doğru taktikleri yenilgileri önleyemeyebilir. Bugün Marksist-Leninistlerin tartışması ve sonuçlar çıkarması gereken şey, yenilginin nedenleri ve Marksist-Leninist hareketin iradesinin, taktiklerinin, çizgisinin ve bütün faaliyetinin devrim ve karşı-devrim mücadelesinde ne rol oynadığı, nelerden kaçınabildiği halde kaçınamadığı, neleri yapabileceği halde yapmadığı ve bunların nedenleridir. Çözülmesi gereken şey budur.
Bu sayımızda da Marksist-Leninist hareketin eleştirisinin bir yanına değindik. İleriki sayılarımızda da zaman zaman bu konulara, ama farklı yanlarıyla değineceğiz.

Mayıs 1989

Konumuz: Demokrasi -1 Eylül Karanlığı, Liberalizme Gelişme ve Çoğalma Alanı Açtı

“…militarist darbelerin önlendiği, diktatörlüğün geri itildiği, güçlü bir ‘sivil toplum’un yaratıldığı bir Türkiye için, en geniş bir sınıfsal temel üzerinde demokratik bağlaşıklar örmeliyiz.” (Y. Açılım, Temmuz-1988, sayı: 3, s.50)

Her dönem kendine uygun düşen belli kavramları öne çıkarıyor, gündemin-ilk sıralarına yerleştiriyor. Veya şöyle de söylenebilir: Belli kavramlar, gelişmenin belli bir aşamasını adeta simgeler hale geliyor. Belli kavramlar, yaşanılan siyasal dönemlerin ideolojik-siyasal dışavurumunun ifadesi haline geliyor.
Bugün demokrasi, ülkemizin siyasal literatüründe en çok kullanılan kavramların ilk sırasında yer alıyor. Olgunun gerçekliğine değil, ama kavramın kendisine çok büyük anlamlar yükleniyor, adeta kutsanıyor. Demokrasi beklentileri, potansiyel siyasal oluşumların ve bugünden atılan siyasal adımların kaderini belirliyor. ‘Barış ve Demokratik Yenilenme Programları’, demokrasi sürecine yapılacak katkıların düzeyi ve çapı tartışılıyor. Veya sistemin bir parçası olarak demokrasi sürecine eklenmeler, artık açık ve ulusal bir politika düzeyine yükseltiliyor. Siyasal sisteme açık onay verildiği belgeleniyor ve mevcut parlamento, sistemin ‘en üst organı’ olarak ilan ediliyor. Tam ve eksiksiz parlamentarizm propagandası için, sisteme yeni ‘sol’ güçlerin eklenmesi gerekli görülüyor. Ulusal ve uluslararası platformdaki gelişmeler de bu tip eklentiler için uygun bir zemin hazırlıyor.
Demokrasi kavramına karşı duyulan saygınlık ve kavramın çekiciliği, elbette ki sadece günümüz siyasal kültürüne özgü değil. Bugünü şekillendiren demokrasi mücadelesi, yüzyıllık bir birikimin üzerine oturuyor. Yüzyıllık birikim, kendini genellikle aynı şekilde, aynı yönde tekrarlıyor. Bugün dünden kopmuyor, dünü aşamıyor. Dünün ilerici aydını ile bugünün solcu aydınını, birbirinden, yaşanılan tarihi koşullar ve nicel farklılıklar ayırıyor. Dün Yeni Osmanlı Aydını ve Jöntürkler, demokrasi beklentilerini Avrupa elçiliklerine başvurarak dile getiriyorlardı, meşruti bir monarşi için şu veya bu yolla padişahı ikna etmeye çalışıyorlardı. Bugün Avrupa elçilikleri, yerini, Avrupa kamuoyunun gücüne ve Avrupa Topluluğu’na giriş beklentilerine terk ediyor. Ek olarak da, sistemin olası siyasal iktidar değişikliğinin, nispeten daha reformcu bir yöne evrilmesi umudu, demokrasi umudunu da pekiştiriyor. NATO gibi, AT gibi uluslararası askeri-siyasal tekelci birliklerin varlığı, birer ‘gerçeklik’ olarak, demokrasinin ve demokrasiye geçiş beklentilerinin güvenceleri düzeyine yükseliyor. 1968’li-70’li radikal yılların anti-emperyalist eylem hedefleri, bugün ‘sol’ adına ‘programatik’ düzeyde demokrasi güçleri olarak formüle ediliyor. Geriye çekilmiş talepler, daha ‘gerçekçi’ bulunuyor. Programatik düzeydeki formülasyonların nedenlerini ve üzerinde şekillendiği siyasal-tarihi ortamın özelliklerini irdelemek gerekiyor, ama demokrasi kavramına duyulan özlemin, aynı zamanda, ülkemizde alttan köylü hareketleriyle, halk hareketleriyle desteklenen ve ilkel, ataerkil-feodal sosyal yapı ve değerlerle kesin bir hesaplaşmaya dayanan radikal bir demokratik devrimin tarihsel olarak gerçekleşmemiş, demokratik kurum ve geleneklerin oluşmamış olmasından, Türkiye siyasal tarihinde, nispeten ‘yumuşak’ dönemlerin hep bir istisna oluşturmuş olmasından; Eylül Karanlığının, seçimler ve referandumlar gibi açılımlarla kendini reforma tabi tutarak sistemi oturtmaya başlamasından ve diktatörlük teriminin genel ve soyut anlamda tepki toplamasından, bu tarihsel ve güncel arka planın olumsuz rolünden kaynaklandığı şimdiden söylenebilir. Bu tarihsel arka plan ve demokratik geleneklerden yoksunluk, belli bir aydın kitlesinde, hep toplumsal temellerinden koparılmış ‘hiç değilse Batı’daki kadar demokrasi’ özlemini depreştiriyor. Sovyet demokrasisinin bir sistem olarak, uzun sayılmayacak bir dönem sonunda restorasyona uğramasının ve bunun yarattığı hayal kırıklığının, dar pratikçilik ve azla yetinme geleneksel ideolojik şekillenmesi ile birleşmesi, aydını, güncel ‘gerçekçiliğe’ itiyor. ‘Gerçekçi’ anlayış sistemle bütünleşmeyi, sisteme eklemlenmeyi doğuruyor. Sistem eklemlenmiş aydını ve kolektif siyasal organizasyonları, kendi çarkında yeniden şekillendirip ehlileştiriyor, ehlileşen bireyi yeniden-üretip devşiriyor. Eylül Karanlığı, önemli bir bölüm mülteci ve yerli aydının tümüyle ehlileşmesine ve sisteme, içeride veya dışarıda entegre olmasına zemin hazırlıyor. Eylül Karanlığı, asıl tahribatını, ideolojik alanda yapıyor. Eylül Rejimi ile birlikte, ‘ilerlemecilik’, ‘yenilenmeciliğe’ dönüşüyor. ‘Yenilenmecilik’ sistemin siyasal kurumlarının yasal bir uzantısı konumuna yükselmeye çalışıyor. Böyle bir ‘yenilenmeyi’, ulusal ve uluslararası koşulların ortaya çıkardığı yeni gelişmelerin doğal bir sonucu olarak görmek gerekiyor.
Eylül Dönemi, Sisteme Entegrasyon Eğilimlerini Hızlandırdı
Geniş yığınların devrimci kalkışmasının yenildiği/bastırıldığı veya toplumsal dalganın, devlet organlarının fiziki gücüyle kırıldığı toplumsal koşullar, aynı zamanda, belirli özel durumları dışında tutarsak, sistemin geçici bir süre de olsa yeniden oturması, düzenin siyasal anlamda yeniden hâkim olması süreci ile tamamlanıyor. Sistem yeni bir siyasal-toplum-sal istikrar arayışına giriyor. Sistem, sadece siyasal platformda değil, ideolojik ve kültürel alanlarda da oturmaya, erozyona uğrayan egemenliğini yeniden kurmaya başlıyor. Yenilgi koşulları, ‘şerefli yenilgi’ koşulları hariç egemen, ilkel düşünce sisteminin, çeşitli tonlar taşıyan gerici felsefi akımların üretilmesine ve yaygınlaşmasına uygun bir zemin sağlar. Beyinler, kaderci-mistik, metafizik ve bireyci ideolojik bombardımanları algılamaya her zamankinden daha açık hale gelir. Sistem, siyasal anlamda varlığını ve ilerlemesini tehdit eden seçenekleri etkisiz duruma getirmekle, kendisine sonsuz bir özgürlük alanı açar. Kültür ve ideoloji cephesinde de seçeneksizdir. Sistemin, siyasi, ahlaki ve moral değerleri ve değer yargıları, siyasal zor eşliğinde yeni baştan ve takviye edilmiş bir biçimde yasallık ve meşruiyet kazanır. ‘Yeni’ eski değerler tek ve seçeneksiz değerler olarak lanse edilir. Sistem-karşıtı siyasal ve moral değerlerin, ya sistemin değerleri içinde eritilmesi, unutturulması, ya da evcilleştirilmesi gerekir. Sistem kendisini emniyette hissediyorsa ve korku şokunu atlatmışsa, devrimci toplumsal dalganın getirdiği değerleri evcilleştirmek ve sistemin uzun vadeli çıkarlarının hizmetine sokmak için, belli kanalları açık tutar. Devrimci dalganın eteklerinde büyüyen ve dayandıkları sosyal sınıf ve katmanların sosyal konumundan dolayı sistemle uzlaşmaya her zaman açık olan ideolojik-siyasal çizgi ve organizasyonlar, radikal çıkış döneminin döküntülerini de yedekleyerek, açık tutulan kanalları doldurur veya kendisine yeni kanallar açar. Yasa dışılık ve radikalizm mahkûm edilmeye çalışılır. Siyasette uzlaşmacılık-reformizm, organizasyonda yasallık ideolojisi açılan kanaldan ilerler. Radikal sınıf hareketinin yenildiği veya darbe yediği koşullarda, reformculuk genel kabul gören bir ‘muhalefet’ çizgisi düzeyine yükselir. Radikal, düzen karşıtı değerler ve değer yargıları, yer yer reformcu muhalefet çizgisi içerisinde törpülenir, eritilir. Devrimci-demokratik akımlar, bir bölümüyle reformculuğa evrilir.
Sisteme karşı toplumsal ayaklanmaların bastırıldığı veya toplumsal dalganın kırıldığı dönemlerde, toplumsal dalganın yeniden kabarabilmesinin nispeten uzadığı ve toplumsal-radikal muhalefet güçlerinin toparlanamadığı koşullarda, reformcu-uzlaşmacı akımlar, muhalefet cephesinde açılan siyasal boşluğu doldurur.
Eylül Dönemi ile birlikte, sistem, anti-faşist mücadele döneminin getirdiği siyasal değerleri, değer yargılarını bellekten silmeyi, boşalan bellekler sisteminin ‘yeni’ eski değerlerini yerleştirmeyi denedi.
Açık kalan kanallardan ‘sol’ tandanslı kavramlarla dile getirilen bazı değerler biraz daha evcilleştirilmiş olarak aktı. ‘Suskun’ ve ‘durgun’ bir ortamda siyasal boşluk, dün ‘sol’ cephede farklı ve değişik roller üstlenmiş olan, ama şimdi öne fırlayarak terfi eden bir aydınlar grubu tarafından dolduruldu, doldurulmaya çalışıldı. Bazı kavramların özü değişti, ölçütler de değiştirildi. Yeni ölçütler ve özü değiştirilmiş yeni kavramlar yayın organları kanalıyla, haftalık dergiler aracılığıyla beyinlere şırınga edilmeye çalışıldı. Eylül Dönemi, liberalizme gelişme ve çoğalma alanı açtı. ‘Burjuva liberalliği’ demokratlık payesine yükseltilerek ödüllendirildi. Liberal ideoloji iade-i itibar gördü. ‘Yeni sol’ tarafından, ‘liberal’ olarak tanımlanan ‘gadre uğramış’ ve mazlum görünüşlü eski bazı politikacılara demokrat payesi verildi. ‘Yeni sol’ yeni kavramlarla, eski düşüncelerini pazarlamaya başladı. Rekabetsiz bir ortamda, kalitesi henüz yeni müşterilerce fazlaca bilinmeyen bir malın, eski ve yeni alıcılar bulması mümkün oldu. Eski ‘sivil toplumcu’, yeni ‘yeni solcu’ düşünce ve pratiklerin ‘yeni’den ‘gündem’e getirilmesi teşvik gördü. ‘Yeni’ düşünceler, çeşitli ‘tez’lerle takviye edildi. TV ekranlarında ve gazete sütunlarında durmadan yinelenen ‘milli birlik ve beraberlik’ çağrıları, ‘sol’ görünümlü bazı yayın organlarında ‘milli consensus’ gibi terimlerle, parlamentarizm ve yasallık övgüleri ile ve Kemalist politika ve pratiklerin biraz daha sola çekilmiş yorumları ile tekrarlandı. ‘Sivil toplum’ tezleri ‘milli consensus’, ‘sınıflar-arası consensus’ çağrıları ile tamamlandı, takviye edildi. Mülteci radyo mikrofonlarını ve dergi sütunlarını dolduran ‘anarşi ve sol terör’ propagandaları, dışta ‘ulusal politika izlemeye’ yatkın görüldüğü söylenen ‘askersel devirge rejimi’ni sadece ‘anarşi ve terörün üzerine gitmeye’ ikna etmeye yönelik çağrılar, ‘barış ve demokratik yenilenme’ programları, SHP ve DYP destekçilikleri, seçimlerde SHP’ye oy verilmesi için paralı gazete ilanları ile aydın çağrılarının yapılması, NATO’culuk, AT’a katılmanın demokratik yararları üzerine üretilen politikalar vb. gibi sistemin sol yedek gücü olmanın ötesine geçememiş beyinlerin sistemli politika ve propagandaları, birtakım beyinleri boşalttı ve sistemin çok yönlü güncel propagandasına büyük ölçüde açık hale getirdi.
