Haberler-Mektuplar

“YENİDEN YAPILANMA”  MASAL’I
Başta SSCB olmak üzere, Doğu Avrupa ülkelerindeki bütün revizyonistler nihayet kendilerine bir çıkış yolu buldular. İçine düştükleri bu kötü durumdan nasıl kurtulacaklardı? Kendi savunucularına bir can simidi atmaları gerekti.
Revizyonistlerin buldukları bu yol, bizdeki bazı çevrelerin ve özellikle aydınların çok hoşuna gitmişe benziyor. Ülkemizdeki revizyonistleri anladık. Onlar revizyonist ağababalarının peşinden gitmeye yeminliler. Ancak anlaşılamayan bazı çevrelerin ve özellikle bir kısım aydınların “sosyalizm yeniden yapılanıyor” masalına neden dört elle sarıldıkları.
(…)
Doğu Avrupa ülkelerinde olanlar tekelci devlet kapitalizminden klasik kapitalizme geçişin sancıları olduğu için meseleyi sosyalizmin iflası şeklinde görmek doğru değildir. İflas eden kapitalizmin ta kendisidir. Bu nedenle gelişen olaylar sosyalizmin değil, kapitalizmin hanesine yazılmalıdır. Kör gözlerin dahi gördüğü bu durum karşısında direnmek niye?
Haydar  KIZILKAYA


SAYIN ÖZGÜRLÜK DÜNYASI YÖNETİCİLERİ,

Ben geleneklere bağlı olarak yetişen, ulusal ve sos yal sorunlarımıza sahip çıkan, bu konularda yazan ve bu şekilde duygularını dile getiren bir şairim. Bu duygularımı ana dilimde yazmam da en doğal hakkımdır. Bilindiği üzere dil dünyayı algılama aracıdır. Bir insan birden fazla dil konuşabilir. Ama mesele şiir yazma ve sanat olduğu zaman, bu tek dille yazılır, bu da sanatçının ana dilidir.
Ben Siirt’in Eruh ilçesindenim. 1949 doğumlu bir Kürt yurtseveriyim. Bulunduğum bölgenin Irak Kürdistan’ı ile kopmaz tarihi, ulusal ve sosyal bağları vardır. Bu anlamda Irak sömürgecilerinin Irak Kürdistan’ında yapmış olduğu vahşet ve katliamları halkımız ve bilhassa bizler bölge halkı olarak etimizde kemiğimizde hissederiz. Bu anlamda Halepçe’de Saddam’ın 5000 Kürt’ü kimyasal silahlarla katletmesi, tüm dostların yanında bizi de anlatılması, güç ve ancak şiirlerle ağıtlarla dile getirilmesi mümkün üzüntü ve ızdıraba boğmuştur. Kimyasal silah öyle bir illet ki dede, oğul ve torun aynı saatte ölüyor. Gazetelerde babasının kucağında, babasıyla birlikte ölmüş çocuğun resmini görüp de duygulanmamak, kimyasal silahı ve bu silahı bir halka karşı kullananları lanetlememek mümkün mü? Her dürüst insanın yapması gerekeni yaptım ve ben de faşist Saddam’ı şiirlerimle lanetledim. Sadece kendi kendime duygulanmakla yetinemezdim. Ben bir sanatçıyım ve tarihsel olarak da bir sorumluluğum var. Bu duygularla yüreğime bir ateş düştü. Bir şeyler yapmam lazımdı, bir şeyler yapmasam nefes alamayacağımı düşündüm ve bu mektupla size de göndereceğim şiiri yazdım. Bu, ülkem üzerine yazdığım ne ilk şiirdir ne de son şiir olacaktır. Şiirlerimde halkımın üzerindeki bu baskı ve katliamları lanetledim. Tabi bağımsız ve özgür ülkem kuruluncaya kadar da lanetleyeceğim. Bu hem Kürt, hem de insan olmamın bir gereğidir. Duygularımı ana dilim olan Kürtçe dışında bir dille yazıya dökmem, dökemem de. Ben bir şairim, nasıl ki Hiroşima’da ölen bir kız çocuğu için ağıt yakıyorsam, Irak Kürdistan’ında ölen kardeşlerim ve çocukları için de ağıt yakmalıyım. Yaktım da… Siz hiç ana dili dışında yazdıklarıyla başarılı olmuş şair tanıyor musunuz? Varsa da istisnadır, istisnalar ise kaideyi bozmaz.
Özgür ve demokratik bir ülke olduğu iddia edilen bu ülkede (Türkiye’de) Kürt olmak ve Kürtçe konuşmak başlı başına bir suçtur. Ben de Kürdüm, Kürtçe konuşurum ve şiir yazarım. Dolayısıyla TC yasalarına göre suçluyum, hem de potansiyel bir suçlu. Bu nedenle Türkiye’deki Kürt halkı asimile edilmeye çalışılmakta, başarılamayınca da zorla toplu göç ettirilmektedir, ya da katledilmektedir. Ben de bu zorunlu göç sonucu Mersin’de yaşamak zorunda bırakılan bir Kürt aydınıyım. Ama baskı ve işkencelerden, ülkemden sürülerek dahi kurtulmak mümkün değil. Kürt halkı ve aydınları üzerinde sistemli olarak, aralıksız baskı ve işkence sürgünler de devam etmektedir. Keyfi tutuklama ve operasyonlarla halkımızla olan bağlarımız koparılmaya çalışılmakta, köksüzleştirilmeye çalışılmaktayız. Ama bir Kürt aydınını aslından, kökünden koparılabilmek mümkün değildir ve olmayacaktır da…
Bu nedenle ne zaman, nerede bir olay olsa, bizle ilgili olsun olmasın bizleri hemen gözaltına alıyorlar, en aşağılık işkencelerde bize en ağır suçları yüklemeye çalışıyorlar. Bunda genellikle de başarılı olup sudan gerekçelerle Kürt insanı yüzlerce yıllık hapis cezalarına çarptırılıyor. Kürt yurtsever örgütlerinden biri olan KUK faaliyetleri gerekçe gösterilerek Mersin’de keyfi olarak gözaltına alındım. (Nisan ayında). Savcı, ciddi hiçbir kanıt olmadığı halde sadece Halepçe’de katliamı ve kim yasal silah kullanılmasını lanetleyen şiirim yüzünden, silahlı bir çete mensubu olduğum iddiası ile 8 ay yargıladı ve sonucunda da yine aynı iddia ve kanıtlarla 5 yıl cezaya çarptırdı.
Hâlbuki TC devleti dahi Halepçe katliamını kınamıştı. Oradan göçen kardeşlerimize barınmak için yer gösterdiği halde bana, aynı şeyi kendi dilimde yazmamı çok görüyor. Bununla da yetinmeyip ağır ve telafisi mümkün olmayan cezalara çarptırıyor. Kaldı ki bu şiirler basılıp dağıtılmamıştır bile. Bu uygulama sanatçının üretimine yönelik bir saldırıdır İnsanların bırakın yazmalarını kendi dillerinde düşünmelerini yasaklamaya çalışıyorlar.
Türkiye’de haklarımı koruyabileceğim bir müessese olmadığı için hem derginize, hem de uluslararası örgütlere yazma gereğini duydum.
Uğraşılarınızda üstün başarılar dilerken, yürek dolusu selamlar, sevgiler.
Şükrü EKİNCİ E Tipi Özel Cezaevi Koğuş 9 / Malatya
NOT: Şiiriniz elimize geçti. Fakat yayınlayamıyoruz. Anlayışla karşılayacağınızı umuyoruz.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
Gönül dolusu bir merhaba diyerek dostluk duygularımla kucaklıyor, yayın hayatınızda başarılar dileyerek başlamak istiyorum.
1. Yılınızı doldururken, bugüne kadarki yayın yaşamınızdaki olumlu ve olumsuz -ki daha çok eksiklerinizi- değerlendiren başyazınızı okudum. Bir okuyucunuz olarak, kendi değer yargılarımı ve içinde bulunduğum daracık mekândaki insanların (dergi hakkında konuştuğum insanların) izlenimlerini kısaca yazmak istiyorum.
Yayın politikanızdan, tutumunuzdan ve çok takdir ettiğim şey de derginin bir örgüt gibi hareket etmiyor olmasıdır. Bu konuda genel anlamda söylediklerinize aynen katılıyorum ve bundan böyle de öyle davranacağınıza inanıyorum. Ancak bir noktada size katılmadığımı da belirtmek istiyorum. Bir deyim var: “Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer”. Sizinki de biraz buna benziyor gibime geliyor. Yani büro ve temsilcilik kurmamanız olayını anlatmak istiyorum. Bana göre yayın hayatında nasıl ki bir derginin yapması gereken (savunduğunuz misyonun perspektifi doğrultusunda) yayın yapıyorsanız, aynı şekilde kuracağınız büro ve temsilciliklerde de aynı perspektifle hareket etmek mümkündür. Bürolar derginin satışını yapar, yayınlanan yazılar üzerinde okurlarıyla düşünce alış-verişi yaparlar ve aynı zamanda size haber kaynağı sağlarlar. Daha önce size yazmıştım, çeşitli yerlerde yazıştığım insanlar gerekse ziyaretime gelen insanlardan duyduğum kadarıyla dergi ya gelmiyormuş, ya da gelse bile kimsenin görmeyeceği yerlere konuluyormuş. Durum böyle olunca da, dergiyi sınırlı sayıda insan okuyor. Bu da amaca yeterince hizmet etmiyor.
(…)
Derginin yayın politikası veya yazılarına ilişkin sohbet ettiğim, tartıştığım arkadaşlar veya ziyarete gelen yakınlarımla sohbetlerimde, hatta yazıştığım insanlarla yaptığım yazışma sohbetlerinde genel olarak yayın politikanız beğeniliyor; özellikle savunduğunuz misyonun geçmiş hata ve eksikliklerini açıkça ortaya koymanız takdir ediliyor. Bunun da ötesinde dergide yayınlanan yazıların bir ağırlığı ve samimi olan herkesin ciddi olarak düşünmesini sağlıyor. Bunun yanında önemle vurgulanan ve takdir edilen bir diğer yan da devrim ve sosyalizm propagandasına ağırlık veriyor olmanız.
(…)
Metin İLGÜN E Tipi Özel Kapalı Cezaevi l MALATYA


SAYIN ÖZGÜRLÜK DÜNYASI DERGİSİ

Merhaba der, kendi sorunumu anlatmaya çalışayım. Eskişehir’de tünel işi bahane edilerek gasp edilen haklarımız ve açlık grevinin 35. günü Aydın Cezaevine varışımız, devletin bilinçli olarak eylemi kırma bahanesiyle 2 Ağustos saat 20.00 de başlayan işkence ve sabahlara kadar süren direnişler. Benim sorunum burada başlıyor. Aydın cezaevi kapısında üçüncü insan olarak girdim. İçeride vahşetin yaşanacağını bilmiyordum. Bizi daha kapıdan içeri adımımızı atar atmaz dövmeye başladılar. Sopa, kayış, tekme, yumruk, hem dövüyorlar hem de çırılçıplak soyuyorlar. Bizler direndik o halimizle, faşist diktatörlüğün zavallı kukla insanlarına karşı, devrimci bir tavırla direndik. İki kişi işkencede katledildi.
Beni çırılçıplak soyduklarında tek ayağımdan tutup yerlerde sürümeye başladılar. Benim çocukluğumdan buyana sırtımda var olan “et beni” yerdeki taş-betonların kesmesiyle tahriş oldu ve kopma noktasına geldi. Ve o gece çok kanadı. (Ayrıca kafama yediğim bir darbe de kafamdan kanların akmasına ve kulağımın zarının patlamasına neden oldu.)
Daha sonra haklarımızın verileceği sözü verildi ve eylemi bıraktık. Aradan bir ay geçti. Sırtımda yerlerde sürükledikleri zaman kopan “ET BENİ”nin olduğu yerde kızıllık yayılmaya başladı. Hastaneye çıktım beni acilen İzmir’e sevk ettiler. 30 Ekim’de İzmir’e geldim.
Buca cezaevinde bir müddet kalınca 17 Kasım saat 11.00 de beni devlet hastanesinde acil olarak ameliyata aldılar. Kanser olduğu tespiti ile iki buçuk saat süren bir ameliyat olduktan sonra 10 gün ayağımdan zincirlerle bağlı başımda jandarmalarla kaldım.
Esas konu bundan sonra. 27 Kasım’da kesilen kanserli hücrelerin Ege Üniversitesi Hastanesinde incelenip tahlil yapılınca benim hastalığım “Malin Melanum” olarak geldi, yani halk arasındaki adıyla kara kanser. Doktor beni taburcu ederken şunları söyledi: “Oğlum Sedat ölüyorsun. Üç yıllık ömrün var. 16 ay boyunca ışın tedavisi görmezsen öleceksin. Bunu sana söylemem yanlış, ama kimsen olmadığı için yüzüne söylüyorum. Aileni avukatını, insan haklarını ve demokratik kitle örgütlerini devreye sok, seninle acil olarak ilgilensinler. Ben ışın tedavisi olabilmen için 9 Eylül hastanesine şevkini yaptım” dedi. Üç-dört gün sonra 9 Eylül Hastanesine gittiğimde başhekim beni acil olarak yatırdı. Fakat cezaevinin güvenliğini sağlayan jandarma “biz senin başına 16 ay boyunca asker veremeyiz ve zaten bu hastanede mahkûm koğuşu yok” dedi. Bu durum karşısında başhekim beni Tıp Fakültesi Hastanesine sevk etti. Aynı gerekçelerle orada da karşılaştık ve tekrar devlet hastanesi mahkûm koğuşuna geldik. Benim sorunuma bir çözüm bulmak amacıyla beni Ankara Hacettepe Hastanesine sevk ettiklerini üç-beş saat önce bana resmi olarak bildirdiler. Şu anda nereye gideceğimi bilmiyordum, bildiğim tek şey her gün benim aleyhime işliyor. Göreceğim ışın tedavisinin yanında stresten uzak ve iyi beslenme olursa böyle ölümcül bir hastalığı yenebileceğimi söylüyor doktorlar. Şu anda ameliyattan çıkalı 23 gün olmasına rağmen hala yüzükoyun yatıyor ve acılar içinde kıvranıyorum.
12 Eylül cuntasından bu yana yatıyorum. Eskişehir sıkıyönetiminin yasadışı mahkemelerinden ceza aldım. Bartın, Eskişehir ve Aydın cezaevlerinde kaldım. Daha 5 yıl cezam var.
Not: Yarın tekrar Buca cezaevine götüreceklerini söylediler.
Sedat KARAAĞAÇ Buca Kapalı Cezaevi. E. 3 İZMİR
(VİYANA HALK KÜLTÜR DERNEĞİ Sedat Karaağaç için 166.360 TL bağış toplayarak gönderdi. -Ailesine iletildi.)


İnsan Hakları Haftası Kutlandı!

İnsan Hakları Haftası İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİNİN yayınlanmasının 41. yıldönümü nedeniyle; Ankara’da İHD merkezi tarafından “Kültür Haftası” olarak kutlanmasına rağmen, İstanbul İHD şubesi “İnsan Hakları Haftası” olarak kutlanması kararı aldı. Hafta boyunca film gösterisi, sergi, duvar panoları, forum ve panel gibi etkinliklerle 1949 yılından bu yana insan hakları ihlalleri sergilenmeye çalışıldı. Özellikle 1980 sonrasındaki tüm toplumu kökten etkileyen insan hakları ihlalleri tartışıldı. 1989 İnsan Hakları Haftası:
650.000 kişinin gözaltına alındığı,
210.000 siyasi davanın açıldığı,
30.000 kişinin siyasi mülteci olarak Avrupa’da yaşamak zorunda bırakıldığı,
14.000 kişinin vatandaşlıktan çıkarıldığı,
388.000 kişiye pasaport verilmediği,
9.400 kişinin sakıncalı -1402 sayılı yasaya göre ya kamu görevinden atıldığı ya da sürüldüğü- işlem gördü,
7.000 kişiye siyasi nedenlerle idam cezasının istendiği,
500’ü aşkın insanın idam cezası aldığı,
48 kişinin idam edildiği, 400 idam dosyasının mecliste onay beklediği,
177 kişinin işkencede öldürüldüğü,
8 gazetenin kapatıldığı, toplam 195 gün yayın hayatından uzak kaldığı,
23.667 derneğin faaliyetten men edildiği,
458 yayın için toplatma kararı alındığı,
39 ton gazete dergi ve kitabın yakıldığı,
40 ton yayının yakılmayı beklediği,
Yazar, çevirmen, yayıncı ve gazetecilere 2.000 yıla yakın hapis ve milyarlarca liralık para cezası verildiği,
Halen 26 yazı işleri müdürünün, cezaevinde bulunduğu,
Doğu’da insanlara dışkı yedirildiği, keyfi taş taşıtıldığı, askerlerin her an sorgusuzca ateş açıp, çoluk, çocuk, kadın gözetmeden insan öldürdüğü,
Din dersinin (İslam ve Sünni) zorunlu ders olarak okutulduğu,
Buhran nedeniyle her gün durgunluğa sürüklenen ekonomide tek canlı sektörün cezaevi inşa sektörü olduğu,
Eğitim ve sağlığa ayrılan fonun, orduya ayrılan fondan 5 misli daha düşük olduğu,
Kürtlerin kendi geleceklerini tayin hakları bir yana, kendi dillerini bile kullanmalarının bir lütuf olarak görüldüğü,
141, 142, 163. yasalar kalkınca sanki ülkede insan haklarının biteceğinin bir takım “sözde ilericiler”ce savunulduğu,
İnsan Hakları savunuculuğu gibi bir misyonu yükselen İHD merkez yöneticilerinin, bu haftaya “İnsan Hakları Haftası” yerine, “kültür haftası” adını vererek, Türkiye’de insan haklarına yapılan saldırıları hafife aldıklar,
Böylece tüm insan hak ve özgürlüklerinin ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir ortamda, ülkede insan hakları haftası kutlandı.
Layık olanlara kutlu olsun!

Türk ye Kürt kamuoyuna
Elimize Aralık 1989’da yayınlanan ve PKK İstanbul Temsilciliği’ne ait olduğu belirtilen bir açıklama geçti. Açıklama öz olarak Hakkâri’nin İkiyaka köyündeki katliama ilişkin. Katliam düzenleyicilerinin kesinlikle PKK ve ona bağlı güçlerin olmadığı ısrarla belirtilen açıklamada bu katliamın bir provokasyon olduğu özellikle vurgulanıyor ye düzenleyicilerinden hesap sorulacağı ifade ediliyor…
Açıklamada, katliamın oluş nedenleri arasında “yeni bir atılım dönemine giren PKK’nın bu atılımının önünü kesmek” ye “PKK’nın 11. kuruluş yıldönümünde girişeceği muhtemel saldırı eylemlerinin haksız zemine düşürmek ve onu halktan tecrit etmek gibi nedenler sayılıyor, planlayıcı olarak devletin, uygulayıcı olarak da Özel timlerin rolü önemle vurgulanıyor.
Bir başka neden olarak da PKK Genel Sekreteri A. Öcalan’ın son zamanlarda çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanan röportajlarının kamuoyunda yarattığı olumlu izlenimlerin iktidarı rahatsız ettiği ve bu olumlu imajı silmek ve karalamak için katliama girişildiği belirtiliyor.   
Bir diğer neden ise o günlerde Kürtler ve Kürtlere karşı tavır yüzünden çözülmeye uğrayan SHP’nin devlet tarafından kurtarılması olarak gösteriliyor ve ayrıca şunlar söyleniyor:
“Olayın (İkiyaka katliamının) basın ve kamuoyuna yansıtılışında çok ilginç noktalar var. (…) PKK’ya mal edilmek istenen katliamın yapıldığı yere, bir süre basın-yayın kuruluşları sokulmamıştır. (…) Yine, PKK’nın yöntem ve üslubu olmayan şahıs isimleri ile sahte bildiriler ortaya çıkarılmıştır. Buna ek olarak, önemli sayıda köy korucusunun olduğu belirtilen köyde, sadece kadın ve çocuklar katledilmiş, bir korucu dışında diğerlerine bir şey olmamıştır. Olayın olduğu yerde “kar yağışı”, “hava muhalefeti” gerekçe gösterilmiş, ancak olay ardından yapılan TV çekimleri ve resimlerde, bölgenin karlı olmadığı ortaya çıkmıştır. (…) Gerçek suçlular er geç açığa çıkarılacaktır.”


İstanbul Hukuk Oyuncuları İdamları Tartışıyor
Röportaj: Aynur SARICA

Erdal Eren 13 Kasım 1980 de, cuntanın işbasına gelmesinden sadece iki ay sonra oldu bittiye getirilerek, çocuk sayılabilecek bir yaştayken asıldı. Yaşı tutmuyordu. Kendi yasalarını ihlal ederek kitaplarına uydurdular. Küçük bir kemik muayenesiyle 17’yi 18 yapmayı başardılar. Ama belki henüz daha tam olgunlaşamamış sesiyle darağacında meydan okumasını engelleyemediler.
Erdal Eren’in öyküsü trajik yanıyla ve 12 Eylül sonrası ilk idam olayı olmasıyla, karşı-devrimin idamlarının simgesi haline geldi. İdamlar, İnsan Hakları haftasının da gündemindeydi. İstanbul Hukuk oyuncuları, İnsan Hakları haftasını, Erdal Eren’in idam edildiği günde, Erdal’ın öyküsünü oyunlaştırarak karşıladılar. Amaç, idam olayını bir sakilde tartışma gündemine sokmak.
İstanbul Hukuk Oyuncuları’yla, kendi tiyatro salonlarında söyleştik. Erdal Eren’i, idamları, İstanbul Hukuk Oyuncuları’nı (İHO), kültür ve sanatı tartıştık.

ÖZGÜRLÜK: İHO nasıl oluştu? Ne amaçla yola çıktınız? Biraz bahsedebilir miyiz?
MESUT: İHO bu sene hareket eden bir yapı olmak iddiasıyla ortaya çıktı, Tiyatroyu kitlelere götüren, kitleleri tiyatroya getiren bir anlayış egemen; sene başında. ‘Şenlik topluluğu’ olma ya da “şenlik topluluğu yapılma” konumunu zorlayıp, yeni bir biçimle tiyatro yapmaya karar verdik. Biz diyorduk ki; üniversite toplulukları “Şenlik topluluklarına” kadar indirgenmiştir. Herhangi bir seyirci gelenekleri yoktur. Üniversite öğrencisi de dayatılan birtakım sanat kurumlarına yönelmek zorundadır. Alternatifi olmadığı için… İHO da bir alternatif olmalıdır. Bu anlamda bir seyirci geleneği oluşturmak vardı. Bu seyirci geleneği içinde de hem kendimize dönük, hem de seyircimize yönelik olarak, okuyan, düşünen, yazan, tartışan bir insan tipi yaratmak istedik. Bunun için çalışmalarımızı sürdürüyoruz.

ÖZGÜRLÜK: Nasıl bir topluluk olmayı amaçladınız? “Aman, işte bize kıyafet verin, kostüm verin. Paramız yok…” gibi birtakım icazetler dilenen, bir yerlerden bir şeyler bekleyen bir topluluk da olabilir… Ki bunun örnekleri var. Sizin bu konuda belirlenmiş prensipleriniz var mı?
EMİNE: Biz sene başında güvenirsen kendi gücüne güven diye bir ilke koyduk önümüze… Mümkün olduğu kadar kendi gücümüzle bir şeyler yapmaya çalıştık. Paralar topladık üyelerden. Oyunlarda 500’er lira gibi cüzi bir miktar, hiç değilse oyunun masraflarını karşılayabilecek şeyler düzenledik kendi çapımızda. Bunun yanında, idareye çıkıp en azından masraflarımızı karşılayabilecek, hiç değilse kırtasiye olarak, bir şey istemeyi düşünüyoruz. Şuralarda kullanılmayan bir sürü boş yerler var. Buraların bize verilmesini istemeyi düşünüyoruz hala. Henüz çıkamadık ama. Hedefimiz bunlar.

ÖZGÜRLÜK: Bu konuda destek var mı? Yoksa aksi köstek ml var?
EMİNE: Şu ana kadar herhangi bir destek vermediler. Ama bunun yanında burasını kapatma -sınav salonu olarak kullanılıyordu- Her sınavda kullanılıyordu burası eskiden. Şimdi ilkönce folklora gidiyorlar, şayet yetmezse ‘burayı da alacağız” gibi bir yaklaşımla geliyorlar. Düne kadar şu çivileri çakamıyorduk. Şimdi orman gibi… Afişlerimizi asabiliyoruz. Yerleşik bir düzen var. Evvelki senelerde çalışmadan sonra sandalyeleri kenara dizip, sahne olarak kullandığımız kürsüyü oraya yerleştiriyorduk. Şimdi artık burası bir sahne. İstediğimiz gibi duruyor. Spotlarımızı koyduk, perdemizi, sahneyi düzenledik. Artık burası İHO… Bir tiyatro salonu. Bunu hiç değilse fiili durumda yaratarak kabullendirmeyi başardık.
MESUT: Bu arada birtakım tartışmalarda gündeme geldi. Şimdi burada’ olmayan bazı arkadaşlar “Aman ha! bu salonu bizden alırlar.” dediler. O zaman bir soru sormuştuk. Bu salon bizim mi? Bizim değil ki aslında… Önce biz bunu bizim yapalım. Bunu nasıl yapabiliriz? Etkinliklerimizi, sesimizi sürekli duyurarak yaparız. Sanıyorum ki iki aylık pratiğimizle ses getirmeye başladık. Geçen yıl sen burada değilsen. Bugün buradaysan, sabah başka biri buradaysa, 15 gün önce başka biri buradaysa, bu salon haftada 150 kişiye oyun oynuyorsa, insanlar İHO adını birbirinin kulağına fısıldıyorsa, bu İHO’nun artık burayı sahiplenmeye başladığını ve fiili bir durum yarattığını gösterir. Tüm fakültelerden arkadaşlara da aynı şeyi söylemek gerekiyor aslında. Vermelerini beklediğimizde çok yavaş ilerliyoruz. Veriyorlar, yavaş yavaş veriyorlar. Ama biz bizim olanı bugün almalıyız.

ÖZGÜRLÜK: Biraz önce seyirci geleneği oluşturmaktan bahsettin. Bu amaçla yola çıkan pek çok topluluk var. Ancak uzun erimli olamıyor. Parlayıp sönen yıldızlar gibi. Atılan iyi adımlar devam ettirilemiyor. Bu anlamda nasıl bir çalışma yöntemi izliyorsunuz ki süreklilik kazanılsın? Çünkü gelenek yaratmak ancak buranın bir kurum haline gelmesiyle, böyle bir işleyişe sahip olmasıyla mümkün. Demek istediğim sağlam bir örgütlülük gerekiyor.
MESUT: Mutlak. Şu andaki İHO çok genç. İHOyu şu anda kurumlaşmış bir yapı olarak almak yanlış. Bu çok ilerde bir şey gösteriyor. Ama hedefimiz o. Amatör tiyatrolar, özellikle üniversite tiyatroları büyük oyunlara soyunduğu için ve kadro da çok yüzer-gezer olduğu için bir türlü başarıya ulaşmıyor. O zaman dedik ki: Küçük oyunlar oynayalım. Bunlar üzerinde yoğun çalışalım. Çok fazla sahne deneyi olsun. Bu kurumlaşmaya giden yolda önemli bir adım bence. Kısa oyunlarla çok oyun oynayarak bir seyirci potansiyeli tutmak, oyuncunun sürekli oynadığı bu oyunlarla gelişimini sağlamak. Amerika’yı yeniden keşfetmeliyim dedik. İHO dışından insanlarla da çalıştık. O anlamda İHO dışından insanlarla çalışarak, sürekli oyunlar oynayarak bir seyirci geleneği ve oyuncu yaratmak amacımız. Yöntemimiz bu.

ÖZGÜRLÜK: Seyircinin katılımı nasıl? O, düşünen-araştıran-tartışan insanı yaratma yolunda sağlam adımlar atılabildi mi?
MESUT: Oyunlardan sonra yaptığımız seyirci söyleşileri dikkate değer bir çalışma. Bu anlamda seyirci üzerindeki etkileri ne oldu? Kısa iki aylık bir tarihçesi var zaten. İlk oyun sonrası söyleşimizi yaptığımızda kimse konuşmadı. İkinci söyleşimizde bir-iki ses çıktı. Sonra söyleşi sayıları arttıkça insanlar bayağı bayağı tartışmaya başladılar bizimle. Birçok platformda yapılamayan şey bu, zaten hiç tartışma yapılmıyor da… Bugün üniversitelerde akademik kurumlar olarak mutlak tartışmanın gündemde olması gerekir. Oysa ancak insanlar çıkıyorlar, bir düşünceyi anlatıyorlar, gidiyorlar. Tartışma ortamı yaratılamıyor. Bir nevi gösteri mahiyetinde kalıyor. Burada ise her oyundan sonra oyun tartışılıyor.

ÖZGÜRLÜK: öğrenci derneğiyle ilişkileriniz nasıl? Şöyle bir şey oluyor mu? Hani genellikle olur ya… Siz burada sanat yaparsınız, onlar da dışarıda forum yapmaktadır. Onlar forumculardır. Siz sanatçılarsınızdır. Dışlamaktasınızdır ya da küçümsüyorsunuzdur onların eylemini gibi. Böyle genel bir intiba olur karşılıklı. Bunun örnekleri yaşanıyor mu?
MESUT: Yaşanmıyor. Ama şu var. Bu potansiyel bir tehlike olarak insanların kafasında var. Biz İHO olarak tüm kurumlara açığız. Öğrenci Demeği de bizler için var olan bir kurum. Biz öğrenci derneğinin çalışmalarına direkt omuz veren bir yapıyız kültürel etkinlik anlamında. Fakat dışarıda sanıyorum böyle bir kaygı var. Mesela bizim oyunlarımıza forumlar denk geliyor ve biz burada boş salona oynuyoruz. Ama öğrenci derneğiyle onlar etkinliklerimize yöneldikleri sürece birlikte hareket edeceğiz. Biz zaten kendimizi öğrenci derneğinin dışında bir kurum olarak görmüyoruz. Öğrenci dernekleri fakültelerdeki demokratik kitle örgütleridir. Bu örgütlerin içinde kültürel etkinlikler de vardır. Resmi anlamda hayata geçmemiş bir öğrenci demeğimiz var bizim. Biz kendimizi onların bir parçası olarak değerlendiriyoruz. Burada zaten amacımız dedik ya, düşünen sorunlarına duyarlı olan tartışan insan yaratmak ve biz bu anlamda kendi sorunlarımıza duyarlı olduğumuzu, ve ortaya sürülen çalışmalara destek vereceğimizi baştan beri söylüyoruz.

ÖZGÜRLÜK: Ve sanıyorum üniversitelerde insanlara kültür ve sanatla, kültür kollarıyla gitmek çok daha kolay. Çünkü politikayla sanat, ilgisi olmayan işler olarak algılandığı için, insanların kafasında böyle bir imaj olduğu için “oyundur, eğlencelidir, güleriz” diyerek, içleri daha rahat olarak geliyorlar.
MESUT:
Geçen gün burada oyundan sonra idam cezalarını tartıştık. Sonra yukarıda foruma çıktık. Baktık biz de aynı şeyleri konuşmuşuz. Biz slogan atmıyoruz ama aynı şeyi anlatıyoruz sonuç olarak. Bir de oyun sonrası tartışmalarında daha katılımcı bir yaklaşım var. Herkesin sesini yükselttiği bir ortam var.

