Dünya sarsılıyor mu? Bir altüst oluş mu yaşanıyor? Bir sarsıntı ve kargaşalık ortada. Değişiklikleri izlemek bile zorlaştı. Olayların hızına yetişmek ve ‘iktidar’dan düşenlerle yeni gelenlerin adlarını akılda tutmak örneğin olanaksız gibi. ‘Demokratik’ Almanya ya da Çekoslovakya’da art arda gelen genel sekreter ve başbakanların isimlerini bir çırpıda sayabilmek kolay mı? Ya da Demokratik” Almanya’da “Stalinist parti modelinin reddi” adına parti sekreterliği ve polit-bürosunun ortadan kaldırdığı ve yalnızca parti başkanlığının tesis edildiğini hemen hatırlayabilmek mümkün mü? Bir sarsıntı, bir değişme var, hem de hızlı bir değişme ve güçlü bir sarsıntı. Avrupa’nın doğusunda bir şeyler oluyor. İdeolojik, politik aygıtlarda, ekonomik yapıda bir sarsıntı var ve değişiklikler oluyor. Avrupa’nın doğusundaki toplumların yaşamının maddi ve manevi yönlerinde değişmeler görülüyor.
Ama yaşanan bir altüst oluş mu? İşte bu olmuyor. Tüm sarsıntılara ve yaşanan tüm değişikliklere rağmen, gerçekleşen bir altüst oluş değil. Alt altta üst üstte kalmaya devam ediyor.
Emperyalistler, Gorbaçov, Türkiye’nin Bükreş büyükelçisi ve TRT, örneğin Romanya’da olanları ‘ihtilal’ sözcüğüyle tanımlıyorlar. Avrupa’nın diğer doğu ülkelerinde olanları reform diye nitelerken, silah kullanılmasından kalkarak olsa gerek, Romanya için “ihtilal” sözcüğü kullanılıyor. Ama “ihtilal” tanımı yalnızca silah kullanımı nedeniyle yapılmıyor. Reform nitelemelerine rağmen, sık sık ‘Demokratik’ Almanya, Macaristan, Çekoslovakya’da da “ihtilal”ler ya da “devrim”lerin sözü ediliyor. Değişikliklerin ödemi ve büyüklüğü nedeniyle olsa gerek. Kolay değil: sınırsız piyasa ekonomisine ve parlamenterime geçiliyor çünkü. Gerçek ihtilallerden, devrimlerden ölesiye ürken burjuvazi, olaylar karşısında duyduğu sevinci “ihtilal” ve “devrim” sözcükleriyle dışa vuruyor. Turgut Özal, Türk Lirası’nın konvertible kılınışı yönünde atılan bir adımı ve ekonomik önlemler paketini bile “devrim” olarak nitelememiş miydi?
Burjuvazi, genel olarak Batı dünyası sevinmekte haklı; Avrupa’nın doğusunda kendi ekonomik ve siyasal rejimlerine geçiş yaşanıyor. Tüm doğu Avrupa Batı’nın ekonomik ve siyasal normlarını kabulleniyor, ekonomik ve siyasal yapılarını, kuruluşlarını bu normlara göre yeniden düzenliyor. Değişiklikler, tam da bu noktada. Sarsıntı bu temelde ortaya çıkıyor. Olayları ve değişiklikleri tek tek saymak gereksiz, herkes izliyor, basın, radyo, televizyon “emrimizde” değişiklikler herkesin gözü önünde gerçekleşiyor. Batı dünyası, burjuvazi, AT, NATO gelişmeleri yalnızca zevkle izlemiyor, destek veriyor, hatta bazı durumlarda, örneğin Romanya “İhtilali”nde daha ileri gidiyor, Sovyetler Birliği’ni reformcuları desteklemek üzere müdahaleye çağırıyor. ABD, Sovyetler Birliği’ni böyle bir müdahaleye çağırıyor. Eskiden ABD, Sovyet müdahalelerini kınardı, dünya ne kadar değişti! Doğu Avrupa’daki gelişmeler üzerine değerlendirme toplantısı yapan NATO, karargâh çalışmasının ardından, “Doğu Avrupa’daki reformların öncüsü” olarak nitelendirdiği Sovyetler Birliği’ne destek mesajı gönderdi. Pek de alışık olunmayan bir gelişme, değil mi? Federal Almanya ve Başbakan KOHL “demokratik” Almanya ile birlik peşine düştü. Ve şimdi ABD ve Sovyetler telaşa kapılıyor. İki büyük savaşın başlatıcısı Almanya yine mi bir tehdit oluşturacak? Bizim burjuvazi de, bir yandan kendinden önce AT’a üyelik olasılıkları gündeme gelen Doğu Avrupa ülkeleri ve bu olasılığı gündeme getiren bu ülkelerdeki değişiklikler karşısında tedirginliğe kapılırken, tedirginliğin bir nedenini de gelişmelerin NATO’yu, onun bir kanat ülkesi olarak Türkiye’yi ve onun abartıla-gelmiş askeri önemini geçersizleştirmesi ya da büyük ölçüde azaltması oluştururken, diğer yandan çapına bakmadan Romanya’ya tıbbi vb. yardıma ve Sovyetler başta olmak üzere “sosyalist” ülkelere sermaye ihracına yöneliyor. Evet, bir sarsıntı ve değişme var.
