Çağımızın insanının yaşayışı her alanda etkisi gittikçe artan bir düşünce tarafından yoğrulmakta, yönlendirilmektedir. 19. yy.da güçlenen ama bugüne dek açık bir anlama kavuşamamış olan bu düşünce “tarihte ilerleme”dir. İnsanlığın belli bir amaca doğru ilerlediği düşüncesi 19. yy.da önce felsefe, sonra doğa-biliminde, yüzyılımızda da artık günlük hayatta egemen oldu.
Felsefî düşünceler çoğu kez çığır açan bilimsel buluşlardan sonra, onların etkileriyle doğar gelişirler. Gelişirken hem kendi yönlerini çizerler hem de bilimin teorik temellerine, aldıkları etkiyi geri verircesine inerler. Tarihte ilerleme düşüncesi de bilimlerin hızlanan adımlarını Yeniçağın başlangıcından beri izlemiştir, ama doruğuna ulaşması “doğada evrim” düşüncesinin güçlenmesinden ve yaygınlaşmasından önce olmuştur. 19. yy.ın önde gelen düşünürleri, aralarındaki önemli görüş ve yöntem ayrılıklarına rağmen ilerleme düşüncesi etrafında toplanırlar. Hegel, Comte, Mili Spencer ve Marx bu kavramı birçok sorunu içeren merkezî bir kavram olarak ele almış ve işlemişlerdir.
Hegel için tarih Fikrin yahut Mutlak’ın gittikçe kendini daha açık kılması, kendi hakkında (insanın kendi tarihi hakkında, diye okunabilir) daha çok bilinçlenmesi süreciydi. Spencer’e göre tarihi amacı insanın mükemmelleşmesiydi ve bu kaçınılmaz bir evrim sürecinden geçmekle olacaktı. Comte’a göreyse insanlık iki aşamadan, din ve felsefeden geçmişti ve şimdi son aşama olan biçimin içinde gerçeklikle yüz yüze gelmişti. Mill’e göre insanlığın adım adım ilerlemesi çektiği acıların azaldığını gösterir ve mutlu yarını müjdelerken Nietzsche insandan üstün insana ilerlemenin haberini yayıyordu. Marx maddi üretim temelinde bir tarihi determinizm tablosu çiziyor, sınıfsız topluma ilerlemenin yolunu gösteriyordu.
Hegel’in hareket noktası transandantaldı, tarihe bakışı tarihin maddi ve gerçek oluşumunun çok dışına taşan kavramsal bir oluşa dayanıyordu, ama gene de kavramın döndüğü ve rolünü oynadığı sahne dünya tarihi idi. Bu hareket noktası Hegel felsefesine teoloji karıştırmaktan kaçınamadıysa da, bu artık Ortaçağ mirası bir Civitas Dei teorisi olmaktan uzak bir tarih anlayışı idi. Düşünürlerin, birbirinden ayrı sonuçlara varan tarih anlayışlarının ortak kaynağı dünyada olanı açıklamada kullandıkları dünyevi terimlerdi. Bu tutum dinî öğretilere karşıydı. Bu felsefi tutumun doğal evrim teorisiyle çabucak kaynaşması beklenebilecek bir olaydı.
