Haberler-Mektuplar

12 Eylül yargılanmalıdır
O. HAKAN

12 Eylül 1980’i izleyen günler… Yönetime el koyan Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin beşi bir yerde: Kenan Evren… Nurettin Ersin… Tahsin Şahinkaya… Nejat Tümer… Sedat Celasun…
Milli Güvenlik Konseyi Başkanı önündeki kâğıtları seri bir şekilde karıştırdıktan sonra diğer üyelere hitaben:
“1. madde üzerinde söz almak isteyen?” Söz almak isteyen “yok”tur.
Evren, devam eder “Maddeyi oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler… Etmeyenler… Kabul edilmiştir”.
Evren bu kez ikinci maddeyi okutur: (Madde 2: Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer)
Evren: “2. madde üzerinde söz almak isleyen?” Yine “yok “tur.
Evren devam eder: “Maddeyi oylarınıza sunuyorum. Kabul edenler… Etmeyenler… Kabul edilmiştir. 3. Maddeyi okutuyorum”.
(Madde 3: Bu kanunu Adalet Bakanı yürütür)
Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren konuşur:
“Söz almak isteyen? Yok… Oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler… Etmeyenler… Kabul edilmiştir. ALLAH TAKSİRATINI AFFETSİN!”.
(Konsey tutanaklarından)

1980 Eylül’ünün ardından idam edilen onlarca gençten birinin ölüm fermanı Milli Güvenlik Konseyi toplantısında işte bu titizlik altında incelenerek kararlara imza atılıyordu.
48 gün süren yargılanmasından sonra idam cezasına çarptırılan ve 12 Eylül’ün hemen ardından Aralık 1980’de idam edilen Erdal Eren asıldığında henüz 18 yaşındaydı. Ve Eylül’ün nice ‘Dreyfus davalarından yalnızca biriydi…
Hâlâ kulaklarımızda Erdal Eren’in savunması:
“Hakkımdaki kararın üst düzeydeki sıkıyönetim komutanları tarafından verildiği o kadar açıktır ki normal hukuk usulleri dahi ayaklar altına alınmıştır. Mahkemenizin emir kulu olmaktan, “tanrıların” kan isteğini onaylamaktan başka bir görevi yoktur”.
Ve iki demeç:
“1971 yılında İstanbul 1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi kıdemli hâkimiydim. İdam cezası vermedik diye bağlı olduğumuz mahkemeyi lağvettiler…” (12 Mart sonrası İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi Kıdemli Hâkimi Remzi Şirin), 12 Eylül sonrası idam kararlarında imzası olan emekli hâkim Hamdi Sevinç ise şöyle diyor:
“Biz de insanız. Ama 12 Eylül beklenmedik bir zamanda gelip parlamento feshedilince idamlar onaylandı. Bu idamların onaylanacağını düşünmüyorduk. İnfazların yapılmış olması biz yargı mensuplarını sanki haksız bir karar vermiş noktasına getirmiştir. Ben şahsen bundan büyük ızdırap duymuşumdur. 12 Eylül öncesi kesinleşmiş idamların infaz edilmemesi konusunda görüşlerimizi yazılı olarak bildirdik. Buna rağmen hükmü veren insanların görüşü dikkate alınmaksızın infazlar yapıldı. Bugün sureti kafiyede idam vermezdim”. (Nokta, 17 Mayıs 87)
Hamdi Sevinç sorumluluğu üstlenmiyor. Peki, sorumlu ya da sorumlular kim? Hamdi Sevinç’i ve diğer sıkıyönetim yargıçlarını kim atadı? Bunları atayanları kimler atadı? Onaylar kimlerden çıktı?
Bugüne değin parça parça gündeme gelen işkenceler, yolsuzluklar ve hukuk dışı uygulamaların bir bütün olarak sorumlusu kimler?
Mamak Askeri Cezaevinde 6 can alan ve “sanıkları dövün ama öldürün demedim” diyen cezaevi müdürü Albay Raci Tetik mi yalnızca sorumlu olan yaptıklarından?
300’ü aşkın polis ve subay hakkında, devlet adına hareket ettiklerine inandığı için işkence soruşturması açtırmayan sonra da yaptıklarını bir kâğıda dökerek Devlet Başkanı Kenan Evren’den “başka bir yere atanmasını isteyen” askeri yargıç Halk Cengiz mi yalnızca sorumlu olan?
12 Eylül 1980’den 19 Kasım 1985’e kadar tutuklananların sayısı 70 bin. Gözaltına alınmaların hesabının ise tutulmadığı bir dönemden geçtik.
İlkokul defterleri arasında Yılmaz Güney’in resimleri çıkan 13 yaşındaki Hakan Bayraktaroğlu’ndan ulusal kurtuluş savaşına katılmış 84 yaşındaki Abidin Başal’ın Dev-Genç elemanı olarak gözaltına alınmasına kadar bu topraklardaki her 150 kişiden biri bu acıları paylaştı.
39 ton kitap yakıldı. 118 bin kitap imha edildi, 113 bin kitap depolara hapsedildi. Özgürlüklerinden yoksun gazeteci, yazar ve yayıncılar konusunda bir dünya rekoruna doğru gidiliyor.
İki bine yakın profesör, doçent ve asistan üniversitelerinden uzaklaştırıldı.
Askeri cezaevlerindeki grevleri sırasında tutuklulara yapılanları onaylamayan, baskı programlarına karşı çıkan görevli subaylardan Kabakoz’dan Zekaettin Çakal, Elazığ Askeri Cezaevi’nden Burhan Karal, Kırşehir E tipinden Engin Güllü yönettikleri cezaevlerinde tutsak oluyorlardı.
Diyarbakır Bağlar Askeri Cezaevindeki görevine bir hafta bile dayanamayan Doktor Dursun Kırbaş kendini ihbar edip ellerine kelepçe vurulduktan sonra “kurtuldum” diyordu.
İstanbul’da faaliyeti yasaklanan sendikaların paraları ile sıkıyönetim güvenlik güçlerine araç gereç alınıyordu. Sıkıyönetim kayyumları sendikaların paralarını istedikleri bankaya yatırmalarına göz yumuyordu.
-İşkenceyle adam öldüren, komiser Mehmet Yılmaz’ın bu suçu onun Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde “görevini” sürdürmesine, yine 1980 yılında bir kişiyi işkenceyle öldürdüğü üç kişiyiyse sakat bıraktığı iddia edilen komiser Kartal’ın bu suçu onun Eskişehir Emniyet Amirliği’ne terfi etmesini önleyemedi.
İlhan Erdost’un işkenceyle öldürülmesinden sorumlu Astsubay Bekir Bağ’ın yargılanması 58 ay ve üstelik tutuksuz sürdü. Zeynel Abidin Ceylan’ı işkenceyle öldüren polis Mustafa Haskırış 14 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı, ancak Haskırış’ı yargılayan mahkeme karardan bir celse önce sanığı serbest bırakıyordu. Oysa Erdal Eren’in tüm yargılanması 48 gün sürdü ve sonunda idam edildi. Ve henüz 18 yaşını bile doldurmamıştı.
Siyaset tümüyle yasaklandı, bütün siyasi partiler ve meslek kuruluşları demokratik örgütler ve DİSK kapatıldı, mallarına el konuldu. Sadece tek sese izin vardı. Ve bugün Türkiye’de çalışanların yüzde 80’inin sendika kurma yüzde 90’ımn grev yapma hakkı yok.
Ülkede binlerce insan çeşitli gerekçelerle “Anayasayı tebdil, tağyir ve ilga”dan yargılanıp mahkûm edilirken, Hıdır Aslan sadece yazı yazma, bildiri dağıtma gibi eylemlere katılmakla suçlanıp idama gönderilirken silah gücüne dayanarak yönetime el koyduğunu ilan eden ve tümüyle “yeni” bir Anayasa yapanlar “Anayasayı tebdil, tağyir ve ilga” etmiş olmuyorlardı. Ve yargılanmalarının önü tıkanıyordu. Sehpaya ilerleyen Hıdır Aslan “anlamlıysa ölüm. yaşamak kadar güzeldir” derken, onu sehpaya gönderenler, “kelle kollukta ihtilal yaptıklarını” söyleyenler yüreklerinde korku taşıyorlardı.
Anayasa’nın 10. maddesi “herkesin kanun ününde eşil olduğunu, hiçbir kişiye, aileye, zümreye ve sınıfa imtiyaz tanınamayacağını” söylüyor. Sonra da yine aynı Anayasa’nın geçici 15. maddesinde Milli Güvenlik Konseyi’ne icraatlarından dolayı yargı yolu kapatılıyor.
Henüz daha 12 Eylül’ün üzerinden üç yıl geçmemişti ki önce kulislerde sonra açıkça yönetime el koyanlar hakkında yolsuzluk iddiaları birbiri peşi sıra gündeme gelmeye başladı. Konsey üyelerinin adları yolsuzluk iddialarıyla birlikte anılır oldu. Şahinkaya-General Dynamics-Çanakkale Seramik-Bağfaş bağlantısı, Nejat Tümer-Hudem Denizcilik AŞ bağlantısı, F-16 ve gemi alımları, banka-kredi ilişkileri, Evren’in kızlarının daireleri kamuoyunun ilgi odağı haline geldi. Geçici 15. madde bu ayyuka çıkan yolsuzluk iddialarının da soruşturma ve yargı konusu edilmesini engelleyen bir zırhtı.
Hukuk dışılığı garanti altına alan 12 Eylül “hukuku” nasıl bir şeydi? Konsey döneminde çıkarılan yasalar gözden geçirildiğinde en çok değişikliğe uğrayan yasalardan birisi 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası’ydı. Temmuz 1987’de Sıkıyönetimin Diyarbakır’da da kaldırılmasından sonra tüm yurtta sıkıyönetim uygulaması son bulmuş oldu. Ancak sıkıyönetim mahkemeleri halen yargılamalarına devam ediyorlar Sıkıyönetimler sona ermişken Sıkıyönetim mahkemelerinin “görevlerine” devanı etmesi burjuva hukukunun kendi mantık kuralları içinde dahi önemli bir keyfiliği vurgulamaktadır. Kendine bir Anayasa şapına ihtiyacı duyan 12 Eylül yönelimi bu Anayasa’nın 37. maddesinde “hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkamaz” derken Sıkıyönetim mahkemelerinin halen devam etmesi bu maddeyle çelişme halindedir. Bu hukuk dişiliğin nedeni, MGK tarafından çıkarılan yasaların Anayasaya aykırı olsa dahi uygulanmasını zorunlu kılan geçici 15. maddedir.
Hem Anayasa yapacaklar hem de kendi yaptıkları Anayasa hükümlerini istedikleri gibi çiğneyecekler, sonra da burjuva aydınlarımız hâlâ hukuktan, hukukun üstünlüğünden bahsedecekler. Yok böyle yağma.
Bunun yanı sıra, 1402 sayılı yasanın 17’1 maddesi işkence suçluları hariç sıkıyönetim sanıklarının tümüne uygulanmakta ve sanıklara ek cezalar dağıtılmaktadır. Şu anda cezaevlerinde bulunan insanların büyük çoğunluğu bu 1/3’ten 2 katına kadar artırılmış “cezaları” yatmaktadırlar.
Görevsiz mahkemelerin artırılmış cezalar dağıtmasından Daha da önemlisi, ceza dağıtımının burjuva hukukunun en temel ilkesi çiğnenerek tanık ve delilleriyle kanıtlanmış “suçlar” karşılığı olarak değil, işkenceyle alman ifadeler ve oluşturulan polis senaryolarına dayanılarak yapılmış olmasıdır. Siyasi polisin senaryoları iddianamelere dönüştürülerek yargılamalara temel alındı. İnsanların en doğal haklarından olan savunma haklan, yoğun baskılar altında tutuldukları cezaevlerinde ve mahkemelerde savunma olanakları ellerinden alınarak, çeşitli gerekçelerle maileme salonlarından atılmalarına gerçekleşemez kılındı. Savunma yapabilenlere savunmalarından dolayı onlarca yıllık cezalar verildi. Bu kendini savunamazlık da 12 Eylül hukukunun temel dayanaklarından birim oluşturdu.
Gözaltına alınan ve tutuklananlar baştan en yetkili ağızlarca suçlu ilan edildi.
İşkencecilerden hesap sorulmalıdır. İşkence ile ilgili suçlarda zamanaşımı ortadan kaldırılsın. Bu konudaki yargılamalar ve soruşturmalar yinelensin. İşkence insanlık suçudur ve bu suçlar zamanaşımına uğramaz.
Tüm hukuk dışı tutum ve uygulamalar hukukun konusu edilmelidir. Hukuk dişilik hukukun süzgecinden geçmelidir. 12 Eylül “hukuku” ile, yolsuzluklarıyla, işkenceleriyle, yüzlerce insanın canına mal olan karar ve uygulamalarıyla, yönetime el koyusu ve “Anayasayı ihlaliyle” yargı önüne çıkmalıdır. EYLÜL YARGILANMALIDIR.

“Sizler de yargılanacaksınız”
Yargılanmasından 48 gün sonra idam cezasına çarptırıldı. 12 Eylül’ün hemen ardından Aralık 1980’de idam edildi. Asıldığında henüz 18 yaşındaydı. Ve Eylül’ün nice dreyfus davalarından biriydi.
Erdal Eren idamla yargılanırken mahkeme heyetine sunduğu savunmasında şunları söylüyordu:
“Türkiye’de ve dünyada görülmemiş bir yargılama usulüyle karşı karşıyayız. Bu davanın böylesine hızlı sonuçlandırılmak istenmesi olay dahi anlaşılmadan yukarıdan gelen emirlerle çoktan verilmiş bir kararın formalitesini yerine getirdiğinizi gösterir. Benim hakkımdaki kararın üst düzeydeki sıkıyönetim komutanları tarafından verildiği o kadar açıktır ki normal hukuk usulleri dahi ayaklar altına alınmıştır. Mahkemeniz sadece bu düzeni koruyan mahkeme değil aynı zamanda askeriyenin hiyerarşik emirleri ne de bağlıdır. Ve sizin burada emir kulu olmaktan, “tanrıların” kan isteğini onaylamaktan başka bir göreviniz yoktur. Bu o kadar açıktır ki mahkemenin bırakalım hukukun diğer kurallarını, sadece usule ilişkin yöntemi bile bunun kanıtı olarak yeterlidir.
(…)
“Hâkim sınıflar ve onların uşakları bu sömürü ve baskı düzenine yönelen her hareketi kanla boğmak istiyorlar.
“Her türlü demokratik hakkın hâkim sınıflar ve sıkıyönetim tarafından ayaklar altına alındığı şu dönemde biz devrimcilerin alçakça katledilen yoldaşlara son görevini yasaları da çiğneyerek yapması meşrudur. Meşru olmayan şey sıkıyönetimin ta kendisidir.
(…)
“Bugün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni aldığınız emirlere uygun olarak yargılayabilir ve ölüm cezası verebilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir”
ERDAL EREN


DARBECİLER YARGILANIYOR

1976… İsabel Peron devrildi. Askeri bir cunta kuruldu. Sürek avları başlatıldı. Ölümler… Ölümler… Ve işkence olağanüstü boyutlara ulaştı. Binlerce insandan haberdar alınmaz olmuştu. Koyu bir karanlık. Her şey yasak. Muhalif en küçük ses çıkaranlar kayboluyordu. Ve Falkland savaşı içinde oluşan ortamda, dayanaklarını yitiren darbeciler “tahtlarında” oturamaz oluyorlardı. “Kaybolanların” davasını güden beyaz başörtülü göstericilerin, dayanılmaz yaşam koşullarının ve zorbalığın mücadeleye sürüklediği emekçilerin hoşnutsuzluk ve eylemlerinin oluşturduğu birikim devrilen darbecileri mahkeme önüne götürdü. Videla, Galtieri ve daha bir çok faşizm ve diktatörlük suçlusu ömür boyu yaşam cezasına kader veren cezalara çarptırıldılar.
1967… Baba Papandreau, Papadopulos’un bir darbesiyle devrildi. Politeknik katliamında yüzlerce ölü… Yine amansız bir baskı ve zorbalık. Koyu bir karanlık. Yine ölümler, işkenceler, kayıplar… Ve her şeyin yasaklanması. Herkesin “nefes alışı bile” dinleniyor ve anında “hak edenler” “hak ettikleri” cezalara çarptırılıyorlar. Ama yine baskı ve zorbalığın, yoğunlaşan sömürünün karşıtını doğuran birikimlerin oluşması… Kıbrıs savaşının durumunu zayıflattığı Papadopulos ve yerine geçen İonides devriliyorlar. Başlayan bir demokratikleşme sürecinde darbeciler mahkeme önüne çıkarılıyorlar. Yine ömür boyu ve ağır hapis cezaları.
Cuntacılar bazı ülkelerde yargılanıyorlar.


Senaryonun son halkası

12 Eylül parça parça sahneye konan bir senaryonun son halkası mı idi? Yoksa generallerin anarşi ve terörü önlemek için bir gecede aldıkları bir kararla mı gündeme gelmişti? Hükümet zaten 1978’de sıkıyönetim ilan etmemiş miydi? TBMM’de bu sıkıyönetim uygulamasını 12 Eylül’e değin tam 10 kez tartışmasız uzatmamış mıydı? Anarşi ve terörle mücadelesinden her fırsatta dem vuran 12 Eylül yöneticileri kamuoyunun halen belleklerindeki önemli kitle katliamlarını ve provokasyonların sorumlularını açıklamak bir yana bunların isimlerini dahi ağızlarına almıyorlardı.
34 kişinin ölümü 126 kişinin yaralanması ile sonuçlanan 1 Mayıs 1977 mitingini organize edenler yargılanırken bu olayın gerçek sorumluları halen bulunamadılar
Faşist güçler Maraş’ta kolay bir zafer kazanıp ortalığı kan gölüne çevirirken Çorum’da örgütlü halk karşısında geri çekilmek zorunda kalıyorlardı.
12 Eylül hazırlıklarının 1978-80 yıllarında askeri üst kademelerde yapıldığı bugün artık bilinen bir gerçek.
1 Mayıs 1977, Ecevit’e Çiğli suikastı olayı Marmara gemisinin batırılması. Kültür sarayının kundaklanması. Hamido’nun Malatya’da posta paketi aracılığıyla ailesi ile birlikte havaya uçurulması. Tek tek kişi ve kuruluşlara dağıtılan mezhep kışkırtıcılığı yapan mektuplar. Abdi ipekçinin öldürülmesi. Ve daha niceleri, yoksa bunların hepsi bir bütünün parçaları mıydılar?


MHP ve 12 Eylül: ‘Fikirleri iktidar ama.

Ülkemizde kazanılmış demokratik hak ve özgürlüklerin 1980 öncesi boğulmaya çalışılmasında MHP’nin faşist terörü bir kaldıraç işlevi gördü.
12 Eylül’de sağ ve sol arasındaki kavgayı önlemek için değil, bütün katliamlara ceza yasalarına rağmen yükselen devrimci mücadeleyi bastırabilmek için gündeme geldi. Denge devrime: güçler lehine bozulunca Amerikan desteği ile 12 Eylül gündeme geldi.
12 Eylül öncesi sivil faşist terörün, devletle ilişkisi bağımsız polis birimlerinden aldığı destekten çok daha derin ve güçlü idi. 12 Eylül sonrasında ise sivil faşist terör kesiliverdi. Görev ifa edilmiş misyon tamamlanmıştı. Kitleler nezrimde teshir olmuş bu hareket şimdilik bir kenara atılıyor ve hatta göstermelik yargılamalara tabı tutuluyordu. Ta ki kamuoyunun dikkatleri dağılana kadar
MHP’nin 1973 seçim bildirisinde “Ülkücü gençlik, 12 Mart muhtırası ile vazifesini şerefli silahlı kuvvetlere devretti” deniliyordu.
12 Eylül sonrası ise MHP yöneticisi Agâh Oktay Güner, hizmetlerinin karşılığını alamadıklarını ve çok fena kullanıldıklarını su sözlerle dile getiriyordu:
“Fikirleri iktidar, kendileri tutuklu bir siyasi kadronun dünyadaki ilk örneği biziz…”

Helsinki Watch’ın yayınladığı “Özgürlük ve korku: Türkiye’de insan hakları” raporundan:
1980 darbesini izleyen yıllarda yaklaşık 178 bin Türk I 5/ O w vatandaşı sorgu için tutuklandı. Çoğu çok kötü işkence gördü. Yine birçoğu yıllar süren kitle davalarının sonuçlarını beklemek için cezaevlerine gönderildi.
• Fikri Sağlar, 4 Şubat 1987’de Cumhuriyet’e verdiği demeçte “Şu anda… Yaklaşık 10 bin kişi fikir suçlarından cezaevlerinde yatıyor” diyor. Uluslararası Af Örgütü de bu sayıyı yaklaşık 10 bin olarak tahmin ediyor.
• Cezaevleri koşulları çok kötü açlık grevleri devam ediyor.
• İnsan haklarındaki temel sorunlar değişmedi: Baskıcı 1982 anayasası.
• 1985’te Helsinki Watch, Türk hükümet yetkililerinden daha önce hiç görmediği ilgiyi gördü. Ama 1987’de Güneydoğudaki Kürt sorunu için yerinde inceleme talebi karşısında, daha önce açılan bütün kapılar kapandı.
• Türkiye’de Kürt sorunu şu anda en hassas insan hakları meselesi.
• Türkiye mayalanmakta olan bir toplum yönü ise belli değil. Ama biz yine de iyimseriz. Bu mayalanma umut etmek için en iyi neden. Ne yazık ki Türkiye’de insan hakları açısından beklentilerimiz gerçekleşmedi. Türk yetkilileri işkence bitti diyor ama işkencenin halen rutin olarak sürdüğü gözlenmektedir.
• 1923 yılından bu yana Türkiye’deki Kürtler büyük ölçüde baskı altında Türk hükümeti o zamandan bu yana Kürtleri dağıtmak ve asimile etmek için çok çaba harcadı. Merkezi İngiltere’de bulunan azınlık hakları grubu 1980 yılı itibarıyla dünyada toplam 16 milyon 320 bin Kürt olduğunu bunların 8 milyon 455 binin Türkiye’de yaşadığını yazdı. Ancak Türkiye’deki Kürt nüfusunun 15 milyon civarında olduğunu savunanlar da bulunuyor. 1980 askeri darbesinden sonra binlerce Kürt eylemci ve sempatizanı (ki bunların büyük bölümü şiddetin içindeydi) dünyanın en kötü cezaevlerinden biri olan Diyarbakır cezaevine atıldı. Kürt sorunu bugün Türkiye’de çok duyarlı bir mesele. Basın bu konuda kendisini baskı altında hissetmekte.
Zaten Türkiye’de Kürt teriminin kullanılması henüz birkaç aylık bir mesele. Bu konu bir tabu. Görüştüğümüz parlamenterler “bize her şeyi, işkenceyi, cezaevlerini sorabilirsiniz ama Kürt meselesini sormayın” şeklinde konuşuyorlar


ALAADDİN’İN LAMBASI
A. Kadir Konuk

Hani olmaz ya, oldu diyelim
İzin verdiler doyasıya konuşmamıza
Ve son arzumu sordular hemen ardından
Bir tek şey söylemeyi çok isterim
Belki o gün
O kalabalıkta
Olur a söylemeye vakit bulamam.

Alaaddin’in Lambasını istiyorum diyeceğim
Gülecekler
Güleceğim
Aklımı kaçırdığımı sanacaklar belki
“Üşüttü” diyecek biri ötekine hafifçe,

Alaaddin’in lambasını istiyorum
Süreceğim elimi üzerine
Bin yıllık tozunu sileceğim
Ve dileğimi dileyeceğim

Tüm tiranları yok et cin!
Tüm yoksulları varsıl.
Tüm sayrıları iyileştir saniyede
Çocukların kucakları tatlı dolsun
Ve kesilen her ağacın yerine
Bin filiz yükselt toprak anadan
Bir de elin değmişken hazır
Açılan deliğini yama ‘ozon’un
Yok et radyasyonu dünyadan
Tüm bombaların pimlerini çürüt
Doğal olsun insanların ölümü
Yeterince yaşlanarak.

“Yeter” diyecekler belki
Güleceğim
Son bir şey daha
Söyle ipe utanmasın
İlmiği sıkıyor diye boynumu
Ama bir daha sallanmasın
Üçağaçlar altında
Ve sabah erken olsun
Çabuk uyansın insanlar
Özlenen mutluluğa.

Hani olmaz ya oldu diyelim
Ben unutursam istemeyi lambayı
Sakın sen unutma
Ağustos 88

YAŞAMI SORGULAYAN ŞİİR NOTLARI
NAMIK KUYUMCU

“Ben insanım ve insana özgü olan hiç bir şey hana yabancı değildir”.
Terentius: (İÖ 195-159)

Tarihin bilinmeyen bir zamanında yitirilen
çocuğun yarım kalmış gülüşlerini kanıyordu aynalar.

Gün gelip her yer kararınca horozların ortalığı ayağa
kaldıran uyarılarına kulak vermeyişlerinin kederiyle
tanıştı insanlar. Güneşin ve kuşların unutulduğu
demirden mızraklı kasabalara koştururken çığlık
çığlığa, adı ateş olan çocukların dudaklarında ölüm
ince bir susuştu…

sonsuz bir akıştı sular renginde taşman
inat ve ihanet sığmıyordu ajans bültenlerine
izsürümü günlerde yitirildi en duyarlı yanımız,
unutulan resimlerin suretlerinde kaldı selamlar

kaç kez ağlamaklı kapandın aynalara
kaç kez eksilttiğin oldu açmazlarda kendini
gülüşünde bin baharın çiçekleri açardı bir zamanlar
hangi ayazı üşüyorsun şimdi inkarın kıyılarında

II.
Gidenlerin sessiz ve erguvani şarkıları iğde
kokularına karışarak iniyordu kentin üstüne.
Sokaklar yaşanmamış eksik bir şeylerin
kırgınlıklarıyla doluydu

Desem ki mutluluk bir tutam su gibi avuçlarımdan
süzülüp gitti, yerlerde ise çamurlardan başka geriye
kalan hiç bir şey yok. Yanlış veya doğru bir şeyler
yaşanmış, -ve her şeye rağmen yine de güzeldi-
desem neyi kolaylaştırır?

varsın ürpertiler sağanağıyla tutuşsun günler
fesleğenler bile ağrılı açar oldu o gündür
serüvencilerin
en duyarlı yerlerinde en sivri mızraklar denendi
akışını unuttu sular rengini yitirdi

ateştir yanar ışık ve sonra kül olur
talan iklimi de geçer künyesine tarihin
Prometheus ölmüş çelik gagalı bir kartalın pençesinde

son değil Erdal’ı da yitirdik
ateş bile çalmamıştı kimseden
ama tanrısızdı
ölümlüydü üstelik aramızdan giderken

III.
Eski bir liman kentinin ışığı sönmüş yorgun
fenerlerindeki aldatıcılık, pusulası bozuk teknelerin
kayalara vurmasıyla son buladursundu. Deniz
kızının tuzlu dudaklarından dökülen hüzün şarkısı
köpekbalıklarının saldırısını ne zamana dek
geciktirebilir? Yunuslarında soyu tükeniyor artık…

Her şeyin bir sesi vardı:
Öldüğümüz ama öpüşemediğimiz sokakların,
“gerekçeli karar’lan hükümsüz kılmanın, dökülen
suyun ürkek duyguların, kırık şarkıların yorgun
tınısında sarhoş olmanın, tutsakların gözlerinden
kalkan kuşların, yaşanmamış bir aşkın kitaplara
sığmaz elvedasında koşmanın, susmanın ve kendini
kaçmanın bile…

eskimeyen sabahları koşuyor bir pervasız
yedeğinde karanfil yüzlü çocuklar gül
yaprağına düşen yağmur tanesi bir de
yalansız geçiyor
sahte kentlerin sarsak gülücüklerinden

…………………
yaşamak
ince bir bıçak üstünde yürümekti böylece
ömrümüzü aşan külliyesi serüvenin
belki de bir söylence olarak düşecek tarihe


Basın: Kaynayan kazan
Babıâli’de horon havası

* Mali sermayenin kitleleri sulandırılmış bir muhalefetle uyutmak emellerine paralel 1984’te yayın hayatına giren Sabah Gazetesi’ne şimdi de Hürriyet-Güneş ortaklığı ile yeni bir rakip geliyor: “Gazete”
* Sırada çarşıdan ayakkabı alır gibi gazete alan işadamları var: Hasbi Menteşoğlu. Çok uluslu tekel Asil Nadir’in ilk açıklaması: “Gazeteme sendika sokmam” tik icraatı, Gazeteciler Cemiyeti Başkanı’nı işbirlikçi almak, ardından da Dündar Kılıç’ın önünde gazino ilânları için diz çökmek,
* Babıâli’de toplu iş sözleşmeleri başladı: Uyuşmazlık. Basın emekçileri Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın İstanbul şubesini olağanüstü genel kurula çağırdı. Basın kazanı kaynamaya başladı…

Basında sansürün kaldırılışının yıl dönümü kokteyllerinde, 12 Eylül generalleri ile Şale köşklerinde sıkılmadan ‘şerefe’ kadeh kaldıran gazete sahip ve yöneticileri, bugün artık kendilerine de yönelmiş bulunan siyasal ve ekonomik baskıların paniğini yaşıyorlar.
Büyük sermaye, başta çokuluslu tekeller olmak üzere basına fiziki olarak da girmeye başladı. Basın özgürlüğüne büyük kısıtlama getireceği üzerinde herkesin birleştiği yasa tasarıları gündeme gelirken, Babıali patronları yıllardır şakşakçılığını yaptıkları özgürlüksüzlük ortamı içinde çürümeye ve tiraj kaybetmeye devam ediyorlar.
Basında ilginç görünümler ortaya çıkıyor…
1984 yılında mali sermayenin “kitleleri sulandırılmış bir muhalefetle uyutmak” emellerine paralel, İktisat, Ege, Tütünbank ve İş Bankası’nın 45 milyarlık desteği ile yayın hayatına atılan Sabah gazetesine şimdi de Hürriyet ve Güneş gazetelerinin yarı yarıya ortak kurdukları Hür-güç şirketi aracılığıyla yeni bir rakip çıkıyor. Adı “Gazete” olacak bu gazetenin hazırlık çalışmaları başladı.
İki gazete kadrosundan şişik görünen personel, hukuksuz bir şekilde kıdem tazminatları sıfırlanarak, “yeni gazete”nin kadrosuna geçiriliyor. Böylelikle Babıâli patronları bir taşla iki kuş vurmayı hedefliyorlar. Şayet “Gazete” tutarsa Sabah’a karşı “hav hav” yapabilecek yeni bir medyaya sahip olacak. Tutmazsa, ne önemi var! Bu yeni gazete yöntemi ile birçok basın emekçisi tazminatları sıfırlanarak işten atılmış olacak. Gazeteyi kapatırlar, olur biter, masraf da vergiden düşülür. Basın emekçileri Hürriyet gazetesinin daha önceki Hürgün girişiminden, Babıâli patronlarının bu tavrını yakından biliyor. Öte yandan ünlü hayali ihracatçı Hasbi Menteşoğlu’nun gazetesi Hürses ise şimdilik piyasaya çıkmak için en uygun anı kolluyor. Çarşıdan ayakkabı alır gibi gazete alan birçok işadamı da bu 4. kuvvetten istifade edebilmenin peşinde.
Özal’ın “2,5 gazete kalacak” sözlerine doğru kuvvetli bir gidiş yaşanırken, gazetelerin mali yapılarında hükümetin istemleri ölçüsünde, büyük sermaye giderek daha fazla ağırlık kazanmaya başlıyor. Mali Sermaye destekli Söz girişimi ile başarısızlığa uğrayan Gelişim Yayınları’nı ünlü kaçak işadamı Kemal Horzum’un yüzde 25 ortak olduğu kulaktan kulağa dolaşırken, Özal’ın anlaştığı ifade edilen Asil Nadir ise Türk basınında çok uluslu tekellerin de cirit atmasının öncülüğünü yapıyor.
Çokuluslu bir tekel olan İngiliz işadamı Asil Nadir, yanına işbirlikçi olarak Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nezih Demirkent’i de alarak Türk basınında horon tepmeye başladı. İlk adımı hükümetin sulandırılmış muhalefetine bile tahammül edemediği ve bunun için de uzun bir süredir kamu kesimi ilanlarını vermeyerek ambargo koyduğu Günaydın gazetesi oldu. Günaydın gazetesini aldıktan sonra Asil Nadir’in ilk açıklaması ise. “Gazetelerime sendika sokmayacağım” idi.
Asil Nadir’in ilk icraatı ise, mafya babası tutuklu Dündar Kılıç’ı tedavi gördüğü Çapa Göz Kliniği’nde ziyaret etmek oldu. Aynı günün akşamı da Dündar Kılıç’ın sahipliğini yaptığı Cem Reklam’ın yöneticileri ile Boğaziçi Restaurant’ta yemek yedi. Gündem; bugüne kadar sadece Hürriyet ve Güneş’in yayınlayabildiği “gazino ilanları”ndan kendilerine de bir pay verilmesi için icazet istemekti. Basın için önemli bir gelir olan “gazino ilanları”nın tüm kontrolü, tek elden Cem Reklam’a ait.
Sabah’ın bir dönem ücretsiz yayınlamaya kalktığı bu ilanların ardından gelişen olayları hatırlarız. Gazete kurşunlanmış, arabulucular ve geri adım… Gazino ilanları bugün haracın kibar kılıfı olmuş görünümünde.
‘Saygın’ Babıâli patronları mafyanın önünde diz çöküp icazet ararken, emekçilerine karşı hiç de yumuşak değiller.
Kontrolleri altına aldıkları Cemiyet ve Sendika yönetimleri aracılığıyla basın emekçilerinin hak arama mücadelesinin önüne dikiliyorlar. Ancak basında toplu iş sözleşmesine girilirken basın emekçilerinin uyanıklığı da her geçen gün artıyor. Babıali’de 1 Eylül’den itibaren Milliyet ve Tercüman gazetelerinde toplu iş sözleşmeleri başladı ve uyuşmazlık ile sonuçlandı. 1 Ekim’den itibaren de Cumhuriyet gazetesinde başlayacak.
Basın emekçileri toplu iş sözleşmesi dönemine girilirken, (Cumhuriyet, Milliyet, Tercüman) işçi üyelerin katılacağı komitelerce, sendikanın toplu iş sözleşmesi taslağının hazırlanmasını talep ettiler. Sendika, komitelerin hazırladığı istemleri çok bularak, kendi hazırladığı taslağı görüşmelere götürdü. Bu taslak toplam % 125’lik bir ücret artışını kapsıyor.
Basın emekçileri ise Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın İstanbul şubesini 93 imzalı bir genelgeyle olağanüstü genel kurula çağırdılar. Kısaca, basın önümüzdeki aylarda ilginç gelişmelere gebe…

MİT Raporunu Yayınlayan Gazeteci İrfan Taştemur: Basın İktidarla Bütünleşiyor
Hürriyet’te çalıştığı sırada, çeşidi yolsuzluk olaylarını araştırırken, MİT raporunu ele geçiren, bunu yayınlayamadığı gibi, gazetesinden ayrılmak durumunda kalan İrfan ‘Taştemur, Babıâli’de bir kaç gazete yöneticisinin kapısını çaldıktan sonra, kendisini 2000’e Doğru Dergisinde buldu ve Türkiye’nin çok önemli bir gündemini belirledi.

ÖZGÜRLÜK- İrfan. MİT raporunu nasıl ele geçirdin?
İ. TAŞTEMUR- Çeşitli vesilelerle belirttim, özetle, Hürriyet gazetesinde çalışırken ve Banker Bako olayını incelerken, bu rapor bana sızdırıldı.
ÖZGÜRLÜK- Kim sızdırdı?
İ. TAŞTEMUR- MİT. Ben de haber kaynağımı çok açık ve net olarak yazarak bu raporu ve arkasında sergilenen oyunları anlatmaya çalıştım. Şimdi bu MİT raporu kitap oluyor. MİT raporunu hazırlayan Özal’ın bu en gözde ekibinin esas olarak, CIA ve Mossad ile iş birliği çerçevesinde Türkiye ve Ortadoğu halklarına yönelik provokasyonların hazırlayıcıları olduğunu da tespit ettik.
ÖZGÜRLÜK- Hürriyet’te idin, niçin bu raporu orada yazamadın? Senin bu raporu yayınlamak için bir kaç gazete gezdiğini biliyorum.
İ. TAŞTEMUR-Sorun bu değil. Hürriyet’in ve başka gazetecilerin elinde yüzlerce MİT raporu var. Ama bunları MİT raporu olarak yayınlamıyorlar.
Bir bakıyorsunuz Nuri Çolakoğlu hakkında Tercüman ve Türkiye gazeteleri bir kampanya başlatıyorlar. Bir bakıyorsunuz, Nuri Çolakoğlu’nun geçmişi, özel yaşamı, sabıkaları bir bir dökülüyor. Bu da bir tür MİT raporu, başka bir şey değil ki!
ÖZGÜRLÜK- Şunu mu diyorsun; MİT’in sızdırdığı birçok rapor, gazete manşetlerinden, kaynak gösterilmeden kamuoyu oluşturmak için haber haline dönüyor.
İ. TAŞTEMUR- Ya da… Bu işin kılıfı şudur: “İstihbarat birimlerinin belirlediğine göre” ifadesiyle bu haberler kullandırılıyor
ÖZGÜRLÜK- Ne tür bir yönlendirme bu? Örneğin, savaş kışkırtıcılığı ve benzeri provokatif faaliyetler için uydurma raporlar mı sızdırılıyor? Örnekleyebilir misin?
İ. TAŞTEMUR- Mesela. . Kiliselerdeki faaliyetler. Hürriyet’te bu tür haberler, istihbarat birimlerine atıfta bulunularak yazıldı. Ama biz bunu yazarken, nereden aldığımızı, nasıl aldığımızı çok açık ifadeler kullanarak verdik, basının MİT’le ilişkilerini, çok açık olarak teşhir ettik.
ÖZGÜRLÜK- Senin bu MİT raporu olayında, kanımca, bir de basının teşhirinin gündeme gelmesi gerekirken, sanıyorum bu gözden kaçtı. Çünkü sen başvurduğun birkaç yerde bunu yayınlatamadın.
İ. TAŞTEMUR- İşte bunu ne yazık ki yeterince gösteremedik. Çünkü şu ya da bu şeklide, çalıştığım dergi büyük bir basın kuruluşuna bağımlı. Onun tarafından basılıyor, onun tarafından dağıtılıyor.
ÖZGÜRLÜK- Hangi kuruluş bu?
İ. TAŞTEMUR- Hürriyet… Çünkü Hürriyet’in ve basının genel “demokrasi tavrı” , şirket kuralları içinde işlemiyor. Bu nedenle çok açık ve net bir şekilde üzerine gidemedik.
ÖZGÜRLÜK- İrfan bir de basında çalışanların bir bölümünün, bu gibi provokatif tavırlarla çok çabuk özdeşleşebildiklerini görüyoruz. Hatta zaman zaman basın emekçisinin, gazete patronunun bizzat hazırladığı senaryoda rol alabildiğini de gözlüyoruz. Bu nasıl oluyor?
TAŞTEMUR Babıâli’deki genel gazeteci tipine baktığımız zaman, 3 tip gazeteci görüyoruz. Birincisi, “ezik” tip. Bunlar, “Ekmek parası, n’apayım” diyenler. İkinci tip, “takılanlar”. Bunlar, rahat olanlar. Paraları, arabaları, evleri var. Para alsa da almasa da olur. Üçüncü tıp, “kavgacı” tip. Basın gerçekten kavgacı tipe ihtiyaç duymalı. Basının koparıcı haberleri olmalı. Ama bakıyoruz ki kavgacı tipler, basından dışlanıyor. Ezik ve rahat tiplerle çalışma yeğleniyor. İşte bu nedenle, basın koparıcı, kavgacı haberler veremiyor güç kaybediyor.
ÖZGÜRLÜK- Basın Türkiye’de gerçekten ayrı bir güç mü?
İ. TAŞTEMUR- Türkiye’de basın siyasal iktidarla bütünleşmiş. Bu nedenle basını hedef almak gerekir. Siyasi iktidarı hedef alan bütün demokratik kuruluşlar basını da hedef almak zorundadır. Her gazete, Türkiye’deki belli çıkar gruplarının savunucusu durumunda. Bunların kavgası, manşetlerine yansıyor. Bir bakıyorsunuz, bir taraf uyuşturucu mafyasına vuralım” diyor, öteki tarafa gidiyorsunuz, orası ise, “yalnızca altın mafyasını vuralım” yor. Yani iki ucu da basın olmak üzere, görünümce uyuşturucu ile altın mafyasının karşılıklı hesaplaşması ortaya çıkıyor. Tabii burjuva basını kastediyorum.
ÖZGÜRLÜK- Basın emekçilerinin tavrı ne olmalı?
İ. TAŞTEMUR- Türkiye’de demokrasi ve özgürlük ortamı yok. Bütün demokratik kuruluşlarda etkili olmaya çalışılmalıdır. Cemiyet, sendika gibi…
ÖZGÜRLÜK- Gazeteciler Cemiyeti Başkanı, gazete patronu. Henüz görevinden çekilen sendika başkanı ise, gazete sahipleri Sendikası Başkanının müşaviriydi. Bu sence de komik değil mi?
İ. TAŞTEMUR- Bugün basındaki demokratik kuruluşların büyük bölümünün yöneticileri, çalışanların hiç bir sorunu ile ilgilenmeyen insanlar. Konumları itibarıyla haklarımızı savunamazlar. Gazeteciler Cemiyeti Başkanı aynı zamanda bir gazete patronu. Kalkıp sosyalist gazetecileri anarşistlikle, gazeteci olmamakla suçlama cesaretini kendinde bulur. Bu adamlara inanmamak ve güvenmemek lazımdır.


Topaç’ın Tek-tip Provokasyonu: Direnişçiler: Asla Giymeyeceğiz!
Erdenay VURAL

* Adalet Bakanlığının genelgesiyle yeniden gündeme gelen “Tek-tip uygulaması” Cezaevlerinde güçlü bir direnişle karşı karşıya.
* İnfazları yakılarak insanlar daha uzun süre hapiste tutulmak isteniyor.

