“YENİDEN YAPILANMA” MASAL’I
Başta SSCB olmak üzere, Doğu Avrupa ülkelerindeki bütün revizyonistler nihayet kendilerine bir çıkış yolu buldular. İçine düştükleri bu kötü durumdan nasıl kurtulacaklardı? Kendi savunucularına bir can simidi atmaları gerekti.
Revizyonistlerin buldukları bu yol, bizdeki bazı çevrelerin ve özellikle aydınların çok hoşuna gitmişe benziyor. Ülkemizdeki revizyonistleri anladık. Onlar revizyonist ağababalarının peşinden gitmeye yeminliler. Ancak anlaşılamayan bazı çevrelerin ve özellikle bir kısım aydınların “sosyalizm yeniden yapılanıyor” masalına neden dört elle sarıldıkları.
(…)
Doğu Avrupa ülkelerinde olanlar tekelci devlet kapitalizminden klasik kapitalizme geçişin sancıları olduğu için meseleyi sosyalizmin iflası şeklinde görmek doğru değildir. İflas eden kapitalizmin ta kendisidir. Bu nedenle gelişen olaylar sosyalizmin değil, kapitalizmin hanesine yazılmalıdır. Kör gözlerin dahi gördüğü bu durum karşısında direnmek niye?
Haydar KIZILKAYA
SAYIN ÖZGÜRLÜK DÜNYASI YÖNETİCİLERİ,
Ben geleneklere bağlı olarak yetişen, ulusal ve sos yal sorunlarımıza sahip çıkan, bu konularda yazan ve bu şekilde duygularını dile getiren bir şairim. Bu duygularımı ana dilimde yazmam da en doğal hakkımdır. Bilindiği üzere dil dünyayı algılama aracıdır. Bir insan birden fazla dil konuşabilir. Ama mesele şiir yazma ve sanat olduğu zaman, bu tek dille yazılır, bu da sanatçının ana dilidir.
Ben Siirt’in Eruh ilçesindenim. 1949 doğumlu bir Kürt yurtseveriyim. Bulunduğum bölgenin Irak Kürdistan’ı ile kopmaz tarihi, ulusal ve sosyal bağları vardır. Bu anlamda Irak sömürgecilerinin Irak Kürdistan’ında yapmış olduğu vahşet ve katliamları halkımız ve bilhassa bizler bölge halkı olarak etimizde kemiğimizde hissederiz. Bu anlamda Halepçe’de Saddam’ın 5000 Kürt’ü kimyasal silahlarla katletmesi, tüm dostların yanında bizi de anlatılması, güç ve ancak şiirlerle ağıtlarla dile getirilmesi mümkün üzüntü ve ızdıraba boğmuştur. Kimyasal silah öyle bir illet ki dede, oğul ve torun aynı saatte ölüyor. Gazetelerde babasının kucağında, babasıyla birlikte ölmüş çocuğun resmini görüp de duygulanmamak, kimyasal silahı ve bu silahı bir halka karşı kullananları lanetlememek mümkün mü? Her dürüst insanın yapması gerekeni yaptım ve ben de faşist Saddam’ı şiirlerimle lanetledim. Sadece kendi kendime duygulanmakla yetinemezdim. Ben bir sanatçıyım ve tarihsel olarak da bir sorumluluğum var. Bu duygularla yüreğime bir ateş düştü. Bir şeyler yapmam lazımdı, bir şeyler yapmasam nefes alamayacağımı düşündüm ve bu mektupla size de göndereceğim şiiri yazdım. Bu, ülkem üzerine yazdığım ne ilk şiirdir ne de son şiir olacaktır. Şiirlerimde halkımın üzerindeki bu baskı ve katliamları lanetledim. Tabi bağımsız ve özgür ülkem kuruluncaya kadar da lanetleyeceğim. Bu hem Kürt, hem de insan olmamın bir gereğidir. Duygularımı ana dilim olan Kürtçe dışında bir dille yazıya dökmem, dökemem de. Ben bir şairim, nasıl ki Hiroşima’da ölen bir kız çocuğu için ağıt yakıyorsam, Irak Kürdistan’ında ölen kardeşlerim ve çocukları için de ağıt yakmalıyım. Yaktım da… Siz hiç ana dili dışında yazdıklarıyla başarılı olmuş şair tanıyor musunuz? Varsa da istisnadır, istisnalar ise kaideyi bozmaz.
Özgür ve demokratik bir ülke olduğu iddia edilen bu ülkede (Türkiye’de) Kürt olmak ve Kürtçe konuşmak başlı başına bir suçtur. Ben de Kürdüm, Kürtçe konuşurum ve şiir yazarım. Dolayısıyla TC yasalarına göre suçluyum, hem de potansiyel bir suçlu. Bu nedenle Türkiye’deki Kürt halkı asimile edilmeye çalışılmakta, başarılamayınca da zorla toplu göç ettirilmektedir, ya da katledilmektedir. Ben de bu zorunlu göç sonucu Mersin’de yaşamak zorunda bırakılan bir Kürt aydınıyım. Ama baskı ve işkencelerden, ülkemden sürülerek dahi kurtulmak mümkün değil. Kürt halkı ve aydınları üzerinde sistemli olarak, aralıksız baskı ve işkence sürgünler de devam etmektedir. Keyfi tutuklama ve operasyonlarla halkımızla olan bağlarımız koparılmaya çalışılmakta, köksüzleştirilmeye çalışılmaktayız. Ama bir Kürt aydınını aslından, kökünden koparılabilmek mümkün değildir ve olmayacaktır da…
Bu nedenle ne zaman, nerede bir olay olsa, bizle ilgili olsun olmasın bizleri hemen gözaltına alıyorlar, en aşağılık işkencelerde bize en ağır suçları yüklemeye çalışıyorlar. Bunda genellikle de başarılı olup sudan gerekçelerle Kürt insanı yüzlerce yıllık hapis cezalarına çarptırılıyor. Kürt yurtsever örgütlerinden biri olan KUK faaliyetleri gerekçe gösterilerek Mersin’de keyfi olarak gözaltına alındım. (Nisan ayında). Savcı, ciddi hiçbir kanıt olmadığı halde sadece Halepçe’de katliamı ve kim yasal silah kullanılmasını lanetleyen şiirim yüzünden, silahlı bir çete mensubu olduğum iddiası ile 8 ay yargıladı ve sonucunda da yine aynı iddia ve kanıtlarla 5 yıl cezaya çarptırdı.
Hâlbuki TC devleti dahi Halepçe katliamını kınamıştı. Oradan göçen kardeşlerimize barınmak için yer gösterdiği halde bana, aynı şeyi kendi dilimde yazmamı çok görüyor. Bununla da yetinmeyip ağır ve telafisi mümkün olmayan cezalara çarptırıyor. Kaldı ki bu şiirler basılıp dağıtılmamıştır bile. Bu uygulama sanatçının üretimine yönelik bir saldırıdır İnsanların bırakın yazmalarını kendi dillerinde düşünmelerini yasaklamaya çalışıyorlar.
Türkiye’de haklarımı koruyabileceğim bir müessese olmadığı için hem derginize, hem de uluslararası örgütlere yazma gereğini duydum.
Uğraşılarınızda üstün başarılar dilerken, yürek dolusu selamlar, sevgiler.
Şükrü EKİNCİ E Tipi Özel Cezaevi Koğuş 9 / Malatya
NOT: Şiiriniz elimize geçti. Fakat yayınlayamıyoruz. Anlayışla karşılayacağınızı umuyoruz.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
Gönül dolusu bir merhaba diyerek dostluk duygularımla kucaklıyor, yayın hayatınızda başarılar dileyerek başlamak istiyorum.