ÖZGÜRLÜK: Bu seyircinin karşısında somut bir olay görmesinden mi kaynaklanıyor sence?
MESUT: Tabii. Somut üzerinde tartışıyorlar. İnsanlar çıkıp direkt bir soyutlama yapmıyorlar. Önce somutu gösterip sonra onu nedenleri çözümü tartışılıyor. Bence üniversitelerde politik çalışmalar açsından atlanan, unutulan da budur. Sanatı var etmek zorundayız. Deniz Gezmiş “Onlar edebiyatı bilmiyorlar, onlar şiiri bilmiyorlar” diyor. “Unuttular bunları” diyor. “Eline silahi alan çıkıp böyle böyle yapıyor” diyor. Sanat bir şekilde uzak tutuluyor. Bunu sistemli olarak yukarısı yapıyor zaten! Kendi içimizde düşünen insanlar olarak biz de buna set koyuyoruz.

ÖZGÜRLÜK: Farklı bir insanı, yeni bir insanı yaratmada egemen sistemin karşısında olmakla birlikte, aynı zamanda ödenekli tiyatroların ya da özel tiyatroların alternatifi bir tiyatro da çıkabilir mi üniversitelerden?
Mesela Genco Erkal, 20. yılını kutluyor ‘Merhaba’da. 20 yılında tek kişi kalmış. Bir kişiyle kutluyor. Oynadığı oyun, kasetini yaptığı, 79’da oynadığı, geçtiğimiz senelerde tekrar oynadığı oyunu yeniden harmanlayıp, yeniden sunmak. Brecht destekli bir Nazım yapıyor. Sadık seyircisi var, geliyor, izliyor. Bu anlamda, Türkiye’de en ilerici tiyatro diye baktığımız Dostlar Tiyatrosu da aktif bir seyirci yaratmayı pek beceremiyor. Acaba üniversitelerden çıkabilir mi böyle bir şey?
EMİNE: Ödenekli tiyatrolara alternatif olarak amatör tiyatroları görüyoruz. Ortada gişe kaygısı olunca, para kaygısı olunca yapılan işlerin değiştiğini görüyoruz.
BÜLENT: Tiyatronun yapılan işin, anlatılmak istenen şeyin parayla bir ilgisi yok. Para yalnızca teknik bakımdan gerekli bir şey. Ödeneklerin nereye harcandığı önemli.
ONUR: Yöntem ve yol belirlendikten sonra amatör tiyatrolar profesyonel tiyatrolara oranla pek çok avantaja sahip. Bizim seyirci sorunumuz yok aslında. Tek problem onların buraya nasıl geleceği. Onları bu salona nasıl getirtebileceğimiz.
MESUT: Bence üniversite toplulukları, bugün var olan, dayatılan sanata alternatif olmalıdırlar. Ama bu geniş anlamda, sizin alternatifiniz biziz. Sizin karşınızda biz varız, gibi algılanmasın. Düşünsel anlamda alternatifiniz ve bunu hayata geçirmeye çalışıyoruz. Ödenekli tiyatroların neler yaptığını biliyoruz. Bizim seyircimizi yıllardır onların aldığını da biliyoruz. Ama o seyirci bizim seyircimiz. Bunlarla ayakta durduklarını da biliyoruz. O seyirciyi bu salona çekmek istiyoruz.

ÖZGÜRLÜK: Erdal Eren’in idamıyla ilgili bir oyun oynadınız. “Bir Fidanın Öyküsü” diye 20 dakikalık kısa bir oyun. Bunun sürecinden biraz bahsedebilir miyiz? Niçin Erdal Eren? Niye idamlar? Hukuk Fakültesi’nde okuyor olmanızın oyuna bakışınızda önemli etkisi var sanıyorum.
EMİNE: Sene başında bir öneri gelmişti. İdamlar konusunda Hukuk Fakültesi çapında baroların, hatta profesörlerimizin katılacağı, öğrencilerin fikrini, onların yazılarını da içine alacak büyük bir oyun yazmak ve onu sergilemek düşüncesi… Böyle bir öneri gelmişti. İlk etapta her oyundan önce ve fırsat buldukça öğrencilerle anket yapmaya başladık. Kültürel faaliyetlere nasıl baktıkları konusunda. Sanırım şimdi ikinci bir anket çalışmasına başlayacağız. İdam konusunda insanlar ne düşünüyor? Karşı olanlar, olmayanlar. İnsanların bu konudaki fikirlerini öğrenip onları yazılı bir hale getirip, bütün bunlardan başka bu konuda yazılmış kitaptan da tarayıp, bunlardan kotaracağımız bir oyun yazmak. Bunun ilk aşamasında da insan hakları haftası dolayısıyla, idam konusunda bir oyun çıkarmak istedik. Erdal Eren’in özel bir konumu var. Bir düşünce suçlusu olarak yargılanıyor. Ancak suçu ne olursa olsun, tarafsız bir mahkemede yargılanmadı. Suçsuz yere asıldı. Soruşturması, keşfi yapılmadan, deliller lehine olmasına rağmen bir hukuk faciası olarak o çocuğun asılması vardı. Bu sadece bir örnekti. Bunun dışında idamın insanlık dışı bir olay olması bizi çok etkiledi.
MESUT: Hukuk Fakültesi öğrencisi olmamızın mutlak bir etkisi var. Çünkü ileride kalem kıracak olan insanlar, idamları isteyecek olan insanlar bizleriz. İnsanlarda hukukçu bilincini yaratmak istiyoruz. İlk olarak işkenceyi işledik. Şimdi idamı işliyoruz. Önümüzdeki günlerde yine bizi ilgilendiren konuları işleyeceğiz. Tabi bu genel çizgi. Emine’nin dediği gibi Erdal Eren idamların en çarpıcı örneklerinden biriydi. Örnek açısından çok vurucuydu. Elimizde de yazılmış, hazır bir tekst vardı. Bu tekst üzerinden hareket ettik.
BÜLENT: Bizim açımızdan olay haklı veya haksız yere idam değil. Erdal Eren’in haksız yere idam edilmesi değil. Genel olarak idama karşıyız. Şöyle bir şey dedik 15 kişiyi öldürmüş, ırzına geçmiş olsa bile insanların idamına karşı olunmalı. Bir arkadaş, dün oyun sonrası sohbette dedi ki “Ben MGK Konseyi üyelerinin asılmasını istiyordum. Ama şimdi istemiyorum. Onları asmanın çözüm olmadığını düşünüyorum.” Yine bir başka arkadaş “ ’60’larda asılanlar ne yapmış olurlarsa olsun, şimdi meydanlara isimleri veriliyor” dedi. İnsan asmak, kişi haksız da olsa, onu haklı gösteren bir sebep olur. İdam böyle bir ceza
ONUR: Bizler idama karşıyız ve bunun en çarpıcı en etkileyici örneği olarak Erdal’ın öyküsünü seçtik. Bu öykü çok enteresandır. İdamın çirkinliğini, idamın yozluğunu en iyi şekilde, en ayrıntılı şekilde ortaya koyan bir örnek. Oyundan sonraki tartışmalarda daha çok gelişti bu konu. Yani 10 kişiyi öldürdükleri zaman insanlar asılmalı mı? Hayır. İdama biz tümden karşıyız. Kesinlikle olmamalı. Böyle bir yol çizerek Erdal Eren’i ortaya koyduk.

ÖZGÜRLÜK: Ancak bu konuda her konuda olduğu gibi sınıfsal bakış zeminini de sanıyorum unutmamak gerekiyor. Ekim Devrimi’nde hiç insanlar asılmadılar mı? İdeolojik olarak baktığımızda asanlar ve asılanlar var. Bu noktada, olay yani Erdal Eren’in idamı, idam olayının kendisinin çirkinliğinden ve yozluğundan ziyade 12 Eylül faşizminin çirkinliğini ve yozluğunu simgeliyor. Erdal Eren tesadüfen seçilmiş bir isim değil. Başka pek çok adamı asabilirlerdi ama o seçildi. Karşıdevrimin bizzat devrimcilere olan saldırısı gündemde İdi… Şuna benziyor bu: Savaşa karşıyız. Ama haksız savaşlar var, haklı savaşlar var. Bu İdam olayına da uyarlanamaz mı? Günümüz Türkiye’sinde idama karşı olmak, bütün bu kapitalist sistemin hukukuna karşı olmakla özdeş olduğu İçin, bu noktada idama karşıyız. Mutlak özgürlük olmayacağı gibi mutlak idam karşıtlığı da olamaz. Sınıflar vardır ve bu sınıfların kendi kuralları vardır.
BÜLENT: Hangi kritere göre haklı idam, haksız idam?

ÖZGÜRLÜK: Devrim ve karşı-devrim noktasında. Toplumsal hareketlilik öyle bir noktaya gelir ki bir yerden sonra çığırından çıkar her şey. Düşün karşındaki adam sana ateş ediyor. Ne yapacaksın? İsa gibi mi olalım? Bir yanağına vurdu, çevir öbür yanağını… Zorunluluk var. İdam cezasına karşı olmak için bulunduğumuz sistemde, günümüz hukukuna karşı olmak, bu sisteme, bu rejime karşı olmak manasına geliyor ve biz bu anlamda idama karşıyız. Ama mutlak olarak karşısında olamayız.
ORAL: Şurayı kaçırmamak gerekiyor. Devrim olduğunda idamlar olacak, devrimin yöneleceği yer idama yer vermeyen, giderek hukuka yer vermeyen bir toplum olacaktır. Çünkü sınıfları ortadan kaldırmayı vaat eden sisteme bir geçiştir. Var olan sosyalizm tartışmasında da şu gelir gündeme. “Kardeşim Sovyetler Birliği’nde bir sürü kişi sürgüne gönderildi, Stalin döneminde şu kadar insan asıldı.” Bu, sosyalizmin içini nasıl doldurduğumuza bağlı. Eğer sen şunu dersen “sosyalizmde sınıf ortadan kalkmamıştır. Devlet ortadan kalkmamıştır. Ama devlet öyle bir devlettir ki kendini ortadan kaldıracak şekilde örgütlenir” dersen, sonuçta da sınıfsız toplumu hedeflediğini söylersen, senin söylemin haklıdır. Sen bugün idama karşısındır, genel olarak da karşısındır. Ama sosyalist devrim söz konusu olduğunda sen karşı devrimcileri gerektiğinde asarsın. Nasıl gerekir? O bir sorudur. Cevabı da şudur: Devrimin önüne geçmek durumunda olan insanlar, gönül ister ki onları başka bir şekilde önünde engel olmaktan kurtarasın. Fakat onlar önüne dikilmeye devam edecektir ki Sovyetler Birliği’nde böyle olmuştur ve onlar bir şekilde cismen yok edilmişlerdir.

ÖZGÜRLÜK: Son sorum: Gelecek için neler düşünüyorsunuz?
MESUT: Birincisi bu haftalık oyunlar devam edecek. İdam konusundaki oyunu yazmaya devam edeceğiz. Tasarladığımız bir iç bülten çalışmasını hayata geçirmeye çalışacağız. Daha hareketli bir yapı haline gelmek istiyoruz. Oyun yazmayı öğreneceğiz. Bir şenlik gündemde. 1. Hukuk Fakültesi Kültür Şenliği. Tüm kollarla beraber yapacağımız. Geleceğe güzel bakıyoruz. Sayımız gitgide oturmaya başlıyor. Bu ilk dönem bizim için bir yerleşme süreci oldu. Artık kafamızdakileri rahat rahat hayata geçirme olanağı bulacağız.

ÖZGÜRLÜK: Çok teşekkürler. Çalışmalarınızın devamını diliyorum.


On küsur yıl sonra yeniden
PERDECİ- Mehmet Esatoğlu

Gazetenin üzerinde üst üste yığılmış genç kısan resimleri ve onları köşeye kıstırmış eleri sopalı başka insanlar. İlkel bir av resmi adeta…
Perdeci sabah sabah gözlerinin önünden bu görüntüyü silmeye çalışarak dolanıyordu kuliste. Sıkıntısını dağıtmak üzere bir gece önce oyundan sonra içilmiş çay bardaklarını toplamak üzere ayağa kalktı. Lavaboya doğru yürürken görüntü karşı duvarın üzerinde büyümeye başladı. Elindeki bardaklar tıngırdarken dudaklarının arasından fısıltıyla “Bir kez daha… yeniden” dedi kendi kendine.
Musluğu açtı, musluktan sarımtırak-ülke yönetimi ve belediyece adına su denen bir şeyler akmaya başladı. Bardağı uzatırken durdu. Sarı suyun sarılığı bırakıp beyaza dönüşmesini bekledi. Zaman kazanmak amacıyla geri kalan bardakları getirmeye gitti. Bardaktan lavabonun önündeki çıkıntıya dizdi. Bardaklar üst üste duruyorlardı ve musluktan sarımsı su akıp gidiyordu. Perdeci bardaklardan birini almak üzere elini uzattı, bardakaltına sokulacağı suya öfkeyle baktı. Perdeci birden elini geri çekip sabahta görüntüye gönderme yaparak çay kaşığını bardaklara doğru tehditkâr bir biçimde salladı ve lavabo kenarında duran ince beli bardağı zorla suyun atına sokup ovuşturmaya başladı. Bardak san suyun çirkinliğine ve ovuşturmanın şiddetine dayanamayarak çıt diye çatladı. Ayrılan parça ovuşturanın işaret parmağını kasiyerdi. Parmaktan Mayan kan sarımsı suyun ortasında bir an şaşkın bir kuş gibi kalakaldı. Akan su onu lavabodan alıp götürüverdi. Perdeci bu yarı-düş, yarı-gerçek oyunu bırakıp yıkanmış bardaktan ters çevirip lavabonun çıkıntısına dizdi. Bardakların öfkesi fanteziydi ama kesilen parmak gerçekti. Kanama bir türlü durmuyordu.
Gazete kâğıdından bir parça koparıp kanayan yere bastırmak eterken aynı görüntüyle yeniden karşılaştı. Gazeteyi alamadı. Parmağından bir damla kan gazeteye damladı, yayıldı, kurudu. Akşam kulise giren oyuncular gazetedeki resmi ve kenarındaki bir damla kanı kendilerine iletilmek istenen mesajın bir parçası sandılar.
Tiyatrodan çıktığında geçen aydan beri ensesinde boza pişiren kış rüzgârına karşı paltosunun yakasını kaldırdı. Otobüs durağında otobüs önünde durduğunda cebinin derinliklerinde kalmış bilet kalıntısını arıyordu. Otobüsün ilk basamağına doğru adım atarken tabelaya bakmadığını hissederek sordu: “Hürriyet Meydanı’ndan geçer mi?” Şoför, tam yanıtlayacakken bir an durdu, hafif bir gülümseyişle “Hürriyet Meydanı değil mi, ya Hürriyet Meydanı…” Sonra toparlanarak “Geçer”, ön sıralarda oturan kimi yolcular Perdeci’yle şoför arasındaki bu gülümseyişli konuşmayı çözemediler. Hatta orta yaşlı bir hanım ‘Beyazıt demek istiyor, şoför efendi” gibisinden bir kaç laf bile geveledi. Şoför, nedense bu Hürriyet Meydanı sözcüğüyle gövdesinde bir kımıltı hissetti. Hatta yanlış duyup duymadığını denetlemek üzere yeniden Perdeci’nin yüzüne baktı, gözlerindeki parıltıyı görünce rahatladı. Şoförün gözlerindeki parıltıysa şöyle dile geldi:
Beni tanıdın mı arkadaş
Ben ekmeği küçülünce
Vites küçültenlerden
Ekmek dövüşünü eylemiyle
Bütün kente böyle ilan edenlerden.
Evine, işine geç kalsa da
Ekmeğimize göz dikenlerin kışkırtmasıyla
Zorda kaldığı için sevmeyenler
Size merhaba!

Otobüs hareket edince şoför kendi kendine “Meydanın adı boşuna “Hürriyet” olmadı. Buna kin duyanlar bir karanlık eylül günü parmaklar kaldırdılar havaya ve adına oylama dedikleri bir yöntemle boğuverdiler güzelim “Hürriyet” sözcüğünü. Sanki Perdeci de aynı sözcükleri usundan geçirmiş gibi şoföre döndü “Bellekler bu kadar çabuk mu körleşti?” Şoför, “Körleşti abi. Belki senin gibi inatlaşmak gerek. Her gün “Hürriyet” diyerek.
“Benim için ‘Hürriyet Meydanı’nın öyküsü daha başka. 1960 yılında babamı o meydanda polis katana atıyla çiğnedi, sakat bıraktı. Şu sokakta gördüğün sıradan insanlar 50’li yılların sonlarına doğru ‘Taraflı’ bir Cumhurbaşkanının yönetiminde kuzu gibi yaşarken bir Mayıs sabahı durumun hiç de öyle olmadığı açığa çıktı. Sanki öfkelerini için için saklamışlar. Babam, komşularımız, Laleli ve Aksaray’ın kimi esnafı kapayıp kepenkleri dökülmüşler yollara diğer yanlardan gelen değişik insanlarla buluşmuşlar o meydanda. Coşkuyla “Sen oyna diktatör, sen oyna” türküsünü söylerken birden bir koşuşma olmuş. Babam arkadan gelen atlı polisin copundan kaçarken, başka bir polisin katana atının altında kalmış. Katana atı beline bir basış basmış, ihtiyar bir daha iflah olmamış.
‘Hürriyet Meydanı’yla hesabı kesişemiyoruz bir türlü. Şimdi de bir oğlum var, iktisatla okuyor ve caminin kenarında günümüzün katanası panzer, oğlumu bekliyor. Acaba oğlum da büyükbabası gibi çiğnenecek mi, bilemiyorum. İki insan otuz yıl farkla aynı tehlikelerle burun buruna. Geçen gün tartışıyorlardı, aralarında bir fark sezdim. Babam, eskiden elinde parti amblemli bastonuyla gezen cumhurbaşkanını taraflı diye suçlarken onu eski partisiyle organik ilişkisini koparamamasından ötürü kınıyordu. Bugün oğlum tarafsızlık yalanına gülüp geçiyor ve baştakinin aslında kimin tarafını tuttuğunu çok açık biliyor.”
Otobüs “Hürriyet Meydanı”na yaklaşırken şoför kulaklarında derinden gelen ve giderek büyümeğe başlayan bir nal sesi duymaya başladı. Gözlerinin önünden dev bir lastik geçiyor, meydanda yuvarlaklar çiziyordu. İnsanlar korkuyla bakarken lastik üniversitenin kocaman kapısına çarpıp çarpıp geri dönüyordu. Birden -uzaktan kumandalı gibi- kalabalığa yöneldi. Meydandakiler bir türlü kaçamıyor, nal sesleri kemik seslerine karışıyordu. Şoför bu seslerden kurtulmak, koşmak ve her gün direksiyonları kucaklayan kocaman elleriyle lastiği durdurmak istiyordu.
Şoförün gözünde bu düşler uçuşurken, otobüs, ‘Duracak’ ışığına rağmen hiçbir durakta durmuyordu. Her zamanki gibi sağdan gitmesi gerekirken soldan, ‘dur’ diyen ışıklara rağmen gidiyordu. İnmek isteyen yolcuların uğultuları yükselince, şoför biranda kendine geldi. Ve gördüğü ilk durağa hızla yanaştı. Yolcular bağır, çağır inerken o hala nal ve kemik sesli düşün etkisi altındaydı. Kaldırımın kenarında sesler soruyordu birbirine ‘Neden durmadı acaba onca durak’. Şoför ‘Hürriyet Meydanı’na girerken, Perdeciye bu, her günkü kâbusunu anlatıyordu.
Perdeci, elleri öfke ve acıdan direksiyona kenetlenmiş babanın yüreğinin titreşimini duydu içerlerinde bir yerde. Her akşam ‘oğlum sağ ve tutuklanmamış dönebilecek mi’ korkusu. Kim bilir sabah üzerine kan damlayan gazetedeki resmi gören on binlerce aile akşamı nasıl bekliyordu. Copla saldıranlar evlatları hiç olmamış ve olmayacakmışçasına yürüyorlardı genceciklerin üstüne.
“Perdeci, inerken “Bir kez de ekmek-ötesi talepler için vites küçültün olmaz mı?” dedi. Otobüsün önünden geçerken gülüştüler. Işıklar yandı. Işıklar değişti Kalabalıklar yürüdü karşı kaldırıma. Karşı kaldırım bir meydan.
İşte “Hürriyet Meydanı’
Bir Mayıs Meydanı misali
Sultanahmet, Kartal misali.
Meydanlar kentin yüreği
İlk talepler orada yükseldi
Son sözler orada söylendi
Yalanlar, oyalamacalar, boş vaatler
Dolandılar, yuvarlandılar
Çarptılar meydanların mihenk taşına
Kentin hatta ülkenin
Gayrı-resmi tarihi yazılmış
Her taşına, kaldırımına, toprağına

Dudağının kenarında buna benzer bir şiir duygusuyla geçti meydanı boydan boya Perdeci. Caminin böğründe şoförün korkulu düşleri gibi sıralanmıştılar.
Coplarıyla, silahlarıyla, panzerleriyle, zırhlarıyla. Kendileri de yaşayan bir canlıyken soluk alan kımıldayan tüm canlı nesnelere öfkeyle bakıyorlardı, aydan aya alacakları üç kuruş aşkına.
İçlerinden birinin yüzü geçerken dikkatini çekti Perdeci’nin. Bir çevik kuvvet otobüsün penceresine burnunu dayamış öylece bakıyordu. Midesindeki asit yüksekliği kaşlarından dışa vururken sabahtan beri bir arada havalanan güvercinlerin neden sinirlerini bozduğunu çözemiyordu. Otobüsün içinde yüz on ikinci kez Fenerin iki-sıfır yenilgiden beş-iki galibiyete geçiş öyküsü ya da Galatasaraylı Hasan’ın son dakikada galibiyet golü atma muhabbeti sürerken otobüsten aşağıya indi. Gözünü güvercinlerin ayaklarından alamıyordu. Önceki gün Basın-yayın okulunun önü geldi gözünün önüne. O çocuk, evet o çocuk. Üzerine copla yürüdü, ayakkabılarını gördü önce. (Copu indirirken gözüne bakamazdı kimsenin) Ayağını öne kaldırıp ayak darbesiyle -adeta bir karate numarasıyla- saldırmak İsterken çocuğun ayağı ayağıyla kaldırımın arasına sıkışıp ayağındaki ayakkabıyı patlattı. Çocuk kaçacağına birden durup ayakkabısına bakmaya başladı. Kafasına vuracaktı, indiremedi copu. Evet, o çocuk ve parçalanan kahverengi ayakkabı. Güvercinlerin toprak renkli ayaklarını gördü. Üstüne doğru geliyorlardı. Oysa küçük bir çocuk elindeki buğdayları ayağının dibine doğru savunmuştu. Eli copuna gitti, midesi acıyla kavruldu. Kuşlar buğdayları kapıp havalandılar.
Kuşlar gagalarında buğday taneleriyle uçarken, üstünden geçtikleri ağaçların kenarında taş, Osmanlı yapısı binanın içinde hak-hukuk öğrenen, insan haklarına inanan ve İnsan Hakları Haftası dolayısıyla etkinlikler hazırlayan gençler vardı.
Perdeci, gözünün önünde sabah gazetenin birinci sayfasındaki görüntüyle girdi şişko yönetmenin gençlerle çalışma yaptığı salondan içeri. Şişko yönetmen oyun metninde anlaşılamayan öyküleri bir kez daha oyunculara açıklıyordu. Sahnelenen oyunun trajik geçişlerinden biri de Sinan Suner’e ait olan bölümdü. Çünkü Erdal Eren’in er Zekeriya Önge’yi vurduğu iddia edilen anti-faşist gösteri Sinan Suner’in öldürülmesini protesto amacıyla yapılmıştı. Şişko yönetmen, o dönem sıkıyönetimce ilan edilen ‘dur deyince durmayanlar vurulacak’ın doğurduğu olayları anlatıyordu.
1990’da hukuk öğrenen ve o dönem dokuz yaşında olan bir gence bunu bugün açıklamak kolay değildi. Ve bir akşam arabalarında gökteki parlak ayı seyrederek giderken bir erin ‘Dur’ uyarısını duymayan
G-3 kurşunlarına hedef olan iki sevgilinin öyküsü, düş ürünü sanılabilirdi.
Oyuncular masa başında bu öyküleri bir yandan dinlerken bir yandan da kurşunlanan genç bir gövdenin kırmızı bir karanfile dönüşü üzerine alıştırmalar yapıyorlardı.
Prova bir süre sonra durdu. Şişko yönetmenle teknik sorumlu (Kıvırcık saçlı öfkeli çocuk) kafa kafaya verip konuşmaya başladılar. Kıvırcık saçlı teknik düşler kurup, elektrikten anlamaz yönetmeni sabırla dinleyip bir kâğıda onun düşlerinin somutlanışının malzemelerini sıraladı. Kâğıt önce gencecik ellerde ilgisiz bir biçimde gezindi. Erdal’ın annesini canlandıran kız kâğıdın başıboş gezisine son verdi.
Prova yeniden başlamadı. Kimi fısıldamalar üzerine sessizce toparlanıp çıktılar. Duvarların her yanı Erdal Eren’in resimleriyle donatılmıştı. Bahçeye çıktıklarında önce etrafa bakındılar, sonra kalabalığın yoğunlaştığı yöne doğru yürüdüler. Gencecik biri sessizliği yırttı, bahçede ardından 70 doğumlular Erdal’lı türküler söylemeye koyuldular. Onlar söyledikçe oyuncular Erdal’ın darağacına giderken neden kendini yalnız hissetmediğine ilişkin bir sürü soruya yanıt buldular.
Oyun oynandıktan sonra oyun sonrası söyleşi başladı. Söz döndü dolaştı Eylül öncesi günlere geldi. Şişko yönetmen söyleşinin bir yerinde oyunculara ve izleyicilere eski günlere ilişkin bir öykü anlattı.
“Az önce bahçede Erdal Eren’in öyküsü anlatılırken biraz ötede de bağrışa çağrışa futbol oynuyor-izliyordu kimileri. Benim okuduğum yetmişli yıllarda da vardı bu görüntüler. Faşist terör sağ-sol çatışması diye lanse edilirken gençlere de seçenek olarak gösterilirdi, futbol, disco, uyuşturucu. Trajik olan bu seçeneklerden öte bunların bir yaşam biçimi haline gelmesiydi. Kimi bu, sıfır yaşından başlayan etkilemeyi aşarken kimi aşamadı. Çevrede olup-biteni görmezden geldi bizim uyarılarımızı da. “Ben onlara karşı hiçbir şey yapmıyorum. Hedef ben değilim” diyerek omuz silkti. Bu 16 Mart gününe dek böyle sürdü. 16 Mart günü Üniversite’den çıkarken üzerimize faşistlerce fırlatılan bomba ayrım yapmadı.
Ve öyle günler sarıyor ki çevremizi ben on küsur yıl sonra bu öyküyü anlatıyorum yeniden. Ve sizler, bugün onca acıdan sonra bizim gibi çabuk öfkelenmeyin onlara her gün sabırla gidin ve bizim öykülerimizi de katarak anlatın. Anlatın ki artık değişsin devran on küsur yıllar sonra bu öyküler tarihte eski anılar olarak kalsın.”

Ocak 1990

Doğu Avrupa’da neler oluyor?