Eylül Dönemi ile birlikte, muhalefet cephesinin bir kesiminde rotaya çıkan siyasal boşluk, ‘düşman kardeşler’ tarafından dolduruldu ve ‘milli consensus’ dolaylı yoldan ve rejimin gölgesinde pratik bir geçerliliğe büründü. Dünün demokrat, anti-faşist birtakım aydınları gazete köşelerinde ve kamuoyu önünde, ‘can ve mal güvenliğinin sağlanması’, ‘demokrasinin bir an önce ve yeniden tesis edilmesi’ gerekçeleriyle, ‘geçici’ olarak ‘askeri yönetime destek verdiklerini’ ilan ettiler. Dün ‘can ve mal güvenliklerini’ devrimci anti-faşist potansiyelin yaygınlığına borçlu olanlar, Çorum’da, Adana’da kurulan barikatlara, Tariş Direnişine övgü düzenler, Fatsa’da yeni bir yerel yönetim modeli keşfedenler, bir bölümüyle, yeni yönetimin yeni dilini kullanmaya, ‘Terzi Fikri edebiyatı’ yapmaya başladılar.
Toplumsal sınıf çatışmalarının 1970’li on yıllardan 1980’lere evrilmesi, devrimci-radikal değerlerin, yasal, reformcu değerlerin ve değer yargılarının yeniden iade-i itibar kazanmasına, bir yönüyle kaynaklık etti. Egemen düşünce ve algılama tarzının, reformcu evrimleşmeyle kesiştiği noktada ve yeni reformculuğun eteklerinde, sisteme entegrasyon eğilimleri hızlandı.
TBKP, Parlamenter Sistemin Yeni Bir Yasal Unsuru Olmak İçin Kapıları ‘Zorluyor’
Bugünkü TBKP çizgisi, sisteme artık yasal anlamda da entegre olmaya soyunan, TKP-TİP reformculuğunu, düzen içiliği ifade ediyor. TBKP, biçimsel ve geleneksel olarak taşıdığı bazı özelliklerden ve unvanlarından da sıyrılarak siyasal sistemin, yasal-siyasal kurumları arasında yer almak için kapıları ‘zorluyor’. ‘Çok partili demokratik sistem’in yasal bir unsuru olmaya aday gözüküyor. Eylül Karanlığı, siyasal sistem ve demokrasi platformunda, ‘çok partili demokratik sistem’in reformcu-liberal partileri ile TBKP gibi yasal olmayan partiler arasındaki siyasal farkları ve biçimsel ayrılıkları büyük ölçüde ortadan kaldırmış durumda. Kavramsal farklılıkları ve bir takım vurguları saymazsak, güncel sorunlar ve demokrasi hedefleri alanında, ‘Barış ve Demokratik Yenilenme Programı’ ile bir SHP Programı ve politikaları arasında çok yönlü ayırım noktaları saptayabilmek bile mümkün olmuyor. Hatta TBKP, bir an önce yasallık kazanabilmek için, çok daha fazla açıklık politikası izliyor ve açık veriyor.
TBKP, bugünkü siyasal sistemin, belli dönemlerde siyasal örtüsü olma işlevini sürdüren parlamentarizmi, artık, temel bir politika olarak benimsediğini açıkça ilan ediyor. TBKP, askeri darbelerle ‘demokrasi’nin çok sık kesintiye uğramadığı, uğramayacağı bir Türkiye hayal ediyor, askeri darbelerin olmayacağı bir Türkiye projesi çiziyor. Parlamentonun, en yüksek organ olarak, burjuva çoğulculuğunun kurallarına uygun bir biçimde, varlığını sürdürmesi, demokrasinin gerçekleşmesi için gerekli ve yeterli sayılıyor. Açıklıkla ‘demokratikleşme’nin anlamı vurgulanıyor: “Önce demokratikleşme derken neyi amaçladığımızı belirtelim: Demokratik bir rejimin başlıca gerekleri parlamentonun halkın özgür iradesini yansıtması ve en üst organ olması”… (Y.Açılım, sayı: 5, sy.8) “…tüm devlet organlarının parlamentonun denetiminde olması, parlamentonun en üst organ olması.” (agy, sy.9)
TBKP savunucuları, TBKP’nin sistemin politik bir gücü, politik bir unsuru olduğunu belirtmeye, Partinin siyasal sistemin ‘demokratikleştirilmesi’ için ‘mutabakat’ ve ‘işbirliği’ çağrısını sürekli vurgulamaya özel bir çaba gösteriyorlar: “Bugün için önemli ve acil olan, 12 Eylül’den tümüyle çıkılması (…) bu ise ancak sivilleşmeden, demokratikleşmeden, ama tüm partilerin, güçlerin mutabakat, işbirliği ile olanaklıdır. Yapıcı, birleştirici politikalar izlenmelidir.” (agy, sy.10)
TBKP, parlamenter sistemin temel politik bir sistem olarak savunulmasında SHP ve DYP’den farklı olarak ‘sorumlu muhalefet’ yapmanın kendi yasallaşması ve sistemin selameti açısından daha yararlı olacağı düşüncesiyle olsa gerek, mevcut hükümetin yıpratılması politikasının karşısında olduğunu açıklıyor: “…sadece hükümet sorunları çözmüyor diyerek bir gerçeğin ifade edilmesi, bu yolla hükümeti yıpratmayı hedeflemek çözümsüzlüğü sürdürmekten başka bir işe yaramayacaktır.” (agy, sy.10)
‘Yapıcı ve birleştirici politikalar’ın ‘hükümetin yıpratılarak’ ‘çözümsüzlük’ üretilmesine karşı ‘milli bir politika’ düzeyinde ele alındığı anlaşılıyor.
‘Milli politikalar’ın gerçekleşmesi için de, ‘bütün tarihsel politik akımlar bir araya gelmelidir’ şiarı ile ‘demokratik bağlaşıklar’ politikası izleneceğinin yazılı garantisi veriliyor:
“…militarist darbelerin önlendiği, diktatörlüğün geri itildiği, güçlü bir ‘sivil toplum’un yaratıldığı bir Türkiye için, en geniş bir sınıfsal temel üzerinde demokratik bağlaşıklar örmeliyiz.” (Y.Açılım, sayı: 3, sy.50)
‘Demokratik bağlaşıklar’ TBKP ile birlikte ‘…demokrasiyi yıkmak isteyenlere karşı savunmak’ görevi ile karşı karşıya bulunuyor.
‘Demokrasiyi yıkmak isteyenler’in hangi güçlerden ibaret olduğu, ‘Demokratik Yenilenme Programında’ belirtilmiyor, ama 1980 öncesinden farklı olarak (UDC CHP’nin sol kanadına kadar uzanıyordu) ‘demokratik bağlaşıklar’ politikasının dinci gericilerden ‘ülke sanayisine katkıda bulunan sanayicilere’ kadar geniş bir yelpazeyi içine aldığı anlaşılıyor.
Elbette çeşitli genel ve özel sorunlara ilişkin tek tek politikaların da bu yelpaze içinde yer alan siyasal-sosyal güçlerin ortak hedeflerine aykırı olmaması ve bunlarla var olan eylem birliklerini olanaklı kılması gerekiyor. Bunun doğal siyasal sonucu da, NATO’da kalmanın ve AT’a katılmanın bir politika düzeyine yükseltilmesi oluyor. NATO içinde sadece ulusal bir politika izleneceğinin güvencesi veriliyor: “Türkiye NATO içinde kendi meşru güvenlik çıkarlarına uygun bir politika izlemelidir.” (Program Tasarısından)
AT’a katılma politikası ise, ufak-tefek itiraz ve kaygılar taşısa da, demokratik parlamenter sistemin sürekliliği, bir daha kesintiye uğramaması için önemli bir güvence sayılıyor.
TBKP’nin politikası, demokrasi ve parlamenter sistemin sürekliliği gibi vurguları önemsemezsek, sanayici ve işadamlarının çıkarlarına aykırı düşmüyor, SHP ve DYP gibi gerici siyasal odakların politika ve pratikleriyle önemli bir farklılaşmayı temsil etmiyor. SHP, hükümet alternatifi bir parti olduğu hesaplarıyla, genel sekreteri aracılığıyla, yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için, sanayi ve ticaret odaları gibi, TÜSİAD gibi tekelci-üst kuruluşların kapılarını aşındırma ihtiyacı duyarken, TBKP, hem kendisini ve politikalarını ciddiye alıyor, hem de kendisinin sistem tarafından ciddiye alınmasını istiyor (*), yasallaşmasının hiçbir mahsur taşımayacağının yazılı güvencesini veriyor: “Barış ve demokrasinin kazanılması, küçük büyük bütün sanayici ve işadamlarının çıkarlarıyla uyum halin-de”dir. (Program Tasarısından)
TBKP, emperyalistlere ve yerli tekellere güvence veriyor, devrimcilerin önüne de, devlet aygıtlarını Barış ve Demokratik Yenilenme Programı doğrultusunda etkileme gibi mütevazı bir görev koyuyor. Devrimci-demokratların ve düzen-karşıtlarının bir baskı gücü oluşturmasını yeterli görüyor. Olası bir SHP Hükümeti veya SHP-DYP karması bir hükümet karşısında veya başka almaşıklar karşısında (‘demokratik yenilenme’ sistemici hükümet değişikliğine tekabül ediyor), TBKP tarafından, devrimcilerin bir baskı gücü olarak etkilemesi ve ittifak yapması gerektiği belirtilen SHP’nin ilericiliğinin ve demokratlığının vurgulanmasının yanında, DYP’nin burjuva-demokrat fikirlere, politik öncülleri DP ve AP’ye göre daha açık olduğu ve daha ileri politikalar izlediği saptaması yapılıyor. Program Tasarısında, ileriye yönelik yazılı taahhütte bulunuluyor şimdiden. ‘Burjuva demokratik partilerin varlıklarını sürdürdükleri’, ‘büyük köylünün üretim araçlarının devletleştirilmediği’, ‘İslam kültürünün insancıl öğelerinden’ ilham alan bir TBKP ‘sosyalizminde DYP gibi partilerin varlığına izin verileceği’ beyan ediliyor. (Program Tasarısından ve Y.Açılım Dergisinin 3. sayısı, sy. 20’den) TBKP, biraz sosyalize edilmiş bir kapitalizm modeli ve parlamenter demokrasi savunuculuğu ile, biçimsel ve geleneksel olarak savuna-geldiği bazı ağırlıklardan da kurtularak entegrasyon sürecini tamamladığını ve Eylül Karanlığının ürettiği liberalizmin gerçek sahibi ve uygulayıcısı olduğunu gösteriyor. Şimdi yasallaşmak için Eylül reformları sürecinin oturmasını ve siyasal alanda tamamlanmasını bekliyor. Eylül reformları sürecinin hızlanması için bir ‘baskı unsuru’ olarak, ‘devlet aygıtlarını etkileme’ politikası izliyor. ‘Devlet aygıtları’ ise, ‘yasallaşma izni’ için, işi ağırdan almayı tercih ediyor. TBKP’nin biraz daha ehlileşmesi, Avrupa komünistleri kadar olmasa bile, hiç değilse bir ölçüde ve bazı konularda anti-Sovyet politikalara yönelmesi isteniyor, ulusal ve uluslararası dengelerin yerine oturması bekleniyor. En önemlisi de, TBKP gibi ‘komünist’ ‘sosyalist’ partiler için açılacak hukuki-siyasi boşluktan devrimci, radikal düzen-karşıtı örgütlenmelerin, bir mevzi olarak yararlanmaması için, burjuvazi, yüzyıllık tecrübesi ile ihtiyatı elden bırakmadığını ve yeni tedbirler paketi peşinde olduğunu gösteriyor.
(Sürecek)