Adalet Bakanlığının tüm cezaevlerine gönderdiği 1 Ağustos 1988 tarihli genelgeyle tek tip elbise yeniden gündeme geldi. Genelge, bazı cezaevleri yönetimlerince hemen uygulamaya kondu. Antakya cezaevinde tek tip elbise giymeyen 20 siyasi hükümlüye 1 aylık, Hatay cezaevinde 15 günlük ziyaret yasağı, yayın ve mektuplaşma cezası verildi. Diğer cezaevlerinde de genelgenin uygulanması ve beraberinde getireceği sonuçlan önümüzdeki günlerde göreceğiz.
80 Eylülüyle birlikte susturulan toplum kesimlerinden yalnız bir tek ses çıkması amaçlandı. Bu ses, resmi ideolojiyi tekrarlayacak yönetenleri alkışlayacaktı. Hak aramayı unutturan sistemli ve sürekli bir depolitizasyon politikasıyla, insanların siyasi iktidara karşı güçsüz ve yalnız oldukları empoze edilecekti. Bu uygulama yaratılmak istenen ‘tek tip insana tek tip elbise’ mantığı ile 1983 yılından itibaren çeşitli ceza ve tutuk evlerinde gündeme getirildi.
1983’ten sonra, tek tip elbise uygulamasına karşı tüm cezaevlerinde hemen her yıl 20-30 günü aşan açlık grevlerine gidildi. “Mahkûmların kaçışını önleme” bahanesiyle yürürlüğe konmak istenen uygulamaya karşı Metris ve Sağmalcılar özel tip cezaevlerinde başlatılan ölüm orucunda Hasan Telci, Abdullah Meral, Haydar Başbağ ve Mehmet Fatih Öktülmüş yaşamlarını yitirdiler. Adil Can, hastalığının ciddi olmasına rağmen, tek tip elbiseyi giymeyi reddettiği için aylarca hastaneye götürülmedi. Hastaneye kaldırılmasından bir hafta sonra Adil Can yaşamıyordu. Diyarbakır Askeri Cezaevinde 8 Şubat 1988’de başlayan açlık grevinde Mehmet Emin Yavuz yaşamını yitirdi. Açlık grevinin önemli taleplerinden biri tek tip elbisenin yürürlüğe konmamasıydı.
İnsan Hakları Derneğinin kurucu üyelerinden Didar Şensoy, cezaevi koşullarının düzeltilmesi ve tek tip elbisenin kaldırılması için Ankara’da tutuklu yakınlarının meclise dilekçe vermesi sırasında polisin saldırısına uğrayarak şeker komasına girdi ve yaşamını yitirdi. Cezaevlerinde İnsanca yaşam için verilen mücadele sonucu bir dizi kurallar gibi tek tip elbise kuralıda uygulamaya konulamadı. Bu durum yönetmeliğe rağmen meşruluk kazandı. Zamanın Adalet Bakanı Oltan Sungurlubtek tip elbise uygulamasının kaldırıldığını açıkladığında siyasi tutukluların bulunduğu cezaevlerinin hiç birinde tek tip elbise giyilmiyordu.
Adalet Bakanı Topaç’ın gönderdiği genelgede şöyle deniliyor: “Her ne kadar tüzüğün 139’ncu maddesi hükmü ile hükümlü ve tutuklulara tek tip elbise giyme mecburiyeti getirilmiş ise de, bilahare yapılan açıklamada tutuklulara tep tip elbise giydirilmesinin mecburi olmayabileceği belirtildiğinden bu konuda mevzuat değişikliği çalışmalarına başlanmış olup sonuç alınıncaya kadar yasal zorunluluk nedeniyle tüzüğün 139’ncu maddesi hükmünün uygulanmasının sağlanması konusunda azami hassasiyet gösterilecektir”.
Acaba bu yasal zorunluluk Oltan Sungurlu’nun Adalet Bakanlığı döneminde yoktu da Mehmet Topaç’ın Adalet Bakanlığı döneminde mi gündeme geliyor?
Cezaevinde direnen insan, onurunu korumak için, yasaların icazetine gerek duymaz.
1983’te Çanakkale E tipi cezaevinde idarenin başlattığı “tek tip elbise giydirme operasyonu” sonucunda 101 hükümlünün infazı yakılmıştır.
Bugün Buca, Antakya, Hatay cezaevlerinde tek tip elbise giymediği gerekçesiyle, ziyaret yasakları konan, hücrelere atılan tutuklu ve hükümlülere verilecek disiplin cezalarıyla infazlarını yakmaya çalışmak aynı anlayışların ürünü değil mi?
Tek tip elbise giymeyen tutuklu ve hükümlülerin 22 gün içinde alacakları bütün disiplin cezalarının sonucu infazlarının yakılması söz konusu.
Yönetmelik uygulanırsa tek tip elbise giymeyen on yıla hükümlü bir kişi dört yıl cezaevinde kalması gerekirken on yıl kalacaktır.
Genelgeden sonra kamuoyunun tepkileri sonucu yumuşama eğilimleri göstererek “tutuklular mahkeme önünde tek tip elbise ile çıkmanın kendilerini olumsuz yönde etkilediğini söylüyorlar bu konuda kısa zamanda düzenleme, gerekirse tüzük değişikliği yapılabilir” şeklinde açıklama yapan Topaç bir süre sonra Oltan Sungurlu’nun yaptığı gibi bir açıklama yaparsa bu arada infazı yanan hükümlülerin durumu ne olacaktır?
Tek tip elbise yeniden gündeme getirilerek, ceza ve tutuk evlerinde yeniden açlık grevleri ve ölüm oruçlarının başlatılması mı isteniyor? Bu genelge açıkça bir provokasyon niteliğindedir.
31 Temmuz 1957’de Birleşmiş Milletler Ekonomik Ve Sosyal Konseyi tarafından hazırlanan “Tutuklu ve hükümlülere muamelede uygulanması gereken asgari kurallar” sözleşmesini Türkiye’de imzalamıştır. Söz konusu sözleşmede işkence ve onur kırıcı uygulamalar ve disiplin cezaları yasaklanmış, insanca yaşam koşullarının sağlanması için zorunlu düzenlemeler getirilmiştir. İçerdeki insanın talebi asgari düzeyde bundan farklı değildir.
Bugün onlarca insanın hayatları, yüzlerce insanın sakat kalması pahasına çeşitli kazanımlar elde edilmiştir. Bu kazanımların geri alınmasına hiç bir duyarlı insan sessiz kalmayacaktır. İçeride ya da dışarıda.

NE DEDİLER:
E. GALİP SANDALCI

“Tutuk evlerinde tek tip elbise giyilir veya giyilmez. Önemli olan ülkemizde bunun bir simge haline gelmesidir, insanlık dışı bir muameleye karşı direnişin simgesi olmuştur, eylülden sonraki sekiz sene böyle geçmiştir. Bu dönem içinde tutuklular, hükümlüler ve yakınları hayatlarını kaybettiler. Şimdi bugün Amerika veya İngiltere’de giyiliyor diyerek, cezaevleri göreceli bir sükûnete kavuşmuşken, tek tip elbise uygulamasını yeniden gündeme getirmek provokasyondur. Bu işte hangi anayasa, hangi özgürlüklerden bahsediyorlar? Bunlar palavra… Bunları açıkça söylemek gerekir. İnsan hakları açısından bir kokuşma varsa Avrupa Topluluğu’na giremezsiniz. Özellikle de insan hakları açısından, özgürlükler açısından bu böyle.”

Av. Hasan Girit:
“12 Eylül’le standart insan yetiştirme resmi devlet anlayışı olarak kabul edildi, standarda uymayanlar yok edildi. 82 anayasasının özelliği tek tip insan yaratmaktır. Tek tip elbise de tek tip insan yaratmanın aracıdır”.

Dr. Erdal Atabek:

“Hapishane sorununu demokrasi ve uygarlık sorunu olarak görüyorum. Tek tip başta olmak üzere bu tür cezaevi yaptırımlarının amacı “ben güçsüzüm” dedirtmektir, insana güçsüz olduğunu hatırlatma, yalnızlaştırma ve umutsuzlaştırmaktır. Mücadele örgütlü mücadeledir. Elde edilecek ne varsa mücadeleyle elde edilebileceğini bilmek gerekir.

AVUKAT NEBİ BARLAS
1980 yılından itibaren cezaevlerinde insanlar yüzlerce, binlerce kez insan onuruyla bağdaşmayacak şekilde ortaya konan uygulamaların karşısında oldular.
Tek tip elbisenin gündeme gelmesiyle, tek tip elbise giymeyen tutuklular mahkemelere çıkartılmadı, avukatlarıyla görüştürülmedi. Maksat tek tip elbisenin giydirilmesi değildi. Tutuklunun savunma hakkının ortadan kaldırılması, davaların oldubittiye getirilerek bir an önce bitirilmesiydi. Cezaevindeki insanların direnmesi bu uygulamayı başarısız kılmıştır. Sanırım geri adım atılmasında önemli bir neden de AET’ye girme çabalarının yoğunluğudur. Cezaevlerindeki büyük direniş tek tip elbise uygulamasının bir çıkış yolu olmadığını göstermiştir. Adalet Bakanlığı’na yeni gelmiş bir kişinin, gazeteleri de göz önünde tutarak, 80 sonrası cezaevlerinde yaşanmış olayları, kronolojik sırasıyla incelemek suretiyle cezaevlerindeki yanlış uygulamadan vazgeçilerek, uygulamanın en doğru biçimini bulması gerekir.
Adalet Bakanlığı’nın genelgesi geçmişten ders almamaktadır. “Biz bunu giydiririz, nasıl olsa tutuklu sayısı da azaldı” diye düşünülüyorsa, Adalet Bakanlığı yanılıyor. İnsanlar direnir, aileler direnir.
Genelge geri alınmalıdır, bu yasa değildir, Bakanın tasarrufundadır. Cezaevinde 8 yılı aşkın süredir tutuklu olan insanlar var. Tek tiple birlikte İnfaz yakmalar gündeme geliyor: İnfaz yakmak hukuka aykırı olduğu gibi, adalete, insan vicdanına, cezadan beklenen gayeye de aykırıdır. Bu uygulama kimseye bir şey kazandırmaz. İnsanların direnemeyeceği düşünülüyorsa, bu yanlıştır, insanlar direnir.

Av. Turgut Kazan:
“Türkiye’de insan hakları konuşulduğunda genellikle cezaevleri tartışılıyor. Bizde başka haklar kullanılamadığı için ya da kullanılması halinde kişi kendisini cezaevinde buluyor. Bu yüzden hep cezaevi tartışılıyor. Tek tip başta olmak üzere cezaevi sorunları ile herkes ilgilenmelidir. Bu herkesi bugünkü yöneticiler de kapsamaktadır. Sağlam bir cezaevi geleneği yaratalım. Herkese lazım olabilir”.

GENELGEDEN: DİSİPLİN CEZALARINI GEREKTİREN HALLER:
Birden fazla hükümlü ve tutuklunun idarece verilen elbiseyi giymemeleri ideolojik slogan atmaları marş söylemeleri, eğitime katılmamaları, ideolojik eğitim yapmaları, mahkemeleri boykot etmek amacıyla ifade vermemeleri, boykot amacıyla mahkemelere gitmek istememeleri, idarece verilen yemeği almamaları, sessiz direnişe geçmeleri, sayım vermemeleri, istiklal marşı törenlerine katılmamaları, mesaj, şifre mektup, işaret veya bağırarak başka koğuş ve dışarıyla haberleşmeleri vb. ayrıca havalandırma, ders saatlerinde koğuşa girmek yatma saatinde yüksek sesle konuşmak, koğuş duvarlarına resim asmak, çivi çakmak, yatak yerini değiştirmek, diğer koğuşlara girmek vb…

SHP’de neler oluyor?
SHP ilginç bir parti. 12 Eylül icazetinden geçerek geliyor. Genel Başkanı İnönü, babasından devraldığı başlıca iki misyonun temsilcisi: Parti içi hizipler arası denge ve birleştiricilik ile devletin “korunup kollanması”.
İnönü’nün temsil ettiği bu belli başlı iki tutum, SHP’nin de iki temel niteliğini ortaya koyuyor. Sonu gelmez hizipler çatışması, hizipçilik ve devletçilik.
SHP programı, CHP programına göre ekonomide devletçilikten bir miktar uzaklaşmış durumda. Bu, İnönü’nün ve madenleri devletleştiren eski CHP Enerji Bakanı Baykal’ın demeçleriyle de ortaya konuyor. Ama siyasette devletçilik azalmadan devam ediyor. Devletin “korunup kollanması”, her şeyin, özgürlüklerin, sosyal adaletin, insana ait her şeyin üzerinde tutuluyor.
Buna bağlı olarak bir şey daha her şeyin üzerinde tutuluyor. Burjuvaziyle birleşme ve onun beğenisini kazanma, bugünkü SHP yönetiminin belirleyici yönüdür. Bu, İnönü’nün demeçlerinde yansıdığı gibi, özellikle Baykal’ın tutumuyla ortaya konuyor. Burjuvaziyi, Özal’ın güç kaybetmesine bağlı olarak SHP’yi denemeye ve desteklemeye ikna etmek amacıyla Baykal beğendirme gezileri düzenliyor. İzlenen ekonomi politikasının esasta değiştirilmeyeceği ve küçük rötuşlarla sürdürüleceği konusunda holdinglere, tekelci sermayeye garanti veren Baykal, bunun karşılığını görüyor: Tüm burjuva yayın organları SHP Kongresinde Baykal’ı destekleyip günlerce lanse ettiler. Sloganları: “İnönü Başkan, Baykal Sekreter”di ve başarılı oldular. Burjuvazi, Baykal’da kendi yönünden “aklıselim”i görüyor.
Özal ve ANAP güç ve oy yitiriyor. Bu apaçık ortada. Tüm kamuoyu araştırmaları ortaya koyuyor bunu. Araştırmaların ortaya koyduğu bir diğer şey ise, SHP’nin oy oranını yükselttiği ve birinci parti durumuna yükseldiğidir. Olağanüstü gelişmeler olmazsa SHP yeni hükümeti kurmaya aday parti olarak görülüyor.
SHP’nin güç kazanması ve hükümete adaylığı, öte yandan burjuvazinin beklentileri parti içi mücadeleyi kızıştırıcı bir etken oluyor. Burjuvazinin onayı olmadan bir SHP hükümeti hayaldir ve burjuvazi bugünkü karışık yapısıyla, özellikle büyük şehirlerde il yönetimlerinin kendisi için istikrarsızlık unsuru olan ya da olabilecek
“sol kanat”ın elinde bulunduğu bir SHP’yi beğenip desteklemekten kaçınacaktır. Baykal, hem bunu biliyor hem de “tek adam”a oynuyor. Bu, SHP’de bir tasfiyenin zorlanmasını getirecektir. Ya da “sol kanat”ın ehlileştirilmesi ve eritilmesini… İkisi bir arada yürütülüyor. Ve zaten “sol kanat”, bunu da kolaylaştırmak üzere, homojen bir bütün oluşturmuyor.
Baykal, “parti içi birlik, bütünlük” söylemiyle girdiği ve sekreter olarak çıktığı Kongre’den pek az bir süre sonra, yardımcısı Topuz’la birlikte ne denli birlikçi ve demokrasi yanlısı olduğunu ortaya koyarak başta İstanbul olmak üzere çeşitli illerde yeni örgütlenen ilçelere genel merkezden atamalar yaptı. Örgütü, il yönetimlerini atlayarak ve örgüt tarafından seçilmesi olanaksız kendi hizbinden yönetimler atayarak parti içi demokrasiden ne anladığını açıklamış oldu. Parti içi demokrasi, demokrasi mücadelesi yürütmenin ayrılmaz parçasıyken…
SHP’nin nasıl bir “demokrasi”nin kurucusu olacağı bugünden görülebiliyor.
Genel Merkezin ilçe atamalarına yönelik anti demokratik tutumu SHP içinde yoğun tepkilere neden oldu. Hem parti içi demokrasinin hiçe sayılması açısından hem de bir tasfiye kokusunun ortalığı kaplamasından…
İstanbul ilçelerine yapılan yeni atamalarla ilgili İstanbul “sol-kanat” milletvekillerinin Genel Başkan İnönü’ye hitaben kaleme aldıkları tepkilerini yansıtan başvurularını yayınlıyoruz.

Sayın Erdal İnönü SHP Genel Başkanı;
Merkez Yürütme Kurulunun 11 Ağustos 19
88 günkü toplantısında, İstanbul ilimizde oluşan yeni ilçelere, yapılan atamalar, örgütümüzün birliğe ve dışa dönük mücadeleye en çok gereksinim duyduğu bir dönemde hiçbir objektif ölçüye bakılmaksızın örgütün ve partililerin hatta o ilin Milletvekilleriyle dahi görüşmeye gerek görülmeksizin yapılmış olması huzursuzlukların, kuşku ve kaygıların kaynağı olmuştur. Siyasal mücadelemizde ve partimizin yükselişinde gündemde gerçek bir demokrasinin kurulması kavgası verilirken, olağanüstü bir dönemde çıkartılan ve anti-demokratik hükümlerle donatılan bir Anayasayı bile içine sindiremeyen hukuk tanımaz bir siyasal iktidara karşı birlik içinde başta Sosyal Demokratlar olmak üzere halkımızla bütünleşerek dışa dönük mücadele vermemiz gereken böylesine kritik bir dönemde örgüt içi ayrılıklara ve bunalımlara neden olan Merkez Yürütme Kurulunun bu kararıyla kime ve neye hizmet ettiğini anlamakta güçlük çekiyoruz.
Yapılan atamalar, yasaya, tüzüğe, parti içi demokrasisinin ilkelerine ve siyasi geleneklere aykırıdır. Bu nedenle örgütlerimizin tepkisini, partinin birliğinden demokratik işleyiş ve yönetimden yana insanlar olarak haklı ve yerinde buluyoruz. Kuşkusuz bu kararın olumsuz sonuçlarının tek sorumlusu Merkez Yürütme Kurulu olacaktır.
Diğer yandan karara dayanak yapılan yasa maddesi de, kasıtlı olarak yanlış yorumlanmış ve keyfi uygulama yapılmıştır. Şöyle ki;
1- Yapılan atamalar 2820 sayılı yasanın geçici 5. maddesinin C fıkrasına dayanarak gerçekleştirilmiştir. Oysa söz konusu yasanın bu hükmü 12 Eylül sonrası yeni kurulan ve yukardan aşağıya doğru atamalar yoluyla kuruluş aşamalarını acele bir biçimde ve demokratik olmayan yöntemlerle tamamlayabilmeleri için icazetli 12 Eylül partileri için çıkarılmış geçici bir hükümdür.
Yasa metni açıktır. “Çeşitli parti kademelerinin kongrelerini yapılıncaya kadar, partilerin geçici il ve ilçe teşkilatlarına ait zorunlu organları, kurucular kurulu (Genel Başkan, Merkez Karar ve Yönetim Kurulu ile Merkez Disiplin Kurulu Üyeleri ve bu kurullarla katılmayan Kurucular) tarafından oluşturulur”. Buram buram 12 Eylül mantığı kokan bu yasaya dayanılarak yapılan atamalar bu yasaya bile uydurulamamıştır.
Çünkü bu yasada tanımlanan kurucular kurulunu tüzüğümüze göre oluşturulan Merkez Yürütme Kuruluyla eş anlamlı kabul edilmesi bir hukuk bilgisizliği ve noksanlığı değilse, toplumsal sınıf gerçeğine dayalı ilkesel düzeydeki beraberliği reddeden bunun yerine ilkesiz bir kümelenmeyi yeğli-yen hizipçiliğin ve parti içinde yer kapma partiyi ele geçirme politikasının ifadesidir.
2-12 Eylül ürünü anti-demokratik bir yasaya dayanılarak yapılan atamalar yasal bir boşluk doğurduğu gibi, örgüt içi demokrasiyi zedelemiş, il örgütümüzün yetkileri gasp edilerek, örgüt içi bunalım yaratılmıştır. Bu karara karşı tepki gösteren başta il olmak üzere İstanbul örgütümüzün bu haklı tepkileri kararın yeniden gözden geçirilmesi yerine tehditle karşılanmış. Oysa hukuki dayanağı olmayan objektif ölçüler yerine yanlı ve Sosyal Demokrat ilkeleri değil kişileri geliştirmeye yönelik bu haksız karara karşı meşru her türlü mücadele yöntemini denemek, parti içi demokrasinin zedelenmesine ve tüm hukuk dışı tasarruflara karşı hukuk zemininde kalarak ve parti tüzüğünün gereklerine uygun olarak mücadele etmek hukuka ve hukuk devletine olan inancımızın ve saygımızın gereğidir. Bu görevimizi her koşulda yerine getirmek kararlığındayız.
3- Alınan haksız bir karara karşı haklı tepki ve eleştirilere tehditli cevap vermek yapılan atamaların, hizipçi bir mantığın Cumhuriyet Halk Partisi içinde yaptıklarını ve bu parti içindeki olumsuzlukları SHP içine taşımakta kararlı olduklarının açık bir göstergesidir. Bu tehdit söz konusu atamaların küçük olsun benim olsun mantığıyla alındığının ve hizipleri dışındaki örgüt üyelerine, örgütlere ve Milletvekillerin düşüncelerini sorma gereğinin dahi duyulmadığı bir hizipçiliğin açık delilidir.
Evvelce de parti kamuoyumuza açıkladığımız gibi topluma karşı sorumlu olmaları gereken bir siyasal düşünce sistemi geliştirmek ihtiyacını duymaksızın dar anlamda politik entrika ile uğraşan SHP’yi Cumhuriyet Halk Partisini içinden çürütüp küçülten, partiyi militarizmin insafına terk eden bu hiziplere karşı hukuk zemininde ve demokratik ilkelerden sapma yapmadan mücadele etmek hem en doğal hakkımız hem de Sosyal Demokrat bir partinin mensupları olarak doğal bir görevimizdir.
Saygılarımızla.


“BAHARI SİMGELEYEN KUŞLAR VAR”
PERDECİ: Mehmet ESATOĞLU

Perdeci çınar ağacının altından geçerken, tam ayağının önüne düşüverdi sarı yaprak… Eğildi, yaprağı yerden aldı, hafifçe kokladı ve mırıldandı: “Yeni sezon başlıyor.”
Caddede telaşla koşturan, “ayda yüz bin lira”cılara baktı. “Önce ekmek gelir ama yanında sanat da olmalı”. Böyle olmayınca sanatın da sezonu oluveriyor. Oysa yaşamın gerçeklerinin sezonu yok.
“Bir yönetmen tanırdım. Kıvranırdı gerçeği sıcağı sıcağına anlatmaya.” diye söyleşmeye başladı Perdeci. Sonra sezon başlarken “vaz mı geçtin?” diye sorardım. “O gün” derdi, “o gün anlatmalıydım. Lanet olsun sezonlara!” Perdeci, gerçek ve gerçeğin sezonları üzerinde düşünürken, bu sezon perdenin açılıp açılmayacağı aklına geldi birden. Öyle ya, az sonra tiyatroya varacak, belki de yönetmen, “Valla bu yıl..” deyiverecekti. Bunu düşününce duraladı. Sonra yeniden yürümeye koyuldu. Madem, “Eylül’de buluşalım” denmişti, Ölüm dışında ne olursa olsun gidilir. (Tiyatronun da raconu bu işte)
Perde açılacak mı, açılmayacak mı? Sorun bu! Geçen on yılda da kimi zaman aynı dertler vardı. Ama onlar da vardı: Yazarın dediği gibi, “Baharı simgeleyen kuşlar” vardı; Dünyayı delice seven, politikadan, kültürden haberlenmeye çalışan, değişimden yana.
Sonra bir sabah radyo yayını normal saati yerine dörtte başladı. Ve eylül, son sekiz yıldır, Mehmet Rauf un “Eylül” romanından başka şeyler çağrıştırıyordu. Cemselere dolduruluyordu, “Baharı simgeleyen kuşlar”, bir de yayıncının yüz bin kitabı. Her yan, duvarlar gibi dümdüz olmalıydı, tertemiz. Kitaplar kâğıt hamuru yapılıyor, yazılar yok ediliyor, sonra tonlarla zam yapılıyordu kâğıda. Kongreler düzenleniyordu Türk-İslam Sentezi adına.
Oyunlar oynanıyordu; altı buçukta başlayıp, aniden biten. On ikiye beş kala ıssızlıklar başlıyordu sokaklarda. Sonra siren ışıkları, aramalar, sonra iniltiler, çığlıklar, sonra sabaha karşı…
Perdeci buruk bir acıyla anımsadı Şehir Tiyatroları’nda “Bayan Sansasyon” öncesi dönemi. Bir müfettiş geldi tiyatroya o gün. İsmi, eski bir oyuncu. Ve tiyatronun delisi bir adam istifa etti aynı gün, içi burkularak: “Müfettişli tiyatro olmaz” diye. Sordular: “Ne yapacaksın?” “Bakır-köye gidip, aklımı dinlendireceğim. Başka türlü geçmez bu günler
Provalar yapılıyordu apoletlerin gölgesinde. Karanlık kulislerde isimler ihbar ediliyordu, ışıklı odalarda listeler hazırlanıyordu. Sonra sokakta kaldı kimi oyuncular, yönetmenler, teknisyenler… Sokakta yapışkan bir suskunluk vardı. Perdeci, kimi mangalda kül bırakmayanları anımsadı; Esen rüzgâra dayanamayıp, gece yarısı bildirisi diliyle saldırmaya başlayan. “Dünkü her şey tu kaka!…” Bir yönetmen çıktı ortaya ve Perdeci’nin gözünün içine baka baka: “Müzikaller her zaman geçer akçe. Öyleyse çalsın müzikler, oynasın kızlar, gelsin akçeler”. Kimi eleştirmenler aniden alkışladılar, övdüler güzel bacaklı koreografileri.
“Memleket Kurtarılmıştı”. “Tiyatro da kurtarılmalıydı”. “Memleketi kurtaran vakıflara paralar bağışlayanlar. Uzatıyoruz, şapkamızı. Doldurun, doldurun, vakıflara verdiğinizin binde biri kadar”.
Perdeci’nin kulağına fısıldadı sahne teknisyeni. “Yirmi beş milyona bir oyun yapılıyor, müzikalleri geçer akçe gören yönetmen yönetiminde”. Oysa Perdeci, belki meslek hayatında almamıştı toplanan bu kadar parayı. Akşamüstü, kalın sesli güleç yüzlü eleştirmen kadın, “Egemenler ödedikçe yozlaştırır”… diye fısladı kulağına. Egemenlerin alkışladığı yozlukları, kimi eleştirmenlere ne oluyorsa, -onlar daha bir fazla alkışlıyorlardı. Perdeci kuliste konuşulanlara inanamadı. Tiyatroya milyonlar bağışlayan para babasına, yönetmenine ödül tezgâhlıyordu, beyin ve cepten satılmışlar. Yalnızca içlerinden birisi reddetti bunu ve çekti gitti. Perdeci arkasından baktı, Mavi gözlü yaşlı adama. Dergilerde yazdıklarını gözleriyle okşadı. Ve ödül gecesi televizyondan bangır bangır zafer marşı gibi reklam müzikleri çalınırken, elinde ödülü sırıtıyordu, güvenli yolların mimarı. İşte ülkenin “önemli (!)” isimleri alkışlıyor ve eğiliyordu önünde. Eli bir an iplere gitti, perdeyi kapatmak istedi. Birden kendi tiyatrosunda olmadığını anımsadı. Perdeci’nin yüreğinde kocaman tiyatrocu dile geldi. “Yetenek, evet yetenek ama kimin emrindeki yetenek? Yeteneklisiniz ama yeteneğiniz sizi kirli amaçlardan korumaya yetmiyor. Önünüze yerleştirilmiş kanlı sıralardan alkış toplamanıza da köstek vurmuyor”.
Ödül sabahı sıkıntılıydı. Efkârlanmak üzereydi. Yaşam izin vermedi buna. Boğaziçi’nde gençlerin düzenlediği şenlik ilgisini çekti, kalktı gitti. Kapıda sıcak çay ve sıcak sohbet sırasında dünyanın durmadığına sevindi. Efkârlananlara kızdı. Dün, “Her şeyin olmasına on beş dakika var”, diyenler, Eylül’ün ikinci haftasında” “dünya artık dönmüyor” diyorlardı. Üçüncü zilde eli ipleri aradı oysa seyirci koltuğundaydı. Oyun başladı. Henüz başlangıcındaydılar, dekor kötüydü, sahnedekiler coşkuluydular. Oyundan sonra ıslak asfaltta yürürken gülümsüyordu. “Hey gidi gençlik hey! Yine savaş açmış makûs talihe”.
Perdeci, yaşamın aman vermeyen “Ben yaşıyorum”una şaştı kaldı. Yürürken, bir kaç eski dostunu gördü yalpalayan. Etraf süngülerle kaplıydı ve onlar “geçti Bor^ un pazarı” diye bir şarkı mırıldanıyorlardı.
Perdeci yürüyordu. “Bir darbeye daha dayanır mı yüreğim?” diye düşündü. Bilmem kaçıncı sigarasında tiyatroya geldiğini fark etti, içeri girdi. Kulağını koyu bir sohbet okşadı; Bir örtüsüz masa etrafında beş on insan, önlerinde çayları ve her sözcüğün sonu, “Güzel olacak” diye biten.
“Hey deliler!..” diye bağırdı. “Deliler!… Her şeye rağmenci deliler!… Umutsuzluk diz boyu da olsa ne gam. Ne mutlu ki şu koca ülkede hâlâ deliler var!…”


İŞÇİ DÜNYASI

Ağustos ayı toplu sözleşme görüşmelerinde uyuşmazların, işten atmaların, grev ve grev hazırlıklarının yoğunlaştığı bir ay oldu. İşçiler henüz durgunluktan pek kurtulamadılar, bir çok faktör mücadelelerinin geniş kapsamlı bir gelişimini engelliyor, ama hoşnutsuzluk derinden derine kaynıyor. Bu hoşnutsuzluk şimdiden alt düzeyde çeşitli eylem biçimleriyle kendini ortaya koymak durumundadır da: topluca viziteye çıkmalar, iş yavaşlatmalar, servis arabalarına binmeden topluca yürümeler, yemek boykotları gibi… Bu arada genelleşmeyen direnişler de gerçekleştirildi.

TİS görüşmelerinde uyuşmazlıklar:
280 bin işçinin çalıştığı 600 dolayında işyerinde TÜRK-İş”e bağlı sendikaların yürüttüğü toplu iş sözleşmesi görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlandı.
MTA’da 8000 işçiyi kapsayan TİS görüşmeleri çıkmaza girdi. Maden-İş yüzde 95’i asgari ücretle çalışan kıdemli işçiler için barem sistemi uygulanması istedi. Kamu İşverenleri Sendikası bu istemi reddetti. Gerekçe, bu uygulamanın 8.5 milyarlık ek külfet getireceğiydi. Maden-İş ise, rakamın 8.5 değil 5 milyar olduğunu söylüyor. Üretim girdileri içinde ücretlerin payı sürekli düşerken hala ek külfetlerden söz ediliyor.
MESS’e bağlı 260 işyerinde çalışan 90 bin işçiyi ilgilendiren ve 16 Haziran’da başlatılan TİS görüşmeleri. Türk Metal Sendikasının yüzde 120 zam istemesi ve MESS’in yarısını önermesi üzerine uyuşmazlıkla sonuçlandı.
Yine MESS’e bağlı 100’ü aşkın işyerinde 30.000 işçiyi kapsayan TİS görüşmeleri, taraf sendika Otomobil-İş ile anlaşma sağlanamaması üzerine uyuşmazlıkla sonuçlandı.
Uyuşmazlıklar “arabulucu”ya gitti. Arabuluculuk çabası ne sonuç verir bilinmez.

İşten atmalar:
DEVA’da kıdem ortalaması on yılı aşan 5 işçinin iş akitlerinin feshedilmesi üzerine 220 işçi atılan arkadaşlarının işe geri alınmasını sağlamak amacıyla direnişe geçti. Petrol-İş sendikası ile işveren arasındaki görüşmeler olumlu hiç bir sonuç vermedi. Direnişin üçüncü ve son günü 9 işçi daha tazminatsız olarak işten atıldı. İşçiler huzursuzluk içinde.
Sinop Şişe Cam fabrikasında çalışan 1100 işçi üç arkadaşlarının işten atılmasını protesto etmek amacıyla yemek boykotu yaparak servis arabalarına binmediler. “Kartal Mutlu Akü”de çalışan 1200 işçiden 239’u işten çıkarıldı.
Altınyıldız’da TİS görüşmeleri sürerken, işten atılan işçi sayısı 200’ü buldu. İşten atılanlar geçmişte DİSK üyesi olan ve bugün TEKSİF içinde muhalefete öncülük yapan işçiler. İşçiler, sendikanın işverenle anlaşarak sendika yönetimine muhalif işçileri işten artırdığını belirttiler.
Bursa’daki Çimtaş’ta 160 işçinin işine son verildi. Fabrika müdürü, “ekonomik krize düşmemek için” işçi çıkarımına gittiklerini ileri sürerken taraf Otomobil-İş Sendikası ise toplu sözleşme görüşmeleri öncesinde işten çıkarmaların koz olarak kullanıldığını söylüyor.
Sabancı Holdinge bağlı Marsa’da çalışan 44 işçi “ekonomik ve teknolojik nedenler” gerekçesiyle işten çıkarıldı.
Genel Tekstil’de TİS görüşmelerinin başlamasından bir gün önce 65 işçi işten çıkarıldı.
Grevdeki Noramin işçileri, işverenin kapatma kararı almasıyla işten çıkarılıyorlar. Karardan etkilenen 270 kişi.
Bursa Asbest’de çalışan 160 işçinin 35’i, yine 300’er işçinin çalıştığı Burs ve Gebze’deki iki ayrı fabrikada 53 ve 54 kişi işten çıkarıldı.
Özal’ın izlediği ekonomi politikası, yüksek faizler, harcamaların kısılması ekonomiyi durgunluğa itiyor. İşletmeler iki yönteme başvuruyorlar: Kapasite kullanımlarını düşürüyor ve harcamaları kısıyorlar. Doğal ki en temel harcama kesintisi, işçi ücretlerinden yapılıyor. Burjuvazi bir yandan ücret artışı isteklerine karşı direnirken diğer yandan da işçi çıkırımına gidiyor. İşçi çıkarımının bir diğer nedeni de işçilerin mücadelesine öncülük eden, direniş propagandası yapan sendikalarda muhalefet yürüten dolayısıyla işletmelerde “huzursuzluk yaratan” ileri işçilerin saf dışı bırakılmaya çalışılmasıdır.
İşçiler, işçi çıkarımana giden bazı işletmelerde direnişler ve çeşitli protesto biçimleriyle tutumlarını ortaya koyuyorlar. Ancak bu, genelleşmekten uzaktır. Ve az sayıda işçinin protesto eylemleri bazen tersine de sonuç veriyor. Sendikasını, hiç değilse yakın işletmelerdeki arkadaşlarını yanlarında bulamayan işçiler işten atılan arkadaşlarının sayısının artmasıyla karşı karşıya kalabiliyorlar. Sendikaların duyarsızlığı, eylemsizliği ve genel olarak sağlam bir örgütlülükten yoksunluk ve dayanışma eksikliği, işçi çıkarımlarının önemli bir karşı koyuşla karşılanmamasına yol açıyor. Temel sorun örgütsüzlüktür. İşçilerin sadece bir sendikaya üye olmaları, örgütlülüğün sağlanması anlamı taşımıyor. Sendika yönetimlerinin tutumu, işçilerin sendikalarına arkalarında hissetmeleri, hak aradıklarında yalnız kalmayacakları konusunda güven beslemelerini sağlayacak bir tutum olmaktan uzaktır. Hatta bazı işletmelerde sendika yöneticileri işveren anlaşmalı olarak işçi çıkarımlarını destekliyor, daha ileri giderek öneriyorlar da.

Grevler ve grev hazırlıkları:
12.426 işçinin çalıştığı 22 işyerinde grev kararı alınmış durumda. Bunlardan Seka grevi 6 Eylül’de başladı Ülkenin başlıca kâğıt kaynağını oluşturan Seka’daki grevin büyük etki gücü olacağı, bir de referandumun hemen öncesine rastladığı göz önüne alınırsa hükümeti oldukça zor durumda bırakacağı açıktır. Seka grevcilerinin kararlılıkları, koşulların başarı için uygun olduğu bu iş kolunda önemli haklar alınmasının yolunu açacaktır.
Aralarında Darphane ve Damga Matbaası. Yıldız Porselen. Motif Duvar Kâğıt, Doğu Galvaniz işyerlerinin bulunduğu 8 işyerinde 2045 işçiyi kapsayan grevler sürüyor. Darphane işçilerinin kamuoyuna bir ölçüde yansıyan grevi dışındakiler etraflarında sınırlı da olsa bir ilgi alanı oluşturamamış durumda.     Dayanışmadan uzak, derin yalnızlık koşullarında devam ediyorlar. Grevci işçilerin kendi içlerinde de iyi örgütlü oldukları söylenemez. Sendika yönetimlerinin vurdumduymaz davranışları, işçilerin dayanışma ve örgütlülüklerini geliştirici çalışmalardan uzak durmaları, kuşkusuz grevlerin başarıyla ilerleyişinin önümde engeldir. Bir diğer engel ise, yine sendika yönetimlerinin katkısıyla aşılabilecek grev yasasının sınırlamalarıdır. Grevde işçi çalıştırılabiliyor, üretim sürdürülebiliyor ürünler sevk edilebiliyor.
İşçiler grev yerini denetleyemiyorlar. Bu sınırlamalar grevin başında bulunarak ve çeşitli yöntemler geliştirilerek aşılabilir. Tüm-Tis’in Ambarlar grevi iyi bir örnektir. Nakliye iş kolunda cüzden fazla işyerinde yürütülen bu grevde, grev sırasında çalışmanın ve nakliyenin devamını önlemenin uygun yolları bulunabilmişim Ve sonunda istisnasız tüm nakliye ambarlan işverenleri sendikanın istediği koşullan kabul ederek toplu sözleşme yapmak durumunda kalmışlardır. Bu grev ve gelişmesi iyi bilinmiyor, öğrenilmesi gerek. Öğrenilmesi gerek ki, işçilerin her güç kullanımlarını “anarşi” olarak niteleyen sendika yönetimleriyle grevlerin başarıya ulaşması zordur.

Anlaşmayla sonuçlanan TİS görüşmeleri:
Bir kısmı grev ve iş yavaşlatma gibi direnişlere bağlı olarak bir kısmıysa yalnızca görüşmeler yoluyla sonuçlandırılan TİS gömmelerinde elde edilen haklar sarfın içince bulunduğu güç durumu gösterir niteliktedir. Örnekler olarak:
İMO’da 79 gün süren grevden sonra TİS imzalandı. TEZKOOP-İş’in imzaladığı sözleşme ile, işçi ücretlerine ilk 6 ay için 35-40 bin TL artı % 32, ikinci 6 ay için % 29, üçüncü 6 ay için % 20 ve son 6 ay için de % 16 zam yapıldı.
Belediye işçilerinin çeşitli türden iş yavaşlatmalarımla birlikte yürüyen İstanbul Belediyesi ile Belediye-İş Sendikası arasındaki TİS görüşmeler; sonunda imzalanan sözleşmeyle ilk 6 ay için % 40, ikincisi için % 28. üçüncüsü için % 20 ve üçüncü 6 ay için de % 15’lik ücret artışı sağlandı.
Ve en ileri haklar alınan Kur-İş işvereni ile Ağaç-İş Sendikası arasında imzalanan sözleşmeye göre, ücretlere ilk yıl için % 72 ve ikinci yıl için % 50 oranında zam yapıldı, ikramiye sayış; dörde aylık yakacak yardımı 20 bin TL’ye çıkarıldı.
Hem de ilk iki sözleşme eylemli bir süreç sonunda imzalanıyor. Bu ülkede enflasyon oranı % 100 sınırına dayanmışken ücret artış oranları komiktir. En iyi artış oranı kesinlikle enflasyon oranının altında kalmakta, hele gelecek yıl için % 30 40’lar dolayında seyretmektedir
Hayat pahalılığının ezici etkisi altındaki işçiler zor durumdadır ve az bir ücret artışını bile pek düşünmeden kabul etme eğilimindedirler. Ama onları zor durumda bırakan en başta gelen faktörlerden biri de üye oldukları sendikaların yönetimleridir Daha yüksek ve hiç olmazsa katlanılabilir ücret artışları yerine sendika yönetimleri. Belediye İş’in başkanı rahmetli Hüseyin Pala’nın yaptığı gibi, işçilerden çok işverenle anlaşmaya yatkınlıklarından, işçilerin hoşnutsuzluklarını ve eylemlerini yatıştırarak son derece düşük artışlarla sözleşmeler imzalamaktadırlar.

TÜRK-İŞ’te Durum:
Türk-İş, işçileri kendini ve herkesi oyalayıp duruyor. Ya ufak-tefek eylemlerle, kapalı salon toplantılar gibi, ya “Şevket başkan”ın hastalığıyla, oysa maşallah demir gibi ya önemli kararlar alacağı beklentisini yayarak ya da aldığı kararlan uygulamayarak.
Bu yılın başında TÜRK-İŞ önemli kararlar almıştı. Genel grev gündeme gelmişti. Mayıs ayının ortaları sözde genel grev gürleri olacaktı Hâlâ olacak. Şimdi alınan yeni karara göre “referandumda hayır” için birkaç mitingle eylem yapılmış ve yasak savılmış olunacak.
Türk-İş in “eylemciliği”nin kaynağı açıktır: işçi sınıfının hoşnutsuzluğu ne zaman yükselse onda bir hareketlenme göze çarpıyor. Bu hareketlenme, hareketlenme görüntüsü vermekten ibarettir Hemen başkanlar kurulu, yönetim kurulu vesaire kurulları toplantıları düzenleniyor. Toplantıların karar alınmadan sonuçlanması işçileri hoşnut etmeyecekse, işçilerin duyarlılıkları yüksekse eylem kararları alınıyor, uygulanmamak üzere. Ya da hiç eylemsiz geçiştirilemeyecek tabandan güçlü bir baskı varsa, mutlaka kademelendirilerek alınan her eylem kararının ilk kademesi uygulamaya konuyor, örneğin bir kapalı salon toplantısı yapılıyor. Baskı yatıştığında diğer kademelere hiç sıra gelmiyor. Tabandaki baskı önemsizse zaten hiç eylem yapılmıyor.
Türk-İş’e bağlı sendika yönetimleri de hemen tümü, çok laf ama az iş yapıyorlar. Ancak Türk-İş genel kurulu öncesi hareketleniyor, yönetimi eleştiriyorlar. Ve eleştirileri hiç de örgütlü oldukları işyerlerindeki işçilerin gücünden kaynaklanmıyor, eleştiriler işçilerin gücüne dayanmıyor, “Sen-ben” kavgasını yansıtıyor. Bağlı sendikalar, hiç değilse bugünkü Türk-İş yönetimine muhalefet etmiş olanlar Kongre dönemindeki hareketliliklerinin yarısını ortaya koysalar Türk-İş yönetimi bu denli pervasız davranamayacaktır. Ama onlar da Türk-İş yönetiminden pek fazla işçi dostu değiller. Durumlarını idare ediyorlar
İşçilerin bağlı sendikalarda devrimci yönetimler oluşturmak için güçlerini birleştirmekten başka çıkar yolları yok. Kolay mı? Zor. Ama bugün için başkaca bir yol görünmüyor.
“Şevket başkan” Narinde kadeh tokuşturup sohbet etmekten, tahammül edilmez toplu sözleşmeler imzalamaktan, “hastalanıp” tatile çıkmaktan ve işçileri yatıştırmaktan başka şey bilmiyor. Bağlı sendika yöneticilerinin farkı hemen yalnızca hastalanmamalarında. Hüseyin Pala istisnasıyla. O sizlere ömür…
Ve işçi sınıfının bir an önce güçlerini birleştirmesi, sendika yönetimleri üzerinde güçlü baskılar oluşturması, sendikalarda yönetime aday muhalefetler yaratarak işçi örgütleri olan sendikaları yönetimleriyle de devrimcileştirip işçileştirmesi gerekiyor. 1989 Mart’ından itibaren 1 milyon işçiyi ilgilendiren toplu iş sözleşmeleri gündeme gelecek çünkü. Ve bugünden TÜRK-İŞ’e bağlı sendikaların örgütlü olduğu 70 işyerinde 140 bin işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmeleri devam ediyor. Bunların yoğunlaştığı iş koluysa “Şevket başkan”ın tekstil sektörü.

Referandum, Belediyeler ve Özal:
Önce bir kaç haber:

İstanbul Samandıra’da, Ekmekçioğlu mevkiinde 150 civarında gecekondu Kartal Belediyesi yıkım ekiplerince yıkıldı. (20 Temmuzda, henüz referandum ve seçim hazırlıklarına başlanmamışken)
4 Ağustosta, yine henüz referandum ve seçim hazırlıkları başlamamışken 2 aydır maaşlarını ve toplu sözleşme farklarını alamayan belediye işçileri Ankara Yenimahalle Belediyesi önünde “boş cep” eylemi yaptı.
5 Ağustos’ta Belediye-İş Sendikası, toplu sözleşme farkı, bayram harçlığı ve ikramiye olarak 1.5 milyar TL’yi bulan ve ödenmeyen işçi alacakları için Adana Anakent Belediyesi hakkında dava açmayı kararlaştırdı.
Ve gecekondu yıkmak ne kelime şimdi. Ağustos sonunda, referandum kararı alındıktan sonra Özal Ankara’da gecekondulara tapu dağıtmaya başladı törenlerle, tapusuz gecekondu bırakmayacağını söylüyor Son seçimlerin öncesinde de aynısını yapmıştı. Referandum Özal’ı “fakir dostu” yapıverdi.
Yine referandum kararından sonra tüm diğer belediyeler gibi Ankara Yeni Mahalle ve Adana Anakent belediyeleri de bu işçilerinin paralarını ödeyemeyecek kadar “parasız” belediyeler de büyük harcamalara giriştiler. Yol, kavşak yapıyorlar, ucuz halk pazarları açıyorlar, işçilerinin paralarını da ödüyorlar tabii. Çünkü Özal kısmış olduğu devlet harcamaları musluklarını açtı yeniden referandum şerefine.


DÜNYADAN
Şili referandumunda işçiler öfkeli: “GENERALLERE OY YOK”

Şili’de 5 Ekim’de referandum var. 15 yıldır ülkeyi diktatörlükle yöneten Devlet Başkanı General Pinochet bu referandumda ‘evet* oylan fazla çıkarsa 1997’ye kadar halka uygulayacağı baskı programlarının malzemesini sağlamış olacak. 1973 yılında düzenlediği ABD destekli kanlı bir darbeyle Allende’yi devirerek iktidara gelen Pinochet’ye karşı işçiler başta olmak üzere Şili halkı korku çemberini kırıyor.
Pinochet’nin ordu tarafından yeniden devlet başkanlığı için aday gösterilmesini protesto etmek için Eylül’ün ilk haftasında başkent Santiago bugüne kadar gördüğü en kitlesel eyleme sahne oldu. Büyük çoğunluğunu işçilerin oluşturduğu 300 bin kişi Santiago sokaklarında, “Pinochet’ye oy yok”, “Zafer bizimdir” sloganlarıyla yürüdü.
Güvenlik güçleri göstericileri göz yaşartıcı bomba ve basınçlı su ile dağıtmaya çalıştı. 300 kişi tutuklandı. Çatışmalarda 9 kişi de yaralandı. Gösteride söz alan işçi liderleri “Bu kalabalıktan Pinochet rejiminin yenilgiye uğradığı açıkça belli oluyor” şeklinde konuştular.
Şili’deki muhalefet partileri de silahlı kuvvetlerin diktatör Agusto Pinochet’yi devlet başkanlığı için aday göstermesini protesto ederek cuntayı “halkın istediği barış yolu ile Pinochet’nin temsil ettiği savaş mantığı arasında” bir seçim yapmaya çağırdı.
Referandum da hayır oyları fazla çıktığı takdirde ise bir yıl içinde devlet başkanlığı seçimi yapılacak.