Darwin’in doğal evrim teorisinin Hıristiyanlığın tanrısal yaratma teorisine üstünlüğü bilimsel olarak gösterilebilir ve işlenebilir olmasındaydı. Oysa Âdem-Havva çiftinin macerası, bir çocuğun masallara inanması kadar saf bir inançla savunulabilecek ama bilimsel bakımdan ciddiye alınamayacak bir olaydı. Doğal ayıklanma bir hayat gerçeğiydi. Dini inançları yere seren bu gerçek insanı yalvarıp yakaramayacağı, sağır ve dilsiz, duygularla ilgisiz, acımasız bir güçle karşı karşıya bırakmıştı. İnsan doğal ayıklanmaya tanrıya sığındığı gibi sığınamazdı. Üstelik “var olma mücadelesi” güçlüyü haklıyla özdeşleştiriyor, uygarlığın temelini yıkıyordu, çünkü vicdan, güçsüzü güçlünün insafına bırakmamak çağrısı toplu yaşamanın bir temel taşıdır. Şimdi, Darwin’in niyetlerinin ötesinde zalimce bir anlam kazanan evrim teorisi insanları birbirine kırdırma zeminin hazırlıyordu. Darwin tehlikeyi daha Türlerin Kaynağı’nı yazarken görmüş ve kitabının ünlü son sayfasında doğal ayıklanmaya insani bir amaç koymaya çalışmıştı. Doğal ayıklanma insanların birbirini ezmesinin bir mekanizması olmamalıydı; tersine, “doğal ayıklanma her varlığın iyiliği uğruna işlediğinden bütün beden ve akıl yetenekleri mükemmelliğe doğru ilerleme eğiliminde olacaktır”. Böylece Darwin “en uygunun soy sürdürmesi” kavramı topluma aktarılırken barışçı bir yarışma anlamına gelmesini istiyordu. Ama barışçı yarışmanın olamayacağı sanayi toplumunda bu anlam gerçekleşemezdi.
Geleceği felsefeyle eşelemek bize şunları söyletebilir: İnsanın kendini mükemmelleştirmesini tarihin amacı olarak görmek tanrı düşüncesindeki transandansın yerine geçmek üzeredir. Çağımız tanrısal kutsallıktan insani kutsallığa geçiş çağıdır. Bunun ulusal yapıları aşarak gerçekleşmesi uzun zaman alacak. Ama artık geriye dönüş olmadığını biliyoruz.
Bunları söyleyebilmek için ilerlemeye ilişkin büyük bir sorunun altından kalkmış olmak gerekir. Şimdi karşımıza dikilen felsefi soru şudur: Bilginin her çağda artması olgusundan kalkarak insanlığın da her çağda daha ileri gittiği sonucunu çıkarmak doğru mudur? İnsanlık kavramının içeriğini sadece bilimler mi oluşturur? Tam tersi olamaz mı? Tarihte ilerleme düşüncesi bir oyalanma, belki de zorunlu bir oyalanma olamaz mı? İlerleyen bilgi insanın yararından çok zararına kullanılınca bu bilgi kavramın kendisiyle çelişmez mi? Bilgilenme insanlığı yok olmaya doğru götürürken hangi ilerlemeden konuşuyoruz? İlerlemenin taşıdığı olumsuzluklar “insanlığın ilerlemesi”nin taşıdığı etiksel anlama bağlanabilir mi?
İlerleme düşüncesi çekicidir. Bu çekiciliğe kapılarak etik değerlerin bilginin ilerlemesiyle zorunlu olarak geliştikleri sanısına kapılabiliriz. Hatta bilimlerin başarıyla gözümüzü karartıp öldürücü olanı ileri sayabilecek kadar aldanabiliriz.
İlerlemiş bilgi sayesinde şehirlerin bir çırpıda yakılıp yıkıldığı bir dönemde ilerleme düşüncesinin ikiyüzlülük olduğunu iddia edenlerin çıkması normaldir. Örneği: Issah Berlin ilerlemenin tarihî kaçınılmazlığını savunanların ya sınıf, ya ırk, ya kültür, ya kendi başına bir güç sayılan tarih yahut felsefi birer kavram olan “yaşama gücü”, “güçlülük iradesi”, hatta “çağın ruhu”na dayandıklarım, olayların sorumluluğunun somut insanlardan alınıp bu soyut ve kendi başlarına işleyen kavramlara verildiğini söyler. Berlin’e göre günümüzün tarih düşünürü kâhinlik geleneğini devralmıştır. Felsefî tarihçiler “halefi oldukları astrologlar ve büyücüler gibi gözlerini bulutlara dikiyorlar ve muazzam, aslı olmayan imajlar ve benzetmelerle konuşuyorlar. Tecrübeye, rational tartışmaya… Pek dikkat etmeden hipnotik formüller kullanıyorlar. Böylece hem kendi gözlerine hem bizim gözlerimize toz atıyorlar”. (1)
Bu düşünür aşırılıklara karşı tepkisinde haklı görülebilir, ama ilerlemeyi hiçlemek de aşırılık değil mi?