1. Yılınızı doldururken, bugüne kadarki yayın yaşamınızdaki olumlu ve olumsuz -ki daha çok eksiklerinizi- değerlendiren başyazınızı okudum. Bir okuyucunuz olarak, kendi değer yargılarımı ve içinde bulunduğum daracık mekândaki insanların (dergi hakkında konuştuğum insanların) izlenimlerini kısaca yazmak istiyorum.
Yayın politikanızdan, tutumunuzdan ve çok takdir ettiğim şey de derginin bir örgüt gibi hareket etmiyor olmasıdır. Bu konuda genel anlamda söylediklerinize aynen katılıyorum ve bundan böyle de öyle davranacağınıza inanıyorum. Ancak bir noktada size katılmadığımı da belirtmek istiyorum. Bir deyim var: “Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer”. Sizinki de biraz buna benziyor gibime geliyor. Yani büro ve temsilcilik kurmamanız olayını anlatmak istiyorum. Bana göre yayın hayatında nasıl ki bir derginin yapması gereken (savunduğunuz misyonun perspektifi doğrultusunda) yayın yapıyorsanız, aynı şekilde kuracağınız büro ve temsilciliklerde de aynı perspektifle hareket etmek mümkündür. Bürolar derginin satışını yapar, yayınlanan yazılar üzerinde okurlarıyla düşünce alış-verişi yaparlar ve aynı zamanda size haber kaynağı sağlarlar. Daha önce size yazmıştım, çeşitli yerlerde yazıştığım insanlar gerekse ziyaretime gelen insanlardan duyduğum kadarıyla dergi ya gelmiyormuş, ya da gelse bile kimsenin görmeyeceği yerlere konuluyormuş. Durum böyle olunca da, dergiyi sınırlı sayıda insan okuyor. Bu da amaca yeterince hizmet etmiyor.
(…)
Derginin yayın politikası veya yazılarına ilişkin sohbet ettiğim, tartıştığım arkadaşlar veya ziyarete gelen yakınlarımla sohbetlerimde, hatta yazıştığım insanlarla yaptığım yazışma sohbetlerinde genel olarak yayın politikanız beğeniliyor; özellikle savunduğunuz misyonun geçmiş hata ve eksikliklerini açıkça ortaya koymanız takdir ediliyor. Bunun da ötesinde dergide yayınlanan yazıların bir ağırlığı ve samimi olan herkesin ciddi olarak düşünmesini sağlıyor. Bunun yanında önemle vurgulanan ve takdir edilen bir diğer yan da devrim ve sosyalizm propagandasına ağırlık veriyor olmanız.
(…)
Metin İLGÜN E Tipi Özel Kapalı Cezaevi l MALATYA
SAYIN ÖZGÜRLÜK DÜNYASI DERGİSİ
Merhaba der, kendi sorunumu anlatmaya çalışayım. Eskişehir’de tünel işi bahane edilerek gasp edilen haklarımız ve açlık grevinin 35. günü Aydın Cezaevine varışımız, devletin bilinçli olarak eylemi kırma bahanesiyle 2 Ağustos saat 20.00 de başlayan işkence ve sabahlara kadar süren direnişler. Benim sorunum burada başlıyor. Aydın cezaevi kapısında üçüncü insan olarak girdim. İçeride vahşetin yaşanacağını bilmiyordum. Bizi daha kapıdan içeri adımımızı atar atmaz dövmeye başladılar. Sopa, kayış, tekme, yumruk, hem dövüyorlar hem de çırılçıplak soyuyorlar. Bizler direndik o halimizle, faşist diktatörlüğün zavallı kukla insanlarına karşı, devrimci bir tavırla direndik. İki kişi işkencede katledildi.
Beni çırılçıplak soyduklarında tek ayağımdan tutup yerlerde sürümeye başladılar. Benim çocukluğumdan buyana sırtımda var olan “et beni” yerdeki taş-betonların kesmesiyle tahriş oldu ve kopma noktasına geldi. Ve o gece çok kanadı. (Ayrıca kafama yediğim bir darbe de kafamdan kanların akmasına ve kulağımın zarının patlamasına neden oldu.)
Daha sonra haklarımızın verileceği sözü verildi ve eylemi bıraktık. Aradan bir ay geçti. Sırtımda yerlerde sürükledikleri zaman kopan “ET BENİ”nin olduğu yerde kızıllık yayılmaya başladı. Hastaneye çıktım beni acilen İzmir’e sevk ettiler. 30 Ekim’de İzmir’e geldim.
Buca cezaevinde bir müddet kalınca 17 Kasım saat 11.00 de beni devlet hastanesinde acil olarak ameliyata aldılar. Kanser olduğu tespiti ile iki buçuk saat süren bir ameliyat olduktan sonra 10 gün ayağımdan zincirlerle bağlı başımda jandarmalarla kaldım.
Esas konu bundan sonra. 27 Kasım’da kesilen kanserli hücrelerin Ege Üniversitesi Hastanesinde incelenip tahlil yapılınca benim hastalığım “Malin Melanum” olarak geldi, yani halk arasındaki adıyla kara kanser. Doktor beni taburcu ederken şunları söyledi: “Oğlum Sedat ölüyorsun. Üç yıllık ömrün var. 16 ay boyunca ışın tedavisi görmezsen öleceksin. Bunu sana söylemem yanlış, ama kimsen olmadığı için yüzüne söylüyorum. Aileni avukatını, insan haklarını ve demokratik kitle örgütlerini devreye sok, seninle acil olarak ilgilensinler. Ben ışın tedavisi olabilmen için 9 Eylül hastanesine şevkini yaptım” dedi. Üç-dört gün sonra 9 Eylül Hastanesine gittiğimde başhekim beni acil olarak yatırdı. Fakat cezaevinin güvenliğini sağlayan jandarma “biz senin başına 16 ay boyunca asker veremeyiz ve zaten bu hastanede mahkûm koğuşu yok” dedi. Bu durum karşısında başhekim beni Tıp Fakültesi Hastanesine sevk etti. Aynı gerekçelerle orada da karşılaştık ve tekrar devlet hastanesi mahkûm koğuşuna geldik. Benim sorunuma bir çözüm bulmak amacıyla beni Ankara Hacettepe Hastanesine sevk ettiklerini üç-beş saat önce bana resmi olarak bildirdiler. Şu anda nereye gideceğimi bilmiyordum, bildiğim tek şey her gün benim aleyhime işliyor. Göreceğim ışın tedavisinin yanında stresten uzak ve iyi beslenme olursa böyle ölümcül bir hastalığı yenebileceğimi söylüyor doktorlar. Şu anda ameliyattan çıkalı 23 gün olmasına rağmen hala yüzükoyun yatıyor ve acılar içinde kıvranıyorum.
12 Eylül cuntasından bu yana yatıyorum. Eskişehir sıkıyönetiminin yasadışı mahkemelerinden ceza aldım. Bartın, Eskişehir ve Aydın cezaevlerinde kaldım. Daha 5 yıl cezam var.
Not: Yarın tekrar Buca cezaevine götüreceklerini söylediler.
Sedat KARAAĞAÇ Buca Kapalı Cezaevi. E. 3 İZMİR
(VİYANA HALK KÜLTÜR DERNEĞİ Sedat Karaağaç için 166.360 TL bağış toplayarak gönderdi. -Ailesine iletildi.)
İnsan Hakları Haftası Kutlandı!