Mayıs 1989

Asfaltı Üreten Bölge’nin Yollan Patika… Bölgesel Analiz – Bir Deneme (1979-1986)

– “Batıya fabrika yol; Doğuya komando, karakol!”
– “Dipçik değil, el isteriz!”
– “Batıya Medeniyet, Doğuya Cehalet, Neden?”
– “Batıya İmar, Doğuya İstismar!”
1967 Doğu Mitingleri Dövizlerinden

Güncelliğini kaybetmeyen ya da güncelliği kaybettirilemeyen bir konu… Dostun da, düşmanın da incelediği bir konu…
Resmî ideolojinin “birlik-bütün-lük” edebiyatına karşın var olan bir konu…
İktidarın tabu olarak gösterdiği bir konu…
Burjuvazinin “unutturamadık” diye yakındığı bir konu… Konu… Konu…
Cumhuriyet tarihinde coğrafi konumundan dolayı, esas bölge ismi yerine Doğu ve Güneydoğu Anadolu denilen bölgenin ekonomik ve toplumsal sorunu…
Kürt sorunu…
Bölge; kimi çalışmada 17 (1) ya da 19 (2) il olarak belirlenirken genelinde 18 (3) il olarak incelenmektedir (yazı içerisinde Bölge olarak ele alınacak).
Bölge alanı, iklim ve bitki örtüsü şartlarına göre belirlenemez.
Çünkü yapısal analizde, benzer ekonomik ve toplumsal özellikler gösteren yerleşim birimlerin oluşturduğu bütünlük esas alınmalıdır.
Bölgenin yüzölçümü 222,3 bin km2 olup; Türkiye’nin yüzde 28,5’i kadardır. Toplam köy sayısı ’75 yılına göre 2 tane artarak, ’85’de 9334’e yükselmiştir. Bu, toplam köy sayısının yüzde 26,5’dir.
Ülke bütünselliğinde bölgenin, ekonomik yönden geri düzeyde olduğu genel kabul gören bir gözlemdir.
’60’lı ve ’70’li yıllarda gelişen değişim ekonomisinin ’80’lerde hâkim olması, şehirleşme, işbölümünün gelişmesi ve gelir dağılımı bakımından karşılaştırıldığında, bölgenin genelinde Türkiye ortalamasının altında olduğu sonucu ortaya çıkar.
Bu anlamda; Kürtlerin de yoğunlukta yaşadığı, kendine özgü ekonomik, toplumsal ve kültürel özellikleri ve sorunları olan “gelişmemiş” bir bölge.
Aslında Bölge’nin sorununa yalnızca ekonomik açıdan gelişmişlik ya da geri kalmışlık olarak bakılamaz.
Bakılamaz; çünkü Türkiye’nin de ne derece gelişmiş ya da gelişmemiş olduğu açık değil mi?
Bunun için sanayileşme, Türkiye’nin de sorunudur.
Göz ardı edilmemesi gereken, bölgenin farklı yerinin özelliğinin varlığıdır.
Bölgeye yönelik yapılan incelemelerde, sorunların kaynağı olarak gösterilen siyasi iktidarın izlediği yanlış politika ya da bölgede feodal kalıntıların etkinliği, konuyu açıklayan sebep olmaktan çok esas olarak birer sonuçtur.
Öz olarak sebep; belirten sonucu var eden, sosyo-ekonomik ve siyasi yapılanımdır!
Geniş bir araştırmanın ilk notları olan bu yazıdan, bölgenin ’80’li yılları bazı yönlerden incelenmeye çalışıldı.
Analizde kullanılan veriler için İSO’nun DİE yayınlarına dayanarak yaptığı tahmini çalışmalardan ve DİE yayınlarından yararlanıldı.
Ayrıca çıkarılan rakamsal sonuçlar (genel olarak verilerin güvenirliği sürekli tartışılmasına karşın), genel yönelimi belirlemek ya da trendi göstermek amacıyla kullanıldı ve o yönde analiz yapılmaya çalışıldı.

1- Soruna Yaklaşım 1. 1- Sunuş
Genel olarak bölgelerarası dengesizlikler doğal ya da coğrafi, ekonomik ve sosyal olarak üçe ayrılabilir. Birincisi insan iradesi dışında doğal koşulların ürünüyken, diğer ikisi ise toplumsal koşulların (bu anlamda insan iradesinin rolü de dikkate alınmalı) ürünüdür.
Hâkim üretim ilişkilerinden kaynaklanan koşulların tümü, toplumsal koşulları oluşturur.
İncelenen konu gereği olarak, burada, esas olarak toplumsal koşullardan kaynaklanan bölgelerarası dengesizlik üzerinde duracağız; bazı gözlemlerde bulunacağız.
Günümüz dünyasında kapitalist bir ülkede hâkim üretim ilişkisine bağlı olarak, bölgeler arasında ekonomik ve sosyal dengesizlikler vardır. Çünkü ekonomide yönlendirici işlevi olan değer ve eşitsiz gelişim kanunları sonucu, kârı azamileştirecek işkollarına ve bölgelere yatırım yapılması da belirtilen türde dengesizliğin sebebi olabilmektedir.
Ülkemizdeki bölgelerarası dengesizlik bu şekilde açıklanabilinir mi?
Bölgelerarası dengesizliğin ekonomik gelişme ve sanayileşme faaliyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını belirten görüşe göre;
“Sorun; ekonomiktir!”(4).
Yani, bölgelerin üretiminin niteliği ve üretim ilişkileri ülke düzeyinde bütünlenmeye elverişli değildi. Bölgeye hâkim ekonomik faaliyetin tarım olması ve imalat sanayinin düşük gelişme göstermesi (sanayi sektöründe ana sürükleyici faaliyet kolu olmaması) sorunun kaynağı sebepler olarak sıralanmaktadır. O sebeple, sanayileşmenin gerçekleşmesiyle sorun da sona erecektir. İşte bunun için sürekli olarak günümüzde GAP konuşulmaktadır.
Ekonomik kalkınma ile “bu tür” bölgelerarası dengesizliklerin çözümü mümkün olsaydı bugün Doğu’ya göre hayali sanayileşmiş olan Bask’ın durumu nasıl açıklanabilir? Sanayileşmenin artmasına karşın, sorunun varlığım devam ettirmesi nasıl yorumlanabilir?
Aslında salt bu Bölge için değil ülke bütünselliği açısından da, bir sanayileşme sorunu vardır. Bu, bir gerçek; fakat sanayileşme, uluslararası emperyalist sermayenin denetiminde ve çıkarlarına uygun yönlendirmesinde değil, ülkenin bağımsız olarak kendi kaynaklarını kullanma özgürlüğüyle gerçekleşecektir.
Sanayileşme anlamında benzer sorunlar için çözüm yollarının da benzer olması pek tabidir. Bu da, toprak reformu ve sanayileşme ile birlikte emekçi halkın fiili katılımı ve demokrasinin yaşatılmasıyla olacaktır.
Ayrıca azınlıkta olan bir başka anlayış, sorunun esası yukarda belirtildiği gibi ekonomik/maddi olmayıp bu Bölge halkının “manevi/kültürel bakımdan gelişmesinin” sağlanamamasıdır. Onun için gerekli önlemlerin alınması istenmektedir. Bu düşüncenin öncülüğünü, 1960’larda A. Hamdi Başar’ın çıkardığı Barış Dünyası dergisi yapmaktadır. Dergiye göre “şimdi realite şudur ki, Doğu’da Kürt vatandaşı devletin bedava dağıttığı ilacından bile korkuyor” ve “korkuyu Doğu’da da yok etmek, birinci işimiz olmalıdır” diyerek, devamında “dil ayrılığı realitede yaşarken, bunu inkâr etmek milleti parçalar” demektedir. Ve dergi, yayınlarında, sorunun esasında kültürel faaliyet olduğu üzerinde yoğunlaşır ve ek olarak ekonomik kalkınma da işlenir. Çözümü de: Kürtçe eğitim yapacak okulların açılması ve bu dilde kültürel faaliyetin sürdürülmesi olarak açıklanır (5).
Bu yaklaşım soruna ekonomik yönden sahiplenme kadar geniş kabul görmez ve ’80’lerde ise hiç gündeme gelmez.
Ayrıca günümüzde, devletin öncülüğünde “din birliği”nin yoğun olarak işletildiği gözleniyor.
Bu bölgeyi kapsayan bir sorunun varlığını genel kabulden hareketle, yapılan değerlendirmeye bağlı olarak da çözümler önerilmekte.
Her iki anlayış da soruna, bir yönüyle bakmaktalar… Bunlar devletin bölgeye yönelik ekonomik ya da sosyal politikasının değişimini esas almaktalar…
Çözüm olarak sunulan düşüncelerde, Bölge’ye yönelik sömürü ve baskıyı gizlemenin telaşı var…
Toplumsal ve ekonomik sorunun varlık boyutuna uygun olarak, Bölge’ye yönelik yapılan bu tahlillerin doğru olduğu söylenemez.
Çünkü sorunun; ekonomik, etnik ve aynı zamanda sınıfsal yanları vardır.
Doğru gözlem, bu bütünlüğü taşımak zorunda.
Ekonomik bir gerçek: Bölge’nin, “geri” kalması anlamında sömürüldüğü…
Toplumsal ve sosyolojik bir gerçek: Kürtlerin var olduğu…
Sosyolojik bir gerçek: Kürtçenin var olduğu…
Soruna yönelik bakış, teşhiste bu bütünlüğü görmek zorunda ki, çözümü sağlayabilsin!
Dil konusunda resmî ideoloji; Kürtçe diye bir dil olmadığını, Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımı bir dil olduğunu ya da Türkçenin bozulmuş bir biçimi olduğunu iddia etmektedir. Yıllardır…
Fakat var olan sosyolojik gerçek değişmemiştir.
Dil ve kültür farklılığının varlığı, toplumsal ve sosyolojik bir gerçeğin ifadesinden başka bir şey değil.
Yasalarla resmî dil belirlemesine karşın, bu sosyal gerçek yok sayılamaz.
Çünkü toplumsal kanunlar resmî yasalara karşın varlığını ısrarla sürdürür. Ayrıca bu, sorunun yarın da sürdüreceğinin bir ifadesidir.
Kısa vadede resmî yasalarla toplumsal kanunlar (toplumsal meşruluk) yok sayılırsa da, uzun vadede toplumsal kanunlar yasalara (yasal meşruluk) yön verip onu yönlendirecektir.
İnsanlık tarihi; bu gerçeğin tarihidir!
1960 ve 1965 yıllarında yapılan iki çalışmada, Bölge’de Türkçe bilmeyenlerin, bir diğer anlatımla anadili Kürtçe olanların oranının hayli yüksek olduğu görülüyor. 1960’da 11 ilden 7’sinde ve 1965’de de 18 ilden 10’unda, anadili Kürtçe olanların oranı nüfusun yarıdan fazlası olup, özellikle güneyde sınıra yakın illerde bu oran artıyor; Urfa’da yüzde 61 ‘ini, Diyarbakır’da yüzde 69’unu, Siirt ve Mardin’de yüzde 92’sini buluyor (6).
Benzer çalışmayı 1975 ve 1980 yılları için yapmak istedim. Fakat “anadiliniz Türkçe değilse, nedir?” sorusu nüfus sayım forumlarında olduğu halde, sonuçlarla ilgili bilgi bulamadım.
Yayınlanmamasının sebebi ne olabilir? diye sormaya gerek yok…
Toplumsal ve ekonomik gelişmeye, yalnızca, nüfusun şehirleşme oranı, sanayileşme derecesi, birey başına düşen ulusal gelir ve eğitim düzeyi olarak bakmak eksik olur. Bu gelişmelerin önemsiz olduğu söylenemez, fakat yeterli değildir.
O halde gelişme; toplumsal yapıyı oluşturan çelişkinin çözümü, zorunlu uygunluk kanununa göre, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesine uygun olarak değişmesi, sınıfsal çelişkinin çözülmesi, sömürünün ortadan kalkması, insanların sosyal ve kültürel gelişme potansiyellerini tam olarak gerçekleştirmesidir.
Toplumsal yapıyı şekillendiren belirleyici faktör; mülkiyet, bölüşüm ve yönetim ilişkilerini kapsayan üretim ilişkileridir. Toplumun bu yeni ilişkiler temelinde şekillenmesi anlamında, ilişkilerin değişmesine bağlı olarak şekillenmesi anlamında, toplum bünyesinde de değişiklik yaşanır.
Toplumsal yapı değişim sürecinde olup, dinamiktir. Ve toplumsal gelişmenin önüne konulan engeller, belirtilen dinamiklik temelinde aşılır.
İşte ekonomik ve sosyal bakımdan gelişmeye uygun, siyasi yapıya, toplumun bu dinamikliği temelinde ulaşılacaktır.
Toplumsal konumu gereği, dinamikliğin lokomotifi: İşçi Sınıfıdır.
Bölge’nin sorununa; ekonomik, toplumsal ve sosyolojik gerçeklerin oluşturduğu bütünsellik temelinde, ancak kalıcı çözümler üretmek mümkündür.