Dünya sarsılıyor mu? Bir altüst oluş mu yaşanıyor? Bir sarsıntı ve kargaşalık ortada. Değişiklikleri izlemek bile zorlaştı. Olayların hızına yetişmek ve ‘iktidar’dan düşenlerle yeni gelenlerin adlarını akılda tutmak örneğin olanaksız gibi. ‘Demokratik’ Almanya ya da Çekoslovakya’da art arda gelen genel sekreter ve başbakanların isimlerini bir çırpıda sayabilmek kolay mı? Ya da Demokratik” Almanya’da “Stalinist parti modelinin reddi” adına parti sekreterliği ve polit-bürosunun ortadan kaldırdığı ve yalnızca parti başkanlığının tesis edildiğini hemen hatırlayabilmek mümkün mü? Bir sarsıntı, bir değişme var, hem de hızlı bir değişme ve güçlü bir sarsıntı. Avrupa’nın doğusunda bir şeyler oluyor. İdeolojik, politik aygıtlarda, ekonomik yapıda bir sarsıntı var ve değişiklikler oluyor. Avrupa’nın doğusundaki toplumların yaşamının maddi ve manevi yönlerinde değişmeler görülüyor.
Ama yaşanan bir altüst oluş mu? İşte bu olmuyor. Tüm sarsıntılara ve yaşanan tüm değişikliklere rağmen, gerçekleşen bir altüst oluş değil. Alt altta üst üstte kalmaya devam ediyor.
Emperyalistler, Gorbaçov, Türkiye’nin Bükreş büyükelçisi ve TRT, örneğin Romanya’da olanları ‘ihtilal’ sözcüğüyle tanımlıyorlar. Avrupa’nın diğer doğu ülkelerinde olanları reform diye nitelerken, silah kullanılmasından kalkarak olsa gerek, Romanya için “ihtilal” sözcüğü kullanılıyor. Ama “ihtilal” tanımı yalnızca silah kullanımı nedeniyle yapılmıyor. Reform nitelemelerine rağmen, sık sık ‘Demokratik’ Almanya, Macaristan, Çekoslovakya’da da “ihtilal”ler ya da “devrim”lerin sözü ediliyor. Değişikliklerin ödemi ve büyüklüğü nedeniyle olsa gerek. Kolay değil: sınırsız piyasa ekonomisine ve parlamenterime geçiliyor çünkü. Gerçek ihtilallerden, devrimlerden ölesiye ürken burjuvazi, olaylar karşısında duyduğu sevinci “ihtilal” ve “devrim” sözcükleriyle dışa vuruyor. Turgut Özal, Türk Lirası’nın konvertible kılınışı yönünde atılan bir adımı ve ekonomik önlemler paketini bile “devrim” olarak nitelememiş miydi?
Burjuvazi, genel olarak Batı dünyası sevinmekte haklı; Avrupa’nın doğusunda kendi ekonomik ve siyasal rejimlerine geçiş yaşanıyor. Tüm doğu Avrupa Batı’nın ekonomik ve siyasal normlarını kabulleniyor, ekonomik ve siyasal yapılarını, kuruluşlarını bu normlara göre yeniden düzenliyor. Değişiklikler, tam da bu noktada. Sarsıntı bu temelde ortaya çıkıyor. Olayları ve değişiklikleri tek tek saymak gereksiz, herkes izliyor, basın, radyo, televizyon “emrimizde” değişiklikler herkesin gözü önünde gerçekleşiyor. Batı dünyası, burjuvazi, AT, NATO gelişmeleri yalnızca zevkle izlemiyor, destek veriyor, hatta bazı durumlarda, örneğin Romanya “İhtilali”nde daha ileri gidiyor, Sovyetler Birliği’ni reformcuları desteklemek üzere müdahaleye çağırıyor. ABD, Sovyetler Birliği’ni böyle bir müdahaleye çağırıyor. Eskiden ABD, Sovyet müdahalelerini kınardı, dünya ne kadar değişti! Doğu Avrupa’daki gelişmeler üzerine değerlendirme toplantısı yapan NATO, karargâh çalışmasının ardından, “Doğu Avrupa’daki reformların öncüsü” olarak nitelendirdiği Sovyetler Birliği’ne destek mesajı gönderdi. Pek de alışık olunmayan bir gelişme, değil mi? Federal Almanya ve Başbakan KOHL “demokratik” Almanya ile birlik peşine düştü. Ve şimdi ABD ve Sovyetler telaşa kapılıyor. İki büyük savaşın başlatıcısı Almanya yine mi bir tehdit oluşturacak? Bizim burjuvazi de, bir yandan kendinden önce AT’a üyelik olasılıkları gündeme gelen Doğu Avrupa ülkeleri ve bu olasılığı gündeme getiren bu ülkelerdeki değişiklikler karşısında tedirginliğe kapılırken, tedirginliğin bir nedenini de gelişmelerin NATO’yu, onun bir kanat ülkesi olarak Türkiye’yi ve onun abartıla-gelmiş askeri önemini geçersizleştirmesi ya da büyük ölçüde azaltması oluştururken, diğer yandan çapına bakmadan Romanya’ya tıbbi vb. yardıma ve Sovyetler başta olmak üzere “sosyalist” ülkelere sermaye ihracına yöneliyor. Evet, bir sarsıntı ve değişme var.
Başka değişmeler de var. Bu “başkalar”, sayılan değişiklikleri koşullandırıyor, emperyalistlerin, genel olarak Batının, dünya burjuvazisinin sevincinin ve zevklenmesinin nedenini oluşturuyor. Doğu Avrupa ülkelerinde yönetsel aygıtların biçimleri değişiyor. Şimdilik erken bulan Gorbaçov’un Sovyetleri ve kararı Ocak ayına erteleyen Bulgaristan dışında tüm doğu Avrupa ülkelerinde partinin öncü rolü şimdiden reddedildi ve bu role ilişkin anayasa maddesi değiştirildi. Ve zaten bu ülkelerin hemen tümünde partilerin adı değiştirildi. Komünist ve işçi sözcükleri atıldı bu adlardan. Partiler, “sosyalist” ya da “demokratik sosyalizm partisi” gibi yeni, güzel ve ürkütücü olmayan adlar aldılar! Lenin ve Stalin’i, Marksizm’i çağrıştırdığı için, Almanya’da, söylendiği gibi, partinin iç örgütlenmesinin biçimi bile değiştirilerek sekreterlik ve politik büro örgütlenmesinden vazgeçildi; bir parti başkanlığı yeterli görüldü… Yeni adlarla yeniden kurulmak üzere ‘devlet güvenlik örgütleri’ adı altındaki gizli polis örgütleri dağıtıldı. Tüm bu ülkelerde revizyonizmin gelip dayandığı çıkmazın, ortaya çıkan süre-gidemez durumun ve tüm kötülüklerin kaynağı olarak Stalin ve değişmesi dayatılan bürokratik ekonomik ve siyasal yapıyı tanımlamak üzere kullanılan Stalinizm gösterildi, gösteriliyor. Alman partisinin yeni ve son başkanı Gysi, başkan seçildiği kongreyi “40 yıllık Stalinist geçmişten kopuş ve ilk demokratik kongre” olarak tarif etti. Gerçekleri yansıtmasa da, burjuvazinin yüreğine korku salan Stalin’e hakaret ve zaten çoktan kopulmuş olan Stalinizm’den kopuşun bir kez daha sözünün edilmesi, tüm burjuvazinin ve revizyonizmin hayranlığını ayaklandırmak içki yeterli neden oluyor. Stalin’den tamamen kopulduğunun bir göstergesi, adı takılarak şimdiye dek örgütsel biçim olarak açıkça savunulup uygulanamayan burjuva parlamentarizminin kutsanması ye politik çoğulculuğun örgütlenmesi oldu. Artık tüm revizyonist ülkelerde -ki bazıları revizyonist ülkeler kategorisine dahil olmaktan çıkıp tamamen sıradan batılı kapitalist ülkelere dönüşme sürecinde ileri adımlar attılar- bir çok parti var. Çeşit çeşit partiler. “Herkes” söz ve örgütlenme hakkını elde etti çok şükür! Proletarya dışında her türlü ideolojik siyasal akım örgütlenebiliyor, parlamentoya girebiliyor, hükümetlere katılabiliyor. Polonya’da başbakan bir Katolik, Çekoslovakya’da saygıdeğer “komünistlerimiz” azınlığa düştüler hükümette, cumhurbaşkanı vekili bir liberal, Macaristan’da, “komünist” zaten kalmadı ne hükümette ne muhalefette. Tüm bu ülkeler adlarını da değiştirip yalnızca Macaristan, Romanya, Çekoslovakya falan yaptılar.
Ve bizim “sosyalist demokrasi” savunucularımız, burjuva demokrasisi hayranlarımız, kimi yüksek sesle tüm ve bu gelişmeleri kimi bazı değişiklikleri sessizlikle geçiştirerek genel “demokratik” gidişi övüp destekliyorlar. Gönüllerinde yatan gerçekleşiyor, nasıl desteklemesinler? TBKP bir yana bırakılmalı, zaten aynı kumaştandırlar. Peki o Stalin karşıtı “birlikçi” “sosyalistlerimiz”, o “demokrasi” hayranlarımız sosyalistliklerini nasıl izah edecekler, kendilerini Gysi’den, Havel ya da Dubçek’ten, Pozsgay’dan ve diğer liberallerden ayırmadan? Savundukları ve istedikleri demokrasinin sosyalist demokrasi olduğunu, demokrasinin sosyalist çerçeveyi, sosyalist anayasayı savunmakla sınırlı olması gerektiğini, devletin adından bile sosyalist sözcüğünü çıkaranları destekleyerek nasıl ileri sürebilecekler? Ve eğer bu ülkelerde olan bitenlerde beğenmedikleri, öngördükleri “sosyalist demokrasiye aykırı buldukları yönler varsa, öngördükleri ‘demokratik’ sistemin bu ülkelerde gerçekleştirilenlerden farklı olabileceğinin garantisinin ne olduğunu nasıl gösterebilecekler? Tek partiye ve proletarya partisi öncülüğüne karşı çıkar ve “hizmet yarışı” içinde çok parti ve adına isterse Sovyet desinler, bu partilerin didişme platformu olması kaçınılmaz parlamentolu çoğulcu “sosyalizmi’ savunurken, örneğin Çekoslovakya, Macaristan, Polonya ya da Almanya’dan, bugün buralarda gerçekleşen sistemden farklı bir sistem istediklerini nasıl kanıtlayacaklar ve eğer kanıtlamaya çalışacaklarsa bunu kime ve nasıl kabul ettirebilecekler? “Sosyalist demokrasi”yi dillerine dolayan “demokrasi” hayranı “birlikçi sosyalistlerimiz”e davetiye çıkarıyor açık çağrı yapıyoruz: Doğu Avrupa’da tutulan yoldan farklı olduğunu kanıtlayın öngördüğünüz yolun, sosyalistliğinize ikna edin bizi, Gysi’den ve diğerlerinden farkınızı ortaya koyun. Ve siz, “bürokrasi düşmanı” trotskistler, açılan büyük demokrasi cephesinin unsuru ve destekçileri, bu ‘demokratikleşme’ güldürüsüne verdiğiniz destekle nasıl bir “bürokrasi karşıtı” olduğunuzu, öngördüğünüzün nasıl bir ‘demokrasi’ olduğunu bir arada açıklamaya çalışın. Sizler, liberal, sosyal demokrat “birlikçilerimiz”, trotskistler, tasarımlarla uğraşır ve büyük toplumsal “projeler* geliştirmeye çalışırken, tartışma düşünsel süreçlerin içine hapsolmuşken, laf üretilirken yalnızca, işiniz bir ölçüde kolaydı, “demokratik” projelerinizle etkileyecek insanları görece kolay bulabilirdiniz; ama olaylar fena bastırdı, kötü yakalandınız, şimdi tüm bir doğu Avrupa’da sözünü ettiğiniz projeler gerçekleşiyor ve tartışmaya olay ve olgular da katıldı. Tartışma düşünsel süreçlerle sınırlı olmaktan çıktı bir çırpıda, öngörüler maddesel yoğunluk kazanıyor. Buyurun olgular ortada, yorumlayın, projelerinizin farklılığını gösterin, kendinizin farklılığını ortaya koyun. Doğu Avrupa’da olan biteni destekliyorsanız geçin karşımıza ve eğer karşıysanız, liberal gidiş sizi rahatsız ediyorsa ancak, yanımıza gelin farklılıklarımızı tartışalım. Sosyalistler, herhangi bir sosyalist proje, doğu Avrupa’nın bugününe ve yakın geçmişine karşı olmak durumundadır. Başkaca bir sosyalistlik iddiası ancak gülünç olur.
Doğu Avrupa’nın adlarını değiştirmiş partilerinin yeni yöneticileri de “yeni projeler” ileri sürüyorlar. Pek “yeni” projeler… Kautsky’den, Dubçek’ten kalma “insancıl sosyalizm” projesi gibi, yine Kautsky ve Togliatti’den kalma “3. yol” projesi gibi projeler. Örneğin yeni Alman partisinin MK’sı “insancıl, demokratik bir sosyalizm kurma” hedefini ileri sürüyor, yeni başkanı Gysi, “Stalinizm ve tekelci kapitalizmden uzak 3. yolu izleyeceklerini söylüyor. Doğu Avrupa ülkelerinde yönetime gelen tüm yenler, tüm liberaller, bu ülke işçilerinin, ne denli komünizm adını kullanan revizyonizm tarafından nefrete boğulmuş olurlarsa olsunlar, kapitalizme kolaycı rıza göstermeyeceğini bildiklerinden, şimdiye dek açıktan kapitalizmi öngördüklerini söylemediler. Doğrudan kapitalizm hedef olarak ileri sürülmedi, pratik olarak uygulamaya konulan kapitalizm oldu, ama doğrudan adı böyle takılmadı. Doğu Almanya’da Federal Almanya ile birliğe ezici çoğunluk karşı çıkıyor; nedeni milliyetçilik karşıtlığı değil kuşkusuz, doğu’nun proletaryası, emekçileri, batının temsil ettiği kapitalizm tarafından köleleştirilmeye tepki, duyuyorlar, neden bu. Ve Gysi, tümüyle kapitalistçe düşünüp kapitalizmi uygulamasına rağmen çıkıp kapitalizmi öneremiyor. Alıştıra alıştıra gitmesi gerekiyor, bunu biliyor ve öyle davranıyor. Ve ekonomik reformlar, yani ekonominin batılı tarzda kapitalize edilmesi, özel mülkiyete dayandırılması yalnızca “demokratik” Almanya’nın gerçeği değil. Doğu Avrupa ve bu ülkelerdeki değişikliklere damgasını vuran, değişimin özünü ve esasını teşkil eden, bu özelleştirme ve piyasa ekonomisinin açıktan ve doğrudan yerleştirilmesi gerçeği.
“19. yüzyıldan kalma ekonomik doktrinler terk edilmeli” çağrısıyla açıktan Marksizm’in terk edilmesi gereğini ileri süren Polonya Başbakan yardımcısı,ve Maliye Bakanı bir “şok önlemler paketi” açıkladı. Görülüyor ki, “şok ekonomik önlem paketleri yalnız Türkiye’de moda değil, yalnızca Özal’a özgü değil. Ama içerik ve işlevleri hemen her yerde aynı: “devlet işletmelerinin adım adım ama kararlı biçimde özelleştirilmesini öngörüyor Polonya paketi. Devlet işletmelerinin hisseleri, öncelikle işletmelerde çalışan işçiler olmak üzere halka satılacak, pakete göre. Bu tür paketlerin uygulamaya konulduğu tüm ülkelerde de zaten hisseler hep işçiler tarafından satın alınır! İşçilerde hisselere yatıracak bol sermaye vardır! Bu satışın tek bir anlamı vardır; ancak ellerinde hisselere yatıracak para olanlar, yasal ya da yasal olmayan yollardan sermaye biriktirmiş olanlar hisseleri satın alabileceklerdir. Kimdir bunlar? Parti ve işletme yöneticileri, Polonya’da öteden beri varolan küçük ve orta özel işletmelerin patronları. Türkiye’de devlet işletmelerinin hisselerini kimler satın alabiliyor? Genellikle orta sınıf değil mi? Polonya’da orta sınıfa ek olarak bugüne kadarki imtiyazlı durumları nedeniyle (teşvikler, primler, rüşvet vb. yollarla para biriktirme olanağı olan) parti ve işletme yöneticileri toplayacaklardır hisseleri. Ve bu özelleştirme kapitalizm olmayacaktır, halisane bir reform olacaktır! Ama ne yapalım ki, aynı Türkiye’de olduğu gibi, IMF de bu tür önlemleri dayatmaktadır. Ve Polonya da Aralık ayının son günlerinde IMF ile bir Stand-by anlaşması imzalamış bulunuyor. Ne güzel bir “sosyalizm” ve “demokratikleşme”! Macaristan’da ise, bu önlem, paket adı falan takılmaksızın uygulamaya konuldu. Hem de daha ileri gidilerek. Macaristan’da devlet işletmelerinin hisseleri büyük bölümüyle yabancılara sunuldu ve hisseler Batı borsalarında satılmaya başlandı. Macar “sosyalizmi” daha da güzeli Bu Macaristan’da, şimdi adı değiştirilmiş olan partinin yönelişine “muhalif” olduğunu iddia eden ve eski parti şefi Kadar’ın yolunu izlediğini açıklayan,’Komünist Parti’yi yeniden örgütlemeyi öngören bir grup var. “2000’e Doğru”ya göre “muhafazakârlar” ya da “Stalinistler” diye anılıyorlarmış’ Anlaşıldığına göre, “sosyalizmi” en katı biçimiyle savunan bunlar! Bayağı “muhafazakârlar” ve “Stalinistler”; şöyle diyorlar: “… ekonomik reformlardan, piyasa ekonomisinden yanayız. Macaristan için piyasa ekonomisinin daha iyi olacağı kanıtlandı.” ve ‘ne var ki, reformlar her şeyi yıkmamalı’ymış! Bu en ‘sosyalist’ grup, bu Macaristan’ın ‘geleceğinin bekçisi ve garantisi’ ‘sosyalistler’ şöyle bir platform savunuyorlar: ‘Ne sosyalizm o kadar kusursuz, ne de kapitalizm o kadar kötü. Kapitalist sistemin bazı unsurları sosyalist sistemle birleştirilebilir. Sosyalist kapitalizmle iyi ekonomi yapabilir, yüksek gelir elde edebilir ve bunu iyi dağıtarak halkın refahını yükseltebilirsiniz.’ Bu Buharinciler sanki yeni bir şey keşfediyorlar gibi, Macar proletaryasını aldatmanın “yeni” yollarını araştırıyorlar. Kapitalizmin sosyalize olmak zorunda olduğunu ve olduğunu, üretici güçlerin sosyalleşmesinin ilerlemesinin ve mülk edinmenin özel niteliğiyle çelişme halinde bulunmasının kapitalizm koşullarında burjuvazinin gereksizleşmesi yönünde bir rol oynadığını, hisse senetli şirketlerin, profesyonel yöneticilerin vb. ortaya çıktığını daha Engels söylemişti. Kapitalizm sosyalize olmak zorundaydı ve çoktan olmuştu, bu özellikle 2. Savaş sonrasında işçi ve emekçilerin tabandan gelen baskısını nötralize etmenin bir yolu ve yöntemi olarak kapitalistler tarafından özellikle uygulandı. Bugün örneğin Avrupa kapitalizmi, yalnız hisse senetli şirketleriyle değil, işsizlik sigortası sistemleriyle, parasız çeşitli sosyal hizmetler sunmasıyla sosyalize durumdadır ve kapitalizmin sosyalizmle birleşmeye ihtiyacı yoktur. Ama bu ihtiyacı, kapitalizmle birleşme ihtiyacını “sosyalist sistem”, “en sosyalist sosyalistler” ileri sürebiliyor hala! Gorbaçov ileri sürebiliyor, Brejnev’in adamı J. Kadar’ın takipçileri olduklarını söyleyen en sıkı “sosyalistler” ileri sürebiliyor ve işin acısı, bu eski Buharinci görüşlerin yenilik adına ileri sürülebilir oluşunun gösterdiği Doğu Avrupa ülkeleri proletaryasının bilinç düzeyi ve ideolojik çarpıtılmışlık durumu. Revizyonizm bu görüşleri kuşkusuz proletaryayı zehirlemek, onu peşine takabilmek için ileri sürüyor. Bu pespaye görüşlerin ileri sürülebilir olması, proletaryanın bilinç düzeyinin olağanüstü geriliğini gösteriyor, çünkü revizyonistler bu saçma görüşlerle proletaryayı kazanabileceklerini, ikna edebileceklerini hesaplıyorlar.
Ve son olay Romanya’da gerçekleşti, son değişiklik Romanya’da yaşanıyor. Oybirliğiyle parti sekreterliğine seçileli daha henüz 1 ay olmayan Çavuşesku birkaç gün içinde kanlı bir biçimde devrildi. Doğu Avrupa’nın tek “Stalinist” lideri olduğu Balıklarca Beri sürülüyordu. Oysa Stalin’in hemen halk mahkemesine göndereceği türden bir gericiydi. Romanya’da tam bir hanedanlık kurmuştu. Karısıyla, oğlu, damadı ve kardeşleriyle, Durumu Özal hanedanını çağrıştırıyordu. Uyguladığı diktatörlük, doğrusu tam ‘sosyalizm’e uygun düşüyordu! Kendisinin, ailesinin ve yönetici kastın imtiyazlarının gerçekleştirilmesi ve korunması üzerine temellendirdiği burjuva revizyonist diktatörlüğü, dizginleri başında olduğu devletin elinden kaçmasına, özel mülkiyetin belli bir düzeyin ötesine geçerek tekelci imtiyazları zedeler ve güçsüzleştirir hal almasına karşı çıkıyor, yönetici kastın siyasal tekeli adına politik çoğulculuğa karşı tutum alıyordu. Politik çoğulculuğa ve özel mülkiyete Romen proletaryası ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda karşı çıkmadığı olayların akışıyla belirgin biçimde ortaya çıktı. Maddi olguların kendi mantıkları vardır ve madde yanılgısızdır.
Evet, diğer Doğu Avrupa ülkelerinde olanlar Romanya’yı, Romen proletaryası ve halkını etkilemişti. Reform yanlısı liberal gerici akım ve politik güçler kendileri için elverişli uluslararası koşullara sahiptiler ve uluslararası desteklerden yararlandılar. Ama hiçbir elverişli uluslararası durum ve dış destek uygun iç koşullar olmadan etkide bulunamaz. Hiçbir aldatma ve kanalize faaliyeti eğer güçlü hoşnutsuzluk nedenleri yoksa proletarya ve emekçileri ayaklanmaya sevk edemez. Oysa Romanya’da halk bendinden boşalmışçasına Çavuşesku’ya karşı ayağa kalktı, gerici liberallerin peşine takılarak. Romen halkının ayaklanmasının nesnel koşulları vardır, hiçbir ayaklanma bu koşullar olmadan gerçekleşmez… Ama ayaklanmanın öznel koşulları, proletarya ve emekçiler açısından tam bir ideolojik politik çarpıklık durumu oluşturuyor. Göstericilerin Romen bayrağındaki orak-çekici keserek çıkarmaları onların neyin peşinden sürüklendiğinin göstergesidir. Ayağa kalkan emekçiler kendi çıkarları doğrultusunda davranmadılar, sosyalizm adını kullanarak siyasal ve ekonomik tekelini gerçekleştiren Romen revizyonist burjuvazisinin neden olduğu çarpıklığı kullanan burjuva liberallerin peşine takılarak gerici burjuva taleplerle ‘sosyalizm* sandıkları şeye karşı yürüdüler. Bürokrat burjuvaziye, devlet kapitalizmine karşı yürüyorlardı. Revizyonist burjuvazinin baskısı karşısında özgürlük istiyorlardı; ama kendi üzerlerinde zorbalık uygulayanın sosyalizm olduğunu sanarak anti sosyalist, burjuva liberal taleplerle yürüdüler. Romen proletaryası ve emekçileri, Ulusal Selamet Cephesi adlı burjuva örgüt tarafından sosyalizme karşı, bir burjuva parlamento (revizyonist siyasal, tekelin alternatifi olarak gösterilen sistem olarak) ve özel mülkiyet (üstü az çok örtülü ve revizyonist ekonomik tekelin, tekelci devlet mülkiyeti ve imtiyazların alternatifi olarak gösterilen sistem olarak) için yönlendirilip kanalize ediliyor… Ulusal Selamet Cephesinin lideri lon İlinescu da, Gorbaçov’un sınıf arkadaşı, üstelik Romanya Komünist Partisi’nin eski sekreteridir. Bu yönlendirmenin, bu yönelişin Romen proletaryasının çıkarlarıyla en küçük bir ilgisi yoktur, bu yön desteklenemez, benimsenemez ve savunulamaz. Ama şurası da açık olmalı ki, bu yönelişin savunulmaz oluşu ve gericiliği, Çavuşesku’nun aynı ölçüde savunulamaz oluşunu ve gericiliğini örten bir rol oynayamaz. Çavuşesku, asılası bir revizyonist burjuva gerici diktatördür, devrilmesinde üzülecek bir yan yoktur, üzülecek tek şey, Romen proletaryası ve emekçilerinin gerici burjuva liberallerinin peşinde oluşu ve kendi sınıf çıkarlarının bilincinde olmamasıdır.
Yeni kurulan bir parti Romanya’nın yakın geleceğini haber vermektedir: ” Hıristiyan değerleriyle köylülerin, işçilerin ve aydınların geleneksel değerlerini savunacağını” belirten, programında “okullarında din eğitiminin yapılması ve tarım üretim kooperatiflerinin dağıtılması” maddelerine yer veren, yönetiminde Ortodoks Başpiskopos Maramures başta olmak üzere pek çok din adamı bulunan ‘Ulusal Hıristiyan Köylü Partisi’ adlı dinci bir partinin kurulduğunu ajanslar tüm dünya gericiliğine müjdeledi.
“Burada kısaca Yeni Demokrasi dergisinin yanlışlarına değinmek gerekiyor.
Yeni Demokrasi Çin’deki yaz ayaklanmasını desteklemişti. Gerekçesi, revizyonist diktatörlüklerin halka karşı olduğu ve bu diktatörlüklere karşı her ayaklanmanın nesnel olarak ilerici karakterde olmasının zorunlu olacağı şeklindeydi. “Sosyal faşist diktatörlüklere karşı ayaklanmalar desteklenmelidir” diye düşünüyorlardı… Oysa bu görüş yüzeyseldir ve yanlıştır. Nasıl ki kapitalist ülkelerdeki her ayaklanma desteklenemezse, revizyonist ülkelerdeki ayaklanmalar da ayrım yapılmaksızın desteklenemez. Üstelik revizyonist ülkelerdeki ayaklanmaların desteklenebilmesi için daha fazla neden de gerekir. Herhangi bir ülkede gericiler birbirleriyle çatışma halindeyseler gericiler arası çatışmada taraf olmamak, gerici taraflardan birine alet olmamak doğru olandır. Çatışan gerici taraflardan birinin ya da her iki tarafın birden halkın belirli bir desteğini kazanmış olması ve halkı peşine takmış oluşu, bu doğru tutumun değiştirilmesine neden olamaz. Marksistlerin desteklemesi gereken, ilerici devrimci hareketler ve ayaklanmalardır; ve herhangi bir ülkede gerici iktidara karşı, burjuva ya da revizyonist diktatörlüğe karşı her hareket ve ayaklanmanın ilerici ve devrimci olacağı ve olması gerektiği varsayılamaz. Halkın çatışmalara katılmış, çatışmalarda yer almış oluşu destek nedeni olamaz. Marksistler, desteği, halkın çalışmalara kendi çıkarları doğrultusunda, tümüyle kendi çıkarları doğrultusunda olmasa bile ileri bir platform temelinde katılmış olması koşuluna bağlı olarak verirler. Bu, çatışmanın hangi talepler uğruna yürütüldüğünün çözümlenmesini gereksinir. Bu çözümleme yapılmaksızın destek, körlemesine veriliyor demektir ve gerici bir yönelimin desteklenmesi bu durumda pek muhtemeldir.. Oysa bu kaçınılması gereken temel bir yanlıştır.
Oysa Yeni Demokrasi dergisi, revizyonist ülkelerdeki ayaklanmaları desteklemek için hiçbir çözümlemeye gerek duymuyor. Arkadaşlara göre, bu ülkelerde patlak verecek her ayaklanma desteklenmeye layıktır. Bu yaklaşımın bir nedeni, ayaklanmanın taleplerine önem vermeyiş ve gerici bir diktatörlüğe karşı tüm ayaklanmaları nesnel olarak ilerici varsayarak, gericiliğe karşı yönelen halkın hoşnutsuzluğu ve öfkesinin saygıdeğerliğiyle bu hoşnutsuzluk ve öfkenin ne tür bir zarf ya da çerçeve içinde şekillendiği ve ne tür bir yönelimle hangi kanalda aktığının ayırt edilmesiyle ilgilenmemeyse, diğer neden de burjuva demokratik diktatörlüğün faşist diktatörlüklere -ehveni şer görülerek- tercih edilmesidir ki, bu da, bir teorik yaklaşım yanlışlığıdır. Yeni Demokrasi’nin aralık sayısında şunlar yazdı:
“… tutum, elbette burjuva diktatörlüklerinden birini veya diğerini olumlamak olamaz. Gerek önceki türüne, gerekse yeni türüne karşı duracağı açıktır. Bununla birlikte proletaryaya daha iyi örgütlenme ve mücadele olanağı sağlayan siyasal sistemi, bu açıdan daha elverişsiz olana tercih eder. Revizyonist bürokratların bütün siyaseti tekellerine aldıkları, emekçileri sosyal faşist merkezi yönetim ve fabrika despotizmiyle ezdikleri, halka kendilerini savunma ve örgütlenme olanağını tanımadıkları, haksızlıklara karşı çıkışı yasakladıkları ve barışçıl kıpırdanmaları dahi şiddetle bastırdıkları burjuva diktatörlük biçiminin yerine, kitlelere daha fazla hak ve özgürlük tanıyan burjuva diktatörlük biçimi yeğdir. Sınıf bilinçli proletarya bunu da olumlamaz, savunmaz, ama devrimci mücadelenin daha elverişli koşullarda yürütülmesi açısından diğerine tercih eder.”
Olmaz. Birincisi, durum, feodal despotluk karşısında burjuva demokrasisine destek verilmesinden farklıdır, çünkü burada burjuva demokrasisi feodal despotluk ve kapitalizm feodalizm karşısında tarihsel olarak ileriyi temsil eder; ancak feodal despotluk karşısında burjuva demokrasisinin bile kayıtsız şartsız desteklenmesinden söz edilemez. Burada da destek şarta bağlıdır. Başlıca şart, burjuvazinin, burjuva demokrasisinin komünistlere karşı tutumu, komünistlerin propaganda ve çalışmalarının engellenmemesidir. Bu ittifak koşuludur. Ancak komünistlerle ittifakın reddi durumunda da burjuva demokrasisi feodal despotluk karşısında tarihsel açıdan ilerici konumunu yitirmez. Oysa faşist ve demokratik burjuva diktatörlükler, aynı toplumsal temelden yansıyan diktatörlük biçimleridir, birbirlerine göre tarihsel ilericiliklerinden söz edilemez. Tarihsel olarak proletarya devrimleri çağında ve bir kapitalist ülkede her ikisi de gericileşmiş ve ömrünü doldurmuştur. Bu nedenle birini diğerine karşı desteklemenin kendiliğinden tarihinin tekerleğinin dönüşüne uygunluğundan söz edilemez. Politik olarak bazı koşullarda ilerici bir gelişmeye denk düşebilir burjuva demokrasisi faşizm karşısında, faşizm karşısında burjuva demokrasisinin ilerici rol oynayabilmesi şarta bağlıdır, her koşulda geçerli değildir, tarihsel geçerliliği yoktur. Bu nedenle, ikinci olarak, Marksistler, faşizm mi burjuva demokrasisi mi sorusu karşısında ilgisiz kalamazlar, ancak ilgilerini, faşizme karşı burjuva demokrasisini desteklemek şeklinde sınırlayarak anlamak, birini diğerine yeğ tutmak ve tercih etmek, bunu koşulsuz bir zorunluluk olarak kavramak, arkadaşların aktardığımız pasajın başında karşı çıktıkları olumlayıcı tutuma düşmek olur. Marksistlerin faşizm mi burjuva demokrasisi mi sorusu karşısında kayıtsız kalmamalarının anlamı, örgütlenme kolaylığı nedeniyle kayıtsız-koşulsuz burjuva demokrasisi destekçiliği değildir, onu faşizme yeğ tutmak değildir, Marksistlerin yeğ tutacakları, uğruna mücadele ettikleri ve edecekleri kendi yolları, kendi seçenekleri vardır, onlar tüm burjuva diktatörlük biçimlerinin karşısında geçerli olan kendi seçeneklerini savunurlar. Genel tutum, stratejik yönelim budur. Bunun için yeterli güç toplanamadığı geçici süreçlerde, örgütlenme kolaylığı vb, nedenlerle Marksistler burjuva demokratlarla ittifak arayışına girebilirler, bu olanaklıdır ve her ittifak bir uzlaşmaya dayanır. Marksistlerle burjuva demokratlar arasında bir ittifak gerçekleşebilirse, asıl hedef unutulup kaybedilmeden, geçici bir destek olanaklı olabilir. Ama açık ki bu destek, soyut bir tercih nedeniyle, “yeğ tutma” sorunu nedeniyle değil, doğrudan ve dolaysız olarak koşula bağlı gerçekleşecektir. Yoksa faşizm karşısında burjuva demokrasisinin herhangi bir nedenle (örgütlenme özgürlüğünün daha geniş gerçekleşme ihtimali vb. gibi) koşulsuz desteklenmek üzere yeğ tutulması, burjuva demokrasisinin tarihsel ilericiliğinin varsayılması anlamına gelir, üstelik koşulsuz destek bu durumda bile yanlış olur.
Açık olmalıdır ki, burjuva hareketin içeriği ve talepleri, Marksizm ve Marksistler karşısındaki tutumu, destek açısından karar vermenin, şu ya da bu tutumu almanın temel kıstasıdır.
Bu açıdan bakıldığında revizyonist ülkelerdeki burjuva liberal, “demokratik” hareket ve ayaklanmaların durumu pek parlak görünmüyor. Her şeyden önce bu hareketlere damgasını vuran Gorboçovculuktur. Bugünkü durumun sözünü ediyoruz, ilerde Gorboçovculuğa karşı da bir ayaklanma patlayabilir, ama bugün “Gorbaçov demokratizmi” tüm revizyonist ülkelerdeki liberal yönelim ve hareketin içini dolduran esas etkendir. Dincilik, milliyetçilik, burjuva liberalizmi ve anti-komünizm bu hareketlerin temel yönleridir. Bir çarpıklık dolayısıyla böyle oluyor, bunu bilmek gerekir, bilinsin, ama şöyle ya da böyle bu hareket ve ayaklanmalar anti-komünisttir, içinde belki istisnai anti-komünist olmayan unsurlar barındırması olasılığı, bu hareketin genel anti-komünist niteliğini değiştirmeye yetmiyor. Proletarya ve emekçileri peşlerine takan burjuva liberaller, onları, revizyonizmin neden olduğu çarpıklıktan yararlanarak özellikle bu yönde kanalize ediyorlar. Ortaya çıkan hareket ve ayaklanmalar bugüne değin komünizm karşıtı ideolojik politik ve ekonomik talep ve yönelimlerle var oldular. Nasıl yeğlenecek ve nasıl desteklenecekler, bu içerik ve talepleriyle? Yalnızca ‘sosyal faşist diktatörlüklere karşı’ ortaya çıkışları, bu içerik ve talepleriyle desteklenmeleri için yeterli neden olabilir mi? Olamaz. Örneğin siyasal ve ekonomik tekelci konumlarını savunan Çavuşesku ve bürokrasisinin revizyonist zorba diktatörlüğüyle, O’nu deviren ve başlıca 1- KP’nin yönetici rolünün kaldırılması ve çoğulcu, demokratik bir hükümet sisteminin kurulması, 2- “Romanya Sosyalist Cumhuriyeti” olan ülke isminin “Romanya” olarak değiştirilmesi. 3- Ulusal ekonominin yeniden düzenlenmesi ve özel teşebbüslerin artırılması maddeleriyle özetlenebilecek programını yayınlayan Ulusal Selamet Cephesi’nin kurmakta olduğu diktatörlüğün ve buna yol açan, halkın burjuva çıkarların peşinden sürüklendiği ayaklanmanın ikisinden biri desteklenemez. Marksistlerin ve devrimcilerin Romanya’da ya da Romanya ile ilgili yapmaları gereken tek şey vardı: Birinden birini desteklemek değil; Çavuşesku diktatörlüğüne karşı eylem ve ayaklanmaya sosyalist ya da en azından devrimci demokratik bir yön kazandırmak, bunun için ayaklanmanın içinde ve önünde yer almak, onun anti-komünist, liberal gerici bir yön tutmasını önleyerek, Romanya’nın ileriye atılımının önünü açacak bir içerik ve yön kazanmasını sağlamak. Şimdi yapılması gereken ise, ne Çavuşesku ne de ilk kararlarından biri ordu dışında herkesin, halkın silahsızlandırılması olan Ulusal Selamet Cephesi’nin burjuva gericiliği üzerine hayal yaymaktır. Marksistler, yorulmak bilmez bir çabayla iki tür gericiliği de emekçilere anlatmalı, aydınlatma faaliyeti yürütmeli ve Romanya’da sosyalist devrimin yolunu açmaya çalışmalıdırlar.
Yeni Demokrasi, ayaklanmada halkın yer almış olmasından yanlış sonuç çıkarıyor, emekçilerin gerici burjuva liberallerin, peşinde olduğunu görmüyor ve önemsemiyor. Bu tutum, liberal burjuva gericiliği, onun uluslararası merkezi Gorbaçov’u ve Gorbaçovculuğu güçlendirir. Yeni Demokrasi revizyonist ülkelerde ortaya çıkan olay ve gelişmelerde, eylem ve ayaklanmalarda gerici burjuva liberallerin rolünü görmezlikten gelerek, halk kitlelerini gelişmenin etken dinamiği olarak değerlendiriyor, şunları yazıyor:
“… İktisadi reformlar gündeme gelince kitleler bunun siyasi alanda da yansıma bulmasını talep ettiler. Bürokratik mekanizmanın buna karşılık girdiği çıkmazı aşma yolunda yaptığı siyasi reformlar önceleri oldukça zayıf kalıp sorunların çözümünde kitleleri tatmin etmede yetersiz kaldı. Derken giderek bu reformların daha köklü ve kapsamlı nitelik kazanması yollu talepler yeni düzenlemelere yol açtı. Kitleler siyaset yapma, çıkarlarını savunma hakkını koparttılar.”
Bu pasajda revizyonist ülkelerdeki olay ve gelişmeler, halkla bürokratik mekanizma arasındaki çelişmeye bağlı olarak açıklanıyor ve kitleler kendisi için sınıf durumunda etken bir dinamik olarak ortaya konuyor. Durum böyle mi, bu açıklama gerçeği yansıtıyor mu? Bu ülkelerde kitlelerin de siyasal reformlar, siyasal özgürlük vb. istemiş oldukları ve istedikleri gerçeği yadsınamaz. Zaten kitleler yönetimlerden hoşnut olsalar, baskı ve zulme karşı öfke dolu olmasalar, diktatörlüklere karşı tepkilerini ortaya koymazlar, harekete geçmezler, ayaklanmalara varıncaya dek eylemlerde yer almazlar. Bu kesin. Ama taleplerle ortaya konduğu şekliyle siyasal reformları isteyenler, siyaset yapma ve çıkarlarını savunma hakkını koparıp alanlar kimlerdi? Kitleler mi? Bu ülkelerde ortaya çıkan hangi talep kitlelerin çıkarlarını yansıtıyor, hangisi kitlelerin talebidir, siyaset bu ülkelerde kimler tarafından yapılıyor, kitleler kendi siyasetlerini mi yapıyorlar? Çoğulcu sosyalizm kitlelerin talebi mi, partinin öncü rolünün kaldırılması kitlelerin talebi mi? Yoksa kitlelerin talebi özelleştirmeler mi? Kitlelerin çıkarları sosyalizmle çelişme halinde değil kuşkusuz ve olanca anti-komünist talebin kitlelerin talebi olmakla bir ilgisi yoktur. Ve bu ülkelerde emekçi kitleler, istisnai durumlar dışında ne kendi taleplerini (ekonomik ya da siyasal) formüle edip ileri sürdüler ne siyaset yapma haklarını aldılar ne de bu hakkı kullandılar. Macaristan’da yenilerin aldığı ilk kararlardan biri fabrikalarda her tür siyasi faaliyetin yasaklanmasıydı. Siyaseti yapan, iktidardaki revizyonistlerin dışında burjuva liberallerdir, ileri sürülen ve kitlelerin de peşi sıra yürüdüğü talepler bu burjuva liberallerin gerici burjuva talepleridir. Bu taleplerde ve yapılan siyasette “desteklenecek” bir şey olmadığı gibi, “yeğlenecek” bir şey de yoktur.
Revizyonist ülkelerde emekçi kitlelerde düzene karşı bir hoşnutsuzluk ve öfke olmaması olanaksız. İmtiyazlar, sömürü, zulüm ve zorbalık emekçilerde tepkiler oluşturan nesnel koşulları sağlamaktadır. Ancak oluşan rejim karşıtı hareketin liberal burjuva gerici karakterini nasıl açıklamalı? Revizyonistlerin sosyalizm adını kullanarak sömürü ve zorbalık yolunu tutmaları ve bu kötülüklerin sosyalizme mal edilmesi kitle hareketinin liberal bir yön tutmasını ve anti-komünist içerik kazanmasını açıklamaya yeter mi? Bu şüphesiz önemli bir etken. Ama her şey bundan ibaret değil. Bu ülkelerde burjuva liberal akım, politika ve eylemin güçlü dayanakları ve nedenleri vardı. Revizyonizmin sosyalizm adını kullanarak sosyalizmi kötülüklerin kaynağı olarak göstermesinin yanında, oluşan burjuva liberal akım da emekçilerin kendiliğinden hoşnutsuzluk, öfke ve tepkilerini çarpıtarak anti-komünizm yönünde kullandı.
Revizyonist ülkelerin çıkmazının başlangıcı sosyalizmden geri dönüş ve bu ülkelerde kapitalizmin restorasyonudur. Revizyonistler kendilerinin yerinden oynattıkları taşın altında kaldılar.
Rusya içinde olmak üzere Doğu Avrupa ülkeleri sosyalist devrimlerini gerçekleştirdiklerinde (Almanya hariç) geri ülkeler durumundaydılar. Hemen hepsi ekonomik ilerlemelerini sosyalizm koşullarında gerçekleştirdiler. Sosyalist sistem üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak, ama bir kapitalist ülkede olabileceğinden çok daha Beri boyutlarda merkezleşmiş bir ekonomik ve yönetsel örgüt olarak gerçekleşti. Ekonomi merkezi planlamaya dayalı olarak kuruldu ve yönetildi. Küçük üretimin ötesine geçilen her sektör, işletme, her birim merkezi plan uyarınca işleyen ekonominin içine katıldı. Sosyalist ülkeler gelişmiş bir kapitalist ülkede olabileceğinden daha merkezileşmiş örgütsel yapılara ulaştılar. Sosyalist sistem içinde bu bir sorun oluşturmuyordu ve bir kötülüğü yoktu. Ancak kapitalizmin restorasyonuyla birlikte bu durum sorun oluşturmaya başladı. Kapitalizm kuruluyordu ama ekonomik ve siyasal örgüt biçimleri yeniden ortaya çıkmaya başlayan kapitalizmin ihtiyaçları için uygun düşmüyordu artık. Üretim kar için yapılmaya başlandığında, emeğin yaşam koşullarını kolaylaştırmak için gerçekleştirilmiş ekonomik ve siyasal örgütlenme, ekonominin işleyişi için fazla merkezi gelmeye başlamıştı. Kapitalizmde rekabet mutlaktı, tekelci kapitalizm koşullarında da tekeller arasında sürerdi, ama tekeller kendi doğal seyirlerini izleyerek ortaya çıkardı. Üretim belirli bir yoğunluğa ulaşır ve üretimin merkezileşme sürecini davet ederdi. Tekel üretimin merkezileşmesi demekti, ancak, üretimin yoğunlaşmasını ön şart olarak gereksinirdi, bunun ön şartı ise üretim güçlerinin belirli bir gelişme düzeyiydi. Oysa sosyalist ülkelerde kapitalizm koşullarında üretici güçlerin gelişmesinin koşullandıracağı üretim yoğunlaşması ve bunun koşullandıracağı üretim merkezileşmesinin ötesinde bir merkezileşme gerçekleştirilmişti. Ve bu ülkelerde kapitalizm ne denli gelişirse üretimin merkezi örgütlenmesi ve siyasal merkezi yapı dar bir elbise gibi sıkıntı verir oluyordu. Kapitalizmin bu ülkelerdeki gelişmesi bir yandan kar amacının işletmeler arasındaki rekabeti ve piyasa koşullarını tahrik ve davet etmesiyle, diğer yandan ekonominin merkezi örgütsel biçimlerinde “eksiltmeler” yapılmasını zorunlu kılmasıyla gerekleşti. İlk başta revizyonizmin yönetimini aldığı ekonomik örgüt neredeyse tek bir dev tekel gibiydi. Ama kapitalistleşme koşullarında bunun sürmesi olanaksızdı. Kapitalizm koşullarında üretici güçlerin olağanüstü gelişmesini ve üretimin üst boyutlarda yoğunlaşmasını zorunlu olarak varsayan bu merkezi ekonomik (ve buna bağlı olarak siyasal) örgüt varlığını sürdüremezdi. Liberman reformları gündeme geldi. Bir nedeni bu. Diğeri ise, ekonominin kar amacına uygun yeniden yapılandırılmasıydı. Ve reformlar devam etti. Her tıkanıklık yeni bir reformu davet ederek, bu, sürdü gitti. Sanayi ve tarımda krizler baş göstermiş, sosyalizm koşullarında görülmeyen kuyruklar ortaya çıkmıştı. Kapitalizm kar amacıyla gerçekleştirdiği üretimde düşüşlere yol açmıştı, ancak bir neden de merkezi örgütün eskisi gibi çalışamaz oluşuydu. Başlıca siyasal nedenlerle merkezi yapı terk edilmekten kaçınılıyor, imtiyazların hiyerarşik bir yapı içinde tekelci kullanımından vazgeçilmek istenmiyordu. Üstelik emekçilerin tepkileri de dikkate alınarak bir çırpıda sosyalist örgütsel biçimlere dokunmaktan uzak durulmaya çalışıyordu. Ve bir de sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonunun ilkliği ve bilinmezliği vardı. Gelişme, ekonomik yaşamın, üretim ve dolaşım sürecinin kapitalize edilmesi, grup mülkiyetinin, kar ilkesinin, piyasa ekonomisinin yerleştirilmesi, ama ekonomi ve siyaset alanında -zedelenmesine ve görece yumuşatılmasına rağmen- merkezi örgütsel yapıların, sosyalizmin içi kapitalizmle doldurulmuş biçimsel kalıntılarının yaşamaya devam etmesi şeklinde oldu. Ama bu durum, önemli bir çelişme ve çıkmaz oluşturdu. Tekelci kapitalist ekonomi ve hele onun örgütsel şekillenişleri, kapitalizmin restore edildiği bu ülkelere aşırı merkezi gelme durumundaydı. Revizyonist ülke ekonomileri gerektiğinden fazla tekelci ve merkeziydi. Ve bu bir baskı oluşturdu. Kapitalizm koşullarında iş gören ama onun nimetlerinden pek az yararlanan küçük bürokratlar, teknokratlar vb. bu baskıyı dile getiren unsurlar oldular. Ama baskı doğrudan ekonomik yaşamla onun örgütsel biçimleri arasındaki çelişmeden kaynaklanıyor ve zaman sürekli merkezi planlamanın ve merkezi ekonomik ve siyasal yönetsel aygıtın aleyhine çalışıyordu. Önce ekonomik örgüt bel vermeye başladı, siyasal yönetsel aygıt o hantal merkezi yapısıyla direndi. Sonunda o da dayanamadı. Merkezkaç eğilimin, ekonomik ve siyasal yaşamda liberalizmin çıkış noktası, geri dönüşün dayattığı bu içinden çıkılmaz çelişmeli ve çıkmaz durumdu. Şimdi liberal dönüşüm, kimi ülkelerde, özellikle durum tespitini oldukça doğru yapan Gorbaçov’un etkili olduğu, olabildiği yerlerde kansız, Romanya gibi yerlerde kanlı oluyor. Çin gibileri ise kan dökerek rejimini sürdürmede ısrar ediyor. Nereye kadar? En geri ülke Çin. Âdemi merkeziyet baskısı en çok onun üzerinde olacak. Onun avantajı, boyun eğme ve merkezi despotluklar altında yaşama deneyi bin yılları bulan Çin emekçilerinin siyasal geriliği.
Peki, bu liberalleşme, burjuva liberalizminin bu yeni şahlanışı nereye kadar sürecek, ne getirecek, emekçi kitleleri denetimi altında ne kadar tutabilecek? Soruların yanıtı liberaller açısından hiç umut verici görünmüyor. Örnek Yugoslavya. Bu ülke liberal yola oldukça önce girdi. Özyönetimiyle, kapitalist işletmeleriyle, önemli ölçüde âdemi merkezleştirdiği yönetsel aygıtıyla Yugoslavya yıllardır burjuva liberal yolda yürüyor. Doğal ki sıkıştığında her liberalin başvurmaktan kaçınmayacağı zorbalıklara, sıkıyönetimlere, şiddete başvurarak. Sonuç? Bugün Yugoslavya’da enflasyon oranı % 2000 (iki bin). Ve hükümet hala kurtuluşu piyasa ekonomisini geliştirmede buluyor. Son bir “paket” sunuldu parlamentoya: Piyasa ekonomisinin tümüyle oturtulmasına yönelik önlemler paketi. Ve karşısında grevci işçiler var hükümetin. Yugoslavya’da liberal muhalefet de yok, işçileri peşine takacak, liberaller hükümette çünkü. Belki bir aldatıcı liberal akım çıkar daha, görüşlerini yeterince kamufle edebilirse, belki işçileri bir1 kez daha peşine takar. Ama nereye kadar? Son yaklaşıyor… Yugoslavya’da işçiler ücret artışı isteğiyle, enflasyona ve kıtlığa karşı greve çıkıyorlar. Orada bu noktaya gelindi. Özel mülkiyet geliştirilsin ya da burjuva parlamento kurulsun talepleriyle eyleme çıkmıyor, bu yönde kanalize edilemiyor Yugoslav işlileri artık. Orada bu aşama aşılmışa benziyor. Ve Yugoslavya Doğu Avrupa’nın geleceğini bugünden yaşıyor! Diğerleri Yugoslavya’nın bugününü yarın yaşayacaklar. Tüm revizyonist ülkeler, Batı kapitalizmine entegre olsunlar olmasınlar, Batılı sınıf kardeşleriyle birlikte sonlarından kaçamayacaklar! “İflas etti” dedikleri sosyalizm “belası” önünde sonunda onların başına tekrar musallat olacak. “Eskidi” dedikleri Marksizm-Leninizm’in yol göstericiliğinde, Stalin’in ülkesinde ve tümünde sosyalizmin bayrağı yeniden göndere çekilecek. Ama bunu hazırlamak gerekiyor. Durmadan; yorulmadan. Çavuşesku ya da onu devirenler hakkında hayal yaymadan, revizyonizmin her türüne ve burjuva gericiliğin her türüne karşı savaşarak, güç oluşturarak, emekçileri aydınlatıp örgütleyerek ve sonunda Çavuşesku karşısında yapılamayanı, yapılmaya güç yetirilemeyeni yaparak…
Dalgalanmalar geçici ve Doğu Avrupa’da altüst oluş yaşanmıyor, yalnızca hükümetler değişiyor. Altüst oluşlar gelecektedir. Tüm toplumsal sistemi, ekonomik ve siyasal yapılanması ve örgütlenmesiyle ters yüz edecek altüst oluşlar. Sömürü sistemine ve burjuva revizyonist diktatörlüklere son verecek alt üst oluşlar.
Bugün Doğu Avrupa’nın pek çok ülkesinde olanlar bizde Menderes-Bayar’ın Demokrat Partisi’nin İnönü’nün CHP’sinin yerini aldığı 1946-50 dönemini andırıyor. Figüranlar ve efendiler değişik, biraz da toplumsal-siyasal koşullar. 12 Temmuz Beyannamesine varıncaya dek benzerlik görülüyor. Polonya’da örneğin Jaruzelsky’nin son “komünist” başbakanıyla dayanışmacı muhalefetin pazarlıkları Jaruzelsky’nin bu pazarlıkların sonucu varılan anlaşmayı açıklaması ve ‘ulusal istikrarın’ sağlanarak “sine-i millet” sorununun çözümlenmesi ne kadar benzeşiyor bizim yakın tarihimizle. Ama Doğu Avrupa “sosyalist” denecek! “Hadi canım sende!”
Paşa’dan söz açıp burada bu sözünü anmamak olmazdı..