İnsan Hakları Haftası İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİNİN yayınlanmasının 41. yıldönümü nedeniyle; Ankara’da İHD merkezi tarafından “Kültür Haftası” olarak kutlanmasına rağmen, İstanbul İHD şubesi “İnsan Hakları Haftası” olarak kutlanması kararı aldı. Hafta boyunca film gösterisi, sergi, duvar panoları, forum ve panel gibi etkinliklerle 1949 yılından bu yana insan hakları ihlalleri sergilenmeye çalışıldı. Özellikle 1980 sonrasındaki tüm toplumu kökten etkileyen insan hakları ihlalleri tartışıldı. 1989 İnsan Hakları Haftası:
650.000 kişinin gözaltına alındığı,
210.000 siyasi davanın açıldığı,
30.000 kişinin siyasi mülteci olarak Avrupa’da yaşamak zorunda bırakıldığı,
14.000 kişinin vatandaşlıktan çıkarıldığı,
388.000 kişiye pasaport verilmediği,
9.400 kişinin sakıncalı -1402 sayılı yasaya göre ya kamu görevinden atıldığı ya da sürüldüğü- işlem gördü,
7.000 kişiye siyasi nedenlerle idam cezasının istendiği,
500’ü aşkın insanın idam cezası aldığı,
48 kişinin idam edildiği, 400 idam dosyasının mecliste onay beklediği,
177 kişinin işkencede öldürüldüğü,
8 gazetenin kapatıldığı, toplam 195 gün yayın hayatından uzak kaldığı,
23.667 derneğin faaliyetten men edildiği,
458 yayın için toplatma kararı alındığı,
39 ton gazete dergi ve kitabın yakıldığı,
40 ton yayının yakılmayı beklediği,
Yazar, çevirmen, yayıncı ve gazetecilere 2.000 yıla yakın hapis ve milyarlarca liralık para cezası verildiği,
Halen 26 yazı işleri müdürünün, cezaevinde bulunduğu,
Doğu’da insanlara dışkı yedirildiği, keyfi taş taşıtıldığı, askerlerin her an sorgusuzca ateş açıp, çoluk, çocuk, kadın gözetmeden insan öldürdüğü,
Din dersinin (İslam ve Sünni) zorunlu ders olarak okutulduğu,
Buhran nedeniyle her gün durgunluğa sürüklenen ekonomide tek canlı sektörün cezaevi inşa sektörü olduğu,
Eğitim ve sağlığa ayrılan fonun, orduya ayrılan fondan 5 misli daha düşük olduğu,
Kürtlerin kendi geleceklerini tayin hakları bir yana, kendi dillerini bile kullanmalarının bir lütuf olarak görüldüğü,
141, 142, 163. yasalar kalkınca sanki ülkede insan haklarının biteceğinin bir takım “sözde ilericiler”ce savunulduğu,
İnsan Hakları savunuculuğu gibi bir misyonu yükselen İHD merkez yöneticilerinin, bu haftaya “İnsan Hakları Haftası” yerine, “kültür haftası” adını vererek, Türkiye’de insan haklarına yapılan saldırıları hafife aldıklar,
Böylece tüm insan hak ve özgürlüklerinin ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir ortamda, ülkede insan hakları haftası kutlandı.
Layık olanlara kutlu olsun!
Türk ye Kürt kamuoyuna
Elimize Aralık 1989’da yayınlanan ve PKK İstanbul Temsilciliği’ne ait olduğu belirtilen bir açıklama geçti. Açıklama öz olarak Hakkâri’nin İkiyaka köyündeki katliama ilişkin. Katliam düzenleyicilerinin kesinlikle PKK ve ona bağlı güçlerin olmadığı ısrarla belirtilen açıklamada bu katliamın bir provokasyon olduğu özellikle vurgulanıyor ye düzenleyicilerinden hesap sorulacağı ifade ediliyor…
Açıklamada, katliamın oluş nedenleri arasında “yeni bir atılım dönemine giren PKK’nın bu atılımının önünü kesmek” ye “PKK’nın 11. kuruluş yıldönümünde girişeceği muhtemel saldırı eylemlerinin haksız zemine düşürmek ve onu halktan tecrit etmek gibi nedenler sayılıyor, planlayıcı olarak devletin, uygulayıcı olarak da Özel timlerin rolü önemle vurgulanıyor.
Bir başka neden olarak da PKK Genel Sekreteri A. Öcalan’ın son zamanlarda çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanan röportajlarının kamuoyunda yarattığı olumlu izlenimlerin iktidarı rahatsız ettiği ve bu olumlu imajı silmek ve karalamak için katliama girişildiği belirtiliyor.
Bir diğer neden ise o günlerde Kürtler ve Kürtlere karşı tavır yüzünden çözülmeye uğrayan SHP’nin devlet tarafından kurtarılması olarak gösteriliyor ve ayrıca şunlar söyleniyor:
“Olayın (İkiyaka katliamının) basın ve kamuoyuna yansıtılışında çok ilginç noktalar var. (…) PKK’ya mal edilmek istenen katliamın yapıldığı yere, bir süre basın-yayın kuruluşları sokulmamıştır. (…) Yine, PKK’nın yöntem ve üslubu olmayan şahıs isimleri ile sahte bildiriler ortaya çıkarılmıştır. Buna ek olarak, önemli sayıda köy korucusunun olduğu belirtilen köyde, sadece kadın ve çocuklar katledilmiş, bir korucu dışında diğerlerine bir şey olmamıştır. Olayın olduğu yerde “kar yağışı”, “hava muhalefeti” gerekçe gösterilmiş, ancak olay ardından yapılan TV çekimleri ve resimlerde, bölgenin karlı olmadığı ortaya çıkmıştır. (…) Gerçek suçlular er geç açığa çıkarılacaktır.”
İstanbul Hukuk Oyuncuları İdamları Tartışıyor
Röportaj: Aynur SARICA
Erdal Eren 13 Kasım 1980 de, cuntanın işbasına gelmesinden sadece iki ay sonra oldu bittiye getirilerek, çocuk sayılabilecek bir yaştayken asıldı. Yaşı tutmuyordu. Kendi yasalarını ihlal ederek kitaplarına uydurdular. Küçük bir kemik muayenesiyle 17’yi 18 yapmayı başardılar. Ama belki henüz daha tam olgunlaşamamış sesiyle darağacında meydan okumasını engelleyemediler.
Erdal Eren’in öyküsü trajik yanıyla ve 12 Eylül sonrası ilk idam olayı olmasıyla, karşı-devrimin idamlarının simgesi haline geldi. İdamlar, İnsan Hakları haftasının da gündemindeydi. İstanbul Hukuk oyuncuları, İnsan Hakları haftasını, Erdal Eren’in idam edildiği günde, Erdal’ın öyküsünü oyunlaştırarak karşıladılar. Amaç, idam olayını bir sakilde tartışma gündemine sokmak.
İstanbul Hukuk Oyuncuları’yla, kendi tiyatro salonlarında söyleştik. Erdal Eren’i, idamları, İstanbul Hukuk Oyuncuları’nı (İHO), kültür ve sanatı tartıştık.
ÖZGÜRLÜK: İHO nasıl oluştu? Ne amaçla yola çıktınız? Biraz bahsedebilir miyiz?