1. 2- Resmî İdeoloji
Cumhuriyet’in ilanına kadar Kürdistan olan bölgenin adı, sonrasında burjuvazi tarafından “Doğu ve Güneydoğu Anadolu” olarak adlandırılır.
1920’li yılların başında işgal döneminde Anadolu’da anti-emperyalist mücadelenin verildiği ve geliştiği yıllarda Türk-Kürt kardeşliği sık sık işlenen bir konu olduğu halde, yine Cumhuriyet ilanı sonrasında yerini tekliğe, yalnız Türk’e bırakır.
Esas olarak ülkenin vatandaşı olmakla ulusun ferdi olmak, bilinçlice birbirine karıştırılır.
Bunun üzerine inşa edilen ve yıllardır devam eden “birlik-beraberlik” resmî edebiyatı sürdürülür.
’88 Ağustosu’nda Irak’ta Kürt ulusuna karşı girişilen soykırımdan kaçanların ülkemize sığınmaları üzerine yine konu, tartışmada canlılık kazanır.
Basın, binlerce Kürt’ün Türkiye’ye sığındığını yazar.
Sığman Kürtlerle ilgili olarak hükümet başkanı Özal: “Bu gelenler bizde soydaşları olan insanlardır” diye açıklamada bulunur (7).
Gerçek söyletiyor…
Uluslar yaşamında özü asimilasyon olan bölücülüğün, burjuva literatüründe adı; “birlik ve beraberliktir!”

2- Ekonomik Analiz

2. 1- Nüfus
Türkiye’nin toplam nüfusu ’85 yılında ’75 yılına göre yüzde 25,6 artarak 50,6 milyon olur. Aynı dönemde Bölge’nin nüfusu ise yüzde 26,1 artışla 9,5 milyona çıkar (DİE).
’75’te toplam nüfusta yüzde 18,7 olan Bölge’nin payı ’80 ve ’85 yıllarında yüzde 18,6 ve 18,8 olur. Nüfusun bölgesel dağılımında önemli bir değişikliğin olmadığı görülüyor. Ki 1965’te Bölge’nin payı yüzde 19,6’ya kadar yükselmişti.
Ülkenin ’75’de 51,8 olan nüfus yoğunluğu artarak ’85’de 65,0’e yükselir. Aynı oran Bölge’de ise 33,9’dan 42,8’e çıkar.
Ülke genelinde ’75 ve ’80 yıllarında yüzde 41,8 ve 43,9 olan şehirli nüfus payı ’85’de yüzde 53,0 olur. ’80 sonrasında beş yıl içinde şehirli nüfus payının artış sebebi ne olabilir? Hangi iktisadı ya da siyasi faktörün etkisiyle şehirli nüfus bu kadar arttı?
Şehirleşme olgusu ekonomik kalkınma ve bu anlamda yatırımların direkt artışıyla ve sanayinin gelişmesiyle doğrudan ilgili bir konu. Çünkü sanayinin sermaye birikimi kaynağı tarımsal artığa el koymak olduğu gibi, sanayileşmenin iş gücü arzı kaynağı da yine yoksullaşan tarımsal/kırsal kesim işgücüdür. Yani sanayinin parasal ve emek-gücü kaynağı, tarım sektörüdür.
Yoksa yoksulluğun ve zulmün artması mı, kırsal kesimi yaşanmaz kıldı? Eğer beş yıl gibi kısa zamanda bu kesimde yüzde 10,0’a yaklaşan azalma oluyorsa, bu sorun başka türlü açıklanabilir mi?
Yani kırsal kesimin parçalanması ve buna bağlı olarak da kitlesel göç yaşanıyor.
Bölge’de şehirli nüfusun payı yüzde 36,0’dan 42,4’e çıkar. Diğer 49 ilde şehirli nüfusun payı yüzde 43,1 ‘den 55,0’e yükselir.
Şehirli nüfusun payının hızlı artışı karşılığında kırsal kesimin nüfus payının da azaldığı görülüyor.
Aslında şehri cazibeli kılan ne yatırımların artıyor olması ne de tarımda yapılan birikimlerin şehirde yatırılmasıdır.
Şehir nüfusundaki bu patlamanın, ülkenin yakın geleceğinde önemli etkisi olacağı beklenebilir.
Hızlı kentleşme, hem işçi kitlesinin ve hem de var olan işsizler yedek sanayi ordusunun artması ve iç pazarın büyümesi gibi değişikliklerin, kırsal kesimden kitlesel göçün beklenilebilecek etkileri olarak sıralanabilir.
Zaten burjuvazinin bu gelişmeyi değerlendirdiği anlaşılıyor. Şöyle ki, ’80 sonrasında hem işsizler artmış ve hem de bu yedek sanayi ordusunun etkisiyle ücretler artışı enflasyona göre hayli düşük olmuş ve ücretlerin satın alma gücü sürekli düşmüştür. Ve bunun üzerine adil olmayan gelir dağılımı, emek gelirleri aleyhine daha çok bozulmuştur.
Eee… burjuvazi rüzgâr ekti, fırtına biçecek… Bugün işçiler yollarda ekmek ve yaşam kavgası yürüyüşü yapıyor.
Zorlu sınava hazırlık antrenmanları…

Tablo. 1
NÜFUS DAĞILIMINDA 18 İLİN PAYI (Yüzde olarak) (1975-1985)

1975     1980     1985
Genel olarak    18,7    18,6    18,8
Şehirli nüfusta    16,1    16,3    15,0
Faal nüfusta    16,9    18,4    23,0
Kaynak: DİE

Nüfusun yaş grupları itibariyle dağılımı; nüfus 0-14, 15-64 ve 65 ve yukarı yaşlar itibariyle üç gruba ayrılır. Ve bunlardan ikinci gruba çağ-içi nüfus, çalışma çağı nüfus ya da iktisaden faal nüfus denir.
Ülke genelinde tarım sektörünün faal nüfusta payı ’80 yılında, ’75’e göre yüzde 7,4 oranında gerileyerek yüzde 59,9’a (11.104,5 bin kişi) iner. Aynı yılda imalat sanayinin payı yüzde 2,2 artarak yüzde 10,6’ya (1975,6 bin kişi) çıkar. Faal nüfusun yansından fazlası tarım sektöründe yaşama olanağı buluyor. Bu durumda da burjuvazi “çağ atlayarak sanayileşmeden” bahsediyor. Kandırmaca…
Tarım sektörü faal nüfusunda Bölge’nin payı, ’75’e göre yüzde 1,6 oranında azalarak ’80 yılında yüzde 13,1’e (2425,2 bin) geriler. Diğer sektörlerde yüzde 01 puan gibi artışlar olmasına karşın, bu sektör ülke genelinde incelendiğinde, faal nüfustaki payının, yüzde 1’lerin altında olduğu bulunur.
Toplam faal nüfusta sektörler açısından Bölge’nin ’80 ve ’85 yıllarında payı; tarım sektörü yüzde 0,5 azalarak 69,6; ’80’e göre yüzde 0,6 gerileyen imalat sanayinin oranı yüzde 3,4; 85’de ticaret ve inşaat sektörünün payları 3,8 ve 2,6 olur.
Görüldüğü üzere, Bölge’de tanır faaliyeti hâkim sektör durumundadır Karşılığında da imalat sanayinin payı artmayıp aksine azalmıştır.
Ayrıca iktisaden faal olan kişinin geçindirmekle yükümlü olduğu kişi sayısını gösteren bağımlılık oranı; ülke genelinde her 100 faal kişinin bakmak zorunda kaldığı sayıyı verir. Bu oran, ülke düzeyinde 1955’te 75,3 iken 1970’de 83,6’ya çıkar, fakat 1980’de 64,2’ye kadar iner. Aynı oranın Avrupa’da 40-50 kişi civarında olduğu hatırlandığında; ülkemizde bağımlılık oranının ne kadar yüksek olduğu görülür. Ayrıca Bölge’de bağımlılık oranı 1955’te 90,7; 1970’de 111,3; 1980’de 107,6 ve 1985’de 102,6 olur. Azalan bir seyir izliyor olsa da, her iktisaden faal kişinin bir kişiye bakmak zorunda olduğu anlaşılır.
Gerçek anlamda bağımlılık oranı açısından, iktisaden faal nüfustan işsizleri çıkarmak suretiyle her çalışan 100 kişinin geçindirmekle yükümlü olduğu kişi sayısı ülke genelinde bire bir yaklaşılabileceği gibi, Bölge açısından da (tarımda gizli işsizlik de dikkate alındığında) 1’e 1,5 olacağı hesaplanabilir. Bu halde olan koşullarda şehirleşen nüfusun payı artıyor.
Bu; göreceli olarak artan yoksulluk demektir.
Ekonomik olarak iki kutuptan birinin yoksullaşması, diğer kutbun -ki bu da sermaye- birikiminin artmasıdır.
Bu iki kutup, emek ve sermaye çelişmesi temelinde var oluyor. O halde çelişmenin çözümü yani sermayenin egemenliğine son verme, yoksulluğa son verme ve “emeğin demokrasi bayrağının dalgalanmasıdır.