İlerleme bir aldanmaysa insanda aldığı yeni şeklin, tarihiliğin hesabı nasıl verilecek? Greklerin “aynı şeylerin sonsuzca tekrarı” inancı yahut Süleyman’ın “güneşin altında yeni bir şey olmaz”, “Ben Akiba’nın “şimdi olan her şey önceden bir kez olmuştu” deyişleri insan hayatını artık güdemez. Antropoloji çok çeşitli kültürlere önyargısız bakabilmeyi bize öğretti; ama kültürleri sadece birer hayat tarzı olarak anlarsak geçmişe göre ileri olduğumuz hiçbir konu bulamayız. Gerçi teknoloji ilerlemenin tek ölçütü değil, asıl ölçütü hiç değil, ama gene de bir ölçüt. Asıl ölçüt olan yaşatıcı değerleri gerçekleştirme yolunda tarihin başlangıçlarından beri, henüz niteliksel olmasa bile umut verici niteliksel gelişmeler olmadı mı? Yani, birbirimizi yaşatmak için bireysel boyuttan, toplumsal, ulusal ve sonunda uluslararası boyuta geçiş için gözle görülebilecek adımlar atılmadı mı?
Bu sorular birer antinomi olmaktan çıkacaksa -sorulara verilecek cevaplar, olumsuz olsalar bile, bir sonuca bağlanacaklarsa- evrim teorisi ile tarihte ilerlemenin birlikte ele alınacağı bir çerçeve çizilmiş olmalıdır. Şimdi bu çerçeveyi çizmeye çalışan birkaç görüşe değineceğiz.
Julian Huxley evrimin son basamağının akıl (konuşma ve kavramlarla düşünme) olduğunu, bunun da yalnız insanda bulunduğunu söyler: “Evrimsel ilerlemede atılan son ve evrimin geleceğinde sınırsız (ya da sahiden daha fazla) ilerleme vadeden biricik adım gerçek konuşmayı ve kavramlarla düşünmeyi içeren aklın eriştiği derecedir: Ve bu yalnız ve yalnız insanca vardır… Kavramlarla düşünme yalnız insanda bulunmakla kalmıyor: O, yeryüzünde insandan başkasında gelişemezdi de.
“Bu nedenle evrim bir dizi çıkmaz sokak olarak görülmektedir. Bazıları çok kısadır, ya durağan kalan ya da soyu tükenen yeni cins ve türlere yol açanlar… Uzun vadede hepsi çıkmaza saplandı… Derisi dikenlilerin ilerlemesi Mezozoik devrin kapanışından önce kritik dönüm noktasına ulaştı. En üst grubunu böceklerin temsil ettiği eklembacaklıların kesin sonu erken Cenozoic’de gelmiş gibi: Karıncalar ve anlar bile Oligosen’den beri hiç ilerlemedi. Kuşların evrimi Miosen’de son buldu, memelilerinki Pliosen’de.” (2)
“İlerleme ve onun gelecekteki olabilirliği yalnız tek bir soyda devam etmektedir, -insan soyu. İnsan silinirse, kavramlarla düşünme adımının en yakın akrabası tarafından bile yeniden atılması olasılığı en alt derecededir. İnsanın ata-grubunun geri kalan anthropoidlerden başka bir dala ayrılışından beri geçen on ya da yirmi milyon yılda onun bu akrabaları kendi özelleşme çizgileri içinde kalmaya zorlandılar ve bilinçli düşünen bir yaratığın içinden çıkıp gelişebileceği o daha genelleşmiş aşamayı arkalarında bıraktılar”.