MESUT: İHO bu sene hareket eden bir yapı olmak iddiasıyla ortaya çıktı, Tiyatroyu kitlelere götüren, kitleleri tiyatroya getiren bir anlayış egemen; sene başında. ‘Şenlik topluluğu’ olma ya da “şenlik topluluğu yapılma” konumunu zorlayıp, yeni bir biçimle tiyatro yapmaya karar verdik. Biz diyorduk ki; üniversite toplulukları “Şenlik topluluklarına” kadar indirgenmiştir. Herhangi bir seyirci gelenekleri yoktur. Üniversite öğrencisi de dayatılan birtakım sanat kurumlarına yönelmek zorundadır. Alternatifi olmadığı için… İHO da bir alternatif olmalıdır. Bu anlamda bir seyirci geleneği oluşturmak vardı. Bu seyirci geleneği içinde de hem kendimize dönük, hem de seyircimize yönelik olarak, okuyan, düşünen, yazan, tartışan bir insan tipi yaratmak istedik. Bunun için çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
ÖZGÜRLÜK: Nasıl bir topluluk olmayı amaçladınız? “Aman, işte bize kıyafet verin, kostüm verin. Paramız yok…” gibi birtakım icazetler dilenen, bir yerlerden bir şeyler bekleyen bir topluluk da olabilir… Ki bunun örnekleri var. Sizin bu konuda belirlenmiş prensipleriniz var mı?
EMİNE: Biz sene başında güvenirsen kendi gücüne güven diye bir ilke koyduk önümüze… Mümkün olduğu kadar kendi gücümüzle bir şeyler yapmaya çalıştık. Paralar topladık üyelerden. Oyunlarda 500’er lira gibi cüzi bir miktar, hiç değilse oyunun masraflarını karşılayabilecek şeyler düzenledik kendi çapımızda. Bunun yanında, idareye çıkıp en azından masraflarımızı karşılayabilecek, hiç değilse kırtasiye olarak, bir şey istemeyi düşünüyoruz. Şuralarda kullanılmayan bir sürü boş yerler var. Buraların bize verilmesini istemeyi düşünüyoruz hala. Henüz çıkamadık ama. Hedefimiz bunlar.
ÖZGÜRLÜK: Bu konuda destek var mı? Yoksa aksi köstek ml var?
EMİNE: Şu ana kadar herhangi bir destek vermediler. Ama bunun yanında burasını kapatma -sınav salonu olarak kullanılıyordu- Her sınavda kullanılıyordu burası eskiden. Şimdi ilkönce folklora gidiyorlar, şayet yetmezse ‘burayı da alacağız” gibi bir yaklaşımla geliyorlar. Düne kadar şu çivileri çakamıyorduk. Şimdi orman gibi… Afişlerimizi asabiliyoruz. Yerleşik bir düzen var. Evvelki senelerde çalışmadan sonra sandalyeleri kenara dizip, sahne olarak kullandığımız kürsüyü oraya yerleştiriyorduk. Şimdi artık burası bir sahne. İstediğimiz gibi duruyor. Spotlarımızı koyduk, perdemizi, sahneyi düzenledik. Artık burası İHO… Bir tiyatro salonu. Bunu hiç değilse fiili durumda yaratarak kabullendirmeyi başardık.
MESUT: Bu arada birtakım tartışmalarda gündeme geldi. Şimdi burada’ olmayan bazı arkadaşlar “Aman ha! bu salonu bizden alırlar.” dediler. O zaman bir soru sormuştuk. Bu salon bizim mi? Bizim değil ki aslında… Önce biz bunu bizim yapalım. Bunu nasıl yapabiliriz? Etkinliklerimizi, sesimizi sürekli duyurarak yaparız. Sanıyorum ki iki aylık pratiğimizle ses getirmeye başladık. Geçen yıl sen burada değilsen. Bugün buradaysan, sabah başka biri buradaysa, 15 gün önce başka biri buradaysa, bu salon haftada 150 kişiye oyun oynuyorsa, insanlar İHO adını birbirinin kulağına fısıldıyorsa, bu İHO’nun artık burayı sahiplenmeye başladığını ve fiili bir durum yarattığını gösterir. Tüm fakültelerden arkadaşlara da aynı şeyi söylemek gerekiyor aslında. Vermelerini beklediğimizde çok yavaş ilerliyoruz. Veriyorlar, yavaş yavaş veriyorlar. Ama biz bizim olanı bugün almalıyız.
ÖZGÜRLÜK: Biraz önce seyirci geleneği oluşturmaktan bahsettin. Bu amaçla yola çıkan pek çok topluluk var. Ancak uzun erimli olamıyor. Parlayıp sönen yıldızlar gibi. Atılan iyi adımlar devam ettirilemiyor. Bu anlamda nasıl bir çalışma yöntemi izliyorsunuz ki süreklilik kazanılsın? Çünkü gelenek yaratmak ancak buranın bir kurum haline gelmesiyle, böyle bir işleyişe sahip olmasıyla mümkün. Demek istediğim sağlam bir örgütlülük gerekiyor.
MESUT: Mutlak. Şu andaki İHO çok genç. İHOyu şu anda kurumlaşmış bir yapı olarak almak yanlış. Bu çok ilerde bir şey gösteriyor. Ama hedefimiz o. Amatör tiyatrolar, özellikle üniversite tiyatroları büyük oyunlara soyunduğu için ve kadro da çok yüzer-gezer olduğu için bir türlü başarıya ulaşmıyor. O zaman dedik ki: Küçük oyunlar oynayalım. Bunlar üzerinde yoğun çalışalım. Çok fazla sahne deneyi olsun. Bu kurumlaşmaya giden yolda önemli bir adım bence. Kısa oyunlarla çok oyun oynayarak bir seyirci potansiyeli tutmak, oyuncunun sürekli oynadığı bu oyunlarla gelişimini sağlamak. Amerika’yı yeniden keşfetmeliyim dedik. İHO dışından insanlarla da çalıştık. O anlamda İHO dışından insanlarla çalışarak, sürekli oyunlar oynayarak bir seyirci geleneği ve oyuncu yaratmak amacımız. Yöntemimiz bu.
ÖZGÜRLÜK: Seyircinin katılımı nasıl? O, düşünen-araştıran-tartışan insanı yaratma yolunda sağlam adımlar atılabildi mi?
MESUT: Oyunlardan sonra yaptığımız seyirci söyleşileri dikkate değer bir çalışma. Bu anlamda seyirci üzerindeki etkileri ne oldu? Kısa iki aylık bir tarihçesi var zaten. İlk oyun sonrası söyleşimizi yaptığımızda kimse konuşmadı. İkinci söyleşimizde bir-iki ses çıktı. Sonra söyleşi sayıları arttıkça insanlar bayağı bayağı tartışmaya başladılar bizimle. Birçok platformda yapılamayan şey bu, zaten hiç tartışma yapılmıyor da… Bugün üniversitelerde akademik kurumlar olarak mutlak tartışmanın gündemde olması gerekir. Oysa ancak insanlar çıkıyorlar, bir düşünceyi anlatıyorlar, gidiyorlar. Tartışma ortamı yaratılamıyor. Bir nevi gösteri mahiyetinde kalıyor. Burada ise her oyundan sonra oyun tartışılıyor.
ÖZGÜRLÜK: öğrenci derneğiyle ilişkileriniz nasıl? Şöyle bir şey oluyor mu? Hani genellikle olur ya… Siz burada sanat yaparsınız, onlar da dışarıda forum yapmaktadır. Onlar forumculardır. Siz sanatçılarsınızdır. Dışlamaktasınızdır ya da küçümsüyorsunuzdur onların eylemini gibi. Böyle genel bir intiba olur karşılıklı. Bunun örnekleri yaşanıyor mu?