Ocak 1990

Afrika’da devrim ışığı… Tigre Bağımsızlığına Kavuştu, Şimdi Sıra Tüm Etiyopya’da

(“Kara Kıta” Afrika’da bir bağımsızlık ve özgürlük bayrağı açıldı. Tam 15 yıldan beri özgürlük ve bağımsızlık için mücadele eden Tigre halkı TPLF diye bilinen cephe örgütü önderliğinde, elde silah emperyalistlere ve onların uzantısı faşist Etiyopya rejimine karsı bağımsızlığını ilan etti. Burjuva basınında bile hemen hemen hiç yer verilmeyen ve adeta “sessiz sedasız” gerçekleşen bu devrime ilişkin gelişmeleri ve Etiyopya ile ilgili diğer gelişmeleri TPLF adına bir temsilci ile yaptığımız bir görüşmeyle ayrıntılı olarak sunmaya çalışacağız. Bundan böyle gelecek sayılarımızda da dünyanın diğer ülkelerinde yürütülen ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarına örnek olması amacıyla da Tigre ve Etiyopya ile ilgili tüm gelişmeler hakkında, kaynağından ve sıcağı sıcağına güncel olarak bilgiler vermeye çalışacağız. Özgürlük’ün 14. sayısında verdiğimiz ilk haberdeki bazı eksiklik ve belirsizliklere ilişkin bu sayımızda bir düzeltme yapacağız. Revizyonist ülkelerin birer birer sosyalist maskelerinden sıyrılarak kapitalist kampta yer aldığı günümüzde kendisine Arnavutluk’u tek örnek ülke alan bir Afrika ülkesinin bağımsızlığı ile ilgili gelişmeleri okuyucularımızın sadece ilgiyle okumayıp, dayanışma ve yardımlaşma amacıyla devrimci kamuoyuna mal edeceklerini ve bununla Tigre halkına en büyük destek ve dayanışmada bulunacaklarına inanıyoruz…)
Eritre tam 28 yıldan beri, Tigre’de ise tam 15 yıldan beri halk faşist Etiyopya rejimine karşı silahlı mücadele veriyor. 5 milyon halkın yaşadığı Tigre şimdi tam bağımsızlığına kavuşmuş durumda. Mayıs 1988’de TPLF (Tigre Halk Kurtuluş Cephesi) ile EPDM (Etiyopya Devrimci Halk Cephesi) birleşerek EPRDF’yi (Etiyopya Devrimci Demokrat Halk Cephesi) kurdular. Şimdi ortaklaşa olarak faşist Derg rejimine karşı savaşıyorlar. Son saldırılarla Adis Ababa’daki rejimi teslim olmaya zorlayan Cephe örgütü, şu anda Etiyopya’nın önemli bölgelerinden olan Gonder ve Wollo’yu kontrol altına aldılar ve başkent Adis Ababa’ya 120 km. yaklaşmış durumdalar. Ayrıntılı bilgileri almak için Avrupa’da çalışma yürüten Cephe örgütünün temsilcileriyle ilişkiye geçtik. Yaptığımız görüşmeyi sunuyoruz…
(…)
Özgürlük Okuyucuları için ilk kez “Kara Kıta” Afrika’dan bir kurtuluş örgütüyle görüşme yapacağımız için gerçekten çok heyecanlıydık. Tigre’nin kurtuluşunu duyduğumuzdan beri içimiz sevinç ve coşku doluydu, görüşmeye giderken hep bu heyecanı duyduk. F. Almanya’nın en büyük kentlerinden birinin istasyonunda önceden verdiğimiz randevuya bağlı kalarak tam zamanında vardığımızda, daha önceden belirlediğimiz yöntemle, aynı anda ceplerimizden “Roter Morgen” çıkararak tanıştık. Tesfay alıp götürdü bizi ve görüşme yerine geldiğimizde, kapıdan içeri girerken bir Afrika sıcaklığı kadar yakınlık baştan ayağa her yanımızı sardı. Asıl görüşmeyi yapacağımız Cephe temsilcisi Negash kapıda karşıladı ve kırk yıllık dost gibi başladık söyleşiye… Yalın ve içten bir anlatımla baştan sona her şeyi anlattı.
. Söyleşiye başlamadan önce, önceden hazırladığımız 50’ye yakın soruyu gösterince Negash, “Birçoğunu birbiriyle ilgili olduğu için bir arada anlatırım herhalde” dedi… Geniş bir odanın içinde bir çalışma masası ve masanın ardında Cephe’nin bayrağı dalgalanıp duruyor… Bayrağın üzerindeki sarı yıldızın dışında üçgen biçimindeki sarıya gözümüz takılınca, içimizden geçeni okur gibi Negash hemen açıklamada bulunuyor: “Bu, yıldız sarı ve ayrıca orak-çekiç ve silah var. Çünkü Cepheye önderlik ML-Hareket tarafından yapılıyor”…
Not: 14. sayımızda Tigre ile ilgili habere ilişkin bazı belirsizlikler ve eksiklikler oldu. Elimize değişik kaynaklardan geçen bu bilgiler nedeniyle ortaya çıkan bu durum için okuyucularımızdan özür diliyoruz.
Haberde Tigre halkının hala kurtuluşunu sağlayamadığı ileri sürülüyor. Aslında Tigre şu anda -söyleşide de belirtildiği gibi- Tigre tamamen kurtulmuş durumda. Fakat Tigre halkı asıl kurtuluşunu Tüm Etiyopya’nın kurtuluşu olarak görüyor ve durum haberde ayrıca vurgulanmamış.
Haberde yine TPLF ile EPLF (Eritre Halk K. Cephesi) birleşerek ortak bir cephe kurdular diye geçiyor. TPLF ile EPLF ortak cephe örgütü kurmadılar. Aralarında askeri ve politik işbirliği var, anlaşma var, yardımlaşma var. TPLF ile ortak cephe kuran örgüt Etiyopya’da savaşan EPDM (Etiyopya Dem. Halk Cephesi)’dir. EPDM ile TPLF birleşerek Bugünkü EPRDF’yi kurdular.

ÖZGÖRLÜK D.: Negash Yoldaş, sanırım sen en çok Etiyopya’da olup bitenleri anlatmak istiyorsun. Oysa bizi ve okuyucularımızı en çok Tigre ilgilendiriyor…
Negash: (TPLF): Tigre Etiyopya sınırları içinde bağımsızlığı ve her türlü hakları elinden alınmış 5 milyon nüfuslu bir halktı. 1884 yılında yapılan ünlü Berlin Konferansı kararları uyarınca nasıl Avrupa ülkeleri Afrika’yı sömürge olarak kendi aralarında paylaştıysa, Etiyopya da böylece paylaştırılmış oldu. 1974 yılına kadar çeşitli imparatorluklar olarak sürüp gelen Etiyopya’da 1974 yılında önceki imparator Haile Selasiye devrildi ve askeri faşist bir cunta emperyalistlerin de desteğinde yönetime el koydu. Cunta kliği kendisine Derg adını verdi. 1974-1977 yıllarında önce ABD emperyalistleri tarafından desteklenen bu rejim daha sonra, 1977 yılından itibaren Sovyet sosyal emperyalistlerinin güdümüne girdi. Sovyet emperyalistlerinin desteğinde cuntacı klik yüzünü gizlemek için Etiyopya İşçi Partisi adında bir parti kurdu. Bu partiyi Marksist diye nitelendirerek bir de “Sosyalist Program” hazırladı. Daha önce imparatorluk olarak sürüp gelen feodal gerici ve emperyalist uzantısı gericilik cuntayla birlikte böylece devlet kapitalizmini yerleştirmeye çalıştı ve uyguladı. 1974 yılı öncelerinde de çeşitli köylü isyanları ve ayaklanmalara tanık olup direnişçi bir geleneği olan Tigre halkı, faşist Derg yönetimine karşı Cephe örgütü öncülüğünde savaştı. İmparatoru deviren Derg yönetimi başlangıçta demokrat göründü ve bazı göstermelik demokratik haklarla yüzünü gizlemeye çalıştı. Bu Derg yönetimi başa gelmemiş olsaydı imparatorluğa karşı halk çoktan ayaklanırdı, zaman geçmeden Derg yönetimini hedefleyen bir mücadele gündeme geldi ilk kez demokrat ve ilerici aydınlar çok barışçı yöntemlerle mücadele eden Tigreliler Örgütünü kurdular. İçinde daha çok sol görüşlü aydınlar vardı. Geçici bir süre için kısmi haklar elde edildi, basın ve düşünce özgürlüğü ile ilgili konularda özellikle… Ama bunların ömrü fazla sürmedi ve bu örgütün ileri gelenleri altı ay sonra tutuklanıp hapse atıldılar. Bu deney Derg rejimine karşı savaşın bu yöntemlerle olmayacağını ortaya koydu. Böylece bu hareket içinde yer alanlar Cephe örgütü kurmaya karar verdiler. Çünkü barışçı yöntemlerle mücadele için verilen vaatler gerçekleşmek yerine kazanılan haklar bile gasp ediliyordu, artık sıcak mücadele sürdürmekten başka yol yoktu. Faşist Derg yönetiminin başa geçmesinde elbette örgütsüzlük de önemli bir rol oynadı. Örgütlenmiş bir güç, bir parti olmadığı için rahatlıkla gelip başa oturdu bu klik. İşte özel olarak anlattığım bu gelişmelerin sonunda Tigre halkı 18. Şubat 1975 tarihinde silahlı mücadeleye başladı. İlk kez Batı Tigre’den başlayan mücadele bürokratik kapitalizme, feodalizme ve emperyalistlerle birlikte onların uzantılarına karşı savaşmak halkın doğrudan ve bizzat katılması sonucu halk hareketine dönüştü ve silahlı halk hareketi haline geldi. Tigre halkı kendi kaderini kendisinin belirleme hakkı kavgası için ve işçi ve köylülerin diktatörlüğünü kurmak için savaşmayı programına aldı. TPLF diye bilinen Cephe örgütüne ideolojik ve siyasi önderliği ise ML-Hareket olan MLLT üstlendi, yerine getirdi. Cephenin gerçekleştirmek istediği azami program, ML-Hareketin asgari programına denk düşüyor. TPLF demokratik bir cephe örgütü ve içinde yurtsever, demokrat devrimci, ilerici kişi ve kuruluşlar yer alıyor ve demokratik bir programı var. İşte TPLF bu programla halkı örgütleyip savaştırdı. Elbette TPLF ilk aşamada Tigre halkının kendi kaderini kendisinin belirleme hakkı için ve ayrıca emperyalizme ve uzantısı gericiliğe karşı (bürokratik kapitalizm, feodalizm) savaşıyor. TPLF şuna da inanıyor ki, Tigre ulusal sorunu asıl olarak tüm Etiyopya sınırları içinde yer alan diğer uluslardan halkların vereceği ortak mücadelesi sonunda eşit ve demokratik bir tarzda çözüme kavuşturulacaktır. Tigre kendi bağımsızlığını ve özgürlüğünü kendisi savaşarak elde etti, ama bizim asıl hedefimiz, içinde diğer ulusların da yer aldığı tüm Etiyopya’daki Etiyopya halklarının eşit haklara sahip ve demokratik bir sistem içinde ortaklaşa yaşamalarıdır. Tüm halkların eşit haklara sahip olduğu demokratik bir devlet içinde yer almaları önemli bizim için.

ÖZGÜRLÜK D.: Buna erişmek için ilk atılan adımlar neler oldu?
TPLF: Bu amaca ulaşmak için ilk yapılan önemli girişim şu oldu: Tigre Halk Kurtuluş Cephesi ile Etiyopya Halk Cephesi (EPDM) 1988 Mayıs’ında ortak bir cephe örgütü kurdular, EPRDF’yi kurdular. Bu ortak cephe örgütü de 1989 Haziran ayında bir program hazırlayarak, tüm Etiyopya’da sürdürülen askeri ve politik savaşın pratik önderliğini üstlendi ve şu anda bu ortak cephe örgütü bu savaşı yürütüyor.