BURMA: Halk sokaklarda
Filipinler’de 1986 yılında Aquino’yu iktidara getiren kitle gösterileri bu kez Burmada sokakları doldurdu. 200 bin den fazla katılımın olduğu Mandalay’daki gösterileri 1 milyon kişinin katıldığı başkent Rangoon’daki gösteriler izledi. Talepleri aynı: Yine demokrasi ve dikta yönetiminin yıkılması. Gösterilere iktidarın ilk tepkisi sıkıyönetim ilanı oldu.
Halk ise tepkisini grevler ve sokak gösterileri ile gösterdi. Grevler limanlarının kapatılması, rafineri ve fabrikalardaki üretimin durdurulması ve hatta hükümet yanlısı 6 gazetede çalışanların iş: bırakmasına kadar uzandı. Birçok şehir ve kasabada yerel yönetim liderleri, yönetimi, Budist rahipler, öğrenciler ve isyancı polislerden oluşan halk komitelerine bıraktılar.
Devlet Başkanı Maung Maung, her nekadar gösterilerin bazı kendini bilmezlerce sürdürüldüğünü söylüyorsa da batılı diplomatlar, hükümetin kontrolünün zayıflamakta olduğunu belirtiyorlardı. Bu arada Maung Maung iktidarınca hapsedilmiş olan bazı liderler serbest bırakıldılar. Ancak bunların askeri geçmişleri ve diktatorya eğilimleri halk tarafından bilindiği için destek bulamadılar.
Halk ise kendine güveni kazanmıştı. Artık gösterilerde maske takmıyorlar bağlı bulundukları fabrika, okul veya işletmenin isimlerinin yazılı olduğu pankartları rahatlıkla taşıyorlardı.
Ordu ise halk gösterilerine tepkisini cezaevlerinde gösterdi. Bir gece içinde resmi raporlara göre 112 mahkûm kurşuna dizildi. Batılı kaynaklar ise ölü sayısının bin ile 3 bin arasında değiştiğini belirttiler
Maung Maung sonunda tek partili seçim sisteminin tekrar gözden geçirileceğini açıkladı. Ancak bu karar çok geç verilmiş, bir karar olarak kaldı

SOVYETLER BİRLİĞİ
Glasnost karışıklığı durulmuyor.

Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroyka politikalar ile birlikte yeniden filizlenmeye başlayan milliyetçi 91 isteriler yaygınlaştı. Bir çıbanbaşına dönüşen Karabağ Sorunu yine gündemin önemli maddelerinden Ermeni ayaklanmasının ele başı olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan Poriur Ayrıkyan’ın sınır dışı edilmesine karşın Karabağ’da gösteriler kesilmedi tersine arttı.
Bu arada, yönetimce sürekli körüklenen anti-Stalinci tavır ve Stalin’i karalama kampanyası “Stalin Parti’den ihraç edilmeli” istemine kadar uzandı.
Öte yandan Prezidyum’un KGB’ye bağlı milis güçlerine çok geniş yetkiler tanıyan bir kararnameyi kabul etmesi de büyük şaşkınlık yarattı. Bu karar, Gcrbaçov un “Demokratikleşmesini oldukça açık bir şekilde ortaya koyan bir karar olarak nitelendi.
Öte yandan, iki süper devlet liderlerinin Moskova’da görüşmesinden sonra başlayan Afganistan’daki Sovyet askerlerinin geri çekilmesi işleminin sürdüğü Sovyet yetkililerce açıklandı. Ancak Sovyet askerlerinin ay ortasında terk ettikleri Kunduz kentine ay sonunda tekrar dönmeleri bu geri çekilme konusunda kuşkulara yol açtı.

Yugoslavya: Zamlar grevlerle karşılandı

Yugoslavya’da alınan son bir kararla başta ulaştırma ve enerji sektörü olmak üzere devletin fiyatlar üzerindeki kontrolüne son verildi. Bu karar meyvesini hemen verdi ve fiyatlar ülke çapında yüzde 30 ile 70 arasında yükseldi. Yugoslavya’daki şu andaki enflasyon oranı yüzde 190’ı buluyor. Son zamlarla demiryolu taşımacılığı yüzde 70, yemeklik yağlar yüzde 66, ekmek fiyatları da yüzde 52 yükselmiş oldu.
Ve zamlar Yugoslav işçi sınıfınca hemen grevlerle karşılık gördü. Yugoslavya’da maden işçilerinin ardından, tekstil işçileri ve öğretmenler de greve gittiler. Grev dalgası yayılıyor. Belgrat’ın kuzeyindeki Sloga tekstil fabrikasındaki işçiler parlamento binası önüne gelerek bakanla görüştüler, işçiler görüşme sırasında “Biz renkli televizyon değil, çocuklarımız için ekmek istiyoruz” dediler.
Hükümet fiyat artışlarının önlenebilmesi ve ekonomik krizin aşılabilmesi için 30 maddelik bir anayasa değişikliği üzerinde çalışmalara başladı. Bu arada Yugoslavya’daki etnik çatışmaların giderek arttığı gözleniyor.

POLONYA: Askeri diktatörlük ve Grevler
80 grevleri ve “Dayanışma’nın yükselişi, askeri diktatörlük ilanıyla uzunca bir süre içinde bastırılıp engellendikten birkaç yıl sonra Polonya yine karıştı. “Marksist literatüre” askeri diktatörlük kavramının “kazandırılması”yla da işçilerin mücadelesi karşısında başarı sağlanamadı.
Türkiye’de moda olan sıkı para ve zamlar politikası Polonya’da da uygulanıyor. Tüketim maddelerine yapılan yüksek zamlar karşısında ücretlerin düşüklüğü ve yaşamın gittikçe pahalılaşması işçileri yeniden hareketlendirdi.
Kurulu düzeni kendi düzenleri olarak benimsemeyen ve kendilerine “sosyalizm” diye sunulan şeyi kabullenmeyen işçiler, dinci, milliyetçi, anti-sosyalist önyargılarla, türlü gerici akımın etkilerine açık bir mücadele geliştiriyorlar. Ama sömürü ve baskıya karşı ayağa kalkarak…
Ücretlerinin yükseltilmesi ve örgütlenme özgürlüğü istemleriyle grev ve direniş komiteleri kurarak eyleme geçen işçiler karşısında hükümetin ilk tepkisi, grevleri yasa dışı ilan edip polis müdahalesiyle kırmaya yönelmek ve sokağa çıkma uygulamasını gündeme getirmek oldu. Polis işçilere karşı zor kullanarak kömür madenlerini boşalttı, Lenin tersanesi kuşatıldı. Önceleri işçileri muhatap almayı reddeden diktatörlük, grevlerin yayılma eğilimi karşısında Walesa’yi yedeğine alarak manevra çevirdi; hükümet yetkilileriyle görüşen Walesa grevlerin sona erdirilmesi çağrısı yaptı. Önemli sayıda grevcinin muhalefetine rağmen ve hiçbir somut kazanım elde edilmeden grevler durduruldu.
Hükümet işçileri “anarşi” yaratmakla suçluyor. Zorbalık gerekçeleri her yerde ne kadar birbirine benziyor.
Diktatör Jaruzelszky, daha geçenlerde Polonya’yı ziyaret eden Gorbaçov’la glasnost vb. reformları konusunda görüş birliği içinde olduğunu açıklamıştı. İşçilerin “glasnost alanı” dışında kaldıkları açık. Ne örgütlenme ne hak arama özgürlükleri var. Zamlara boyun eğmez, yaşamı eskisi gibi sürdürmeye yetmez olan düşük ücretlerle yetinmezsen “anarşist” ve “karşı-devrimci” oluyorsun!
Oysa Polonya’da anarşi üretim sürecindedir. Polonya ekonomisi üretimin anarşik niteliği üzerine kurulu piyasa ekonomisine dayalıdır. Karşıdevrim de işçilerin ve emekçilerin çalışma koşullarını kolaylaştırma amacıyla üretimden kâr amacıyla üretime geçişle, bunun siyasal süreçlerde ifadesini bulmasıyla, işçi düşmanı iktidarın kurulmasıyla gerçekleşmiştir. Polonya’nın sosyalizme ihtiyacı var. Güçlü bir mücadele geleneğine sahip Polonya işçi sınıfı sınıf çıkarlarının bilincine vardığında, burjuva, milliyetçi, dinci ideolojik çarpıtmalarının üstesinden geldiğinde kurtuluşunun yolunu açacaktır.

FİLİSTİN: Bağımsızlığa doğru…
İsrail işgali altındaki Batı Şeria Gazze’de 8 Aralık 1987’de başlayıp, sapanlar, molotof kokteylleri, genel grevlerle yayılan mücadele bağımsız Filistin devletinin ilanı aşamasına geldi.
Ürdün’ün Batı Şeria’nın ülkesinden ayrılmasını kabul etmesi ve bu bölgede bağımsız bir Filistin devleti kurulmasına karşı olmadığını açıklaması gündeme “sürgünde bir hükümet mi?” “bağımsız bir devlet mi?” sorusunu getirdi. Bu amaçla toplanması öngörülen Filistin Ulusal Konseyinin toplantısı ise bu ay Cezayir’de yapılacak ve bu sorun açıklığa kavuşacak. Arafat’ın bağımsızlık ilanından yana olduğu bildirilirken, konsey’in geçici bir Filistin Hükümeti ilan etmesi bekleniyor.

Ziya :
“Ne kendi gördü rahat ne halka verdi huzur
Yıkıldı gitti cihandan dayansın ehli kubur,,
Ziya’nın “Dayanılmaz Hafifliği”!
Somaza’nın, Sedat’ın ve daha nice benzerinin başını yiyen devlet kuşu, döndü dolaştı, sonunda ‘Birader Ziya’yı da pençesine aldı. “Dayanılmaz” bir ” hafiflik” içinde kılıcı elinde gezinen ve her “hak”kı kendinde gören Ziya, doğal ki uçmağa varma “hakkı”nı da elinde tutuyordu. Devlet kuşu sadece insanların başına konmuyor, başını yiyor da. Dünya “etme-bulma” dünyası. Zor zoru çağırıyor. Karşı-zor, kaçıp giden Somaza’yı ABD’de yakaladı. Mısır’ın Sedat’ı, kendinden en emin olduğu bir zafer kutlama töreninde yakalandı sonuna. “Biraderimiz”in ise uçağı “kazaya uğradı”.
Pakistan diktatörü, başta darbeyle devirip idam ettirdiği Butto olmak üzere, döktüğü kanlar üzerinde taht kurmuştu. Kana doymadı en son döktürdüğü de kendi kanı oldu.
Ziya Ül-Hak Pakistan’da bir terör rejimi kurmuştu. Şeriatçı faşist askeri diktatörlüğü ülkeyi sürekli sıkıyönetimle yönetti. Tüm siyasi partileri, gösterileri yasakladı, toplumsal muhalefet kendisini ancak zora dayanarak ortaya koyabildi. Partilerin, her türlü muhalefetin katılmasını engellediği referandum ve seçimlerde, bütün diktatörlüklerde olduğu gibi yüksek oylar aldı. Ama aldığı oylar hiç de toplumsal-siyasal gücünü yansıtmıyordu. Yasakçı yönetimiyle muhalefeti ortadan kaldıramadı, yalnızca muhalefetin yasa dışına kaymasını, zora dayanan yöntemler kullanmasını teşvik etti.
“Birader Ziya” Amerikan emperyalizminin sınırsız desteğini sağlamıştı ama bu destek de kendisini kurtarması ve yönetimini sürdürmesi için yeterli olamadı. Sadece, Pakistan’ın başta Amerikan sermayesi olmak üzere emperyalist sermayenin tam bir talan alanı haline gelmesine yol açtı.
Pakistan diktatörü, yakınında yöresinde ne kadar gerici, faşist diktatörlük varsa onlarla yakın ilişkiler ve dostluk geliştirdi. Toplumsal pratikleri içinde oluşan “kan kardeşliği”ni, siyasal hısımlıklarını karşılıklı olarak kişisel dostluklarla pekiştirdiler. Ve arkasından yas tutup ağlayanlar, Kral Hüseyin’iyle, Hüsnü Mübarek’iyle, Ziya’nın sonunda kendi sonlarını gören “biraderleri” oldu.
Sermayenin güçsüzlüğünden kaynaklanarak, özellikle siyasal istikrarsızlık dönemlerinde toplumsal muhalefeti zorla sindirme ve dikensiz gül bahçesi yaratma politikasıyla diktatörlüğe soyunanlar, dayanılmazca “hafif” oluyorlar! Ne zaman uçacakları hiç belli olmuyor.
Darısı ‘biraderlerinin’ başına…

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI
Yurt içi ve yurt dışında bürolar ve temsilcilikler oluşturulacaktır. Büro yöneticiliği, temsilcilik ve muhabirlik yapmak isteyenlerin dergimize başvurularını bekliyoruz.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI
ABONE FİŞİ

Adres: Ankara Cad. Fahrettin K. Gökay İşhanı No: 31/ 16 Cağaloğlu/İSTANBUL  Tel:5224900
Haberleşme Adresi: P.K. 678 Sirkeci-İSTANBUL
Yurtdışı Fiyatı: 6 DM, 3.5 Dolar
Abone (Yurt İçi): 6 Aylık: 10.000 TL. – 1 Yıllık: 20.000 TL
Abone (Yurt Dışı): 6 Aylık: 35 DM (20 $) 1 Yıllık: 70 DM (40 $)
Yurt İçi Hesap No: Yapı Kredi Bankası Bahçekapı Şubesi. Evrensel Ltd Şti. 9669-3
Yurt Dışı Hesap No: Yapı Kredi Bankası Bahçekapı Şubesi. Evrensel Ltd. Şti. 616976-7
Adı, Soyadı: …
Mesleği: …
İş yen unvanı: …
Adres: …
İmza: …

Eylül 1988

Referandum: Eylül’e Oy Yok

Özal yaz sıcağında birden bire harekete geçti. Büyük çoğunluğuyla milletvekilleri Ankara’da toplandılar.
ANAP yerel seçimleri öne almak istiyordu. 89 baharından 88 güzüne… Oysa ANAP bir erken yerel seçim için yeterli sayısal çoğunluğa sahip değildi. Demirel’in bir demeci vardı, “erken yerel seçime varız” demişti. Özal DYP ile birlikte erken yerel seçim kararını çıkarmak ve keyfince yönetebileceği dört seçimsiz yıl elde etmek arzusundaydı. Ekonomi tökezlemeye başlamıştı. Yeni bir kriz gündemdeydi. Enflasyonist baskı bahara dayanılmaz olacak, zamların ağır sonuçları gün geçtikçe daha çok hissedilmeye başlayacak, devlet harcamalarının kısılması ve faizlerin yükseltilmesiyle girilen piyasadaki durgunluk eğilimi (kullanılabilir para sıkıntısı, satışların düşmesi, kapasite kullanımında gerileme gibi.) bahara iyice yükselecekti. Zaten ücretler ve maaşlar en alt düzeydeydi. Ekonomideki bozulma ve hoşnutsuzluğun ANAP oylarına yansıması iyice tırmanmadan yerel seçimleri aradan çıkarmak istiyordu Özal. Sonra dört yıl tartışılmaz bir iktidar dönemine kavuşabilirdi. Ama öyle yağma yoktu. Özal’ı erken bir genel seçime zorlamak için yerel seçimlerle ilgili olarak da blöf yapan Demirel kaçın kurrasıydı. “Alan da kaçan mı” dedi. “Dürüst seçim” manevrasıyla Özal’ı yüzüstü bıraktı. Böylece Demirel hem seçimden kaçmıyor, hem de “dürüst seçim” kozunu ileri sürerek yerel seçimlerin erkene alınmasını engelliyordu.
Demirel kadar deneyli taktisyenler olmayan SHP kurmayları, İnönü ve sözde deneyimli Baykal, bahara ANAP’ın daha zor durumda olacağını gördüklerinden, açıktan erken yerel seçime karşı çıktı. Seçim kaçağı konumuna düşerek moral üstünlüğünü yitirdi. Hem tüm anketlerde birinci parti görülüp erken genel seçim istemini hem de yerel seçimlerden kaçınmasını izah edemez duruma düştü. Bu kararsız oylar üzerindeki etkisini zayıflatacaktır.
Özal dönüş yapamayıp zorunlu olarak Anayasayı yalnızca ANAP oylarıyla değiştirmeye yönelerek referandumun yolunu açtı. Demirel’in “dürüst seçim” önerisini kabul edemezdi. Halka kan ağlatan ve buna bağlı olarak oy potansiyelinin hızla erimekte olduğunu gören Ö/al ne yerel seçimleri öne almaktan vazgeçebilirdi ne de devlet olanaklarını, TRT’yi, tüm propaganda olanaklarını tek taraflı kullanmaktan. “Tarzan gerçekten zor durumda”ydı ve Özal “evet” sonucunu elde edemeyeceğini bile bile referanduma yöneldi.
Özal aslında Anayasa ve Seçim yasalarında başka değişiklikler de öngörüyordu. İlçe belediyelerinin büyükşehir belediyelerine bağlı olarak tek liste üzerinden seçime girmeleri gibi. Dalan ve benzeri belediye başkanlarının gücünden yararlanarak ilçe belediyelerini de elde tutabileceğini düşünüyordu böylelikle. SHP itirazıyla Anayasa Mahkemesi bu yolu tıkadı.
Özal’ın Demirel’den çok şey öğrendiği ortada. Ve boynuz kulağı geçermiş. Tamamen keyfi bir yönetim uyguluyor. “Bir kez ihlal edilmekle Anayasa’ya bir şey olmaz” diyor, sürprizler yapmayı çok seviyor ve Anayasayı değiştiriyor, uygulamıyor, yasalarla oynuyor. 12 Eylül sonrasında hiçbir seçim aynı yasayla yapılmadı, her birinde değişik yasa uygulandı. Özal nerede açık veriyorsa orayı yeni bir yasa ya da kararnameyle tıkıyor. Demirel’in “dürüst seçim” istediği kadar var.
Anayasa sözde değiştirilmezdi, her derde deva uzun ve ayrıntılı bir Anayasa yapılmıştı ve kefili vardı. Ama şimdiden yaz-boz tahtasına çevrildi. Sırası geliyor uygulanmıyor, sırası geliyor değiştiriliyor. Ve bunlar daha henüz burjuva partileri arası dalaşmalar sırasında gerçekleşiyor. Ya ezilen sınıflar, halk biraz başını doğrulttu mu ne olacak? 82 Anayasası çok ince bir zırh, topluma olağanüstü dar geldiği gibi en küçük bir darbeyle de delinebiliyor. Dayanıksız. Toplumsal muhalefet karşısında darmadağın olacağı burjuva partiler arası didişmelerin sonuçlarından görülebiliyor.
Peki, Özal bile bile neden bu Anayasa değişikliği ve referandum oyununa girdi? “Ya tutarsa mantığı” da var. Ama Özal da ustası Demirel gibi hesap adamı. Tutmayacağını biliyor. Şimdiden “hayır” çıkmasına karşı önlemlerini alıyor: Bu Özal’ın oylanması değilmiş de, ikaz anlamına gelirmiş yalnız da, hayır çıkınca hükümetin istifasına gerek yokmuş da…
Neden; ANAP oylarının düşme eğilimi içinde olması ve Özal’ın bir an önce, oy potansiyeli mümkün olduğunca yüksekken, kaçınılmaz güç gösterisini gerçekleştirme ihtiyacıdır. Özal geçecek günlerin kendi hesabına yazmayacağını görüyor. Oyları çok fazla düşmeden ülkeyi seçim atmosferine sokuyor. Bu durumu yerel seçim erkene alınsa da alınmasa da sürdürecek, kasım ya da marta kadar seçim ekonomisi izleyecek, yüksek faizli-zamlı operasyonlarını erteleyecektir.
Özal’ın ikinci hesabı, oy potansiyeli iyice zayıflamadan erken yerel seçim yapamasa da referandumla oylarının beklendiği kadar düşük olmadığını kanıtlamaktır. Ve bu noktada bir beklentisi var: referandumda ANAP dışı bazı kesimlerin de su ya da bu nedenle “evet” demesi. Sonuçta Ö/al tüm “evcileri” ANAP hanesine kaydedecektir. Böylelikle ANAP oylan olduğundan yüksek göstermek, bunun avantajı ve prestijiyle kararsız oyları da etkileyerek yerel seçimlere gitmektir. Özal’ın olduğundan güçlü görünmeye ihtiyacı var. Hem içe hem dışa karşı.
Özal şimdiden referandumda “evetler”in sayısını yükseltmek için birbiri ardı sıra uygulamalara girişiyor. Üzüm, pamuk, fındık, ayçiçeği, soya fasulyesi taban fiyatları oldukça yüksek teshil edildi. Telefon görüşmelerinde geceleri yüzde kırk indirim yapılıyor. Üreticilerin ürünlerinden fon kesintileri düşürülüyor. ANAP’lı belediyeler kollan sıvadılar. Önümüzdeki günler Özal’ın yeni uygulamalarına sahne olacaktır. Devlet harcamaları seçim ekonomisine uygun olarak artırılacak, yollarda greyderlerin olağandışı faaliyetleri başlayacak, şeyhler, tarikatlar harekete geçecektir. Daha bir dizi oy satın alma eylemi…
Muhalefet partilerinin hemen tümü “hayır” oyu için çağrılar yaptı. Referandumu Özal’la hesaplaşma olarak görüp göstermeye yöneliyorlar. Ama nasıl bir hesaplaşma… Özal’ın başarısızlığı üzerine kurulu oy artırımı peşinde tümü. Özal’ı eleştiriyorlar. Hem de fena eleştirmiyorlar. Demirel’in DYP’si bile sosyal adaletçi kesildi. Onun bu tulumu aslında çok öncelere dayanıyor. Oy toplama amaçlı bu tutum ciddi değildir ve Türkiye halkı Demirel’i çok sırtında taşıdı. Kolay kanmıyor artık. İşin gerçeği ne DYP ne SHP ve ne de diğerleri ANAP karşısında ciddi, finans kaynaklarını gösteren alternatifler üretemiyorlar. Hiçbir burjuva partisi siyasal ve ekonomik alternatif oluşturamıyor, iktidara adayız demekle yetiniyor.
Siyasal değişiklik önerilerinin yapılması uygulanabilirliği açısından daha kolay.’Ve aldatıcı propagandif değer taşısa da SHP, DYP, DSP demokrasi söylevleri veriyor. Demokratik değişiklikler öngörüyorlar.
Peki, gerçek nedir? Siyasal haklarını kazandıktan sonra Evren’le yakınlaşmaya yönelen, en azından saldırısını durduran Demirel mi alternatifi: Burjuvazinin has adamları arasında başta gelenlerinden olan Demirel ne burjuvazi açısından ekonomik bir çıkış yolu önerebiliyor ne de yıllardır aldatıp durduğu emekçi kitleleri peşine takip burjuvaziye yeterli bir hizmet sunmayı başarabiliyor.
DSP ve Ecevit mi? Sol ve devrim düşmanlığında çoğu kişiyi aratır bir konum alan, seçkinciliğe karşı çıkıp tek şefi oynayan, demokrasiyi savunup partisi içinde ve kendisiyle tartışmayı bile kabullenemeyen Ecevit mi alternatif olacak? Yoksa liberal, piyasacı ve sosyal adalet ilkelerini sözde birleştirmeye çalışan DSP ekonomik programı mı?
En çok demokrasi sözü eden SHP’ye gelince, olası bir iktidar değişikliğinde en güçlü aday bu parti. Bir kez kitleleri en çok etkileyen o. Ama doğru dürüst bir muhalefet bile yürütmeden kazandığı oyların kaynağına gösterdiği ilgi sadece iticilik, deniş bir sol oy potansiyeli tabandaki sol eğilimli kadroların çalışması sonucu bugün SHP’yi destekliyor. Ama SHP genci merkezi SHP içindeki sol kanadı etkisizleştirme ve tasfiye peşinde.
Hem de “gerçekten demokratik” yöntemlerle! Son örneği İstanbul’da yaşandı. Genel Sekreterlik partiler yasasının yeni kurulmuş partilerle ilgili bir maddesine dayanarak kaç yıllık parti SHP’nin İstanbul İl Yönetiminin yetkisine tecavüz ederek ilçe yönetimlerini kendi atadı. Tekelci burjuva çevreleri ve onların denetimindeki yüksek tirajlı yayın organlarının destekleyip lanse ettiği Deniz Baykal’la Ali Topuz’un iflah olmaz hizipçiliği ve “okus-pokusçuluğu” ile elitizm ve gericilikleri tekelci burjuvaziye ve devlete güven verme yönelimiyle birleşince, sol kanadın etkisizleştirilmesi ve tasfiyesi kaçınılmazlıkla gündeme geliyor. Mali sermaye kodamanlarına biat ve güvenilirlik gezileri düzenleyen Baykal, hem Partiyi tümüyle kendi hizbinin eline geçirmek hem de iktidar adayı bir partide öyle tutarlı-tutarsız sol kanatlara yer olmadığını ve bunun istendiğini bilerek parti-içi demokrasiyi savunmakla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığım daha ayağının tozuyla ortaya koyuyor. Bu, parti içinde bile demokrasiye tahammül edemez tutumuyla mı SHP demokratik bir alternatif sunacak? Yoksa dört bir yandan kuşatma altına alınan, en küçük demokratik hakları bile gasp edilmiş ve neredeyse açlığın pençesine düşmekte olan işçi ve emekçilerin hak ve istemleri ile ilgili olarak benimsediği kılını kıpırdatmaz eylemsi/ligiyle mi? Ya da üretimin ve sanayinin geliştirilmesi ve bölüşümde adaletin bir arada sağlanmasından söz ederken bunu nasıl gerçekleştireceği konusunda tek sözcük sarf etmeyişiyle mi? öteden ben yinelene-gelen “savurganlığı önleme”nin gerekliliği açıktır ama tek başına yetersizliği ve dolayısıyla anlamsızlığı da ortadadır. Artan oranlı gelir vergisiyle sermaye vergilendirilerek mi. dış borç aracılığıyla mı yoksa daha başka yeni gelir kaynakları bularak mı sanayileşme finanse edilecek ve bölüşümde adale! sağlanacak, rant gelirleri ve asalaklığın göğe yükselmesinin önüne nasıl geçilecek, enflasyon nasıl ve hangi gerçek değerler üretimiyle ve nasıl bir mali politikayla dizginlenecek -bu konularda tam bu belirsizlik içinde olan SHP mi alternatif? Gerçek alternatif kapitalist sistemin ötesindedir. Kapitalizmin şuurlarının zorlanmasını gereksinir.
Bu referandumun Özal’la hesaplaşmayı içerdiği doğru Ama hesabı görme niyetinde olanlar ülkeyi çıkmazdan kurtarma koşul ve yeteneğine sahip değiller. Dolayısıyla bu, yarım bir hesaplaşma olacaktır. Ciddi bir muhalefet, toplumun temellerinden, aşağı tabakalardan güç alan bir muhalefet olmadan ciddi bir hesaplaşma olanaklı değildir, Özal yerine Özal ekonomisini ufak-tefek farklılıklarla sürdürecek bir DYP, ya da ne yapacağını açıkça kararlaştırmamış, Baykal ve İnönü’yle tekelci burjuvazi ve devlete eklentilik çabasındaki SHP hesaplaşmanın asli unsurları değiller. Ama bugünün koşullarında taraf olan onlar görünümü veriyorlar.
Referandum Özal’ın alternatifini sunmayacak, ancak her şeye rağmen 12 Eylül’ün uygulayıcısı ve devam ettiricisi, savunucusu Özal’ın güç kaybı, iktidarının zorlanması, halkın çıkarlarına uygun düşecek, gerçek bir muhalefetin gelişme koşullarını olumlu etkileyecektir. Her fırsatta 12 Eylül taraftarları ve Özal’ın keyfi iktidarını geriletmek için yararlanmak yerindedir.
Lafız olarak, biçimsel olarak bu referandum önemli bir sorunu ortaya koymuyor. Yerel seçimler dört ay önce mi sonra mı yapılsın, bu sorunun yanıtı belirleyici bir önem taşımıyor, İnönü ve Ecevit’in sözde yere! yönelimlerin özerkliğinden hareketle ileri sürdükleri “belediye başkanları kaç yıl için seçildiklerini bilsinler ve onların seçimleri iktidarın kontrolü dışında olsun” gerekçesi söz olarak doğrudur; ancak süreklilik kazanmamak koşuluyla bir kez bir yerel seçimin dört ay önceye alınması mümkündür. Ve referanduma sunulan Anayasa değişikliği yerel seçimlerin sürekli olarak beş yılda bir Kasım ayında yapılmasını öngörüyor; yerel seçim tarihlerini iktidarların inisiyatiflerine bırakmıyor.
Ancak burjuva muhalefet partilerinin her birinin bir ucundan çekişi irerek kendi oy potansiyelleri açısından en avantajlı yerel seçim tarihini yakalama çekişmesiyle yarattıkları referandumda halka götürülen soru anlamlı bir içerik taşımıyor.
Biçimle ve anlamsızlıkla uğraşmak yerine işin özüne bakılırsa referandum 12 Eylül ve Özal’ın geriletilmesi için bir fırsattır. Referandum biçimsel ve anlamsızlığından soyundurularak 12 Eylül ve Özal sorgulanmasına dönüştürülmelidir. Burjuva muhalefet partileri, bir yarıdan yerel seçim için elverişli alanı yakalama arzularını gizlemek diğer yandan bir hükümet değişikliğini zorlamak için Özal’ı yıpratmakla sınırlı ve alternatif oluşturmayan yönelimleriyle bir “Özal sorgulanması” yürütüyorlar. Sorgulama, rejim sorunu bazına taşınmalıdır. Özal bir Eylülcü olarak sorgulanmalıdır. 12 Eylül ve Anayasası sorgulanmalıdır.
Oylamaya gelince… Referandum seçimlerden farklı bir özelliğe sahip. Referandumda herhangi bir partiye oy verme pozisyonunda bulunulmuyor. Bu referandumda ancak 12 Eylül ve Özal karşıtlığı yaygınlaştırılabilir, genel bir diktatörlük aleyhtarlığı ve devrim propagandasıyla devrim, sosyalizm ve demokrasi davası ve mücadelesinin güçlendirilmesine çalışılabilir.
Karabasanın ilk yıllarında yaratılan korku atmosferi, zor ve ideolojik baskı koşullarında Eylül Anayasası yüzde 92 oyla “kabul” edilmişti. O yüzde 92 oyla kabul edilen anayasa savunucularının bugün alacağı oyu göreceğiz. Günümüzde 12 Eylül’ün siyaset sahnesindeki tek açık savunucusu Evren’le bağlaşma halindeki Özal ve ANAP’ıdır. Alacakları oy, Eylül’ün bugünkü oy potansiyelini gösterecektir. Maddi ve psikolojik, moral baskı ve zor ortamının oyuyla günümüz oyu arasındaki fark, her şeyin, her siyasal örgütlenme ve çalışmanın yasaklandığı tek yanlı, güdümlü oylarla baskı ve zordan arınmamış olsa da günümüz siyasallığının oyları arasındaki fark herkesin gözüne batacaktır. Bu fark ve bunun gösterecekleri, Eylül’ün alacağı “evet” oylarının en alt düzeyiyle iyice görünür olmalıdır.
Hukuk dışılığı ve zorbalığıyla, sömürünün aşın boyutlara ulaştırılması, zam, asalaklık, aşırı dengesiz gelir dağılımı, devasa tekel kârları ve sürekli gerileyen reel ücretler, düşük taban fiyatları üzerine oturan talan ekonomisiyle, işkencesi ve özgürlük düşmanlığıyla, zindanları ve ulusal baskı ve imha politikasıyla, dinciliği ve faşizmiyle Eylül’e ve Özal’a oy yok!
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI

Eylül 1988

YARGILANANLAR YARGILIYOR

İlk sayımızda başlayan “Yargılananlar yargılıyor” yazı dizimiz bundan sonraki sayılarımızda da çeşitli demokrat, devrimcilerle yapacağımız söyleşilerle sürecek. İlk sayımızda Emil Galip Sandalcı ile 12 Eylül üzerine yaptığımız röportajı yayınlıyoruz.
Özgürlük Dünyası

Emil Galip Sandalcı ile 12 Eylül Üzerine: “Yaptıklarına kendileri de inanmıyorlar”
“Aslında 12 Eylül için, ne hareket, ne hükümet darbesi ve de ihtilal tanımı uygun düşüyor. 12 Eylül, 12 Mart ve onu doğuran nedenlerin devamıdır. Ayrıca amaç bir senaryonun son safhasını sahneye koymadır. 12 Eylül hukuku da bu anlamda, insanları ezen, hak ve özgürlüklerini ellerinden alan bir hukuktur.”

EMİL GALİP SANDALCI
1922 İstanbul doğumlu, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu, Michigan Üniversitesi’nde master yaptı. 1956 yılında gazeteciliğe başladı. Tercüman, Vatan, Ulus, Yeni Sabah, Yeni Ortam ve Demokrat gazetelerinde çalıştı. TRT’de çeşitli kademelerde görev yaptı. Basın şeref kartı sahibi, Basın Şeref Divanı’nda 2 Yıl yer aldı. DPT’de çalıştı. Yazarlar Sendikası yönetiminde yer aldı. Türk Yunan Dostluk Derneği Pen Kulübü kurucu üyesi. İnsan Hakları Derneği’nin kurucuları arasında ve İstanbul Şube Başkanı.
12 Mart sonrası TRT’de iken komünist propagandası iddiası ile tutuklandı. 1972’de uçak kaçırma iddiası ile tutuklandı. 12 Eylül sonrası da Demokrat Gazetesi’nde yazdığı yazılarından dolayı gözaltına alındı hakkında davalar açıldı.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Biz 12 Eylül hukukunun bir bütün olarak yargılanması gerektiğini düşünüyoruz. Bu anlamda siz 12 Eylül hukuku ile karşı karşıya kaldınız. Bu konudaki düşünceleriniz neler?
E. GALİP SANDALCI: Bence 12 Eylül’ün en büyük özelliği hukuksuzluğu. Ancak bu hukuksuzluk, her çeşit insan haklarını ve özgürlüklerini göz ardı eden kendi bünyesine uygun bir hukuku da içermekte. Aslında 12 Eylül için, ne hareket, ne hükümet darbesi ne de ihtilal tanımı uygun düşüyor. 12 Eylül, 12 Mart ve onu doğuran nedenlerin devamıdır. Ayrıca amaç bir senaryonun son safhasını sahneye koymadır. 12 Eylül hukuku da bu anlamda, insanları ezen, hak ve özgürlüklerini ellerinden alan bir hukuktur. Bu da onun meşru olmaması, daha doğrusu ters bir hukuk olması anlamına geliyor. Bu nedenle 12 Eylül hukuku dediğimiz zaman, 12 Eylül’ün bir kılıfı hukuki bir kılıfı söz konusu olabilir.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Eylül Anayasasında “Herkes kanun önünde eşittir” deniliyor. Ancak yine aynı anayasa konsey üyelerini eleştirme yolunu kapatıyor. Siz daha önceki anayasaları da yaşayan birisi olarak bu “eşitlik” konusunda ne diyorsunuz?
SANDALCI: 1924’ten itibaren tüm anayasaları yaşayan bir kimse olarak 82 Anayasasını en saygıya değmez ve utanılacak bir anayasa olarak görüyorum. Zaten Türkiye’de bu anayasa öyle bir hale geldi ki iyi olmuş kötü olmuş artık onların üzerinde durmaya bile gerek yok. İki yüzlülük içinde yapılıyor. Bu anayasalarda özellikle son yapılanda insan hak ve özgürlüklerinden söz ediliyor ama bunların tam tersi düşünceler onun içine konuluyor. Korunmaya çalışan vatandaş değil devlet. Vatandaş bir vasıta olarak görülüyor.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: 15. madde, 12 Eylülcülerin bütün olarak yargılanması yolunu kapatıyor. Ancak bu madde, parça parça yapılan suçlamaların bütün olarak gündeme gelmesini engelleyebilecek bir güç mü şu anda?
SANDALCI: Şu an için engelleyebilir. Ancak tarihin akışı ve toplumların gelişmesi içinde bu engelleme bir şey ifade etmez. Bu gibi tedbirler sadece palyatif önlemlerdir ve bundan öteye gidemez. İster anayasaya, ister baba-yasaya isterse duvarlara yansıtsınlar, hatta isterlerse Çankaya’nın tepesine yansıtsınlar hiçbir şeyi değiştiremezler. Koşullar içinde ortam değişir ve bunlar bir gün yargılanırlar. Adam insan olarak mahkemeye çıkamazlar belki ama insanlar çok daha sonra, onlar ortadan kalktıktan sonra onları tarih önünde yargılarlar. Ancak bizde böyle hareketleri değil yargılama en ilkel hesap sorma geleneği bile yok. Ne 12 Mart’ın ne de başka bir şeyin hesabı soruldu. Ama bakın Yunanistan’a… İstiklal Savaşı’nda Türk-Yunan Savaşı’ndan sonra zamanın başbakanı ve ordu komutanları mahkemeye çıktılar ve sonunda da kurşuna dizildiler. Yani yenilginin hesabını verdiler. Belki onların bu kadar büyük suçları yoktu, ama yenilgiyi onlar taşıyorlardı ve bunun hesabını verdiler. Bizde bırakın bunu, en ilkel şekilde hesap sormak olmuyor. İmkân yok. İlla intikam olsun, etkiye tepki olsun diye söylemiyorum ama bizde ne 12 Martın ne de başka bir şeyin hesabı soruluyor. Bunu yerine oturtmak gerekiyor.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: O zaman 146. madde gibi bir maddenin de burada varlığı gereksiz olmuyor mu?
SANDALCI: 146 yoruma çok açık, herkese uygulanabilir ancak ortada adam kalmaz. Devletin itibarım küçük düşürmek diye sana bana istedikleri gibi uygularlar. Su içmeye gidersin, ben söylerim, sen 146’ya girersin. Diğer yanda sen söylersin, söylediğin için yine sen 146’ya girersin. Yani farklı uygulanır. Ancak şu bütün devleti rezil eden bir takım insanlar var ki onların hiçbir hareketi 146’nın içine girmez. Aslında anayasadaki tüm maddeler güçlü olmanın ifadesi. İyi anayasa olmuş, kötü anayasa olmuş bir şey ifade etmiyor.
Hem iktidarda hem de güçlü olayım, bana en iyi anayasayı getirin en kötü şekilde nasıl kullanılabileceğini size göstereyim. Ya da tam tersi en kötü anayasayı getir, iyi niyetle nasıl iyi sonuçlar alınabilir onu göstereyim.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Bu güçlülükten kaynaklanan ortam da 12 Eylül Anayasasını hazırlayanlar kendi kurallarını çiğnemiyorlar mı? Örneğin sıkıyönetim mahkemeleri…
SANDALCI: Çelişkilerle dolu oldukları için doğaldır çiğnemeleri. Anayasa o anayasayı getiren Özal’ın devrinde deliniyor. Hem de 3 kuruşluk seçim gibi basit bir olay için, partilerin çıkarları plana çıktığından deliniyor.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Peki, hukuk devleti açısından bir dönemin yöneticileri kendilerine anayasada bir güvence arama gereğini neden duymuş olabilirler?
SANDALCI: Bunun bir takım psikolojik analizleri yapılabilir. Ancak kısaca, yaptıkları yüzünden bir gün hesap sorulabileceğini bilmelerinden ve bundan korktukları için böyle bir şeye gerek duyduklarını sanıyorum. Belki de yaptıklarına kendileri de inanmıyorlardı. Bu da bir olasılık. Biliyorsunuz, ortaya halk için çıktıklarını söylüyordu. O halde neden bu dönemde binlerce insan işkenceden geçirildi, bir sürü insan öldürüldü ve asıldı. Buna da sokaktaki terörü durdurmak için diye bir kılıf takıldı. Ama diğer yandan geniş halk yığınlarının de-politize edilmesi için akıl almaz bir devlet terörü estirildi. Yani, sonuçta Türkiye’ye huzur mu geldi, yoksa üç beş kişi ile büyük bir huzursuzluk ve sıkıntı mı geldi? Tüm bunlardan sonra akılları varsa tabii ki 15 maddeyi getirip ardına sığınırlar.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Peki, sıkıntıyı getiren üç beş kişilik bu olguya Mayıs 1977’den beri planlanan bir senaryo idi diyebilir miyiz?
SANDALCI: 61 Anayasasının sağladığı kısmi özgürlük ortamında çeşitli sosyal ve siyasi meşeler üzerinde bilinçlenme faaliyeti başladı. Sola açılan bir hava akımı Türkiye’de hissedilmeye başlandı. Tabii bu hava, karşıt tepkilerini de birlikte getirdi. İlk biraz acele ile ve örgütsüzce 71 Mart’ında geldi. Bu karşıt hareket burada durmadı. Anayasa kısmen değiştirildi, parlamento kukla haline getirildi. Ama bu da karşı tepkisini doğurdu ve partilerde demokratlaşma süreci gündeme geliverdi, ilk defa daha solda bir iktidara yol açıldı. 77’ye doğru bu yol daha fazla açık idi. Bunu durdurmak için bir takım hesaplı işler yapıldı. Türkiye’nin gerçek demokrasi ile yaşayamaması için bilinçli olarak yapıl’dı… Ve bir takım bahaneler arandı. Mesela 1 Mayıs 1977. Tam bir polis provokasyonu idi. Veya Ecevit’e Çiğli’de yapılan suikast, ya da Hamido’nun ailesi ile birlikte havaya uçurulması. Abdi İpekçi’nin öldürülmesi. Hepsi de popüler, sevilen insanlardı. Bu CIA’nın kitaplarında bile var, yani, popüler insanları ortadan kaldırmak. Bir belediye başkanı ya da ünlü bir gazeteci gibi…
Bütün bunlar gösteriyor ki bu adamlar bir şeyleri durdurmaya çalışıyorlardı. Sonra ne yapıldı? Sıkıyönetim ilan edildi. Bir tek Alevi-Sünni meselesinin körüklenmemesi kalmıştı ki o da yapıldı. Etnik ayrıcalıkları vurgulamak ve kışkırtmak için Alevileri kötüleyen mektuplar yollandı, dağıtıldı. Türkiye’de demokrasinin yürüyemeyeceğini ispatlamaya çalışıyorlardı. Askeri hareket buna ne dereceye kadar senkronize oldu, bu da çok düşünülecek bir şey. Ancak, sivil mahkeme yetersizliğinden dem vuruldu ve hem daha çok önlem istendi. Alındı da peki ne oldu? 1978’de sıkıyönetim geldi. Sonra 12 Eylül geldi ve hâlâ daha süren mahkemeler var.
Onu da bir tarafa bırakalım. Aynı insanlar 12 Eylül’den sonra iktidara geldiler ve sokaktaki anarşi bitti. Demek ki, daha önce de bitirebilirlerdi. Hiç kimse bunun tersini savunmasın. Bitirmek istemedikleri için bitirmediler. Benim kanaatim bu ve bunu her yerde söylerim.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: 12 Eylül öncesi gelişmeleri anlattınız. Şimdi size 12 Eylül hukuku ile karşı karşıya kalmış bir yazar olarak bir iki soru yöneltmek istiyorum. 12 Eylül’den sonra siz hem Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) üyesi olarak hem de Demokrat Gazetesi nedeniyle kovuşturmaya uğradınız. TYS üyesi olarak yargılanmanız ise dört yıl kadar sürdü. Ancak burada ilginç olan, kovuşturmaya uğramanıza neden olan Türk Ceza Kanunu’ndaki maddeler 12 Eylül öncesinde de vardı, ama siz bu maddeler nedeniyle 12 Eylül’den sonra kovuşturmaya uğradınız. Burada bir çifte standart yok mu?
SANDALCI: Gayet tabi var. Nedeni ise iktidara gelenin yasayı yorumlayıcı. 12 Eylül öncesinde TYS, Barış Derneği gibi kuruluşların faaliyetleri legal olarak algılanıyor ve kimse bir şey demiyordu. 12 Eylül ile birlikte illegal faaliyet olarak yorumlandı. Yasama dili aynı, maddeler aynı ancak yorumlayan zihniyet farklı. Başta söylediğim çelişki de buradan kaynaklanıyor. Örneğin Demokrat Gazetesi’nin bilinen sertliğine, en solda diye nitelendirilmesine karşın 12 Eylül öncesinde bir iki davası vardı. Ancak 12 Eylül’den sonra tüm yazdıklarımız günah oldu. “İşkence için niye yazdın”, “Gazetenin parasını nereden buldunuz” diye içeri aldılar. Uydurma ölüm raporu yazanların yalanlarını yazdığımızdan adam öldürdün diye içeri aldılar. Ama aradan aylar geçtikten sonra. Yani bunlar 12 Eylül’den önce suç değil, 12 Eylül’den sonra suç oldu.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: İnsanlarımız 12 Eylül’ü tüm sonuçlarıyla biliyorlar. Çok sıradan insanlar bile bunun ne anlama geldiğini kavrayabiliyor artık. Fakat bizim aydınlarımız, da bir direnç görüldü mü? Yoksa sendikalara kadar tüm anahtarlar hemen cuntaya teslim edildi mi?
SANDALCI: Hiç bir müessese direnmedi ki. Sendikalardan en küçük işçi kuruluşlarına kadar her yeri kapattılar. Bu durum da aydınlar tepkisini nerede ve nasıl gösterecekti? Kimsenin mazereti için söylemiyorum. Ama Türkiye çok zor bir durumda. Basın ve dergiler hem kendi oto-kontrolleri hem de devletin kontrolü altında. Bizim Babıâli patronları ise bir yerden sonra mukavemet göstermemişlerdir. Zaten bu tek taraflı bayağı gazetelerin sahipleri ya ailelerdir, ya da müteahhitler işadamları falandır. Her iki halde de yukarıdan gelen baskılara karşı hassastırlar ve er-geç boyun eğmek zorundadırlar. Ve 12 Eylül döneminde de bunu yaptılar. Sıkıyönetim komutanları ile kadeh kaldırarak sansürün kaldırılmasını kutlayan Gazeteciler Cemiyeti üyelerinden ne bekleyebiliriz ki? Zaman zaman iyi niyetle bazı şeyleri yazmaya çalışanlar oldu ama genelde pek fazla bir şey, direniş, gösterilemedi. Kimseyi suçlamak için söylemiyorum, ama bir Aydınlar Dilekçesi olayı oldu. Olumlu bir çıkıştı ama sonuçta fazla bir şey olmadı.
Zaten bir gelenek olmaz, belirli bir takım direnç noktaları olmazsa ve bunların ortasında da Zaloğlu Rüstem gibi biri olsa, etse n’olur, etmese n’olur. Türkiye’de Don Kişotluk örnekleri vardır, ama gelip bunların kafalarını ezerler.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Şu anda İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Başkanısınız. Hem bu konumunuzla hem de bir gazeteci olarak Türkiye’de insan haklarının kurumsallaşması hakkında neler düşünüyorsunuz?
SANDALCI: Bu hak ve özgürlükler ne kadar çok savaşılarak elde edilirse o oranda güçlü olurlar. Bizde ise bu hak ve özgürlükler genelde yukarıdan aşağıya doğru verilmiştir ve bu nedenle çok kolay geri alınabilmektedirler. 100 küsur yıllık bir meşruti devlet, anayasa devleti geleneği var, ama anayasa sürekli rafa kaldırılmış, değiştirilmiş. Bu nedenle bu haklar kurumlaşamamış. Geleneğimizde de zaten demokrasi pek yok.
Öte yandan biz daha 12 Mart döneminden çıkabilmiş değiliz. Bunu iktidardaki partinin mantalitesinde, davranışlarında çok rahat görebiliriz. Devletin başka noktalarında da görebiliriz. İki tane adam yurtdışından geliyor. Ben geleceğim gel beni tutukla diyor. Şimdi bu elindeki adama yasalara göre işkence yapmanın anlamı var mı? Ya da devlet başkanının bunlar hakkında adalet mekanizmasını etkileyebilecek konuşma yapmasına gerek var mı? Bunlar demokrasiden söz edilebilir mi, ya da 12 Eylül’de demokrasiden bahsedilebilir mi?