MESUT: Yaşanmıyor. Ama şu var. Bu potansiyel bir tehlike olarak insanların kafasında var. Biz İHO olarak tüm kurumlara açığız. Öğrenci Demeği de bizler için var olan bir kurum. Biz öğrenci derneğinin çalışmalarına direkt omuz veren bir yapıyız kültürel etkinlik anlamında. Fakat dışarıda sanıyorum böyle bir kaygı var. Mesela bizim oyunlarımıza forumlar denk geliyor ve biz burada boş salona oynuyoruz. Ama öğrenci derneğiyle onlar etkinliklerimize yöneldikleri sürece birlikte hareket edeceğiz. Biz zaten kendimizi öğrenci derneğinin dışında bir kurum olarak görmüyoruz. Öğrenci dernekleri fakültelerdeki demokratik kitle örgütleridir. Bu örgütlerin içinde kültürel etkinlikler de vardır. Resmi anlamda hayata geçmemiş bir öğrenci demeğimiz var bizim. Biz kendimizi onların bir parçası olarak değerlendiriyoruz. Burada zaten amacımız dedik ya, düşünen sorunlarına duyarlı olan tartışan insan yaratmak ve biz bu anlamda kendi sorunlarımıza duyarlı olduğumuzu, ve ortaya sürülen çalışmalara destek vereceğimizi baştan beri söylüyoruz.
ÖZGÜRLÜK: Ve sanıyorum üniversitelerde insanlara kültür ve sanatla, kültür kollarıyla gitmek çok daha kolay. Çünkü politikayla sanat, ilgisi olmayan işler olarak algılandığı için, insanların kafasında böyle bir imaj olduğu için “oyundur, eğlencelidir, güleriz” diyerek, içleri daha rahat olarak geliyorlar.
MESUT: Geçen gün burada oyundan sonra idam cezalarını tartıştık. Sonra yukarıda foruma çıktık. Baktık biz de aynı şeyleri konuşmuşuz. Biz slogan atmıyoruz ama aynı şeyi anlatıyoruz sonuç olarak. Bir de oyun sonrası tartışmalarında daha katılımcı bir yaklaşım var. Herkesin sesini yükselttiği bir ortam var.
ÖZGÜRLÜK: Bu seyircinin karşısında somut bir olay görmesinden mi kaynaklanıyor sence?
MESUT: Tabii. Somut üzerinde tartışıyorlar. İnsanlar çıkıp direkt bir soyutlama yapmıyorlar. Önce somutu gösterip sonra onu nedenleri çözümü tartışılıyor. Bence üniversitelerde politik çalışmalar açsından atlanan, unutulan da budur. Sanatı var etmek zorundayız. Deniz Gezmiş “Onlar edebiyatı bilmiyorlar, onlar şiiri bilmiyorlar” diyor. “Unuttular bunları” diyor. “Eline silahi alan çıkıp böyle böyle yapıyor” diyor. Sanat bir şekilde uzak tutuluyor. Bunu sistemli olarak yukarısı yapıyor zaten! Kendi içimizde düşünen insanlar olarak biz de buna set koyuyoruz.
ÖZGÜRLÜK: Farklı bir insanı, yeni bir insanı yaratmada egemen sistemin karşısında olmakla birlikte, aynı zamanda ödenekli tiyatroların ya da özel tiyatroların alternatifi bir tiyatro da çıkabilir mi üniversitelerden?
Mesela Genco Erkal, 20. yılını kutluyor ‘Merhaba’da. 20 yılında tek kişi kalmış. Bir kişiyle kutluyor. Oynadığı oyun, kasetini yaptığı, 79’da oynadığı, geçtiğimiz senelerde tekrar oynadığı oyunu yeniden harmanlayıp, yeniden sunmak. Brecht destekli bir Nazım yapıyor. Sadık seyircisi var, geliyor, izliyor. Bu anlamda, Türkiye’de en ilerici tiyatro diye baktığımız Dostlar Tiyatrosu da aktif bir seyirci yaratmayı pek beceremiyor. Acaba üniversitelerden çıkabilir mi böyle bir şey?
EMİNE: Ödenekli tiyatrolara alternatif olarak amatör tiyatroları görüyoruz. Ortada gişe kaygısı olunca, para kaygısı olunca yapılan işlerin değiştiğini görüyoruz.
BÜLENT: Tiyatronun yapılan işin, anlatılmak istenen şeyin parayla bir ilgisi yok. Para yalnızca teknik bakımdan gerekli bir şey. Ödeneklerin nereye harcandığı önemli.
ONUR: Yöntem ve yol belirlendikten sonra amatör tiyatrolar profesyonel tiyatrolara oranla pek çok avantaja sahip. Bizim seyirci sorunumuz yok aslında. Tek problem onların buraya nasıl geleceği. Onları bu salona nasıl getirtebileceğimiz.
MESUT: Bence üniversite toplulukları, bugün var olan, dayatılan sanata alternatif olmalıdırlar. Ama bu geniş anlamda, sizin alternatifiniz biziz. Sizin karşınızda biz varız, gibi algılanmasın. Düşünsel anlamda alternatifiniz ve bunu hayata geçirmeye çalışıyoruz. Ödenekli tiyatroların neler yaptığını biliyoruz. Bizim seyircimizi yıllardır onların aldığını da biliyoruz. Ama o seyirci bizim seyircimiz. Bunlarla ayakta durduklarını da biliyoruz. O seyirciyi bu salona çekmek istiyoruz.
ÖZGÜRLÜK: Erdal Eren’in idamıyla ilgili bir oyun oynadınız. “Bir Fidanın Öyküsü” diye 20 dakikalık kısa bir oyun. Bunun sürecinden biraz bahsedebilir miyiz? Niçin Erdal Eren? Niye idamlar? Hukuk Fakültesi’nde okuyor olmanızın oyuna bakışınızda önemli etkisi var sanıyorum.
EMİNE: Sene başında bir öneri gelmişti. İdamlar konusunda Hukuk Fakültesi çapında baroların, hatta profesörlerimizin katılacağı, öğrencilerin fikrini, onların yazılarını da içine alacak büyük bir oyun yazmak ve onu sergilemek düşüncesi… Böyle bir öneri gelmişti. İlk etapta her oyundan önce ve fırsat buldukça öğrencilerle anket yapmaya başladık. Kültürel faaliyetlere nasıl baktıkları konusunda. Sanırım şimdi ikinci bir anket çalışmasına başlayacağız. İdam konusunda insanlar ne düşünüyor? Karşı olanlar, olmayanlar. İnsanların bu konudaki fikirlerini öğrenip onları yazılı bir hale getirip, bütün bunlardan başka bu konuda yazılmış kitaptan da tarayıp, bunlardan kotaracağımız bir oyun yazmak. Bunun ilk aşamasında da insan hakları haftası dolayısıyla, idam konusunda bir oyun çıkarmak istedik. Erdal Eren’in özel bir konumu var. Bir düşünce suçlusu olarak yargılanıyor. Ancak suçu ne olursa olsun, tarafsız bir mahkemede yargılanmadı. Suçsuz yere asıldı. Soruşturması, keşfi yapılmadan, deliller lehine olmasına rağmen bir hukuk faciası olarak o çocuğun asılması vardı. Bu sadece bir örnekti. Bunun dışında idamın insanlık dışı bir olay olması bizi çok etkiledi.