ÖZGÜRLÜK D.: EPRDF ortak cephe örgütü nasıl bir örgüt, hangi amaçları var ve ona ideolojik siyasal önderlik nasıl yapılıyor?
TPLF: EPRDF çok uluslu, anti-emperyalist her cephe örgütü. Amacı Sovyetler Birliğini (şu anda rejimi her yönden en çok destekleyen emperyalist güç) ülkeden kovmak, askeri rejimi devirmek ve işçi ve köylülerin önderliğinde demokratik bir hükümet kurmak. Bu kurulacak hükümet ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına saygı göstermeli, her türlü şovenizme karşı savaşmalıdır. Ulusal sorunlar o süreç içinde ve demokratik bir tarzda ele alınıp çözümlenmeli. Bu Etiyopya’nın tamamının kurtarılmasından sonra her halkın en doğal hakkıdır, Etiyopya içinde mi kalacak yoksa ayrı kendi devletini mi kuracak, buna her halk kendisi karar vermelidir. Hem TPLF içinde hem yeni kurulan ortak cephe örgütü EPRDF içinde (Marksist-Leninist Gücü) 1989 yılı haziran ayında birleşerek EPOD adındaki (Etiyopya Proletarya Birliği) örgütü kurdular. Şimdi Etiyopya’da pratik mücadeleyi (askeri ve politik) elinde tutan ortak cephe örgütü EPRDF’ye ideolojik ve siyasi yönden önderlik ederken ki bu birinci görevi, ikinci ve diğer önemli bir görevi ise, Etiyopya’da henüz olmayan bir Marksist-Leninist partinin kurulmasını gerçekleştirmek. Bunun için de özellikle şehirlerdeki sanayi proletaryası içinde ve Etiyopya’daki diğer uluslardan halkların içinde köklü ve sistemli bir çalışma yürütmek gerekiyor. Bu Marksist-Leninist örgüt o nedenle bir geçiş örgütü olarak görülüyor ve şu anda cepheyi yönlendiriyor.

ÖZGÜRLÜK D.: Kurulacak parti konusunda neler söylemek istiyorsun?
Negash: Bizim asıl amacımız ve isteğimiz tüm Etiyopya için ilerde ortak bir komünist partinin kurulması ve bunun eşit haklara dayalı bir biçimde tüm halklar tarafından temsil edilmesi. Eğer örneğin Etiyopya’da ortak bir komünist parti kurulursa, onun bir kolu olarak Tigre Komünist Partisi, onun Tigre’deki uzantısı olarak çalışacak. Etiyopya’da parti olursa, Etiyopya’nın bir parçası olarak Tıgre de buna bağlı olarak o partiyle temsil edilecek. Biz bugün bunu savunuyoruz ve daha güçlü bir devletin kurulması birçok yönden de daha iyi olacağı için bunun propagandasını yapıyoruz, ama diğer halklar ayrılıp ayrı devletlerini kurmak isterlerse buna da elbette saygı gösterilir, karşısına çıkılmaz o zaman.

ÖZGÜRLÜK D.: Diğer halklardan söz ediyorsun, başka hangi halklar var örneğin?
TPLF: Tigre halkının yanı sıra, Orome, Amhara, Ogade, Sudama vb. birçok küçük azınlıklardan halklar var, işte önceden anlattığım cephe örgütünde bunlar temsil ediliyorlar ve o yüzden çok uluslu bir cephe örgütü EPRDF. Her Etiyopyalı üye olabilir, çünkü demokratik bir örgüttür, hangi ulustan olursa olsun herkes üye olabilir. Onun dışında yurtsever, Marksist-Leninist, Komünist, devrimci, demokratik herkes üye olabilir.

ÖZGÜRLÜK D.: Cephe ve ML-Hareketin programı konusunda çok kısa bir açıklama yapar mısın, biraz daha açar mısın anlaşılması için…
TPLF: ML-Hareketin asıl amacı, ilerde partinin önderliğinde sosyalizmi kurmak, yani stratejisi bu. Cephenin asıl amacı ise, Etiyopya içinde bir yerde demokratik bir halk devrimini yapmak, her ulusun eşit haklara sahip olduğu eşit ve demokratik temsil edildiği ortak bir devlet kurmak. Önceden de söylediğim gibi, Cephenin azami programı ile ML-Hareketin asgari programı, aynı, birbirine eşit.

ÖZGÜRLÜK D.: En son durumla ilgili biraz bilgi verir misin?
TPLF: Geçen yıl en son olarak Tigre’de TPLF büyük bir taarruza geçti ve 37.000 askeri (Derg yönetiminin) teslim aldı. Bunlardan 22.000 tanesi savaş esiri olarak alındı, geriye kalan ise yok edildi, temizlendi. Bunun yanı sıra birçok savaş araç gereci de ganimet alındı elbette. EPRDF ise bu yılın eylül ayında bir saldırıya geçti ve Etiyopya’nın en önemli bölgelerinden olan Gonder ve Wollo’daki birçok kenti ele geçirdi. Şu anda ülkenin 2/3’si EPRDF’nin denetimi altında ve kurtarılmış bölgelerde ise toplam 15 milyon insan bulunuyor. EPRDF’nin askeri olarak hedefi ve izlemek istediği strateji ise, başkent Addis Ababa’ya giden anayolu tutmak için birisi Gonder diğeri Wollo ve bir diğeri de bunun ikisinin arasından olmak üzere üç koldan başkente doğru saldırıyı sürdürmek. EPRDF durmadan ilerliyor ve bastırıyor. Tigre daha önce çoktan kurtulmuştu.

ÖZGÜRLÜK D.: Tigre konusuna bir kez daha, sonra geleceğiz…
TPLF: Wollo eyaleti ya da bölgesi diyebileceğimiz bölgede hükümet şu anda sadece başkenti denetimi altında tutuyor. Geriye kalan bölgeler EPRDF’nin elinde bulunuyor.

ÖZGÜRLÜK D.: Peki, Derg yönetimi bu gidiş karşısında ne düşünüyor? Başkente 120 km. kalmış…
TPLF: Askeri hükümet, Derg, barışçı ve demokratik bir çözüme yanaşmıyor. EPRDF 8 maddelik bir görüşme önerdi. Fakat hükümet buna yanaşmadı. Görüşmeye, masaya oturmaya yanaşmıyor. Çünkü EPRDF ile masaya oturması demek, onu tanıması demek olacak ve ondan sonra bir yerde teslim olmuş olacak. Çünkü kendisini savunacağı bir şeyi kalmayacak durumda. Görüşme önerisini reddettiği için de EPRDF Eylül ayında büyük bir saldırıya geçti. Hükümet tam 27.000 asker kaybı verdi. Bunun10.000’i halen esir alınmış durumda. Bu saldırıdan sonra hükümet görüşmeyi kabul etti, fakat EPRDF ile değil, Tigre Halk Kurtuluş Cephesi, TPLF ile görüşmek istiyorum, dedi. Çünkü EPRDF’yi bir türlü tanımak istemiyor.

ÖZGÜRLÜK D.: Bu sekiz maddelik görüşme önerisi neleri kapsıyor?
TPLF: Herhangi arabulucu bir ülkenin nezdinde yapılacak görüşmeye sunacağımız noktalar şunlardı: Sınırsız basın-yayın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün sağlanması / Geçici bir hükümetin kurulması ve bu hükümette tüm güçlerin temsil edilmesi / Anayasa hazırlanması / Serbest seçimlere gidilmesi ve sonuçta geçici bir hükümetin kurulması (TPLF: Biz hükümetin bile bu seçimlere katılabileceğini ileri sürdük, çünkü seçilemeyeceklerinden çok eminiz) / Devletin tüm gizli resmi ve sivil örgütlerinin dağıtılması / Yabancı askeri üslerin kapatılması ve yabancı askeri uzmanların vb. kovulması / Etiyopya’daki tüm ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının kabul edilmesi. Bu görüşme reddedildi ve daha sonra TPLF diplomatik ilişkiye geçti. İtalya hükümeti ile Derg yönetiminin arası iyi olduğu için, İtalya’nın arabuluculuğunda ve sadece TPLF ile görüşmeyi kabul etti. Görüşme sonunda ortak anlaşmaya varılan ve varılmayan noktaların İtalya hükümeti tarafından açıklanması gerekiyordu. Nitekim 4-11 Kasım 1989 tarihlerinde görüşme oldu. Bizim getirdiğimiz, sivil halkın bombalanmaması, yardım etmek isteyen çeşitli uluslararası yardım kuruluşlarına serbest geçiş hakkı verilmesi önerileri reddedildi. Derg alınan kurtarılmış bölgelerin geriye verilmesi önerisini getirdi. Reddettik. Sadece önerimiz olan görüşmelerin Amhara dilinde olup İngilizceye çevrilmesi ve bir-kaç tane de gözlemci ülke önerileri kısmen kabul edildi veya edilir göründü. Bunun açıklanması gerekir ve biz başta da belirttik; eğer görüşmelerden sonuç alınmazsa askeri saldırıları sürdüreceğiz, dedik. Derg Uganda ve Senegal’i, biz de İsveç ve Sudan’ı gözlemci önerdik. Daha görüşmeler biter bitmez, tam 14 Kasım’da hükümet Tigre’nin başkentini havadan bombalattı ve 31 kişi sivil yaşamını yitirdi, ikinci görüşme 12 Aralık 1989’da olacak. Bakalım o zaman ne olacak. (ÖZGÜRLÜK D.’nın notu: Bu söyleşiyi ikinci görüşmeden bir hafta önce yaptık. Haberi alır almaz bize ileteceklerdi. Yayına hazırlama nedeniyle son görüşme sonucunu bildiremiyoruz.) Barış önerisinde getirdiğimiz maddeler kabul edilmezse, gerçekleşmezse askeri saldırıları sürdüreceğiz elbette.

ÖZGÜRLÜK D.: İki seçenek sunuluyor: Askeri saldırı ya da barış görüşmesinde getirilen maddeler diyorsun. Fakat görünen o ki, ölümlerden ölüm beğen demek gibi bir şey bu, öyle değil mi?
TPLF: Biz her türlü yolu deneyeceğiz. Derg yönetimine de kendini haklı çıkarma fırsatı vermeyeceğiz, demagoji yapmaması için… Elinden her türlü silahlarını almak gerekir, diyoruz…

ÖZGÜRLÜK D.: Artık hangi dilden anlarsa diyorsun…
TPLF: Öyle, öyle işte. Bu görüşmeler sonrasında gözdağı için hükümet saldırı düzenliyor. Başkente yaptığı saldırıda uçakları düşürüldü.

ÖZGÜRLÜK D.: Kurtarılmış bölgelere zaman zaman kısa değindin, ama başka söyleyeceklerin var mı?
TPLF: Kurtarılmış bölgelerde halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması ve sorunların çözümü ağırlıkta ve önemli güçlükler var elbette. Tüm halk başlarındaki gerilla savaşının yanı sıra, şimdi silahlı ve savaş için seferber olmuş durumda ve halk cephesi savaşı var. Hem de konvansiyonel dediğimiz (geleneksel eski tip savaş silahlarıyla) Tank, top, silah, bomba vb. araçlarla savaşıyor. Sürekli yayın yapan radyo istasyonları var. Yemen’den ve Cibuti’den bile dinleniyor. Ülkede kıtlık var, yanı sıra bulaşıcı hastalıklar var. Geri ve ilkel yöntemlerle halkın gerek sağlık ve gerekse temel ihtiyaçları giderilmeye çalışılıyor.

ÖZGÜRLÜK D.: Buraya kadar anlattıklarına ekleyecek başka bir nokta var mı?
TPLF: İki nokta var: Barış görüşmelerinde ilk madde derhal ateşkesin sağlanması ve bir diğeri de, siyasi tutsakların serbest bırakılması, Derg’in demagojisini yaptığı bir konu. O nedenle biz siyasi tutsaklara bir genel af çıkarılmasını talep etmiyoruz. Çünkü af bizim bildiğimiz suçlu insanlar için istenir, oysa cezaevlerindeki politik tutuklular için biz özgürlük istiyoruz, kesinlikle af değil, bunu da belirtmek istiyoruz. Elbette savaşta esir alınan tüm tutsaklar için de… Birde ülke dışında yaşayan sürgünde olan politik sürgünde yaşayanlara da özgürlük talep ediyoruz… Aşağı yukarı 1 milyon insan dünyanın birçok ülkesine yayılmış durumda…

ÖZGÜRLÜK D.: İstersen, biraz da bağımsız ve özgür Tigre üzerine konuşalım.
TPLF: Tigre ile ilgili olduğu sürece birçok konuya değinmeye çalıştık. Onun dışında genel bir bilgi vermek gerekirse şunlar söylenebilir. Tigre 100.000 kilometrekare, toprağa ve 5 milyonluk bir nüfusa sahip. Tam bağımsızlığını elde etti, fakat biz asıl olarak tüm Etiyopya hakları ile birlikte ortaklaşa olarak eşit ve demokratik bir devlet içinde yaşamak istiyoruz. Şu anda en alttan, tabandan başlayarak üst organlara kadar gelen seçime dayalı ve halk meclisleri ya da Sovyetlerdeki devrim sonrasında gerçekleşen işçi Sovyetlerine benzer bir yönetim var. En küçük birimlerden başlayarak halkın her türlü sorununa koşan, tartışan çözüm getirmeye çalışan halkın seçtiği yönetim organları var ve bunlar yönetiyorlar. TPLF 1989 yılında kongresini (3. Kongre) yaptı ve bir kez daha belirtti: Şimdiki hükümet fasittir, barışa karşıdır, halkın askeri, politik baskısı ve savaşı sayesinde barışa da zorlanacaktır. Etiyopya’da halk barış istiyor ve kendisinin karar verip kendisinin yönettiği bir ülke kurmak istiyor.

ÖZGÜRLÜK D.: Derg yönetiminin son durumunu nasıl buluyorsun?
TPLF: Hükümet eğer EPRDF ile görüşmeye razı olursa bu onun için siyasi bir yenilgi demektir ve buna yanaşmıyor. Bir de EPRDF’in çok geniş bir halk kitlesi üzerinde hem de çok büyük etkisi var, bunu meşrulaştırmak istemiyor. Üst düzeydeki subayların bile artık savaş istemediklerini öğrenmiş bulunuyoruz. Ekonomik yönden hükümet kriz içinde sadece kendi bilgilerine dayalı olarak yaptıkları açıklamalara göre, devletin bütçesinin % 54’ü savaşa ayrılmış. Diğer sektörlerden (eğitim, sağlık vb.) kısıtlama yapılıyor ve buna ayrılıyor. Bunlar hükümeti güç durumda bırakıyor. Diğer taraftan ülkeyi kontrol altında tutamıyorlar.

ÖZGÜRLÜK D.: Şimdi şu anda okuyucularımızın çeşitli uluslararası sorunlara ilişkin soruları olduğunu sezinler gibi oluyoruz, duyar gibiyiz örneğin Sovyetlerin desteği vb…
TPLF: Sovyet emperyalistleri bugüne kadar ekonomik, politik ve askeri yönden destekledikleri en kanlı savaş Etiyopya’daki kurtuluş örgütlerine karşı savaştır. Sözde Gorbaçov yardımları azaltmak ve barış görüşmelerini zorlamak istiyor gibi havalar yarattı. Ama genel olarak politikası değişmedi. Batılı ve doğulu ülkelere silah ve para yardımı yapmayacağını ileri sürüyor. Kendisi büyük bir kriz içinde olduğu için uluslararası politikaya ilişkin göreceli değişikliklere girişmiş olabilir. Ama şu bir gerçek ki, kontrolünü kaybetmek istemiyor, ister Etiyopya’da olsun, isterse tüm Afrika’da olsun, etkinliğini sürdürmek istiyor ve bu anlamda da desteklemeye (Derg’i) devam ediyor. Rejime silah yardımı yapıyor. Lafta askerleri çektiğinin propagandasını yapıyor. Göstermelik olarak bir kısım Kübalı askerleri geri çekti sözde. Fakat hepsini değil. Ama Kübalılar gitti diğer taraftan Kuzey Kore’den askerler geldi, ya da Sovyet askeri uzman ve danışmanları hala görev başındalar. Biz Sovyet emperyalistlerinin çıkarlarından vazgeçtiğini düşünecek kadar hayalci değiliz. Bu nedenle onlara karşı mücadeleye devam edeceğiz. Biz Sovyetleri sosyal-emperyalist bir ülke olarak değerlendiriyoruz. Diğer Doğu Bloğu ile ilgili olarak da uluslararası devrimci hareketin değerlendirdiği gibi ele alıyoruz. AEP ile kardeş örgüt düzeyinde resmi ilişkilerimiz var, yine İspanyol KP (ML) ile de aynı şekilde. AEP ile özellikle çok iyi ilişkilerimiz var. Yine aynı şekilde ülkenizden TDKP ile kardeş örgüt düzeyinde ilişkilerimiz var. (Bunlar tabii MLLT yani ML Hareket ile olan ilişkiler düzeyinde. Cephe örgütünden öte. Biz dünyada Arnavutluk’u kendimize tek örnek alınacak ülke olarak görüyoruz.

ÖZGÜRLÜK   D.: (Kasım ayında Arnavutluk’un kurtuluşunun 45. yıldönümünü çağrıştırarak tıpkı Arnavutluk gibi kendi gücünüze dayanarak ülkenizi kurtardınız, insanın içinden bir ikinci Arnavutluk doğuyor diye düşünceler geçiyor) diyerek duygularımızı anlatırken, genellikle çeviri konusunda hep yardımcı olan Tesfay dayanamıyor ve konuşmaya giriyor: “Evet, işte biz de onun için savaşıyoruz, öyle” diyor.
ÖZGÜRLÜK D.: Burjuva basını ya az yazıyor ya hiç yazmıyor, dediğimizde…
TPLF: Yazıyor ama genellikle çarpıtıyor ve TPLF gerillalarını katil komando birlikleri diye gösteriyor ve çok çarpıtıyorlar. Çünkü hiç işlerine gelmiyor, bilinçli olarak çarpıtıyorlar… Buradaki kurtuluş hareketine müdahale edemedikleri için ve etkilerine alamadıkları için bunu yapıyorlar…

ÖZGÜRLÜK D.: Tekrar birlikte oluşturulacak ortak ve tek bir parti konusuna gelmek istiyoruz….
TPLF: ML-Hareket, EPOU, sanayi kesimi de işçiler içinde başta olmak üzere kök salması gerekir, parti tabanı kazanması gerekiyor ve bütünleşmesi gerekiyor. EPOU cephe örgütüne önderlik ediyor, bir ikinci görevi de çeşitli uluslardan tüm komünistleri tek bir parti içinde birleştirmek, bir yerde bu süreci çabuklaştırmak için de kurulmuş oluyor bu örgüt. Elbette tüm Etiyopya için tek bir komünist partinin kurulması, tüm uluslardan komünistleri kapsayacağı için epey zaman alacak. Diğer taraftan şu anda ulusal bağımsızlık öncelik taşıyor. EPOU, ML-Önderlik, parti kurma sürecini çabuklaştırması için de kuruldu. Kurtuluştan sonra her ulus, kendi devletini de kurmak isteyebilir. Elbette hakkıdır bu. Fakat bizim görüşümüz, biz halka eşit haklara sahip ortaklaşa kurulan tek bir partinin daha yararlı olacağını açıklayacağız ve tercihimizin de bu yönde olduğunu ve buna da halkı ikna ”etmeye çalışacağız. Ama buna rağmen halk ayrı yaşamak isterse elbette buna da kendisi karar verecektir. Biz yan yana savaşıyoruz ve hala da örgütü kurma girişimi vardı. Etiyopya’daki bazı -fazla etkinliği olmayan- oportünist akımlar nedeniyle, en geniş demokratik cephenin kurulması gecikti ve tam istenildiği anda ve biçimde olmadı. Bugün EPRDF’nin gücü ve etkinliği hükümeti bile ürkütüyor…

ÖZGÜRLÜK D.: Negash Yoldaş söyleşimizin son bölümüne yöneldik. İstersen bir de yurtdışından dayanışma konusuna değinelim. Geçen yıl yurt dışındaki Tigreliler Birliği ve Tigreli Kadınlar Birliği ayrı ayrı kongrelerini yaptılar, Devrimciler, demokratlar, halkların özgürlük ve bağımsızlığını savunan kimseler ya da kuruluşlar savaşınızı nasıl destekleyebilir, yardımcı olabilir?
Negash: Biz maddi ve manevi yönden, moral yönünden, politik yönden dayanışma ve destek bekleriz. Gerek doğudan, gerekse batıdan olsun Etiyopya’da egemenlik kurmaya çalışan tüm emperyalistlere karşı geniş bir kamuoyu yaratılmalı. Şimdi sorun emperyalistlere karşı kitlesel protesto, karşı çıkma ve diğer yandan devrimi savunma sonucudur. Şu anda kıtlık ve salgın hastalıklar baş göstermiş durumda. Giyecek ve her türlü ilaç konusunda ivedi ihtiyaçlarımız var. Burun dışında her türlü yardım için yurt dışında adreslerini verebileceğimiz Tigre halkıyla yardımlaşma dernekleri ve girişimleri var. Bir diğer beklentimiz, olup biten gerçeklerin bilinmesi ve açıklanması. Doğal afetleri, hükümetin saldırılarının da yol açtığı zararları ve durumları da bunlara eklemek gerek elbette.
Yardımlaşma bürolarının adresleri şunlar:
(İngiltere: TPLF-lnformation Centre, P.O.Box 455, London SW 9 9RS)
(Almanya: U.T.E. Hilfsorganisation für Tigray, Neumarkt 48, Köln)

ÖZGÜRLÜK  D.: Söyleşimizin sonuna geldik sayılır. Yoldaş Negash ve Yoldaş Tesfay, ikinize de bu görüşme için çok teşekkür ederiz. Özgürlük Dünyası bundan böyle Etiyopya ile ilgili gelişmeleri daha yakından izleyecek ve Türkiye’de olsun, yurt dışında olsun, devrimci kamuoyuna sunacak. Bu görüşmemize bağlı olarak, Özgürlük’ün 14. sayısını getirdik size. Bir de Arnavutluk partizanlarının türkülerinin yer aldığı devrimci türkü ve marşlarla dolu bir müzik kasetini armağan etmek istiyoruz. Son olarak da, bu söyleşiyi yaptığımız ay içinde 110. Doğum yıldönümü kutlanan ve Lenin’in “Bizim çetin cevizimiz” dediği, devrimin temel sorunlarından birisi olan ulusal sorun konusunda’ dahi çözümleyici “harika Gürcü” Stalin’in, “çetin ve zorlu, ama onurlu savaşımınıza” esin vermesi dileğiyle onun adına hazırlanmış bir resimli albümü de armağan etmek istiyoruz. Silahlı haklı savaşınızda her zaman yanınızda olacağız, başarılar dileriz…
TPLF: (İkisi de duygulandılar ve Tesfay kaşla göz arasında kaybolup birkaç saniye içinde göründü.) Tesfay ve Negash: Biz de size Tigre ile ilgili her türlü dokümanın yanı sıra, kurtuluş öncesini ve sonrasını ele alan, bizzat cephede savaşta çekilmiş iki tane video filmi armağan etmek istiyoruz. (Tesfay elinde saklar gibi tuttuğu Cephenin bayrağını, ayakta sarılarak armağan ediyor). Biz de, bir de bunu sunmak istiyoruz, diyor.
(Kardeşlik, dostluk, yoldaşlık doruk noktasında… Ayrılmak zor geliyor… Afrika sıcağı gibi dostluk, özgürlük ve bağımsızlık havasıyla içice… Tekrar tekrar sarılıp, öpüşüyoruz ve vedalaşıyoruz… Ve son olarak, “İkinci büyük ve önemli söyleşimiz Etiyopya bağımsızlığına kavuşunca olacak” diyoruz… Güle güle yerine, ZAFER işaretiyle ayrılıyoruz…

Ocak 1990

Malta’nın Meyvesi: Panama

Panama!… Kuzey ve Güney Amerika’yı, Atlantik Okyanusu ile Pasifik Okyanusu’nu bağlayan bu küçük Orta Amerika ülkesi, “Muz Cumhuriyetleri” içinde ABD için en önemli olanlardan biriydi ve iki yıldan bu yana, bir zamanlar Amerika’nın bu ülkedeki mutemet adamlarından birisi, tescilli bir CİA ajanı olan Genaral Noriega, çizmeyi aşıp Panama yönetimine el koyalı beri, Panama ABD’nin “çözmeye çalıştığı” sorunlarından birisi oldu. İki yıldır sürdürülen, suikast girişimlerinden ekonomik ambargoya değişik operasyonlar “çözüm” olmayınca, nihayet Aralık ayının ikinci yarısında ABD Panama Kanalı’ndaki 12 bin askerine 7 bin daha ekleyerek Panama’yı resmen işgal etti. Başkentte pek çok bina, askeri ve sivil tesisler tahrip edilirken, “barışçı” ABD, fırsat bulmuşken, yeni silahları da denedi: Radarda gözükmeden uçabilen ilk savaş uçağı yine ilk kez denen bombaları yoksul Panamalıların tepelerine boşalttı. 10 gün kadar süren direnişten sonra Noriega Vatikan Büyükelçiliği’ne sığınınca ABD işgali de “amacına” ulaşmış oldu.
Bir ülke bir başka ülkeyi işgal ediyor, kentlerine bombalar yağdırıyor, asker, sivil, kadın çocuk, erkek yüzlerce insanı katlediyor da demokrasi ve özgürlük havarisi Batı ülkelerinden tek bir protesto sesi çıkmıyor. Dahası, Fransa’sından Almanyası’na, Japonya’sından ispanya’sına her biri Noriega’nın kötü geçmişi ve baskıcı rejiminin berbat niteliklerini sayarak ABD işgaline arka çıkıyorlar. Sanki, o kötü geçmişi Noriega’ya ABD yazmamış, yaşamının en aşağılık döneminde Noriega’yı ABD destekleyip kukla Panama Ordusu’nun başına getirmemiş gibi…
Revizyonist ülkelerden (TASS’ın göstermelik karşı çıkışı bir yana bırakılırsa) de tek bir protesto sesi yükselmedi. Belki can derdindedirler de fırsat bulamadılar diye düşünülebilirse de desteklemek için vakit bulduklarına göre protesto için de bulabilirlerdi diye düşünmeden edemiyor insan. Bu derin sessizlikten anlaşıldığına göre; her şey MALTA’da “halledilmiş” olmalı. Hele Romanya’da Çavuşesku’nun direnmesini kırmak için ABD’nin müdahale için SB’ne çağrı yapması, Gorbaçov’un Malta görüşmeleri sırasında ABD’nin Orta Amerika’daki endişelerini anlayışla karşıladığını açıklaması dünyanın nüfuz belgelerine bölündüğünün, hiç olmazsa şimdilik “barışçıl” bir paylaşımda, biraz SB’nin aleyhine de olsa, anlaşmaya varıldığını göstermektedir. Şimdi beklenmesi gereken, sıranın ne zaman Nikaragua’ya ve Küba’ya geleceğidir.
Gelişmeler böylesine hızlı olunca; öngörüler hemen doğrulanmakta ya da iflas etmektedir. Nitekim, 1960’lardan bu yana öne sürülen, SB ve Doğu Avrupa’daki revizyonist diktatörlüklerin sosyalist değil kapitalizmin restore edildiği ülkeler olduğunu söyleyenlere saldıranlar şimdi ya eski iddialarına kılıf arıyorlar ya da revizyonizmin berbatlıklarını bahane ederek liberal kapitalizmin hizmetkarlığına soyunuyorlar. Bu durumda en zor durumda kalanlar da emperyalizmin artık ebedi barış dönemine girdiğini, budan böyle de zora dayalı bir devrimin gereksiz olduğunu, çünkü emperyalist ülkelerin (aslında onlar artık emperyalist ülke de demiyorlar, gelişmiş kapitalist ülke ya da demokrasinin kurumlaştığı ülkeler diyorlar) artık başka ülkelerdeki gelişmelerle ilgilenmediğini, dünya jandarmalığı yapmadıklarını, bu yüzden de demokrasiyi genişletmenin sosyalizme geçişin evrimci yolunun geçerli olduğunu savunan revizyonistler oldu. Birden ortaya çıkan Panama’nın işgali, emperyalistlerin ne dünya jandarmalığından, ne de diğer ülkelerin kaderine karışmaktan vazgeçtiklerini gösterdi. Tersine, yaşananlar, onların birer birer müdahalelerden de öte, aralarında egemenlik alanlarını paylaştıklarını ve o egemenlik alanları içinde birbirinin işine karışmamak için (karışmamak ne kelime, Romanya konusunda olduğu gibi birbirine yol gösterdiklerini de gösteriyor) anlaştıklarını gösteriyor. Demek ki, bir süre için de olsa, ABD ve SB aralarında barışçı yöntemlerle rekabeti sürdürecekler, ama egemenlik alanları içinde ise; başkaldıranları, hatta çizmeyi aşanları bile pervasızca ezmeye çalışacaklar. Sıcak bir savaş için yeterli hazırlıklara sahip oluncaya kadar.
Utanmazlıkta sınır tanımayanların ABD’nin Panama’yı İşgalinde bile onun özgürlük ve demokrasi ilkelerine bağlılığının bir ifadesini bulacaklarına kuşku yoktur. Ama başka kuşku duyulmayacak şeylerde vardır:
1) ABD ve SB Malta’daki görüşmelerde aralarında bir anlaşmaya vararak, dünya üstündeki egemenlik alanları belirlemişlerdir.
2) Her güç kendi egemenlik alanında istediği gibi davranarak, “düzen” ve “disiplini” sağlamak da özgür olacaktır.
3) ABD’nin Panama’ya müdahalesi doğrudan doğruya bu anlaşma çerçevesinde gerçekleşmiştir. SB’nin olaya hiçbir ciddi tepki göstermemesinin ve sadece Birleşmiş Milletlerde “kınama” için imza vermesi zevahiri kurtarma içindir.
4) SB’nin Romanya’ya müdahale etmemesinin nedeni onun ABD’ne göre daha hak hukuk gözetir olmasından değil, kendi yandaşlarının Çavuşesku karşısındaki kesin üstün durumundan ve “zafer”in kendi yandaşlarına güldüğüne emin olmasından, ek olarak da; SB’nin bir askeri müdahalenin doğuracağı ekonomik ve olası siyasi gelişmeleri kaldırmakta zorlanacağı gerçeğindendir.
Panama olayı bir kez daha emperyalistlerin demokrasi, özgürlük, bağımsızlık gibi değerlere asla saygı duymadıklarını, bunların sadece halkları aldatmak için kullandıklarını, çıkarları gerektirdiğinde; Noriega, Çavuşesku gibileri de birer aziz gibi kusursuz insanlar olarak lanse edebileceklerini, yine çıkarları gerektirdiğinde onları bahane ederek bir ulusun egemenliğini ayaklar altına almaktan çekinmeyeceklerini göstermiştir. Ders alanlar ve almak isteyenler yaşanan günler çok şey öğretmektedir, öğretecektir de…

Ocak 1990

TÜRK-İŞ 15. OLAĞAN GENEL KURULU YAPILDI: Genel Kurulda İşçiler Ve Düşünceleri Yoktu

Türk-iş’in 15. Genel Kurulu 11-17 Aralık 1989 tarihleri arasında Ankara’da yapıldı, özellikle bahar eylemlerinin yaşandığı bir yılda yapılacak olması, bu genel kurulun nasıl olacağı ya da geçeceği sorusunu sorduruyor ve dikkat çekiyordu.
Türk-İş Genel Kurulu’ndan yaklaşık bir ay öncesinde bir yasa sessizce parlamentodan geçiriliyor ve bununla emekli olan profesyonel sendikacılara bir dört dönem daha yeniden seçilebilme hakkı tanınmış oluyordu. İçinde Şevket Yılmaz ve daha pek çoğunun bulunduğu emekli profesyonel sendikacıların, 2821 sayılı yasada varolan dört dönem görevlerine devam etmeleri hakkına bir dört dönem daha ekleniyordu.
2821 ve 2822 sayılı yasaların tümden değiştirilmesinin tartışıldığı bir ortamda makyaj olarak nitelendirilecek bir değişiklik yapılıyor ve bununla zaman zaman çatlak sesi çıkan emeklilerin sesi kısılıyordu. Çünkü sus payı verilmişti. Değişikliğin zamanlaması da dikkat çekici, tam da genel kurulların yoğunlaştığı bir sırada oluyordu. Değişikliğin bir yönü de, emeklilerin gütmesi halinde bu sendikal alanda gündeme gelebilecek sorunları dikkate almaydı.
Türk-İş Genel Kurulu izlemek için Ankara’ya kolay gittik; fakat Türk-İş’in barikatlarını aşarak salona girmede bir hayli zorlandık.
Bu yazıda; genel kuruldaki hem izlenimlerimizi hem de yapılan tartışmaları yorumlayarak sunuyoruz.