2. 2- Bankalar; Mevduat ve Kredi
Türkiye Bankalar Birliği yıllık bankalar raporunda ülkemizi, kendi idari yapısına göre dokuz bölgeye ayırmış; bunlardan üçü Kuzey Doğu, Güney ve Orta Doğu olup, toplam 21 ili kapsar. Gaziantep toplamda yer almazken; Artvin, Amasya, Sivas ve Tokat bölgeye dahil edilir. Bu halde tümden Bölge ya da Doğu denildiğinde, 21 il’e ait veriler dikkate alınacaktır.
Banka Şubelerinin Bölgesel Dağılımı; 1964-1986 dönemi incelendiğinde, banka şubelerinin, ülkenin “gelişmiş” yörelerinde/bölgelerinde ve büyük kentlerinde yoğunlaştığı görülüyor. Gerçekten bu 21 il’i kapsayan bölgede banka şubelerinin toplam banka şube sayısına oranı 1964 yılında yüzde 14,8 (282 tane) iken, bu pay azalarak 1986’da yüzde 11,4’e (723 tane) düşer. Nispi olarak yüzde dağılımında bir azalma gözlenir. Üç büyük şehrin banka şube sayısı ise, toplamın yüzde 35’ini (yalnız İstanbul’unki yüzde 19,0) oluşturur.
Mevduatın Bölgesel Dağılımı; 1970-1986 dönemi gibi 16 yıllık bir zaman boyutu içinde incelendiğinde, toplam mevduatta Marmara Bölgesi’nin payı yükseldiği (yüzde 2,8 artarak 41,9) diğer bölgelerin (özellikle Doğu’nun) paylarının azaldığı görülüyor. 21 il’i kapsayan Doğu’nun payı ’70 yılında yüzde 6,5 1978’de yüzde 5,5 ve ’86’da yüzde 4,4 olarak azalan bir trend izler.
Demek ki, bölgesel düzeyde gelir dağılımındaki bozulmanın sonucu, bankalarda toplanan fonun nispi olarak payı ülke genelinde azalmıştır. Bu, hem bireylerin birikiminden oluşan tasarrufların azlığı ve hem de faiz gelirin ana kaynağı para sermayesinin ülkenin diğer bölgelerinde özellikle Marmara’da yoğunlaştığının ifadesidir.
Bölge açısından, mevduatın ana gruplar itibariyle dağılımı incelendiğinde; resmi ve ticari mevduatın payı yüzde 4,5’ler ve 4,0’lar civarında seyrederken; tasarruf mevduatının payı ’70’de yüzde 7,3’den ’78 yılında yüzde 7,8’e yükselir. Fakat sonraki yıllarda sürekli azalarak ’86’da yüzde 5,9’a düşer. Aynı dönemde, Marmara Bölgesi’nin tasarruf mevduatında payı yüzde 3,8 artarak 40,9’a çıkar.
Bu, özel tasarruf oranının, ülke geneli ortalamasından küçük olduğunu gösterir. Yani hem gelir düzeylerinin düşüklüğü ve hem de kazanılan gelirin çoğunun tüketim harcamalarında kullanıldığı anlamına gelir. Yoksa “Doğu”, Ucuz emek pazarı Türkiye’nin, daha da ucuz bir emek pazarının olduğu bir bölgesi mi?
Kişi başına düşen mevduat; toplam mevduatın nüfus toplamına bölümüyle bulunan kişi başına mevduat, ’80 ve ’85 yıllarında Doğu’da 4847,9 ve 37882,8 TL iken, Türkiye’de 18190,8 ve 173964,7 TL olup, diğer 46 il’de 22147,4 ve 20549,5 TL’dir. Doğu’nun tutarı küçük olduğu gibi ayrıca artış oranı da düşüktür.
Kredilerin Bölgelerarası Dağılımı: 1970-1986 dönemi itibariyle kredilerin bölgelerarası dağılımındaki dengesizlik devam etmiştir. Bazı yıllar itibarıyla Marmara ya da Ege’nin payında düşmeler (ki esas olarak küçük miktarda, ’85’de yüzde 39,9 iken ’86’da 39,7) olsa da, kredilerin dağılımı dengeli hale gelmemiştir. Bu dönemde izlenen kredi politikasının dengesizliği gidermediği, aksine, artırdığı gözleniyor; Bölge’nin ’70’te payı yüzde 5,5 iken bu oran ’86 yılında yüzde 3,6’ya geriler. Aynı yıllarda Marmara’nın payı yüzde 35,6’dan 39,7’ye yükselir.
Bankalarda toplanan fonların/kaynakların, izlenen yatırım ve kredi politikası sebebiyle, ülkenin belli bir bölgesinde yoğunlaştığı görülüyor.

Tablo.2
KİŞİ BAŞINA MEVDUAT VE KREDİ DAĞILIMI ENDEKSİ (Türkiye: 100)

Türkiye        46 İl            21 İl
1980    1985        1980    1985        1980    1985
Mevduat    100     100        121,8    118,1        26,7    21,8       
Kredi        100    100        122,9    118,6        22,0    19,4
Kaynak: Türkiye Barolar Birliği yayınları.

Kişi başına düşen kredi; toplam kredi miktarının toplam nüfusa bölümüyle bulunan kişi başına düşen kredi miktarı ’80 ve ’85 yıllarında Doğu’nunki 4643,9 ve 24904,9 TL; Türkiye’nin 21083,2 ve 128431,6 TL ve 46 il’inki ise 25901,7 ve 19 2377,0 TL’dir Görüldüğü üzere miktar olarak en az olduğu gibi, ayrıca artış hızı da en az olan, Doğu bölgesidir.
Kredi/Mevduat Oranı, toplam mevduatın/kaynağın ne kadarının o bölgede kredi olarak plase edildiğini gösterir. 1979-86 döneminde, ilk iki yılda krediler toplamı mevduat toplamından fazla iken sonraki yıllarda daha azdır. Bu, kaynakların diğer alanlara (devlet tahvili hazine bonosu alımı ve iştiraklerde bulunma v.s.) yatırım yapılmasından dolayıdır.
Belirtilen oran, genel olarak ’79’da yüzde 110,4 iken sonraki yıllarda azalarak ’86 yılında yüzde 72,8’e geriler. 21 il’in bulunduğu Bölge’de ise krediler, mevduat toplamından sürekli az olmuş ve ’80’de yüzde 95,8 olan kredi/mevduat oranı ’86’da yüzde 60,4’e düşer. GAP’ın ’84 sonrasında yarattığı canlılık da dikkate alınması halinde bile kullanılan kredi miktarı azdır. 46 il için adı geçen oran, yüzde 113,5’den 73,3’e iner. Genel olarak Doğu’da oranın düşük olmasının anlamı; toplanan kaynakların diğer bölgelere transfer edilişidir.
Bankaların topladığı fonların plase edilmesi, hem resmî para-kredi politikasına ve hem de bankaların merkezin belirlediği politikaya uygun olarak yapılır. Genel gözlem:
Kişi başına mevduat ve kredi dağılımı (Türkiye: 100) endeksi hesaplandığında görülen o ki, Doğu’nun payı genel olarak 1985’e göre azaldığı halde, diğer 46 il’in payı artmıştır.
Her iki yılda ülke ortalamasında bir insanın 100 TL mevduatı varsa (ya da 100 TL kredi alıyorsa) Doğu’da bir kişinin 26,7 ve 21,8 TL var (22,0 ve 19,4 TL kredi alıyor) anlamında olup; mevduat ve kredi payının azaldığı görülüyor. 46 il’inki ise artıyor.
Kişi başına mevduat ve kredi dağılımı tutarları kredi/mevduat oranı açısından incelendiğinde, Doğu’nunki yüzde 95,8 ve 65,7; Türkiye’ninki yüzde 115,9 ve 73,8 ve 46 ilinki ise 116,9 ve 74,2 bulunur (kaynakların kredi dışında da plase edildiği hatırlanmalıdır).
Sonuç: Doğu’da mevduat olarak toplanan kaynağın azlığı, adil olmayan gelir dağılımıdır ve bu, ekonomik anlamda bir sömürünün ürünüdür. Ayrıca toplanan fonların Bölge’de kullanılmamış olması bölge dışına kaynak transferi demektir.
Mevduat toplamı ve kredi dağılımında yabancı bankaların fazla önemli bir işlevi yoktur.

2. 3- Kaynak Transferi
Ülkemizde toplanan kaynakların yurtdışına transferinin belli başlı yolları;
1- Yatırım yapan yabancı sermayenin kâr transfer etmesi,
2- Dış borç faiz ödemesi,
3- Dış ticaret hadleri vasıtasıyla, ihraç edilen malın fiyatı ucuzlarken (ucuza satıp) buna karşın ithal ettiği malın fiyatının artması (pahalı almak),
4- Uluslararası emperyalist sermayenin dış borç ödemelerinde yeni bir yöntem olarak gündeme getirdiği özelleştirme ile blok satışların olması, şeklinde sıralanabilir.
İlk üç yöntemin uygulamaları gayet açık belirgin olup, dördüncüsü yeni yeni gündeme geliyor. Bunun gereği olarak son özelleştirme (Boğaziçi Havayolları, USAŞ vs.) denemelerinde, satışlar “sahibi” olduğu söylenen halktan gizli tutularak birkaç tekelci kuruluşa (yerli ve yabancı sermayenin oluşturduğu konsorsiyumlara) ölü fiyatına satılıyor.
Özeleştirmenin bir amacının mülkiyeti tabana yaymak olduğu anlatılır.
Belirtilen satışlar, bu anlatıma ters düşmüyor.
Çünkü “taban”dan ne anlatılmak isteniyor, ona bağlı?
Taban derken işçi ve emekçi halk anlaşılmasın. Ayrıca alacak ekonomik güçleri de yoktur.
Burjuva literatüründe, bu ve benzer konularda taban: Sermaye demektir.
İşte sunulan demokrasi de, sermaye için demokrasidir. Yani sermayenin gelişip güçleneceği ortamın var edilmesi ve korunmasıdır.
Sınıfsal anlamda, burjuvazi için demokrasidir.
Emek için ise, sömürü ve zulümdür.
Sermayenin “yerlisi ve yabancısının ayrımını yapacak değiller ya!
Yani özelleştirme, sermayeyi teşvik amacıyla esas işlevini yerine getirmiş oluyor.
Zaten bugünkü ekonomik ve siyasi yapılanımın “olmazsa olmaz” koşulu, sermayeye dayanmak ve istemlerine uygun işlevlerini yerine getirmektir. Bu, mekanik kavranılmamalıdır.
Peki, yurtiçinde kaynak biriktirmenin yolları nelerdir?
Genel olarak işleyiş: İç ticaret hadlerinin düşmesiyle tarımdan sanayiye; ücretlerin satmalına gücünün düşmesiyle ücretli çalışandan sermayeye; tekelleşmenin etkisiyle küçük üreticiden büyük üreticiye; yüksek faizin etkisi sonucu rantiye gelirlerin artmasından dolayı üretici kesimden bankacılık sektörüne ve özelleştirme sayesinde kamudan özel sektöre kaynak aktarımı yönünde olmaktadır.
Kısaca üretim sonucu elde edilen hâsılanın emek aleyhine azaltan ve sermaye lehine artıran bir mekanizmanın işlemesidir.
Zaten yurtdışına transfer edilen kaynaklar, bu işleyişe bağlı olarak elde ediliyor.
Bölgeler arasında kaynak aktarımı:
Bir bölgenin gelişmiş ya da gelişmemiş olmasında, coğrafi ve doğal şartlar ile devlet müdahalesi sonucu bir bölgenin merkezi haline getirilmesinin etkisi olur. Ayrıca kapitalist ekonomik düzen içinde gelişmiş bir bölgenin varlığı, başka bölgelerin gelişmesini engelleyici yönde etkiler.
Bunun koşulları; üstün rekabet şartları, başka bölgelerin yetişkin ve genç emek kaynağı ile sermayesini çekmesi, ayrıca gelişmiş bölgenin mamulleri ile geri kalmış bölgenin tarımsal maddeleri arasındaki fiyat farkı (yani iç ticaret hadleri) sayılabilir.
Belirtilen şartların gereği olarak ülke içinde bir bölgeden diğer bir bölgeye kaynak transferi yapılır.
Ek olarak, topluma hâkim emek ve sermayenin oluşturduğu temel gelişmeye bağlı olarak, emekten sermaye kaynak transferi yapıldığı da hatırlanmalıdır.
Tarım sektöründen sanayiye kaynak transferinin belirgin iki yolu; birincisi bu sektörü vergilendirme ve ikincisi tarımsal ürün fiyatlarını nispeten düşük tutmaktır. Böylece aynı mamul için bu sektör çalışanları daha fazla ürün vereceklerinden, tarımsal fazla (artık) sanayicilerin eline geçmiş olacaktır.
Ülkede tarımsal malların fiyat endeksinin sanayi mamulleri fiyat endeksine oranı demek olan iç ticaret hadlerinin düşüyor olmasının anlamı; yukarıdaki anlatıma uygun olarak Kaynak aktarımının olduğu şeklinde yorumlanabilir.
DİE’nin yaptığı bir çalışmaya göre: 1975 yılında 118,86 olan iç ticaret hadleri, ’70’lerin sonuna doğru ve ’80’lerde krizi etkisiyle sürekli düşmüş ve ’82’de 86,51’e kadar inmiştir. Sonraki yıllarda artarak ’86’da 112,17 ye kadar yükselir. Bu gelişmenin sanayi ve tarım sektörü ürünlerinin birbirleriyle değişimine yansıması; ’75 Yılında 1 traktör 29,7 ton buğdaya, 1 büyük tüp gaz 15 kg. ve 1 litre gazyağı 0,9 kg. buğdaya satın alınır. ’86’da sırasıyla miktarların değişimi şöyledir: 56,3 ton, 32,9 kg. ve 2,5 kg. buğdaya yükselir, yani bu iki sektör ürünlerinin fiyatlarındaki değişiklikler iç ticaret hadlerini o yönde etkiler. Anlaşıldığı üzere daha çok tarımsal ürünle aynı miktarda sanayi ürünü alındığı görülür.
Ülkemiz bütünselliğinde, Doğu’da hâkim sektörün tarım ve onun da içinde hayvancılık alt sektörünün olması sebebiyle, yukarıda anlatıldığı biçimiyle buradan diğer sanayi yönü gelişkin bölgelere bir kaynak transferi olduğundan bahsetmek mümkündür.
Öz olarak: yurtiçinde ve yurtdışında kaynak aktarımı mekanizmasına değindim.