İlerlemenin konusu olmak için geriye yalnız insan kalıyor. Ama insan, kendisine kadarki hiçbir canlıda bulunmayan, bu nedenle doğa-dışı diye nitelemek istediğimiz “değerler”in taşıyıcısıdır ve insan taşıdığı bu değerleri (hepsi “türdeşi bilinçli olarak yaşatmak” kavrayışı altında toplanırlar) doğanın kor oluşuna karşı bir amaca yöneltir.
Huxley değerlerin evrimdeki yerini saptamak ister. Soru şudur. İnsani değerler evrim varsayımının doğruluğunun ölçüsü müdür? Yahut: Evrimin ahlâki amacı var mıdır; varsa değerlere uygun mudur; üstelik değerler bu amacın kendisi midir? Julian Huxley’in dedesi T. H. Huxley insani değerlerin kozmik süreçlere karşı mücadele etmesi gerektiğini öne sürmüştü. Kendisi ise bunun tersini savunuyor: Evrim insani değerleri de ölçüp biçer, çünkü onların da kaynağı, oluşturucusu evrimdir. J. Huxley insanın kendisini oluşturan bir sürece -doğal, kozmik sürece- karşı mücadeleyi görev edinemeyeceğini söyler.
Antropologların bir kısmı -belki çoğunluğu- kültürler arasında, teknik beceri dışında bir basamaklandırma yapılamayacağı, sadece değişik çevrelere değişik uyum sağlamalardan konuşulabileceği görüşündeler. Teknik beceri de zaten doğal çevrenin imkânlarına göre değişir. Oysa Huxley’e göre insanın evriminde genel bir standarttan söz edilebilir. Rölatiflik iddiası biyolojinin derslerini unutmaktır. “Hiçbir biyolog dikenli karınca yiyenin ilk memeli tipin devamı olduğundan kuşku duymaz, ama ilk memelilerin hiçbirinin uzun dikenli omurgası olmadığından, karınca yiyecek tarzda özelleşmiş ağız ve dillerinin bulunmadığından emin olabiliriz. Aynı şekilde, Avustralyalı siyahların toplumsal ve kültürel örgütlenmesinin bazı özelliklerinin -totemlerinin ve evlilik sisteminin karmaşık ayrıntılarının- oldukça yeni özelleşmeler olmalarıyla beraber pek alt basamakta ve ilkel bir kültür tipinin devamı olduğunda hiç kuşkumuz bulunmaması gerektiğini söylemeliyim.”(3)
Huxley’e göre evrim süreci içinde bulunan tek canlı insan, ama “insan” deyince artık biyolojik bir varlıktan çok kültürel bir varlık anlaşılmakta. Her kültür bir değerler dokusu; doku yöreye göre değişik renkler, biçimler alıyor, ama bütün bu değişik görünümdeki dokuların varlığını ve işleyişini belirleyen, yöneten ortak ilkeler de var. “Evrim biyolojisinin ışığında artık insan kendisini bu gezegendeki evrimsel ilerlemenin tek gerçekleştiricisi ve tüm evrendeki ilerlemenin birkaç mümkün aracından birisi olarak görebilir… Artık kendisini doğanın geri kalmış kısmından ayrılmış hissetmemelidir, çünkü onun bir parçasıdır… Evrenle bağıntısında artık kendisini önemsiz görmemeli… O, kişiliğiyle anlam kazanmıştır, çünkü süreklice yeni anlamlar yaratmaktadır… Ve böylece, insan hayatında, ilerleme gerçeği kader sorunuyla bağlanmıştır? -boyun eğilecek ve gerçekleştirilecek bir şey olarak taşıdığı çift anlamda… Şimdi eldeki deliller ışığında kaderinin yaratıcı evrim sürecine katılmak, onu yönetmek olduğu kavrayışına varabilir”.(4) Huxley’in yapmak isteğine ilişkin son sözü şu olabilir: “Ortaçağ teolojisi insan hayatını ebedilik ışığında -sub specie aeternitatis- düşünmeyi körüklüyordu: Onu evrim ışığında -sub specie evolutionis- yeniden düşünmeye girişiyorum”.(5) Ama elbette evrim düşüncesinin din inancına karşıtlığı ebediliği reddetmesinde yatamaz, çünkü evrim insanda sonsuza süre-gidecektir. Huxley bu sözüyle doğal-doğaüstü karşıtlığını düşünmüş olsa gerek.