NEDEN BU “ÇELİŞKİ”?
Hem işçi sınıfı hem de toplumsal mücadelenin ivme kazandığı ve toplumsal meşruluğun yasal meşruluğa önderlik ettiği koşullarda hazırlanmış olan Türk-iş’in 15. Genel Kurul Çalışma Raporu önceki raporlarla çelişen bazı değerlendirmeler yapar.
Doğrusu yapmak zorunda kalır.
Bahsedilen çelişkinin boyutu, sendikal bürokratların varlığını teşkil eden özü reddeden dozda olmadığı hemen hatırlanmalıdır.
Dergimiz Özgürlük Dünyası’nın 11. sayısında başlayıp üç sayı devam eden ’80’lerde Türk-İş başlıklı yazıda, hâkim sendikal politika belirli yönlerden incelenir. Bunun sonucunda, Türk-İş’in sınıfın çıkarlarını esas alan bir politikayı izlememiş olduğu açıklığa kavuşturulur.
Neydi bu “çelişki”?
24 Ocak Ekonomik Kararları konusunda: Burjuvazinin her fırsatta ‘alternatifi’ olmayan ekonomik kararlar olarak sunduğu ve uyguladığı bir dönemde, 1982 yılının mayıs ayında yapılan Türk-İş’in 12. Genel Kurulu’nda Başkan İbrahim Denizcier, alınması zorunlu kararlar olması sebebiyle “olumlu buluyoruz” diye konuşuyor. (12. Genel Kurul Çalışmaları, sf. 4, 81). Yine aynı genel kurulun çalışma raporunda (sf. 33), , kısa zaman içinde denilecek bir sürede hem ekonomiyi ‘mucizevî’ denecek biçimde ‘iyileştirmiş’ hem de siyasi istikrarı ‘kazanmış’ bir Türkiye panoraması çizilir. Hatta Türk-İş’in Bakan olan Genel Sekreteri Sadık Şide, bu yıllarda işçilerin koruyucu bir yönetimin idaresinde bulunduklarını ileri sürerek Başı Evren olan Konseyin işçileri hem kanunların hem de ‘ekonomideki rota düzeltmesi’ sayesinde ezdirmeyeceğini ifşa eder (12. Gen. Kur. Çalışmaları, sf.420). Türk-İş yönetimi yorumlarında öyle ileri noktalara gider ki, bu ekonomik kararların ‘başarılı olması’ için alınması zorunlu sosyal önlemleri belirleyip hükümete sunduklarını ama dikkate alınmadıklarından yakınırlar (12. Gen. Kur. Çalışma Raporu, sf. 203). Bu ve benzer yorumlar sadece 12. Genel Kurulda ve raporunda tekrarlanmaz. 1984 yılının mart ayında yapılan kapalı salon toplantısında Başkan Şevket Yılmaz, “hem fiyat artışlarında ve hem de ihracat artışlarında nispi de olsa olumlu” etkisi olan ekonomi politikalarından bahseder (14. Genel Kurul Çalışma Raporu, Belgeleri, sf. 92).
Bu aktarmalardan çıkarılabilecek sonuç: Türk-İş yönetimi, 24 Ocak ekonomik kararların yılmaz savunucusu olmasıdır.
Son genel kurulun çalışma raporunda (sf.9 ve devamı) ise, 1980 yılından beri uygulanmakta olan ekonomi politikanın belirgin özelliği; “çalışanların sermaye birikimin başlıca kaynağı durumuna getirilmesi olduğu ve ekonomik istikrarın geniş halk kesimlerinin yoksullaştırması sonucuna bağlı kılındığı, başta işçiler olmak üzere çeşitli kesimler tarafından ortaya konulmuştur” diye yazılır.
Kapitalist üretim yapısının analizine göre, sermaye birikimin kaynağı: Üretimi gerçekleştiren işçilerin yarattığı değerin, hâkim bölüşüm ilişkilerine göre sermayenin payına düşen artı-değerdir.
Bu bilimsel gerçek, Türk-İş’in çalışma raporunda aktarılan düşünce ile tersyüz edilmek isteniyor: 24 Ocak kararları sonrasında gelir dağılımın bozulmasıyla çalışanların sermaye birikiminin ‘başlıca kaynağı’ durumuna getirildiği yorumu yapılır. Bu, kabul edilemez.
Yanlıştır.
Bu istisnayı dikkate almak kaydıyla, 24 Ocak kararlarıyla ilgili olarak çelişik iki yorumun yapılmış olduğu anlaşılır.
Faşist Eylül Darbesi:
“Türk-İş Topluluğu… Türk Silahlı Kuvvetlerini yönetimi bütünü ile el koyma mecburiyetinde bırakan bir gerçekle karşı karşıya bırakıldığı bilinci içindedir… demokrasiye geçişin sağlanacağı, işçi haklarının korunacağı yolundaki teminatınızı memnuniyetle karşılamış bulunmaktadır” diye konuşur, İbrahim Denizcier (1980 Eylül). Yine aynı zat-ı muhterem: “Zira Türkiye’de 12 Eylül Harekâtı bir darbe değil, bir kurtuluş harekâtıdır” der (1982 Mayıs). Bir tanede Başkan Şevketten: “Türk Ulusu o korkunç gidişi durduranlara şükran doludur” diye açıklamada bulunur (1985 Temmuz).
Benzer aktarmaları hayli uzatmak mümkün olup bunun anlamı şudur: Generaller Konseyi yönetimini destekleme politikasıdır. Yaşanılanın da farklı olduğu iddia edilemez.
İşçilerin eylemleriyle dosta ve düşmana kabul ettirdiği gerçekler, kısmen de olsa son çalışma raporuna yansır: “12 Eylül 1980 harekâtı ile birlikte ekonomide yukarıda sonuçlarıyla açıklanan köklü dönüşüme koşut olarak Türkiye’de işçi haklarını temelden bu-dayan, sendikacılık harekâtını işlevsizliğe itecek önlemlerin kurumlaştırması süreci başlatılmış” bireysel ve toplu iş hukuku alanlarında da “son derece ciddi kısıtlamalar yapılmıştır” diye yazar. Devamında kurumlaştırmanın temel niteliğinin demokrasiye aykırı olduğu vurgulanarak “sermayenin istekleri doğrultusunda yapılmış” olduğu ve bu sebeple, “demokrasi çalışanlar bakımından yasakların egemen olduğu bir yapı haline getirilmiş” denir (sf. 45,49).
Kısaca belirtilen bu M konuda, son genel kurul raporu önceki politikalarla ‘çelişen’ tespitleri yapmış olması; hiç de şaşırtıcı değil.
Önceki yıllara göre toplumsal meşrutiyetin daha fazla etkinliği yaşanıldığı bir ortamda, sendikal bürokratlar (özde bir değişiklik olmadığını hatırdan çıkarmamak kaydıyla) bazı gerçekleri benimsemeseler de ifade etmek zorunda kalırlar. Bu, genel yapıyla çelişmez. Çünkü emek-sermaye çelişkisinin yaşanılan boyutuna göre, içinde bulunduğu koşulları ve toplumsal gücü devre dışı bırakma yöntemini dikkate alan sendikal bürokratlar, kendi konumlarını savunacak bilinci geliştirir ve benimserler.
İşte, neden bu “çelişki” başlığıyla verilmek istenilen de budur.

SALONDA VAR MI, DEMOKRASİ?

Türk-İş’in 15. Genel Kurulu’nda delegasyona sunulan tek liste ile Yol-İş sendikası başkanı Bayram Meral başkanlığında divan heyeti oluşturulur.
Genel kurul süresince divan başkanının yer yer askerlik anılarını ya da yer yer hem Türklerin tarihinin derinliklerinden gelen özelliklerini bolca dinleme hem de sendikal bürokratların laf cambazlığını izleme imkânı bulduğumuz salonda, bulamadığımız bir şey vardı, o da: Demokrasi.
İşçilerin irade birliğini sağlama ve yaşatma imkânı bulduğu demokrasi, emeğe dayanan ekonomik ve siyasi yapılanımda yeşerme ve gelişme olanağı bulur.
İşte budur: İşçi Demokrasisi.
Sınıfın kitlesel örgütü sendika bünyesinde de işçilerin düşüncesini söylemesinin ve özgürce seçme ve seçilmenin olmasının ötesinde, tabanın aktif denetimin olduğu bir yapılanım hâkimdir.
İşte budur Sendikal Demokrasi.
Bu anlamda demokrasi yoktu, genel kurulda…
Yoktu. Çünkü sınıf düşmanı hâkim sendikal anlayışa karşı olduğu ya da olacağı tahmin edilen ses ya susturulmak ya da kısılmak isteniyor.
Yoktu. Çünkü delegasyonun yaklaşık yüzde 98’ini: Her ne pahasına olursa olsun koltuğunu korumak ve buna bağlı olarak da sağlanan maddi ve sosyal ayrıcalığı kaybetmek istemeyen; içinde bulunduğu konumu savunma bilinci geliştiren ve benimseyen; resmi otorite ve sermaye ile işbirliğini esas alıp, sınıfın mücadeleci potansiyelini devre dışı bırakmayı ve konumuna yönelen her türlü muhalefeti ezmeyi esas alan özelliklere sahip sendikal bürokratların oluşturduğu ve şov yaptığı bir arenadır; bu genel kurul.
Bu arenada, sendikal bürokratların hem söz söyleme hem de seçilme hakkı vardır. Fakat emek karşısında var olmalarına karşın, kendi aralarında liste oluşturma ya da koltuk kapma gayretlerinden kaynaklanan çelişkiler de yaşanır.
Genel kurulun ilk gününde 50 imzalı bir önerge delegasyona bile okunmadan hemen sumen altına atılır.
Bu, ilk olup; benzeri kurul süresince pek çok kere tekrarlanır….
Neydi önerge?
Önerge ile genel kurulun gündeminin 5. maddesinin “Cumhurbaşkanı, Başbakanın, bakanların ve ANAP milletvekillerinin dışında, konukların konuşmalar! ve mesajlarının okunması” biçiminde değişikliği istenir.
Toplam delegenin yüzde 12’sinin imzaladığı önerge, okunmadan işlem dışı bırakılır.
Önergeye karşın, ilk sözü hükümet adına Devlet Bakanı Işın Çelebiye verilir; maval okuması için…
Çünkü protokol sendikacılık anlayışı bunu gerektirir. Diğer bir anlatımla hâkim burjuva sendikal anlayışın resmi ideolojiye ve otoriteye bağımlılığının gereğidir.
Bu; hem resmi ideoloji güdümünde olan ve resmi otorite ile direkt kurumsal amir-memur ilişkisi bulunmasa da öz itibariyle bunu andıran bir işleyişi benimsemiş Bayram Meral’in üstlendiği işleve uygun davrandığını görüyoruz.
Bu, bir yönüyle bir tür kapıkulu sendîkacıktır.
Peki, Bakan Işın Çelebi konuşabildi mi?
Hayır; maval okumasına izin verilmedi, konuşturulmadı…
Konuşmaya başlamasından bir süre sonra yiğit bir delegenin “daha ne dinliyoruz arkadaşlar” demesiyle, delegelerin bir kısmı salonu terk eder. Bakan’ın konuşmasını sürdürmesi üzerine, delegeler salona şenlikle dönerler: “Hükümet istifa” ve “yuh”…
Divan başkanının yangına su sıkması misali “susalım arkadaşlar” vs. tekerlemeleri kabul görmez.
Bu; genel kurul boyunca divan başkanının hâkim olamadığı tek gelişmedir. Yoksa onun dışında gelişmeleri “rahatlıkla” yönlendirme imkânı bulur.
Tavrı: İçinde yer aldığı gruba “kanat germe’ biçimindedir. Bu o derece ileri safhaya gider ki Türk Metal’in faşist başkanı Mustafa Özbek, aslında 30 dakika olan bir sendikanın konuşma süresini aşmasına (09,33 ile 10.15 yani 42 dakika) karşın sesini delegelerin uyarısı üzerine çıkaran Bayram Meral, bazı delegeleri ise 20 dakikadan itibaren sürekli uyarır.
Bakan Çelebi’nin konuşamaması üzerine, bir diğer Bakan İmren Aykut “konuşmayacağım” notunu divana iletir. Diğer bir anlatımla, Bakan Çelebi’nin durumuna düşmeyeceğini divana gönderdiği notla belirtir, “konuşmayacağım”.
Evet, Türk-İş Genel Kurulunda böyle bir şenlik, ilk defa yaşanır: Bir bakanın maval okumasına izin verilmez ve bir diğeri de bundan ders alır.
Emeğin en kutsal değer olduğu ananemi ve emeğe dayanan siyasal ve toplumsal düzeni yaşatma mücadelesini veren az sayıda delegenin inisiyatifi, adı geçen şenliğin yaşanılmasının sebebi olur.
Bu tavır, sonraki diğer protokolden olanların konuşması sırasında gelişme imkânı bulamaz.

BAHAR EYLEMLERİ, KİMİN  ESERİ?
Genel kurulda bahar eylemleri hemen hemen her gün tartışılan bir konu olarak gündeme gelir. Eylemler, kimin eseri?
Bu konuda faşist veya bu düşüncenin etkisinde kalan sendikaların (Türk Metal, Tes-İş, Teksif, Dok Gemi-İş vs.) konuşmacılarından bazıları bahar eylemleri kendilerince planlandığı ve bu anlamda kendiliğinden olmadığı iddiasını ileri sürerken; bazıları da aksini söylemenin sendikacının kendisini inkarı anlamına geldiğini söylerler.
Buna karşılık sosyal demokrat kimi sendikacılar da yalın gerçeği bir yönüyle de olsa birazcık açıklar gibi oluyorlar. Eylemleri kimse sahiplenmesin, kendiliğinden işçilerin eseridir. Böyle konuştukları halde kendi genel kurullarında ya da çalışma raporlarında ise sendikaların önderlik fonksiyonunu yerine getirdiğini anlatıyor yada yazıyorlar.Bir nevi çifte standartlık;sosyal demokratların açmazı.
Sonuç olarak ya faşist ya da sosyal demokrat vs. sendikacıların ortak paydası: iş geçtikten sonra işlevlerini tam olarak ya yerine getirdiklerini söylüyor ya da değişik alanda değişik yorum yapar olmalarıdır.
Eylemler öncesinde işçilerin yaşam ve çalışma koşulları her geçen gün daha da kötüleşir; baskı ve zulüm sürekli artar.
İşte bu yıllarda; reel ücretler sürekli düşer; ulusal gelirin dağılımı emek aleyhine daha da bozulur, işsizlik artar. İşyerlerinde kışla disiplini uygulanmak istenir ve varolan kısmi demokratik haklar gasp edilir.
Bu sonuca ulaşıldığı koşullarda sendikal faaliyeti sürdürür durumda olan Türk-İş ve onun şahsında; hâkim sendikal anlayışın sorgulanması halinde bahar eylemleri için Türk-İş ve bağlı sendikaların değil teşvik! etmesini köstek olduğunu anlamak için hiç mi hiç mahir olmaya gerek yoktur.
Çünkü işçi sınıfının haklarında kayıpların olduğu süreçte, Türk-İş ve bağlı sendikaların yönetimleri, burjuvazinin saldırısını hem gizlemeye çalışır hem de bu uygulamanın geçici olduğu propagandasını yaparlar. Ne geçici? Bundan olarak sendikal bürokratların eli kanlıdır. Çünkü burjuvazinin fiili destekçisi işlevini görmüşlerdir.
Çünkü bu sendikacılar sınıfın mücadeleci potansiyeline güvenmek yerine resmi otorite ile ricacı ilişki içerisinde bir faaliyeti esas alırlar.
Bütün bunların dikkate alınmasında, sınıfın mücadeleci konumunu doğru analiz etme imkânı buluruz. Ki bunun da sendikal bürokratlar tarafından yapılması beklenemez.
Çalışma hayatıyla ilgili mevzuatın yeniden uygulandığı 1984 yılı sonlarında (1980-1983 dönemi tamamen yasaklı dönem),yasaya karşın yapılan grev ve buna katılan grevci işçi sayısı her yıl sürekli artar. Mevzuatta yer almayan ve tek tek sayılarak yasaklanan grev dışı eylemler de benzer gelişme gösterir. Grev dışı eylemler özellikle 1988 yılında önceki yıllara göre hayli artar.
Bütün bunların bir sonucu olarak toplumsal meşruluk temelinde mücadelenin bütün ülkeyi sardığı ve işkollarına yayıldığı, Bahar Eylemlerine gelinir.
Bahar eylemleri Mart ayının ilk haftası içinde başlar ve devam ettiği ve yaygınlaştığı bir sırada yani 5 Nisan’da ancak toplanabilen Türk-İş Başkanlar Kurulu,10 Nisandan itibaren eylemleri yaygınlaştırma kararı alır. Bu anlatımdan olarak, eylemlerin kitleselleşerek yaygınlaştığı bir sırada,Türk-iş ve bağlı sendikaların yönetimi ancak ‘devreye girer’ görünüyor.Çünkü kervan yola çıkmış.yürüyor.Hatta sendikaların hem eylemler hem de kitle üzerinde denetimlerinin artmasına bağlı olarak eylemlerin potansiyeli düşer ve bilindiği üzere Mayıs’ta iyice seyrekleşir.Sonunda 17 Mayısta yönetim satışı gerçekleştirerek.toplu iş sözleşmesini imzalar.
Olgu olarak da böyle gerçekleşen bir şey için sendikacılar ne yüzle önderlik yapmış olduklarını iddia edebilirler?
Bir hatırlatma: Bazı sendika şube yönetimlerinin aktif rol almış olması anlatılan gerçeğin değiştirilmesi sebebi de olamaz.
Sermayenin sendikal örgütü TİSK’in Aralık la yapılan genel kurulunda Halit Narin yerine seçilen çiçeği burnunda başkan Refik Baydur’un yaptığı değerlendirme: “Hele son üç yıl mesele çok değişik görünüm aldı. Sendikalar adeta işçi taleplerinin trafik memurluğunu yapar oldular. Yani inisiyatif ellerinden kaçtı, işçi kendi talebini işverenin önüne getirdi ve bunda da başarılı oldu. Son iki yılda sendikaların etkinliği azaldı, hem bizim yönümüzden hem de kendi kanadı yönünden böyle oldu.” (Tercüman, 17 Aralık 1989).
Anlaşıldığı üzere sermayenin temsilcisi bile fiili olara karşısında kimi görmüş olduğunu söylemekle, yalın gerçeği ifade etmiş olmuyor mu?

DELEGELERİN YAPISI
Türk-İş’e 32 sendika (bu, KKTC’den Türksen’in katılımıyla bir artar) bağlı olup, 831 sendika şubesini bağrında toplar.
15. Genel Kurul’un bir tanesi kadın (yani yüzde 0,2’si) toplam 419 delege vardır. Bu toplamdan 5’i doğal delege yani Türk-İş yönetim kurulu üyesidir.
Genel Kurul’a Türksen (Kıbrıs Türk İşçi Sendikaları Federasyonu) dahil olmak üzere 32 sendika katılır. Selüloz-İş kendi genel kurulunu belirtilen ve zorunlu olunan sürede yapmadığı ya da yapmak istemediği için Türk-İş kongresine katılamaz. Bu sendikalardan 19 tanesinin başkanı son genel kurulda değişmemişken,13 tanesinin başkanı değişmiştir ve bunlardan 7 tanesinin geçmişte de yine yönetim kurulu üyesi olduğu hatırlanmalıdır. Bu sendikalardan 9 tanesinin yönetim kurulu sayısında (ikisinin azalmış, diğerlerininki artmış) değişiklikler olurken, diğer sendikaların yönetim kurulu sayılarında değişme olmamıştır. Fakat 23 sendikanın yönetim kurullarında görev yapan 139 üyesinden 66 tanesi diğer bir anlatımla yüzde 47,5’i son yapılan genel kurullarda değiştirilir. Bu oran toplam 69 yönetim kurulu üyesi bulunan diğer 9 sendikada ise yüzde 35’tir. Bu durumda 32 sendikanın toplam 208 yönetim kurulu üyesinden yüzde 43,3’ü (bu oran,1986’da yüzde 35,6) yeni seçilmiş olan kişilerden oluşur. Diğer bir anlatımla yönetim kurullarının toplam üyesinden yüzde 56,7 ‘si eski konumunu korumuş profesyonel sendikacıdır. Yalnız Çimse-İş ve T. Denizciler Sendikası’nda hem başkan hem de yönetim kurulu üyeleri aynen konumlarını korurlarken; Hava-İş ve Likat-İş’te başkan ve yönetim kurulu üyeleri tamamen değişir.
Özellikle sendika merkez yöneticilerin bir üst organı olan Türk-İş genel kuruluna delege olarak seçilmesi geleneksel bir anlayıştır. Tabii ki istisnaların varlığı genelde sonucu etkileyen bir değişikliğin olmadığı anlamına gelir.
Delegelerin mesleksel konumlarıyla ilgili olarak yapmayı düşündüğüm araştırmayı gerçekleştiremedim. Fakat konuşan Çimse-İş delegesinin belirttiği ve benim de yaptığım tahmine göre yüzde 98’i profesyonel sendikacıdır. Diğerlerinin de tezgâh başında çalışan işçi olduğu anlamına gelmez. Çünkü genel kurula delege olarak katılanların bir kısmı seçimi kazanan profesyonel ya da seçimi kaybeden veyahut emekli sendikacılardır. Yani fiili olarak çalışan bir işçinin delege olabilmesi, geleneksel anlayışa terstir.
Bu anlamda Türk-İş genel kurulu profesyonel sendikacıların var olduğu ve sesini duyurduğu bir arena olur. Onun için de işçilerin sorunlarının tartışıldığı ve çözümlerin önerildiğini düşünmek ham hayaldir. Genel kurulun belirtilen yapısından dolayı, her bir sendikanın delegeleri arasında sıkı bir işbirliği vardır. Bu sebeple özellikle başkanın yönlendirici bir işlevinin olduğu hatırlanmalıdır. Bu, asker delege varlığının sebebidir. Bu hâkim yapının değişmesi tam olarak sendikal demokrasinin yaşam bulmasıyla mümkün olur.
Sınıfın mücadelesinin vardığı boyuta paralel olarak artan mücadeleci potansiyel ve coşkunun sendika genel kurullarına yansıdığı ve bundan da Türk-İş genel kurulunda etkilenmiş olduğu hep vurgulanır. Bunun devamı olarak denir ki, artık asker delege yok. Bazı nicel gelişmelerin olduğu biliniyor.ama bunun etkisi abartılmamalıdır.
Hâkim anlayışa göre genel kurullara seçilen delegeler nasıl belirlendiği konusunda:
İşyerlerinde seçim yapmadan delegeleri belirleme ya da seçim yapılmak zorunda kalınırsa o zaman da işyerlerinin yerleşik organizasyon ve üretim yapısı yerine, sendikanın olabilecek muhalefetin gelişmesini önlemek açısından belirlediği geçici organizasyon yapılanımıyla delege belirlenmesine gidilir. Türk-İş genel kurulunda ” bol hadisli ve bol ayetli” maval okuyan Nazım Tur’un başkanı olduğu Dok Gemi-İş’in örgütlü bulunduğu Pendik, Haliç ve İstinye tersanelerinde delegeleri belirlemek için seçim yapılır. Ama işçiler; seçime hile karıştırdığını ileri sürerek eylemler yaparlar ve seçimlerin tüzük hükmüne göre hakim denetiminde yapılmasını isteyerek, sendikalarını protesto ederler. İşte böyle bir sendikanın lideri ha bire maval okur ve ahlaklı olmanın faziletlerinden bahseder. Diğer bir anlatımla kendi ahlaksızlığını ve sınıf düşmanı hainliğini gizleme gayretindedir. Sen Nazım Tur, Tanrıdan af dile ama sakın ha özellikle tersane işçilerinden dileme; çünkü dosyan hayli kabarık.
Hâkim işleyişi bu biçimde olan ve buna göre belirlenen delegelerin katıldığı şube genel kurulları yapılır. Bu genel kurullarda sendikanın merkez genel kurulu delegeleri ve sonrasında da Türk-İş genel kuruluna katılacak delegeler belirlenir. Dikkat edilirse bu seyirde profesyonel sendikacıların etkin olduğu bir konum yaratılır.
Bu oluşumda hâkim yapı:
1- Delegeler arasında ve genel kurul sırasında oluşturulmaya çalışılan birlikler, hep başkanlar düzeyinde ele alınır.
2- Başkanlar kendi delegeleri ile sohbet eder olurlar ama delegelere açık toplantı yapmaktan özellikle kaçınırlar ve bu ta ki liste belirlenene kadar devam eder. Listeye “Oy verin” çağrısı yapıldığında da her şey bir yönü ile bitmiş olur. Yapılmış olan açık toplantılar da yasak savma türündendir.
Bu hâkim işleyiş, Türk-İş’in son genel kurulunda da egemendir.
Hem bahar eylemlerinin hem de uluslararası ilişkilerde konjonktürel gelişmelerin ve sosyal demokrat olarak nitelendirilen delege sayısında olan artışın da etkisiyle, bütün anlatımları faşist sendikal anlayışa uygun olan sendikal bürokratlar bile kendilerini sosyal demokrat olarak tanıtır oldular. Teksifin genel mali sekreteri İbrahim Yalçınoğlu:”Gorbaçov gibi düşünüyorum ve onu seviyorum ama ne komünistim ne de faşistim, ben sosyal demokratım” diye konuşur.
Kısa anlatımda vermeye çalıştığım üzere, demokratlığın sosyali ve liberali modadır.
Yani demokratlık revaçtadır.
Peki, kanatların düşünceleri nelerdir?
Sosyal demokrat/reformist kanat yerine göre sık ya da seyrek olarak sınıf ve kitle sendikacılığı lafzını kullanır. Bunu demokrasinin yenilenmenin ve üstelik de işbirliğini sağlamanın bir gereği olarak ileri sürer. Yine bu kanat geçen dönem Türk-İş’in üzerine düşeni yapmadığını ve onun için bir şeylerin yapılması zorunluluğunu vurgulayıp bunun beklentisini hissettirmesi anlamında yenilikçi ve açık görünür.
Diğer yandan faşist muhafazakar kanat; anılan yıllarda Türk-İş’in üzerine düşen görevinin en azamisini yapmış olduğunu tekrarlayarak birlik ve beraberlik içinde bulunmanın zorunluluğunu vurgular. Muhafazakar olmaları sebebiyle, geleneksel oluşumlara ve değerlere özel önem verirler. Bunlar da hür sendikacılık lafzını kullanırlar.
Belirtilen farklılığa karşın işçi sınıfı karşısında her iki kanatın konumu aynıdır; yani resmi ideolojinin güdümünde bir sendikal anlayışı savunurlar.