Eylül 1988

Zincirin iki halkası: 24 OCAK VE 12 EYLÜL

* 24 Ocak modelinde: “Yüksek fiyat ve düşük ücret” politikasıyla burjuvaziye kaynak aktarımı sağlanıp, sermayenin yoğunlaşması destekleniyordu deneme/yanılma üzerine kurulmuş olan bu modelin özü, geleceği ipotek altına almaktı.
1980 öncesi, 79 Ekimde yapılan ara seçim sonuçlarına göre hükümeti elinde bulunduran reformist CHP kesin yenilgiye uğradı. AP ise, 33 senatörlük ve 5 milletvekilliğinin tümünü almıştı. CHP’nin bu başarısızlığı, halkın gözünde reformizmin iflasını gündeme getirirken, yönetim düzeyinde de yeni arayışlara girilmiş ve bunun sonucu olarak da dıştan MHP ve MSP destekli AP azınlık (ya da 3. MC) hükümeti kurulmuştu.
79 Kasım’ında MESS başkanı Turgut Özal, Demirel’e verdiği raporda ana problemlerin başlıcalarını “anarşi, enflasyon, döviz durumu, sendikal meseleler ve toplu sözleşmeler” olarak sıralayıp önerilerini de sunuyordu. (1)
Ekonomik ve siyasi bunalım, yönetenlerde kendi kurumlarının işlemezliğini artırırken, diğer yönden yönetilenlerde de arayışlarını netleştirme/geliştirme imkânı yaratıyordu.
Toplumun başta işçi sınıfı olmak üzere bütün sınıflara bunalımın yansıttığı sorunları çözmek açısından kendi öz sınıf programlarının olmadığı söylenemez. Bunlardan birisinin uygulanması/içinde yaşanılan toplumsal yapının ortaya çıkardığı ortamın ve dolayısıyla siyasal rejimin niteliğinin ürünüdür.
Ülkemizde tekelci burjuvazinin önerdiği program, salt kendi sınıf çıkarlarını esas alıyor. Bunalımın faturasını/bedelini diğer sınıflara ödetmek amacını ise, toplum olarak birlikte “sorunun çözümünü” üstlenme, günlük deyişle “toplumsal fedakârlık yapma” olarak yansıtıyor. Aslında böylece izlenecek “ulusal politika” ve “ülkenin bölünmez bütünlüğünün” özü kar ve artırılması şeklinde belirleniyor.
İşçi sınıfı programı bunalımın varlık sebebi olan bu sosyo-ekonomik durumun değiştirilmesiyle köklü çözümü esas almak durumundadır.
Bu genel değerlendirme ışığında, kararların alındığı tarihle anılan 24 Ocak önlemleri, ekonomik bunalıma ve diğer taraftan başta işçi sınıfı mücadelesinin grev bayrağının yükselmesini ve artan toplumsal muhalefeti bastırmanın aracı olarak da 12 Eylül gündeme geliyordu. Bu gelişmelerin dünya konjonktüründen bağımsız olduğu söylenemez.
Devrik Demirel hükümetinin ekonomik kurmayları başta Özal olmak üzere 12 Eylül sonrası daha etkin görevlere geliyorlardı. Böylece alınan ekonomik kararları uygulamada devamlılık yine aynı kadro tarafından sağlanıyordu. Zaten 12 Eylül bu devamlılığı sağlamanın bir ürünüdür.
Nitekim 12 ve 14 Eylüllerde Genelkurmay’da ekonomi konulu toplantılara katılan Özal edindiği izlenimi, “Çocuklar, … 12 Eylül bizim daha önce yapamadığımız pek çok şeyi yapma fırsatını verebilir… Grev himayesi falan yasaklanıyor. Yani daha rahat çalışma durumu çıkabilir bundan sonra…” diye çevresine anlatıyordu. İkinci toplantıdan bir gün sonra IMF’nin Avrupa masa şefi Whitton, Özal’ı Washigton’dan arar, “sizin adınız bizim için yeterlidir” der. Esas olarak MGK’nın 17 Eylülde yayınladığı bildiriyle uluslararası anlaşmalara uyulacağım açıklaması IMF’yi rahatlatmıştı. (2)
ABD Ford yönetimi eski enerji bakanı ve 79 sonrası Türkiye’nin danışman firması Lazare Frere’nin sahiplerinden Frank Zarb 1980’leri değerlendirirken “biz başladığımızda kriz sadece ekonomik değildi. Politik bir kriz de yaşanmaktaydı… Askeri yönetim sırasında tabi çok daha rahattı, kararlar kolaylıkla almıyordu…uluslararası topluluğun güveni yeniden sağlandı” (3) diyerek 12 Eylülün üslendiği fonksiyonları kısaca belirtiyordu.
24 Ocak kararlarının uygulanması ve “başarılı” olmasında 12 Eylül’ün ve de 12 Eylül’ün gelmesinde 24 Ocak’ın rolü konusunda tartışmaların vardığı sonuç: Her biri diğerini bütünleyen bir zincirin iki halkası durumundadır.
Bu gerçeğin ifadesi olarak (4): “12 Eylül olmasaydı 24 Ocak kararlarının sonucu çok dehşet verici bir tablo olurdu!’ (Danışma Meclisi üyesi Dündar Soyer)
“24 Ocak kararlarının alınması kadar 12 Eylül’den sonraki yönetimin bunlara devamlılık sağlaması da büyük önem taşımaktadır!’ (İSO Meclis Bşk. İbrahim Bodur)
Önce yasaklama ve fiilen dondurma ve sonrasında hemen yasal kılıfı hazırlama işleyişine sahip olan 24 Ocak ve 12 Eylül birlikteliğiyle daha az özgürlük, işsizliğin artması, sendikal ve sosyal hakların kısıtlanması ve gelir dağılımın dar gelirliler aleyhine bozulması sağlamış oluyordu.
Bu fonksiyon birliğine karşı tek “çatlak ses” devrik hükümetin başkanından, Demirci’den geliyordu:
“12 Eylül hadisesi, silahlı kuvvetlerin devlete el koyması hadisesidir…24 Ocak 1980 kararları, 1980 Eylül’ünde netice vermiştir… Vermeseydi belki müdahale olmazdı… 12 Eylül’den sonraki tatbik edilen ekonomik politikanın 12 Eylül’e kadar tatbik edilen politikayla münasebeti yok mudur? Vardır! (5) derken devamlılık sağlandığını vurguluyordu.

1- EN “ZENGİN”, FAKİR EKONOMİ
1.1 – Ekonomik Kriz Ve Enflasyon
’70’ler sonunda ekonomik kriz, kendisini şiddetli enflasyon, işsizliğin artışı ve bütçe açığı demek olan iç dengesizlik ve ödemeler dengesi bilançosu açığı, döviz darboğazı yani dış dengesizlik olarak gösteriyordu. Bunlar sonuç olduğuna göre krizin kaynağı neydi?
Türkiye’nin kabullendiği ithal ikameci sanayileşme politikası pazara yönelik üretimin ve birikimin esas alınmasıydı. Gerekli olan hammadde ve üretim araçları ithali için finansmanın sağlanmasında zorluklarla karşılanıyordu. Korumacı önlemler ve sabit döviz kuru politikası sonucu, ihracat artmazken ithal talebi hem artıyor ve hem de fiyatları yükseliyordu (örn: petrol). Ayrıca uluslararası konjonktürün de etkisiyle ekonomi durma noktasına geliyordu.
Uluslararası konjonktürün gelişmekte olan ülkeleri etkilenmesi: gelişmiş ülkelerde bunalımın faturasını, o ülkelerdeki işçi sınıfı ve gelişmekte olan ülke halkları, var olan ekonomik ve siyasi ilişkiler ağıyla ödemektedir. Bu anlamda gelişmekte olan ülkelerde kriz etkisini daha ağırlıkta hissettirmekte ve ekonomi politika da yürürlüğe konulurken yoğun ekonomik/siyasi ilişkide bulunulan ülke/ülkelerin “uyarıları” da dikkate alınmaktadır.
Krizin göstergesi olan enflasyon, burjuva ekonomi politiğine göre, gelirlerde meydana gelen artışın talebe yansımasına bağlı olarak fiyatların artmasıdır.
1980 sonrası ücretlerde ve bazı gıda malları fiyatında artış seyri tablo-1 de görülmektedir.

Tablo 1 – FİYAT ARTIŞI
1980-1987    1983-1987
Ekmek 1 kg.        22 kat        4 kat
Sığır eti 1 kg.        21 kat        5 kat
B.peynir 1 kg.        21 kat        5 kat
K. Fasulye 1 kg.    27 kat        8 kat
Zeytin 1 kg.        25 kat        6 kat
Tozşeker 1 kg.    19 kat        3 kat
Çiçek yağı 1 kg.    31 kat        6 kat
Tüp gaz 12 kg.    24 kat        3 kat
Elektrik KW’S        23 kat        9 kat
Aspirin            40 kat        5 kat
Şeh. içi otobüs bileti    37 kat        5 kat
Gazete            35 kat        6 kat
Ortalama işçi ücreti    7 kat        3 kat
Kaynak: ’87 Petrol-İş, Tablo-23

Genel olarak ortalama ücret artışı diğer mallara göre daha az olduğu halde, enflasyon oranı düşmemiş ve 1986’dan itibaren yeniden büyük oranda artışa geçmiştir
Dönemin HDTM Ekrem Pakdemirli: “…enflasyon devam ederse, fiyatların sabit Kalması mümkün mü? O halde enflasyon arttıkça veya devam ettikçe fiyatların da artması, zam yapılması kaçınılmazdır” diyerek, zam gerekçesini açıklıyor. Diğer taraftan “zamların nedeni nedir?” diye sorulduğunda da, enflasyonu aşağı çekmek için diye söylüyor. (6) Aslında söylemiyor: bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Fiyat artışı demek olan zammın, fiyat artışını önlemenin tedbiri olarak Sunulması anlaşılmaz değil! Sanki mantık oyunu oynanmak isteniyor…
Gelir dağılımı politikası gereği yıllık artışlar, o yılki bütçede öngörülen fiyat artışına yakın ya da daha altında belirlenirken, enflasyon oranı ise hiçbir zaman bütçenin önceden öngördüğü oranda olmamış hep üzerinde seyretmiş ve bazen katlamıştır. 1987 yılı enflasyonu yüzde 30 olarak programlandığı halde yüzde 60’lar olarak gerçekleşmiştir.
Kapasite kullanamama nedenlerinden iç talep yetersizliğinin payı yüzde 50’ler olup, bu, diğerlerine göre en büyük orandır (7). Diğer yönden de talep artışından kaynaklanan enflasyondan bahsedilmektedir.
Enflasyonla ilgili analizlerde benzer çelişkilerin olması, tesadüf değil; bilmezlik hiç değil! Burjuvazinin krizi kendi lehine çözmenin aracı olarak teşhis konmakta ve ona göre kararlar alınıp, uygulanmaktadır.
Ücret artışları, 1979 yılının yarattığı sorunlar, Özal icadı DÇM’ler ve son olarak da Afşin/Elbistan santralı yapımını enflasyonun nedeni olarak sunmanın mantığı: müşteriye göre mal satım politikası gereği, şartlara göre farklı nedenler ileri sürülmektedir.
Anlatımlar ışığında, ekonomide tekelci yapının yoğunlaşması ve dışarıya ucuza mal satmak için TL’nin değer yitirmesi enflasyonist politikalardır.
1.2-24 Ocak Kararlan Ve IMF:
IMF’nin özellikle gelişmekte olan ülkelere sunduğu programın benzer olması nedeni: Bu ülkelerin uluslararası ödemelerini aksatmadan yerine getirmesi için gerekli önlemlerin alınmasına bağlı olarak, uluslararası işbölümü ve ticaretin gelişmesinin sağlanmasıydı.
Esas olarak ödemeler dengesi bilançosunun sorunlarının giderilmesi hedeflenmekte ve buna uygun politikalar izlenmektedir. Dış istikrarsızlık iç ve dış fiyatlar arasındaki farkın bir sonucu ve böylece de parasal bir sorun olarak tanımlanmaktadır. Oysa dış dengesizlik artan ithalattan ya da üretimin önemli bir bölümünün yurt içinde tüketiminden de kaynaklanabilir.
Dengesizliğin giderilmesi için sunulan çözümler: Birincisi devalüasyon yapılması ve böylece ihracat teşvik edilirken, ithalat sınırlandırılmaktadır. İkincisi gelir dağılımında “ücretlerin dondurulması”. Bununla ithal talebi ve yurtiçi tüketimde daralma sağlanması ve ihraç edilebilir mal miktarının artması hedeflenmektedir. Diğer taraftan da firma giderlerinin azalması sonucu ekonomide yeniden canlanma olacaktır. Üçüncüsü kamu harcamalarının kısılması, ithalat ve tüketimin azalmasına ve öte yandan para hacminin daralmasına neden olacaktır. IMF’nin önermiş olduğu çözümler kısaca bunlardır. (8)
Türkiye ile yakın ilişki içinde bulunan ve esas fonksiyonları denetlemek olan uluslararası mali kuruluşlardan bazıları: IMF, OECD ve Dünya Bankası’dır. Bu kuruluşlarla TCMB arasında iktisadi politikanın izlenmesi için kurulan ilişki, “dış mali kurumların iki dudağı arasına bırakılması” (9) anlamındadır.
24 Ocak’ta uygulamaya konulan ekonomik politikanın esası IMF’nin önerdiği çözümler olduğu incelendiğinde anlaşılmaktadır.
1980’lere kadar uygulanmakta olan sanayileşme politikasındaki tıkanıklığın krizin kaynağı olduğu kabulünden hareketle ithal ikameci politika yerine yeni sermaye birikim tarzı olarak ihracata yönelik sanayileşme politikası benimseniyordu.
Aslında ithal ikameci ya da sunulan ihracata yönelik birikim modeli olsun, her ikisi de komprador tekelci burjuvazinin birer sanayileşme politikasıydı. O anlamda birer sermaye birikim modelleriydi.
Sermayenin bu yeni oluşumunun sağlanması için, içyapısı yani ayak uyduramayanların iflası ile emek piyasasını değiştirmek gerekiyordu. Bu anlamda 24 Ocak kararları tarımdan sanayiye (iç ticaret hadleri düşmesi), ücretliden sermayeye (fiyat artışları ve gerçek ücretlerin düşmesi), küçük üreticiden büyük üreticiye (tekelleşme/yoğunlaşma artması), üretici kesimden yüksek faizle bankacılık sektörüne (rant gelirleri artması), kamudan özel sektöre (vergi indirimi, teşvikler ve kamunun daraltılması, özelleştirme) ve içeriden dışarıya (dış ticaret hadleri düşmesi ve dış borç ödemeleri) kaynak transferi modeliydi. Bu yeni oluşumların gerçekleştirilmesine uygun programın belirlenmesi ve kendi alanlarında somutlaştırarak uygulanması gündeme geliyordu.
Bunlar:
1- Para politikası: Emisyon artışlarının denetime alınması ve kredi miktarının sınırlandırılması ve yüksek faiz politikasının izlenmesi,
2- Kambiyo politikası: TL’si büyük ölçüde devalüe edildikten sonra 1981-1 Mayıs’tan itibaren TCMB kontrolünde günlük belirlenmesi.
3- Dış ticaret politikası: Esas olarak ihracatı teşvik etme ve ithalatın liberalleştirilmesi.
4- Maliye politikası: Ekonomide kamu kesimi ağırlığını azaltma ve KİT açıklarının zamlarla karşılanması, vergi indirimleri ve sübvansiyonların azaltılması ve teşvik alanının genişletilmesi.
5- Gelir dağılımı politikası: Ücret ve taban fiyatlarının enflasyon oranı gerisinde (reel düşme) artırılması.
6- Piyasada rekabetin etkinliğinin sağlanması.
7- Yabancı sermayenin teşviki ve özendirilmesi.
Bugün varılan sonuç değerlendirildiğinde 24 Ocak kararlarının esas gayesinin dış dengenin sağlanması olduğu görülebilmektedir. Dış borçların aksatılmadan ödenmesi ve ödemeler dengesi bilançosu açısından döviz darboğazına düşmeme hedeflenmektedir. Gerçi nasıl borç ödeme ki, her yıl borç servisi arttığı halde toplam borçlarda benzer yönde artış kaydetmektedir: Hem ödeniyor ve hem de artıyor.
Sorunlara yaklaşım her ne kadar uzun vadeli düşünüldüğü biçimde açıklanıyorsa da, günlük yaşanmaktadır. Sık sık değişikliğin olması bundandır. Hatırlanabilenler Temmuz 1982, 1984 kışı, Aralık 1985, Mart 1986 ve Şubat 1988 ve de daha pek çok küçük operasyonlar.
24 Ocak kararları kendine has biçimde gerekçelerle sunuluyordu. Özmantık “bu, şunsuz olmaz” tarzında zorunluluğun öne çıkarılması biçimindeydi: IMF’nin onaylamadığı bir politikanın başarısız olacağı; KİT’lerle ilgili sorunların abartılması ve kamu ekonomisinin alanının sınıflandırılması; tasarruf açısından önemli olanın sermaye girişi olup, yabancı sermayenin bağımsızlığı etkilemediği ve makro olarak tasarrufun yüksek faiz politikasıyla artacağı ileri sürülüyordu.
Bu haliyle 24 Ocak modelinde: “Yüksek fiyat ve düşük ücret” politikasıyla burjuvaziye kaynak aktarımı sağlanıp, sermayenin yoğunlaşması destekleniyordu. Diğer bir anlatımla iç dengesizliği ortadan kaldırmadan devalüasyonlarla dış dengesizliği giderme amacıyla deneme/yanılma üzerine kurulmuş olan bu modelin özü, geleceği ipotek altına almaktı. Kim için?
Üretim sektörleri ve teknoloji açısından bu model, sermayenin yoğunlaşması/tekelleşmeyi artırmaya uygun teknolojik ve mali yapı ve yabancı sermayenin egemenlik kazanmasıdır.
1.3 – Yoksullaştıran İhracat Artışı
24 Ocak kararlarında dış dengenin sağlanması, dışa açılma ve dış ticarette liberalleşme gibi amaçların yanı sıra 1979 yılında yeni bir ödeme planına bağlanan dış borçların düzenli ödenmesi programın amaçlarındandı.
Programın temel politikası, kur politikası ile ihracatı özendirmekti. Nitekim uygulamada, bu yönde oldu.
İhracatın artışı, vergi iadesi oranlarının artması ve ucuz kredi politikası yoluyla daralan iç talepten sağlanmaktaydı. İhracatı teşvik politikasının temeli parasal önlemlerdi: İhracatı özendirilen mallar, iç talebi fiyat mekanizmasıyla sınırlandırılan mallardı. İşte iç talebi fiyat ve faiz politikasıyla sınırlandırılan sanayi üretiminin, ihracata yönelmesi kur politikası, vergi iadesi ve ucuz kredi politikası ile özendiriliyordu. Bu, sonuçta resmi kuru 575 TL olan 1 doların sıradan ihracatçı için 871.5 ve ihracatçı Sermaye şirketlerinde ise 983.6 TL olmasına neden oluyor ve böylece ihracatın her doları 927.5 TL’si oluyordu (10). 1986 için geçerli olan bu artış, 1988 Eylül’ü için düşünüldüğünde 1600 TL’ye yaklaşan resmi kura göre ihracatın 1 dolarının bedeli yaklaşık 2500 TL’den aşağı olamayacağı hesaplanabilir.
Enflasyon nedeniyle alındığı söylenen kararlarla iç talebin kısılmasında esas amacın ihraç mal miktarını artırmak olduğu, bugünden düne bakıldığında daha net gözlenmektedir. O halde enflasyonist politika, dışarıya ucuz mal satmanın bedelini halka ödetmenin aracı olmaktadır.
Evet, ihracat miktar ve tutar olarak artıyor. Neyin bedeli olarak?
Bedel, ulusal kaynakların dışarıya ucuza satılmasıdır. Yani kaynak sızmasıdır. Doğal olarak” bu süreçte hangi faktör göreli olarak ucuzluyorsa, bedeli ödüyor demektir. “Uygulamada emek gücünün giderek ucuzlamasından, bedeli bunun ödediği anlaşılmaktadır.
1973:100 endeksine göre dış ticaret haddi 1977 ve 1983 yıllarında 79.4 ve 44.3’e inmiştir. Aynı endekse göre ihracat ve ithalat miktar endeksi: 1983’de 180.0 ve 121.0’e yükselmiştir. (11) Anlamı: çok ama ucuza satıp, az ama daha pahalıya almaktır. Böylece net gelir kaybı olmaktadır. Gelir artarken olan fakirleşmenin daha da artmasıdır. Bu yüzden 1985’lerden itibaren dış ticaret haddi rakamlarının yayımı yasaklandı.
Sahibinin sesinden dışa açılma: “dolar her şeye egemen…Sonuçta daha çok malı aynı paraya satıyoruz.. Tam anlamı ile soyuluyoruz. Üretip üretip ucuza satıyoruz” diyor, HDTM E. Pakdemirli (12).
Yoksullaştıran ihracat artışı…
İhracat artışının, “ulusal bütünlüğü yaşatmanın” politikası olduğu bu yıllarda hayali ihracatın olması tesadüf değildir. Neden bu tür ihracat? Ticari değeri olmayan malların ihracı, normal ihracat fiyatının ya da miktarının fazla gösterilmesi yada ihracat yapmadan sahte belgeyle ihraç yapılmış gibi işlem yapma yöntemleriyle gerçekleştirilen hayali ihracatın miktarının hiç de az olmadığı, son günlerde yapılan yayınlardan anlaşılmaktadır. DPT yetkilisi Bülent Öztürkmen, toplam ihracatın yüzde 10 ya da 15’i kadarının hayali olduğunu söylüyor” (13). IMF’nin 1984-87 yıllarını kapsayan son 4 yıllık istatistik verilerine (söz konusu ülkelerin Türkiye’den yaptıkları/bildirdikleri ithalat rakamlarını esas alarak hesaplanmış) göre, Türkiye’nin F. Almanya, İtalya, Hollanda, İsviçre, Belçika-Lüksemburg ve Avusturya’ya yapılan toplam ihracatı 8.7 milyar iken Türkiye’nin kendi rakamı 11.9 milyar dolar görünüyor. Bu durum da, ihracatın yüzde 27’sinin yani 3.2 milyarının hayali olduğu anlaşılıyor (14). Hayali ihracat çok değil, iki yıl öncesine kadar resmi makamlarca tümden yalanlanırken, bugün ne kadar olduğu tartışılıyor.
İhracatın artışı, ekonominin kendi dinamiği sonucu kalıcı bir yapılaşmadan olmayıp, devalüasyon ve teşvikler gibi bu
gün sona eren İran-Irak savaşı gibi dış koşullardaki gelişmelere bağlıdır.
Ayrıca önemli bir konuda, makro olarak ihracatın sınırının nerede olacağının belirlenmesidir: GSMH’nin yüzde 50’lerinin hizmetler olduğu bir ekonomide, GSMH’nın yüzde 15 ve 20’leri ihraç ediliyorsa, kaynaklar açısından sınıra dayanma söz konusudur. Bu anlamda ihracatın geleceği açısından artışın devamı beklenilmemelidir. Kapasite kullanımının da sınıra dayandığı hatırlanırsa, yatırımların canlandırılması gerekmektedir.
“İhracatı teşvik Politikasının temeli parasal önlemlerdi: Enflasyonist politika, dışarıya ucuz mal satmanın bedelini halka ödetmenin aracı olmaktadır.”
1.4 – Gelir Dağılımı Ve Ücretler
Gelir dağılımı rantiye gelir sahipleri lehine, ücret ve tarım kesimi aleyhine gelişme göstermiştir.
Görüldüğü gibi tarım sektörünün toplam nüfus içinde payı yüzde 59.95’den 52.21’e ve ulusal gelirden aldığı payda yüzde 23.87’den 18.09’a inmiştir. Ücretlilerin toplam nüfusta payı yüzde 36.23’e yükselirken ulusal gelirden aldığı payı 26.66’dan 17.7’ye gerilemiştir. Rantiye gelir sahiplerinin nüfusu ise yüzde 6.78’den 11.56’a ve ulusal gelirdeki payı da yüzde 49.47’den 62.21’e yükselmiştir (Tablo 2)

Tablo. 2 – GELİR/NÜFUS DAĞILIMI (1980-86) yüzde dağılımı
TARIM             ÜCRET            Rant Gelirler(Kar, Faiz, Kira           
Nüfus Payı    Gelir Payı    Nüfus Payı    Gelir Payı    Nüfus Payı    Gelir Payı
1980    59,95        23,87        33,27        26,66        6,78        49,47
1983    55,95        20,52        34,72        24,78        9,33        54,69
1986    52,21        18,09        36,23        17,70        11,56        64,21
Kaynak: ’86 Petrol-ş, Tablo – 22

Büyüyen ulusal pastada rantiye gelir dilimleri büyürken, tarım ve ücretlilerin payı küçülmüştür. İşte 24 Ocak kararlarının hikmeti!
Gelir dağılımındaki bu rantiye yapı uluslararası konumda da uç bir örnek durumundadır: Nüfusun en yüksek ve düşük yüzde 10’unun aldığı pay, Arjantin’de (1970) yüzde 35.2 ve 4.4; Japonya’da (1979) yüzde 22.4 ve 8.7; Filipinlerde (1970-71) yüzde 38.5 ve 5.2 iken Türkiye’de (1973) yüzde 40.7 ve 3.5’dir (15).
Bir başka yönden karşılaştırma yapılırsa, faktör gelirleri içinde maaş ve ücretlerin payı yüzde olarak Cezayir’de (1979) 51.4; Sudan’da (1978) 47.6; Yunanistan’da (1982) 49.4 iken Türkiye’de (1976-1979-1986) 33.6-31.0 ve 18.6’dır. (16).
Gelir dağılımı açısından uluslararası konumda en adaletsiz ülkenin Türkiye olduğu anlaşılmaktadır.
Emek-gücü sahibi gelirleri: Ücretler ve maaşlar.
Aslında şirket müdürlerinin, yönetim kurulu üyelerinin ve yüksek kademedeki devlet memurlarının aylıklarını, ulusal gelir dağılımında ücretlere dâhil eden istatistiklerin güvenirliği tartışılmalıdır. Çünkü ücret gelirlerinin olduğundan fazla gösterilmesi söz konusudur. Yani fabrikada çalışan bir işçi ile her yönüyle burjuva sınıfına dâhil olan üst kademedeki yöneticilerin geliri aynı potada toplanıp ona göre değerlendirilmektedir. Herhalde bu iki tarafın aynı işyerinde ve aynı gelir grubunda yer almaları dışında ortak yönlerinden bahsedilemez; çünkü sınıfsal olarak biri diğerinin karşısındadır.
Gelir dağılımında ücretlilerin emek-gücü sahibi gelirlerinin ödeme yükümlülüğü:
1- Gerçek ücretler azalan bir trend izlemektedir. Tablo.3’de görüldüğü üzere 1979:100 endeksine göre, TFE 1987’de 1955.7’ye yükselirken, gerçek ücret endeksi 51.7’ye gerilemiştir. Ayrıca kişi başına düşen ulusal gelir (1963 fiyatlarıyla) 1977:100 endeksine göre, 1980de 95.3’ten 1983’de 100.7’ye ve 1987’de 193.2’ye çıkarken, aynı endekse göre ortalama gerçek ücret endeksi de 1980’de 56.6’dan 1983’de 53.3’e ve 1987’de 39.2’ye inmiştir. (17). Kişi başına düşen ulusal gelirin artan, ve ortalama ücretin azalan bir trend izlemesinden çıkarılacak sonuç, rantiye gelirlerin (kâr, faiz ve kira) artmasıdır.
Hemen burada 1983 yıl, icadı ücretlilere vergi iadesinden bahsedilecek. Bunu da dikkate alan bir çalışmaya göre vergi iadesi dâhil 1983:100 ortalama ücret endeksi 1987 yılında sigortalı için 79.1’e ve memur için 85.6’ya iniyor (18).
Ücretlerin azalan bir trend izlemesiyle, girdiler içinde maliyet payı azalmıştır. Ayrıca bu ucuzluk, yabancı sermayeye davetiyenin aracı olarak kullanılmıştır. Girdiler içinde işçilik payı 1979:100 endeksine göre 1983 ve 1985’de 50.12’ye ve 49.92’ye gerilemiştir. (19)
2- Faiz, kira ve kâr başka deyişle rant gelirlerinin reel pozitif faiz ve sermaye teşvik politikalarıyla artırılmasının faturasını emek gelir sahipleri ödemişlerdir. Önceki tabloda da görüldüğü üzere rant gelirleri sahiplerinin hem nüfus ve hem de ulusal gelirdeki payı artış kaydederken, ücretlilerin de nüfusu arttığı halde gelir paylan azalmıştır. Rant gelirleri artışının kaynağı, emek gelirlerinin azalmasıdır (tarım kesiminin geliri azalması da hatırlanmalıdır).
Ayrıca bankaların fon alış ve satış işleminde, aldığı ve verdiği faiz ve komisyonları rant gelirleri olup, bunun GSMH’ya (nominal) oranı 1984 ve 1986’da yüzde 17.24’den 22.0’ye yükselmiştir. (20)

Tablo. 3 – GEÇİNME ENDEKSİ VE ÜCRETLER (1980 -1987)
Geçinme Endeksi    Gerçek Ücret Endeksi
1979        100,0            100,0
1980        194,3            74,7
1981        267,3            69,1
1983        457,0            70,2
1985        964,6            61,1
1986        1303,3            57,5
1987        1955,7            51,7
Kaynak: ’87 Petrol-lş, Tablo 43.

Ekonomide rantiye gelirlerin artması, üretime göre ticaret ve rantiyenin tercih edilmesi sonucudur.
3- Yoksullaştıran ihracat artışının faturası da emek gelirleri sahiplerince ödeniyor.
Gelir dağılımının emek gelirleri aleyhine bozulmasının her geçen yıl daha da artmasıyla, ihracata dayalı yeni birikim tarzına kaynak yaratılmış ve sermayenin tekelleşmesi o yönde desteklenmiş oluyor. Ayrıca burjuva ekonomi politiğin sürekli tekrarladığı toplam gelir dağılımdaki artışın talebe yansımasının sonucu enflasyona sebep olduğu tezi (ücretler azalan bir trend izlediği halde enflasyon halen yüzde 70’lerdeyse) aslında burjuvaziye kaynak yaratmanın politikasıdır.
1.5 – Tekelleşme Ve Özelleştirme
1980 sonrasında tekelleşmeyi artıran politikalar arasında emek/sermaye çelişkisi açısından fiyat artışları ve gerçek ücretlerin düşmesiyle, tekelci sermaye gruplarından özellikle sermaye ihraç eden şirketlerin bazılarına pazar imkânları açılması, kamu kesiminin özel sektör lehine daraltılması ve kredi maliyetleri artışının denetiminde bankası olan holdinglerin finansman sıkıntısına düşmemesinin sağlanması sayılabilir.
Yüksek faiz politikasıyla rant gelirleri artmış ve kime ait olduğu sorulmadan mevduat sertifikalarının alınıp/satılması, günlük kur değişikliğiyle sınırlı da olsa spekülatif yatırımlar, döviz kaynağı sorulmadan döviz tevdiat hesabının açılması ve dış ticaret politikasındaki değişikliklerle hayali ihracat yolunun açılması gibi politikalar sonucu, kara para aklanmıştır. Böylece kara para sermaye birikimi, sermaye birikimi de tekelleşmeyi artıran bir kaynak olmuştur.
Nitekim hayali ihracat konusu, hükümetle özel sektörün temsilcileri arasında periyodik yapılan toplantılarda yine gündeme geldiğinde Nurullah Gezgin, Başbakan Yardımcısı Kaya Erdem’in kamuoyu önüne çıkıp da “hayali ihracat kara parayı aklamıştır” demesini bir “talihsizlik” olarak nitelemiştir. (21)
Özel sektörün gelişmesi için devlet desteği ilk dönemlerde ihaleler ve kârlı alanların özel sektöre açılmasıyla sağlanırken, sonradan yatırımlar ve ihracatı teşvik yöntemi kullanılmaya başlandı.
Kamu mülkiyetinin daraltılması ve özel sektöre devrinin aracı olan özelleştirme ile işletmecilikte rekabetin ön plana çıkması ve bu sebeple, piyasa kuralların işleyişe hâkim olması öngörülüyor. Kârlı olan KİT’ler satılırken ve satılacakken zarar edenlerin açığı yine bütçe tarafından karşılanacağına göre kârlı olanlar neden elden çıkarılmak istenir? İflas eden özel sektör kuruluşları (Asil Çelik) KİT’leşirken/devletleştirilirken kârlı çalışan KİT’lerin özelleştirilmesi çelişkisi: kamu ekonomisinin bu sistemde üstlendiği fonksiyon sonucudur.
Özelleştirmenin kademe kademe gerçekleştirileceği ve bu anlamda önce çalışanlarına ve sonra da diğer tasarruf sahiplerine satılacağı açıklandı. Çalışanların ne oranda alacağı esasında alamayacağı konusunda, gelir dağılımını dikkate alarak sonuç çıkarmak mümkün. Bu durumda sermayenin tekelleşmesi arttırılacak.
1980 sonrasında özelleştirmenin bu kadar gündeme gelmesinin bir yönü de: KİT’lerin alınan dış borç karşılığı alacaklılara satışı yoluyla yabancı sermayeyi yatırım için ülkeye çekebilmektir’22’. Bu haliyle özelleştirme, az gelişmiş borçlu ülkelerde, ödeme sorununu çözmek amacıyla borçlar karşılığı alacaklılara mülkiyet verme gerekçesi olarak sunuluyor. Nitekim Brezilya 113 milyar dolarlık borcundan 150 milyonluk bölümü için “borç karşılığı hisse senedi” yöntemini uygulamaya başladı ve alacaklılar ortalama yüzde 18.5 oranında ıskonto yaparak hisse senetlerini aldılar. (23)
Bizde de tantanayla sunulan Teletaş, bir özelleştirme değil, yalnızca yüzde 40’ı kamuya ait bir özel şirkettir. Özelleştirme öncesi, hisselerden yüzde 39’u Belçika firmasına ait iken bu firma satılan hisselerden yüzde 18’ini de almakla payını yüzde 57’ye yükseltmiştir. Yani sonuç olarak tekelleşme yabancı sermaye lehine desteklenmiş olmaktadır.
Dış ticaret politikasında yapılan değişiklikler gereği 1984 yılında yıllık ihracatı 50 milyon lirayı aşan ihracatçılara (Bunlar 16 şirkettir) belli imtiyazların (Doğu Avrupa pazarına ihracat tekeli) verilmesi ve dış ticaret firmalarının kendi örgütlerini (ör. Dış Ticaret Derneği) oluşturmaları ihracat faaliyetini esas olan yeni gelişen gruplarla sanayi işletmelerine daha çok dayalı gruplar arasında diğer bir deyişle komprador tekelci sermayenin kendi içindeki çelişmeyi artırma sonucunu verdi.
Sermayenin yoğunlaşması anlamında “el değiştirmelerin” hızlanması sonucu iflas edenlerle güçlenen büyüyenler arasındaki çelişki artıyordu; çünkü finansman sıkıntısı çeken firmaların senetlerinin protesto edilmesi ve verdiği çeklerin karşılıksız olması, çelişkiyi etkileyen önemli bir faktör olmuştur. 1988 Yılının ilk beş ayında geçen yılın aynı dönemine göre protesto edilen senet adedi yüzde 29.5 ve toplam miktarı yüzde 71.6 oranında artmıştır. (24)
Finansman sıkıntısının bir diğer yönü de bankaların tahsil edemediği alacakları günlük deyişle batık kredilerdir. Bugün bankalar tahsil etmede zorlandığı bu alacaklarını almak istediğinde, kullanıcı durumda olan firmalar zor durumda kalmıştır. Örneğin; Halit Narin’in şirketlerinin sıkıntısı böyledir.
Gelir dağılımının adilleştirildiği, tasarruf sahiplerinin korunduğu gerekçesiyle sunulan yüksek faiz politikasının bu yönde etkisi yok denecek kadar sınırlıdır. 1986 yılında 6 milyon TL altında tasarruf mevduatı olanların toplam hesap adetinde yüzde 99.5 ve mevduattaki payının ise yüzde 76.9 olması, yüksek faizlerin gelir dağılımını adilleştirici etkisinin zayıflığını gösteriyor. Çünkü hesabın yüzde 0.5’inin toplam tasarruf mevduatı içindeki payı yüzde 23.1’dir. (25). Diğer yandan bu faiz politikası, mali ve sanayi sermayesinin birlikteliğinin sağlanmasını olumlu yönde etkilemiş ve sınırlı da olsa tekelci sermaye grupları kendi mali kurumlarına ulaşmış ve holding bankaları yaygınlaşmıştır.
Bankacılık sektöründe dört büyüklerin (Ziraat, İş, Akbank ve Yapı Kredi) para piyasasında tekelci konumlarının pekiştiği görülmektedir.
Yurt içinde tekelci sermayenin gelişimine uygun olarak artık yurt dışına sermaye ihracı gündeme geliyordu. Bu durum, gelişmiş ülkenin doğrudan yabancı sermaye yatırımlarından farklıdır.
Yurt dışına sermaye ihracı, yeni şirketler kurma biçimindeydi ve bunun çeşitli nedenleri vardı: Bunlar, ilk olarak, “transfer fiyatlamasıyla” servet kaçakçılığı yapma, yani az ödeme yaptığı halde, çok fazla verilmiş gibi gösterme. İkinci olarak, teşviklerden yararlanmak için yabancı sermaye olarak Türkiye’ye gelip burada yatırım yapmak. Örneğin; Yaşar Holding bünyesinde bir kuruluş olan Pınar AŞ’nin yüzde 34.7’si yabancı sermayeye aittir ve yabancı sermayeli bu şirketin yurtdışında yine aynı holdinge ait bir şirket olan Yadex Gmbh olduğu görülmektedir. Üçüncü olarak hayali ihracat yapıp devletin sağladığı teşviklerden yararlanmak şeklinde sıralanabilir. (26)
Her yıl İSO tarafından yayınlanmakta olan 500 büyük firmanın istihdamdaki payı 1982’de yüzde 27.6 iken 1986’da yüzde 30.4’e yükselmiş ve katma değerdeki payı da aynı yönde gelişme göstererek, yüzde 37.9’dan yüzde 41.2’e çıkmıştır. (27)
Sonuç itibariyle ekonomide pek çok sektörde tekelleşme 1980 sonrasında hızlanmıştır/artmıştır.
1-6 – Yabancı Sermaye
Yabancı sermaye, ülke ekonomisinin toplam kaynaklarının yurt dışından sağlanan kısmı olup kapsamı; doğrudan yatırımlar, dış yardımlar ve dış borçlardır. Yabancı sermaye açısından önemli fonksiyonlar üstlenmiş dış yardımların kısa vadede karşılığının transfer edilmediği sanıldığı halde, uzun vadede bunun mümkün olduğu belirlenmiştir. (28)
Dış yardımlar dışında diğerleri:
1-6.1 – Yabancı Sermaye Yatırımları
1954-1979 yılları arasında 228 milyon dolar yabancı sermayeye izin verildiği halde bunun yüzde 42,6’sı gerçekleşmiş yani 97.1 milyon doları yatırım olarak ülkeye gelmiştir. Sonra ki dönemde 24 Ocak ve 12 Eylül’ün etkisiyle, izin verilen yabancı sermaye miktarı 1980-1984 arasında 976.0 milyon doların yüzde 50.3’ü olan 491.3 milyonu gerçekleşmiştir. 1980-1987 arasında izin verilen yabancı sermaye 2273 milyon olup, önceki dönemlere göre çok fazla olduğu görülmektedir. Nitekim 1954-60 arası 17.3 milyon 1961-70 arasında 88.6 milyon ve 1971-79 döneminde 122.1 milyona izin verildiği halde, 1980 sonra patlama olmuştur, denilebilir; miktarda artış anlamında… Yoksa sağlanan teşvik ve çağrılara göre miktarı çok veya az olduğu tartışılabilir. (Tablo: 4) Faaliyet göstermesine izin verilen firma sayısı 318 olup; bunun 192’si hizmetler ve 107’si imalat sanayindedir.

Tablo. 4 – YABANCI SERMAYE YATIRIMLARI (6224 ve 1567’e göre) – milyon dolar
İZİN VERİLEN (1)    GERÇEKLEŞEN (2)    2/1 %
1954 – 1979        228,0            97,1            42,6   
1980 – 1987         2273,0            –            –
1980             97,0            53,2            54,8
1981             338,0            60,0            17,7
1982             167,0            59,9            35,9
1983             103,0            72,2            70,1
1984             271,0            96,0            35,4
1985             235,0            –            –
1986             364,0            –            –
1987            698,0            –            –
GENEL TOPLAM    2501,0            588,4            23,5
KAYNAK:     TÜSİAD-T/88.1.110, sf. 134;
İSO, 1988/4, sf. 71;
YASED, yay no: 20, sf. 7.