Başka değişmeler de var. Bu “başkalar”, sayılan değişiklikleri koşullandırıyor, emperyalistlerin, genel olarak Batının, dünya burjuvazisinin sevincinin ve zevklenmesinin nedenini oluşturuyor. Doğu Avrupa ülkelerinde yönetsel aygıtların biçimleri değişiyor. Şimdilik erken bulan Gorbaçov’un Sovyetleri ve kararı Ocak ayına erteleyen Bulgaristan dışında tüm doğu Avrupa ülkelerinde partinin öncü rolü şimdiden reddedildi ve bu role ilişkin anayasa maddesi değiştirildi. Ve zaten bu ülkelerin hemen tümünde partilerin adı değiştirildi. Komünist ve işçi sözcükleri atıldı bu adlardan. Partiler, “sosyalist” ya da “demokratik sosyalizm partisi” gibi yeni, güzel ve ürkütücü olmayan adlar aldılar! Lenin ve Stalin’i, Marksizm’i çağrıştırdığı için, Almanya’da, söylendiği gibi, partinin iç örgütlenmesinin biçimi bile değiştirilerek sekreterlik ve politik büro örgütlenmesinden vazgeçildi; bir parti başkanlığı yeterli görüldü… Yeni adlarla yeniden kurulmak üzere ‘devlet güvenlik örgütleri’ adı altındaki gizli polis örgütleri dağıtıldı. Tüm bu ülkelerde revizyonizmin gelip dayandığı çıkmazın, ortaya çıkan süre-gidemez durumun ve tüm kötülüklerin kaynağı olarak Stalin ve değişmesi dayatılan bürokratik ekonomik ve siyasal yapıyı tanımlamak üzere kullanılan Stalinizm gösterildi, gösteriliyor. Alman partisinin yeni ve son başkanı Gysi, başkan seçildiği kongreyi “40 yıllık Stalinist geçmişten kopuş ve ilk demokratik kongre” olarak tarif etti. Gerçekleri yansıtmasa da, burjuvazinin yüreğine korku salan Stalin’e hakaret ve zaten çoktan kopulmuş olan Stalinizm’den kopuşun bir kez daha sözünün edilmesi, tüm burjuvazinin ve revizyonizmin hayranlığını ayaklandırmak içki yeterli neden oluyor. Stalin’den tamamen kopulduğunun bir göstergesi, adı takılarak şimdiye dek örgütsel biçim olarak açıkça savunulup uygulanamayan burjuva parlamentarizminin kutsanması ye politik çoğulculuğun örgütlenmesi oldu. Artık tüm revizyonist ülkelerde -ki bazıları revizyonist ülkeler kategorisine dahil olmaktan çıkıp tamamen sıradan batılı kapitalist ülkelere dönüşme sürecinde ileri adımlar attılar- bir çok parti var. Çeşit çeşit partiler. “Herkes” söz ve örgütlenme hakkını elde etti çok şükür! Proletarya dışında her türlü ideolojik siyasal akım örgütlenebiliyor, parlamentoya girebiliyor, hükümetlere katılabiliyor. Polonya’da başbakan bir Katolik, Çekoslovakya’da saygıdeğer “komünistlerimiz” azınlığa düştüler hükümette, cumhurbaşkanı vekili bir liberal, Macaristan’da, “komünist” zaten kalmadı ne hükümette ne muhalefette. Tüm bu ülkeler adlarını da değiştirip yalnızca Macaristan, Romanya, Çekoslovakya falan yaptılar.
Ve bizim “sosyalist demokrasi” savunucularımız, burjuva demokrasisi hayranlarımız, kimi yüksek sesle tüm ve bu gelişmeleri kimi bazı değişiklikleri sessizlikle geçiştirerek genel “demokratik” gidişi övüp destekliyorlar. Gönüllerinde yatan gerçekleşiyor, nasıl desteklemesinler? TBKP bir yana bırakılmalı, zaten aynı kumaştandırlar. Peki o Stalin karşıtı “birlikçi” “sosyalistlerimiz”, o “demokrasi” hayranlarımız sosyalistliklerini nasıl izah edecekler, kendilerini Gysi’den, Havel ya da Dubçek’ten, Pozsgay’dan ve diğer liberallerden ayırmadan? Savundukları ve istedikleri demokrasinin sosyalist demokrasi olduğunu, demokrasinin sosyalist çerçeveyi, sosyalist anayasayı savunmakla sınırlı olması gerektiğini, devletin adından bile sosyalist sözcüğünü çıkaranları destekleyerek nasıl ileri sürebilecekler? Ve eğer bu ülkelerde olan bitenlerde beğenmedikleri, öngördükleri “sosyalist demokrasiye aykırı buldukları yönler varsa, öngördükleri ‘demokratik’ sistemin bu ülkelerde gerçekleştirilenlerden farklı olabileceğinin garantisinin ne olduğunu nasıl gösterebilecekler? Tek partiye ve proletarya partisi öncülüğüne karşı çıkar ve “hizmet yarışı” içinde çok parti ve adına isterse Sovyet desinler, bu partilerin didişme platformu olması kaçınılmaz parlamentolu çoğulcu “sosyalizmi’ savunurken, örneğin Çekoslovakya, Macaristan, Polonya ya da Almanya’dan, bugün buralarda gerçekleşen sistemden farklı bir sistem istediklerini nasıl kanıtlayacaklar ve eğer kanıtlamaya çalışacaklarsa bunu kime ve nasıl kabul ettirebilecekler? “Sosyalist demokrasi”yi dillerine dolayan “demokrasi” hayranı “birlikçi sosyalistlerimiz”e davetiye çıkarıyor açık çağrı yapıyoruz: Doğu Avrupa’da tutulan yoldan farklı olduğunu kanıtlayın öngördüğünüz yolun, sosyalistliğinize ikna edin bizi, Gysi’den ve diğerlerinden farkınızı ortaya koyun. Ve siz, “bürokrasi düşmanı” trotskistler, açılan büyük demokrasi cephesinin unsuru ve destekçileri, bu ‘demokratikleşme’ güldürüsüne verdiğiniz destekle nasıl bir “bürokrasi karşıtı” olduğunuzu, öngördüğünüzün nasıl bir ‘demokrasi’ olduğunu bir arada açıklamaya çalışın. Sizler, liberal, sosyal demokrat “birlikçilerimiz”, trotskistler, tasarımlarla uğraşır ve büyük toplumsal “projeler* geliştirmeye çalışırken, tartışma düşünsel süreçlerin içine hapsolmuşken, laf üretilirken yalnızca, işiniz bir ölçüde kolaydı, “demokratik” projelerinizle etkileyecek insanları görece kolay bulabilirdiniz; ama olaylar fena bastırdı, kötü yakalandınız, şimdi tüm bir doğu Avrupa’da sözünü ettiğiniz projeler gerçekleşiyor ve tartışmaya olay ve olgular da katıldı. Tartışma düşünsel süreçlerle sınırlı olmaktan çıktı bir çırpıda, öngörüler maddesel yoğunluk kazanıyor. Buyurun olgular ortada, yorumlayın, projelerinizin farklılığını gösterin, kendinizin farklılığını ortaya koyun. Doğu Avrupa’da olan biteni destekliyorsanız geçin karşımıza ve eğer karşıysanız, liberal gidiş sizi rahatsız ediyorsa ancak, yanımıza gelin farklılıklarımızı tartışalım. Sosyalistler, herhangi bir sosyalist proje, doğu Avrupa’nın bugününe ve yakın geçmişine karşı olmak durumundadır. Başkaca bir sosyalistlik iddiası ancak gülünç olur.