LİSTE / KOLTUK KAVGASI
14.Genel Kurul’da yönetim için Cevdet Selvi, Mustafa Özbek ve Şevket Yılmaz başkanlığında üç liste yarışır. Bunlardan Şevket Yılmaz’ınki kazanır. Cevdet Selvi ise az olarak nitelendirilecek bir farkla seçimi kaybeder.
Son Genel kurulun yaklaştığı günlerde geçen dönemde Cevdet Selvi’nin listesinden genel sekreter adayı Kenan Durukan (Harp-İş Başkanı) başkanlık için aday olduğunu açıklar. Kasım ayının son haftası içinde sosyal demokrat olarak bilinen 19 sendika bir toplantı yaparlar. Bu gelişmeler sonrasında artık Yol-İş başkanı Bayram Meral’da Türk-İş’e başkan adayıdır.
Genel Kuruldan üç gün önce yani 8 Aralık’ta Bayram Meral ve yine genel kurulun ikinci gününde yani 12 Aralıkta Kenan Durukan adaylıktan çekildiklerini açıklarlar. Sonraki günlerde Bayram Meral muhafazakar kanada kayarken; Kenan Durukan ise yerini değiştirmez, sosyal demokrat kanatta kalır.
1965 yılından beri aralıksız Teksif’e başkanlık yapan Şevket Yılmaz son genel kurulda da yine başkan olur ve Türk-İş’teki konumuyla ilgili olarak uzun süre sessizliğini korur, pusudadır.
Kasım ayı sonunda Türk-iş yönetiminden mali sekreter Çetin Göçer ve teşkilatlandırma sekreteri Orhan Balaban aday olduklarını açıklarlar. Sonradan kulis faaliyeti umut verici konum yaratmamış olacak ki, genel kurulun son gününde konuşan Çetin Göçer aday olmadığını söyler. Yönetim kurulu diğer üyesi eğitim sekreteri Mustafa Başoğlu ise sessizdir.
14.Genel kurulda sosyal demokrat Cevdet Selvi’nin listesine karşı Şevket Yılmaz’ın listesinde teşkilatlandırma sekreteri olarak yönetime giren Orhan Balaban, 6 Aralık’ta açıklandığı üzere artık sosyal demokratların başkan adayıdır. Aday olur, seçime girer ama kaybeder; seçilemez. Muhafazakâr faşist kanattan iki küskünün yani Şevket Yılmaz ve Mustafa Özbek’in barıştığı bir arada yemek yediği günde Balaban’ın adaylığı ortaya çıkar.
Türk-İş genel kurulu ile ilgili iki politika:
1 – İlkeli hareket etmeyi savunarak, mevcut yönetimi tamamen değiştirme (Sosyal Demokratlar).
2-Mevcut dengelerden hareketle statükoyu koruma (TBKP)
Sonuç: Tam olarak ne o,ne de diğeri hayat buldu demlemezse de geleneksel çevre diye nitelendirilen, faşistlerin de varlığı ile seçimi kazanan listeye bakıldığında, sosyal demokratların kaybettiği söylenebilir. Listenin kazanmasında sosyal demokrat olarak bilinen sendikalardan güç vermiş olduğu bilinmektedir.
Bu genel kurulda delegelerin dağılımı, geçmiş genel kurullara göre “nispi” de olsa farklı olduğu ileri sürülür ve yazılır.
Bunu kimisi genel kurulun işleyişi sırasında artık “asker delege” sayısı azınlıkta olarak değerlendirirken (Şükran Ketenci); kimisi de “aşırı sol” ile “bölücüler” devre dışı bırakılması kaydıyla “Merkez Sol” nitelendirilen sosyal demokrat delege sayısında artış olduğu biçiminde yazar (Refik Sönmezsoy, Tercüman- 20 Kasım 1989).
Emek ve sermaye çelişkisi temelinde emeğin şekillendirdiği ideolojik ve siyasi düşünsel yapılanıma göre tanımlamadan, çokça sınıf ve kitle sendikacılığı lafzını kullanan sosyal demokratlar hem delegasyonda belirgin bir ağırlığın gözlenmesi hem de sınıfın mücadeleci potansiyelinin arttığı koşullarda yönetimin değişmesi politikasını benimser.
Bu yüzden “Yeni Bir Türk-İş” ve yönetim açısından da “5-0″gibi sloganları ulaşması hedeflenen gayeler olarak netlik kazanır.
Sosyal demokrat sendikacılar böyle bir politika belirginliği içinde bulunurken; sosyal demokratlığı bile tartışmalı duruma gelen SHP 17 Kasımda yapmayı düşündüğü işçi kurultayını belirsiz bir tarihe erteler görünür; Çünkü yapmak niyetinde olmadığı anlaşılmıştır. Bu kurultayın ertelenmesi Şevket Yılmaz’ın SHP’den ricası üzerine gerçekleşir.
Çalışma hayatındaki gelişmeleri izleyen ve yazan faşist kalemşor Refik Sönmezsoy, bu kurultayı ve düzenlenmesini şöyle yorumlar: ” PKK uzantıları ile işçinin hak ve çıkarlarını komünizm hizmetinde batık sermayeye dönüştüren DİSK mirasçıları, bu kurultayda “DİSK’in temsil edilmesini” istediler. Ancak DİSK’in yurtdışına kaçan yöneticilerini SHP’nin işçi kurultayında “şeref koltuğuna” oturtmak isteyen grubun girişimi şimdilik önlendi. SHP Genel sekreteri Deniz Baykal, geçmişine bakıldığında şaşırtıcı bir idrak ile işçi kurultayına kalkışılan DİSK çıkarmasını engelledi. Baykal haklı olarak bu kurultayda işçilerin temsilcisi olarak sadece Türk-İş başkanı Şevket Yılmaz’a yer verileceğini söyledi… Baykal, haklı, geçerli, sağlıklı bir tutum benimsemiştir. Kutlamak gerek” (Tercüman,6 kasım 1989 )
Baykal, faşist kalemşordan aferin alıyor: ” İyi yolculuklar” Baykal.
Faşist sendikacıların Türk-İş “DİSK’leştirilmek isteniyor” saldırısını sürdüğü koşullarda; SHP, Şevket Yılmaz’ın uyarısını dikkate alarak kurultayı düzenlemekten vazgeçer. Bununla SHP sosyal demokrat sendikacılardan bile daha geri konumda olduğunu ortaya koyuyor.
Şaşırtıcı değil; çünkü Kürtler ve soruyla ilgili tavrı odağında ‘sosyal demokrat’ devlet partisi SHP, bu konuda da tazelediği imanın savunucusudur.
Sosyal demokrat sendikacılar ise ‘ilkeli birliği’ sağlama gayretindedir.
1986 yılında 14. Genel kurulda isimlerin değişmesinde ‘odaklasan anlayışımız’ vardı ve bu yanlıştı diyen Petrol-İş Başkanı Münir Ceylan, şöyle devam eder: “Kişiler etrafında değil sendikal anlayışlar etrafında birleşerek genel kurula gitmeliyiz” (2000’e Doğru, 15 Ekim 1989). Yine M. Ceylan: “Şu anda mevcut bir yönetim ve o yönetimin hangi temelde değiştirilmesi gerektiğini deklare eden bir anlayış var. Yeni bir anlayış var. Gayet açık bir biçimde bu yönetim değişmeli diyorum” der. (2000’e Doğru, 10 Aralık 1989). Bu aktarımlardan olarak Münir Ceylan, yönetim listesinin isimlere göre değil, belli bir anlayış temelinde oluşturulmasını ve mevcut yönetimin değiştirilmesinin zorunluluğunu vurguluyor.
Bundan hareketle sürdürülen gayretler sonunda 19 sendika bir araya gelir ve bir metin deklare eder. Metin, geniş katılımın sağlanması adına olabileceği söylenen ve tekrarlanan bir içerikten geri düzeyde hazırlanır. Öyle ki, çalışma raporu 1 Mayıstan bahsettiği halde, deklare edilen metinde yer almaz. Bu sebeple, genel kurul salonunda oluşan genel havadan dolayı, imza atan sendika adına konuşanlardan bir ya da ikisi metin hakkında bir veyahut iki cümle söyler.
Hem ilkeli olunacak diyeceksin ve hem de yelpaze genişletme, katılımı artırma adına belirlediğin ilkelerden vazgeçeceksin, olmaz böyle şey. Olursa da, varım diyenler yok olur.
Zaten bu gelişme sebebiyle, yönetim için genel kuruldan iki ya da üç hafta önce atılan “5-0” yani tümden yönetimin değişmesi sloganı “4-1” olarak değiştirilir ve yönetimden Orhan Balaban aday olarak desteklenir. Başkan adayı Balaban bir röportajında, “Türk-İş şunu kötü yapmıştır, diye hiçbir şey söylemiyorum (doğrusu, söyleyemiyorum ve söyleyemem de Ö.D.). Ben, Türk-İş yöneticisiyim” diyor (Günaydın, 17 Aralık 1989). İşte Balaban’ın açmazı: Yönetimde olmak.
Soruna kişi isimleri düzeyinde yaklaşılmaması doğru; fakat olması gereken anlayış farkı netleştirilemez ve buna uygun bir davranış içinde olunmazsa, yine isimlerde odaklaşma gündeme gelir. Aksi iddia edilebilinir mi?
Hayır, edilemez. Çünkü ‘Nasıl Bir Türk-İş?’ sorusundan fazla ‘Nasıl bir Türk-İş Yönetimi?’ sorusu önem kazanır ki, o zaman da isimlerde yoğunlaşma yaşanır. O zamanda çokça sözü edilen anlayışa uygun ilkelerin rolü azalır ve hatta ilkesizlik, bir ilke olur.
Açık anlatımla olması gereken, mücadele alanlarında yeşeren ve kök salan anlayış ve eylem birliğidir. Aksine genel kurul hemen öncesi yayınlanan metine katılmış olmayı, yine yönetim listesinin belirlenmesinin odaklaşmasını sağlar.
O sebeple birliğin, hangi temel ve koşullarda sağlanmış olması önem kazanır:
TBKP’nin bayraktarlığını yaptığı, mevcut statükoyu ve varolan dengeler sayesinde koruma anlayışı; geniş katılımlı ortak konsensüsler adına sendikal bürokratların sultası savunulur. Yani sınıfın gücüne güvenmeyen, varlığı sermayenin egemenliğine bağlı olan sendikal bürokratların klikleri arasında işbirliğini öne çıkarmakla ‘güçlü’ sendika hedeflenir. Böylece Şevket Başkan’a selam yollanır.
Benzer düşünce Kristal-İş Başkanı Necati Altunkaynak tarafından şöyle dile getirilir: “Geniş bir mutabakatla, her katmanın sayısı ve gücü oranında yeni bir yönetimin oluşması sancısız ve kolay olacaktır” der (2000’e Doğru, 15 Ekim 1989). Aynı kişi genel kurulda düşüncelerini şöyle ifade eder: “Biz Türk-İş’i bölmek için değil, birlik için varız. Şevket Yılmaz içimizden çıktı ona teşekkür ediyoruz” der ve devamında birliğin önemini vurgular. Evet, Şevket Yılmaz’a atıf neden gerek duyuldu dersiniz? Mevcudu korumanın lideri durumunda olduğu için mi?
Tartışma; ‘Nasıl Bir Türk-İş?’ yerine ‘Nasıl Bir Türk-İş Yönetimi?’ odağında yapıldığı için, bir yönetim çekişmesinin yaşanıyor olmasından dolayı bu seçimi kazanma genel kuruludur. Seçimi kazanma mücadelesinin verildiği bir genel kurulda işçi sorunlarının ne kadar tartışılmış olduğunu düşünmek hiç de zor değil.
Yukarda belirtilen selamı alan Şevket Başkan ve grubu sessizliğini ta ki genel kurulun 5. günü akşamına kadar korur; hem aday olduğunu ve hem de listesini açıklar.
Geçen bu sürede sosyal demokratların çalışmaları olduğundan farklı gösterilerek, aşırı akımlara ve mihraklara karşı ‘birlik ve beraberlik’ sakızları; faşistlerce çiğnenir.
Şevket Başkan 6 Aralık’ta birazcık küskün olduğu kardeşi Mustafa Özbek ile bir araya gelir. Kısa sürede dostlukları öyle ileri safhaya varır ki, Özbek’in Şevket’e hakaret etmesi sebebiyle açılan dava, Şevket’in hakareti sine-i kursağına çekmesinden dolayı düşer.
Koltuk, insana neler yaptırıyor.
Bu yakınlık sosyal demokratlar tarafından da dikkatle izlenir. Hatta Balaban’ın adaylığı gerekçesi olarak ileri sürülür.
Yani kanatlar, yönetim arayışında olduğundan birbirlerini gözetliyorlar.
İlgili ve bilgili çevrelerle yakinen ilişki içerisinde olduğu yazılarının içeriğinden belli olan faşist R. Sönmezsoy’un daha genel kurulun 2. gününü dikkate alarak yaptığı yorumda şöyle yazar: Türk-İş’e DİSK çıkarması sonuçsuz” kalmış olup, bu tehlike sağı birleştirdi ve görülen o ki SHP ve DYP ittifakı temelinde birlik ve beraberlik gelişiyor; bu sebeple 15 sendika Şevket Yılmaz’ı destekliyor (Tercüman, 13 Aralık 1989)
SHP’nin yapmayı düşündüğü İşçi Kurultayı’nı hem hazırlama biçimi hem de ertelemesiyle Şevket Başkana destek vermiş olduğunu hatırlayınız.
Aslında bugünkü sosyal demokratların izlediği politika doğrudan DİSK’in geleneklerinin ürünü olarak değerlendirilemez. Çünkü eylemde beraberlikten güç alan ve bunu haykıran bir gelişmenin varlığı iddia edilemez. Sadece var olan genel kurul öncesinde bir yakınlaşmadır. Ötesi yalan.
Öz olarak liste/koltuk kavgası sonunda kazanan kim?
Salona işçi girememiş olduğu için, kazanma ya da kaybetme durumu yoktur.
Şevket Başkan ve listesi, muhafazakâr kanadın birliği ve sosyal demokrat kesimden gelen desteğin izniyle kazanır.

KULİS: “EL-ENSE ÇEKME”
Genel Kuruldan yaklaşık üç hafta öncesinden itibaren sendika başkanları bir araya gelir. Toplantı yaparlar. Bu toplantının ana gündem maddesi, Türk-İş’in 15. Genel Kurulunda seçilecek yeni yönetim için listenin belirlenmesi doğrultusunda belirsizliğin giderilmesidir.
Mevcut Türk-İş yönetimin değiştirilmesi, sosyal demokrat kesimde ortak düşünce olduğu söyleyebilir. Bundan olarak kimileri (Kenan Durukan) kendisini başkan adayı olarak önerirken, kimileri de (Münir Ceylan) ilkeli çıkmanın zorunluluğunu vurgular.
Bu tartışmaların olduğu ve sendikaların kendi aralarında toplantı yaptığı bir süreçte yönetimin tamamen değiştirilmesi düşüncesinden hareketle “5-0” olarak belirlenen rekor sayı; sonradan Orhan Balaban’ın aday olması ile “4-1″e iner.
19 sendikanın yaptıkları toplantı sonrasında yayınladıkları metinde 13 ilke amaç olarak yer alırken, 10 madde de yapılması gerekenler olarak sıralanır.
Belirlenen bu ilkelerin çalışma raporundan bile geri düzeyde olduğu tartışmalar sırasında ileri sürülür. Genel kurulun 6. gününde konuşan Kapıkulu Emin Kul, raporda ilkelerin hangi sayfalarda bulunduğunu tek tek sıralar ve konuşan pek çok delegenin de belirttiği gibi 1 Mayıs’ın da 13 ilke içinde olmadığını söyler. Hatta Teksif sendikası adına konuşan İbrahim Yazıcıoğlu “bu ilkelerin hepsine varım, ama genel grevi de ilke olarak dikkate almalıyız” diye konuşur.
İlkeli çıkma adına ve hatta böyle bir biçimin varlığı yeter görünerek, uzlaşmanın zorunluluğu vs. gerekçelerle öyle bir noktaya kayılmıştır ki, faşistlerin demagoji yapabilecekleri bir konum seçilmiş olduğunu görüyoruz.
İlkeli çıkma yöntemi hem salon kulislerini sınırlar hem de gelecek dönemde nelerin yapılmasının tartışılmasının sebebi olabilir diye düşünmek bugüne kadar kabul görmemiş bir tavır olduğunda sempatiyle karşılanabilir. Fakat bir metin olsunda nasıl olursa olsun biçiminde kavranan bir sonuca varıldığında, kulisler azalmayıp daha da artıyor.
Öyle de olur.
Kulis: Esasta anlayışların tartışılmasının veya gelecek dönemde ne yapılması düşünüldüğünün belirlenmesi yerine, kişiler üzerinde konuşmanın hakim kılındığı bir sohbet biçimi olduğu hatırlanmalıdır.
Genel kurulun yapıldığı salon, öğle tatilinde ya da çalışma bittiğinde akşamleyin kısa bir sürede hemen bomboş oluyor. Salonu boşaltan delegeler direkt kendi sendikası yerine belirli sendikalara ya da otellere vs. gidiyor. Bu yoğunlaşma kulis için yapılıyor. Kulis faaliyeti salonda çalışma sırasında da sürdürüldüğünden dolayı, bazen salonda dörtte bir delegenin bile kalmadığı gözlenir.
Bu kulis faaliyeti esasta sendika başkanlarının tavrına göre gelişme gösterir. Bu sebeple, delegelerin bir kaçından gelen tüm delegelerin katılımıyla birlikte değerlendirmelerin ve toplantıların yapılmasını isteyen öneriler gerçekleşme imkânı bulamaz.
Onun içindir ki salonda devam eden kulis havasına göre adaylar yeni yeni belirlenir ve seçimden birkaç saat ya da birkaç gün önce liste açıklanır. Nitekim bu genel kurulda pazar günü yapılacak seçime katılan yönetime aday listeler, ancak cuma akşamı açıklanır.
Kısaca; yönetim çekişmesinin olması sebebiyle seçimi kazanma ya da kazanabilme faaliyetinin etkin olduğu böyle bir genel kurulda, işçi sınıfı sorunlarının tartışılması ve çözümlerin üretilmesini beklemek ham hayal olur.

DELEGELER KÜRSÜDE
Toplam 36 delege konuşur. Bunların hepsi de profesyonel sendikacıdır. Konuşmacılardan sadece üç tanesi herhangi bir sendikanın yönetim kurulu üyesi değildir. Bunlardan 19 tanesi bir sendikanın genel başkanı iken diğerlerinin bir kısmı ya genel sekreter ya da başkan yardımcısıdır.
Bu halde işçinin yaşama ve çalışma koşullarının ve bu anlamda sorunlarının ne kadar gündem olabileceğini düşünmek için hiç mi hiç kâhin olmaya gerek yoktur.
Genelinde her konuşmacı elindeki yazılı metni okuyabilme mücadelesi verir. Ve bu yazılı metinlerde konular yuvarlak denilecek cümlelerle geçiştirilir bir tarzda ele alınmıştır.
Konuşmacılardan sadece birkaçının çalışma raporunu dinlediği kendi ifadelerinden anlaşılır.
Konuşmaların yapıldığı sıra herhangi bir delegenin not aldığını göremedik.
Konuşma metinleri öyle bir geçiştirme tarzıyla hazırlanmıştır ki, her sendikaya ait 30 dakikalık süre bile tam olarak kullanılmamıştır.
Deri-İş adına iki kişinin konuşacağı bilgisini edindiğimiz halde, yılların sosyal demokratı Başkan Yener Kaya diğer delegeye konuşabileceği süreyi bırakmaz. Hem de demokrasi mavalı okuduğu sırada diğer bir delegenin konuşma hakkına tecavüz eder.
Konuşmacıların ortak özellikleri; birincisi, hiç bir kimse geçmişte yapılanlarla ilgili olarak, eksiklerinin neler olduğunun ve yanlışlıklarının belirlenmesi anlamında özeleştiri yapmaktan kaçınmaları; ikinci olarak da, gelecek dönemde yapılması gerekenleri sayarken kendilerinin dışındaki kişi ya da kurumdan bekler halde olmalarıdır.
Delegelerin konuşmaktan kaçındığı konuların başında geçmiş üç yıllık dönemde yapılan ve halen devam etmekte olan grevler gelir. Çünkü grevlerin konu yapılması halinde zorunlu olarak dayanışmada gündeme geleceği için özellikle bu konular konuşulmaz. Tek cümle olsun üzerinde durulmayan bir diğer konuda, bahar eylemleriyle birlikte adından sıkça bahsettiren İşyeri Komitelerinin etkinlikleri ve deneyimleridir.
Hem grevler olsun hem de işyeri komiteleri olsun sıcak konular olduğu için özellikle ele alınmadığı kanısındayız. Şayet ele alınmış olsaydı bu konuların profesyonel sendikacılar şahsında nasıl analiz edildiğini öğrenme fırsatı bulmuş olacaktık, fakat bu tarihi anı yaşayamadık. Elden ne gelir, üzgünüz.
Bu konuların ele alınmasıyla Türk-İş’in ve bağlı sendikaların ne kadar önderlik yapmış olduklarını öğrenecektik. Yoksa “biz önderlik yaptık” maval okumasıyla bu işler olmuyor.
Kürsüde ele alınan konular incelendiğinde konuşmaların içeriği hakkında:
1- Sorunların kaynağı?
İçinde yaşanılan çalışma ve yaşama koşullarının sürekli daha da kötüleştiği anlatılmasına karşın, bu sonuçları yaratan kaynağın ne olduğu konusunda yapılan analizlere katılmak mümkün değildir.
Değildir; çünkü sorunların esasta kaynağı bir hükümetin izlemiş olduğu ekonomik ve sosyal politik olamaz.
Değildir; çünkü anti-demokratik diye sayılan uygulamalar sorunların kaynağı olarak sunulamaz.
Sonuçlarla sebep birbirine karıştırılmamalıdır.
Çalışanların yani yaşamda tek geçim kaynağı, emek-gücünü satması karşılığında elde ettiği para olan işçilerin çalışma ve yaşama koşullarını, emek- sermaye temel çelişmesi üzerinde şekillenen bu ekonomik ve siyasi yapılanım belirler. Bir başka anlatımla değinilen çelişkide emeğin temsilcilerinin yani işçi sınıfının sorunlarını, esasta diğer kutbun yani sermayenin egemenliğinden kaynaklanmaktadır, işte hükümet de, sermayenin egemenlik araçlarından bir tanesidir. Bu sebeple, hükümetlerin izlemiş oldukları politikaları sorunların esasta kaynağı olarak görmek; sorunu yanlış analiz etmektir.
Genel kurulda yapılan da sorunu yanlış analiz etmedir.
Bu yanlışlık; doğal olarak, sendikal politikanın da yanlışlığını gündeme getirir. Birbirinden ayrılamaz.
Konuşmacılar neden yanlış analiz yaparlar? Ya da neden işçi sınıfının sorunlarının köklü çözümünü sağlayacak bir sendikal politika izlenmez?
Çünkü kürsüye hâkim konuşmacı olan sendikal bürokratların varlık koşulu, işçi sınıfının sorunları kaynağı olan sermayenin egemenliğidir. Yani sendikal bürokratlar, ücretli kölelik düzenin varlığında yaşam hakkı bulur. Bir anlamda da resmi ideolojinin denetiminden ve gündemindedir, sendikal bürokratlar.
Bu anlamda sermayenin egemenliğine yaşamsal bağı olan sendikal bürokratların, neden yanlış analiz yapmış olduklarını anlamak mümkün olur.
Bundan olarak; işçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesi, sermayenin egemenliğine karşı verilmesi anlamında sendikal bürokratları da hedefler.
2- 1 Mayıs
19 sendikanın yayınladığı metinde 1 Mayıs yer almasa da, 10’u aşkın delege 1 Mayıs ile ilgili olarak konuşur ve ülkemizde de bir bayram olarak kutlanması yanlısı olduklarını belirtirler.
3- “Güneydoğu”
Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı Güneydoğu’da yaşam hakkına yönelik saldırılara sadece iki konuşmacı yasak savma türünden bir cümle ile değinir.
Kürtlerin var olduğu Toplumsal ve Sosyolojik gerçeği, resmi ideolojinin güdümünde olan sendikal bürokratlar tarafından görülmez; onun için Kürtlerin sorunlarına karşı duyarsızdırlar.
4- DİSK
DİSK’in açılması ve malvarlığının iade edilmesi gereği, birkaç delege tarafından dile getirilir.
5- AAFLI
Amerikan sendikal hareketi (AFL-CIO) bünyesinde kurulmuş olan AAFLI (Asya-Amerika Hür Çalışma Enstitüsü) ile Türk-İş arasında kurulu bulunan ilişkinin kesilmesini isteyen konuşmayı birer cümle ile iki delege yapar.
Bu ilişki hemen hemen her genel kurulda bu biçimde gündeme getirilir ama getirildiği ile kalır. Geçiştirilir.
6- TÜRK-İŞ
Türk-İş’in geçen yıllarda yaptıkları ve önümüzdeki dönemde rolü üzerinde, delegelerin konuşmalarını toparlarsak:
1- Türk-iş sendikal politikasına netlik kazandırmalı ve ricacı olmaktan kurtulup, ilkeli mücadeleyi benimsemelidir.
2- Sendikalar arasında dayanışma duygusu güçlendirilmelidir.
3- Taban söz ve karar sahibi olmalıdır.
4- Kamplaşma olmamalı ve birliğimiz korunmalıdır.
5- İşçiler politikaya ağırlığını koymalıdır.
Bir anlamda iyi ve güzel konuşuyorlar. Fakat konuşmacıların çoğunluğunun sendika başkanı olduğu hatırlanırsa, söylediklerine uygun hareketlenmeyi neden kendi sendikalarında yapacaklarını açıklamıyorlar.
7- Sorunlar konuşulmadı
Delegeler, dünyadaki ve ülkedeki konularla ilgili olarak o kadar çok konuştular ki örgütlü bulundukları işkollarıyla ilgili somut sorunlardan hiç bahsetmezler. Sadece Fırat Üniversitesine bağlı işyerlerinde toplu iş sözleşmesi hükümlerinin uygulanmadığını ağlamaklı bir dille anlatan Koop-İş delegesine ek olarak, Belediye-İş’te yaklaşık 200 işyerinde 15 bin işçinin maaşını alamadığını anlatır.
Somut sorunların anlatılmamasının anlamı; demek ki sendikal bürokratlar sorunların tartışılır olmasından korkuyor olmalarıdır.

BALABAN KÜRSÜDE
Balaban büyük harflerle ve çift aralıkta yazılmış 4 sayfalık metni 15 dakikada yumuşak bir üslupla okur.
Konuşma metninde delegelerin belirttiği eksiklikler belli başlıklar altında sıralanır ve bugün Türk-İş’in de ihtiyaca cevap verecek yeterlilikte olmadığı belirtilir.
Bununla Türk-İş’in sendikal anlayışının eleştirildiği sanılmasın,
Konuşmasında yer yer Türk-işte kabul edilmeyen durumda, kendi sorumluluk payına da atıf yapar.
Konuşmasının devamında sebep olan gelişme nedenlerini dikkate almadan, sonuçla ilgilenmeyi; geçmişten ders çıkarma adına yaptığını açıklar.
Neler düşündüğü konularında AAFLI ve 1 Mayıs’a hiç değinmeden “pısırık, pişkin ve maceracı” olmayan ama “akıllı olan ve sınıfın güvenini kazanan” Türk-İş’in hedeflendiğini söyler.

KAPIKULU KUL, KÜRSÜDE
Konuşmasının yaklaşık iki saat sürebileceğini söyleyerek söze başlayan ve devamında; ‘kayıtlara konuşuyorum’ ve ‘belge sunuyorum’ diyerek, kaynağı bilinmeyen fotokopilerle özellikle faşist delegeler üzerinde ‘başarılı’ bir yöntemle ‘karanlık ve tehlikeli, hatta şaibeli’ bir sol geliyor imajını verir.
Evet, Kul’u korkutan gelişmeler olmalı ki böyle konuşma gereği duyar olsun.
Fakat ‘korkunun ecele ne faydası var” sözünü hatırlatırız.
Konuşmasında bazı noktalar üzerinde duracağım:
1- Danışma Meclisi
Sendikal bürokratlarla ülkeyi yönetenler arasında varolan ilişkinin bir örneği olarak ele alınan ve sürekli işlenen bir konu da, Eylül sonrasında Generaller Konseyinin tamamen atamalarından oluşturulan Danışma Meclisine girebilmek için profesyonel sendikacıların sıraya girmeleridir.
13. ve 14. Genel Kurullarda bazı konuşmacılar bu konuya değinir. Bu son genel kurulda ise, yalnızca Kapıkulu Emin Kul gündeme getirir ve şöyle konuşur: “Danışma Meclisine seçilmek için aday olan listeler yayınlanırsa kimler var görürsünüz?”
Kesin olan şu ki; faşisti, reformisti bütünüyle sendikal bürokratlardan Danışma Meclisi’ne atanabilmek için pek çok sendikacının sıraya girdiği ve bir listenin varlığı biliniyor. Ama kimlerin olduğu ne söyleniyor ne de yazılıyor; Kul’un yapmış olduğu gibi.
Sendikacıların aralarındaki çelişki bazen öyle bir noktaya geliyor ki, kendi isminin de olması için hiçbir engel bulunmayan ve hatta isminin bulunduğu söylenen MDP’li Kul, yinede konuyu gündeme getirebiliyor. Fakat salonda Allah’ın bir kulu ses çıkarıp, “hık” diyemiyor.
Diyemez. Çünkü hepsi aynı iplikten dokunmuş kumaşın parçaları.
2- Eylül ve TÜRK-İŞ
Ortada duran tüm belgelere ve yaşanılan yakın tarihe karşın, öz olarak önceden varolan zulüm ve sömürünün daha da katmerleşmesi olan faşist Eylül darbesi sonrasında Generaller Konseyi ile Türk-İş arasındaki emir-komuta ilişkinin boyutu tersyüz edilmek isteniyor; Kul tarafından.
İlişkinin varlığı konusunda çok önemli bir örnek, Sadık Şide Aralık 1983 tarihinde yapılan 13. genel kurulda yaptığı konuşmasının bir yerinde değindiği konu şudur: Ordu’nun ıslahat adına çok önemli işinin olduğunu ve bu sebeple hükümet kurulması bir zorunluluk olarak vurgulanarak, bu hükümette görev almak için 10 Eylül günü teklif alırız ve bu teklifi tüm icra kurulu da bilir diye konuşur (13. Genel Kurul Tutanağı, sf. 294). Anlaşıldığı üzere 12 Eylül’den iki gün öncesinden olacak gelişmelerden Türk-İş sadece haberdar edilmiyor; ortaklık öneriliyor ve bunu Türk-İş de kabul ediyor. Kısaca anlatılmak istenilen budur. Sonrası zaten peşinden gelir. Sadık Şide bakan olur, ’82 Anayasasına ‘Evet’ demeler vs. Şide’nin bakanlığı Türk-İş İcra Kurulu kararı ile onayladığı halde, bu gerçek çarpıtılmak isteniyor. Dokuz yıl sonra Şevket Yılmaz, Şide’nin bakanlığını kendi kararı olarak sunuyor (Günaydın, 17 Aralık 1989). Bir gerçek, tersyüz edilmek isteniyor. Çünkü kendisi de ortak; işçi sınıfına yapılan saldırılara…
Evet, havanı susuz dövüyorsunuz; Kapıkulu Kul.
3- “Singapur Batakhanesi”
Bay Kul devam ediyor: “Bu kürsüde sürekli genel grev, genel grev diye konuşanlar, bahsedenler; bu işler yapılırken (ne işler ÖD) şimdi bu salonda olup da, o sıra Avrupa’da ya da Singapur batakhanelerinde olanları” söylemeyeyim,
Söyleyiniz, söyleyiniz…
15. Genel Kurulun Mali Raporunda (sf. 54), 1990 yılı içinde Türk-İş yöneticilerden birinin yurtdışına görevli olarak gitmesi halinde; otel yatacak ücretini kişinin kendisi öderse, günlük 280 dolar ödeneceğini yazıyor. Şayet otel ücreti çağıran kuruluşun ödemesi halinde günlük yolluk 200 dolardır.
Raporda batakhaneler ücreti konusunda açıklık yok; Bay Kul.
Sendikacıların kendi aralarındaki çelişki nasıl da konuşma sebebi olabiliyor. Geçen 14. Genel Kurulda da Sadık Şide ‘imalı değinmelerle’ bazı konuları gündeme getirir ve sonradan sağa-sola da düzeltme metni gönderir. Benzer fonksiyonu bu genel kurulda, Kul üstlenmiş görünüyor. Sonradan düzeltme yazısı göndermeyiniz yayınlayamayız.
Kul’un kendisinin de belirtilen batakhanelerin resepsiyonundan fişinin olabileceği için sadece değiniyor. Tuzun kuru olsa, isim verirdin.
Siz sendikal bürokratların saltanat kayığıyla yüzdüğünüzü biliyoruz. Bilemediğimiz, saltanat kayığının nerelerde yüzmüş olduğudur. Gerçi bununda fazlaca bir önemi yok.
Sanmayın ki, kayığınız alabora, olmayacak.
4- Şubat ‘ 88 eylem planı
Bu konuda şahsında çıkan söylentileri doğrular bir tarzda konuşur: “Doğru, genel grev kararını imzalamadım” der; Kul. Devam eder, imzalamayan 1 kişi, imzalayan 40 kişi, ama soruyorum; genel grev yapıldı mı? Yapılmadı. Bununla ilgili savcılık ifademizi alırken, “imzalamadığımı” söyledim. Fakat diğer 40 kişi de “imza atmadım” dedi.
Bu eylem planı karar defterine yazılıp imzalanmaz. Bir kâğıt üzerine yazılıp öylece imzalanır. Şevket Başkan tarafından emin ellerde saklanır.
Tabi imzalanan kağıttan savcılığın bilgisi ‘olamayacağı’ için, ifadesi alınan herkeste “imzalamadığını” söyler.
İmzasını sahiplenemeyen, sendika ‘önderleri’. Biliyoruz ki, eylemler yukarıda kararlar alan sendikal bürokratlara karşın yapılıyor. Bu düşüncemiz böylece bir kere daha doğrulanmış oluyor. Kısaca:
Kapıkulu Kul daha pek çok konuya açıklık “getirir” ve bizleri engin bilgi birikim ve deneyimiyle “ihya” eder.
Kul’un ifşaatını Kenan Durukan, bizleri yani sendika başkanlarını “MİT’e, yargı organlarına, işçilere jurnalle-di” diye yorumlar (Cumhuriyet, 19 Aralık 1989).
İşçinin bilgilenmesinin yarattığı korku. Sormaya gerek var mı?
Zaten Durukan’ı kastederek “biz omuzu kalabalıklarla hallettik” diyenlere ne oldu, diye sorar Bay Kul? Sonuç, ses yok.
Sendikacılar içinde şöyle bir değerlendirme yapar (aynen): “Bunların sırtını sıvazla Van’a kadar koşar” der, Kul.
Aslında bütün anlatımlarla profesyonel sendikacıların sınıfsal konumunun; emek-sermaye çelişmesinde, emeğin karşısında olduğu gerçeği tekrarlanmış oluyor.
Neyin telaşı, Kapıkulu Bay Kul?