MESUT: Hukuk Fakültesi öğrencisi olmamızın mutlak bir etkisi var. Çünkü ileride kalem kıracak olan insanlar, idamları isteyecek olan insanlar bizleriz. İnsanlarda hukukçu bilincini yaratmak istiyoruz. İlk olarak işkenceyi işledik. Şimdi idamı işliyoruz. Önümüzdeki günlerde yine bizi ilgilendiren konuları işleyeceğiz. Tabi bu genel çizgi. Emine’nin dediği gibi Erdal Eren idamların en çarpıcı örneklerinden biriydi. Örnek açısından çok vurucuydu. Elimizde de yazılmış, hazır bir tekst vardı. Bu tekst üzerinden hareket ettik.
BÜLENT: Bizim açımızdan olay haklı veya haksız yere idam değil. Erdal Eren’in haksız yere idam edilmesi değil. Genel olarak idama karşıyız. Şöyle bir şey dedik 15 kişiyi öldürmüş, ırzına geçmiş olsa bile insanların idamına karşı olunmalı. Bir arkadaş, dün oyun sonrası sohbette dedi ki “Ben MGK Konseyi üyelerinin asılmasını istiyordum. Ama şimdi istemiyorum. Onları asmanın çözüm olmadığını düşünüyorum.” Yine bir başka arkadaş “ ’60’larda asılanlar ne yapmış olurlarsa olsun, şimdi meydanlara isimleri veriliyor” dedi. İnsan asmak, kişi haksız da olsa, onu haklı gösteren bir sebep olur. İdam böyle bir ceza
ONUR: Bizler idama karşıyız ve bunun en çarpıcı en etkileyici örneği olarak Erdal’ın öyküsünü seçtik. Bu öykü çok enteresandır. İdamın çirkinliğini, idamın yozluğunu en iyi şekilde, en ayrıntılı şekilde ortaya koyan bir örnek. Oyundan sonraki tartışmalarda daha çok gelişti bu konu. Yani 10 kişiyi öldürdükleri zaman insanlar asılmalı mı? Hayır. İdama biz tümden karşıyız. Kesinlikle olmamalı. Böyle bir yol çizerek Erdal Eren’i ortaya koyduk.
ÖZGÜRLÜK: Ancak bu konuda her konuda olduğu gibi sınıfsal bakış zeminini de sanıyorum unutmamak gerekiyor. Ekim Devrimi’nde hiç insanlar asılmadılar mı? İdeolojik olarak baktığımızda asanlar ve asılanlar var. Bu noktada, olay yani Erdal Eren’in idamı, idam olayının kendisinin çirkinliğinden ve yozluğundan ziyade 12 Eylül faşizminin çirkinliğini ve yozluğunu simgeliyor. Erdal Eren tesadüfen seçilmiş bir isim değil. Başka pek çok adamı asabilirlerdi ama o seçildi. Karşıdevrimin bizzat devrimcilere olan saldırısı gündemde İdi… Şuna benziyor bu: Savaşa karşıyız. Ama haksız savaşlar var, haklı savaşlar var. Bu İdam olayına da uyarlanamaz mı? Günümüz Türkiye’sinde idama karşı olmak, bütün bu kapitalist sistemin hukukuna karşı olmakla özdeş olduğu İçin, bu noktada idama karşıyız. Mutlak özgürlük olmayacağı gibi mutlak idam karşıtlığı da olamaz. Sınıflar vardır ve bu sınıfların kendi kuralları vardır.
BÜLENT: Hangi kritere göre haklı idam, haksız idam?
ÖZGÜRLÜK: Devrim ve karşı-devrim noktasında. Toplumsal hareketlilik öyle bir noktaya gelir ki bir yerden sonra çığırından çıkar her şey. Düşün karşındaki adam sana ateş ediyor. Ne yapacaksın? İsa gibi mi olalım? Bir yanağına vurdu, çevir öbür yanağını… Zorunluluk var. İdam cezasına karşı olmak için bulunduğumuz sistemde, günümüz hukukuna karşı olmak, bu sisteme, bu rejime karşı olmak manasına geliyor ve biz bu anlamda idama karşıyız. Ama mutlak olarak karşısında olamayız.
ORAL: Şurayı kaçırmamak gerekiyor. Devrim olduğunda idamlar olacak, devrimin yöneleceği yer idama yer vermeyen, giderek hukuka yer vermeyen bir toplum olacaktır. Çünkü sınıfları ortadan kaldırmayı vaat eden sisteme bir geçiştir. Var olan sosyalizm tartışmasında da şu gelir gündeme. “Kardeşim Sovyetler Birliği’nde bir sürü kişi sürgüne gönderildi, Stalin döneminde şu kadar insan asıldı.” Bu, sosyalizmin içini nasıl doldurduğumuza bağlı. Eğer sen şunu dersen “sosyalizmde sınıf ortadan kalkmamıştır. Devlet ortadan kalkmamıştır. Ama devlet öyle bir devlettir ki kendini ortadan kaldıracak şekilde örgütlenir” dersen, sonuçta da sınıfsız toplumu hedeflediğini söylersen, senin söylemin haklıdır. Sen bugün idama karşısındır, genel olarak da karşısındır. Ama sosyalist devrim söz konusu olduğunda sen karşı devrimcileri gerektiğinde asarsın. Nasıl gerekir? O bir sorudur. Cevabı da şudur: Devrimin önüne geçmek durumunda olan insanlar, gönül ister ki onları başka bir şekilde önünde engel olmaktan kurtarasın. Fakat onlar önüne dikilmeye devam edecektir ki Sovyetler Birliği’nde böyle olmuştur ve onlar bir şekilde cismen yok edilmişlerdir.
ÖZGÜRLÜK: Son sorum: Gelecek için neler düşünüyorsunuz?
MESUT: Birincisi bu haftalık oyunlar devam edecek. İdam konusundaki oyunu yazmaya devam edeceğiz. Tasarladığımız bir iç bülten çalışmasını hayata geçirmeye çalışacağız. Daha hareketli bir yapı haline gelmek istiyoruz. Oyun yazmayı öğreneceğiz. Bir şenlik gündemde. 1. Hukuk Fakültesi Kültür Şenliği. Tüm kollarla beraber yapacağımız. Geleceğe güzel bakıyoruz. Sayımız gitgide oturmaya başlıyor. Bu ilk dönem bizim için bir yerleşme süreci oldu. Artık kafamızdakileri rahat rahat hayata geçirme olanağı bulacağız.
ÖZGÜRLÜK: Çok teşekkürler. Çalışmalarınızın devamını diliyorum.
On küsur yıl sonra yeniden
PERDECİ- Mehmet Esatoğlu
Gazetenin üzerinde üst üste yığılmış genç kısan resimleri ve onları köşeye kıstırmış eleri sopalı başka insanlar. İlkel bir av resmi adeta…
Perdeci sabah sabah gözlerinin önünden bu görüntüyü silmeye çalışarak dolanıyordu kuliste. Sıkıntısını dağıtmak üzere bir gece önce oyundan sonra içilmiş çay bardaklarını toplamak üzere ayağa kalktı. Lavaboya doğru yürürken görüntü karşı duvarın üzerinde büyümeye başladı. Elindeki bardaklar tıngırdarken dudaklarının arasından fısıltıyla “Bir kez daha… yeniden” dedi kendi kendine.