Doğu Avrupa’nın adlarını değiştirmiş partilerinin yeni yöneticileri de “yeni projeler” ileri sürüyorlar. Pek “yeni” projeler… Kautsky’den, Dubçek’ten kalma “insancıl sosyalizm” projesi gibi, yine Kautsky ve Togliatti’den kalma “3. yol” projesi gibi projeler. Örneğin yeni Alman partisinin MK’sı “insancıl, demokratik bir sosyalizm kurma” hedefini ileri sürüyor, yeni başkanı Gysi, “Stalinizm ve tekelci kapitalizmden uzak 3. yolu izleyeceklerini söylüyor. Doğu Avrupa ülkelerinde yönetime gelen tüm yenler, tüm liberaller, bu ülke işçilerinin, ne denli komünizm adını kullanan revizyonizm tarafından nefrete boğulmuş olurlarsa olsunlar, kapitalizme kolaycı rıza göstermeyeceğini bildiklerinden, şimdiye dek açıktan kapitalizmi öngördüklerini söylemediler. Doğrudan kapitalizm hedef olarak ileri sürülmedi, pratik olarak uygulamaya konulan kapitalizm oldu, ama doğrudan adı böyle takılmadı. Doğu Almanya’da Federal Almanya ile birliğe ezici çoğunluk karşı çıkıyor; nedeni milliyetçilik karşıtlığı değil kuşkusuz, doğu’nun proletaryası, emekçileri, batının temsil ettiği kapitalizm tarafından köleleştirilmeye tepki, duyuyorlar, neden bu. Ve Gysi, tümüyle kapitalistçe düşünüp kapitalizmi uygulamasına rağmen çıkıp kapitalizmi öneremiyor. Alıştıra alıştıra gitmesi gerekiyor, bunu biliyor ve öyle davranıyor. Ve ekonomik reformlar, yani ekonominin batılı tarzda kapitalize edilmesi, özel mülkiyete dayandırılması yalnızca “demokratik” Almanya’nın gerçeği değil. Doğu Avrupa ve bu ülkelerdeki değişikliklere damgasını vuran, değişimin özünü ve esasını teşkil eden, bu özelleştirme ve piyasa ekonomisinin açıktan ve doğrudan yerleştirilmesi gerçeği.
“19. yüzyıldan kalma ekonomik doktrinler terk edilmeli” çağrısıyla açıktan Marksizm’in terk edilmesi gereğini ileri süren Polonya Başbakan yardımcısı,ve Maliye Bakanı bir “şok önlemler paketi” açıkladı. Görülüyor ki, “şok ekonomik önlem paketleri yalnız Türkiye’de moda değil, yalnızca Özal’a özgü değil. Ama içerik ve işlevleri hemen her yerde aynı: “devlet işletmelerinin adım adım ama kararlı biçimde özelleştirilmesini öngörüyor Polonya paketi. Devlet işletmelerinin hisseleri, öncelikle işletmelerde çalışan işçiler olmak üzere halka satılacak, pakete göre. Bu tür paketlerin uygulamaya konulduğu tüm ülkelerde de zaten hisseler hep işçiler tarafından satın alınır! İşçilerde hisselere yatıracak bol sermaye vardır! Bu satışın tek bir anlamı vardır; ancak ellerinde hisselere yatıracak para olanlar, yasal ya da yasal olmayan yollardan sermaye biriktirmiş olanlar hisseleri satın alabileceklerdir. Kimdir bunlar? Parti ve işletme yöneticileri, Polonya’da öteden beri varolan küçük ve orta özel işletmelerin patronları. Türkiye’de devlet işletmelerinin hisselerini kimler satın alabiliyor? Genellikle orta sınıf değil mi? Polonya’da orta sınıfa ek olarak bugüne kadarki imtiyazlı durumları nedeniyle (teşvikler, primler, rüşvet vb. yollarla para biriktirme olanağı olan) parti ve işletme yöneticileri toplayacaklardır hisseleri. Ve bu özelleştirme kapitalizm olmayacaktır, halisane bir reform olacaktır! Ama ne yapalım ki, aynı Türkiye’de olduğu gibi, IMF de bu tür önlemleri dayatmaktadır. Ve Polonya da Aralık ayının son günlerinde IMF ile bir Stand-by anlaşması imzalamış bulunuyor. Ne güzel bir “sosyalizm” ve “demokratikleşme”! Macaristan’da ise, bu önlem, paket adı falan takılmaksızın uygulamaya konuldu. Hem de daha ileri gidilerek. Macaristan’da devlet işletmelerinin hisseleri büyük bölümüyle yabancılara sunuldu ve hisseler Batı borsalarında satılmaya başlandı. Macar “sosyalizmi” daha da güzeli Bu Macaristan’da, şimdi adı değiştirilmiş olan partinin yönelişine “muhalif” olduğunu iddia eden ve eski parti şefi Kadar’ın yolunu izlediğini açıklayan,’Komünist Parti’yi yeniden örgütlemeyi öngören bir grup var. “2000’e Doğru”ya göre “muhafazakârlar” ya da “Stalinistler” diye anılıyorlarmış’ Anlaşıldığına göre, “sosyalizmi” en katı biçimiyle savunan bunlar! Bayağı “muhafazakârlar” ve “Stalinistler”; şöyle diyorlar: “… ekonomik reformlardan, piyasa ekonomisinden yanayız. Macaristan için piyasa ekonomisinin daha iyi olacağı kanıtlandı.” ve ‘ne var ki, reformlar her şeyi yıkmamalı’ymış! Bu en ‘sosyalist’ grup, bu Macaristan’ın ‘geleceğinin bekçisi ve garantisi’ ‘sosyalistler’ şöyle bir platform savunuyorlar: ‘Ne sosyalizm o kadar kusursuz, ne de kapitalizm o kadar kötü. Kapitalist sistemin bazı unsurları sosyalist sistemle birleştirilebilir. Sosyalist kapitalizmle iyi ekonomi yapabilir, yüksek gelir elde edebilir ve bunu iyi dağıtarak halkın refahını yükseltebilirsiniz.’ Bu Buharinciler sanki yeni bir şey keşfediyorlar gibi, Macar proletaryasını aldatmanın “yeni” yollarını araştırıyorlar. Kapitalizmin sosyalize olmak zorunda olduğunu ve olduğunu, üretici güçlerin sosyalleşmesinin ilerlemesinin ve mülk edinmenin özel niteliğiyle çelişme halinde bulunmasının kapitalizm koşullarında burjuvazinin gereksizleşmesi yönünde bir rol oynadığını, hisse senetli şirketlerin, profesyonel yöneticilerin vb. ortaya çıktığını daha Engels söylemişti. Kapitalizm sosyalize olmak zorundaydı ve çoktan olmuştu, bu özellikle 2. Savaş sonrasında işçi ve emekçilerin tabandan gelen baskısını nötralize etmenin bir yolu ve yöntemi olarak kapitalistler tarafından özellikle uygulandı. Bugün örneğin Avrupa kapitalizmi, yalnız hisse senetli şirketleriyle değil, işsizlik sigortası sistemleriyle, parasız çeşitli sosyal hizmetler sunmasıyla sosyalize durumdadır ve kapitalizmin sosyalizmle birleşmeye ihtiyacı yoktur. Ama bu ihtiyacı, kapitalizmle birleşme ihtiyacını “sosyalist sistem”, “en sosyalist sosyalistler” ileri sürebiliyor hala! Gorbaçov ileri sürebiliyor, Brejnev’in adamı J. Kadar’ın takipçileri olduklarını söyleyen en sıkı “sosyalistler” ileri sürebiliyor ve işin acısı, bu eski Buharinci görüşlerin yenilik adına ileri sürülebilir oluşunun gösterdiği Doğu Avrupa ülkeleri proletaryasının bilinç düzeyi ve ideolojik çarpıtılmışlık durumu. Revizyonizm bu görüşleri kuşkusuz proletaryayı zehirlemek, onu peşine takabilmek için ileri sürüyor. Bu pespaye görüşlerin ileri sürülebilir olması, proletaryanın bilinç düzeyinin olağanüstü geriliğini gösteriyor, çünkü revizyonistler bu saçma görüşlerle proletaryayı kazanabileceklerini, ikna edebileceklerini hesaplıyorlar.