Huxley’in bu düşüncelerini dayanak olarak alabiliriz; ama onun çağımızın insanı için önerdiği “evrimci hümanizm”in büyük siyasal ve ekonomik sorunlar karşısında bir “ideal” olarak kaldığını, en azından henüz işlenebilir bir ideal olmadığını söylemekten de geri kalmıyoruz. Bizi burada ilgilendiren, Huxley’in önerisinin tartışılması değil, biyolojinin yerleşik bir kavramı olan “ikinci evrimden (yahut “genetik olmayan evrim”) tarihte ilerleme düşüncesine sağlıklı nasıl geçilebileceğidir. Gerek evrim, gerek ilerleme, çağdaş insanın eti kemiği olmuş kavramlardır. Bununla beraber, birincisinden ikincisine düpedüz geçiş, doğal oluştan tarihe ilişkin ilkeler çıkarma, indirgemecilik yanılgısıyla sonuçlanabilir. Karşılaştırma bizi basite, tek ilkeye götürmüyorsa o zaman karmaşık olanın hakkı verilmelidir. Nasıl ki bugün evrim basitten karmaşığa doğru kesintisiz bir süreç olarak görülmüyor, türlerin bir arada dallanıp budaklanması olarak görülüyorsa, tarihte ilerleme de determinizmlerin kesintisizliği olarak değil, determinizmlerle özgürlüklerin birlikte dallanması olarak görülebilir.
Doğada evrim düşüncesini tarihte ilerleme düşüncesiyle kaynaştırırken nelerden sakınmalıyız? İki kavramın kaynaşması tarihiliği doğallığın bir devamı olarak anlamakla mümkün, ama ikisi arasındaki fark o kadar büyük ki bunları aynı sürecin iki aşaması yahut yönü olarak anlamak da pek güç. İnsanla doğa arasındaki evrimsel-biyolojik bağlantı tek yanlıdır: İnsan doğayı değil, doğa insanı yapmıştır (yaratmıştır, oluşturmuştur vbg.); ama insanla tarih arasındaki ilişki karşılıklıdır: İnsan tarihi yaratmış ve her yaratışından sonra tarih de insanı yeniden yaratmıştır; ilerleme kavramıyla dile getirmek istediğimiz başlıca olgu budur. Bu farkı belirtmek, doğayla tarih ve insanla hayvan arasında basit benzetmelerden ya da kanıtlamalardan öteye geçememekle sonuçlanır.