Musluğu açtı, musluktan sarımtırak-ülke yönetimi ve belediyece adına su denen bir şeyler akmaya başladı. Bardağı uzatırken durdu. Sarı suyun sarılığı bırakıp beyaza dönüşmesini bekledi. Zaman kazanmak amacıyla geri kalan bardakları getirmeye gitti. Bardaktan lavabonun önündeki çıkıntıya dizdi. Bardaklar üst üste duruyorlardı ve musluktan sarımsı su akıp gidiyordu. Perdeci bardaklardan birini almak üzere elini uzattı, bardakaltına sokulacağı suya öfkeyle baktı. Perdeci birden elini geri çekip sabahta görüntüye gönderme yaparak çay kaşığını bardaklara doğru tehditkâr bir biçimde salladı ve lavabo kenarında duran ince beli bardağı zorla suyun atına sokup ovuşturmaya başladı. Bardak san suyun çirkinliğine ve ovuşturmanın şiddetine dayanamayarak çıt diye çatladı. Ayrılan parça ovuşturanın işaret parmağını kasiyerdi. Parmaktan Mayan kan sarımsı suyun ortasında bir an şaşkın bir kuş gibi kalakaldı. Akan su onu lavabodan alıp götürüverdi. Perdeci bu yarı-düş, yarı-gerçek oyunu bırakıp yıkanmış bardaktan ters çevirip lavabonun çıkıntısına dizdi. Bardakların öfkesi fanteziydi ama kesilen parmak gerçekti. Kanama bir türlü durmuyordu.
Gazete kâğıdından bir parça koparıp kanayan yere bastırmak eterken aynı görüntüyle yeniden karşılaştı. Gazeteyi alamadı. Parmağından bir damla kan gazeteye damladı, yayıldı, kurudu. Akşam kulise giren oyuncular gazetedeki resmi ve kenarındaki bir damla kanı kendilerine iletilmek istenen mesajın bir parçası sandılar.
Tiyatrodan çıktığında geçen aydan beri ensesinde boza pişiren kış rüzgârına karşı paltosunun yakasını kaldırdı. Otobüs durağında otobüs önünde durduğunda cebinin derinliklerinde kalmış bilet kalıntısını arıyordu. Otobüsün ilk basamağına doğru adım atarken tabelaya bakmadığını hissederek sordu: “Hürriyet Meydanı’ndan geçer mi?” Şoför, tam yanıtlayacakken bir an durdu, hafif bir gülümseyişle “Hürriyet Meydanı değil mi, ya Hürriyet Meydanı…” Sonra toparlanarak “Geçer”, ön sıralarda oturan kimi yolcular Perdeci’yle şoför arasındaki bu gülümseyişli konuşmayı çözemediler. Hatta orta yaşlı bir hanım ‘Beyazıt demek istiyor, şoför efendi” gibisinden bir kaç laf bile geveledi. Şoför, nedense bu Hürriyet Meydanı sözcüğüyle gövdesinde bir kımıltı hissetti. Hatta yanlış duyup duymadığını denetlemek üzere yeniden Perdeci’nin yüzüne baktı, gözlerindeki parıltıyı görünce rahatladı. Şoförün gözlerindeki parıltıysa şöyle dile geldi:
Beni tanıdın mı arkadaş
Ben ekmeği küçülünce
Vites küçültenlerden
Ekmek dövüşünü eylemiyle
Bütün kente böyle ilan edenlerden.
Evine, işine geç kalsa da
Ekmeğimize göz dikenlerin kışkırtmasıyla
Zorda kaldığı için sevmeyenler
Size merhaba!
Otobüs hareket edince şoför kendi kendine “Meydanın adı boşuna “Hürriyet” olmadı. Buna kin duyanlar bir karanlık eylül günü parmaklar kaldırdılar havaya ve adına oylama dedikleri bir yöntemle boğuverdiler güzelim “Hürriyet” sözcüğünü. Sanki Perdeci de aynı sözcükleri usundan geçirmiş gibi şoföre döndü “Bellekler bu kadar çabuk mu körleşti?” Şoför, “Körleşti abi. Belki senin gibi inatlaşmak gerek. Her gün “Hürriyet” diyerek.
“Benim için ‘Hürriyet Meydanı’nın öyküsü daha başka. 1960 yılında babamı o meydanda polis katana atıyla çiğnedi, sakat bıraktı. Şu sokakta gördüğün sıradan insanlar 50’li yılların sonlarına doğru ‘Taraflı’ bir Cumhurbaşkanının yönetiminde kuzu gibi yaşarken bir Mayıs sabahı durumun hiç de öyle olmadığı açığa çıktı. Sanki öfkelerini için için saklamışlar. Babam, komşularımız, Laleli ve Aksaray’ın kimi esnafı kapayıp kepenkleri dökülmüşler yollara diğer yanlardan gelen değişik insanlarla buluşmuşlar o meydanda. Coşkuyla “Sen oyna diktatör, sen oyna” türküsünü söylerken birden bir koşuşma olmuş. Babam arkadan gelen atlı polisin copundan kaçarken, başka bir polisin katana atının altında kalmış. Katana atı beline bir basış basmış, ihtiyar bir daha iflah olmamış.
‘Hürriyet Meydanı’yla hesabı kesişemiyoruz bir türlü. Şimdi de bir oğlum var, iktisatla okuyor ve caminin kenarında günümüzün katanası panzer, oğlumu bekliyor. Acaba oğlum da büyükbabası gibi çiğnenecek mi, bilemiyorum. İki insan otuz yıl farkla aynı tehlikelerle burun buruna. Geçen gün tartışıyorlardı, aralarında bir fark sezdim. Babam, eskiden elinde parti amblemli bastonuyla gezen cumhurbaşkanını taraflı diye suçlarken onu eski partisiyle organik ilişkisini koparamamasından ötürü kınıyordu. Bugün oğlum tarafsızlık yalanına gülüp geçiyor ve baştakinin aslında kimin tarafını tuttuğunu çok açık biliyor.”
Otobüs “Hürriyet Meydanı”na yaklaşırken şoför kulaklarında derinden gelen ve giderek büyümeğe başlayan bir nal sesi duymaya başladı. Gözlerinin önünden dev bir lastik geçiyor, meydanda yuvarlaklar çiziyordu. İnsanlar korkuyla bakarken lastik üniversitenin kocaman kapısına çarpıp çarpıp geri dönüyordu. Birden -uzaktan kumandalı gibi- kalabalığa yöneldi. Meydandakiler bir türlü kaçamıyor, nal sesleri kemik seslerine karışıyordu. Şoför bu seslerden kurtulmak, koşmak ve her gün direksiyonları kucaklayan kocaman elleriyle lastiği durdurmak istiyordu.
Şoförün gözünde bu düşler uçuşurken, otobüs, ‘Duracak’ ışığına rağmen hiçbir durakta durmuyordu. Her zamanki gibi sağdan gitmesi gerekirken soldan, ‘dur’ diyen ışıklara rağmen gidiyordu. İnmek isteyen yolcuların uğultuları yükselince, şoför biranda kendine geldi. Ve gördüğü ilk durağa hızla yanaştı. Yolcular bağır, çağır inerken o hala nal ve kemik sesli düşün etkisi altındaydı. Kaldırımın kenarında sesler soruyordu birbirine ‘Neden durmadı acaba onca durak’. Şoför ‘Hürriyet Meydanı’na girerken, Perdeciye bu, her günkü kâbusunu anlatıyordu.
Perdeci, elleri öfke ve acıdan direksiyona kenetlenmiş babanın yüreğinin titreşimini duydu içerlerinde bir yerde. Her akşam ‘oğlum sağ ve tutuklanmamış dönebilecek mi’ korkusu. Kim bilir sabah üzerine kan damlayan gazetedeki resmi gören on binlerce aile akşamı nasıl bekliyordu. Copla saldıranlar evlatları hiç olmamış ve olmayacakmışçasına yürüyorlardı genceciklerin üstüne.