Ve son olay Romanya’da gerçekleşti, son değişiklik Romanya’da yaşanıyor. Oybirliğiyle parti sekreterliğine seçileli daha henüz 1 ay olmayan Çavuşesku birkaç gün içinde kanlı bir biçimde devrildi. Doğu Avrupa’nın tek “Stalinist” lideri olduğu Balıklarca Beri sürülüyordu. Oysa Stalin’in hemen halk mahkemesine göndereceği türden bir gericiydi. Romanya’da tam bir hanedanlık kurmuştu. Karısıyla, oğlu, damadı ve kardeşleriyle, Durumu Özal hanedanını çağrıştırıyordu. Uyguladığı diktatörlük, doğrusu tam ‘sosyalizm’e uygun düşüyordu! Kendisinin, ailesinin ve yönetici kastın imtiyazlarının gerçekleştirilmesi ve korunması üzerine temellendirdiği burjuva revizyonist diktatörlüğü, dizginleri başında olduğu devletin elinden kaçmasına, özel mülkiyetin belli bir düzeyin ötesine geçerek tekelci imtiyazları zedeler ve güçsüzleştirir hal almasına karşı çıkıyor, yönetici kastın siyasal tekeli adına politik çoğulculuğa karşı tutum alıyordu. Politik çoğulculuğa ve özel mülkiyete Romen proletaryası ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda karşı çıkmadığı olayların akışıyla belirgin biçimde ortaya çıktı. Maddi olguların kendi mantıkları vardır ve madde yanılgısızdır.
Evet, diğer Doğu Avrupa ülkelerinde olanlar Romanya’yı, Romen proletaryası ve halkını etkilemişti. Reform yanlısı liberal gerici akım ve politik güçler kendileri için elverişli uluslararası koşullara sahiptiler ve uluslararası desteklerden yararlandılar. Ama hiçbir elverişli uluslararası durum ve dış destek uygun iç koşullar olmadan etkide bulunamaz. Hiçbir aldatma ve kanalize faaliyeti eğer güçlü hoşnutsuzluk nedenleri yoksa proletarya ve emekçileri ayaklanmaya sevk edemez. Oysa Romanya’da halk bendinden boşalmışçasına Çavuşesku’ya karşı ayağa kalktı, gerici liberallerin peşine takılarak. Romen halkının ayaklanmasının nesnel koşulları vardır, hiçbir ayaklanma bu koşullar olmadan gerçekleşmez… Ama ayaklanmanın öznel koşulları, proletarya ve emekçiler açısından tam bir ideolojik politik çarpıklık durumu oluşturuyor. Göstericilerin Romen bayrağındaki orak-çekici keserek çıkarmaları onların neyin peşinden sürüklendiğinin göstergesidir. Ayağa kalkan emekçiler kendi çıkarları doğrultusunda davranmadılar, sosyalizm adını kullanarak siyasal ve ekonomik tekelini gerçekleştiren Romen revizyonist burjuvazisinin neden olduğu çarpıklığı kullanan burjuva liberallerin peşine takılarak gerici burjuva taleplerle ‘sosyalizm* sandıkları şeye karşı yürüdüler. Bürokrat burjuvaziye, devlet kapitalizmine karşı yürüyorlardı. Revizyonist burjuvazinin baskısı karşısında özgürlük istiyorlardı; ama kendi üzerlerinde zorbalık uygulayanın sosyalizm olduğunu sanarak anti sosyalist, burjuva liberal taleplerle yürüdüler. Romen proletaryası ve emekçileri, Ulusal Selamet Cephesi adlı burjuva örgüt tarafından sosyalizme karşı, bir burjuva parlamento (revizyonist siyasal, tekelin alternatifi olarak gösterilen sistem olarak) ve özel mülkiyet (üstü az çok örtülü ve revizyonist ekonomik tekelin, tekelci devlet mülkiyeti ve imtiyazların alternatifi olarak gösterilen sistem olarak) için yönlendirilip kanalize ediliyor… Ulusal Selamet Cephesinin lideri lon İlinescu da, Gorbaçov’un sınıf arkadaşı, üstelik Romanya Komünist Partisi’nin eski sekreteridir. Bu yönlendirmenin, bu yönelişin Romen proletaryasının çıkarlarıyla en küçük bir ilgisi yoktur, bu yön desteklenemez, benimsenemez ve savunulamaz. Ama şurası da açık olmalı ki, bu yönelişin savunulmaz oluşu ve gericiliği, Çavuşesku’nun aynı ölçüde savunulamaz oluşunu ve gericiliğini örten bir rol oynayamaz. Çavuşesku, asılası bir revizyonist burjuva gerici diktatördür, devrilmesinde üzülecek bir yan yoktur, üzülecek tek şey, Romen proletaryası ve emekçilerinin gerici burjuva liberallerinin peşinde oluşu ve kendi sınıf çıkarlarının bilincinde olmamasıdır.
Yeni kurulan bir parti Romanya’nın yakın geleceğini haber vermektedir: ” Hıristiyan değerleriyle köylülerin, işçilerin ve aydınların geleneksel değerlerini savunacağını” belirten, programında “okullarında din eğitiminin yapılması ve tarım üretim kooperatiflerinin dağıtılması” maddelerine yer veren, yönetiminde Ortodoks Başpiskopos Maramures başta olmak üzere pek çok din adamı bulunan ‘Ulusal Hıristiyan Köylü Partisi’ adlı dinci bir partinin kurulduğunu ajanslar tüm dünya gericiliğine müjdeledi.
“Burada kısaca Yeni Demokrasi dergisinin yanlışlarına değinmek gerekiyor.