1.6.2 – “Gittikçe Yiğitleşiyorlar”
1980 sonrası benimsenen modelde, dışa açılma ve ithalatını liberalleşmesi, dünya ekonomisi ile bütünleşmenin zorunlu koşulları olarak savunuldu. Daha çok borç ödendiği halde, toplam borç miktarı azalmayıp aksine arttı. Buna borç ödemek denemez. Tüm bunlar, zamanla alacaklıların borçlular üzerinde kontrolleri ve denetleme imkânlarını artırmalarına neden olacaktır. İşte yaşanan Osmanlı İmparatorluğu deneyimi…
Geri ödemelerde karşılaşılan tıkanmaları aşmak için alacaklılarca gündeme getirilen yeni çözüm, borç tutarına karşılık ülkedeki kamu işletmeleri hisselerinin verilmesidir. Böylece bu, özelleştirmeyi geliştirmenin politikası oluyor. Borçlar, mülkiyete dönüştürülüyor. Borç ödenerek bittiği halde, mülkiyet hakkında benzer durum ileri sürülemez, süreklilik kazanmıştır.
Uluslararası para piyasasında az gelişmiş ülkelerin 1980’de 650 milyar dolar olan toplam borcu, 1984’de 929/a 1987’de ise 1.080.0 milyar dolara yükseldi. (29) Dünya ekonomik krizinden bahsedildiği sırada az gelişmiş ülkelerin borçlarının arttığı görülüyor.
Borcun geri ödenmesinde pek çok problemlerle karşılaşıldığı halde, yine de borcun artmasının nedeni ne olabilir? Gelişmiş ülkelerde dış talebi canlandırmanın bir yolu da az gelişmiş bu ülke mallarını satın almasını sağlamaktır. Bu ülkeler bir yandan borçlandırılırken diğer yandan borçların vadeleri geldiğinde anapara ve faiz ödemelerinde, ülke için alacağını garantiye almayı sağlayacak istikrar politikaları uygulamak zorunda bırakılır. Bunda amaç bu ülkenin ithalatının da liberalleştirilmesiyle gelişmiş ülke için pazar olmasıdır. (30) Söz konusu olan krizin varlığı ile malına satacak pazar arama iç içeliği-beraberliğidir.
İşte bu mantık sonucu Özal, “her taraf mal dolu” diyebiliyor ve kaçakçıya gidecek paranın böylece devlete kaynak yarattığını söylemekle de, diğer yandan kaçakçılık karşısında devletin acizliğini teslim ediyordu. Bunu “3’e satandan 5’e verirsen alırım” diyen ve ucuza aldığını sanan tavırla sunuyor.
Bugün bunalımın yanı sıra uluslararası likiditenin artması nasıl açıklanabilir? Bunalımın faturasını ödemek durumunda kalan metropol ülke işçi sınıfı ve dünya ezilen halkları, sömürülmeleriyle likidite kaynağı finansmanı yaratmış oluyor. Dünya Bankası yetkilisi Stanley Fisher: “1987’ye değin yükün büyük bir kısmı borçlu ülkelerde ücretlilerin üstüne binmekteydi” (31) demekle, yalın gerçeği ifade etmiş oluyor.

Tablo. 5 – DIŞ BORÇLAR (1980-87) – Milyar Dolar
TOPLAM    ORTA/UZUN    KISA        KISA VADE
VADE        VADE        PAYI
1980    17,8        15,4        2,4        13,5
1982    17,6        15,8        1,8        10,2
1984    21,3        18,1        3,2        15,0
1986    31,2        24,3        6,9        22,1
1987    38,3        29,6        8,7        22,7
Tevfik Güngör, Dünya, 28.4.1988; / İSO, 1986/16, Sf. 60.

Uluslararası konjonktür içinde Türkiye: Tablo: 5’deki toplama, dövizle ödenecek döviz tevdiat hesabı da eklenince bu, 42,7 milyar olur; ayrıca askeri borçlarda dikkate alınınca söz konusu toplam 44,9 milyar dolar olmaktadır. 1987 yılında yarısı dolar ve diğer yarısı DM esasına dayalı olarak piyasaya sunulan “Döviz endeksli senetler” ya dış borca ya da resmi kurdan iç borca eklenmelidir. Son düzeltme rakamları da dikkate alınırsa dış borçlar 1980’e göre yüzde 152,2 artmıştır.
1987 yılındaki 8,7 milyar kısa vadeli dış borcun yüzde 52,5’i olan 4,6 milyar özel sektöre aittir. Aynı sektörün uzun vadeli borçlarda payı yüzde 4.05’dir.
GSMH nominal tutarı yıl sonu resmi döviz kurundan dolara çevrildiğinde bulunan miktarın toplam dış borca oranı 1980 ve 1984’de yüzde 38.2 ve 51.4 iken 1987 yılında bu oran, (borcun 38,7 ve 44,9 milyar olmasına göre) yüzde 67,4 ve 79,0’a yükselmektedir.
Önümüzdeki 4 yıl yani 1988-1991 dönemi için TCMB’nin dış borçlarla ilgili yapmış olduğu çalışmaya göre, borç servisi toplamı 29,3 milyar olup, 20,4 milyar yeni borçlanmayla net 8,9 milyar yani yıllık 2,2 milyar dolar yurt dışına kaynak transferi yapılmaktadır. Dış borç servisinin GSMH ya oranı ise yüzde 10’lar üzerindedir. (32)
Evet, bir atasözü; borç yiğidin kamçısıdır… Bu haliyle “gittikçe yiğitleşiyorlar”.
Günümüzde dış borç ödemelerinin ertelenmesi tartışması gündeme gelmiştir. Ama hükümet buna pek niyetli görünmemektedir. Çünkü tek savundukları malzeme olan “dışarıda itibarımız artıyor” savına kuşkuyla yaklaşılacağından korkuyorlar. Korkunun acele ne faydası var.
1.7 – Kamu Maliyesi
İzlenen bütçe politikası gereği, gelirlerin giderleri karşılamaması üzerine açık finansman politikasının enflasyon nedeni olduğunu hep söyledikleri halde, yine de bütçe açığı veren gelir/gider politikası izlendi.
Bütçe açığının GSMH’ye oranı, 1981’de yüzde 1.8; 1983’de yüzde 2,6 ve 1987’de yüzde 3,8’e yükselmiştir (33). Her yıl bütçe açığı artmış ve bu açıkta elbette ki, emisyon artışlarıyla karşılanmıştır. 1980’de 217,5 milyar TL olan emisyon, 1983’te 547,5 ve 1987’de 2274,8 milyara ulaşmıştır ki, 1980:100 endeksi, 1983 ve 1987 yıllarında 151,7 ve 1045,9 olmuştur (34). Açığı gidermenin bir diğer yolu da borçlanmaktır. Bunun sonucu olarak iç borçlar artmıştır.
İç borçlanmanın gerekçesi, enflasyona karşı mücadelelerin bir aracı olduğu hem emisyon artışını önlediği ve hem de tasarrufu artırdığı şeklinde açıklanıyordu. Fakat bugün hem iç borç miktarı, hem emisyon ve hem de enflasyon artmıştır ki bu iç borçlanma gerekçesiyle çelişmektedir.
1983’de 1.7 trilyon olan toplam iç borçlar, 1987 yılında yüzde 611,8 artarak 12,1 trilyona yükselmiştir ve bir yıl ve daha kısa vadeli borçlar toplamı yüzde 73,4’dür. Toplam iç borcun GSMH’ye oram 1983 ve 1987’de yüzde 15,0 ve 22.0’dir. (35)
Tahvil, bono, kısa vadeli avanslar ve konsolide borçlardan oluşan iç borçlara ödeme biçimi bakımından iç borç olan gelir ortaklığı senetlerinin de eklenmesi halinde toplam iç borç miktarı daha çok artacaktır.
Bu durum karşısında özel sektör, kamunun, iç borçlanma kanalıyla, kaynakların çok büyük miktarına el koyduğunu ve bunun, gelişmeyi ve yatırımları olumsuz etkilediğini belirtiyor.
Toplam vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin payı 1980’de yüzde 37,2’den 1984 ve 1986’da yüzde 41,6 ya ve 51,3’e yükselmiştir (36). Yani vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin artışı, verginin gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermede bahsedilen fonksiyonunun aleyhte işlemesidir.
Bütçe gelir kalemleri dışında önemli bir kaynak da fonlardır.
50 yılda 80 tane fon kurulurken, ANAP’ın ilk 2 yılında 19 yeni fon kurulmuş ve bunlardan 11’i doğrudan Başbakanlığa bağlıdır. (37) Bu, yeni iç kaynaklara yönelme gibi görülse de, genelinde çoğunlukla geleneksel bütçe gelirlerinden ayrılan veya kaldırılan vergiler yerine konulan fon kesintileri kaynaklarım oluşturmaktadır. Bunların ek kaynak yaratması sınırlı kalmaktadır.
Fonların kullanımının parlamento, Sayıştay ve kamuoyunun denetimi ve gözetimi dışına çıkarılmasıyla iktidara yakın çevrelere seçmeci bir biçimde kullandırılma olanakları verilmektedir. Kullanımın hem ekonomik ve hem de politik bir güç sağlaması nedeniyle fon sayıları artırılmaktadır.
Üç ayda ot bile yetişmeyen ülkemizde, 3 ay içinde parti olarak kurulup hükümet olan ANAP’ın partileşmesi sürecinde gerekli finansman ihtiyacını karşılamanın yolu, devlet kaynaklarının o yöne kanalize ettirilmesidir. İşte bunun için sürekli yeni fonlar kurulmakta ve bütçe sürekli açıklar vermektedir. İşte bunun için yolsuzluklar artmaktadır.
1.8 – PARA PİYASASI
24 Ocak kararlarına uygun olarak bu piyasada ilk girişim, 1980 Temmuz’undan itibaren bankalar-ararası anlaşmalı serbest faiz uygulamasıdır. Bu, tavan oranını bazen yükselterek ve bazen de indirerek günümüze kadar sürdü.
Piyasayla ilgili olarak:
1-Yeni giriş ve bazen de çıkışlar, iflaslar (İşçi Kredi Bankası, Hisarbank, İstanbul Bankası v.s) olmasına karşın esas olarak dört büyük bankanın (Ziraat, İş, Akbank ve Yapı Kredi) etkinliği azalmakla birlikte yine de sürmüştür: Toplam kredide payı 1985’de yüzde 59 iken 1987’de yüzde 55.1’e gerilemiştir; toplam mevduattaki payı da benzer gelişme göstermiş yüzde 65.1’den yüzde 59.3’e inmiştir. Fakat aynı yıllarda, Ziraat ve İş Bankası’nın kredi payı yüzde 43.1’den yüzde 44.1’e yükselirken mevduatta payı yüzde 43,9’dan yüzde 39.7’ye düşmüştür.
2-Banka ve sanayi sermayesinin birlikteliğinin oluşumuyla var olanlara ek olarak yeni sermaye grupları oluşmuştur. Her büyük tekelci sermaye grubu finansman ihtiyacını gidermek açısından ya banka ya da birer bankerlik kuruluşu veyahut ikisini birden kurmuştur. 1980 öncesinde bu türden oluşumlar 11 bankada gözlenirken, bugün bu sayı 19’a yükselmiştir. Bunlardan bazıları Akbank, BNP-Akbank Sabancı Holding; Garanti, Doğuş Grubu; Tütünbank, Yaşar Holding; Yapı Kredi, Uluslararası ve Pamukbank Çukurova Holding; Koç Amerikan Banka AŞ, Koç Holding; Chemical Mitsui Bank, Enka Holding vb. bankerlik kuruluşuna sahip sermaye tekelleri Meban, Trastürk Holding (İflas etti); Oyak Menkul Değerler, Oyak Holding, Genborsa, Çukurova; Eczacıbaşı Menkul Değerler, Eczacıbaşı Holding vb.
3-Yabancı bankalar şube açarak yada yeni bir banka kurulması biçiminde 1980 sonrasında faaliyetleri yoğunlaşmıştır. 1980 öncesinde Banka Di Roma, Holantse Bank-Üni. N.V. ve Osmanlı Bankası olmak üzere, uzun dönem sonrasın, da 1977’de yeni kurulan Arap-Türk Bankası ile birlikte dört yabancı banka faaliyet sürdürüyordu. Bu, 1981’de 6’ya, 1982’de 9’a, 1984’de 13’e, 1986 ve 1987’de 17’ye yükseliyordu. Bunlardan bir kısmı yeni bir banka olarak kurulurken, bazıları da yabancı bankanın bir şubesi olarak faaliyet gösteriyordu. Yabancı bankaların şube sayısı 1980’de 105 iken, 1987’de 104’e iniyordu. Bu dönemde Osmanlı Bankası’nın şube sayısının 98’den 77’ye inmesinin büyük rolü vardır. Yabancı bankaların toplam kredide payı 1985 ve 1987 yıllarında yüzde 3.8’den yüzde 2.8’e inerken toplam mevduattaki payları yüzde 2.0’den yüzde 3.7’ye yükselmiştir.
4-1981 yılı sonuna doğru bankerler olayının yaşanması üzerine pek çok küçük tasarrufçunun zor durumda kaldığı sıra dönemin Maliye Bakanı Kaya Erdem “vatandaş kumar oynadı” (1981-Eylül) derken mali sistemde bankalar yerine bankerlerin ve buna yatırımda bulunanların kurban edildiğini mi vurguluyordu.
1980 sonrası para piyasasındaki gelişmeler kısaca bu şekilde sıralanabilir.

2 – ÇALIŞMA HAYATI
2.1-  Mücadelenin Keskinleşen Boyutu Ve Burjuvazi
1980 öncesinde tekelci burjuvazinin örgütleri TİSK, MESS, TOBB ve TÜSİAD işçi sınıfının mücadelesini değerlendirdiklerinde, mücadelenin siyasi ve özellikle ideolojik olduğunun propagandasını yaptılar. Çünkü toplumsal mücadelenin vardığı düzey, varlıklarını tehdit etmekteydi ve bundan dolayıdır ki sürekli “ideolojik” olduğunu vurguluyorlardı. Diğer yönüyle de kendileri açısından zorunlu önlemlerin bir an önce alınması yönünde yasama ve yürütme makamlarını belirledikleri doğrultuda hazırlıkta bulunmaları için zorluyorlardı.
24 Ocak kararları böyle bir gelişmede önemli bir mihenk taşıydı.
1980-Mart’ı sonrasında kabul edilen “Eşel Mobil Tasarısı” ile ücret artışlarının 1.1.1981 tarihinden itibaren 5 yıl süreyle, Yüksek Uzlaştırma Kurulu tarafından fiyat ve ulusal gelir artışlarına göre saptanması öngörülüyordu. Bundan alınmak istenilen sonuç, toplu iş sözleşmesi mücadelesini baltalamak, sendikaları işlevsiz kılmak ve 24 Ocak kararlarına uygun olarak ücretlerin dondurulması idi.
Yine 3 Mart 1980’de “Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu” adlı bir organ oluşturuluyor ve işçi temsilcileri de Türk-İş’ten belirleniyordu. Saptadığı çalışma ilkeleri:
-Toplu iş sözleşmelerinde yönetime müdahale niteliğinde hükümler yer almayacak ve var olanlar görüşülecek.
-Kıdem tazminatı her yıl 30 gün olmakla sınırlandırılacak.
-Sözleşme süresi en az 2 yıl olacak.
-Yıllık ücretli izin süresi uzatılmayacağı gibi haftalık çalışma süresi de indirilmeyecek.
Kurul, 12 Eylül’e kadar kamu sektöründe 264.000 işçi için toplu sözleşmeyi, tespit edilen bu ilkelere göre imzalıyordu.
Kompradar tekelci burjuvazinin ülke düzeyinde etkin örgütlerinden TİSK ve TOBB’un 1980’lerde çalışma hayatıyla ilgili olarak, yönetimden bir an önce alınmasını istedikleri önlemler nelerdi?
TİSK’in istemleri (38):
1- İşçiler aynı anda tek sendikaya üye olmalıdır.
2- “Sendika enflasyonunu” önleyecek önlemler alınmalıdır.
3-Tek sözleşme sistemi benimsenmelidir.
4- Kanuni grev cezaları artırılmalıdır, vs.
TOBB’un istemleri (39):
1- Sendikalar idari ve mali denetime tabi olmalıdır.
2- Check-off sistemi kaldırılmalıdır.
3- Toplu sözleşmelerde yetki sorunu referandum dışı yoldan çözülmelidir.
4- Kıdem tazminatı gözden geçirilmeli ve bir fon kurulmalıdır.
5-Ücret politikası eksikliği giderilmelidir, vs.
Sendikal örgütlenme özgürlüğü faaliyetini sınırlandırma ve denetlemeye yönelik istemlerini sıralayan TİSK ve TOBB, kısa zamanda değişikliklerin yapılmasını da istemektedir.
Rahatlatan değişiklik: 12 Eylül.
Çalışma hayatı mevzuatı yeniden düzenlenirken bu istemlerin dikkate alındığı, 2821 sayılı Sendika ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi kanunları incelendiğinde görülecektir. Bu gelişmede, sendika ağalığının, bürokrasisinin destekleyici rolü hatırlanmalıdır.
24 Ocak ve 12 Eylül gelişimi birlikteliği açısından çalışma hayatında değişikliklerin burjuvazinin istemleri yönünde olması şaşırtıcı değil. Çünkü 12 Eylül yönetiminde temsilen görev almış olanların pek çoğu tekelci burjuvaziyi temsilen iş dünyasından alınmış ve 1983 sonrası oluşumda da o dönemin 11 bakanı, özel sektörde göreve başlamıştır.
Yönetim ve burjuvazi iç içeliği…
Burjuvazinin sözü edilen istemleri ve yeni yasa oluşumların ele alındığı bu dönemde, sınıf mücadelesini bastırmak için azınlık AP hükümetince sürekli grev ertelemeleri gündeme getirilmiştir. 25 Aralık 1963’den 12 Kasım 1979 tarihine kadar geçen 15 yıl 10 ay 17 günlük sürede 112 grev geciktirilmiş ve toplam erteleme süresi 6840 gün olup, ortalama 61.07 gündür. 12 Kasım 1979’dan 11 Eylül 1980 arasındaki 10 aylık sürede de 46 grev toplam 3120 gün ertelenmiş ve ortalama süre 67.82 gündür (40). Bu (1963/1979) 190 ay ile (1979/1980) 10 ay dönemleri karşılaştırıldığında: Birincisinde ay başına 0.59 grev, ortalama 36 gün geciktirilirken; ikinci dönemde 4.6 grev, ortalama312 gün ertelenmektedir. Sınıfın şahlanışına karşı burjuvazinin kendisi açısından aldığı önlemlerin ciddiyeti daha iyi anlaşılmaktadır.
1980’de geciktirilmeden süren grevler de, 12 Eylül’le birlikte kaldırıldı. Toplam 14 işkolunda, 178 (yüzde 84.8’i DİSK’e ait) işyerini ve 53.788 işçiyi (yüzde 87.1 DİSK’li) kapsayan grevde toplam 6.427.011 işgünü (yüzde 90.97’si DİSK’çe) kaybolmuştur (41). Gerçi 1980 yılıyla ilgili grevde kaybolan işgünü sayısı hakkında değişik rakamlar verilmektedir. Önceki yıllarda en fazla iki milyon işgünü kaybı söz konusu iken yalnız 1977’de yaklaşık 5 milyon 700 bin gün kaybı dikkate alındığında, 1980’de varılan boyut daha açıklık kazanıyor.
Grev sebebiyle kaybolan işgücünü sürekli hatırlatanlar, iş kazalarından dolayı işgünü kaybının sebep olduğu iktisadi değerler üzerinde ciddiyetle durmamaktadır. Nitekim 1978-80 yılları arasında 8.148.155 işgünü ve 1981-86 döneminde 13.765.233 işgünü iş kazaları sonucu kaybolmuştur (42). İş kazalarını önleyici tedbirlerin alınması işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından gündeme getirilmez ya da geçiştirilirken sürekli grevden dolayı kaybolan işgününü “üretim kaybı, milli kayıp” nakaratıyla hep hatırlatanların tek kuralı: Kendi kârı ve yönetimi için gösterdiği titizliği, sınıf konumu gereği çalışan için göstermemektedir. Ayrıca grevlere saldırı da çabası! Zaten göstermesini beklemek de hayaldir, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanması, sınıf mücadelesinin ekonomik haklar boyutudur.
12 Eylül’le yeni bir başlangıç söz konusuydu…
Yaşandı ve gördük.
2.2 – Eylül İcraatı
Eylül yönetiminin yayınladığı 16 numaralı bildiride “ülkemizin ekonomik durumunu düzenlemek ve daha iyiye götürmek maksadıyla yürürlüğe konulan ekonomik program ile yapılan anlaşmaların ve protokollerin uygulanmasına devam edileceğini” açıklamasıyla, beklentisi olan iç ve dış çevrelerin yüreğine su serpiyordu.
Eylül’e ait kısa kronoloji:
1-7 numaralı (12.9.1980 tarih) bildiriyle DİSK ve MİSK’in faaliyeti yasaklanır. MİSK faaliyetine yeniden 1984 Mayıs’ta başlar.
2- 8 numaralı bildiriyle DİSK, MİSK ve HAK-İŞ’in taşınır ve taşınmaz tüm varlıkları denetim altına alınır. 19.2.1981’de HAK-İŞ’in denetimi kaldırılır. TÜRK-İŞ’e resmi ideolojiye uygun olması nedeniyle ve “onlarca” bekleneni yaptığı için dokunulmaz ona bağlı Petrol-İş ve Yol-İş sendikalarının bazı illerde faaliyetleri bir süre durdurulur.
3- 14.9.1980 tarihinde yayınlanan 15 numaralı bildiri ile tüm grevler yasaklanıyor, ücret ve yan ödemelere yüzde 70 oranında avans mahiyetinde ek ödeme yapılmasına karar veriliyordu.
4- 17 Eylül’de 2320 sayılı kanunla kıdem tazminatına yıllık asgari ücretin 7.5 katı tavan olarak saptandı ve çalışanın isteğiyle ayrılması halinde, tazminat verilmesi hakkı gasp edildi.
5-19.4.1981 tarihli yasa ile ikramiyeler 4 ile sınırlandırıldı.
6-24 Ocak kararları gereği kamu harcamalarının azaltılması, devletin eğitim, sağlık, konut gibi işçiye dolaylı katkısı olan harcamaların kısılması savunuluyordu. Mart 1981’de SSK kanununda yapılan değişiklikle, işçiden kesilen sigorta primleri yüzde 4 artırılarak yüzde 14’e ve işvereninki de 19.5’e yükseltiliyordu. Ayrıca emeklilerin sağlık yardımlarından yararlanmaları için aylıklarından yüzde 2 oranında prim kesilmesi ve ilaç bedellerinin yüzde 20’sini sigortalının (çalışan ve emekli dâhil) ödemesi sağlandı; emekli aylıkları geçmişte son 5 yılın en yüksek 3 yılı ortalaması temel alınıp bunun yüzde 70’i olarak hesaplanırken, yeni düzenlemeyle son 5 yılın ortalamasına göre yüzde 60’ı olarak hesaplanıyor.
7- Geçmişte 104 gün hafta tatiline 18 gün resmi tatilin eklenmesiyle, yıllık çalışma süresi 243 gün iken, Mart-1981’de yeni düzenlemeyle resmi tatil günlerinin 12.5 güne indirilmesiyle yıllık çalışma süresi 248.5 güne çıkarılıyordu.
8- Çalışma süresinin haftalık 48’den 45 saate indirilmesi ve evlendikten sonraki bir yıl içinde kadınların işten ayrılmasıyla tazminat almaya hak kazanması, gasp edilenler yanında olumlu iki gelişme.
9-12 Eylül’ün çalışma hayatında yoğun icraatlarından biri de: sendikalar hakkında açılan mahkemeler.
Resmi görüşleri savunan sendikal anlayışa karşı ekonomik, toplumsal ve siyasi yeni koşullar arayışının ürünü olarak doğan DİSK’in 2000 dolayında üye ve yöneticisinin gözaltına alınması sonrasında, 25.6.1981’de 52 idamlı dava açıldı. Davaya 24.12.1981 tarihinde başlandı ve 23.12.1986’da birinci aşaması tamamlanarak, dosya Yargıtay’a gönderildi. Diğer sendika davaları: Bank-İş, Yeraltı Maden-İş, Türkiye Yazarlar Sendikası v.s.
10.27.1980 tarihinde kabul edilen kanunla tüm sendika üyelerini kapsayan Yüksek Hakem Kurulu uygulamasına başlandı. Artık endüstri ilişkileri alanı YHK ve Türk-İş denetimindeydi.
1984-Ocak’a kadar süreleri sona eren sözleşmeler, taraf sendikaların adına ancak onların istemeleri dışında YHK tarafından yürürlüğe kondu. Kurul işçi sınıfının tüm kazanımlarını budamayı/gasp etmeyi faaliyetinin esas amacı olarak seçmişti. Bu, sadece ekonomik haklar değil, kazanılmış demokratik haklara da sınırlama getirmek demekti.
YHK Başkanı Yargıtay’ın iş davalarına bakan 9. Daire başkanıydı ve diğer 8 üyenin 4’ü hükümet ve diğer 4 üyede eşit sayıda (2’şer) işçi ve işveren sendikaları temsilcilerinden oluşuyordu. İşçi temsilcileri Türk-İş’ten belirlenmişti.
1984 yılına kadar geçen sürede kurul, 2.130.798 işçi adına 27.744 işyeri için 4661 sözleşmesi yapıyordu.
İcraatlarının bir kısmının kısa aktarımından da anlaşıldığı gibi sendikal örgütlenme ve kazanılmış sosyal hakların gaspının hedeflendiği anlaşılmaktadır: Öyle de olmuştur.
2.3 – Yeniden Düzenleme
Kasım 1982 Anayasası ve Mayıs 1983 Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunları ile endüstri ilişkiler alanının yeniden düzenlenmesinde sendikaların, ekonomik ve demokratik (siyasi yok) mücadele! alanında sınırlı fonksiyonlar üstlenmesi sağlanıyordu.
Yeni yasalarla ilgili olarak Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz “Türk-İş yasalara ilişkin görüşlerini açıklarken geleceği dikkate almıştır… Yarınlar düşünülmüştür” derken, TİSK Genel Sekreteri Rafet İbrahimoğlu”… Yeni kanunların sorumlu sendikacılık anlayışı getireceği ve ekonomide aranan istikrarı sağlayacağını ümit etmekteyim. Yürürlüğe giren kanunlar… İş barışını ve toplum barışını ön planda “tuttuğunu söylemektedir (43).
Türk-İş yarınların sorumluluğunu günü yaşayıp teslimiyeti bayrak edinmesiyle duymuştur.
“Bir kişiye hem metalürji kolunda çalışıp hem de yazar olması halinde iki sendikal alandan birisini seçmesi dayatılıyor. Hatırlanacağı gibi “tek sendikaya üye olma” zorunluluğu TİSK’in istemlerindendi”.
2.3.1 – 2821 sayılı Sendikalar Yasası
Sendikalar Tanımı: Yasaya göre sendikalar işçilerin çalışma alanın da menfaatlerini korumak amacıyla kurdukları örgütler olarak tanımlanarak sendikal faaliyete siyaset yasağı getirmektedir. (Md:2) Sendikaların kendi konu ve amaçları (ki onlarda sınırlandırılmıştır) dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü yapamayacağı öngörülüyor. (Md: 32, 33. Any.Md: 52)
Sendikaların Kuruluşu ve Kurucuları: Sendikaların izin alınmadan kurulacağını (Md: 6/1) kabulü diğer maddelerde bunun nasıl imkânsız kılınacağı hükümleri ile işlemez hale getirilmiştir. Sendikaların iş kolu düzeyinde kurulması (Md: 3) hükmü ile önceden beri burjuvazinin gündemde tuttuğu “sendikaların çokluğu” gideriliyor, sendikalar az sayıya indiriliyordu. 1980’lerde 737 olan sendika sayısı 1986’da 83’e düşüyordu. Yani benimsenen ilke: Sendikal örgütlenmeme özgürlüğü olarak beliriyordu. İş kolunda 1 yıl çalışmış ve kamu hizmetlerinden mahrum edilmemiş olma, siyasi ve ideolojik nedenlerle suç işlememiş olma gibi özellikler de kurucularda aranıyordu. (Md: 5). Diğer yandan yönetici olmak için o iş kolunda en az 10 yıldır fiilen çalışmak (Md: 14/16) şart koşuluyor ve ne kadar yöneticilik yapılacağı süre (MD: 9/5) sınırlandırılıyordu.
Sendika Üyeliği ve Sona Ermesi: Yasa sendikalara üye (öğrenciler, askeri şahıslar, özel öğretim kurumunda çalışan öğretmenler vs.) olamayacakları saymış ve bunların dışında kalanların ancak üye olabileceği (Md: 21) ve birden çok sendikaya üye olunamayacağı hükmünü (Md: 22) getirmiştir. Yani bir kişiye hem metalürji kolunda çalışıp hem de yazar olması halinde iki sendikal alandan birisini seçmesi dayatılıyor. Hatırlanacağı gibi “tek sendikaya üye olma” zorunluluğu TİSK’in istemlerindendi. İşçinin üye olması için kayıt fişinin notere tasdik ettirme zorunluluğu ve üyeliği kesinleşen (üye olma istemini sendika yönetim kurulu isterse reddedebilir) işçinin 15 gün içinde işverene bildirilmesi öngörülmüştür. (Md: 22/4). Üyelikte bürokrasinin bu derece benimsenmesi elbette ki sendikal örgütlenmeye indirilen bir başka darbedir.
Sendika üyeliği istifa ile ihraç ile ya da kendiliğinden sona ermektedir. (Md: 25). İşçilerin istifa işlemi pahalı ve zor hale sokulmuştur. İstifa işverene üç gün içinde noter kanalıyla bildirilecek ve buna rağmen istifanın geçerli sayılabilmesi için üç ay beklemesi gerekecektir. Ve bu üç aylık süre içerisinde, bir başka sendikaya üye olunamayacak ve sendika, istifa etmiş bu işçi adına toplu iş sözleşmesi yapabilecektir.
Sendika Gelirlerinde Sınırlama: Gelirler aidatla sınırlandırılmıştır. Özel grev fonu kurulamayacak ve bunun için üyelerden ek ödenti alınamayacaktır. Aidatlarda işçinin bir günlük çıplak ücretini geçemeyecektir. (Md. 23). Böylece sınıf içi dayanışmanın gelişmesine set çekilmiştir. Ayrıca sendikaların ekonomik güçsüzlüğü (gerçi güçlü olanlar veya o devri yaşayan sendikalar mücadelede ısrarlı olmaya da biliyor) yarınki mücadeleye atılımı (grev vs.) dolaylı gibi görünse de direk engellemedir.
Sendika Denetimi: Sendikalar idari ve mali yönden yılda en az bir kez Maliye ve Çalışma Bakanları’nca denetlenecektir. (Md: 47) Bu, TOBB’un istemlerindendi. Yani gelir kaynağı ve bunun kullanımı ve faaliyetini denetime alarak rahat nefes almalarını engellemektir. Nitekim bir denetimde, sendikanın hastanede yatan üye işçisine çiçek göndermesinin faaliyet dışı-yasa dışı bir işlem olduğu gerekçesiyle, sendika yetkili kurumlarca uyarılmıştır.
2.3.2 – 2822 sayılı Toplu tş Sözleşmesi-Grev ve Lokavt Kanunu
Toplu İş Sözleşmesi (TİS) Kapsamı:
“…Kanun veya tüzüklerin emredici hükümlerine aykırı hükümler konulamaz” (Md: 5) esnek hükmüyle TİS kapsamı daraltılmıştır.
TİS Yenilenmesi: Eski sözleşme sona ermeden 120 gün evvel yetki işlemlerine başlanır (Md: 7) ve sözleşmeye taraf sendika olabilmek için o iş kolunda yüzde 10 ve işyerinde en az yüzde 50+1 üyeye sahip olma zorunluluğu getirilmiştir. (Md: 12). İş kolu esasına göre örgütlenme ile getirilen sınırlama, bu hükümle daha da güçlendirilmiştir. Çünkü sözleşme için iş kolu ve iş yeri düzeyinde iki barajı aşmak gerekmektedir. Aksi halde, sendika yetki alamaz bu da yeterli değil, yetki için Çalışma Bakanlığı tarafından Ocak ve Temmuz ayında yayınlanan istatistikler esas alınır (Md: 12). Buna göre sendika ismi geçmiyorsa, yetki itirazında bulunabilir, fakat sonuç alabilirse…
Grev Tanım ve Kapsamı: TİS imzalanıncaya kadar taraflar arasında çıkacak menfaat uyuşmazlığı halinde grev yapma hükmü getirilmiştir (Md: 25)TİS;’ini imzalanmasından sonra doğan hak uyuşmazlıkları için geçmişte yapılan hak grevleri yasaklanmıştır. Hak uyuşmazlıklarının çözümünde İş Mahkemeleri yetkili kılınmıştır (Md: 60-61). Kaplumbağa adımları ile işleyen yargı sisteminde güncelleşen bir konu için mahkemeden çözüm beklemek, hem o anki potansiyeli nötralize etmek ve hem de sınıfın kendine güvenini sarsmak için gerekli görülmüştür. Nitekim Petrol-iş Sendikası tarafından grevlerin yoğun olarak uygulandığı (1987 yazı) sırada, merkez büro personeli ve stajyer öğrenciler üretimde çalıştırıldığı için açılan davaların çoğu TİS imzaladığı halde halen sürmektedir (44). Zaten taraflar arasında görüşmeler başladıktan yaklaşık dört ay sonra greve gidilebilmektedir (Md: 21-23). Grev hakkına “milli bütünlüğü tahrip edecek şekilde” kullanılamayacağı hükmü ile sınırlama getirilmiştir (Md: 47) -her zaman ve her koşulda kullanılacak esnek bir tanım-.
Grev Oylaması: Grev uygulaması için grev kararının ilanı tarihinde “işyerinde çalışan işçilerin en az dörtte-birini” istemesi halinde grev oylaması yapılmaktadır (Md: 35). Böylece işyerinde sendika üyesi olmayan işçilerde oylamaya katılmaktadır. Oylama sonucu “salt çoğunluğa” göre belirlenmekte ve greve “hayır” biçiminde sonuç alınması halinde grev yapılamamaktadır.
Grevin Yasaklanması ve Ertelenmesi: Grevin yasak olduğu iş kolları (Md: 29) ve işyerleri (Md: 30) belirtilmiş ve bunların dışında, “savaş halinde genel veya kısmi seferberlik halinde” grevlerin geçici olarak yasaklanabileceği (Md: 31), ayrıca “genel sağlığı veya milli güvenliği bozucu nitelikte” olursa karar verilmiş ya da başlanmış grevin hükümet kararıyla 60 gün ertelenebileceği kabul edilmiştir (Md: 33). Ancak bu koşullar dışında grev yapmak mümkün olacaktır! Grev esnasında üretimin süreceği ve işçilerin grev yerinde toplu olarak bulunamayacağı hükmü getirilmiştir (Md: 38). Mevzuatın uygulanmasında: Greve çıkma olasılığı olan işyerlerinde işten atılmaların artması ve grev sürerken de, kapsam dışı personele üretim yaptırma, grevci işçilerin sözleşmelerinin feshi ve işten atılmaları, geçici işçi ve stajyer öğrenci çalıştırılması, üretimin komşu işyerlerinde sürdürülmesi, makinelerin sökülüp bir başka işyerine taşınması, stok tespitine rağmen işyerine yeni hammadde sokulması gibi koşullarda grev yapılabilmektedir. (45)

GREV YASAĞI OLAN İŞKOLLARI
1- Petrol ve Petro-Kimya
2- Madencilik
3- Bankacılık/Sigortacılık
4- Enerji
5- Eğitim
6- Kara taşımacılığı
7- Demiryolları taşımacılığı
8- Deniz taşımacılığı
9- Sağlık
10- Milli Savunma

Grev Uygulaması: 2822 sayılı yasanın öngördüğü şartlarda grev yapılıp/yapılmayacağının tartışıldığı 1984 yılı sonrasında grev uygulamaları (Tablo 6).

Tablo. 6 – GREVLER (1984-1987)
Grev sayısı    Katılan işçi sayısı    Kaybolan işgünü
1984    4        56            4947
1985    21        2410            194296
1986    21        7926            234940
1987    307        29734            1961940
Kaynak: ’87 Petrol-iş. Tablo-78

Her şeye rağmen işçi sınıfı, grev silahına sahip çıkmaktadır. Burjuvazi 1987 yılına bakarak bu ve gelecek yılın tedirginliğini duyuyor.
Yasa maddelerinde grevin nasıl engelleneceği ya da grevin yapılması halinde nasıl işlevsiz kılınacağı belirtilmiş olduğu halde, sınıfın üretimden gelen gücünü kullanması olan greve 1987 yılında yoğun katılım sağlanmıştır. Toplumsal mücadelede yöneten açısından sınıf ilişkilerinin düzenlemeye yarayan yasalar, yine bu ilişki ağı içerisinde ya işlerlik kazanır veya kazanamaz. Bunda belirleyici olan sınıf gücünün/potansiyelinin hareketlenmesidir.
Sınıf mücadelesi kendi meşruluk zeminini de yaratarak gelişecek, olanaksızlaştırılmaya çalışan işçi eylemliliği kendi kanallarını açacaktır. Bu her yerde böyle oldu. Türkiye’de de başka türlü olmayacak. Dar gelen elbise sağından solundan sökülüp yırtılacak, yeni daha az dar elbiseler dikilecek, ya da elbiseler çıkarılıp kolları sıvalı gömleklerle gezilecek.
2.3.3 – 1984 Sonrası Mevzuat Değişikliği:
Sözleşmeli Personel: Sendikal mücadeleyi engellemenin aracı olarak gündeme gelen ve işveren karşısında bireysel konumu esas alan bu personel anlayışının 1984 yılında çıkarılan 233 sayılı KHK ile KİT’lerde uygulanması kabul edilmiştir.
Süper Emeklilik: Özal Hükümetinin kaynak yaratma aracı olarak gördüğü bu emeklilik uygulaması, 9.7.1987 de yürürlüğe giren kanunla gündeme getirilmiş fakat bugün mevzuatta yeri uygulamaya devam edip-etmeme yönünde belirsizleşmiştir.
1988 baharında, 2821 ve 2822 sayılı yasalarda Çalışma Bakanını deyişiyle “makyaj” olarak yapılan değişiklik, grev yasakları alanının daha da artması yönünde olmuştur. Yine Özal’ın harika çocuğu Kahveci’nin mucidi olduğu “zorunlu tasarruf kanunu” ile kendi yönetimlerine yeni kaynak yaratmak hedeflenmektedir. Fakat dar gelirlinin/ücretlinin tasarruf yapması fiilen mümkün değil denilecek kadar sınırlıdır; çünkü ücretler Hatların gerisinde seyretmektedir.
2.4 – Türk-İş
Türk-İş yönetiminin bugüne kadar aldığı eylem kararlarını uygulamaması ya da “yasak savması”, özellikle 1980 sonrasındaki genel politikasıdır. Gerçi evveliyatı da … 1982 Anayasasına “evet” diyen (zaman zaman Anayasa kefilinden yardım isteyen) ve “hele askerler gitsin biz eski haklarımızı yeniden alırız” göstermelik mantığı ile hareket eden Türk-İş yönetimi bugün tabanın baskısı ile bazı girişimlerde (miting vs.) bulunmak zorunda kalmıştır. Yeniye karşı eskiyi esas alma/savunma, günlük yaşama politikasının bir bölümüdür. Yönetimi zorlayan taban kendi içinde örgütlülüğünün zayıflığı ve var olan resmi ideolojiden yana bürokratik sendikal yapının dayatması karşısında başarılı olamamaktadır.
1980’lerden bugüne Türk-İş;
1- Kazanılmış işçi haklarının gasp edilmesinde seyirci kalmıştır.
2- Genel sekreterini 12 Eylül yönetimine bakan olarak vermiş ve onun şahsında Eylül’ün tüm uygulamalarını da imzası ile onamıştır
3- İşçilerin eğitimini ABD – CIA patentli AAFLI’ya bırakmıştır.
4- Eylül’ün çalışma hayatındaki koltuk değneği Yüksek Hakem Kuruluna üye vermiştir.
5- Toplu iş sözleşmelerinde hep işveren ve iktidarın ilkelerinin uygulanmasında seyirci kalmıştır.
6- Özal ve Evren yönetiminin de-politizasyon politikasına sessizliği ile destek olmuştur.
7- İşten çıkarmalara tavır almamıştır.
8- İşçi sınıfının gücüne güvenmeyen ve böyle bir gündeme sahip olamayan Türk-İş iktidarın belirlediği alanlarda uğraşmayı esas almıştır.
Bu anlamda Türk-İş politikası, günü yaşama ve iktidarın “nimetlerinden” yararlanmadır.
1980 ve özellikle 1984 sonrasında “yasak savma” türünden Türk-İş’in girişimleri: Bazı illerde miting yapılması, 23.3.1987’de meclise yürümeme protestosu ve 10 Şubat 1988 tarihinde başkanlar kurulu toplantısında kabul edilen (ama esasında uygulanmayan) eylem programı.
11 Mart 1988 tarihinde Türkiye çapında yemek boykotu yapılır. İstanbul’da yapılması düşünülen pahalılığı protesto mitingi, Nisanda yapılacakken Mayıs’a kalır. Ve Türk-İş yönetiminin isteği ile çakışarak, miting Vali tarafından engellenir. Mayıs 1988’de işyerinde iki saatlik oturma eylemi ve 30 Mayıs öncesi Türkiye çapında genel grevin yapılacağı tarihi belirleme toplantısı (Şubat kararlarına göre) yapılmadı.
Tabanın mücadele azmini, potansiyelini heba etmenin aracı olan yönetimi ile bürokratik sendikal örgüt Türk-İş bu seferde “başarılı” oldu: Böylece hizmetinde (yani burjuvaziye hizmetinde) kusur etmedi. Ya işçilere… Bütün bunlara rağmen sınıf kazanımı Eylül sonrası uzun bekleyişten sonra yemek boykotu ile “demek ki oluyormuş” düşüncesinin gelişmesi sendika yönetimini bu derece etkileyebilecek güçte olması ve en önemlisi zayıf yanı da, mücadelenin motoru olan tabanın muhalefet olarak örgütsüzlüğüydü…
Gelecek güven ve umut veriyor.
2.5 – SINIF
İşçi sınıfının örgütlü toplu iş sözleşmesi ve grev yapma türünden demokratik; Ücretlerin arttırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, işçi sağlığı ve iş güvenliği sosyal güvenlik hakları ve iş güvencesinin sağlanması gibi ekonomik; yönetme ve iktidara sahip olma gibi yasal hakları vardır. Bunların elde edilmesi ve korunması mücadelesi sınıf ideolojisi ve örgütlülüğüyle verilebildiği oranda kalıcı olacaktır.
Eylül’ün yoğun terörüne karşı, demokratik ve ekonomik haklardan kazanılmış olanların korunması ve geliştirilmesi mücadelesi anlamında sınıf tavrı olmadı. Suskunluk ve geri çekilme yaşandı. Bu şartlarda çalışma hayatının yeniden düzenlenmesi, tekelci burjuvazinin istemlerinin tek tek cevaplandırılması yönünde oldu.
Fiyatların sürekli artan trend izlemesi sonucu emek gelirleri azaldı, işsizlik oranları düşmedi aksine yükseldi, çalışma koşullarının kötüleşmesi üzerine iş kazalarının sebep olduğu sakatlık ve ölüm oranları arttı…
Toplam işe girenlerin toplam işsizliğe oranı olan iş bulma umudu 1980’de yüzde 4.56; 1983’de yüzde 2.18 iken 1986 ve 1987 yıllarında yüzde 1.96 ve 0.79’a inmiştir (46). Azalan trend izlemesinin anlamı, iş bulma umudunun zayıflığıdır. Bunun yarattığı işsiz kalma korkusu, mücadeleye katılımı frenlemektedir. Bu gözlemi başka yönden destekleyen bağımlılık oranı olup 1980 sonrası artan trend izlemiştir. Çalışma çağı dışındaki nüfusun çalışma çağı nüfusa yani, istihdama oranı (çalışan her yüz kişiye düşen çalışmayan sayısı)
1980 de 192 iken 1983 ve 1987 de 207 ve 219 a yükselmiştir (47).
Bugün gelişen sınıf mücadelesinin bastırmanın supabı durumundaki sendika yönetimleri karşısında, sınıf muhalefeti (sendikaların ilgisizliğinden) kendi içinde dayanışmanın gelişmesi ve bugüne kadar ki mücadele deneyim/kazanımları ve iş yerlerinde resmi terör yıldırıcı etkisinin kırılması gibi nedenlerden dolayı kendiliğindenci niteliktedir.
Bu çemberin kırılması halinde, seyreyle gümbürtüyü…

3- “HAYAL” AMA GERÇEK
“Eli iş tutan insanların hemen hepsi çalışıyor. Çalışmayana iyi gözle bakılmıyor. Asalaklık yok… ihracat olmadan ithalat yapılamaz! …’un hiç kimseye bir kuruş borcu yok…
Bir çöpçü ile en üst düzeyde bir memurun aldığı maaş arasında en çok iki buçuk misli fark var.
… Çalışan insanların ortalama geliri 700 lek alabilirsiniz… Otuz beş yıldır değişmeyen fiyatlara gelince: pantolon 210, palto 575, gömlek 25, yüz yapraklı defter 22, ayakkabı 70, meyve ve sebzelerin tümü (mevsime göre) 1-2 lek, süt litresi 2.5, et (kemiksiz) 12-17, ekmek (1 kg) 2, balık 2-8, yumurta 0.8, bira şarap (kalite) 5, yarım kilo rakı 12, gazete 0.3, 1 litre maden suyu 1 lek. İthal mallarına gelince: 10 ayak bir buzdolabı 4000, siyah-beyaz televizyon 3000, çamaşır makinesi 1200-3000, yerli yapım bisiklet 1800 lek.
Bunlar …’ların ekmek sorununu nasıl çözdüklerini göstermeye yeter rakamlar sanıyorum. Örneklemeyi şöyle yapabilirsiniz: Bir işçi 700 lek, karısı 600 lek. İki çocuklu. Eve giren 1300 lek. Kira, elektrik, su, çocuk, kreş, masrafı 150 lek. Kalır 1150 lek. Bununla kaç ekmek, kaç kilo et, süt v.b. alır. Peki ya bizim işçiler!’ (48)
Günümüz Türkiye’sinin durumunu açıklamanın ardından bu tür haberlerin hayal ürünü olduğu sanısına kapılmamak mümkün değil.
Günümüz Türkiye’sine göre, hayal ama gerçek ülke: Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti.
İşte iki sitem.
Birisinde başta işçi sınıfı olmak üzere halk açlığın ve yoksulluğun pençesinde yaşamı zincire vurulmuşken…
Diğerinde paylaşılan mutluluk…
İşte iki örnek.
Tercih mi?
Tabi ki mutluluk… Sosyalizm.