Önümüzde iki bakış açısının gösterdiği iki yol var. Birine girip yürüdüğümüzde diğeri varlığını duyuruyor, bizi çekiyor. Yollar, doğallık ve tarihilik “ilerleme” potasında kaynaşabilir mi? Bir cevap Sherrington’dan: “Bizim şimdimiz yalnızca durağan değil; onun hareketi öyle bir hareket ki, yarın olacaklar bugün olanları tekrarlamaz. Astronomun bize değişik oluşum aşamalarında bulunduklarını söylediği ada-evrenler gibi, gezegenimiz olan bu adacık da tamamlanmamıştır. Kant insan aklını tamamlanmış bir şey olarak ele alır görünüyor. Ama son zamanlarda ve hâlâ insan aklı değirmen oluğundan hızla akan su gibi bir değişimler gelgitinin parçasıdır. Birçok canlı hep olduğundan başka bir şey olma çabası içinde. Ve işte aklımız, diğer şeylerle beraber başkalaşmakta, gezegenimizin oluşmasıyla beraber oluşmakta. Onun bir zaman gelip de tamamlanacağını ya da tamamlanmadan kalacağını bilmiyoruz. Onu şimdinin geçici, ad hoc bir düzenlenmesi olarak anlıyoruz. Bu ona, son edindiği görevi olan “değerleri gerçekleştirme” görevini yaparken sık sık hatırlatılacaktır.” (6)
Bir de bu sözleri sert dille eleştiren Leslie Paul’u dinleyelim: “Bu pasaj, formların sonsuzca akışım düşleyen, hiçbir şeyi olduğu gibi değil, her şeyi olmadığı gibi gören… Evrimin sürekliliğine ilişkin duygusal felsefeyi pekiyi örnekliyor… Böyle saçmalıklar karşısında, insana uygulanan evrim düşüncesinde doğruyu yanlıştan ayırma çabası daha da ivedilik kazanıyor.” (7)
Paul’a göre türlerin evrimi teorisi bir yığın delile düzen veren yararlı bir teoridir. Evrim tarihte ilerlemeyi içermez; dahası, ilerleme tarihin de sağlıklı bir kavramı olamaz. Paul’un ilerlemeyi reddine katılmak imkânsız, ama söyledikleri, evrimi tarihte ilerleme görme niyetine göre yorumlamadan, olduğu gibi araştırmanın gereğini etkili biçimde hatırlatıyor.
Bir canlı türün kendindeki olanakları (potensleri) gerçekleştirmesi ilerlemeyle ilgisiz bir olgu olarak da görülebilir. Bu, bir türün bireyinin kendi ömrü içinde mükemmelleşerek türü devamlı kılmasıdır. Bu devamlılıkta önemli olan biçimin değişmesi değil korunmasıdır. Meşe ağacının evrimsel hedefi (bütün ahlâk kaygılarına ilgisiz olarak) serpilen, karşıt dış şartlara direnen, ömrünün öngördüğünden önce çürümeyen bir meşe ağacı olarak kalmasıdır, -değişerek başka türlü bir meşe, gittikçe de başka bir ağaç olmak değil.
Yalnız insana özgü tarihî ilerleme, bilgilerin birbirine eklenmesiyle bilinmeyenin bilinene dönüştürülmesinden ibaret değildir. Aşırı bilimciliğin en büyük insan başarısı sandığı bu olgu kendi başına bir hiçtir. Bilginin artışı bir sorumluluğun artışını birlikte getirmiyorsa, bilginin kullanılışı yaşatmaktan çok daha fazla ölçüde türdeş öldürmek içinse, bu durum o bilgilerin olmadığı zamana göre gerilemeyi gösterir, ilerlemeyi değil.
İnsan varlığına daha fazla temel değerlerin katılması gerekmiyor. İnsandaki değerlere açılma olanak ve yeteneğinden daha üstün, daha ileri bir şey olamaz. Türdeşini yaşatmak için kendisini bilerek ölüme salan bugünkü bir insanla bu eylemi binlerce yıl önce gerçekleştirmiş bir insan arasında hiç bir fark yoktur. Bu anlamda insanlığın ilerlemesine gerek yoktur. İster doğasının ister tarihinin verisi olsun, bir başkasını yaşatma yeteneği insan türünün devamının ilk ve son dayanağıdır.
Dipnotlar:
1. Isaiah Berlin, Historical Inevitability, Londra 1954, s. 78-79 ve s. 12-13.
2. Julian Huxley, Evolution: The Modern Synthesis, George Allen and Unwin, Londra 1974 (1942), s. 570-71.
3. Julian Huxley, Evolution in Action, Pelican Books, Middlesex 1963 (1953), s. 147.
4. Not 3 de age, s. 140.
5. Not 3 de age, s. 141.
6. Charles Sherrington, Man On His Nature, Pelican Books, Edinburgh 1955 (1940), s. 150-151.
7. Leslie Paul, Nature Into History, Faber and Faber, Londra 1957, s. 27. Adı geçen kaynaklara daha yakından eğilmemi bu kitaptaki eleştirilere borçluyum.
Eylül 1988