2. 4- Ulusal Gelir ve GYSİH

Burjuva ekonomi politiğine göre, ulusal gelir: Ülkede, bir yıl içinde üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerleri toplamıdır. Yani ulusal gelirin, üretildiği aşamada belirlenmesidir. Bir başka tanıma göre, bir yıl içinde mal ve hizmet üretimine katılan üretim faktörlerinin paylarına düşen gelirlerin toplam değeridir. Bu ise, ulusal gelirin, kişilerin eline geçtiği yani bölüşüm aşamasıdır.
Gelirin doğuşu ve üretim faktörleri arasında paylaşılması dışında, ulusal geliri hesaplamada kullanılan üçüncü yol; önceden doğan ve sonradan üretim faktörlerine dağılan gelirin, mal ve hizmetler alımında harcamaların toplamıdır. Bu, ulusal gelirin harcama aşamasında belirlenmesidir.
İşte, büyüyüp esas kalkınamamanın sırrı bu tanımlamalarda yatmaktadır. Ulusal gelirin (GSMH anlamında) yıllık artışları olan büyüme oranı yüzde 7,8’lerde ama refahın artışı ve dağılımı o boyutta olamıyor.
Üç tanımlamada da dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta, o yıl üretim faaliyetinde yaratılan ile genel toplam değerin karıştırılıyor olmasıdır. Onun için de ulusal gelir hesaplamalarında -yeni değer yaratmayan anlamında- üretici olmayan emeğin hizmetlerin de toplama katılmasıdır.
Bununla yıllık toplumsal ürünün gerçek değer büyüklüğü ile yaratılan yeni değer birbirine karıştırılır.
Emek-değer teorisine göre, değerin özü; metalarda maddeleşen emektir. O sebeple metanın değerinin büyüklüğü onun üretilmesi için gerekli emek miktarına bağlıdır. Bunun ölçüsü, aynı zamanda değerin de ölçüsü, emek kullanım süresidir. Buna göre, metanın üretimi için harcanan emek miktarı metaın değerini belirler.
Emek: İnsanların ihtiyaçlarını gidermek için doğal nesneleri işlemesi ve malların üretimini sağlayan bir faaliyettir. Ayrıca ürünlerin değişim değerinde ifadesini bulan emek, üretici ve toplumsaldır.
Emek-değer teorisine göre analiz yapıldığında, bir ekonomide toplam yıllık değer makro olarak değişen ve değişmeyen sermaye ile birlikte artı-değer toplamı (GSMH-Gayri Safi Milli Hâsıla) iken, yaratılan yıllık yeni değer değişen sermaye ve artı-değer toplamıdır (Ulusal Gelir).
O yıl boyunca kullanılmakta olan emeğin sonucu toplam yıllık değerin ancak bir kısmı yaratılmış olup, bu kısım, “yıllık değer-üründür”. O süre içerisinde harcanan “emek miktarı bu üründe temsil edilmektedir.” İşte yıllık yeniden-üretim o yıla ait emeğin ürünüdür. Bu yaratılan toplam, o sürede harcanan emek gücünün katılmış olduğu toplam değerinden küçüktür. Böylece metalarda yaratılan yıllık değer-ürünün, “bütün yıl boyunca imal edilen metalar” toplam değerinden küçük olduğu anlaşılmaktadır. (8)

Tablo.3
GSYİH’DA TARIM VE SANAYİNİN PAYI (1979-1986) Yüzde Dağılım (1979 Sabit Üretici Fiyatlarıyla)
18 İL         49 İl         Türkiye

T    S    T    S    T    S
1979    45,4    10,4    19,5    25,9    21,9    24,4
1980    41,2    12,2    20,6    25,0    22,5    23,9
1981    41,2    14,0    19,5    26,1    21,6    25,0
1982    41,4    12,4    19,9    24,2    21,8    23,1
1983    41,0    13,0    19,0    27,3    21,0    26,0
1984    38,7    13,4    18,8    28,0    20,5    26,7
1985    38,6    15,5    18,2    28,1    20,0    27,0
1986    37,1    15,5    18,0    28,8    20,0    27,4
AÇIKLAMA:     T; Tarım/GSYİH oranı.
S; Sanayi/GSYİH oranı Kaynak: İSO, Mayıs-1988, 1988/8.

Buna göre:
Ulusal gelir, o yıl içinde üretici emeğin yarattığı değerler toplamıdır.
Üretici emekten, üretimde bulunan ve üretimle ilgili hizmetler yapan emek anlaşılmalıdır. Diğer faaliyette bulunan emeklere, ekonomik anlamda üretici denemez. Örneğin, satıcının malını satmak için harcadığı emek o mala hiçbir değer eklemezken, üretim için zorunlu olan hammaddeyi taşıyan emek üreticidir.
Zaten emeğin bu tür ayrımının sebebi, değerin yaratıcı kaynağının ne olduğunun belirlenmesidir.
Kapitalizmde emeğin üretici olup değer yarattığı gerçeğini inkâr için, diğer faktörlerin de değer yaratabileceğini ileri sürerek, üretimde katılan her faktörün kendi payını alıyor yorumuyla, sömürü esprisi gizlenmektedir.
Buraya kadar ulusal gelir tanımlamasını burjuva ve işçi sınıfı ekonomi politiği açısından kısaca açıkladım.
Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla (GSYİH), ülke içinde sektörlerin ve iktisadi faaliyet kollarının ürettikleri mal ve hizmetlerin parasal değerleri toplamıdır. Bir başka anlatımla, her sektör ve alt faaliyet kollarında yaratılan katma değerler toplamı olan GSYİH; tarım, sanayi, inşaat, ticaret, ulaştırma, depoculuk ve haberleşme, bankacılık, sigortacılık ve benzeri mali faaliyetler, konut mülkiyeti, iş hizmetleri, sosyal ve kişisel hizmetler, eksi (-) banka hizmet masrafları ve devlet hizmetleri olmak üzere on kalemden oluşmaktadır. İnşaat da mal üreten ayrı sektör olarak ele alınmıştır. Bu durumda tarım, sanayi ve inşaat mal üreten sektörler olarak ortaya çıkıyor.
İşte GSYİH’ye dış âlem faktör gelirleri eklenmek suretiyle GSMH bulunur. Ayrıca GSMH’den dolayı vergilerin çıkarılması ve sübvansiyonların eklenmesiyle de GSYİH hesaplanabilir.
Bu çalışmada GSYİH kapsamına giren tarım ve sanayi sektörleri incelenirken diğerleri dikkate alınmayacak.
Sektörlerin GSMH ve öz olarak da GSYİH içinde yıllık paylarının değişimi, ülke ve bölgenin ekonomik durumu hakkında yorum yapma olanağı verir. Sanayileşmenin ilk oluşumları döneminde genellikle tarım sektörü etkinken, gelişmeye bağlı olarak bu etkinliği zayıflar ve hatta sanayileşmenin gelişmesine uygun olarak hizmetler sektörü ağırlığını hissettirir. Fakat burada şu da vurgulanmalı ki, ülkemiz açısından hizmetler sektörünün GSMH’nin yüzde 50 isini aşan paya sahip olması, elbette ki sanayileşmeyi tamamladığı anlamına gelmez.
’79 yılında 2155,8 milyar TL (sabit, ’79 üretici fiyatlarla) olan GSYİH’nin yüzde 9,4 yeni 202,2 milyarı 18 il’e aitken geriye kalan yüzde 90,6’sı 49 il’e aittir. Gerçi ülke genelinde bölgeler açısından incelendiğinde, belirtilen 49 il içinde de en büyük paya sahip olan bölge Marmara’dır. Bunu diğerleri izlerse de, Doğu Bölgesi en düşük paya sahiptir. Ve bu Bölge’nin payı, sonraki yıllarda sürekli azalır; ’83 yılında yüzde 9,0’a ve ’86 yılında yüzde 8,9’a (260,5 milyar) kadar geriler.
Fakat öyle iller var ki, 18 il’den oluşan Bölge’nin payından daha büyük paya sahiptir. Nitekim İstanbul’un ’79 yılında yüzde 21,19 olan payı ’86’da yüzde 22,02 olur. Yine aynı yıllarda İzmir ve Bursa’nın toplam payı yüzde 10,5’den 11,6’ya yükselir.
Ayrıca ’80-’86 döneminde GSYİH’nin reel büyümesi açısından incelendiğinde, ülke genelinin ortalaması 4,5 iken bölge’ninki yüzde 3,7 olup, diğer 49 ilin ortalaması ise 4,4’tür.
Bu, ülke bütünselliği açısından Bölge’nin toplam kaynağının payının azalmasıdır. Kaynağın azalması, yatırımların azalmasına bağlı olarak işsizliğin artması ve gelişmesinin bu anlamda var olan bölgelerarası ekonomik ve sosyal dengesizliğin daha da artmasıdır. Diğer bölgelerin de kaynaklarının artması sebebiyle, belirtilen türden problemlerin olmadığı anlamı çıkarılamaz.
Bunlar, genelinde ülkenin çözüm bekleyen sorunları…
Çözümü; sorunların varlık temeli ücretli kölelik düzeninin paslı zincirlerinin kırılması…
Yani emeğin demokrasi bayrağının dalgalanması…