Kaynakça :
1- Emin Çölaşan, 24 Ocak Bir Donemin Perde Arkası, 1983, Milliyet Yay., sf. 289-299
2- Emin Çölaşan, 12 Eylül Özal Ekonomisinin Perde Arkası. 2. baskı, 1984, Milliyet Yay., sf 42-75
3- Şebnem Atiyas, Cumhuriyet, 30.5.1988
4- Cumhuriyet, 26.1.1982
5- Bilim Sanat dergisi, Şubat-1986. sayı 62
6- Yalçın Doğan, Cumhuriyet, 29.12.1985
7- İSO, 1988/11, sf. 27
8- Cevdet Erdost, İMF İstikrar Politikaları ve Türkiye içinde, 1982, Savaş Yay. sf. 103-107
9- Nazif Kocayusufoğlu, Cumhuriyet 26.1.1986
10- Yakup Kepenek, Cumhuriyet, 24.1.1986
11- Y. Kepenek/O. Türel, “Ekonominin Bugünü ve Geleceği”, Yapıt Dergisi, sy. 2, Aralık 1983/Ocak 1984
12- Hürriyet, 3.3.1985.
13- Hürriyet, 16.7.1988
14- Cumhuriyet, 10.7.1988
15- ’87 Petrol-lş, sf. 131
16 tbid, sf. 130
17. Ibid, Tablo-66
18- Ibid, Tablo-44
19. Ibid, Tablo-68
20- Türkiye Bankalar Birliği Yayınları
21- Cumhuriyet, 9.8.1988
22- J. Avlen (ILO danışmanı), İSO dergisi. Nisan 1988, sy. 266
23- Dünya, 30.3.1988
24- İSO, Temmuz-1988, sy. 36-37
25- T. Bankalar Birliği Yayınları
26- M. Sönmez, Kırk Haramiler, 3. baskı, 1988, Özlen Yay., sf 93-112
27- İSO. Özel sayı, Ekim-1987, sf. 138-140
28- Doç. Dr. Zafer Başak, Dış Yardım ve Ekonomiye Etkileri,(1960-1970), Ank. Hacettepe Ün.Yay, 1977, sf. 18
29- The Independent’ten Dünya, 17.3.1988
30- Cevdet Erdost, IMF İstikrar İçinde, 1984, Savaş Yay. sf. 104
31- Şebnem Atiyas, Cumhuriyet, 19.5.1988
32- T. Güngör. Dünya. 20.4.1988
33- TÜSİAD, T/88.4.113, sf. 5-6
34- T. İş Bankası İkt. Araştırmaları
35- TÜSİAD, T/88.4.113, sf 20-21
36- ’86 Petrol-İş, sf. 56
37- Doç. Dr. Türkan Arıkan. Dünya, 14.5.1986
38- TİSK, XIII. Kong. Rap, 1980, sf. 33, Aktaran, M. Sönmez, Özal Ekonomisi ve İşçi Hakları, 1984, Belge Yay, sf 60
39- TOBB, İktisadi Rapor, sayı: 52
40- Tunç Tayanç, Geciktirilen Grev/er Üzerine Bir değerlendirme, ODTÜ- Gelişme Dergisi, C. 7, sayı 1-2, 1980, sf. 74,
41- TİSK, Dünya’da ve Türkiye’de Ekonomik ve Sosyal Durum, 1981, Aktaran, M. Sönmez, Özal Ekonomisi ve İşçi Hakları, 1984, Belge Yay, sf 65.
42- ’87 Petrol-İş, Tablo 89.
43- Yankı, Mayıs 1983, sayı: 633
44- 63 Grev, 63 Mücadele, Petrol-İş yay., 1987/16, sf. 126-134
45- Ibid, sf. 112-119
46- ’87 Petrol-İş, Tablo-32
47- Ibid. Tablo-31
48- Kaya Öztaş, Arnavutların Arnavutluğu ’87, AKİS dergisi, Ekim 1987, sayı 26, sf. 38

Eylül 1988

DÜŞÜNME VE ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ AÇISINDAN TCK ÖNTASARISI…

Orta öğrenim yıllarında gazeteciliğe ve gazete çıkarmaya başlayan Veli Yılmaz 71 direnişinde yer alması nedeniyle İstanbul THKO davasında yargılandı. Halkın Kurtuluşu gazetesi sorumlu yazı işleri müdürlüğü yapan Yılmaz 80 Kasım’ında tutuklandı. TDKP Davasında yargılandı. Basın özgürlüğü denen ucubenin bir göstergesi olarak Türkiye ceza rekorunu elinde bulunduruyor: TCK’nin 142. maddesini 75 kez ihlalden 588 yıl 9 ay, 159. maddesini 141 kez ihlalden 147 yıl, 311 ve 312. maddelerini 25 kez ihlalden 12 yıl 9 ay olmak üzere hükmedildiği toplam 748 yıl 6 ay cezası Askeri Yargıtay 1. Dairesince onaylanarak kesinleşti. Daha birçok davası sürüyor.

İnsan hakları, basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü siyasal demokrasinin en temel bileşenleri arasında yer alıyor.
Siyasal demokrasi istemi, aşağı yukarı bir yüzyıldan bu yana, Türkiye siyasal gündeminin birinci sırasını işgal ediyor, insan haklarının, basın özgürlüğünün, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün gerçekleştirilmesine yönelik istemler, bugün, ulusal planda, yüzyıllık bir siyasal birikimin üzerine oturuyor.
TCK’nin yeniden düzenlenmesi amacıyla hazırlanan ve geçtiğimiz haftalarda Adalet Bakanlığına sunulduğu açıklanan yeni Öntasarı, hem bir bütün olarak, hem de belirli maddeleriyle, Anayasa hükümlerinin ve bunların üzerine oturduğu siyasal mekanizmaların özellikleri ile birlikte, önümüzdeki dönemde de, ülkemizin siyasal gündemini belirleyen etkenlerin ilk sıralarında yer alacağa benziyor. Yeni Öntasarının içeriğine bakıldığında, düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik istemlerin, siyasal demokrasi istemlerinin tartışılmasının, önümüzdeki dönemde daha geniş bir zemine yayılacağı söylenebilir.
Yeni Ön-tasarıda, kamuoyunda üzerinde en çok durulan maddelerle ilgili nasıl bir düzenleme yapıldığını. Komisyon Başkanının açıklamasından öğreniyoruz. Yeni Ön-tasarıda, TCK’nin 141 ve 142. maddeleri kapsamına giren suçların, ‘tahminen’ yarı yarıya düşürülmesi öngörülüyor. Ek olarak da Komisyon, 141 ve 142. maddelere karşı yaygınlaşan tarihi ve güncel siyasal antipatiyi yumuşatmak amacıyla olsa gerek, 141 ve 142 rakamlarını 325 ve 326 rakamları ile değiştiriyor. 141 ve 142 rakamlarının öngördüğü ceza miktarları yarı yarıya indirilerek siyasal yasaklar, propaganda yasakları yeni TCK Ön-taslağının 325 ve 326. maddelerine taşınıyor.
Öngörülen ‘İndirim’in Temel Mantığı
Komisyon Başkanı, kendi içinde bir uyum ve denge sağlanması amacıyla, yeni Öntaslakta, 141 ve 142. maddelerde öngörülen suç niceliklerinin yarı yarıya indirildiğini açıklıyor. Ama öyle anlaşılıyor ki, bu indirim, ulusal ve uluslararası kamuoyundaki birikimi ve potansiyeli belli bir düzeye indirme ve yumuşatma çabasının ürünü olarak ortaya çıkıyor. Bu yolla, siyasal iktidar, mevcut siyasal mekanizma ile ‘liberal demokrat’ çevrelerin istemleri arasında bir denge sağlamaya çalışıyor, öyle anlaşılıyor. Ceza miktarlarının yarı yarıya indirilmesi ile tepkilerin ve kamuoyundaki birikimin de yarı yarıya yumuşatılabileceğinin hesapları yapılıyor. ‘Ceza indirimi’ gibi ibarelerin erkenden açıklanması yoluyla, yeni Öntaslak, kamuoyunda sempati toplamaya çalışıyor. Böyle bir çabanın, belli ölçülerde sınırlı kalmak üzere, ürün vermesi de tamamen ihtimal dışı gözükmüyor.
Öyle ki, bugün, yeni Öntasarının bu biçimiyle yasallaşması durumunda dahi, tutuklu-hükümlü basın mensuplarının ve 141. maddeden yargılananların, bu hükümlerden belli ölçülerde yararlanabilecekleri şeklinde yorumlar yapılabiliyor.
Şu anda yüzlerce yıllık hapis cezalarıyla hükümlü olarak, çeşitli cezaevlerinde tutulmakta olan, 30’u aşkın yazı işleri müdürüyle ilgili olarak, verilecek bir örneğin, ‘ceza indirimi’ sonucunu yeterince açıklayabileceğini sanıyorum
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Nolu Askeri Mahkemesince verilen 24 Ekim 1984 tarih ve 1982/867 Esas ve 1984/396 Karar sayılı kararla TCK’nin 142. maddesine muhalefetten hükmedilen ceza. Askeri Yargıtay 1. Dairesinin 11 Mart 1987 tarih ve 1987/1-123 sayılı kararıyla onanıyor. Böylece TCK’nin 142. maddesine 75 kez muhalefet iddiasıyla verilen ceza toplam 588 yıl 9 ay olarak kesinleşiyor.
Bu ceza ister toplam üzerinden, isterse tek tek bileşenleri üzerinden indirilsin, yarı yarıya bir indirimle, verdiğimiz örnekteki ceza miktarı, yeni Ön-tasarıya göre -aylık kesirini hesaba katmazsak- 294 yıla bağlanıyor.
Kaldı ki sorun, sadece 142. maddeden de ibaret değil.
142. maddeden verilen cezalar tümüyle ortadan kaldırılsa bile, basın mensuplarına TCK’nin 159. ve 311-312. maddelerinden hükmolunan ve kesinleşen basın cezaları, yazı işleri müdürlerini daha uzunca bir süre demir parmaklıklar arkasında tutmaya yetiyor.
TCK’nin 311-312. maddeleri üzerinde özel olarak durmasak bile, yeni Öntasarının 159 madde ile ilgili nasıl bir düzenleme getirdiği, bu aşamada önemli gözükmüyor. Ama açık ki, TCK’nin 159. maddesi, en hafif deyimiyle, hükümetlerin elinde demoklesin kılıcı işlevini görüyor, en liberal eleştirileri dahi engelleme amacına hizmet ediyor. 159. maddenin Tek Parti Yönetiminde, tek parti yönetimini, her türlü eleştiri ve muhalefet karşısında, korumak amacıyla düzenlendiği, bu şekliyle, mevcut sistemin çoğulculuğuna dahi ‘cevaz’ vermediği hep yazılıp çiziliyor. 159. madde, devrimci-demokrat basın-yayın organlarının yasaklanması ve devrimci propagandanın engellenmesi, engellenmeye çalışılması için, savcıların elinde yasal bir dayanak noktası oluşturuyor. Ve sıkıyönetim askeri mahkemeleri TCK’nin 159. maddesine dayanarak, sadece devrimci propagandayı değil, mahkeme salonlarında yapılan siyasi savunmaları dahi, toplam yüzlerce yıla varan hapis cezaları ile cezalandırıyor.
Yukarıda örnek olarak aldığımız kararda, TCK’nin 159. maddesinden kesinleşen hapis cezası toplamı, bu maddenin 141 kez ihlal edilmesinden dolayı, 147 yılla bağlanıyor. (311-312. maddelerden kesinleşen hapis cezası toplamı da 13 yıla ulaşıyor).
Görünen o ki, açıklandığı kadarıyla TCK Ön-tasarısında 141 ve 142. maddelerdeki ‘ceza indirimi” olayı, büyük ölçüde, kamuoyunda mevcut demokratik birikimi yumuşatma amacına ve siyasi cezalar arasında ‘adalet’ sağlama yolu ile ‘demokrasi’ görünümünün unsurlarını çoğaltma çabasına hizmet ediyor. Belirli nicel değişiklikler yardımı ile demokrasi vitrini kurulmaya çalışılıyor, işkenceye Karşı Uluslararası Sözleşmelere atılan imzaların da, böyle bir vitrinin zenginleştirilmesine hizmet ettiği anlaşılıyor. Ama vitrinin arkası, asıl dükkân eklentileriyle birlikte temel işlevini sürdürüyor, devrevi krizden belki de hiç etkilenmeyen tek sanayi kolu olarak işkence sanayi, neredeyse tam kapasite ile çalışıyor, işkenceye uğrayan, işkencede katledilen insan sayısındaki nicel düşüş, elbette ki işkence olgusunu ortadan kaldırmıyor. Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü hakkının fiilen kullanılmasının, şu veya bu ölçüde cezalandırılması arasında sadece bir nicelik farkından sözedilebilir. Her iki durumda da, söz konusu olan, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü hakkının yasaklanması ve cezalandırmasıdır.
Yeni madde numaraları bir niteliğin kendini yeniden ortaya koymasın1, bir niteliğin sürmesini, sürdürülmesini ifade ediyor. Sistem, kendi hukuk zırhını, temel yasaların ve diğer yasal-fiziki düzenlemelerin yanında ve onlarla paralel ve uyumlu bir biçimde, artık, 141 ve 142 rakamlarının yerine, 325 ve 326 rakamları ile sürdürmek istiyor.
Düşünce ve örgütlenme hakkının cezalandırılması, ancak, engizisyon hukukunda yer alabiliyor.
TCK Ön-tasarısını Hazırlama Komisyonu, hukuk adına, umudunu, engizisyon-vari yöntemlerin sürdürülmesine bağlamış gözüküyor
141 ve 142. Maddelerin İşlevi:
Bugün yer küresinin birçok köşesinde ve ülkemizde, ortaçağın Engizisyon ve Şeriat hukuku ve Engizisyon yöntemlerin hukuk tarihinin ve siyasal tarihin önemli dersleri arasında yer alıyor. Ama bugünkü yaşamın canlı pratiğine bakıldığında, Engizisyon hukukunun, Engizisyon-vari yöntemleri birer tarih olduğunu söyleyebilmek mümkün gözükmüyor.
Elbette ortaçağdan bu yana, insanlık önemli aşamalardan geçti. Yeni ilişkiler, yeni sosyal ilişkiler yeni bir hukuk sistemini gerekli kıldı. Yeni sınıfın egemenliği ve tarihsel rolü, sınıfsal konumu, yeni yasalarla, yeni bir hukuk sistemi ile sarıldı. Yeni ekonomik ilişkilerin belli bir gelişim seyri içerisinde eski ilkel, çıplak sömürü, yerini, daha ince yöntemleri içeren ‘özgür insan’ın sömürüsüne bıraktı.
Ve hukuk da yöntem ve biçim değişikliği ile, yeni sistemin zırhı olarak yeniden şekillendi. Ama özü, belli bir toplumsal sistemin siyasal-sosyal-tarihsel ‘ebediliğini’ koruma amacı değişmedi.
Hukuk ekonomik, sosyal, siyasal planda egemen olan sistemin yasallaştırılmış iradesi olma işlevini sürdürdü, sürdürüyor.
Dün ortaçağın Engizisyon hukuku insanları düşüncelerinden dolayı yargılıyor, ateşe atıyordu. Dini dogmaların dışına çıktıkları, dünyayı ve toplumu yerleşmiş, gelenekleş-miş düşünce kalıpları ile, dini ideoloji ile değil, doğanın ve toplumsal gelişmelerin yasaları ile açıklamaya çalıştıkları için, ‘kurulu toplumsal nizam’a ve onun tortulaşmış geleneklerine karşı çıktıkları için, bilim adamları ve düşünürler Engizisyon mahkemelerinde yargılanıyor, yakılıyordu. Çökmekte olan feodal düzen, feodal dini gelenek ve ideolojiler, kendi vahşiliğini ebedi hukuk olarak ilan eden siyasal mekanizma aracılığıyla ayakta tutulmaya çalışıyordu.
Dün feodal sisteme, feodal değerlere ve değer yargılarına aykırı her bir çıkışın, her bir düşünce kırıntısının bedeli, insan bedeninin fiziken ortadan kaldırılması şeklinde somutlanıyordu.
Bugün de özü itibariyle, fazlaca bir şeyin değişmediği görülüyor. ‘Kurulu nizam’ın ekonomik-toplumsal-siyasal-ideolojik kurumlan, yapıları karşısında, toplumsal gelişmeyi savunmak, insanın ‘toplumsal özgürlüğü’nü savunmak, gene işkence ile, ölüm cezası ile, yüzlerce-binlerce yıllık mahkumiyet kararları ile karşılanıyor.
Düşüncenin, düşünce özgürlüğünün, basın ve örgütlenme özgürlüğünün karşısına ‘kurulu nizam’ın siyasal hukuk zırhı çıkarılıyor. Düşünce özgürlüğü, TCK’nin 141,142, 159 vb. maddelerinin ördüğü duvara çarpıyor.
TCK’nin 141, 142 ve 159. maddeleri ve sayısız yasa ve yasa maddesi sosyal sınıf gerçeğini, sınıflar arası mücadele olgusunu, sosyal sınıf gerçeğine yönelik propagandayı yasadışı ilan ediyor. Mevcut yasalar ve hukuk sistemi, siyasal anlamda, ‘bir sınıfın başka bir sınıf üzerinde tahakküm kurmasını’ yasaklıyor. Ama bu düzenlemenin bizzat kendisi, ‘bir sınıfın başka bir sınıf, sınıflar üzerinde kurduğu tahakkümün acı bir itirafından başka bir anlama gelmiyor. Hukuk sistemi yasal yasaklar da, Ceza Yasasında ifadesini bulan egemen sınıf ‘tahakküm’ünü her türden ‘aykırı’ düşünce ve çıkışa karşı korumanın, ekonomik, siyasal, sosyal sistemin yasal zırhını, egemen sınıfın yasallaştırılmış iradesini oluşturuyor.
TCK’nin 141 ve 142. maddeleri bu yasal zırhın önemli unsurları arasında yer alıyor. Yeni Öntaslak 141 ve 142’nin bu işlevini, 325 ve 326. maddelerle sürdürmek istiyor.
Ama nereye kadar?

Eylül 1988

Dayanın Aslanlarım, Dayanın Yiğitlerim

Hasan Şensoy:
“1953 Yugoslavya doğumlu. 1964 yılında ailesi ile birlikte Türkiye’ye göç etti. MLSPB adlı örgütün kurucusu ve lideri olarak ilk kez 1976’da tutuklandı.  9.12.1977’de Toptaşı Cezaevi’nden mücadele arkadaşları ile birlikte firar etti. İkinci kez 1980’de tutuklandı. Kararlı tavrı ve mücadeleci kişiliği, yaşama ölesiye tutkusuyla halen tutuklu bulunduğu Metris Cezaevi direniş saflarında yer alan Şensoy hakkında istenen üçüncü idam cezası Askeri Yargıtay’da inceleniyor.
Hasan Şensoy Türkiye devriminin silahlı mücadele ile gerçekleşeceği şeklindeki inancına bağlı fiillerden yargılanmaktadır.”
Hasan Şensoy,’un ablası Didar’ın ölüm yıldönümü nedeniyle yayınladığı mesaj şöyle:
Dostlar, kardeşler, Didar Abla’nın mücadele arkadaşları: 1980’li Eylüller, ülkemizin gerçek sonbaharlarından idi… Alabildiğine uzun sürmüş, rüzgârlarıyla alabildiğine savurmuş, toprağımızı boylu boyunca kanatmış, yıllara yayılmış bir sonbahar… Her yanı sancılarla kavrulan, yekinipte doğrulamayan, yer yer gücünü dermanın ihanetlere salmış, zincirlerle kuşatılmış, mermilerle delik deşik edilmiş, darağaçlarıyla lanetlenmiş bir sonbahar.
Bu sonbaharların simgesi, 1 Eylül 1987 oldu. Çünkü bir kardelen, bir sonbahar kardeleni, fırtınaya rağmen topraktan sökülmezliği ile hayatı hayatla savunma biçimiyle, saldırının tek yanıtının direnmek, direnmeninse mücadele etmek olduğunu katmerli karanlığa rağmen, gösteren ışığıyla, ülkesinin doğrudan, güzelden yana bütün yürekleriyle, ölümde buluştu. Kendi yüreğinin ve kafasının ve giderek bütün yaşamının, her anının hasredildiği tek olgu haline gelen o yüreklerde, önder bir direnişçiye yaraşır şekilde, direnişin en önünde canının vererek, bir anda tek boyut haline geliverdi.
Ülkenin basını, “Didar abla artık yaşamıyor” başlıklarıyla çıkıyor, bu tek cümle her şeyi anlatmaya yetiyordu. Sonbahar kardeleni, son selamını yine ülkesinin zincirlerini parçalama mücadelesiyle bütünleşmiş yaşamının bir direniş sayfasından gönderiyordu. “Ölümün öldürülmesi” gerçeği buydu işte. Gerçekten Didar Abla yaşamıyor muydu, yoksa ülkenin bu karabasan yıllarında, o ıssızlıkta direnmek ve mücadele bayrağını yere düşürmemek gerçeğini zindanlardan alanlara taşımıştı.
Giderek daha fazla yüklemde donanan, her geçen gün daha aydınlık ve kararlı, coşkulu işlevlerle bütünleşen, daha geniş bir perspektifin özneleriyle buluşan Didar Şensoy, ‘İnsan Haklarının’ demokratik mevzilerini tesis etmekten, grevlere, faşizmin her türlü kıpırdanışını pervasız bir terörle ezmeye çalıştığı günlerin dahi ödünsüz bir avuç göstericisiyle, yurdun dört bir yanından mücadele vermekten işkence hanelerde düşmana değil sır vermek, küfrederek nefretini ve isyanının haykırmaya kadar uzanan bir boyut zenginliği iyinde yaşadı. Alanlarda hiç kimse yokken bir avuç mücadele arkadaşıyla o vardı. Zindanların kapılarının boşluğunu gerektiğinde  tek  başına  doldurmaya  çalıştı.
(…) Ki o kadın, artık 50 yaşında, bu yükü ağır yaşamın artırdığı rahatsızlıkları olan bir kadındı, bir anne, büyükanne idi. Ölümünde de yanında olan mahkûm analarından biri “O bizim sembolümüzdü, bizim önderimizdi. Hep en önde giderdi. O yanımızda olduğu zaman gücümüz artar kendimize güvenimiz gelirdi” diyordu.
Karanlığa çok renkli ışıklar vermiş bu kardelenin ölme eylemi de değişik ve önemli etkiler sunacaktı ortama elbette.
(…) Sadece meclise dilekçe vermek amacında olan bir ana, bir abla, sadece bu olay nezdinde karşılaştığı günlerce süren baskı, gözetim takip ve nihayet coplanma, dövülme sonucu Meclis bahçesinde yaşamını yitiriyordu. 60 kişinin de gözaltına alındığı ve üç otobüs dolusu tutuklu yakınının tavrını içeren söz konusu ‘Meclis’e dilekçe verebilme eylemi’ esnafında yine en öndeki Didar Abla’nın yaşamını yitirdiğinin öğrenilmesi üzerine, orada bulunan diğer tutuklu yakınları “çiğnediler onu, dövdüler, böyle olacağı belliydi” diye haykırırken, polis olayı resimleyen gazetecileri de dövüyor, gözaltına alıyor ve yetkililer Didar Şensoy’un ‘zaten şeker hastası olduğu, kalpten öldüğü, vücudunda kesinlikle darp izi bulunmadığı’ yolunda ardı ardına açıklamalar yapıyorlardı. Ankara Valisi Bayar: “Polisin tutumu üzücü” diyordu.
İstanbul’dan başlayarak Çanakkale, Bursa ve Eskişehir Cezaevlerini de kapsayarak, Ankara’da Meclis önünde son bulan bu yürüyüşün en önü şimdi boştu ve ellerinde dilekçeleriyle yola çıkan direnişçiler, yol boyunca Arjantin’i! Plaza de May) analarının simgeleştirdiği beyaz eşarbı ve karanfilleri ile önlerinde yürüyen Didar Abla’nın cenazesi ile dönüyorlardı.
İnsanların yaşamları işte böyle destanlaşıyordu. İnsanlar işte böyle evrensel olgularla buluşuyor, bir gövdede binlerce çoğalıyorlardı.
(…) Bir ana, meclisin merdivenlerine yumrukları ile vurarak “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” diye haykırıyor ve işte böyle bir ülkenin mazlum halkları en zorlu süreçlerde bile bu merdivenleri parçalayarak, güneşe merdivenler dayama gerçeğinden kopmuyorlardı. Direnişi kırmak için gençlerin tutuklanması oyununu tezgâhlayan oligarşinin tezgahı’, Didar Şensoy’un meclisin önüne oturarak “Çocuklarımızı serbest bırakmadan buradan ölümü kaldırılabilirsiniz” diye haykırması ve bir kitle önderinin çelik-leşmiş iradesinin coşkusuyla gerçekten kalkmaması, gerçekten dediğini yapması ve ölmesi ile tezgâhı yerle bir oluyordu.
Diğer bütün eylemlerinin yanı sıra özellikle 12 Eylül sonrası cezaevleri direnişçilerinin soluğu olmuş, adının geçtiği, başka nedenlerle bulunduğu çeşitli ortamlarda zindanlarda faşizme karşı boyun eğmeme tavrının çağrışımı haline gelmiş ananın-ablanın ölümünü duvarların içinde yaşamak daha da güç değil miydi?
Metris’ten oğulları, kızları, kardeşleri diyorlardı ki: “Yıllardır tüm ilerici, demokrat ve devrimcilere yönelen baskı ve işkenceyle sindirme uygulamalarına karşın insan onurunu koruma mücadelemizi aktif olarak destekleyen ve yaşamı pahasına en önlerde sürdüren yürekli ve sevgi dolu anamız Didar Şensoy’u yılmadan yürüttüğü mücadelemiz içinde yitirdik. Adını ve yaşamını baş eğmezliğin ve onurlu bir mücadelenin simgesi olarak yaşatacağız”.
… Ve ülkenin içinde siyasi tutsak bulunan onlarca cezaevinde açlık grevleri yükseliyor, geleceğin, insanca ve onurlu yaşamı için mücadele edenlerin olacağı, Didar Abla kimliğinde bir kez daha vurgulanıyordu. Metris’teki 15 siyasi davanın tutukluları, bir kez daha bu vesileyle, “siyasi tutukluluk hakkının kabulü ve buna uygun düzenlemelere yönelik genel talepler için ve cezaevlerindeki yaşam koşullarının iyileştirilmesi için başlattığımız açlık grevi, baştan saptadığımız şekilde, 265 kişi ile 15 gün toplu ve daha sonra gruplar halinde dönüşümlü 41. gününü doldurarak başarıyla 23.9.1987’de sona erdirilmişti. Bizlere anlamlı desteklerini sunan tutuklu ve yakınlarına, yakın ilgileri dolayısıyla demokratik kamuoyuna teşekkürlerimizi sunuyor, mücadelemizde şehit düşen Didar Şensoy’un anısı önünde saygıyla eğiliyoruz” diyorlardı.
… İstanbul kardeleni bu kez alışılageldiği eylem yolculuklarından, kara gözlerinde bir görevini daha yapmanın gururlu ifadesi, mağrur gövdesiyle dikilişi ile dönerken değil, ıssız bir mücadele sürecinin bir avuç mücadelecisinin en önündeki bu erdemli ve yiğit kadını, artık bir direniş şehidi olarak ve silahların onca suskunluğunun orta yerinde ve bildik isyancılığının Marmara’yı utandıran dinginliğinden ötürü ellerini yüzüne kapayarak, karanfillerle, beyaz eşarplarla donatılmış tabutunu karşılıyordu.
“Türküler,  ey türküler”  diyordu İstanbul “Seferberliğe gerek yok şimdi “Seferberlikten beter olmuş yürekler.”
… Bu çok ışıklı simge kadın, sadece işkenceye karşı direnmeyi ve boyun eğmemeyi, zindanları mücadele mevzisi yaparak, yıllar boyu işkenceyi yenmeyi somutlayan iç savaş tutsaklarının Yılmaz “Abla”sı değil, proletaryanın bütün sınırlı haklarının gasp edildiği bir süreçte, ülkenin sömürücü işbirliklerine tavır alma ve eylemler koyma bilinci gösteren sınırlı sayıda işçinin, “onurunuz, onurumuzdur” diyen omuzdaşı değil, ölümünden daha birkaç ay önce yükselmeye başlayan öğrenci gençliği hareketliliğinin de içinde, onların direnişlerinin de orta yerinde bulunmak isteğiyle yanıp tutuşan ve bu gençleri “Didar Ablalarını akademik zeminde yükselen eylemlerine çağırmadıkları için azarlayan bu kadın, aynı zamanda, yine dönemin ilk demokratik çalışmalarının da en önündeydi ve İnsan Haklan Derneği Kurucusu, Af Komisyonu üyesi, SHP üyesi kimlikleriyle de ülke siyasal gündeminin her yönüyle içindeydi. Nitekim ölümü karşısında bütün bu kesimlerden gelen, aydını, yazarı, sanatçısı vb. ile ülkenin kafasını ve yüreğini tamamen karanlığa teslim etmemiş bütün kesimlerinden gelen tepkiler karşısında, “sadece bizim için değil, hepimiz için büyük kavın hepimizin başı sağ olsun”.
Başı güneşli insanların, yiğit insanların ve hele yiğit kadınların karşısında da tarihin nehirlerinin seslenmesi, imkânsızlığın kendisidir. Ve bir kadının savaşı, bir ananın yılmazlığı kuşkusuz daha soyludur. Çünkü bir kadın önder, bir kadın halk savaşçısı, çok daha fazla zincir parçalayarak yürümek zorundadır.
Ve Didar Şensoy kimliğinin parçalandığı, o kimliğin parçalanarak emekçi halkların zafer maratonuna yöneldiği zincirler, hemen hemen ülkemizin bütün zincirleridir. O, kadınlık zincirlerini parçalamıştır. O, işkence ve terör zincirlerini parçalamıştır. O, teslimiyetin zincirlerini parçalamıştır.
Bu, çok katlı bir karanlığın çok boyutlu ışığı ile gurur duymak, ona daha fazla sahip çıkmak ve onun mücadelesiyle daha fazla özdeşleşmek, onun bütün erkek ve kız çocuklarının, erkek kardeşlerinin ve kız kardeşlerinin içinde elbette daha fazla ülkesinin kız kardeşlerinin ve onun evlatlarının hakkıdır. Çünkü onların, Kardelenin parçaladığı zincirler içinde yakalayacakları çok daha fazla halka vardır. Ve ondan dolayı bundan böyle ülkemiz kadınlarının mücadele ve direniş günü olarak kutlanacaktır. Bir Eylüllerde ülkemizin bütün emekçi kadınlarının ve emekçi kadının savaşı yolunda yürüyen bütün kadınların coşku ve mücadelesi haykırılacaktır.
(…) Evet, dünya emekçilerinin zincirleri ağırdır. Ama dünya emekçi kadınlarının zincirleri daha ağırdır. Dünyanın, emeğin zaferi için savaşan erkeklerinin görevleri erdemlidir, soyludur. Ama dünyanın, emeğin zaferi için savaşan kadınlarının görevi daha erdemli, daha soyludur.
(…) Onlar tarihin Kibeleleridir. Aşkın suretini, tarihin sureti yapan ve yapacak olanlardır.
“Siz ki anlardınız o aşkın dilinden
Uzak da olsa bir umut adına
Ölümüne çileler çekerdiniz yıllar boyu
Şiirlerde türkülerde tanışmıştım
Soluğumuzda yaban menekşelerinin kokusu.
Gözlerinizde yıldızlar
Ve serin pınarların sonsuz uğultusu
Dağlar sizi yaşardı her haksızlıkta
Ormanlar sımsıcak dostluğu”.
Dostlar;
Bugün Didar Abla aramızda yok. Onun ölmediğini de biliyoruz hepimiz. O yok ama onunla yıllardır omuz omuza mücadele eden, bütün acılara ve zorluklara göğüs geren mücadele arkadaşları onun mücadelesini sürdürüyorlar.

Eylül 1988

KADIN SORUNUNA İLİŞKİN BAZI YAKLAŞIMLAR ÜZERİNE

“Tarihi bir devrin gelişimi, özgürlük ve kadınının ilerlemesi arasındaki ilişki ile tayin edilir, zira insan tabiatının hayvanlık üzerindeki zaferi kadınla erkek zayıf ile kuvvetli arasındaki ilişkilerden belli olur. Kadın özgürlüğünün derecesi tabii ki genel özgürlüğü tayin eder.
Bir cinsin hakarete uğraması barbarlığın olduğu kadar uygarlığın da belli başlı karakteristik bir özelliğidir, şu farkla ki, barbarlıkta kötü alışkanlıklar güzelleştirmeden olduğu gibi uygulanırdı, oysa bu alışkanlıklar uygarlıkta, karmaşık, iki yönlü, münasebetsiz ve ikiyüzlü bir mevcudiyet derecesine yükseltilmişlerdir. Hiç kimse, kadını köle gibi kullanmak yüzünden erkek kadar alçalmamıştır”.

FOURIER

Son bir kaç yıl içinde, çoğu eski ileri-rici çevrelerde şu ya da bu biçimde yer almış kadınlarda, Türkiye’de önceleri görülmemiş bir hareketlenme gözleniyor. Bu kadınlar hummalı bir faaliyet sürdürüyor, dernek kuruyor, dergi çıkarıyor, dayağa karşı yürüyüşler, açık oturumlar, kapalı salon toplantıları, imza kampanyaları düzenliyorlar. Bu etkinlikler büyük bir ilgiyle izleniyor.
Bu ilgi dostça olabildiği gibi düşmanca da olabiliyor. Bir kısım ilerici çevre dışta tutulursa, ilgi, erkek egemen toplum kültürünün damgasını taşıyor. Gerici-dinci çevreler azgınca saldırıyor: “Fahişeler!”, “cemiyetin ahlakını bozmaya memur edilmiş Avrupa misyonerleri…”. Bu yeni akımın yeniliğine henüz alışamamış her tandanstan ilerici çevrelerin bir kısmı ise daha çok alaycı dokundurmalarla tavırlarını belirtiyor. Arkadaş toplantılarında fısıldanıyor: “Gelip geçici bir moda…”, “işi gücü olmayanların ilgi toplamak için başvurduğu karışıklık..”, “isterik kadınlar toplulukları..” vb, vb.
Sağdan ya da soldan bu söylenenlerde doğruluk payı olsun olmasın, eleştiriler tamamen haklı olsun olmasın bunun şu an hiç bir önemi yok. Şu ya da bu çevrenin şu ya da bu biçimdeki değerlendirmesine katılmaktan bağımsız olarak şu rahatlıkla söylenebilir: Bağımsız olduğunu söyleyen kadın çevreleri, ilerici ve gerici çevre ve gruplarda ciddi bir sarsıntıya neden oldular. Artık her çevre ya da grup kadın konusunda daha anlaşılabilir, daha net, daha kazanıcı, kapsayıcı talep ve sloganlar tespit etme, bunlara uygun örgütler kurma ihtiyacında olduğunu hissediyor ve bu doğrultuda adımlar atmaya çalışıyor. “Papatyalar”, “Müslüman feministler”, “sosyalist feministler” adları daha sık duyulmaya başlıyor.
Anlaşılması gereken şu: Bağımsız kadın çevreleri, kadın ve kadının kurtuluşu sorununu daha önceleri görülmemiş bir şiddet ve ciddiyetle Türkiye siyasal gündemine sokmuş bulunuyorlar.

FEMİNİZM KADIN SORUNU VE TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİ

Kuşkusuz bir çok düşünce ve eylem akımı gibi, feminizm, kadının kurtuluşu vb. gibi kadın akımları da Türkiye’ye Batı’dan geliyor. Beraberinde Batı’ya has özgülükleri de getiriyor. Bu özgülüklerin anlaşılması, sindirilmesi ya da nesnel bir eleştiriye tabi tutulması zordur. Anlayış ve hoşgörü özellikle zordur Türkiye’de. Çeşitli feminist, bağımsız kadın akımlarının uç vermesinde de bu kural bozulmuyor. Feminist, bağımsız kadın çevrelerinin söylemlerinde, yaptıkları eylemlerde haklılıkların bulunduğu gerçeğine bakılmaksızın, bu hareketler toptan mahkûm edilmeye, lüzumsuz, kafa karıştırıcı, bölücü, insan enerjisini uçkurlara yöneltici olarak ilan edilmeye çalışılıyor. Bu nitelemeleri yapan grup ve çevreler, ilerici kadınlardaki bu tutum farklılığına yönelişin, birçok alanda ve konuda tepkisel davranışın, kendilerine ilişkin nedenlerini sorgulamaya kalkmıyor. Geçmişte tüm sol hareketin kadın konusunda ne yaptığına ya da daha doğrusu ne yapmadığına bakma gereği duymuyor. Dolayısıyla feministlerdeki bu tepkiyi anlayamıyor. Dahası, tepkiye duydukları -bir ölçüde duygusal, ama özünde geleneksellikten, ataerkil yaklaşım ve önyargılardan kaynaklanan- karşıt bir tepkiyle bu akımların haklılıklar taşıyan taleplerini, demokratikliğini, objektif olarak düzen karşıtı oluşlarını görmüyorlar. Görüp ettikleri tek şey; feminizm karşı devrimci bir burjuva ideolojisidir. (Neden? Nasıl? Hangi feminist akım? Bu sorulara doyurucu yanıtlar yoktur.)
Feminizmin ve kadın sorununun Türkiye siyaset arenasında ilk olarak ciddi bir ilgi odağı haline gelmesini sağlayan hareket, doğruluk ve haklılıklarının yanı sıra feminizmin kendine has hata ve zaaflarına ek olarak, tepkisel oldu. Bu hareket devrimciler arasında yaratılmış olanlar da dâhil olmak üzere hemen hemen tüm yerleşik değer yargılarını hedef aldı. Türkiye siyaset arenasında ve devrimci ilerici literatürde yer almayan kavram ve söylemlerle işe başladı. “Cinsiyetçi işbölümü”, Devrimci-demokrat ve sosyalistleri de kapsayan “erkek egemen anlayış ve kültür”, “mutlak anlamda bağımsız kadın örgütlenmesi” vb. Türkiye’de, bu arada sol çevrelerin önemli bir kısmında yalnızca “uçkur” sorunu olarak kavranan “cinsel özgürlük” gibi… Ayrıca, içinde bulunulan ortamdan koparılarak sınırsız özgürlük istemi vb.den de söz edilebilir.
Ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan sınıf ve kesimlerinden unsurları, durumlarını bilince çıkarıp ilk uyanışı gerçekleştirdiklerinde, davalarına tutkuyla sarılırlar. Bu tutkuya, çoğunlukla yoğun bir duygusallık ve bağnazlık da karışır. Uyanışı yaşayanlar için önemli olan tek şey, kendi inançları, düşünceleri ve kurtarmayı ya da uğruna mücadele etmeyi önlerine hedef olarak koydukları kesimdir. Bunun dışındaki hiçbir şeyin önemi yoktur. Şu güç destek verebilirmiş, şu çevre yardımcı olabilirmiş, şu kesim gerçekler doğru bir tarzda kavratıldığında tavrını değiştirebilirmiş… Akla gelmez bile.
Nitekim Türkiye devrimci hareketi de ilk uyanış yıllarında aynı şeyleri yaşadı. Türkiye devrimci hareketi tarihine adını yazdıran akımların çoğu, özellikle 68’lerden sonra davasına büyük bir tutkuyla bağlı olarak işe başladı. İşçi sınıfı, köylüler vb. toplumsal kesimleri önceleri fetişleştirdi, her işçi ya da köylünün söylem ve davranışlarının arkasında keramet aradı, davranış ve söylemleri kendisine yanlış gelse bile, buna, kendi düşünceleri açısından izah yollan buldu ve izah etti. Çünkü işçi yanlış yapmaz, köylü mücadelede yanlış davranmazdı, vb. Adına devrimci diyen herkes, sosyal konum ve davranışlarına bakılmaksızın doğru davranmış oluyordu: Var olan ile olması gerekenin (ya da olması düşünülenin) yer değiştirmesi… Benzer durumun, silahlı mücadele dışında tüm mücadele biçimlerini reddeden akımlar için de söz konusu olduğu söylenebilir.
Kuşkusuz farklı şeyler ve elbette aynılaştırılamaz ama aynı sürecin, uyanış içindeki kadınlar içinde de yaşandığını söylemek pek de yanlış olmaz. Kadınlık durumunu kavrayan, toplumun ve ilericilerin kadının kurtuluşu konusunda tüm söylemlere rağmen rehavet ve atalet içinde olmalarını bilince çıkaran bazı feminist kadınlar öfke ve kızgınlık içinde seslerini yükselttiler. Kadına ve kadınlığa ait ne varsa ona sahip çıktılar, savundular. (1) Kadınların her tepkisini olumladılar. Kadınlara, daha doğrusu kadın davranışlarına (siyasi, ideolojik vb.) yönelik her sorgulamaya karşı tavır belirlediler.
Feminist kadınlar, bu şekilde ilk olarak bu içeriğiyle Türkiye siyasal gündemine erkek egemen ideoloji, cinsiyetçi işbölümü, kadının ezilmesinde ailenin rolü, kadının ezilmesinde yeniden üretimin rolü, kadının ezilmesinde ve bunun sürdürülmesinde kültürün rolü kavramlarını içerikleriyle birlikte soktular. Bunlar kuşkusuz ilk olarak Türkiye’de ortaya atılmıyor. Ancak Türkiye ilerici, demokrat ve devrimcilerin gündemine bu denli tartışmalarla birlikte girmesi sözünü ettiğimiz feminist çevrelerce gerçekleştirilmiştir.
Bu arada feminist çevrelerde feminizmin doğasına ve Avrupa ülkelerinde ki uygulamalarına benzer şekilde içine kapanmayı (daha doğrusu erkeklere kapanmayı), erkek düşmanlığı anlamına gelebilecek (hatta gelen) tavırlar almayı, erkeklerin tarihi ve ideolojik olarak sahip olduğu “hak” ve davranışların tümünü kadınlar olarak uygulamayı öngörenler oldu. Bu türden tepki toplama riski fazla olan öneriler, çoğunluğu farkında olmaksızın erkek egemen ideolojinin etkisinde olan sol çevrelerin bir kısmı da içinde olmak üzere ilerici demokratların ve doğal olarak da bütün gerici çevrelerin sesini yükseltmelerine neden oldu: Neler oluyordu? Kadınlar uçkur özgürlüğünü mü istiyordu? Bu bölücülük neden? Önemli olan insan olmak değil miydi? Orospular! vb. vb…
Türkiye solundaki her tandanstan ilericiler ve devrimciler her zaman, ezilen ulusların, ezilen toplulukların ya da kesimlerin, ezilmelerinden dolayı, kendilerini ezenlere karşı topyekûn bir öfke ve tepki duymalarını ve tepkisel-yaklaşımlarını hoş görür ve bunu da Marks’la Lenin’in uluslar konusunda ifadelerine dayandırırlar. Doğrudur da. Gerçekten Lenin, ezilen ulus devrimcilerinin ve milliyetçilerinin, ezen ulusun tümüne ve hatta ezen ulusun devrimcilerine bile öfke duymasına, güvenmemesine anlayışla yaklaşılması gerektiğini söyler. Ve aynı Lenin, çoğunlukla milli mesele ile kadın konusundaki benzerliğe dikkati çeker. İkisinde de topyekûn bir ezme-ezilme ilişkisi vardır, çünkü. Bundan çıkartılması gereken sonuç da, ezilen ulus devrimci ve milliyetçisinin ezen ulusa ya da devrimcisine duyduğu güvensizlik konusunda nispi bir bilinç olgunluğuna ulaşmış Türkiye ilerici, devrimci çevrelerinin, kadın konusunda da benzer bir olgunluk göstermesidir. Ne gezer!
Bu anlamda ezilen ulus devrimcisinin ezen ulusa ve onun devrimcisine duyduğu tepki, kızgınlık ve güvensizliğin haklı nedenleri vardır. Çünkü ezen ulus burjuvazisi ve toprak beyleri, kendi uluslarını da şovenizm potasında eğiterek bağımlı ulusu topyekûn ezer. Ezen ulus devrimcisi de ezen-ezilen ulus sorununu doğru bir tarzda kavramadıkça şovenizmden şu veya bu şekilde nasibini alır. Ezilen ulus devrimcisinin ezen ulus burjuvazisine, giderek ezen ulusa ve de hatta devrimcisine güvensizlik ve öfke duymasına neden olan şey de budur. İşte anlayışla karşılanması ve hoşgörü gösterilmesi gereken şey tam da budur.
Türkiye’de ilerici, devrimci çevrelerin çoğu erkek egemen ideoloji kavramını (ve içeriğini) kabul etmediği gibi, erkek egemen ideolojinin etkisi altında olduğunu da kabul etmez. Çoğunlukla bu olgunun farkında da değildir. Bu yüzden devrimci olsa bile, erkeğin, farkında olmasa bile verili baskı koşullarıyla uyum sağlayarak kadını ezdiğini kabul etmez etmek istemez. Kadının ezildiğini kabul eder, ama onu aynı zamanda erkek değil, düzen ezmektedir. Ya da devrimci erkek ezmez. Çünkü devrimci erkek söylemde kadının ezilmesine karşıdır. Kadının ezilmesinin koşullarını ortadan kaldıracaktır çünkü. Dolayısıyla böyle bir erkek (ya da aynı düşüncedeki erkekler topluluğu) kadını eziyor sayılamaz, bu geçici bir durumdur, sosyalizm geldiğinde o da ortadan kalkacaktır, vs. vs. Fakat hiç sorgulanma gereği duyulmaz ki; aşağı yukarı tüm devrimci insanların eşleri ve kadın arkadaşları tüm devrimci “birikime”, kadınlar konusundaki “devrimci bilinçlenmeye”, kadının yükünün “hafifletilmiş olmasına”, çok nispi oranda kadınların da örgütlü, bilinçli mücadeleye katılmış olmasına, şu ya da bu eyleme katılmış olmasına rağmen kadın, yine de çocuğunun bakıcısı, evde çamaşır-bulaşık eyleminin esas elemanı, siyasi faaliyetlerde kocasının, kardeşinin, erkek arkadaşının yardımcısı ve tüm siyasi faaliyetlerin yalnızca bir eklentisi durumundadır. Karşı çıkanlar lütfen tüm ilerici, devrimci örgütlerin iddianamelerini incelesinler. Orada hiçbir örgütte kadın üyeleri tüm üyelere oranının % 1-5, bilemediniz % 10’un üzerine çıkamadığını göreceklerdir. Yönetici organlara girebilen kadın üye sayısı daha da hazindir. Türkiye’de devrim yapma iddiasıyla ortaya çıkan tüm örgütlerin merkezi organlarında yalnız bir tanesinde (bilemediniz ikisinde) bir üye (ya da birer) bulunmaktadır. Bu kadın üyeler de daha çok danışma toplantıları niteliğindeki toplantılara katılmaktadırlar. İl örgütleri de farklı değildir. Hemen hiçbir örgütün il yönetiminde kadın üye yoktur. Hiç kimse alınmasın: Bu gerçek yasa dışı örgütleri de aşağı yukarı aynı biçimde etkileyen bütün sınıflı toplumların gerçeğidir. Sosyalist olan ya da olduğu varsayılan ülkeler için de durum aynıdır. (2)
Hal böyle olunca feminist ya da kadının kurtuluşu fraksiyonlarının genel olarak tüm erkek egemen toplum kurumlarına, özelinde de ilerici-devrimci eğilim ve akımlara güvensizlik belirtmelerinin şaşılacak nesi var? Kadınlar binlerce yıllık ezilmelerinden sonra ilericiler ve bu arada Marksistlere büyük umutlar bağladılar. İlerici devrimci kadınlar bu umudu hâlâ büyük oranda koruyorlar. Ama beklentilerine yanıt veremeyenlere kızgınlık duymaları, ilk hesaplaşmayı onlarla yapmak istemeleri doğal değil mi? İhtilalci çevreler de ilk ideolojik hesaplaşmalarını kendilerine esas köstek olarak gördükleri revizyonistlerle yapmıyorlar mı? Uyanış içindeki kadınların da ilk hesaplaşmalarını on yıllar boyunca umut bağladıkları, ancak zaman geçtikçe bu açıdan pek de somut adım atmadıklarını gördükleri Marksistler ve ilerici, devrimci çevrelerle yapmaya çalışmaları son derece anlaşılır bir şey değil mi? Kuşkusuz bu hesaplaşmaya yönelişte feminizmin Marksizm karşıtı bir akım olarak gelişmesinin de önemli bir payı vardır. Ülkemizde feminizmin henüz tüm boyutlarıyla kristalize olmadığı koşullarda süren bu hesaplaşma, belki Marksistlerle şu ya da bu biçimdeki bir entegrasyonla sonuçlanır, belki çok uzaklara giden bir savrulmayla… Ama bugün olayın özü budur. Objektif olarak düzen aleyhtarı durumundaki kadınların durumu budur.
Kadınlar bir arayış içindedir. Dahası kadınlık durumunun farkına varmışlardır. Bu durumun yorumunun aşırı, yanlışlarla içice geçmiş, tepkici, burjuvaziyi ve burjuva yaşam biçimini olumlayan, Marksizm’e karşı cepheden saldıran biçimlerine rastlamak mümkündür. Ama isyan, isyanın nesnel nedenleri ve bunun dile getirilişi haklılıklar taşıyor. Bu haklılığın karartılmaması, sadece emperyalizmin kültürel saldırıları, bunalım teorileri denenerek geçiştirilmemesi gerekir. İlerici, devrimci kadınların durumu, talepleri ortadadır. Ve zaten onlar da ne kadar “aşırı” bulunurlarsa bulunsunlar, amaçlarını gizleme gereği duymamakla, kimin ne dediğine bakmaksızın bu amaçları açık seçik ortaya koymaktadırlar.
Kuşkusuz her çeşit düşünce ya da eylem akımının ortaya çıkısında bunalım ya da bunalımlı insanlar, kültürel kargaşa, amacı önceden kestirilemeyen ince hesaplar vb. bulunabilir. Hatta etkili siyaset odaklarının fark ettirmeden sağladıkları destek de söz konusu olmuş olabilir. Örneğin 12 Mart öncesinde cuma gerçekleştirmek isteyen bazı etkili odaklar yeni gelişen ihtilalci çevreleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmak istemişlerdir. Ama bunlar tek başına söz konusu hareketler sorgulanmaya kalkıldığında durumu izah etmez. Yalnızca bu hareketlerin ortaya çıkış ve gelişim süreçlerindeki belirleyici olmayan etkilere işaret edilmiş olur, hepsi bu… Toplumsal bir olgu başka türlü izah edilemez.
Benzer durumun feminist çevreler için de geçerli sayılması gerekir. 12 Eylül sonrasında ortaya çıkışları kuskusuz bir rastlantı değil. 12 Eylül koşullarında yeşermiş bir akımın meşruiyeti sorgulama konusu edilir ya da edilmez, bu ayrı bir konu, isteyen onu yapar, ama esas yapılması gereken şey. bu yeni dönemde ortaya çıkan hareketlenmenin haklı temelleri ve düzeni aşan, düzenle çelişen taleplerinin var olup olmadığıdır. Var olduğu kabul ediliyorsa ve artık söz konusu güçler siyaset arenasında “biz de varız!” diyorlarsa, o takdirde sorgulamanın, kolay suçlama ve yakıştırmalardan çıkarılarak nesnel bir temele oturtulması ve ona uygun davranılması gerekir.