Yeni Demokrasi Çin’deki yaz ayaklanmasını desteklemişti. Gerekçesi, revizyonist diktatörlüklerin halka karşı olduğu ve bu diktatörlüklere karşı her ayaklanmanın nesnel olarak ilerici karakterde olmasının zorunlu olacağı şeklindeydi. “Sosyal faşist diktatörlüklere karşı ayaklanmalar desteklenmelidir” diye düşünüyorlardı… Oysa bu görüş yüzeyseldir ve yanlıştır. Nasıl ki kapitalist ülkelerdeki her ayaklanma desteklenemezse, revizyonist ülkelerdeki ayaklanmalar da ayrım yapılmaksızın desteklenemez. Üstelik revizyonist ülkelerdeki ayaklanmaların desteklenebilmesi için daha fazla neden de gerekir. Herhangi bir ülkede gericiler birbirleriyle çatışma halindeyseler gericiler arası çatışmada taraf olmamak, gerici taraflardan birine alet olmamak doğru olandır. Çatışan gerici taraflardan birinin ya da her iki tarafın birden halkın belirli bir desteğini kazanmış olması ve halkı peşine takmış oluşu, bu doğru tutumun değiştirilmesine neden olamaz. Marksistlerin desteklemesi gereken, ilerici devrimci hareketler ve ayaklanmalardır; ve herhangi bir ülkede gerici iktidara karşı, burjuva ya da revizyonist diktatörlüğe karşı her hareket ve ayaklanmanın ilerici ve devrimci olacağı ve olması gerektiği varsayılamaz. Halkın çatışmalara katılmış, çatışmalarda yer almış oluşu destek nedeni olamaz. Marksistler, desteği, halkın çalışmalara kendi çıkarları doğrultusunda, tümüyle kendi çıkarları doğrultusunda olmasa bile ileri bir platform temelinde katılmış olması koşuluna bağlı olarak verirler. Bu, çatışmanın hangi talepler uğruna yürütüldüğünün çözümlenmesini gereksinir. Bu çözümleme yapılmaksızın destek, körlemesine veriliyor demektir ve gerici bir yönelimin desteklenmesi bu durumda pek muhtemeldir.. Oysa bu kaçınılması gereken temel bir yanlıştır.
Oysa Yeni Demokrasi dergisi, revizyonist ülkelerdeki ayaklanmaları desteklemek için hiçbir çözümlemeye gerek duymuyor. Arkadaşlara göre, bu ülkelerde patlak verecek her ayaklanma desteklenmeye layıktır. Bu yaklaşımın bir nedeni, ayaklanmanın taleplerine önem vermeyiş ve gerici bir diktatörlüğe karşı tüm ayaklanmaları nesnel olarak ilerici varsayarak, gericiliğe karşı yönelen halkın hoşnutsuzluğu ve öfkesinin saygıdeğerliğiyle bu hoşnutsuzluk ve öfkenin ne tür bir zarf ya da çerçeve içinde şekillendiği ve ne tür bir yönelimle hangi kanalda aktığının ayırt edilmesiyle ilgilenmemeyse, diğer neden de burjuva demokratik diktatörlüğün faşist diktatörlüklere -ehveni şer görülerek- tercih edilmesidir ki, bu da, bir teorik yaklaşım yanlışlığıdır. Yeni Demokrasi’nin aralık sayısında şunlar yazdı:
“… tutum, elbette burjuva diktatörlüklerinden birini veya diğerini olumlamak olamaz. Gerek önceki türüne, gerekse yeni türüne karşı duracağı açıktır. Bununla birlikte proletaryaya daha iyi örgütlenme ve mücadele olanağı sağlayan siyasal sistemi, bu açıdan daha elverişsiz olana tercih eder. Revizyonist bürokratların bütün siyaseti tekellerine aldıkları, emekçileri sosyal faşist merkezi yönetim ve fabrika despotizmiyle ezdikleri, halka kendilerini savunma ve örgütlenme olanağını tanımadıkları, haksızlıklara karşı çıkışı yasakladıkları ve barışçıl kıpırdanmaları dahi şiddetle bastırdıkları burjuva diktatörlük biçiminin yerine, kitlelere daha fazla hak ve özgürlük tanıyan burjuva diktatörlük biçimi yeğdir. Sınıf bilinçli proletarya bunu da olumlamaz, savunmaz, ama devrimci mücadelenin daha elverişli koşullarda yürütülmesi açısından diğerine tercih eder.”
Olmaz. Birincisi, durum, feodal despotluk karşısında burjuva demokrasisine destek verilmesinden farklıdır, çünkü burada burjuva demokrasisi feodal despotluk ve kapitalizm feodalizm karşısında tarihsel olarak ileriyi temsil eder; ancak feodal despotluk karşısında burjuva demokrasisinin bile kayıtsız şartsız desteklenmesinden söz edilemez. Burada da destek şarta bağlıdır. Başlıca şart, burjuvazinin, burjuva demokrasisinin komünistlere karşı tutumu, komünistlerin propaganda ve çalışmalarının engellenmemesidir. Bu ittifak koşuludur. Ancak komünistlerle ittifakın reddi durumunda da burjuva demokrasisi feodal despotluk karşısında tarihsel açıdan ilerici konumunu yitirmez. Oysa faşist ve demokratik burjuva diktatörlükler, aynı toplumsal temelden yansıyan diktatörlük biçimleridir, birbirlerine göre tarihsel ilericiliklerinden söz edilemez. Tarihsel olarak proletarya devrimleri çağında ve bir kapitalist ülkede her ikisi de gericileşmiş ve ömrünü doldurmuştur. Bu nedenle birini diğerine karşı desteklemenin kendiliğinden tarihinin tekerleğinin dönüşüne uygunluğundan söz edilemez. Politik olarak bazı koşullarda ilerici bir gelişmeye denk düşebilir burjuva demokrasisi faşizm karşısında, faşizm karşısında burjuva demokrasisinin ilerici rol oynayabilmesi şarta bağlıdır, her koşulda geçerli değildir, tarihsel geçerliliği yoktur. Bu nedenle, ikinci olarak, Marksistler, faşizm mi burjuva demokrasisi mi sorusu karşısında ilgisiz kalamazlar, ancak ilgilerini, faşizme karşı burjuva demokrasisini desteklemek şeklinde sınırlayarak anlamak, birini diğerine yeğ tutmak ve tercih etmek, bunu koşulsuz bir zorunluluk olarak kavramak, arkadaşların aktardığımız pasajın başında karşı çıktıkları olumlayıcı tutuma düşmek olur. Marksistlerin faşizm mi burjuva demokrasisi mi sorusu karşısında kayıtsız kalmamalarının anlamı, örgütlenme kolaylığı nedeniyle kayıtsız-koşulsuz burjuva demokrasisi destekçiliği değildir, onu faşizme yeğ tutmak değildir, Marksistlerin yeğ tutacakları, uğruna mücadele ettikleri ve edecekleri kendi yolları, kendi seçenekleri vardır, onlar tüm burjuva diktatörlük biçimlerinin karşısında geçerli olan kendi seçeneklerini savunurlar. Genel tutum, stratejik yönelim budur. Bunun için yeterli güç toplanamadığı geçici süreçlerde, örgütlenme kolaylığı vb, nedenlerle Marksistler burjuva demokratlarla ittifak arayışına girebilirler, bu olanaklıdır ve her ittifak bir uzlaşmaya dayanır. Marksistlerle burjuva demokratlar arasında bir ittifak gerçekleşebilirse, asıl hedef unutulup kaybedilmeden, geçici bir destek olanaklı olabilir. Ama açık ki bu destek, soyut bir tercih nedeniyle, “yeğ tutma” sorunu nedeniyle değil, doğrudan ve dolaysız olarak koşula bağlı gerçekleşecektir. Yoksa faşizm karşısında burjuva demokrasisinin herhangi bir nedenle (örgütlenme özgürlüğünün daha geniş gerçekleşme ihtimali vb. gibi) koşulsuz desteklenmek üzere yeğ tutulması, burjuva demokrasisinin tarihsel ilericiliğinin varsayılması anlamına gelir, üstelik koşulsuz destek bu durumda bile yanlış olur.