2. 5- Sektörel Analiz
İncelenen dönemde global olarak GSYİH yüzde 36,2, tarım ve sanayi sektörleri payı ise yüzde 23,4 ve 94,2 oranında artar.
’79 sabit üretici fiyatlarıyla yapılan hesaplamalara göre, ülke genelinde toplam GSYİH’de, tarım ve sanayi sektörlerinin payı ’79 yılında yüzde 21,9 (473,4 milyar TL) ve 24,4’dür (527,2 milyar TL). Sonraki yıllarda tarımın payı azalarak ’86’da yüzde 20,0’ye (584,1 milyar TL) iner. Buna karşın sanayi sektörünün payı yüzde 27,4’e (813 milyar TL) yükselir. GSYİH oluşturan bu iki önemli sektörün toplam payı ’79 yılında yüzde 46,3 iken ’86 yılında 474’e çıkar. İncelenen bu dönemde tarımın payı yüzde 1,9 oranında azalmasına karşın sanayinin payı da yüzde 3,0 oranında artar.
Bölge’nin toplam GSYİH’da tarım ve sanayi sektörleri yüzde 3,7 ve 93,8 oranında artar.
Bölge GSYİH’da ’79 yılında yüzde 45,4 (91,6 milyar TL) olan tarım sektörünün payı ’86 yılında yüzde 37,1’e (96,8 milyar Tl) geriler. Aynı yıllarda sınayi sektörünün payı ise yüzde 10,4’den (20,9 milyar TL) 15,5’e yükselir. Yani GSYİH toplamında tarımın payı yüzde 83 gerilerken, sanayinin payı ise yüzde 5,1 oranında artar. Sanayinin payında artış zamanlama açısından ’83 yılı sonrasında yoğunlaşıyor. Öyle görünüyor ki bu yılın önemi GAP’ın başlangıcı olmasından ileri geliyor.
Ülke bütünselliği açısından 18 il dışında diğer 49 ilin toplam GSYİH’da tarımın payı ’86 yılında ’79 yılına göre yüzde 1,5 gerilerken, sanayinin payı ise yüzde 2,9 artar ve sırasıyla yüzde 18,0 ve 28,8 olur.
Global olarak toplam tarım sektörü içinde Bölge’nin ’79 yılında yüzde
19.4 olan payı, sonraki yıllarda azalarak ’86 yılında yüzde 16,5’e kadar iner. Global olarak bu sektörde Bölge’nin payı azalır. Ki aynı dönemde Bölge’nin tarım sektörü yüzde 5 artarken, ülkeninki ise yüzde 23,4 artar.
Tarımın alt iktisadi faaliyet kolları açısından incelendiğinde, bitkisel üretimde ülke bütününde Bölge’nin ’79 yılında yüzde 14,3 olan payı ’86’da yüzde 14,5’e yükselir. Fakat aynı yıllarda hayvansal üretimde Bölge’nin payı yüzde 31,3’den 27,2’ye geriler. İşte bu sebeple, Bölge tarım sektörünün de payı azalır.
Tarım sektöründe diğer 49 ilin payı ise, 18 ilin oluşturduğu Bölge’nin tersi yönde gelişme gösterir. Global olarak sektör toplamında 49 ilin payı yüzde 80,6’dan 83.5’e çıkar ve ’79 yılına göre ’86’da yüzde 27,6 oranında artar. Yani hem payı artmış ve hem de sektörün artış hızı, ülke toplamından daha büyüktür.
İncelenen dönemde sanayi sektöründe durum: Global olarak ’79 yılında 527,2 milyar TL (sabit fiyatlarla) tutarın yüzde 4,0’ü Bölge’nin payıdır. Bu payın sonraki yıllarda artarak ’86 yılında yüzde 5,0’e yükselir. Ki aynı dönemde sanayi ülke bütününde yüzde 54,2 artarak 813 milyara çıkar. Bölge’ninki ise yüzde 93,8 artarak 40.5 milyar TL’ye ulaşır.
49 ilin sanayi sektöründe payı ’86 yılında ’79’a göre yüzde 1,0 azalarak yüzde 95,0’e geriler.
Kısaca: 1979-1986 dönem başında ülke GSYİH’de yüzde 9,4 olan Bölge’nin payı, dönem sonunda yüzde 8,9’a iner. Ayrıca tarım ve sanayi toplamının ülke bütünselliği (yine iki sektör toplamında) içinde dönem başında yüzde 11,2 olan Bölge’nin payı, dönem sonunda yüzde 9,8’e geriler. Ayrıca yine dönem başında, Bölge’nin GSYİH’de iki sektör toplamının payı yüzde 55,8 iken, dönem sonunda 52,6’ya iner. Veriler Bölge payının ülke bütünselliğinde azaldığını gösteriyor. Madalyonun diğer yüzü bölgelerarasında dengesizliğin daha da artmasıdır.
Peki, bu dengesizliği besleyen nedir?
Ekonomik bir gerçek: Genelinde bölgelerarasında bir 18 ilin oluşturduğu Bölge özgülünde, ekonomik olarak ülke bütünselliği içinde iktisadi dengesizliği besleyen mekanizma nedir? sorusuna, verilecek cevap, artan sömürüdür.

2. 6- İmalat Sanayi
Tarım ve madencilik yoluyla doğrudan elde edilen maddelerin insan ihtiyaçlarım giderecek duruma getirmek üzere işlenmesine imalat ve bunun iktisadi faaliyet koluna da imalat sanayi denir. İster kişisel tüketim için isterse üretim için olsun tüketilen mallardan pek azı doğadan elde edildiği haliyle (başlıcası, yenilebilir gıda maddeleri) kullanılmaktadır. Bu sebeple, malların çok büyük kısmı imalat sanayinin ürünleridir. Bundan ötürü sanayi denilince akla önce imalat sanayi gelir. Fakat biliyoruz ki, geniş anlamda sanayi sektörünün içine, madencilik (maden çıkarma) ve enerji (elektrik, havagazı vs.) üretimi de girer. Aslında incelendiğinde görülen o ki, madenciliğin tarım sektörü niteliğinde olduğu ve enerji üretiminin de madencilik ile imalat sanayi arasında yer aldığıdır.
Kalkınmada esas olan ve sanayi denilince de anlaşılması gereken imalat sanayidir.
İmalat sanayini kendi içinde başlıca iki büyük gruba ayırabiliriz: Birinci grup, doğrudan doğruya hammaddeleri alıp işleyen ve bunları mamul ya da yan mamul hale getiren sanayilerdir. Katma değere etkisi büyük olan sanayi işletmeleridir. Bunlar gıda sanayi hariç diğer temel sanayi dallarını kapsar: Demir-çelik fabrikaları, kimya sanayi vs. İkinci grup, yan mamul maddeleri hammadde olarak kullanan sanayilerdir. Bu sanayi dalında doğrudan kişisel tüketim için malların üretimi söz konusudur.
Bu kısa tanımlama ışığında, ülkemizde ’60’lı yılların sonrasında olan gelişmelerden Bölge’nin nasibini aldığı söylenemez. Söylenmez; Çünkü hem var olan işletmelerin cesareti küçük (İ980’de 10 kişiden az kişinin çalıştığı işletmelerde Bölge Genel Toplamında payı % 94) ve hem de birinci türden imalat sanayi yatırımları bulunmamaktadır. (9) Son yıllarda Gaziantep ve Malatya’da kayda değer gelişmelerin olduğu gözleniyor.

Tablo.4
İMALAT SANAYİSİNDE YARATILAN KATMA DEĞER (Cari Fiyatla) – Yüzde Dağılımı (1975-1986)
1975     1980     1982     1984     1986
18 İl        4,8    3,4    2,8    3,4    4,2
49 İl        95,2    96,6    97,2    96,6    95,7
Türkiye    4,8    3,6    3,9    4,9    5,6
Kaynak: İSO, Ocak-1989, 1989/1

Sanayileşmede ve sermaye birikiminde Devletin yatırımlarının önemi hem Dünya genelinde ve hem de ülkemizde tartışılmayacak kadar açık “Bölge”de devletin bu türden girişimlerinin sınırlı olması anlamında, tercih edilmediği görülüyor.
Zaten göstergeler de bu gözlemi destekler yönde gelişme olduğunu açıklıyor.
Bölgenin imalat sanayinin ve yaratılan (10) katma değerde payı (Cari fiyatlarla) 1963) yılında % 7,8 olduğu halde sonraki yıllarda sürekli azalan bir trend izleyerek 1975’te % 4,8’e (4,7 Milyar TL.) iner. Bu düşüş 1982 yılında % 2,8’e kadar devam eder. Sonraki yıllarda biraz da olsa artarak 85’te % 4,3 (439,1 Milyar TL.) oluru 1)
Nispi olarak bile 75’ler seviyesi korunamamıştır.
İşte işyerlerinin yapısal özelliklerinden dolayı, yaratılan katma değerdeki payları da küçük olmaktadır.
Nüfus toplamının % 18’ine ve kapsadığı toprak parçasının alanının % 28,5’ine sahip bölgenin, sanayileşme faaliyeti açısından önemli etkisi olan imalat sanayinin yaratılan katma değerin de payının % 4’lerde olmasının anlamı; Hâkim sektör tarımdan doğan kaynakların, bölge dışına transfer edildiğidir.
Feodalizmi tamamen tasfiye etmemiş ülkelerde, tekçi burjuvazinin konumu, genelde 19. yüzyıl burjuva konumundan farkı: Devlet yönetimine ortaklaşa sahip olduğu feodal kalıntıların temsilcilerini ekonomik ve siyasi olarak tasfiye etmeyeceğidir. Ama birlikteliklerine karşın sosyoekonomik yapıda feodalizmin etkisini zayıflatan bir gelişmenin de olduğu, 1920’ler Anadolu’su ile 1980’lenn Anadolu’su karşılaştığında anlaşılmıyor mu?
Fakat toplumsal gelişme işçi sınıfı bilimi açısından analiz edildiğinde, üretici güçlerin gelişmesinin ve bu anlamda da sanayileşmenin önünde engel yalnız feodal kalıntılar değil aynı zamanda kader ortaklan burjuvazi de engeldir. Varlıklarının temeli dışa bağımlılık olup, bu da, kaynakların yurtdışına transfer edilmesi demektir. Çünkü sosyo-ekonomik yapıda üretici güçlerine engel üretim ilişkilerini sınıfsal anlamda kader birliği yapmış bu sınıflar temsil etmektedir. Aynı zamanda bu birlik, işçiden yana esen özgürlük rüzgârının da önünde engeldir.
Toplumsal gelişmenin önündeki görev: Bu barikatın aşılmasıdır.
Bu, bölgeler arası dengesizlikleri ortadan kaldırmak için de bir zorunluluktur.
Kapitalizmde sermaye birikiminin öz kaynağı emeğin yarattığı, artı-değerdir. Fakat bununla birlikte tarım sektörü de önemli bir sermaye kaynağıdır. Şöyle ki: tarım sektöründe (ya da bir bölgeden de olabilir) doğan kaynaklar, izlenen ekonomi politika gereği ürünlerin fiyatlandırılması ve bu sektörün vergilendirilmesiyle oluşturulan fonlar, sanayi sektörüne aktarılır.
Bu mekanizma işleyişi sonucunda, bütün kaynakların bölge içinde kalmadığı anlaşılıyor.
Nitekim yalnız Bursa ilinin 75’lerde yüzde 4,5 olan imalat sanayinin yaratılan katma değerindeki payı, 86 yılında, yüzde 5,6’ya yükselir.
Bir yanda 18 ilden oluşan bir Bölge’nin ve diğer yanda bir ilin imalat sanayinde yaratılan katma değerinde payları incelendiğinde görülen gerçeğin tek ifadesi var. O da, kaynakların belli yerlerde yoğunlaşmasıdır. Elbette bununla birlikte kaynağın yaratıldığı kesimin önemi hatırlanmalıdır.
Global olarak GSYİH (sabit fiyatlarla) içinde imalat sanayinin payı 79’da yüzde 21,8 (470,4 Milyar) iken, 83’de ve 86’da yüzde 23,2 (565,9 Milyar) ve 24,6 (721,8 Milyar) olarak gerçekleşir. Bu oran, sanayi sektörü açısından hesaplandığında dağılım 79’da 89,2 olup, diğer yıllarda yüzde 89,4 ve 88,8 olur. Yani GSYİH içinde imalat sanayi payı artarken, sanayi sektöründe az da olsa bir düşme söz konusudur.
Bölge açısından incelendiğinde, imalat sanayinin GSYİH içinde ’79’da yüzde 5,1 (10,3 milyar) olan payı ’83’de yüzde 5,4’e (11,8 milyar) ve ’86’da yüzde 7,2’ye (18,8 milyar) yükselir. Sanayi sektöründeki payı ise her üç yılda sırasıyla yüzde 49,3; yüzde 41,3 ve 46,4 olarak gerçekleşir.
İncelenen dönemde, Bölge’nin imalat sanayinin global sanayi sektörü içinde payı yüzde 1,9’dan yüzde 2,3’e yükselir. Ayrıca global imalat sanayi sektöründeki payı da yüzde 2,2’den yüzde 2,6’ya çıkar. Bölge açısından bir artış görülüyor; fakat buranın sosyo-ekonomik yapısında belirgin değişiklik yapacak düzey de değil.
İmalat sanayi gelirinin il (18,49 ve 67 il) bazında dağılımı dikkate alındığında, bölgeninki 1 milyarın altında iken diğer 49 ilinki ülke ortalaması üzerinde 10-15 milyar arasında gerçekleşir. Ülke ortalaması ise 7 ile 10 milyar civarındadır. Bu gelişmeyi göstermek acısından, Türkiye: 100 endeksine göre yapılan tabloda da görüldüğü gibi 18 ilinki 9 civarında iken 49 ilinki 130’lar üzerindedir.
İncelenen dönemde imalat sanayisinde gelişme, 80’ler için atfedilen “şöyle geliştik, böyle kalkındık” söylevini doğrular yönde olmadığı gibi Bölge’nin payında da önemli bir gelişme olmamıştır.
Yani ülke bütünselliğine göre sanayileşme sorunu aciliyetini bölgede daha fazla hissettiriyor.