ULUSAL SORUN VE KADIN KONUSUNDAKİ BENZERLİKLER
Kadın konusuyla ulusal sorun arasında topyekûn ezilme durumundan dolayı bir benzerlik kurulabilir. Ama ulusal sorunla kadın sorunundaki esas benzerlik, ulusal sorunun ilk ortaya atılıp kamuoyuna mal edilmeye başlandığı yıllarda ezilen ulusa mensup ilericilerin karşı karşıya kaldıkları suçlamalarla, bugün kadınların kadın -orununu dile getirmeye çalıştıklarında duymak durumunda kaldıkları suçlamaların niteliğindedir. Bu benzerlik son derece çarpıcıdır.
Gerçekten, ulusal uyanışın başladığı ve çeşitli biçimlerde dile getirildiği 60’lı yıllarda ezilen ulus ilerici ve milliyetçilerinin ulusal sorunu her tartışma gündemine getirişlerinde karşılaştıkları suçlama “Kürtçülük”, “bölücülük” ya da “emperyalizmin ‘böl-yönet’ oyununa gelmek”ti. Ulusal sorunu ilerici, devrimcilerin gündemine getirmeye ne gerek vardı? Biz devrimci değil miyiz? Ne gerek var bir de işin içine bir de ulusal sorunu sokarak ortalığı bulandırmaya? Zaten emperyalizm kapıda bekliyordu \e ülkemizi bölerek yönetmeye hazırdı. Sanki ülke emperyalizmin kollarında değildi ve yalnızca ezilen ulus sorununu gündeme getirenler bölücüydü, bağımlı ulusu ezen burjuvazi ve bu gerçeği görmeyen, yok saymaya çalışan “ilericiler” değil.
O zamanın ilerici, devrimcilerinin belirtmeden edemedikleri bir başka iddia daha vardı: “Tamam, ulusal bakımdan bazı haksızlıklar var, ama sosyalizm geldiğinde sorun hemencecik çözülüverecek”, bu bakımdan şimdi sorunu gündemde tutarak bölücülük yapılmamalı ve ezilen ulus sorununda hassas olan çevre ve odaklar darıltılarak karşıya alınmamalıydı! Zaten şu anda halk da böyle bir sorunun tartışılmasına hazır değildi, devrimcilerden soğuyabilirdi vb. vb.
Bu ilginç yakıştırma, benzetme ve suçlamalar, bugün kadın sorununu alışılagelen ve geçmişten beri kabul edilen söylemler dışına taşırarak dile getiren herkese yöneltiliyor. Şayet “kadınlar katılmadan devrim olmaz”, “kadının kurtuluşu sosyalizmdedir”, “eşit işe eşit ücret”, “kadın ve erkek arasında gerçek eşitlik” türünden özdeyiş haline gelmiş sözler tekrarlanmakla yetiniliyorsa, pek bir mesele çıkmaz. Ama eğer iş ilerici, devrimcileri de kapsayan “erkek egemen ideoloji”, “cinsiyetçi işbölümünün varlığı”, “büyünden başlayarak ideolojik-siyasi-kültürel önlemler alınmazsa ve bu önlemler sosyalizm dönenimde de sürdürülmezse kadının geleneksel rolü sosyalizmde de ufak-tefek iyileştirmelerle varlığını sürdürür ve söylemleriyle birleştirilerek sunuluyorsa, o zaman yukarıda belirtilen suçlamaları duymaya hazır olmak gerekir: “Bölücülük”, “emperyalizmin kültürel saldırılarının etkisi altına girmek”, “bunalım teorileri”, “devrimci enerjiyi yanlış kanallarda hedef etmek”, “sosyalizme güvensizlik”, “ancak sosyalizmde çözülebilecek bir sorunu bugünden tartışına gündemine sokarak kafa karışıklığı yaratmak” vb.
Oysa ulusal sorunun Marksistlerin gündemine girmesi, bölücülük sonucunu yaratmadığı gibi, emperyalizmin “bol-yönet” taktiğine karşı en etkili önlem olmuş, Marksizm’i zenginleştirmiştir. Aynı biçimde kadın sorununun gün geçtikçe büyük bir önem kazanarak eskisinden daha büyük bir vurguyla Marksist’lerin gündemine girmesi, tarihi gelişim ve bu alandaki uyanış ve bilinçlenmenin sonucudur ve herhalde yeni bir zenginleşmenin habercisi olmuştur. Dünya nüfusunun yansından biraz fazlasını oluşturan sosyal olgu olarak var olan ve çözümünü bir zorunluluk olarak dayatan bir sorun varsa, onu şu ya da bu biçimde gündemden uzaklaştırmaya çalışmanın, üstünü küllendirme anlamına gelecek yaklaşımlarla örtmenin bir varan yoktur.
Öte yandan, düşünceleri benimsenmese ve doğru görülmese de, tarihi gelişmeye daha uygun bulunmasa, çözümün farklı ve yanlış biçim ve kanallarda aranıldığına inanılsa da, ezilen bir cins ve onun ileri unsurları/temsilcileri olduğu iddiasıyla mücadele eden çevre ve unsurlara karşı yanlış, önyargılı, hafife alıcı ve onurlarını kırıcı tavırlar almak, dile getirmeye çalıştıkları sorunu önemsiz, tali bir sorun olarak değerlendirmek, tıpkı geçmişle -ve bugün de etkisini çeşitli biçimlerde gösteren- ezilen ulus devrimcileri üzerinde yaptığı etki türünden bir etki yapacak, savrulmalara, karşılık olarak daha koklu güvensizliklere, daha çok isine kapanmaya ve dar görüşlülüğe neden olacak ve bundan kuşkusuz ilericiler zarar görecektir.

KADIN SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE İLİŞKİN
1917 Ekim devrimi öncesi ve sonrasına kadar başka birçok konuda olduğu gibi kadın konusunda da en ileri devrimci talep ve sloganları dile getirenler Marksistlerdi. Marksistler ve bu arada Lenin, o zamana kadar hiçbir radikal yoğunluğun savunmadığı ölçüde gelişkin talepler savunarak devrimi gerçekleştirdiler. Ekim devrimi kadınlar için de gerçek bir devrim oldu. Lenin’in deyimiyle “dünyada bir tek Sovyetler iktidarı ilk olarak, eski burjuva kanunlarını, özellikle evlenme ve çocuklarla ilişkilerde kadının kanuni aşağılığını ve erkeklerin imtiyazlarını onaylayan iğrenç kanunları tamamen ortadan kaldırdı”. “Rusya Sovyetler Cumhuriyeti ise … bir darbede, kadının aşağılığının bütün belirtilerini istisnasız silip süpürdü ve bu darbede kadına, kanunla en eksiksiz eşitliği sağladı”. (Lenin, Kadın ve Marksizm, sf. 204-5) Bu eşitlik, başlıca, erkeklerle her konuda eşit olma, oy, kürtaj, evlenme ve boyanmada tam bir özgürlük, erkeğin kadın üzerindeki tüm vesayetlerinin kaldırılması, esil ive eşi’ ücret, kadınların endüstrinin tüm kollarında çalışması, örgütlenme ve tüm siyasal çalışmalarda bulunma, ev ve buradan giderek ailenin ekonomik bir birim olmaklar: çıkarılması vb. konularındaydı. Kuskusuz bunlar yasal olarak ortaya konan ve uygulanmasına girişilen, kadının önünü açan olanaklardı. Bu olanakların fiili t; sanı olarak gerçekletmesi ise, daha çok zaman işiydi.
Lenin ve Sovyetler bunlarla da yetinmedi, kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından hâkiminin sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi, yok edilmesi, giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük olmaktan çıkarılması için de cabalar harcadılar. Bu çabala yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı belki, bir kısmı da geri alındı ama bu çabalar harcandı ve bu haklar o zamana kadar en ileri burjuva demokratik ülkelerde hile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama gerçekleştirilmeyen haklardır. SB’de kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu vana en geniş ve en derinlemesine haklarını ilk olarak o zaman elde ettiler ve bu haklan fiili olarak da uyguladılar.
Kadın sorunu başka sorunlara benzemiyor. Bir darbede kadın üzerindeki kısıtlamalara, aleyhindeki hak eşitsizliklerine yasal olarak son verilebiliyor, ona bilinen tüm haklar kazandırılabiliyor: ama bu kadınların kurtuluşu anlamına gelmiyor. Bu yanıyla yine ulusal sorunla benzer yanları var. Ulusal soruna, devrimle birlikte ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanınarak ve bu hakkın uygulanması sağlanarak temelli bir çözüm getirilebilir. Ama bu da nihai bir çözüm değil. Tarihten gelme eşitsizlik bir çırpıda çözülemiyor. Bu sorunun nihai çözüme ulaşması on yılların sorunudur. Ve eşitliğin sağlanması, tarihten gelme olan mevcut eşitsizliğin ancak tersine çevrilmesiyle sağlanabilir.
İşte kadın sorununda fiili eşitsizliğin giderilmesi de tıpı tıpına ulusal sorundaki fiili eşitsizliğin giderilmesi konusundaki duruma benzer. Tarihten gelme eşitsizlikler, alışkanlıklar, kültürel şartlanmalar, devrimle bile hemen değiştirilmeyen kurumlar (aile vb. gibi) kadını yine de ezmeye devam eder. Devrim eğer sabırlı ve bilinçli bir şekilde bunlara karşı da bir mücadele açarsa ve bu mücadeleyi doğru bir şekilde sürdürürse kadın sorunu yavaş yavaş tam kurtuluşa doğru ilerler, bu çabaların somut sonuç vermeye başladığı, sınıfların da tamamen ortadan kaldırıldığı süreçte eşitsizlik de fiili olarak ortadan kalkar. Bütün bunlara rağmen o zamana kadar teknoloji, toplumun yemden üretimi sorununa yem bir ^özüm, kadını biyolojik bakımdan hırpalamayan, onu normal gelişiminden alıkoymayan bir çözüme doğru ulaşmadıkça, kadın yine de o oranda, aynı iş koşul ve şanslarına sahip erkekten geri kalacaktır. Gebelik, doğum ve doğumun neden olduğu bedeni kayıp, kadının zorunlu olarak işinden ve fikri yeteneklerini geliştirmekten geri kalması, onun için bir kayıp olmaya devam edecektir. Çocuğun tam ve bütün olarak toplum ve onun organizasyonu tarafından bakımı garanti altına alınmış olsa bile bu yine de böyledir.
Kuşkusuz kadına daha geniş olanaklar, onun fikri ve bedeni gelişmesini sağlayacak olanaklar tanınarak, yönetim kademelerinde eşit bir şekilde yer alması olanaklı kılınarak (en eksik oldukları konularda onlara tolerans gösterilerek, yani mevcut fiili eşitsizlik -deyim yerindeyse- tersine çevrilmek suretiyle eşitlik sağlanarak) ve kadınlara hoşgörü gösterilerek (kolektif bir hoşgörü ruhu oluşturularak) mevcut durum dengelenebilir ve bu anlamda nihai çözüme biraz daha yaklaşılabilir.
Ne var ki Ekim devriminden bu yana Marksist çevre ve örgütler kadın konusunda bir duraklama içine girdiler. Bu arada Türkiyeli Marksistler kadınlar arasında gelişen ve yayılan bilince rağmen kadın konusunda şematik bir takım sloganlar atmaktan öteye gidemediler. Sovyetlerin ilk kurulduğu yıllardaki kadın hakları konusunda sağlanan fikri derinlik ve kadınların özgürleşmesi için harcanan cabadan, Türkiye ilerici, devrimci ve Marksistlerine ulaşa ulaşa “eşit işe eşit ücret” gibi sloganlar oldu. Kadının kadın olarak sorunlarının işlenmesi, programatik olarak ifade edilmesi, sınıfsal baskının yanı sıra bir cins olarak da baskı altında bulunduğunun ve bu baskının hemen her koşulda üreme olanağının bulunduğunun vurgulanması ve bunun da, bu durumun bilincinde olan ileri insanların, kendi insanlarını ve kadın erkek halk kitlelerini bugünden atılması gereken adımlarla birlikte eğiterek, sosyalizmin ileri evrelerinde tam olarak ortadan kaldırılabileceğinin propagandası pek cılız kaldı. Aynı şekilde kadınların siyasi ve sosyal mücadele alanlarına çekilmesi ve yöneticilik yeteneklerinin geliştirilmesi için çaba harcanmadı. Bunun sözü edildi, cılız bir takım adımlar atıldı, ama hiçbir zaman ciddi bir önem kazanmadı.
Bugün birçok kapitalist ülke bile kreş, emzirme odası gibi kadın sorunlarını kendi usullerince ya çözmüş ya da çözmek üzeredir. Kadınların siyasi temsili sorunu -gerçekleşmemiş ya da belki gerçekleşmeyecek bir slogan olarak tüm kapitalist ülkelerde çeşitli çevrelerce -karşıt eğilimde olanların varlığına rağmen- savunulmakta, yer yer sosyal demokrat partilerin yönetimlerinde hayata geçirilmeye çalışılmakta, en azından bu istek yüksek sesle dile getirilmeye çalışılmaktadır. Bazı kapitalist ülkelerde doğum öncesi ve sonrası izinler birçok Marksist partinin programında önerdiğinden daha yeterli olarak yaşama geçirilmektedir. Bu ve bunun gibi kadının kurtuluşu anlamına gelmeyen ama yine de kadının lehine tedbirler ya yasalaşmakta ya yasalaştırılmak üzere önerilmekte ve tartışılmaktadır. Bu ülkelerde çeşitli farklılıklara sahip feminist akımlar Marksistlerden daha aktif ve etkili olarak bu talepleri dile getiriyor ve gerçekleştirmek için mücadele ediyorlar. Kapitalist ülkelerde, içlerinde düzenle entegre olmayı, kadının kurtuluşunun sosyalizm gerçekleşmeden sağlanabileceğini öngörenlerinin yanı sıra sosyalizmle feminizmi bağdaştırmaya çalışarak yeni bir sentez, oluşturma çabasında olan çeşitli feminist akımlar, kadının kurtuluşu konusundaki öncülüğü Marksistlerin elinden almış durumdadırlar.
Hal böyleyken, Türkiye’de kadının kurtuluşunun, kadının kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarının çözümünün, hüsün ve devrimden sonraki görevlerinin formüle edilmesi ve bu uğurda mücadele başlatılması yanının ihmal edilirken, yalnızca bilinen sloganların tekrarlanmasıyla yetinilmesi ve kadın sorununun yalnızca sosyalizm için bir propaganda unsuru olarak kullanılması yanıyla vurgulanması bir zayıflık, yetersizlik ve gerilik belirtisi olmuş, bu da, ilerici devrimci bir kısım kadında feminizme savrulmanın Marksizm’e güvensizliğin ya da sosyalist feminizm ve daha birçok başka eğilimlerin ortaya çıkmasının nedeni olmuştur. (Burada sorulması gereken bir soru var: İlerici-devrimci kadınlar, kadınların kurtuluşu sorununu neden Marksizm’de değil de başka “izm”lerde arıyorlar? Bu sorunun yanıtı herhalde çeşitli odaklar tarafından estirilen anti-Marksizm rüzgârlarının son 8 yıl içinde etkisini göstermeye başlamış olmasındadır.) Kuşkusuz Türkiye’de Marksistler, kadın sorununu daha ciddiye alsalardı bile, yine çeşitli uluslararası rüzgârların etkisiyle feminist akımlar benzer biçimlerde var olabilecekti. Bundan sonra da, Marksistler, eskisinden daha kapsamlı olarak kadın sorununu işleseler, kadın sorununa ilişkin olarak geçerli ve doğru çözüm yolları üretseler bile feminist akımlar var olabilecek: Ancak etkisi daha sınırlanmış, eline Marksizm’e saldırmak için daha az malzeme ve bahane verilmiş, haklı bir takım sloganları ve Türkiye devrimci hareketinin kadın konusundaki geriliği ve dar görüşlülüğü yüzünden kazandığı meşruiyeti elinden alınmış bir burjuva hareket olarak…

KISACA  “FEMİNİZM BİR KURTULUŞ YOLU OLABİLİR Mİ?”

Feminizm, kadının kurtuluşunu gerçekleştirme kapasitesine sahip değil. Nedeni ayrı tartışma konusu. Ancak feminizm, feminizm olarak kalmaya devam ettikçe, geniş kadın kitlelerini sürükleme yetkinliğine de ulaşamıyor. Şu veya bu ülkede belirli bir konuma ulaşıyor, ancak hiç bir zaman geniş kadın kitlelerini giderek artan bir etkililikle sürükleyemiyor, büyüyemiyor. Dönem dönem Amerika ve çeşitli Avrupa ülkelerinde kadının kurtuluşu konusunda sürdürdüğü çalışmalarla yükseliyor, sesini duyuruyor. Bir süre sonra kabaran dalga inişe geçiyor, feminizm ve feminist oluşumlar etkisini yitiriyor, unutulup gidiyor. Ya da yükselttikleri talepler başka oluşumlar tarafından devralınıyor. Başka oluşumların kapsayıcılığı feminizmin etkisini ve geleceğini de sınırlıyor. Sonuçta feminizme, dar bilinç yükseltme toplantıları yapan az sayıda sempatizan ya da araştırıcı grupları kalıyor. Ve genel olarak kadın konusunu işleyen, tarihini araştıran, geleceğe ilişkin kadının kurtuluşu tartışmalarını sürdüren bir kaç da yazar…
Bu süreç Türkiye’de de herhalde farklı olmayacaktır. Bir süre sonra feministlerin sağladığı yükselme eğrisi düşecektir. Gelecekte şu veya bu haklı talebi dile getirmelerine, bir kaç olay karşısında haklı tepkiler geliştirmelerine bağlı olarak yeniden tırmanışa geçebilecek ama bu tırmanma da herhalde pek uzun ömürlü olmayacaktır. Çünkü bu kez yine devreye, kapsayıcılık, yalnızca Marksistlerle sınırlı olmayan -ve feministlerin bir türlü kabullenemediği, görmek istemediği kadının kurtuluşu taraftarı erkek ve bunların içinde yer aldığı oluşumlar ve en nihayet kadınların kurtuluşunu toplumun kurtuluşunun bir ve önemli parçası olarak kavrayan ve bu uğurda militanca mücadele etmeyi bir gelenek haline getiren ilerici-devrimciler ve Marksistler girecektir.
Feminizm kadının kurtuluşu konusunda Marksizm’e rakip olamaz. Toplumsal alt-üst oluş ve toplumun yeniden inşası konusunda görüşlere sahip olmayan hiç bir akım Marksizm karşısında etkili bir odak haline gelemez. Feminizm, ancak Marksistlerin kadın konusunda programatik olarak yetersiz, pratik olarak da eylemsiz oldukları koşullarda belirli ve sınırlı etkililiğe ve propaganda gücüne ulaşabilir.
Marksizm ideolojik olarak feminizme karşıdır. İdeolojik olarak feminizm de dâhil olmak üzere tüm küçük burjuva ve burjuva akımlarına karşı olan Marksistler feminizme karşı sürdürdükleri mücadelede ezilen ulus devrimcilerine karşı aldıkları tutuma benzer bir tutum alırlar, hoşgörü, anlayış, diyalog, özellikle de ezen ulus şovenizmin ve önyargılarına karşı mücadelede olduğu gibi, erkek egemen ideoloji, erkek egemen önyargı ve alışkanlıklarına karşı devrimci tutum… Feminizme karşı mücadele ederken bile ataerkil toplumun kendileri üzerindeki etkilerine karşı uzlaşmaz bir devrimci mücadele… Marksistlerin burjuva ve küçük burjuva kadın akımlarına karşı ideolojik mücadelelerindeki devrimci tutumu budur. Marksizm siyasal tavrını ise somut duruma göre belirler.
Ve Marksizm ezilen bir ulus ya da cinsin durumuna ve örgütüne kayıtsız kalamaz. Bu anlamda ezilen cinsin örgütlerinin mücadelesinin haklı muhtevası, bir araya gelebilmenin ve gericiliğe karşı ortak tavır almanın nedenlerini oluşturur. Yine bu anlamda Marksizm ideolojik olarak karşı olmasına rağmen feminist örgüt ve akımlara karşı da, demokrasi hoşgörü ve ortak hedefler açısından yaklaşır.
Öte yandan Marksizm, feministlerin iddialarının tersine bir cins ideolojisi (erkek ideolojisi anlamında) değildir. Marksizm benzer şekilde, bir milliyet ideolojisi de değildir. Milliyet ve cins fenomenlerinin farkında ve bilincinde olarak hareket eden Marksizm kendini milliyet ve cins farklılıklarının olumsuz etkilerinden (kadın erkek hep birlikte: Çünkü ataerkil toplumun önyargılarını içselleştirmiş kadın, onu ezen erkeği kendisi yetiştirir) arındırarak ilerler. Yani Marksizm, hem erkeğe hem de kadına yeni roller, yeni kimlikler kazandırır, onları diğer toplumsal sorunlarının yanı sıra kadının kurtuluşu konusunda da eğitir, kuracağı yeni toplumsal yapının ilişkilerine uygun bir ilişkiler düzeyine yükseltme işine bugünden girişir ve onları militan bir çizgide buluşturur. Feminizmde olmayan şey!
Zaten Marksizm, ezilen ve ezen ulus devrimcisi ile kadın ve erkek arasında, ataerkil rollerin yok edilerek yeni ve daha yüksek bir ilişkiler düzeyinde militan bir birlik oluşturulmadığı sürece devrimin olmayacağı bilinci ile hareket eder. Bu sağlanmadan da ezilen ulus ve kadının tam kurtuluş sürecine girmeyeceğini bilir.
Gelecek, sınıfsız, sömürüşüz her türden baskının kaldırıldığı bir dünya kurmak mücadelesinde yeni bir kimlik ve militan ilişkiler düzeyinde buluşan kadın ve erkeklerindir.

Eylül 1988

Mühendis Odaları, Etkinlikleri

Odalar, Anayasanın 135. maddesinde tanımlanan ve TMMOB Yasası İle çeşitli kanun hükmünde kararnamelerle kurulup alanında faaliyet yürüten tüm mühendisleri bağrında toplayan birer meslek kuruluşlarıdır. Faaliyetler oldukça geniş ve kapsamlı olduğundan toplumun hemen her kesimi etkilemektedir. Bunu anlamak, Odaların sadece üyelerini ilgilendiren kuruluşlar olmadığım görebilmek için, amaçlarını kavramak gerekmektedir.
Anayasal birer kuruluş olan ve yasalar çerçevesinde faaliyet yürüten Odaların, amaçları, yetersiz ve anlaşılır olmasa da, bu haliyle bile, önemli yetki ve sorumluluklar içermektedir. Sürdürülecek etkin bir faaliyet eksikliklerin görülüp giderilmesini sağlayacaktır. Böylece tüzük değişiklikleriyle, odalar, topluma daha yararlı kurumlar haline getirilecektir.
Odaların tüzükleri ve dolayısıyla amaçları üyeleri tarafından yeterince kavranmamıştır. Bu, hem Oda faaliyetlerini daraltmakta hem de üyelerince kavranmamıştır. Bu, hem Oda faaliyetlerini daraltmakta hem de üyelerin Odalar üzerindeki denetimini azaltmaktadır. En önemlisi de değişik alanlarda çalışan üyelerin Odalara olan ilgisini en aza indirmektedir. Bu konudaki eksikliklerin giderilmesinde iş, en başta Odalara düşmektedir. Tüzüklerini ve tüzüklerinde yer alan önemli maddeleri üyelerine kavratabilir; böylece daha geniş bir üye kesiminin ilgisini çekerler, hem de kendilerini üyelerinin daha geniş bir denetimine açmış olurlar.
Bugün Odaların pek olumlu bir faaliyet içinde oldukları söylenemez. Her ne kadar 1987 sonunda yapılan Kongrelerden sonra bir kıpırdanma olmuşsa da, bu, oldukça yetersizdir. Hâlbuki daha etkin ve kapsamlı bir faaliyet yürütme olanağı vardır. Ele alınan birkaç konu bile, üyelerin istekleri ve zorlaması sonucu gündeme girmiş ancak ağır aksak yürümektedir. Oysa çok geniş deneylere ve geçmişe sahip olan Odaların, proje-vize uygulamaları konusunda bile zorlanmalarım (ki üyeler desteklemektedir) anlamak olanaksızdır.
Odaların etkin bir faaliyet yürütememelerinin nedenleri, son yıllarda ülkedeki gelişmelerden ayrı düşünülemezse de, bu artık mazeret olmamalıdır. Odaların da 12 Eylül’den nasibini aldığı doğrudur. Anayasaya ve yasalara dayanmış Odalara karşı bile açık-kapalı karalama faaliyetleri sürdürülmüştür. Çıkarılmış bazı yasalarla Odalar işlenemez hale getirilmeye çalışılmıştır. Bunların sonucu olarak da pek çok ilde Odalar faaliyetsizleşmiştir.
12 Eylül sonrası kamu kuruluşlarında çalışan mühendislerin odalara üye olma zorunlulukları kaldırılmıştır. Bu karar odaları bölmeye, üyeler arası ayrıcalıklar yaratmaya ve dayanışmayı yok etmeye yönelik bir karardı. Oysa odalara üye olmak, bir zorunluluktan öte gerekliliktir. Çünkü odalar, amaçlan gereği, dünyada ve ülkedeki teknolojik gelişmeleri araştıran, mühendislik hizmetlerini bu anlamda geliştiren, belli bir standarda eriştiren, üyelerini bu temelde eğitip denetleyen, böylece kaliteli hizmet sunulmasını sağlayan kuruluşlardır. Nitekim kamu kuruluşlarında mühendislik hizmetlerinin kalitesizleşmesinin nedenlerinden biri de oda denetimlerinin olmamasıdır. Bu konuda belediyeler en açık örneklerdir. Komut sektörünün tamamen belediyeler denetimine geçmesi sonucu, bu sektörde var olan başıbozukluk alabildiğine artmıştır. Uygulanan yanlış imar politikası, altyapı, çevre sorunları vb.ye ilişkin politikalar hep bazı çıkar çevrelerini korumaya yönelik olmuştur. Mühendislerin hazırladıkları projeler tamamen göstermelik olarak ele alınmıştır. İmarda 5 kat gözüken yerlere dikilen gökdelenler, radyatörleri döküm olan yerlerde çelik radyatörler, bina bittikten sonra alman temel ruhsatlan vb. -doğrusu saymakla bitmeyecek yanlışlıklar… Zararı çeken ise binalarda oturanlar.
Söz kamu kuruluşlarından açılmışken…  Bu alanda çalışan mühendislerin en temel sorunu ücret sorunudur. Aldıkları aylıkla yaşamaları olanaksızdır. Bu kesim, odalardan koparılmaya da çalışıldığından ekonomik sorunlarını insanlık onuru ile bağdaşmayacak yöntemlerle çözme seçeneğiyle karşı karşıya bırakılmıştır. Bunun sonucu, hem kişiliklerini hem de mesleki kariyerlerini kaybetmektedirler. Yozlaşma ve üyeler arası haksız rekabet bu alanlardan körüklendi vc üyeler arası çıkar çatışmaları gündeme geldi.
Odalar, mühendisler arası birlik ve dayanışmayı sağlamaları gerekirken bu gelişmelere sessiz kaldı, sorunları çözücü ve birleştirici olamadılar. Kamu kuruluşlarında ve özellikle belediyelerde karşılaşılan sorunların çözümü olanaklıdır. Odalar özellikle bu ahırlarda çalışan üyelerinin sorunlarına sahip çıkmalıdır. Asgari yaşam düzeylerinin yükseltilmesi için daha etkin bir mücadele vermeli, bu alanları denetlemeli, mühendislik hizmetlerini daha kaliteli hale getirmeye çalışmalı ve tüm üyelerini bu yönüyle eğitmelidir. Bu, bu alanlarda çalışan mühendisleri arası dayanışmanın da bir hareket noktasıdır.
Mühendislerin yoğunlaştıkları bir diğer alan, sanayi kuruluşlarıdır. Bu alanlarda daha çok makina, elektrik ve kimya mühendisleri çalışıyor. Adı geçen odaların üyelerinin büyük kısmı sanayi kesimindedir. Buna rağmen özellikle makina ve elektrik mühendisleri odalarının ulaşamadıkları üyeleri bu alandadır. Sanayi kuruluşlarında çalışan üst düzey yöneticisi olan küçük bir azınlık dışındaki mühendislerin sorunları oldukça fazladır.
Bu alanlarda mühendisler patronla işçi arasında bir ara tabaka oluşturmakta ve üzerlerine yüklenen sorumlulukla ezilmektedir. Hem üretimin artmasını sağlayacak hem çalışan işçilerin çıkarlarını savunamayacaktır. Bu durum onları işverenlerin sopası olma konumuna düşürmektedir. Oysa genel anlamda sorunları -bazı farklılıklar olsa da- çalıştıkları alanlardaki işçilerin sorunlarından çok farklı değildir.
Pek çok fabrikada birkaç departmanın basında bir mühendis bulunmaktadır. Hatta bazı fabrikalarda bir kimya mühendisiyle hem makina bakımları yapılmakta hem elektrik arızaları giderilmekledir. Böylece fabrikalar mühendis çalıştırma zorunluluklarını yerine getirmekte, fakat ne mühendislik hizmetlerinden ne de kaliteli üretimden söz etmek mümkün olmaktadır.
Sanayi kuruluşlarında mühendislerin ücretleri tamamen kişisel pazarlıklara dayanmaktadır. İşsizliğin gelişkin olduğu ülkede bu pazarlıklar mühendislerin değil fabrika sahiplerinin yararına çözülmektedir. Böylece bazı işletmelerde işçi açığı ela kalifiye işçilerle (mühendislerle) kapatılmaktadır. Bunu çok açık dile getiren işletme sahipleri vardır.
Sanayi kuruluşlarında çalışan mühendislerin sorunları arasında, çalışma saatlerinin bazı işletmelerde 50 saati aşması, bazı işletmelerde mühendislerin mesai ücreti ödenmeden çalıştırılması gibi sorunlar da var,
Odalar ise, bu alanda çalışan üyelerini kucaklayamamakta ve sorunlarına sahip çıkamamaktadır. Ve odalar açısından bunun haklı bir izahı bulunamaz. Odaların, tüzüklerinde bile çok açık olarak ifade edildiği gibi “HER KESİMDE çalışan mühendislerin asgari ücret ve yaşam, standartlarını” belirleme görevleri vardır. Ve bunun için etkin olmaları gerekiyor. Bu alanda komisyonlar oluşturulup sorunlar daha açık bir şekilde ortaya konmalıdır.
Çözüm yollan araştırılmalı, hatta işçi sendikalarıyla dayanışma sağlanmalıdır. Netaş’ta olduğu gibi, onlarca işçinin işten atılmasına sessiz kalınıp üç mühendisin işten atılmasına karşı bazı girişimlerde bulunmak sorunları çözmez. Zaten üç mühendisin atılmasına tepki, birkaç basın bildirisi ve üç-beş yöneticinin Netaş yetkilileriyle görüşme (ki görüşememişlerdir) girişimleri olamaz.
Odalar ne kamu kesiminde çalışan mühendisleri kucaklayabilmekte ne de sanayide çalışanlara ulaşabilmektedir. Ve bu bugünkü haliyle olanaksızdır Ancak yeni bir anlayışla, yeni bir yaklaşımla bu alanlarda çalışan üyelerinin sorunlarına sahip çıkar ve mühendislik hizmetlerinin bu alanlarda uygulanmasını sağlarsa bir adım atılmış olur.
Bugün için odalara, serbest ve özellikle de projeci olarak çalışan mühendislerin meslek kuruluşlarıdır dersek pek haksızlık etmiş olmayız. Serbest çalışan projeci mühendislerle odalar arasındaki yakıl ilişki bazı zorunluluklardan kaynakla m yor olsa da, olumlu gelişmelere gebe görünmekledir. Üyelerin de zorlaması sonucu alman ve uygulamaya konulan karırlar ağır-aksak yürütülmesine ve yanlışlıklar taşımasına rağmen odalara belli bir canlılık kazandırmıştı. Özellikle proje-vize uygulamaları en olumlu girişimlerdendir.
Gerçi, bu konuda Mimar ve İnşaat Mühendisleri Odalarının vurdumduymazlığı, EMO’nun tepeden inmeciliği ve MMO’nun “anan belediyelerle protokol yapalım” yaklaşımları sonucu olayın aylarca gecikmesi gibi zaafları olsa da, bu, belli bir düzeyde yürüyen bir faaliyet haline gelmiştir Buna rağmen asıl sorun bundan sonra başlamaktadır.
Bu konuda birinci olarak, projeler belli bir standarda eriştirilmeli, üyeler eğitilerek proje kalitesi yükseltilmelidir. İkinci olarak, makina ve elektrik mühendisleri açısından TUS uygulaması hayata geçirilmelidir Üçüncü olarak asgari ücretler günün koşullarına uygun hale getirilmelidir.
EMO 15.8.1988’de almış olduğu bir kararla TUS uygulamasına başlandığını ve yeni asgari ücretleri açıklamıştır. Bunda karşı çıkılacak bir yan yoktur. Aksine TUS uygulaması, yapılarda elektrik tesisatı açısından kaliteyi yükseltecektir. Burada iki nokta önemlidir. Üyelerin pratik eğitimi ve tespit edilen asgari ücretin verilecek hizmet karşılığı iz oluşu. Fakat kararda esas yanlış, TUS uygulamasının ve asgari ücretlerin denetimi için getirilen yaptırımlardır ki böyle bir faaliyet oda tüzüğünde de bulunmamaktadır. Hiçbir odanın serbest çalışan büroların ticari faaliyetini denetleme hakkı yoktu. TUS uygulamasının denetimi bir organizasyon sorunudur. Proje asgari ücretlerinin uygulanmasının denetimi de ancak verilen mühendislik hizmetinin kalitesinin denetimiyle mümkündür. Yoksa EMO’nun koyduğu yaptırımlar ne amacına uygundur ne de niteliğiyle bağdaşmaktadır. Yoksa EMO bu kararı meslektaşları başbakana nispet olsun diye mi aldı?
EMO bu yanlışını düzeltmeli, projeler bürolar ve inşaatlardaki denetimleri artırıcı organizasyonlara giderek mühendislik hizmetlerinin kalitesini denetlemelidir. Aksi tutumlarla odalar kucakladıkları bu kesimi de kaybedebilirler.
Odaların görev ve fonksiyonları bunlarla da sınırlanamaz. İmaj politikasından çevre sorunlarına, öğretim kurumlarında kaliteli mühendisler yetiştirilmesinden teknolojik araştırmalara kadar ilgilenecek pek çok sorun var. Ve bunlar odaların tüzüklerinde de mevcut.
Göstermelik bazı uygulamalara karşı çıkmak ve gerçekler kamuoyuna sunmak odaların görevlen arasında, Birinci, derken ikinci ve anlaşması yapılan üçüncü, daha da kaçıncısının geleceği belli olmayan köprülere yöneliş, yeşil olan her şey yok edilirken etrafı yeşillendirip çiçeklendirilerek -ve hiçbir kimyasal analizi yapılmadan- Haliç’in suyunun kolektörlerle temizleneceği (Marmara’nın ne olacağı belli değil) aldatmacası, istenildiği zaman istenildiği şekilde değiştirilen imar politikası, betonlaşan kıyılar ve boğaza gerilen beton duvarlar ardındaki gerçeklerin açık olarak ortaya konması gerekiyor.
Odalar Mühendislik hizmetlerini insanlık yararına sunan kurumlarsa, ülke insanlarıyla, hakla bütünleşmelidir.
Önümüzdeki dönem odalar açısından daha etkin bir dönem olacak. Odaların sırtlarındaki yük ise daha da ağırlaşacak. Bu yük ancak tüm üyelerle bütünlenilerek sırtlanabilir.