“Perdeci, inerken “Bir kez de ekmek-ötesi talepler için vites küçültün olmaz mı?” dedi. Otobüsün önünden geçerken gülüştüler. Işıklar yandı. Işıklar değişti Kalabalıklar yürüdü karşı kaldırıma. Karşı kaldırım bir meydan.
İşte “Hürriyet Meydanı’
Bir Mayıs Meydanı misali
Sultanahmet, Kartal misali.
Meydanlar kentin yüreği
İlk talepler orada yükseldi
Son sözler orada söylendi
Yalanlar, oyalamacalar, boş vaatler
Dolandılar, yuvarlandılar
Çarptılar meydanların mihenk taşına
Kentin hatta ülkenin
Gayrı-resmi tarihi yazılmış
Her taşına, kaldırımına, toprağına
Dudağının kenarında buna benzer bir şiir duygusuyla geçti meydanı boydan boya Perdeci. Caminin böğründe şoförün korkulu düşleri gibi sıralanmıştılar.
Coplarıyla, silahlarıyla, panzerleriyle, zırhlarıyla. Kendileri de yaşayan bir canlıyken soluk alan kımıldayan tüm canlı nesnelere öfkeyle bakıyorlardı, aydan aya alacakları üç kuruş aşkına.
İçlerinden birinin yüzü geçerken dikkatini çekti Perdeci’nin. Bir çevik kuvvet otobüsün penceresine burnunu dayamış öylece bakıyordu. Midesindeki asit yüksekliği kaşlarından dışa vururken sabahtan beri bir arada havalanan güvercinlerin neden sinirlerini bozduğunu çözemiyordu. Otobüsün içinde yüz on ikinci kez Fenerin iki-sıfır yenilgiden beş-iki galibiyete geçiş öyküsü ya da Galatasaraylı Hasan’ın son dakikada galibiyet golü atma muhabbeti sürerken otobüsten aşağıya indi. Gözünü güvercinlerin ayaklarından alamıyordu. Önceki gün Basın-yayın okulunun önü geldi gözünün önüne. O çocuk, evet o çocuk. Üzerine copla yürüdü, ayakkabılarını gördü önce. (Copu indirirken gözüne bakamazdı kimsenin) Ayağını öne kaldırıp ayak darbesiyle -adeta bir karate numarasıyla- saldırmak İsterken çocuğun ayağı ayağıyla kaldırımın arasına sıkışıp ayağındaki ayakkabıyı patlattı. Çocuk kaçacağına birden durup ayakkabısına bakmaya başladı. Kafasına vuracaktı, indiremedi copu. Evet, o çocuk ve parçalanan kahverengi ayakkabı. Güvercinlerin toprak renkli ayaklarını gördü. Üstüne doğru geliyorlardı. Oysa küçük bir çocuk elindeki buğdayları ayağının dibine doğru savunmuştu. Eli copuna gitti, midesi acıyla kavruldu. Kuşlar buğdayları kapıp havalandılar.
Kuşlar gagalarında buğday taneleriyle uçarken, üstünden geçtikleri ağaçların kenarında taş, Osmanlı yapısı binanın içinde hak-hukuk öğrenen, insan haklarına inanan ve İnsan Hakları Haftası dolayısıyla etkinlikler hazırlayan gençler vardı.
Perdeci, gözünün önünde sabah gazetenin birinci sayfasındaki görüntüyle girdi şişko yönetmenin gençlerle çalışma yaptığı salondan içeri. Şişko yönetmen oyun metninde anlaşılamayan öyküleri bir kez daha oyunculara açıklıyordu. Sahnelenen oyunun trajik geçişlerinden biri de Sinan Suner’e ait olan bölümdü. Çünkü Erdal Eren’in er Zekeriya Önge’yi vurduğu iddia edilen anti-faşist gösteri Sinan Suner’in öldürülmesini protesto amacıyla yapılmıştı. Şişko yönetmen, o dönem sıkıyönetimce ilan edilen ‘dur deyince durmayanlar vurulacak’ın doğurduğu olayları anlatıyordu.
1990’da hukuk öğrenen ve o dönem dokuz yaşında olan bir gence bunu bugün açıklamak kolay değildi. Ve bir akşam arabalarında gökteki parlak ayı seyrederek giderken bir erin ‘Dur’ uyarısını duymayan
G-3 kurşunlarına hedef olan iki sevgilinin öyküsü, düş ürünü sanılabilirdi.
Oyuncular masa başında bu öyküleri bir yandan dinlerken bir yandan da kurşunlanan genç bir gövdenin kırmızı bir karanfile dönüşü üzerine alıştırmalar yapıyorlardı.
Prova bir süre sonra durdu. Şişko yönetmenle teknik sorumlu (Kıvırcık saçlı öfkeli çocuk) kafa kafaya verip konuşmaya başladılar. Kıvırcık saçlı teknik düşler kurup, elektrikten anlamaz yönetmeni sabırla dinleyip bir kâğıda onun düşlerinin somutlanışının malzemelerini sıraladı. Kâğıt önce gencecik ellerde ilgisiz bir biçimde gezindi. Erdal’ın annesini canlandıran kız kâğıdın başıboş gezisine son verdi.
Prova yeniden başlamadı. Kimi fısıldamalar üzerine sessizce toparlanıp çıktılar. Duvarların her yanı Erdal Eren’in resimleriyle donatılmıştı. Bahçeye çıktıklarında önce etrafa bakındılar, sonra kalabalığın yoğunlaştığı yöne doğru yürüdüler. Gencecik biri sessizliği yırttı, bahçede ardından 70 doğumlular Erdal’lı türküler söylemeye koyuldular. Onlar söyledikçe oyuncular Erdal’ın darağacına giderken neden kendini yalnız hissetmediğine ilişkin bir sürü soruya yanıt buldular.
Oyun oynandıktan sonra oyun sonrası söyleşi başladı. Söz döndü dolaştı Eylül öncesi günlere geldi. Şişko yönetmen söyleşinin bir yerinde oyunculara ve izleyicilere eski günlere ilişkin bir öykü anlattı.
“Az önce bahçede Erdal Eren’in öyküsü anlatılırken biraz ötede de bağrışa çağrışa futbol oynuyor-izliyordu kimileri. Benim okuduğum yetmişli yıllarda da vardı bu görüntüler. Faşist terör sağ-sol çatışması diye lanse edilirken gençlere de seçenek olarak gösterilirdi, futbol, disco, uyuşturucu. Trajik olan bu seçeneklerden öte bunların bir yaşam biçimi haline gelmesiydi. Kimi bu, sıfır yaşından başlayan etkilemeyi aşarken kimi aşamadı. Çevrede olup-biteni görmezden geldi bizim uyarılarımızı da. “Ben onlara karşı hiçbir şey yapmıyorum. Hedef ben değilim” diyerek omuz silkti. Bu 16 Mart gününe dek böyle sürdü. 16 Mart günü Üniversite’den çıkarken üzerimize faşistlerce fırlatılan bomba ayrım yapmadı.
Ve öyle günler sarıyor ki çevremizi ben on küsur yıl sonra bu öyküyü anlatıyorum yeniden. Ve sizler, bugün onca acıdan sonra bizim gibi çabuk öfkelenmeyin onlara her gün sabırla gidin ve bizim öykülerimizi de katarak anlatın. Anlatın ki artık değişsin devran on küsur yıllar sonra bu öyküler tarihte eski anılar olarak kalsın.”
Ocak 1990