2.7- Kişi Başına Dağılımı
Toplam GSYİH’nin toplam nüfuza bölünmesiyle bulunan kişi başına GSYİH (cari fiyatla) dağılımı tabloda görüldüğü üzere ülke, 49 il ve 18 il ortalaması genelinde artan bir trend izler. Fakat o yılki döviz kurundan dolar değerinden hesaplandığında ülke ve 49 il’inki ’79 yılına kadar artarken sonraki dönemde azalır. 1986’da tekrardan arttığı ve de 18 il’in ortalamasının ise azaldığı görülür.
Kişi başına GSYİH (1979-sabit fiyatla), 1979-1986 dönemi incelendiğinde, ülkenin ve 49 il’in ortalamasının dönem başına göre yüzde 14,7 ve 16,6 artarak 46,0 bin ve 53,7 bin TL yükselirken, 18 il’in yani Bölge’nin ortalaması ise yüzde 4,3 artarak 24,9 bin TL olur.
Kişi başına GSYİH’nin hem cari ve hem de sabit fiyatla yapılan hesaplamalardan çıkarılabilecek genel sonuç, Bölge’ye ait bulunan miktarların hem ülke ve hem de 49 il’in ortalamasından küçük olduğu ve ayrıca da artış oranının düşmekte olduğudur.
Bu gözlem, Türkiye: 100 endeksine göre 49 ve 18 il’in tutarları bulunduğunda elde edilen sonuçlarla da desteklenmektedir. Nitekim 49 il’inki Türkiye’ninkinden fazla olduğu halde, 18 il’inkinin ise hayli düşük olduğu görülüyor.
Kişi başına imalat sanayinde yaratılan katma değer (cari fiyatla), 1975-1985 döneminde genel olarak artar. Bölgeninki 619,3 TL’den 31332,3 TL’ye; 49 il’inki ise 2838,8 TL’den 161720,6 TL’ye ve ülke ortalaması da 2423,7’den 137229,2 TL’ye yükselir.
Yaratılan katma değerin imalat sanayinde her bir iktisaden faal kişiye düşen miktarı, 18 il’in artışı, ’80’li yıllarda ’70’li yıllara göre hayli fazla olur. Diğer 49 il’in ve Türkiye genel ortalaması artışında bir düşüş gözleniyor. Çünkü imalat sanayinde faal nüfus ’80 yılında 136,6 bin olan Bölge’de 1985’de 134,4 bine geriler, işte bu düşüşün etkisiyle, Bölge’nin artışı fazla olur. Hem nüfus başına ve hem de faal nüfus başına imalat sanayinde yaratılan katma değer miktarları, en az olan Bölge’ninkidir. Bu durum Türkiye: 100 endeksi ile daha açık olarak görülüyor.

Tablo.5
KİŞİ BAŞINA GSYİH (Cari Fiyatla) (1975-1986)

18 İl        49 İl        Türkiye           
1975    TL    7110,0        11534,5    10346,0
Dolar    474,0        768,0        689,7
1979    TL    23863,5    46047,2    40087,4
Dolar    714,5        1378,7        1200,2
1983    TL    102035,9    223704,7    191017,3
Dolar    360,8        791,0        675,4
1986    TL    306065,1    703378,0    596637,2
Dolar    403,9        928,0        787,3
Kaynak: İSO, 1988/8

Tablo.6
KİŞİ BAŞINA GSYİH DAĞILIMI ENDEKSİ (Türkiye: 100)

Türkiye    49 İL        18 İl
C    S    C    S    C    S
1975    100    –    111,5    –    68,7    –       
1979    100    100    114,9    114,9    59,5    59,5
1983    100    100    117,1    107,5    53,4    79,6
1986    100    100    117,9    116,9    51,3    54,1
AÇIKLAMA: C- Cari fiyatla; S- ’79 fiyatıyla Kaynak: İSO, 1988/8.

Tablo.7
İMALAT SANAYİİNDE YARATILAN KATMA DEĞERİN DAĞILIMI ENDEKSİ (Türkiye: 100)

Türkiye     49 İl         18 İL
K    F    K    F    K    F
1975     100    100    117,2    101,9    25,6    73,0
1980     100    100    123,8    103,8    18,2    49,0
1985    100    100    117,8    101,5    22,8    75,6
AÇIKLAMA:     K- Kişi başına yaratılan katma d eter.
F- Faal nüfus başına yaratılan katma değer. Kaynak: İSO, 1989/1.

Tablo.8
İMALAT SANAYİ GELİRİNİN TL BAŞINA DAĞILIMI (Türkiye: 100)

Türkiye    49 il    18 il
1979    100             134,3    8,6
1983    100        134,5    8,3
1986    100         132,4    9;3

Kişi başına GSYİH’nin ve imalat sanayinde yaratılan katma değerin dağılımı endeksi (Türkiye: 100) tabloları incelendiğinde çıkarılabilecek ortak sonuç:
Ne kadar büyüdüğü sürekli tartışma konusu olan ulusal pastadan kişilerin payının az olması sebebiyle, bu kişilerin bulunduğu bölgenin payı da azalır. Şuna dikkat çekilmeli, ortalama kişi başına gelir dağılımı denildiğinde nüfusun tümü esas alındığından dolayı ortalama miktarlar bulunmaktadır. Ama biliyoruz ki, toplam nüfus sınıflar bütününden oluşur. O halde gelirin bu temelde bölüşümü düşünülürse, çalışan emekçi kesimin payı, ortalama nüfus başına bulunan miktara eşit olmayacaktır. Nitekim bu eşit olmama durumu işverenler için de geçerlidir. Örneğin: Nüfus başına GSYİH ya da imalat sanayi katma değeri dağılımı denildiğinde, Sabancı’nın ve çalışan işçisinin payı eşit olarak incelenmektedir. Ama biliyoruz ki, bölüşüm ilişkileri açısından gerçek hayat hiç de böyle değil. Çünkü gelirin gerçek bölüşümü, kişilerin üretimindeki konumlarına göre olmaktadır. Bu analiz, Bölge için de geçerlidir.
O halde işçi sınıfı ve topraksız ya da az topraklı köylünün birlikte oluşturduğu sınıflar bloğu, hem bölgeler arasındaki adil olmayan gelir dağılımından ve hem de kendi bölgesindeki gelirin ücret, tarım ve rant geliri (yani sınıfsal) dağılımı açısından ikili kıskaçtadır. Bu, ülke düzeyinde adil olmayan gelir bölüşümünün Bölge’de daha da fazla adil olmaması anlamına gelir.
Adil gelir dağılımının olmamasının sebebi?
Var olan ekonomik ve siyasi yapılanım…
Daha adil gelir dağılımı için…

2.8- Ek Olarak Birkaç Not

Tarihi olarak Bölge’de feodal düzen; ağalık, şeyhlik ve aşiret biçimindeki toplumsal örgütlenme olarak ortaya çıkmış olup, günümüzde kendisini çözen süreçleri de yaşamakta olmasına karşın kalıntılar halinde varlığını sürdürmediği de iddia edilemez.
Bölgede ekonomik faaliyetin hâkim sektörü tarım ve bunda da çiftçilik ve hayvancılık alt faaliyet dalı etkindir. Bölge’de toplam faal nüfusun yüzde 69,6’sının (1985 için) tarımda çalışmasından ve GSYİH’da tarımın payının yüzde 37,2 (1985-79 sabit fiyatlarla) olmasından çıkarılacak sonuç; tarımın etkin sektör olduğudur.
Hem bu sebeple ve hem de Bölge’de büyük toprak mülkiyetinin ve topraksız ya da az topraklı köylülerin varlığı sebebiyle, ekonomik ve sosyal gelişmede toprak sorununun çözümünün önemi daha iyi anlaşılır.
Yıllardır çözüm bekleyen önemli bir sorun: Toprak sorunu…
Bu sorun karşısında Cumhuriyet hükümetlerinin, baştan beri ve son 1. MC’nin ’75 girişimi “yasak savma türünde” olmuş ve ’80’li yıllarda da artık hiç sözü bile edilemez olmuştur. Çünkü “sanayileştik” safsatası işleniyor… Zaman zaman yazılıyor olsa da, toprak ve tarım reformu olarak yaklaşım, yerini, sadece tarım reformuna bırakmıştır.
Bölge’de küçük çapta da olsa gelişen sanayi, bölge dışı pazarlarda rakip bölge mamulleriyle rekabet edecek nitelikte (son yıllarda Gaziantep’te gelişmeler dikkat çekici) değildir. Bu sektör daha çok yerleşik sanayi ve madencilik sektörü niteliğindedir. İmalat sanayi yeni yeni zayıf gelişmeler göstermektedir. Bölge’de ulaştırma ve pazarlama kolaylıklarının gereğince bulunmaması da, bu sektörü olumsuz yönde etkiler.
Madencilik iktisadi faaliyet kolunun ürünü, sanayinin hammaddesidir. Bu sebeple, önemli işlevi olduğu tartışılmazdır. Bölge maden rezervi açısından zengindir. Özellikle başlıca krom, bakır, demir, kurşun, çinko ve petrol bakımından Türkiye’nin önemli miktarda ihtiyacını karşılar durumdadır. Çıkarılan madenler, orada gerekli yatırımların yapılmamasından dolayı diğer bölgelerde işlenir. O sebeple, bu iktisadi faaliyet kolunun Bölge’ye etkisi; ağacın meyvesini yiyemeyip, gölgesinde oturmak gibidir. Eğer maden çıkarıldığı yerde işlenseydi genelinde bir sanayi için teşvik olacaktı; fakat olamadı? Demir, çıkarılan sahadan binlerce kilometre uzaklıkta işleniyor.
Bölge’de su kaynağının değerlendirilmesiyle ülkenin enerji ihtiyacının büyük kısmı karşılanır.
Bu koşullarda: hammadde var, enerji var ve çalışacak insan gücü var, fakat yatırım açısından Bölge’nin tercih sırası yine de en alt. Tesadüf? Hiç değil!
Yollara dökülen asfaltın hammaddesi petrol, Bölge’den çıkıyor; ama genellikle yolları patika!
Bu çelişkinin, var olan tabloyu çarpıcı bir şekilde yansıttığı açık.
GAP; Bölge’nin makûs talihini “yenebilecek” mi? Çünkü GAP, hep bu şekilde anılır ve anlatılır oldu. Özellikle, Doğu sorununa ekonomik açıdan yaklaşanlar tarafından.
Aslında sorunun, toplumsal ve sosyolojik yanı yok sayılmaz.
Toplam 13 projeden oluşan GAP’ın yapımı 2010’lu yıllara sarkıyor.
GAP’ın gerçekleşmesi pazar için üretimi artıracak; hem de bir hayli. Çünkü yılda birkaç sefer ürün alınacağından bahsediliyor.
Bu halde, GAP’ın bölgesinde toprak sahiplerine önemli bir imkân yaratılmış ve bir yönüyle de bu imkân, büyük toprak sahiplerine tanınmış oluyor.
Ayrıca projenin etkisinden, bölgede toprak talebinin arttığı basında yer alıyor.
Bir yönüyle egemen sınıflar içinde ittifakı güçlendiren ve bir yönüyle de feodal ilişkileri aşındıran etkisinden bahsedilebilir.
GAP yeni iş imkânları yaratacağı gibi, tarımın makineleşmesine paralel olarak, işsizliği de artıracağı beklenebilir.

KA YNAKÇA
1) Dr. Gülten Kazgan, İÜFM, c. 24, Ekim-1963/ Mart-1964, sf. 122; Dr. Ruşen Keleş, Şehirleşme Politikamız ve Doğu Anadolu Bölgesi, sf. 239-263.
2) Dr. Özer Ozankaya, AÜSBFD, c. 24, Eylül -1969, sf. 80; Doç. Dr. Osman Arıkan, Doğu Bölgesinin Sanayileşmesi (Doçentlik Tezi), Atatürk Üniv. İşlet. Fak. yay. 1973, sf. 21.
3) İsmail Beşikçi, Doğu Anadolu’nun Düzeni, E Yayınlan, 1970, sf. 29.
İLLER: Adıyaman, Ağrı, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, Hakkâri, Kars, Malatya, Mardin, Muş, Siirt, Tunceli, Urfa, Van.
4) Dr. Özer Ozankaya, agd, sf. 73-107; Doç. Dr. Osman Arıkan, age,
5) Barış Dünyası, Mayıs 1962, sf: 2, sf. 13 ve Kasım 1962, sf. 120 sy: 8, sf. 45.
6) Dr. Özer Ozankaya, agd, sf. 96; İsmail Beşikçi, Forum, sf: 338, 1 Mart 1968.
7) Cumhuriyet, 2 Eylül 1988
8) Karl Marx, Kapital, C.2, sol Yay. sf. 398-399.
9) DİE, aktaran, Özgür Gelecek, Aralık 1988, say: 1, sf. 23.
10) 4. BYKP, sf. 75.
11) İSO, Ocak 1989, 1989/1, sf. 39-41.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