Eylül 1988

Barış İçin Daha Çok Çaba – 1 Eylül: Dünya Barış Günü

Savaş… Savaş… Savaşlar… Uygarlık ve savaş… Kavramlar çelişik. Ama gerçek. Uygarlık ve savaşlar bugüne değin yan yana durdu ve büyüdüler. Daha uzunca bir süre böyle olacak. Görünen o. İnsanlık tarihi hatta tarih öncesi savaşlar içinde gelişti. Uygarlık düzeyinin yükselmesi, silahların tahrip gücünü artırarak daha büyük ve yıkıcı savaşları doğurdu. Uygarlık evrensel boyutlar kazandıkça savaşları da evrenselliğe taşıdı. Vahşet çağının küçük ilkel toplulukların ya da üyelerinin -topluluk içinde tam bir kardeşlik ve kolektivizm hüküm sürerken, topluluk dışı olanları insan olarak bile görmeme bilincinden ve son derece yetersiz yaşam alan ve araçlarını tasarruf etme güdüsünden kaynaklanan- yaşamı sürdürme savaşları, meta ilişkileri ve yaygın olmayan köle kullanımının ortaya çıktığı ilkel topluluğun ileri aşamalarında, barbarlıkta, yerini av alanları, otlaklar ve yağma (başlıca hayvan sürüleri) savaşlarına bıraktı. Savaş alanı, katılanlar ve silahlar miktar ve nitelik olarak artarak..Sonra toprak ve köle paylaşım ve devşirme savaşları geldi. Ve buna karşı çıkanların savaşları. Spartaküs’ün yürüttüğü ayaklanma ve savaşlar gibi. Köleciliğe karşı savaşlar… Kölecilik savaşlarla yıkıldı. İçinden çürüdü ve barbar akınları koca Roma İmparatorluğunun sonunu getirdi. Ama savaşlar bitmedi. İnsanlık bir ileri adım attı, köleciliğin yıkıntıları üzerinden yeni bir Avrupa kurulmaya başladı. Savaşlarla… Yeni oluşan hanedanlar ve imparatorluklar birbirleriyle savaşmaya başladılar. Feodal aristokrasinin toprak ve yağma savaşlarının alanı genişledi iyice. Köylü ayaklanma ve savaşları ortaya çıktı. Feodal ayrıcalıklara ve serflik düzenine karşı, özgürleşme özlemiyle… Aynı din içinde tarikatlar ve mezhepler arasında ve rakip dinler arasında din savaşları baş gösterdi. Haçlı seferleri, cihatlar, yüz gün savaşları, Mohaçlar, Viyana kuşatmaları dinsel motifin az ya da çok rol oynadığı ticaret yolları ya da toprak kazanma ve doğrudan yağmalama karakterli insan kırımlarıydı. Üretici güçlerin gelişmesi, buhar makinası, manifaktürü takip ederek fabrika uygarlığın yeni bir ileri adımıydı. Ama sadece bunlarla değil, savaşlarla da birlikte var oldu kapitalizm. Napolyon kapitalizmi ilerletip, Avrupa’ya yayan az savaşlar vermedi. Sonra kapitalistler birbirlerine döndüler. İş gelip ilk evrensel savaşa dayandı: Tüm kıtaları kucaklayan dünyanın toprak ve ekonomik olarak “yeniden paylaşılması savaşına. Ve ekmek, barış ve özgürlük istemleri, bu savaş içinde ilk gerçekleşme yolunu buldu: Hemen barış görüşmelerine hazır olduğunu ilan eden ve tek taraflı barış tutumunu uygulayan Sovyetler Birliği kuruldu. Tek ülkede sosyalizm savaşların sonunun getirmedi. İkinci bir evrensel savaş patladı: Almanya ve Japonya güçlenmişlerdi ve talan sofrasında pay alamıyorlardı. Dört bir yana saldırdılar. Barış için mücadele yeterli olmayınca, barışı kazanmak için faşizme karşı, sosyalist anayurdu savunma ve işgale uğrayan ülkelerde ulusal kurtuluş savaşları gündeme geldi. Ve sonunda uygarlık atom bombasını bulup çıkardı. 6 Ağustos 1945: sözde ”Japonya’nın teslimini çabuklaştırmak ve fazla kan akmasını önlemek için” Hiroşima’da taş üstünde taş bırakılmadı. Ardından Nagazaki’de… Uygarlık kana doymamıştı: Biri bitmeden biri başlayan sayısız bölgesel savaş ardı ardına geldi. Günümüzde bir dizi bölge savaş odağı durumunda.
Savaşlar ne hayvanlıktan çıkıyor ne çılgınlıktan… Ne de bir Sırp suikastçının Avusturya-Macaristan veliahdını öldürmesi ya da insanın doğasından. Sömürü ve yağma üzerine kurulu bir uygarlık savaşlara yol açıyor. Kendi içinde özgür olmayan, siyasal ya da ekonomik bağımlılık ilişkileri üzerine kurulu toplumsal koşullarda var olan uygarlıklar, uygar devletler içlerindeki ekonomik ve/veya siyasi zoru dışlarına yansıtıyorlar. Daha çok sahip olmak, daha çok ele geçirmek, daha çok sömürmek istiyorlar. Maddi bir istek bu, maddi bir zorunluluk.
Emperyalizm döneminde savaşların kaynağı bizzat emperyalizmdir. Tüm diğer kaynaklar ona bağlanmışın. Pazar ve toprak paylaşımı, emperyalizmin temci bir niteliğidir. Ve savaşlara son vermek için emperyalizmi yok etmek gerekiyor. Ve artık savaşsız bir dünya olanaklı. Köleci ve feodal dönemden fark burada. Kapitalizm kendisim yıkacak öyle güçler geliştirdi ki,olanaklarıyla, maddi koşullarıyla gerçek bir özgürlük ve sömürüşüz bir dünya gerçekleşebilir oldu. Bu aynı zamanda savaşsızlık demek. Ekonomik zora dayanan varoluş koşullarıyla burjuvazinin ve kapitalizmin tarih sahnesinden silinmesi, zora dayanan paylaşım konusu olacak şeyin de kalmaması anlamına geliyor.
Ancak sosyalizmin maddi on koşulları olgunlaşsa ve sosyalizm yaşayan bir sistem haline gelse de, emperyalizmin de çağın bir diğer gerçeğini oluşturması, savaşsız bu dünyanın ulaşılması gereken bir hedef olarak kalmasına neden oluyor.
Kapitalist rekabet ve bunun tekelci emperyalist şekillenişi oldukça, dünyanın paylaşılması için savaşlar olduğu gibi, kapitalist sömürüye son verme hedefli iç savaşlar ve emperyalist, sömürgeci saldırganlık ve işgallere karşı ulusal kurtuluş savaşları nesnel olarak kaçınılmazdır. Ve sömürü, saldırganlık ve savaş kaynağına karşı bu savaşlar, savaşa karşı savaşlardır, barış yolunda savaşlardır, savaşsız dünyaya giden yolu açan savaşlardır. Kuşkusuz sosyal pasifizmin öngördüğü gibi her türlü savaş kötülenemez. Sömürüye, zorbalığa, ulusal baskı ve onursuzlandırmaya, sömürgeciliğe karşı savaş, savaş açanlara karşı savaş saygıdeğerdir. Bunlar, kapitalist emperyalizmin dayattığı, uygarlığın ilerlemesine hizmet eden savaşlardır. Zorun zoru, savasın savaşı doğurmasının örneği bu savaşlar da zor ve savaş kaynağı ilişkiler, kapitalist mülkiyet ilişkileri ve tekelci ekonomik ve siyasal zorbalık, emperyalizm gündemden çıkınca, nesnel koşulunu yitirecek ve son bulacaktır.
Emperyalistler arası rekabetten kaynaklanan paylaşım savaşları ise yalnızca kitlesel bir kırım aracıdır, hem de kırılan kitlelerin bundan en küçük bir çıkarı yokken.
Kaynağı kurutulmadıkça, savaş sürekli bir tehlikedir Tehlike olarak kalmaya devam eder. Emperyalizm son bulmadıkça, bugün ya da yarın savaş kapıdadır. O halde kapitalist emperyalizme son vermek ve sosyalizm, temelli kökten çözümdür.
Ama bu, bugünden yarına elde edilebilecek bir şey değil. Kapitalizmin çürüme ve asalaklık döneminden bu yana yıllar geçti ve birçok savaş çıktı. Savaş kaynağını kurutmak esas-yönelim olmakla birlikte, doğrudan savaşları önlemek için, barış için savaşmak da dirimsel önemdedir.
Emperyalizm oldukça savaşlar yalnızca mümkün değil, kaçınılmazdır da. .Ancak bu, her koşulda bir emperyalist savaş çıkacağı anlamına gelmediği gibi. bu savaşların önlenmezliği ve ertelenmezliği anlamına da gelmez. Sosyalizm savaşı önler, savaş devrimle önlenebilir. Ve savaşlar, savaşkanlık, savaş kışkırtıcılığı geriletebilir, savaşlar geciktirilebilir, ertelenebilir. Bu, barış mücadelesinin gücüne bağlıdır. Savaşa karşı bir muhalefetle karşı karşıya kalan, kitleleri savaşa sürüp kırdırmada zorlanacağını gören emperyalist burjuvazi savaşa yönelmekten geri duracak, çekingenleşecektir. Ülkesindeki barışçı muhalefeti ezmeden burjuvazi, hem rakip ülke ya da ülkeler burjuvazisine karşı güçlü bir kitlesel seferberlik gerçekleştiremeyeceği, hem de barışçı muhalefetin savaş koşullarında kendisini dev irmeye yönelebileceği için savaşı başlatmak için daha uygun bir zaman kollayacaktır.
Emperyalizme karşı sadece sosyalizm mücadelesiyle, ulusal kurtuluş mücadelesiyle yetinmek olacak şey değildir. Doğrudan ya da salt ulusal kurtuluş mücadelesi bileşenli sosyalist mücadeleyle sınırlanmak yalnızca sosyalist mücadeleyi güçten düşürür.
Sosyalist devrim, sosyalizm mücadelesi, çok bileşenlidir. Sosyalist mücadele ve devrimin hedefi olan kapitalist emperyalizmin devrilmesi, emperyalizmin sayısız kötülüklerine, sömürü koşullarından kaynaklanan sayısız iğrençliklere karşı tepkilerin tek bir potada eritilmesini, sayısız kötülüklerin yine sayısız olan görünümlerinin giderilmesi yönündeki çok yönlü istemlerin tek bir hedefe kanalize edilmesini zorunlu kılar. Kabaca sosyalist devrim istemekle yetinmek ve sosyalizm diye tekrarlayıp durmak, sosyalizmi olanaksızlaştırır. Sosyalizm mücadelesinin çok güçlü bir bileşeni olan barış mücadelesi küçümsenerek, özellikle savaş tehlikesinin arttığı dönemlerde -savaş geciktirilemeyeceği gibi- sosyalist devrim için emperyalizme karşı yeterince güç toplanamaz.
Evet, savaş dönemleri, büyük alt üst oluşlar, sıradan insanları daha hızlı eğitir. Olaylar daha hızlı akar ve daha hızlı değişiklikler olur çünkü. Çeşitli yollarla barış zamanlarında gizlenebildi ilişkiler daha kolay görünür olur. Ama bundan hareketle hiç bir sosyalist emperyalist savaşı barışa tercih etmez. Demokratik koşullar için geçerli olduğu gibi, proletaryanın sosyalizm için en uygun hazırlığı barış koşullarında gerçekleşir.
Son on yıllarda sosyalist saflarda barış mücadelesine yeterince önem verilmiyor. Bu bir ölçüde revizyonizme düşme çekingenliğinden, “barışçıl geçiş”, “barışçıl yarış” ve “barış içinde bir arada yaşama”nın revizyonist yorumuna duyulan tepkiden kaynaklanıyor. Bir diğer kaynak da, kaba bir yorumla şiddet ve zorun rolünü abartarak, emperyalist şiddet karşısına devrimci şiddetin çıkarılmasıyla sınırlanma ve barışı savunmak için sanki barış savunuculuğunu devrim savunuculuğunun yerine geçirmek gerekirmiş gibi, devrim savunuculuğu yapmada karar kılma ve barış mücadelesini önemsiz görmektedir. Oysa kabalıklarla devrim olmuyor, devrimci mücadele gelişmiyor. Sovyet devriminin üzerine yaslanarak geliştiği temel istemlerin başında barış talebi geliyordu. 2. Dünya savaşı sonrası “soğuk savaş yıllarında” sosyalizmin sağladığı ilerlemenin temelinde yatan en temel istemlerden biri yine barış istemi ve bu doğrultuda yürütülen barış mücadelesiydi. Yine son bir kaç on yılda Avrupa ülkelerinde barış mücadelesi çok yaygın bir kitlesel temel kazanmışken sosyalizm güç kazanamıyorsa, bu, başka şeylerin yanı sıra barışın savunulmasına gereken önemin verilmemesindendir.
Sosyalistler barışçıdır, çünkü sosyalizmin amacı insandır, maddi ve manevi yaşam koşullarının kösteklerinden kurtulup sürekli bir yükseliş içene gireceği insanın yücelişidir; insanın kendisinin ve doğanın efendisi olacağı sömürü, baskı ve şiddetten arınmış sınıfsız, savaşsız bir özgürlük dünyasıdır, bu dünyanın özgürleşen insanıdır. Sosyalistler yaşam karşısında ölümü, kardeşlik ve dayanışma karşısında zorbalık ve tahakkümü, özgürlük karşısında egemenlik ve itaati, barış karşısında savaşı savunmazlar. Kapitalizmin, emperyalizm ve gericiliğin yaşamı, kardeşlik ve dayanışmayı, özgürlük ve barışı ekonomik, siyasal, kültüre”, askeri zorbalık içinde boğma, gerçekleşmesini engelleme ve işlevsizleştirme girişimleri karşısında sosyalistler savaşı kabullenmek zorunda kalırlar ancak. Ancak bu savaş, yasamı, kardeşliği, özgürlüğü ve barışı kazanmak amaçlı bir savaş olur. Burjuvazi, uluslararası mali sermaye, gericilik sömürgen egemenliğinden gönüllü olarak vazgeçmediği, şiddete başvurduğu, birbiri peşi sıra saldırgan eylemlere giriştiği için devrimci şiddet tarihsel kaçınılmazlık olarak şekillenir; yoksa sosyalistler şiddet ve savaş sever değillerdir. Tersine sosyalistler barışseverlerdirler, sosyalizm barışçıllık ve barış koşullarının yaratılması.
Sosyalizm barış koşullarının yaratılmasıdır, ama bugünkü, silah birikimi açısından doyma noktasına ulaşmış, savaş ocaklarının birbiri ardından alevlendiği, emperyalist büyük devletlerin birbirlerinin güçlerini deneyip durduklar, savaşlar dünyasında barışı diş ve tırnakla kazanmak gerekiyor. Ve barış sosyalizmle kazanılacaktır deyip, barış mücadelesini sosyalizme ertelemek, bugünden barış için mücadele etmemek, sosyalist devrimi önemli bir itici gücünden yoksun kılmak olduğu gibi emperyalist saldırganlık ve gerici zorbalık karşısında kayıtsızlıktır. Ve bu kayıtsızlık sosyalizme ve onun amacı olan insana pahallıya mal oluyor.
Birinci ve ikinci dünya savaşları öncesi ve sonrasında sosyalistler yığınsal barış eylemleri içindeydiler, örgütçüsüydüler. İkinci dünya savaşının neden olduğu kırımlar yoğun ve yaygın bir barış özleminin yükselmesine yol açtı. Hiroşimalar yüz inlerce, milyonlarca insan tarafından gösterilerle lanetleniyor. Ve bu insanlar hangi ideolojiye sahip olurlarsa olsunlar emperyalizm karşıtı konumdadırlar, sosyalizmle birleşmeye yatkındırlar, yeter ki sosyalistler yapmaları gerekeni yapsınlar.
Özellikle Avrupa ve Japonya’da halkın barış özlem ve istemi güçlüdür. İkinci savaşın deneyiminden kaynaklanıyor bu. ABD’de de Vietnam savaşı güçlü bir barış dalgasının yükselmesini getirmişti. Ülkemiz halkında ise, son savaşın dışında kalmanın sonucu barışçıl bir eylemlilik görülmüyor. Bu Türkiyeli sosyalist ve dev Timcilerin de bir zaafı. Bu durum değişmelidir. Sınırlarımızın hemen ötesi savaşlarla yoğruldu. Bir Kıbrıs savaşı yaşandı. Türkiye yeni bir evrensel savaşın kıvılcımlarının ilk tutuşacağı bir bölgede yer alıyor. Ve saymayı gerektirmeyen daha bir dizi gerçek… Üstelik Türkiye halkı geleneksel olarak “ordu-millet” vb. yanılsamalarıyla geliştirilmiş savaşçıl bir ideolojik eğitim ve şekillendirmenin yoğun etkisi altındadır. “Kore kahramanlığımız” hala övüle geliyor. Ve buna koşut olarak Türkiye’ye nükleer silah yığınakları yapılıyor, emperyalist üsler nitelik ve nicelik olarak geliştiriliyor. Otoriteye boğun eğmenin, itaatin, hiyerarşik toplumsallaşmanın, baskıya dayanan yaşam örgütlenmesinin okulları geride bırakan en başta gelen eğitim aracı ordudur. Sürekli yetkinleştiriliyor. Ve Türkiye halkı için barış ve barışçıllık yakıcı bir gereksinimdir. Barışa ilgi ve özlem düzeyinin düşüklüğü, Kıbrıs savası sırasında görüldüğü gibi, kabaran bir şovenizm dalgası içinde, halkın emperyalist, gerici milliyetçi amaçlarla alet edilmesini kolaylaştırır.
Evet, savaş tehlikesine, nükleer ve konvansiyonel silah yığınaklarına, savaş harcamalarının artırılmasına, savaş sanayisi ve savaş mekanizmalarına ve bunların yetkinleştirilmesine karsı, barış için mücadele edilmelidir. Barış için mücadele… Ama nasıl?
Bir zamanlar sürekli “detant” (yumuşama) lafı edilir dururdu. Şimdi terim değiştirildi. Yıllardır dev bir savaş mekanizması kuran ve ulusal gelirinin çok büyük bir kısmını savaş ve savaşla doğrudan ya da dolaylı ilgili sanayinin geliştirilmesine harcayan Sovyetler ekonomisinde görülen tıkanma ve ekonominin askerileştirilmesinin sürdürülmesi halinde tam bir çöküntünün kaçınılmazlığı Gorbaçov’un barışçıl söylev ve önerilerinde yansımasını buldu. Savaşçılığın başrol oyuncusu Reagan da barışçılığa soyunmak zorunda kaldı bunun karşısında. Gorbaçov’un önerileri yenilir yutulur şeyler değildi çünkü ve Batı’lı halkları ve yönetici çevreleri etkiliyordu.
Gorbaçov sosyalist bir söylemle sosyalizmin barışçı kapitalizmin ve özellikle ABD emperyalizminin savaşçı konumundan, proletarya ve halkların girişimlerinden söz etmekle birlikte dünya barışını tek bir seçeneğe bağlıyor: ABD emperyalistleriyle diyalog ve karşılıklı anlayış. Nükleer silahlar, sistem ayırt etmeden tüm insanlığı yok edecektir, gel anlaşalım diyor Gorbaçov Reagan’a. Gorbaçov’u “sosyalizmin kurtarıcısı” olarak görenlere söylüyoruz: sosyalist ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki saldırmazlık ve silah indirimi anlaşmaları da bir barış faktörüdür, ancak bu ne barışın temel incisidir ne de bu görüşme ve anlaşmalar aracılığıyla dünya barışı garanti akına alınabilir. İşin aslına gelince, emperyalistler arası barış anlaşmaları proletarya ve ezilen halklara ancak bir hareket serbestisi kazandırır, işlerini kolaylaştırır.
Dünya barışının garantisi, birbiriyle bağlantılı şu iki unsurdadır: Burjuva ve revizyonist yönetimlerin, uluslararası mali sermaye gruplarının rekabet ve dünyayı paylaşımlarını savaşla mı yoksa barış yoluyla mı gerçekleştireceklerini kararlaştırdıkları tepedeki, yönetimler arası görüşmeler değil, dünya proletaryası ve ezilen halkların aşağıdan gelme barış eylemlerinde; ve emperyalist barışın, emperyalistler-arası güç ilişkilerinin değil emperyalizm karşıtlığının esas alınması, savaş kaynağı kapitalist emperyalist egemenliğinin yıkılması ve sosyalizmi hedef alan bir barış mücadelesinin yürütülmesi, barış mücadelesinin sosyalizm mücadelesinin bir bileşimi olarak kavranmasında.
Emperyalist barışın çerçevesi dardır ve böyle bir barış da güç ilişkileri üzerine kuruludur, emperyalistler arası güç ilişkileri. Ve bu barışın her zaman için aynı çerçevede kendi zıddına, emperyalist savaşa dönüşmesi tehlikesi vardır. Halkların emperyalist barış için eğitimiyle sahip olacağı bilinç, temel bir değişikliği gereksinmeden kolaylıkla emperyalist savaşın mazur görülmesine dönüştürülebilir, çünkü böyle bir bilinç savaş kaynağına karşıtlığı içermemektedir. Savaş kaynağı karşıtlığını, emperyalizm karşıtlığını içeren bir savaş aleyhtarlığı ise kolayca eğilip bükülemez. Salt insancıl nedenlerden kaynaklanan savaş karşıtlığı, savaşın kaynağını görmezden geldiği, önemsemediği, “her şeye rağmen barış” öngördüğü için güçsüzdür, sapmaya ve saptırılmaya adaydır. İnsanların sınıflara bölünmüşlüğünü dikkate almayıp, emperyalistleri de kapsayan muğlâk bir “insanlık”ı çıkış noktası yaptığı için, haris için savaşın kaynağına bel bağlama konumuna düşer, emperyalistlerden nükleer silahlanma ve genel olarak savaş harcamalarını eğitime, kreşlere, çevrenin korunmasına ve gelişmemiş ülkelere yardıma yöneltmelerini ister. Özellikle Avrupa’da görüldüğü gibi salı insani nedenlerle tabandan gelme barış hareketi ve eylemleri de gelişiyor. Bu barış hareketi önemlidir. Nesnel olarak emperyalizmin karşısındadır ancak öznel olarak yetersiz bir konumdadır. Birinci dünya savaşı öncesinde de benzer karakterde yaygın bir barış hareketi vardı, ama şoven duyguları tahrik eden emperyalist burjuvaziler anavatan savunması, ulusal çıkarlar gibi kılıflar altında bu barış hareketini savaş yanlılığı olarak yeniden düzenleyip peşlerine takmayı başardılar. İşin özünde muğlâklık vardı çünkü: kitleler emperyalizm karşıtı bu savaş aleyhtarlığı temelinde eğitilmemişlerdi.
Sosyalist amaçlardan vazgeçmeden, emperyalist barışı savunmakla yetinmeyen sosyalizm mücadelesine bağlanan bir barış mücadelesi, Hiroşima’da ölenlere ödenmesi gereken bir borçtur. Barış mücadelesi sosyalist mücadeleyi, sosyalist mücadele barış mücadelesini güçlendirir.
Sömürüşüz, sınıfsız, savaşsız bir dünya için barış kazanılmalıdır
Barış için savaşılmalıdır.

Sekiz yıl sonra silahlar sustu! – İran-Irak barış masasında

Sonunda, milyonlarca ölü ve sakata, ülke ekonomilerinin tahribine ve milyarlarca doları bulan savaş harcamalarına neden olan İran-Irak savaşı sona erdi. Taraflar önce ateşkesi kabul ettiler ve açıkladılar şimdi de görüşmeler süreci.
Savaş, Humeyni dinciliğinin İran’ın maddi ve manevi güçlerini seferber etmede sıfır noktasına yaklaşması ve artık savaşı sürdüremez duruma sürüklenmesine bağlı olarak yerini ateşkese ve barışa terk ediyor. İran’ı şeriat devletine dönüştüren dinci fanatizm, daha bu yılbaşlarında burnundan kıl aldırmıyor, barışı, Saddam’ın devrilmesi ve savaş tazminatı ödenmesi koşuluna bağlıyordu. Anti-emperyalizmi, Arap düşmanı milliyetçiliği ve dinsel fanatizmi birlikte kullanıp İran halkını Irak’a karşı savaşa süren Humeyni rejimi manevi seferberlikte Irak karşısında avantajlı durumdaydı. Savaşın başlangıcında Irak’ın örgütlülük üstünlüğünden gelen İran içlerindeki ilerlemesini durduran Humeyni rejimi, güçlerini örgütlemesi ve “cennet vaadi” ve cihat ilanı yanı sıra anti-emperyalist ve milliyetçi duygularını harekete geçirdiği İran halkını yediden yetmişe “devrim muhafızı ve gönüllü asker” olarak Kullanarak üstünlüğü ele almıştı.
İran dinsel fanatizmle bir arada olsa da anti-emperyalizmde ısrar ettikçe özellikle gelişmiş silah ve teçhizat açısından gideremediği sıkıntılara düştü. Başlıca silah kaynağı emperyalist ülkelerdi ve hemen hiçbirisi İran’a silah satmadı. İstisnai satışlar dışında İran, yetersiz kaynaklara ya da ikinci elden pahallı alımlara yöneldi.
Hatta ideolojik düşmanı İsrail’den bile silah aldı. Sonuçta özellikle teknolojisi üstün araç-gereç eksikliğini insan malzemesini kullanarak aşmaya çalıştı. Üst üstü düzenlediği “Kerbela” saldırılarında çocuk-ihtiyar insan dalgalarıyla yüklenme taktiğine yöneldi. Neredeyse Basra’yı alıyordu. Kuzeyden ve güneyden Irak içlerine kadar sarkmayı başardı bu yolla. Ama her başarılı saldırısı binlerce ölü ve yaralıya mal oldu. Bir ara İran ele geçirdiği askeri ve moral üstünlükle neredeyse savaşı kazanıyor gibi bile olmuştu. Bu, emperyalistlerin ve bölgedeki Arap gericilerinin Irak’a yardım ve desteklerini artırmalarına neden oldu. Amerikan deniz kuvvetleri işe karıştı, bölgedeki Arap ülkeleri açık askeri desteklere yöneldiler. İran ise başlangıçtaki müttefikleri Suriye ve Libya’yı da kaybetti. Bunda Sovyetler Birliği’nin rolü büyüktü. İran tutumunda ısrar etti, ama bu arada insan kaynağı da tükenmeye yüz tuttu. Ölüm haberleri arttıkça giderek cepheye gitmek isteyen gönüllü sayısı azaldı. Ve yakın zamanlarda Irak aldığı destek ve yardımların da katkısı ve silah, araç, gereç üstünlüğüyle, İran’ın insan seferberliğinde zaafa düştüğü ortamda yeni bir saldırı kampanyası başlattı. Tekrar İran topraklarına taşındı, savaş uzun süre sonra. Ve İran bu saldırılan püskürtme gücünü kendinde bulamadı. Maddi ve manevi olanaklarının sınırına gelmişti. Ateşkes istedi.

HUMEYNİ’NİN ÇIKMAZI
İran’ın savaşı sürdüremez hale gelmesinde görünür askeri neden Irak’ın silah ve teçhizat üstünlüğüne son verememesiyse, bunun temelindeki neden dinsel fanatizmle içice geçen ve asıl olarak İran halkının Şah ve ardındaki emperyalizme karşıtlığından kaynaklanan anti-emperyalist tutumu ve Arap düşmanlığıyla bölge ülkelerinden tecrit olmasıdır. Anti-emperyalizm yenilgi nedeni mi oluyor? Dincilik ve Arap düşmanlığıyla sulandırılırsa evet. Savaş, Şii-Sünni savaşına döndürüldüğü gibi, Arap düşmanlığıyla yan yana geldiğinde İran’ın anti-emperyalizmi Irak ve bölge ülkeleri halklarında örnek ve güçlü destekler oluşturamadı. İki burjuva feodal devlet arasında toprak kazanma, Körfez’i ele geçirme ve bölgede dikte edici güç oluşturma ve özellikle İran açısından şeriatı yayma yönelimli, uğruna halkların ancak belirli bir süre yanılsamalı olarak seferber edilebileceği milliyetçiliğin pazar kavgaları, halkın gözünde haklılığını yitirmeye yazgılıdır. Bu niteliğiyle yeterli ve tutarlı bir anti-emperyalist güç de oluşturamayacağı için halkın desteğinin zayıflaması ve insanların savaş uzayıp başarı elle tutulur olmayınca “niye ölüyoruz” diye sormaları kaçınılmazdır. Emperyalistler için önemi büyük olan Körfez bölgesindeki toprak ve pazar kavgası milyonun üzerinde emekçinin kanına mal olarak İran’ın zorunlu geri çekilmesiyle şimdilik yatışmış oluyor. Halklar birbirine kırdırılıp düşmanlaştırılmakla kaldılar.
İran ateşkes isteğinde bulununca, sırayla tüm emperyalist devletler memnuniyetlerini belirttiler. İran’ın diz çökmesi ve kaçınılmaz olarak politikalarında düzenlemeler yapacak olması anlamına gelen barış isteğinin hemen ardından başta ABD ve SB olmak üzere emperyalist ülkeler İran’a ilişki kurmayı ya da kurulu ilişkilerini geliştirmeyi önerdiler. Hemen olmasa da İran’ın bu yönde adımlar atması beklenir. Toprak kaybetmese de, güç kaybetmesi, amaç ve iddialarında başarılı olamaması, İran halkını seferber etme olanakları son derece zayıflaması açısından kısmi bir İran yenilgisiyle sona eren savaşın birinci sonucu budur.

İRAN’I NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR?
Savaşın doğrudan bir sonucu Humeyni rejiminin sarsıntıya uğrayacak olmasıdır. Zafere ulaşmadan savaştan vazgeçmeyeceğini yeminlerle ilan eden Humeyni, ateşkesin sorumluluğunu, daha istediği ileri sürdüğü gün siyasi otoritelerin üzerine attı, birinci derecede siyasal otorite kendisi değilmiş gibi… Maliyeti çok yüksek olan başarısızlığın politik sorumluluğu da yüksek olacaktır. Her lafı keramet sayılan “halkın rehberi”nin, Humeyni’nin bundan sonra eski gücüne sahip olması hayaldir. Bunu zorlaması devrilmesini yakınlaştırır.
Ancak bugün için güçlü yeni bir iktidar alternatifi de görünmüyor. Devrilen Şah’ın oğlu iktidara adaydır. Ama O’nun prestiji zayıftır. İran halkı babasından yıllar süren kan banyosundan sonra halkçı bir ayaklanmayla kurtulmayı başarmıştır. Halkın Şah aleyhtarlığı hala güçlüdür. Ama Humeyni aleyhtarlığı da güçlenmektedir. Bu nedenle halkın belleği kendisini yanıltabilir de. Değişik bir rejim önerisiyle Yeni Şah’ın güç toplaması her şeye rağmen imkânsız değildir. Özellikle Şah’ın perde arkasında kalacağı geviş rejimleri söz konusu olabilir. Bunun başlıca engeli Şah ordusunun parçalanmış ve unsurlarının dağıtılmış olmasıdır. Devrim muhafızlarına dayanan bir Şah yanlısı darbe ise henüz çok zordur. Yine da yenilginin nasıl koşullar yaratacağını göreceğiz.
Halkın mücahitleri başından beri bir muhalefet odağı oluşturdu. Ancak Humeyni’nin güçlü baskıları ve yok etme operasyonları güç toplamalarını engelledi.
Bunda kuşkusuz kendi taktik yönelimlerinin de payı büyüktü, Humeyni’nin anti-emperyalist tutumunun sonuçlarını ve buradan giderek halktan sağladığı desteğin önemini ve bunu aşmanın yollarını görüp bulamadılar, tutarlı bir ant; emperyalist politika izleyip bu yöndeki eylem içinde Humeyni’nin İmamlığı ve demokrasi karşıtlığını gözler önüne serme yerine cepheden Humeyni’nin karşısına çıktılar ve tecrit oldular. Humeyni’nin anti demokratik zorbalığına bahaneler sağladılar. Bu tüm ilerici ve devrimci muhalefetin ortak hatası oldu. Humeyni ancak anti-emperyalist eylem içinde etkisizleştirilip bertaraf edilebilirdi, İran halkının anti-emperyalist yönelimini yakalamak gerekiyordu. Böyle bir tutuma bağlı olarak demokratik politikalar İran halkında güçlü bir yankı bulabilirdi, Şah zorbalığı ve faşizmine karşı savaşmış İran halkında. Ancak muhalefet erken bu kadar hesaplaşması içinde boğulup gitti.
Halkın Mücahitleri halkın anti-emperyalist duygu ve yönelimini küçümsediği gibi, Irak desteğiyle güç toplamaya yöneldi. İran halkının gözünde düşman ajanı damgasını yemeyi göze alarak. Ve her zaman için yitireceği bir desteğe bel bağlayarak. Ateşkesin ilan edileceği günlerde Mücahitlerin askeri birlikleri Irak ordusunun yanında ve onunla eşgüdümlü olarak İran’a saldırarak bazı köy ve kasabaları ele geçirdi. Yaygın politik çalışma ve gerilla savaşı Mücahitlere bir gelecek vaat edebilecekken böyle bir askeri ve politik tutumun başarı şansı olağanüstü zayıftır. Ancak Humeyni rejiminin sarsıntısının yakın gelecekte alacağı boyutların hangi sonuçlara yol açabileceği şimdiden kestirilemez. Yıpranmamış bir muhalefet odağı olarak Mücahitlerin şansı yüksek olabilirdi, ancak güçlerini yanlış kullanıyorlar, güç toplamada kendi önlerini kesiyorlar.
Dinsel fanatizmin güç kaybettiği kesindir. Bu savaşın tek olumlu sonucudur. İran etkisi Türkiye dâhil tüm bölge ülkelerinde görülmüş çevrede güçlüce bir şeriat yönelimi gelişmişti. İran tutumunu örnek alanlara her yerde rastlanabiliyordu Dinciliğin gelişmesi için zaten elverişli koşullara sahip bölge ülkelerinde belirgin bir dinci gericilik eğilimi baş göstermişti. Şimdi bu eğilimlerde bit düşüş beklenebilir Ancak esas düşüş İran’ın kendi içinde olacaktır. Çevrede ise İran’ın yenilgisine birçok kılıf bulunacaktır, İran yenilgisiyle dinciliğin, çevrede, İran’da olduğu ve daha da olacağı gibi, onunla birebir uyumlu güç kaybedeceği beklenmemelidir. Bulunacak en belirgin kılıf İran’ın Şiiliğine ilişkindir. “İran Şii’ydi ama biz Sünni’yiz” propagandası ve şeriat devletinin ancak Sünni bir temelde gerçekleşebileceği, zaferin ancak Sünnilikten geçeceği hayali, Türkiye ve diğer bölge ülkelerinde dinciliğin güç kaybetmesinin önlenmesinde önemli bir malzemesi olarak kullanılacak ve belirli bir etki de sağlayacaktır. Özellikle Türkiye açısından dinciliğin kolaylıkla güçten düşeceği hayaline kapılmamak gerekiyor. Çünkü bizde dince gericilik asıl İran etkisine bağlı olarak değil, ülke içi koşulların uygunluğundan kalkarak gelişme gösterdi. 12 Eylül’ün ve Ozaliti yarattığı elverişli koşullar, devletin birçok yönetim mevkiinin dincilerin eline verilmesi, devrimci muhalefetin ezilmiş olması ve “Atatürkçülük”ün dincilikle el ele vermesi, Ecevit’e kadar uzanan laiklikten uzaklaşma eğilimi dinciliğin önünü açtı. Şimdi şeriatçıların yanı sıra Türkeşçi faşistler de dinciliği temel ediniyorlar. ANAP onlardan hiç de geri kalmıyor. Sadece siyasi yaşamla sınırlı kalmayan ve eskiden olduğu gibi küçük ve orta sermayeyi etkileme durumunu da aşarak tekelci burjuvazinin önemli bir kesimi üzerinde etki sağlayarak ekonomik yaşamda da hiç azımsanmayacak bir güç halene gelen dinciliğin kolayca ve özellikle dış koşullardan kaynaklanarak etkisizleşeceği kesinlikle beklenmemelidir.

SADDAM’IN İLERLEYİŞİ

Neredeyse sınırsız insan, malzeme ve parasal kayıplara karşın hak savaştan güçlenerek çıkıyor. Pes ettiren taraftır. Tüm bölge ülkelerinin desteğini alan, Suriye’yi bile tarafsızlaştıran taraftır. Yine hemen tüm emperyalist ülkelerin desteğini sağlamıştır. İran’ın yumuşamasına bağlı olarak bu destek onunla paylaşılacak olsa bile, Irak bugünden ileri bir noktada bulunuyor. Saddam rejiminin içerde, u.Ve halkı karşısında ve dışarıda kazandığı prestij ve güç bölgenin geleceği açısından çok ör em1 bir rol oynayacaktır. Bundan böyle bölg1 de Saddamsız hesap yapılamaz. Ortadoğu ve Körfez bölgesinde Saddam artık Şahin eski rolünü yüklenebilir bir konum elde etmiştir. “Irak halkının babası”, “ulu önderi” ve Ortadoğu Gericiliğinin “kalesidir artık. Savaş boyunca Körfez ülkelerinin İran’a karşı koruyuculuğunu yapıyordu, bu durumun genelleşerek sürmemesi için bir neden yok. Sağladığı prestijin yanında Saddam devasa bir savaş makinası oluşturdu. Bu, içerde ve dışarıda onun gücünün esas kaynağı olacaktır. Kimyasal ve biyolojik silahlarla savaşı sürdürmedeki fütursuzluğunu, ülke içinde kırımlara kadar uzanan yoğun baskı ve despotluk, dışarıda ise dikte ettiricilik ve hamilik biçiminde uygulamaya devam etmesi beklenir. Yakın gelecek için Irak’ta Saddam karşıtı bir muhalefetin boy vermesi pek olası değildir.
Savaşın bir sonucu da, emperyalist ve burjuva ülkelerin yıkıntıları onarmak üzere iki ülkeye yönelik ekonomik mali talan seferberliği ilan etmeleridir. Daha ateşkes ilan edilmeden her iki ülke başkentinin büyük otelleri uluslararası mali sermayenin irili ufaklı temsilcileriyle doldu. Türkiye burjuvazisinin de bit pay kapma telaşı içinde olduğu bu talan sofrasında büyük güçlerin etkili olacağı ortadadır. Anti-emperyalist tutumu nedeniyle İran’da ve bir ölçüde de Irak’ta Türkiye burjuvazisinin küçük de olsa yeniden inşa faaliyetinde kendine bir yer edinmesi mümkündür. Açmaz, kredili yatırımlar ihtiyacı dolayısıyla oluşacaktır, her iki ülke de peşin parayla iş gördürme gücünün uzağındadır. Finans kaynakları neredeyse kurumuştur. Bu durum, güçlü finans olanaklarına sahip büyük devletlerin yolunu açıyor. Yine de Türkiye bu “barış pazarı”ndan belli bir pay kapabilir. Ne de olsa “aktif tarafsızlık” politikası izledi. İran karşıtlığını fazla tırmandırmamaya Türkiye burjuvazisi bu adı takmıştı.

BARIŞ KÜRTLERE NE GETİRİYOR?
Savaşın önemli bir sonucu, Kürt halkının talihsizliği oluyor. Daha ateşkes ilan edilmeden Saddam gericiliği Kuzeye, Irak Kürdistan’ına karşı saldırıya geçti. Saddam saldırısına savaş boyunca da pek ara vermemişti, ancak gücünü bölemiyordu. Şimdi ise rahatça tüm gücüyle yüklenebilmeyledir. Dev savaş makinasıyla giriştiği ilk saldırılarla peşmergeleri mevzilerinden söktü ve Kürt halkı yeni bir kırımı yaşamaya başladı. Peşmergeler ve halkın Türkiye’ye sığınması gündeme geldi. Başta KDP ve Yurtsever Birliği olmak üzere Irak Kürdistan’ı örgütlerinin yeni bir politika çizmeleri gerekli hale geldi. Burjuva, feodal önderliklerin peşinden giden Irak Kürt halkı yeni bir kötü kaderle karşı karşıya. Molla Mustafa’nın eski uzlaşmacılığını oğlu devralabilir. Talabani’yse eski kendi uzlaşmacılığını yineleyebilir. “Kürtlerin elleri boş kalan Saddam rejimi karşısında dayanması pek olası görülmüyor”.
Kendisini destekleyemez duruma giren İran’ın Saddam’a karşı Kürtleri desteklemeye devam etmesi hem zordur hem de Irak’la savaşın başarısı için İran Kürtlerini ezerken Irak Kürtlerini destekleyen Humeyni’nin Saddam’ı zayıflatıcı bir unsur olarak bu desteğini bir ölçüde sürdürmesi bile pek de işine gelmeyecektir. Talabani’nin destek istemiyle gerçekleştirdiği ABD gezisine sonuç verir bugünkü koşullarda? Belki yeni bir söz de özerklikle Saddam’la uzlaşma…
Yeni Halepçe’lerin Humeyni tarafından İran Kürtlerine ve Saddam tarafından Irak Kürtlerine yönelik olarak tekrarlanması gündemdedir.
Ulusal hareketlerin bir açmazı var: dış destek gereksinimi. Filistinlilerin de açmazı bu Kürtlerin de. Burjuva feodal önderlikler altında bu açmaz iyice derinleşiyor, aşılamaz hale geliyor. Dış güçlerin çıkar ilişkilerindeki, uluslararası konjonktürdeki değişiklikler ulusal hareketleri doğrudan etkiliyor. Çünkü dış destek gereksinimi büyük ve burjuva feodal önderlikler stratejilerini dış destek üzerine kuruyorlar, sınıf temeline oturmayan bir örgütlenme ve politika ne ezilen halkın gücünü bütünüyle ayağa kaldırmaya ne de ezen ulus ve sömürgeci ülkeler içinde sınıfsal destekler edinmeye olanak tanıyor. Ulusa karşı ulus milliyetçi yaklaşımı ezen ulusun ezilen sınıflarını ulusal baskı uygulayan sömürgeci diktatörlüklerin etki alanına iten bir etken oluyor. Ulusal hareketlerin emperyalist ve sömürgeci ülkelerde, ezen ulus içinde dayanaklar ve destekler elde etmeyi başarmadan zafere ulaşması ancak bir başka emperyalist ya da sömürgeci ülkenin yedeğine girmesiyle olanaklı. Buysa ulusal hareket ve bu hareketin içinde geliştiği ülke ezen ulusunun aşağı tabakalarının dışındaki faktörlere bağlı. Emperyalistlerin ve sömürgecilerin oyuncağı olmak bir kez kabullenildi mi, onların çıkar hesaplarının ulusal hareketin de geleceğini belirlemesi kabullenilmiş oluyor. Bu temelde ulusal hareketin başarısı sömürgecilik ve ezilen ulus statüsünün değişmemesi, bir başka emperyalist ya da sömürgeci ülkenin sömürgesi ya da ona bağımlı bir ülke olma anlamına geliyor, başarısızlık ise her anki tehlike oluyor. Emperyalist ve gerici burjuva ülkelerle işbirliği ve onlara bağımlılık üzerine inşa edilen ulusal politikalar yenilginin anasıdır. Sınıfsal konumlan nedeniyle kendi halkına ve ezen ulus halkına dayanmayan ve güç almayan politika ve stratejiler geliştiren burjuva feodal önderlikler ise yenilginin nedeni ve aracı oluyorlar. Tam da bu nedenle Irak’ta on yıllardır süren Kürt halkının silahlı kalkışması koşullara göre ilerleyip geriliyor, dalgalanıp duruyor. Ve şimdi Irak Kürdistan’ını yine zor ve kanlı günler bekliyor.
İran-Irak savaşının sona ermesinin Kürt ulusal hareketi açısından Türkiye’de de etkisi hissedilecek. PKK için Irak Kürdistan’ı önemli bir cephe gerisiydi. Bu durumun son bulacağı PKK’nın buradan gelme ancak gizli yardımlarla yetinmek zorunda kalacağı bugünden bellidir. Suriye zaten bir süredir sağladığı olanakları sınırlandırdı. Lojistik zorluklar büyüyecek, PKK’nın pozisyonu daha bir zorlaşacaktır.
Geçmişte Türk aktif tarafsızlığının bir unsuru olarak gerçekleştirilen ve İran’la arayı epey soğutan “sıcak takipler” bugün artık Kuzey Irak ve Güneydoğu Türkiye’de ortak imha hareketlerine dönüşebilir. Hatta açık bir işbirliği halinde olmasa bile bu tür bir kampanyaya İran da katılabilir. Bu, genel olarak Kürt ulusal hareketinin handikabını oluşturacaktır.
Öte yandan Türk ordusu Doğu ve Güneydoğu’da oldukça büyük ilerlemeler kaydetti. Bölgesel Valilik türünden yeni düzenlemeler, yeni askeri tertipler, özel timler ve koruculuk sisteminin oturmakta oluşu, PKK’nın durumunu oldukça zorlaştırdı. Özellikle bu yıl içinde PKK önemli kayıplara uğradı. Eskisi gibi askeri harekat yürütemez oluyor ve artık geceleri de inisiyatif Türk ordusunun eline geçmektedir. Dış koşulların da elverişsizleşmesiyle PKK’nın pozisyonu ve eylemlerinde bir gerileme beklenebilir. Son bir yıl bunun için ipuçlarıyla dolu. Bu, zor günlerin sadece Irak ve İran’la sınırlı olmayacağını gösteriyor.
PKK eylem gücündeki gerilemenin doğrudan bir sonucu liberal yaklaşımın güç kaybetmesi ve istemlerinden vazgeçmesi olacaktır. Türk burjuvazisi içinde küçümsenmeyecek bir etki sağlayan, hatta Özal’a bile “Doğu sorununun ekonomik ve sosyal yönleri”nden söz ettiren, yalnızca askeri tedbirlerin yeterli olmayacağının kabul görmesine götüren baskı ve zor yerine liberal tavizler politikası etkisinden kaybetmeye adaydır. Özal’ı Diyarbakır cezaevinde Kürtçe konuşulmasını kabule yönelten koşullar değişmektedir.
Başta M. A. Birand olmak üzere basında ve reformcu örgütlerde görülen varlığım kabullenip kültürel haklar ve ekonomik olanaklar sağlayarak sorunu çözme yönelimi liberal politika, Ordunun başarısı PKK’nın olası gerilemesine bağlı olarak baskı ve yok etme eğiliminin güç kazanmasına ve şiddet politikasına yerini bırakmak üzere geri adım atacaktır. Sorunun güçle çözülemeyeceği, bu boyutu aştığı noktasından hareketle ileri sürülen liberal tavizler politikası, izlenen güç politikasıyla ilerleme sağlandıkça kaçınılmaz olarak güç kaybedecek, güç politikasıyla sorunun çözülemeyeceği tezi pratikte geçersizleştikçe, sorunun devasa boyutları görülmez olacak ve liberaller ikna edileceklerdir. Önemli denilebilecek boyutlardaki bu liberal hayırhah tavrın ortadan kalkacağı ve siyasal ortamın PKK için daha da zorlaşacağı beklenebilir. Yakın gelecek desteğin devrimci hareketlerle sınırlanacağını göstermeye adaydır.
PKK’nın ülke içinde ne kadar üslenmişse, ne kadar bağlar geliştirmişse o derecede etkili olacağı, dış desteğin rolünün küçüleceği günler gelmiştir. Önümüzdeki aylardaki gelişmeler PKK’nın geleceği üzerinde önemli etki yapacak ve göstergeler sağlayacaktır.
Savaşın sona ermesinin Türkiye halkı açısından tek olumlu sonucunu belirterek bitirelim: Kerkük sorununun Pan-Türkist çözüm önerileri tartışma değerini yitirmiştir.
Burjuva feodal amaçlı savaşın kırımına uğramış ve şimdi bundan kurtulmuş İran ve Irak halklarına ise bu kırımın hesabına sormak kalıyor…

Eylül 1988

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