Açık olmalıdır ki, burjuva hareketin içeriği ve talepleri, Marksizm ve Marksistler karşısındaki tutumu, destek açısından karar vermenin, şu ya da bu tutumu almanın temel kıstasıdır.
Bu açıdan bakıldığında revizyonist ülkelerdeki burjuva liberal, “demokratik” hareket ve ayaklanmaların durumu pek parlak görünmüyor. Her şeyden önce bu hareketlere damgasını vuran Gorboçovculuktur. Bugünkü durumun sözünü ediyoruz, ilerde Gorboçovculuğa karşı da bir ayaklanma patlayabilir, ama bugün “Gorbaçov demokratizmi” tüm revizyonist ülkelerdeki liberal yönelim ve hareketin içini dolduran esas etkendir. Dincilik, milliyetçilik, burjuva liberalizmi ve anti-komünizm bu hareketlerin temel yönleridir. Bir çarpıklık dolayısıyla böyle oluyor, bunu bilmek gerekir, bilinsin, ama şöyle ya da böyle bu hareket ve ayaklanmalar anti-komünisttir, içinde belki istisnai anti-komünist olmayan unsurlar barındırması olasılığı, bu hareketin genel anti-komünist niteliğini değiştirmeye yetmiyor. Proletarya ve emekçileri peşlerine takan burjuva liberaller, onları, revizyonizmin neden olduğu çarpıklıktan yararlanarak özellikle bu yönde kanalize ediyorlar. Ortaya çıkan hareket ve ayaklanmalar bugüne değin komünizm karşıtı ideolojik politik ve ekonomik talep ve yönelimlerle var oldular. Nasıl yeğlenecek ve nasıl desteklenecekler, bu içerik ve talepleriyle? Yalnızca ‘sosyal faşist diktatörlüklere karşı’ ortaya çıkışları, bu içerik ve talepleriyle desteklenmeleri için yeterli neden olabilir mi? Olamaz. Örneğin siyasal ve ekonomik tekelci konumlarını savunan Çavuşesku ve bürokrasisinin revizyonist zorba diktatörlüğüyle, O’nu deviren ve başlıca 1- KP’nin yönetici rolünün kaldırılması ve çoğulcu, demokratik bir hükümet sisteminin kurulması, 2- “Romanya Sosyalist Cumhuriyeti” olan ülke isminin “Romanya” olarak değiştirilmesi. 3- Ulusal ekonominin yeniden düzenlenmesi ve özel teşebbüslerin artırılması maddeleriyle özetlenebilecek programını yayınlayan Ulusal Selamet Cephesi’nin kurmakta olduğu diktatörlüğün ve buna yol açan, halkın burjuva çıkarların peşinden sürüklendiği ayaklanmanın ikisinden biri desteklenemez. Marksistlerin ve devrimcilerin Romanya’da ya da Romanya ile ilgili yapmaları gereken tek şey vardı: Birinden birini desteklemek değil; Çavuşesku diktatörlüğüne karşı eylem ve ayaklanmaya sosyalist ya da en azından devrimci demokratik bir yön kazandırmak, bunun için ayaklanmanın içinde ve önünde yer almak, onun anti-komünist, liberal gerici bir yön tutmasını önleyerek, Romanya’nın ileriye atılımının önünü açacak bir içerik ve yön kazanmasını sağlamak. Şimdi yapılması gereken ise, ne Çavuşesku ne de ilk kararlarından biri ordu dışında herkesin, halkın silahsızlandırılması olan Ulusal Selamet Cephesi’nin burjuva gericiliği üzerine hayal yaymaktır. Marksistler, yorulmak bilmez bir çabayla iki tür gericiliği de emekçilere anlatmalı, aydınlatma faaliyeti yürütmeli ve Romanya’da sosyalist devrimin yolunu açmaya çalışmalıdırlar.
Yeni Demokrasi, ayaklanmada halkın yer almış olmasından yanlış sonuç çıkarıyor, emekçilerin gerici burjuva liberallerin, peşinde olduğunu görmüyor ve önemsemiyor. Bu tutum, liberal burjuva gericiliği, onun uluslararası merkezi Gorbaçov’u ve Gorbaçovculuğu güçlendirir. Yeni Demokrasi revizyonist ülkelerde ortaya çıkan olay ve gelişmelerde, eylem ve ayaklanmalarda gerici burjuva liberallerin rolünü görmezlikten gelerek, halk kitlelerini gelişmenin etken dinamiği olarak değerlendiriyor, şunları yazıyor:
“… İktisadi reformlar gündeme gelince kitleler bunun siyasi alanda da yansıma bulmasını talep ettiler. Bürokratik mekanizmanın buna karşılık girdiği çıkmazı aşma yolunda yaptığı siyasi reformlar önceleri oldukça zayıf kalıp sorunların çözümünde kitleleri tatmin etmede yetersiz kaldı. Derken giderek bu reformların daha köklü ve kapsamlı nitelik kazanması yollu talepler yeni düzenlemelere yol açtı. Kitleler siyaset yapma, çıkarlarını savunma hakkını koparttılar.”
Bu pasajda revizyonist ülkelerdeki olay ve gelişmeler, halkla bürokratik mekanizma arasındaki çelişmeye bağlı olarak açıklanıyor ve kitleler kendisi için sınıf durumunda etken bir dinamik olarak ortaya konuyor. Durum böyle mi, bu açıklama gerçeği yansıtıyor mu? Bu ülkelerde kitlelerin de siyasal reformlar, siyasal özgürlük vb. istemiş oldukları ve istedikleri gerçeği yadsınamaz. Zaten kitleler yönetimlerden hoşnut olsalar, baskı ve zulme karşı öfke dolu olmasalar, diktatörlüklere karşı tepkilerini ortaya koymazlar, harekete geçmezler, ayaklanmalara varıncaya dek eylemlerde yer almazlar. Bu kesin. Ama taleplerle ortaya konduğu şekliyle siyasal reformları isteyenler, siyaset yapma ve çıkarlarını savunma hakkını koparıp alanlar kimlerdi? Kitleler mi? Bu ülkelerde ortaya çıkan hangi talep kitlelerin çıkarlarını yansıtıyor, hangisi kitlelerin talebidir, siyaset bu ülkelerde kimler tarafından yapılıyor, kitleler kendi siyasetlerini mi yapıyorlar? Çoğulcu sosyalizm kitlelerin talebi mi, partinin öncü rolünün kaldırılması kitlelerin talebi mi? Yoksa kitlelerin talebi özelleştirmeler mi? Kitlelerin çıkarları sosyalizmle çelişme halinde değil kuşkusuz ve olanca anti-komünist talebin kitlelerin talebi olmakla bir ilgisi yoktur. Ve bu ülkelerde emekçi kitleler, istisnai durumlar dışında ne kendi taleplerini (ekonomik ya da siyasal) formüle edip ileri sürdüler ne siyaset yapma haklarını aldılar ne de bu hakkı kullandılar. Macaristan’da yenilerin aldığı ilk kararlardan biri fabrikalarda her tür siyasi faaliyetin yasaklanmasıydı. Siyaseti yapan, iktidardaki revizyonistlerin dışında burjuva liberallerdir, ileri sürülen ve kitlelerin de peşi sıra yürüdüğü talepler bu burjuva liberallerin gerici burjuva talepleridir. Bu taleplerde ve yapılan siyasette “desteklenecek” bir şey olmadığı gibi, “yeğlenecek” bir şey de yoktur.
Revizyonist ülkelerde emekçi kitlelerde düzene karşı bir hoşnutsuzluk ve öfke olmaması olanaksız. İmtiyazlar, sömürü, zulüm ve zorbalık emekçilerde tepkiler oluşturan nesnel koşulları sağlamaktadır. Ancak oluşan rejim karşıtı hareketin liberal burjuva gerici karakterini nasıl açıklamalı? Revizyonistlerin sosyalizm adını kullanarak sömürü ve zorbalık yolunu tutmaları ve bu kötülüklerin sosyalizme mal edilmesi kitle hareketinin liberal bir yön tutmasını ve anti-komünist içerik kazanmasını açıklamaya yeter mi? Bu şüphesiz önemli bir etken. Ama her şey bundan ibaret değil. Bu ülkelerde burjuva liberal akım, politika ve eylemin güçlü dayanakları ve nedenleri vardı. Revizyonizmin sosyalizm adını kullanarak sosyalizmi kötülüklerin kaynağı olarak göstermesinin yanında, oluşan burjuva liberal akım da emekçilerin kendiliğinden hoşnutsuzluk, öfke ve tepkilerini çarpıtarak anti-komünizm yönünde kullandı.
Revizyonist ülkelerin çıkmazının başlangıcı sosyalizmden geri dönüş ve bu ülkelerde kapitalizmin restorasyonudur. Revizyonistler kendilerinin yerinden oynattıkları taşın altında kaldılar.
Rusya içinde olmak üzere Doğu Avrupa ülkeleri sosyalist devrimlerini gerçekleştirdiklerinde (Almanya hariç) geri ülkeler durumundaydılar. Hemen hepsi ekonomik ilerlemelerini sosyalizm koşullarında gerçekleştirdiler. Sosyalist sistem üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak, ama bir kapitalist ülkede olabileceğinden çok daha Beri boyutlarda merkezleşmiş bir ekonomik ve yönetsel örgüt olarak gerçekleşti. Ekonomi merkezi planlamaya dayalı olarak kuruldu ve yönetildi. Küçük üretimin ötesine geçilen her sektör, işletme, her birim merkezi plan uyarınca işleyen ekonominin içine katıldı. Sosyalist ülkeler gelişmiş bir kapitalist ülkede olabileceğinden daha merkezileşmiş örgütsel yapılara ulaştılar. Sosyalist sistem içinde bu bir sorun oluşturmuyordu ve bir kötülüğü yoktu. Ancak kapitalizmin restorasyonuyla birlikte bu durum sorun oluşturmaya başladı. Kapitalizm kuruluyordu ama ekonomik ve siyasal örgüt biçimleri yeniden ortaya çıkmaya başlayan kapitalizmin ihtiyaçları için uygun düşmüyordu artık. Üretim kar için yapılmaya başlandığında, emeğin yaşam koşullarını kolaylaştırmak için gerçekleştirilmiş ekonomik ve siyasal örgütlenme, ekonominin işleyişi için fazla merkezi gelmeye başlamıştı. Kapitalizmde rekabet mutlaktı, tekelci kapitalizm koşullarında da tekeller arasında sürerdi, ama tekeller kendi doğal seyirlerini izleyerek ortaya çıkardı. Üretim belirli bir yoğunluğa ulaşır ve üretimin merkezileşme sürecini davet ederdi. Tekel üretimin merkezileşmesi demekti, ancak, üretimin yoğunlaşmasını ön şart olarak gereksinirdi, bunun ön şartı ise üretim güçlerinin belirli bir gelişme düzeyiydi. Oysa sosyalist ülkelerde kapitalizm koşullarında üretici güçlerin gelişmesinin koşullandıracağı üretim yoğunlaşması ve bunun koşullandıracağı üretim merkezileşmesinin ötesinde bir merkezileşme gerçekleştirilmişti. Ve bu ülkelerde kapitalizm ne denli gelişirse üretimin merkezi örgütlenmesi ve siyasal merkezi yapı dar bir elbise gibi sıkıntı verir oluyordu. Kapitalizmin bu ülkelerdeki gelişmesi bir yandan kar amacının işletmeler arasındaki rekabeti ve piyasa koşullarını tahrik ve davet etmesiyle, diğer yandan ekonominin merkezi örgütsel biçimlerinde “eksiltmeler” yapılmasını zorunlu kılmasıyla gerekleşti. İlk başta revizyonizmin yönetimini aldığı ekonomik örgüt neredeyse tek bir dev tekel gibiydi. Ama kapitalistleşme koşullarında bunun sürmesi olanaksızdı. Kapitalizm koşullarında üretici güçlerin olağanüstü gelişmesini ve üretimin üst boyutlarda yoğunlaşmasını zorunlu olarak varsayan bu merkezi ekonomik (ve buna bağlı olarak siyasal) örgüt varlığını sürdüremezdi. Liberman reformları gündeme geldi. Bir nedeni bu. Diğeri ise, ekonominin kar amacına uygun yeniden yapılandırılmasıydı. Ve reformlar devam etti. Her tıkanıklık yeni bir reformu davet ederek, bu, sürdü gitti. Sanayi ve tarımda krizler baş göstermiş, sosyalizm koşullarında görülmeyen kuyruklar ortaya çıkmıştı. Kapitalizm kar amacıyla gerçekleştirdiği üretimde düşüşlere yol açmıştı, ancak bir neden de merkezi örgütün eskisi gibi çalışamaz oluşuydu. Başlıca siyasal nedenlerle merkezi yapı terk edilmekten kaçınılıyor, imtiyazların hiyerarşik bir yapı içinde tekelci kullanımından vazgeçilmek istenmiyordu. Üstelik emekçilerin tepkileri de dikkate alınarak bir çırpıda sosyalist örgütsel biçimlere dokunmaktan uzak durulmaya çalışıyordu. Ve bir de sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonunun ilkliği ve bilinmezliği vardı. Gelişme, ekonomik yaşamın, üretim ve dolaşım sürecinin kapitalize edilmesi, grup mülkiyetinin, kar ilkesinin, piyasa ekonomisinin yerleştirilmesi, ama ekonomi ve siyaset alanında -zedelenmesine ve görece yumuşatılmasına rağmen- merkezi örgütsel yapıların, sosyalizmin içi kapitalizmle doldurulmuş biçimsel kalıntılarının yaşamaya devam etmesi şeklinde oldu. Ama bu durum, önemli bir çelişme ve çıkmaz oluşturdu. Tekelci kapitalist ekonomi ve hele onun örgütsel şekillenişleri, kapitalizmin restore edildiği bu ülkelere aşırı merkezi gelme durumundaydı. Revizyonist ülke ekonomileri gerektiğinden fazla tekelci ve merkeziydi. Ve bu bir baskı oluşturdu. Kapitalizm koşullarında iş gören ama onun nimetlerinden pek az yararlanan küçük bürokratlar, teknokratlar vb. bu baskıyı dile getiren unsurlar oldular. Ama baskı doğrudan ekonomik yaşamla onun örgütsel biçimleri arasındaki çelişmeden kaynaklanıyor ve zaman sürekli merkezi planlamanın ve merkezi ekonomik ve siyasal yönetsel aygıtın aleyhine çalışıyordu. Önce ekonomik örgüt bel vermeye başladı, siyasal yönetsel aygıt o hantal merkezi yapısıyla direndi. Sonunda o da dayanamadı. Merkezkaç eğilimin, ekonomik ve siyasal yaşamda liberalizmin çıkış noktası, geri dönüşün dayattığı bu içinden çıkılmaz çelişmeli ve çıkmaz durumdu. Şimdi liberal dönüşüm, kimi ülkelerde, özellikle durum tespitini oldukça doğru yapan Gorbaçov’un etkili olduğu, olabildiği yerlerde kansız, Romanya gibi yerlerde kanlı oluyor. Çin gibileri ise kan dökerek rejimini sürdürmede ısrar ediyor. Nereye kadar? En geri ülke Çin. Âdemi merkeziyet baskısı en çok onun üzerinde olacak. Onun avantajı, boyun eğme ve merkezi despotluklar altında yaşama deneyi bin yılları bulan Çin emekçilerinin siyasal geriliği.
Peki, bu liberalleşme, burjuva liberalizminin bu yeni şahlanışı nereye kadar sürecek, ne getirecek, emekçi kitleleri denetimi altında ne kadar tutabilecek? Soruların yanıtı liberaller açısından hiç umut verici görünmüyor. Örnek Yugoslavya. Bu ülke liberal yola oldukça önce girdi. Özyönetimiyle, kapitalist işletmeleriyle, önemli ölçüde âdemi merkezleştirdiği yönetsel aygıtıyla Yugoslavya yıllardır burjuva liberal yolda yürüyor. Doğal ki sıkıştığında her liberalin başvurmaktan kaçınmayacağı zorbalıklara, sıkıyönetimlere, şiddete başvurarak. Sonuç? Bugün Yugoslavya’da enflasyon oranı % 2000 (iki bin). Ve hükümet hala kurtuluşu piyasa ekonomisini geliştirmede buluyor. Son bir “paket” sunuldu parlamentoya: Piyasa ekonomisinin tümüyle oturtulmasına yönelik önlemler paketi. Ve karşısında grevci işçiler var hükümetin. Yugoslavya’da liberal muhalefet de yok, işçileri peşine takacak, liberaller hükümette çünkü. Belki bir aldatıcı liberal akım çıkar daha, görüşlerini yeterince kamufle edebilirse, belki işçileri bir1 kez daha peşine takar. Ama nereye kadar? Son yaklaşıyor… Yugoslavya’da işçiler ücret artışı isteğiyle, enflasyona ve kıtlığa karşı greve çıkıyorlar. Orada bu noktaya gelindi. Özel mülkiyet geliştirilsin ya da burjuva parlamento kurulsun talepleriyle eyleme çıkmıyor, bu yönde kanalize edilemiyor Yugoslav işlileri artık. Orada bu aşama aşılmışa benziyor. Ve Yugoslavya Doğu Avrupa’nın geleceğini bugünden yaşıyor! Diğerleri Yugoslavya’nın bugününü yarın yaşayacaklar. Tüm revizyonist ülkeler, Batı kapitalizmine entegre olsunlar olmasınlar, Batılı sınıf kardeşleriyle birlikte sonlarından kaçamayacaklar! “İflas etti” dedikleri sosyalizm “belası” önünde sonunda onların başına tekrar musallat olacak. “Eskidi” dedikleri Marksizm-Leninizm’in yol göstericiliğinde, Stalin’in ülkesinde ve tümünde sosyalizmin bayrağı yeniden göndere çekilecek. Ama bunu hazırlamak gerekiyor. Durmadan; yorulmadan. Çavuşesku ya da onu devirenler hakkında hayal yaymadan, revizyonizmin her türüne ve burjuva gericiliğin her türüne karşı savaşarak, güç oluşturarak, emekçileri aydınlatıp örgütleyerek ve sonunda Çavuşesku karşısında yapılamayanı, yapılmaya güç yetirilemeyeni yaparak…
Dalgalanmalar geçici ve Doğu Avrupa’da altüst oluş yaşanmıyor, yalnızca hükümetler değişiyor. Altüst oluşlar gelecektedir. Tüm toplumsal sistemi, ekonomik ve siyasal yapılanması ve örgütlenmesiyle ters yüz edecek altüst oluşlar. Sömürü sistemine ve burjuva revizyonist diktatörlüklere son verecek alt üst oluşlar.
Bugün Doğu Avrupa’nın pek çok ülkesinde olanlar bizde Menderes-Bayar’ın Demokrat Partisi’nin İnönü’nün CHP’sinin yerini aldığı 1946-50 dönemini andırıyor. Figüranlar ve efendiler değişik, biraz da toplumsal-siyasal koşullar. 12 Temmuz Beyannamesine varıncaya dek benzerlik görülüyor. Polonya’da örneğin Jaruzelsky’nin son “komünist” başbakanıyla dayanışmacı muhalefetin pazarlıkları Jaruzelsky’nin bu pazarlıkların sonucu varılan anlaşmayı açıklaması ve ‘ulusal istikrarın’ sağlanarak “sine-i millet” sorununun çözümlenmesi ne kadar benzeşiyor bizim yakın tarihimizle. Ama Doğu Avrupa “sosyalist” denecek! “Hadi canım sende!”
Paşa’dan söz açıp burada bu sözünü anmamak olmazdı..
Ocak 1990