ŞEVKET BAŞKAN KÜRSÜDE
Yönetim kurulu adına son sözü Şevket Yılmaz alır; açındıran üslûpla, vefadan ve dostluktan bahsederek konuşmasını sürdürür. Acındırmayı öyle ileri safhaya götürür ki, çocuklarıyla ilgilenemediğinden söz ederek, salona girme şansına erebilen iki oğlunu ayağa kaldırarak drama devam eder. Sendikacılarla ilişkiler konusunda ise “kim kapıma geldi de geri çevirdim?” diye sorar. Ek olarak sendikaların iç işlerine karışmama mesajı verilerek,” “hükümetle özel sorunların çözümünde aracı olurum” denilmek isteniyor.
Konuşmasına devam ederken bir ara alt salonda anons yapılmasına öyle bir sinirlendi ki, bar bağırır… O an aklıma her hangi bir işyerinde bağıran bir patron geldi: Var mı, farkın? Hayır yok.

KOMİSYON KARARLARI
Genel kurulun ilk gününde oluşturulan; tüzük, teşkilatlanma, mevzuat ve kararlar, hesap-tetkik, eğitim ve bütçe komisyonların çalışmaları sonucu hazırladıkları raporlar, genel kurulun 5. gününde okunur ve bazı değişiklikler sonunda oybirliğiyle kabul edilir.
Burada bu komisyonlardan bazılarının raporlarını belirli yönlerden incelemeye çalışacağım:
1- Tüzük Komisyonu
Türk-İş’in tüzüğünün 3. maddesinin d bendi “aynı işkolunda yalnız bir sendika konfederasyona üye olabilir” biçiminde değiştirilir. Bu tüzük hükmüyle; 2821’in öngördüğü tek tip sendikacılık anlayışı yani sendikal tekelcilik, teşvik edilmiş olur. Yani resmi ideolojinin ülke genelinde “tek-tip” ve “tek-ses” sendikalar yaratmak istekleri, böylece desteklenmiş olur. Bununla sendikalarda varolan bürokratik yapının daha da güçlendirilmesi hedeflenir.
Ayrıca bağımsız sendikaların katılımını kolaylaştırıcı tüzük değişikliği yapılamaz.
2- Eğitim Komisyonu
Komisyon raporunda hiç bir şekilde AAFLI’dan ve onun eğitim faaliyetinden bahsedilmez.
3- Mevzuat ve Karar Komisyonu
’82 Anayasası ve çalışma hayatıyla ilgili yasaların kısıtlayıcı hükümlerin ya değiştirilmesi ya da işçilerin çıkarına uygun hale getirilmesi kararları raporda yer alır.
Yasaların tümden değiştirilmesi istenmiyor, bilinen adıyla makyaj yapılması savunuluyor.
TCK’de yer alan 141,142 ve 163. maddelerin kaldırılması ve ayrıca 1 Mayıs’ın kutlanması kararı alınır.
TGS’nin delegesi ve Milliyet yazarı Nail Güreli’nin
“DİSK’in açılması ve malvarlığının iade edilmesinin” karar olarak kabul edilmesi önerisi, divan başkanı tarafından yine oylamaya sunulmaz, önerinin okunması sırasında bazı delegelerin hakaret edici laf atması dışında hiçbir tepki almaz. Türk-İş’i “DİSK’leştirecek” ya da “DİSK’in devamı” diye nitelendirilen kesimden ise çıt yok.

ÖNERGELER
Genel kurula sunulan iki önerge üzerinde duracağız:
Birincisi; Türk-İş’in AAFLI ile olan ilişkilerin kesilmesini isteyen ve pek çok delegenin imzaladığı önerge, salonda okunur. Başkan Şevket Yılmaz, önergenin okunması bitmesi üzerine oturduğu yerden elinin tersiyle istercesine “bu, oylamaya sunulamaz” diye divana bakarak konuşur. O sıra Genel Eğitim Sekreteri Mustafa Başoğlu’nun cuma namazına gittiği içinde, yerinde olmadığı öğrenilir. Doğan boşlukta özellikle Türk Metal, Tes-İş ve Teksif delegelerin oturduğu yerlerden bağrışma olur: “Açıklayınız”; “oylayınız”; “eğitim sekreteri yoksa, teşkilatlanma sekreteri orda, yerinde, o açıklasın” vs. Bunun üzerine isteyerek de olmasa da Orhan Balaban kürsüye gelmek zorunda kalır, her kelime için 30 saniye düşünerek birkaç dakika konuşur: “14 Genel Kurul’da da Şide’nin AAFLI ile ilişkiler konusunda konuşması ayakta alkışlanmıştı… Yönetimdeki kişiler TC’nin çıkarlarına karşı ilişki kuramaz. Sanki bir şey varmış imajı yaratılmak isteniyor… Önerge sahipleri kimler, bilemiyorum. Ricam, önerge sahipleri önergeyi çeksinler” diyerek, konuşmasını bitirir. Divan başkanı da önerge sahiplerinden bir kaçının ismini okur ve Bala-ban’a bakar. Balaban’da oturduğu yerden yeniden “önergenin çekilmesini” tekrarlar.
Önergedeki imza sahiplerinden ses gelmeyince, işlemden kaldırılır.
Türk-İş yönetiminde olup da, AAFLI ile olan ilişkileri bilmemesi ve bunun maddi imkânından yararlanmaması düşünülemez. Bununla ilgili pek çok yayın var (Özgürlük Dünyası, sy: 13, sf. 22, 33). Orhan Balaban’ın da teşkilatlandırma sekreteri olarak Türk-İş’in kooperatifinden sorumludur; bu sebeple, AAFLI ile yakın ilişki içindedir. O yüzden Balaban “hık, mık” demek zorunda kalır. Yönetim kurulu üyesi olarak yaptığı konuşmada da, bu konuyu geçiştirir.
Her şeye burnunu sokan kapıkulu Emin Kul, bu konuda burnu koku “almamış” olacak ki, gelişmeleri koltuğundan yarı sararan bir yüz ifadesi ile izler.
AAFLI ile ilişkilerin kesilmesi 19 sendikanın yayınladığı metinde yer alırken, hiçbir kimse çıkıp konuşamaz.
AAFLI; sosyal demokratların yumuşak karnı…
Arkasından gündeme gelen tartışma, kim ya da kimler tarafından bu önergenin hazırlanmış olduğudur? Bilgiler Yol-İş sendikası çevresinde yoğunlaşıyor.
Bu önerge ile kulis yorumu: Orhan Balaban arkasından vurulmak istendiği söylenir.
İkincisi; Kıbrıs Türk İşçi Sendikası Federasyonu Türksen’e ait olup, önerge şudur: TC’den gelen 10 bine yakın işçinin KKTC’de sağlıksız koşullarda çalıştığı ve toplumda huzursuzluk kaynağı olacağının dikkate alınması ileri sürülerek, T.C. ile KKTC arasında varolan sosyal güvenlik anlaşmasına göre kaçak çalışan işçilere resmiyet kazandırılmasıdır. Daha önergenin okunması biter bitmez Emin Kul söz alır: “Bu önerge Rum tarafının iddialarını doğruluyor, onun için gündeme alınamaz” der. Tartışma çıkar. Divan başkanının tüm engellemelerine karşın Türksen’den Niyazi Düzgün söz alır: “Benim sendikamın 15 bin üyesi var, ama Anadolu’dan kaçak gelip yaklaşık 10 bin işçi çok zor koşullarda çalışıyor. Günlük ücret 15 bin TL ise bunlar 5 bin TL alıyorlar ve bu durumun yaratacağı sorunlar, gelecekte sosyal bunalım sebebi olabilir. Onun için bu insanlara sahip çıkılmasını istiyoruz” der. Der demesine de, önerge oylanmaz.
Delegenin önerge sunma hakkı ve Divan başkanın da bunu danışmadan oylamaya sunamama hakkı var. İşte bunun da adı, demokrasi oluyor.

SONUÇ
Genel kurulda tartışılan konular ya da hükümetin temsilcisine karşı yapılan protestolar dikkate alındığında, önceki genel kurullardan hayli farklı olması anlamında nicel bazı gelişmelerin olduğu teslim ediliyor. Ama nitel anlamında değişikliğin olduğu anlamına gelmez.
Öyle ki 1983 yılı aralık ayında yapılan 13. genel kurulda Münir Ceylan konuşmasında “sosyal demokrat sendikal hareket” demesi üzerine, hem Türk-İş’in ve hem de genel kurul divanının Başkanı olan Şevket Yılmaz tarafından sözü kesilir. Bugün ise yine aynı Başkanın bulunduğu ve hatta yeniden seçildiği genel kurulda, nasıl kavramış olduklarına katılmasak da sınıf ve kitle sendikacılığı vs. kavramları lafız olarak da olsa cılız bir sesle söylenir ve bazı yönlerden tartışılır.
Enflasyonun kurumsallaştığı ve gelir dağılımının emek aleyhine daha da bozulduğu ve kazanılan ekonomik hakların kısa sürede sıfırlandığı koşullarda, işçilerin bahar eylemleri sonucu resmi rakam yüzde 142 ücret artışıyla toplu sözleşme imzalanır.
Peki, 1990 yılı için Türk-İş yöneticilerinin maaşlarında artış oranı nedir? Yöneticiler herhangi bir eylem bile yapmadan bir kalemde yüzde 513.6 oranında artış sağlarlar. Maaşların kaynağı ise işçilerin ödediği aidatların toplamıdır.
Bu ekonomik koşullarda bulunan yöneticilerin ne kadar işçi sorunlarını sahiplenip, buna göre politika izleyeceklerini düşünmek hiç de zor değil?
İşte bunun için koltuğu kapan bırakmak istemiyor
Sonuç olarak buraya kadar yapılan anlatımda sendikal bürokratların hepsi ayrı ayrı telden çalıyor görünseler de esasta; koltuk kapma, sınıf işbirliğini esas alma ve sınıfın gücüne güvenmeyen bir sendikal anlayışa göre ortak hareket etmiş oldukları sosyal gerçeği gösterilmeye çalışıldı.
Bundan olarak yönetim düzeyinde olabilecek değişiklikler, esasta hâkim sendikal anlayışın da değişmesidir diye ileri sürülemez.
İşte kavranılacak halka budur.

EK-
Sendikalarda, çalışan kadın oranı yönetim organlarına yansımalıdır.”

(Yaşar SEYMAN, 1954 yılında Erzincan’da doğdu. Ankara Eğitim Enstitüsü mezunu. 1976 yılında Türkiye İş Bankası AŞ’ye girdi. 1987yılında profesyonel sendikacı oldu. Basisen Ankara ve İç Anadolu Şubesi Başkanı.)

ÖZGÜRLÜK D. – Bu kongrede tek kadın delege sizsiniz; kongrede tek kadın delege olarak bulunmanızı neye bağlıyorsunuz?
Y. Seyman- Türk-İş 11-17 Aralık 1989 tarihleri arasında 410 delege ile toplanan Genel Kurulu’na delege olarak katılmak güvendirici, ama tek kadın delege olmamın buruk bir sevincini yaşıyorum. Oysa Türk-İş’e bağlı bazı sendikaların üyelerinin yüzde 40’ı veya yüzde 35’i kadın. Türk-İş’e bağlı 250 bine yakın kadın işçi var. Neden bu sayı yönetim organlarına yansımıyor? Nedeni açık. Ülkemizdeki tüm kurumlarda durum böyle. TBMM’de, siyasi partilerde, demokratik kitle örgütlerinde, sendikalarda durum daha farklı değil. Oysa sendikalar işçi sınıfının en ileri, dinamik ve örgütlü kesimi. Kadın sorununu ülkemiz sorunlarından ayrı düşünmek, değerlendirmek olası değildir. Ülkede uygulanan ekonomik, sosyal, siyasal ve etkinsel siyasalar insanımızın tümüne yönelik ise erkeği ve kadınıyla herkes bu siyasaların doğurduğu sorunlardan payını alacaktır. İşte bu pay kadınımıza biraz fazla düşüyor. Çalışan kadınlarımızın bir dolu sorunu varken; bunlar çözümlenmezken onların toplumsal uğraş içinde yer almalarını beklemek haksızlık olur. Çalışan kadınlarımızın içinde bulundukları tüm olumsuz koşul düzeltilmeli, tüm olumsuz koşullara karşın kadınlarımız toplumsal işlevi olduğu bilincine varmalı. Çağrı beklememeli. Geleneksel aile yapısı içindeki yerinin değişimine hız katmalı. Eşi, evi, çocuğu yanında ülkesindeki toplumsal sorunlarla da ilgilenmeyi amaçlamalı.
Özellikle sendikalarda örgütlü kadınlarımız bahar eylemlerinde en ön saflarda yürüdüler. Ev kadınları grevdeki eşlerinin, kardeşlerinin yanında yer aldılar. Genel Kurulda tek kadın delege olmamı, çalışan kadınların isteksizliğine bağlayamayız. Onlara zaman kazandırmalı, sorunlarını çözmeliyiz. İnanıyorum ki tek olmaktan böyle kurtuluruz.

ÖZGÜRLÜK D.– Son yıllarda çalışan kadın sayısı hızla arttığı halde, 1 milyon 500 bin işçinin üyesi olduğu Türk-İş’in 15. Genel Kurulu’nda tek kadın delegenin bulunması; Türkiye’de ve sendikalarda kadının hangi noktada bulunduğunun bir göstergesidir. Sizce kadının, sendikal örgütlenmede rolü nedir vs ne olmalıdır?
Y. Seyman- Ülkemizde bence, kadınlar örgütlerin kuruluş aşamasında yer almalı. Kuruluş harcını karmalı, erkek gibi kimliğini örgüt içinde geliştirmeli. Bu böyle olmuyor. Sendikacılık Batı’da ve diğer gelişmiş ülkelerde de uzun süre “erkek işi” olarak algılanmış. Ülkemiz sendikalarında durum giderek umut verici boyutlarda gelişmektedir. Tük-İş Genel Kuruluna yansıma bu olsa da sendikalarımızda gelişimin oranı giderek artmaktadır.
Neden çalışma koşullarıdır. Oysa bence, çalışma saatleri kısaltılmalı. Batı’da 33 saate indirilmesi düşünülüyor.
Tüm işçilerle birlikte kadın işçi de iyi ücret almalı. Evinde modern ev aletleri olmalı. Bu da zaman kazandırır. Yardımcı bir kadın çalıştırmalı. Kreşler olmalı. Çocuğunu kreşe vermeli. Kendine zaman bulan çalışan kadın, onlarca yıl süre gelen doğasal üretimine toplumsal üretimi de katacaktır. Üretken olacaktır. Üretken kadın çevresiyle, kendisiyle barışık olacaktır. Sendikalarda çalışan kadın oranı yönetim organlarına yansımalıdır.

ÖZGÜRLÜK D.- Sosyal yaşam İçinde kadının etkinliğinin artırılması için sendikaların ve üye işçi kadınların ne yapmaları gerekir?
Y. Seyman– Sosyal yaşam içinde, sendikalarda kadın yöneticilerin artması için, sendikalar eğitime ağırlık vermeli. Ayrıca Batı’da gündemde olan kota sistemini tüzüklerine koymalıdır. Kadınların kota sistemiyle gelmesi, inanıyorum ki, toplumsal işleve alıştıklarında, önleri açıldığında, giderek bu sistem tasfiye olacaktır.

ÖZGÜRLÜK D.- Siz, tek kadın delege olarak, işçi vs demokrasi sorunlarının dile “getirildiği” bu genel kurulda; kadın işçilerin üretime katılma sürecindeki sorunlarına değinen bir konuşma yapmayı sanırım düşünmediniz; neden?
Y. Seyman– Dünya görüşüm gereği olaylara sınıfsal bakıyorum. O nedenle işçinin kadını, erkeği olmaz. İşçi sınıfının sorunları bütündür. İşçilerle kadınların yazgıları ortaktır. Her ikisi de sömürülmektedir.
Hiç kimse yadsıyamaz ki, kadın işçiler ikili sömürüyle karşı karşıyalar.
Türk-İş Genel Kurulunda tek kadın delege olduğumu ben ve sendikam iki gün önce öğrendik. Oysa biz Türk-İş delegeleri sendikamız adına genel başkanımızın konuşmasını istemiştik. Genel Başkanımız, genel başkanlara kadın işçilerin yönetime gelmesine katkıda bulunmaları çağrısında bulundu.
Türk-İş delegasyonunun bana yaklaşımı çok sıcaktı. Ülkemin çeşitli yörelerinden gelen delegeler gelip konuşmamı istediler. İstemekle kalmayıp, Teksif Sendikasından Sayın İbrahim Yalçınoğlu önergeye de Türk-İş yönetimiyle görüşüp 10 dakika konuşmamı istediler. Tüm bu öneriler gönendirici.
İşçi sınıfı içinden gelen biri olarak örgüt disiplinine uymak en soylu tavırdır. Kaldı ki kadın işçilerin sorunları, işçilerin sorunlarından ayrı değil ve sadece kadınlar bu konuda konuşmaz.
Türk-İş Genel Kuruluna gelen 409 erkek delegeyi sabah evden (annesi, eşi, kardeşi, kızı) bir kadın uğurlamıyor mu?
Bazı konularda zorlamayı yanlış buluyorum. Kadın sorununa bakışı insanın kültürel gelişimiyle, dünyaya bakışıyla ilgili… Ben demokratım diyen bir delege, ülke sorunları içinde önemli bir ayraç olarak bakmalı kadın sorununa. Ben “Kadınlar da vardır”, “da” ekinin kalkmasını istiyorum. Kaldı ki, ben ülkemin çeşitli yörelerinde bu sorununu konuşan, konuşmakla yetinmeyip çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazan biriyim. İnandığım bu sorunu ülke sorunlarından ayırmadan konuşacak ve yazacağım. Kadın-Erkek, el ele omuz omuza mücadele ederek çözüme ulaşılır.

ÖZGÜRLÜK D.– Türk-İş Genel Kurulunu, özgül kadın sorunları açısından, (özellikle yapılan konuşmalarda) değerlendirir misiniz?
Y. Seyman- Bu Genel Kurul’da pek çok konuyla ilgili olarak düşünce belirtenler oldu. Fakat bir ya da iki delegenin, konuşmadı demesinler anlamına gelecek tarzda, bu sorunu birer cümle ile geçiştirdiler. Aslında unutulmamalı ki, demokrasi sorunu içinde kadın sorunu da vardır.

Ocak 1990

İşçi sınıfının en keskin mücadele araçlarından birisi olarak grev (2)

Tabiatıyla işçi sınıfının siyasal hareketi, işçi sınıfı için siyasal iktidarın ele geçirilmesi amacını taşır…
“Bununla beraber, öte yandan, işçi sınıfının sınıf olarak egemen sınıflara karşı ortaya çıktığı ve onların dışardan bir baskı ile eğmeye çalıştığı her hareket bir siyasal harekettir. Mesela tek bir fabrikada veya tek bir sanayi dalında grevler yoluyla vs. bazı kapitalistlerin çalışma saatlerini azaltmalarını sağlama teşebbüsü safi ekonomik bir harekettir. Buna karşılık, 8 saat kanunu vs. sağlamak için yapılan bir hareket, siyasal bir harekettir. (K. Marks, 1871’de F. Bolte’a yazdığı mektuptan)
K. Marks’ın, işçi sınıfının siyasal eylemi konusunda tutumunu belirttiği yukarıdaki alıntıyı aktardığımız mektubunu yazdığı yıl, Türkiye’de de ilk sendika, Amele Perver Cemiyeti İstanbul’da kurulmuştu. Bundan bir yıl sonra, 1872’de de ilk işçi grevi patlak veriyordu; tersane işçilerinin grevi.
Oysa Batı işçi sınıfı çoktan tarih sahnesine çıkmıştı. Burjuvazinin, feodalizme karşı savaştığı 17. ve 18. yy. boyunca işçiler burjuvazinin yedek gücü olarak feodalizme karşı savaşırken, daha iyi yaşama ve çalışma koşulları için de burjuvaziye karşı direnmiş, zaman zaman bu direniş Fransız Devrimi’nde olduğu gibi ileri savaşçılarının şahsında da olsa (F. Noel Gracchus Babeuf (1760-1797): İşçi sınıfının yetiştirdiği ilk kuramcı. “Eşitler Cumhuriyeti” adını verdiği düzenin kuramcısı. Direktuvar yönetimini devirmek için kurduğu gizli örgüt, ayaklanmadan önce ortaya çıkarılmış ve giyotinle idam edilmiştir. Ama mahkemede ve giyotin karşısında günümüz devrimcilerinin izlediği yolu açan ilk işçi sınıfı önderidir. Marks, onu ilk eylemci komünist partisinin kurucusu olarak niteler. Proletarya diktatörlüğü fikrini de ilk o ortaya attı.) siyasal amaçlarını da dile getirmişti. 1830 Devrimi ile gücünün farkına varan proletarya 1848’de devrimi yarıda bırakarak feodal soyluluğun kollarına atılan burjuvaziye silahını çevirerek, ilk kez kendi bağımsız tutumunu ortaya koydu. Artık burjuvazinin yedek gücü değil, toplumu ilerletecek en devrimci sınıf olarak tarih sahnesinde yerini almıştı. Ama daha 1848’e gelmeden önce de; işçiler, 1824’te ilk kez İngiltere’de olmak üzere kendi sendikalarını kurup bu haklarını burjuvaziye de kabul ettirerek, 1830’larda da Chartist Partiyi yaratıp sendikal eylemden siyasal eyleme geçmişlerdi. Dahası, Türkiye’de ilk sendikanın kurulduğu yıl, dünya işçi sınıfı için bir dönüm noktasıydı: Parisli komünarların ‘gökyüzünü fethe’ çıktıkları yıldı; Paris Komününün kurulduğu (ve yıkıldığı) yıl. Paris proletaryasının bu baş kaldırışı aynı zamanda burjuvazinin devrimci barutunun bitişini de ilan etmişti.
Öte yandan Avrupa işçi sınıfının çocukluk çağına eşlik eden ütopik sosyalist eğilimler Marksizm karşısında yenilgiye uğramış, Marksizm’in işçi sınıfı içinde tek egemen akım olacağı yılların eşiğine gelinmişti. Anarşist ve anarko-sendikalistlerin politikalarının yanlışlığına Paris Komününün yenilgisi de eklenince 1. Enternasyonal dağıtılmıştı, ama 1869’da Marks ve Engels’in öncülüğünde kurulan Alman Sosyal Demokrat Partisi, yeni bir enternasyonalin, Marksist 2. Enternasyonal’in habercisi olarak kurulmuş bulunuyordu.
Kısacası, Türkiye’de ilk sendikanın kurulup, ilk grevin patlak verdiği yıllar dünya işçi sınıfı için yeni ve parlak bir dönemin başlangıcıydı öyle olunca da, Avrupa işçi sınıfının dinamizminin ve eylemlerinin Osmanlı İmparatorluğu içindeki ulusların işçi sınıflarını da etkileyeceği normaldir. Ama incelenince görülür ki bu etkiler, Osmanlı’nın Balkan eyaletleriyle sınırlı kalır. 1889’da (İkinci Enternasyonal’in Kuruluş yılı) İttihadı Osmanlı Cemiyeti adında işçi haklarını savunduğunu iddia eden bir siyasal kuruluş kurulursa da, Abdülhamit despotizmi altında bir varlık gösterecek niteliklerden yoksundur. Öyle de olur. Pek bir varlık gösteremeden yok olur. 1895’de Tophane işçilerinin kurduğu Osmanlı Amele Cemiyeti de aynı biçimde baskılara dayanamaz.
Özellikle 1880’lerden başlayarak kapitülasyonların ağır yükü altına sokulan işçi sınıfı yoğun bir ekonomik ve siyasi baskı altındaydı. 1908’den başlayarak art arda gelen grevler bu baskıcı döneme işçilerin tepkisinin ifadesi olduğu kadar meşrutiyet hareketi ile de bir paralellik içindeydi.
Türkiye’nin kapitalist gelişme yoluna girmesinin kapitalizmin ilerici niteliklerini bütünüyle yitirdiği bir dönem oluşu ülkedeki kapitalizmi çarpık bir biçimde geliştirirken, işçi sınıfı hareketi bakımından da olumsuz koşullar yaratmıştır. Ülkenin siyasal ve ekonomik yönetimini denetimleri altına almış olan Batılı kapitalistler, sendika hareketini daha başlangıcından itibaren dumura uğratmayı amaçlamışlardır. Batıda işçi sınıfına karşı yürüttükleri mücadelenin deneylerinden de yararlanan kapitalistler, batı işçi sınıfının deneyiminden ve onların sahip olduğu araçlardan yoksun olan Türkiye işçi sınıfının mücadelesini boğmuşlar, gelişmesine olanak tanımamışlardır. Nitekim “herkese özgürlük’ vaat ederek gelen 1908 Devrimi kendisini toparlar toparlamaz işçi haklarını yok edip grevleri yasaklamaya koyulmuştur. Ama bunu Türk burjuvazi kendiliğinden yapmamış, Alman burjuvazisinin temsilcisi olarak, zamanın iktisat nazırının müşaviri olan Kont Ostrong işçi grevleri ve sendikal faaliyetlerin yasaklanmasında başlıca dayanak olan ‘Tatili Eşgal” yasasını çıkarılmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Yani, sınıfın karşısında yer alan kapitalistler işçi sınıfımızdan çok daha deneyimliydi ve bu olumsuz etken bugün de varlığını sürdürmesi bakımından önemlidir.
1908’den sonra işçi grevlerinin gündeme gelmesi Ulusal Kurtuluş Savaşı de olanaklı oldu: Bağımsızlık savaşı ile birlikte, görünüşte ekonomik ama amacı anti-emperyalist olan siyasal nitelikte grevler ortaya çıktı. İstanbul tramvay işçileri, tünel, şirketi, Hayriye, Haliç Tersane, gemi, hava gazı işçileri sürekli zam talepleri ile grev ve gösteride bulundular. Ayrıca aynı yıllarda Şark Demiryolu işçilerinin başlattıkları grevin siyasal niteliği daha da açıktır.
Daha Kurtuluş Savaşı’nın dumanları dağılmadan burjuvazi işçi sınıfına karşı düşmanca girişimlerini başlattı. Sınıfın birleşmesini engelleyecek çeşitli yollar denedi: 1 Mayıs’ta bildiri dağıtanları vatan hainliği ile suçlamaktan hükümet denetiminde sendika kurmaya kadar… Onca güç koşullar altındayken bile burjuvazinin işçi sınıfına karşı akıl almaz tezgâhlar kurması, burjuvazinin demokrasi anlayışı ve işçi düşmanlığının sınır tanımaması bakımından ilginçtir.
1925’de patlak veren Şeyh Sait isyanını bahane eden hükümet, 12 Mart 19251e çıkarılan ‘Takriri Sükûn’ yasası ile her türlü muhalefetle birlikte sendikacılığı da fiilen ortadan kaldırdı. 1933’te ceza kanununda yapılan değişiklikle grevcilere verilecek cezalar artırılırken, 1938’de Cemiyetler Kanunu ile ‘sınıf esasına göre dernek kurmak yasak’lanarak sendika kurmak olanaksız hale getirildi.
Bu dönemde, 1923-1928 arasında, bazıları doğrudan yabancı şirketleri hedef alan grevler görülür. Soma-Bandırma Demiryolu grevi, İstanbul liman işçileri grevi, Adana demiryolu işçileri grevi, tütün işçileri grevi, İstanbul tramvay işçileri grevi.
İkinci Dünya Savaşı sonunda faşist kampın yenilgiye uğraması ve dünya ölçüsünde sosyalizm ve demokrasi mücadelesinin güç kazanması sonucu olarak ülkemizdeki gerici ve faşist odakları geri adım atmış, görünüşte de olsa ‘çok parti’, ‘özgür sendika’ gibi kurumlar gündeme gelmiş, Haziran 1946’da sınıf esasına göre dernek kurmayı yasaklayan ‘Cemiyetler Kanunu’nun kaldırılmasıyla hızla sendikalar örgütlenmeye başlamıştır. Ne var ki ‘demokrasimiz’ demokrasinin göstermelik kurumlarına dahi tahammül edemeyecek kadar faşizmle içli dışlı olduğundan, aradan 6 ay geçmeden, DP ve CHP yanlısı Türkiye işçi Derneği dışındaki tüm sendika ve ‘işçi’ partileri kapatılmıştır. İnönü; ‘Bizim, kanun yoluyla da menetmeye çalışacağımız cemiyet ve partiler, kökü dışarıda yani yabancı aleti olan Cemiyet ve Partiler ve onlardan mülhem olanlardır’ diyerek, demokrasi anlayışındaki ‘derinliği’ ortaya koyarken, bir yandan da burjuva politikacılarının bugün bile sürdürdüğü “kökü dışarıda”lık edebiyatının başlatıcısı olur.
1947 Şubatında çıkarılan Sendikalar Kanunu grev ve toplu sözleşmeden söz etmediği gibi, sendikaların siyasetle uğraşmasını da yasaklar. Bu yasanın bu biçimiyle çıkmasını da demokrasinin beşiği İngiltere’den gelme iki ‘uzman’a borçlu olduğumuz bilinir. ‘Aramızdaki samimi dostluğun şevkiyle, bir cemile olsun diye bu iki zatın memleketimize yolladılar. Onlar incelemeler yaptılar, yurdumuzu dolaştılar. İşçinin toplu olarak çalıştığı bölgeleri gördüler, raporlarını hazırlayıp Bakanlığa sundular. Şimdi bu uzmanların tavsiyeleri yerine getirilmektedir.’ (Ulus, Aralık 1946, aktaran A. Işıklı)
“Çok partili’ dönemle birlikte sendikal eylem de, iktidar ve muhalefet olma durumuna göre burjuva partiler arasında mekik dokuyan bir karakter kazanacaktır. Yasalar ve siyasal iktidarların desteğini arkasına alan çeşitli soydan sendika ağaları, mümkün olduğu kadar sınıfı grev ve benzeri bir eyleme çekmeden kaçınarak devranlarını sürdürmeye çalışacaklardır. Nitekim onca soruna ve hayli kalabalık bir sayıya ulaşmasına karşın sendikacılar sınıfı yasal çerçeve içinde tutmayı başaracaklardır.
1940’lı yılların sonunda muhalefette olan DP tam bir iki yüzlülükle grev ve TİS hakkının savunucusu rolüne soyunur, ama iktidara geldikten sonra bunu unutur. 1951’de DP ye CHP denetimindeki örgütlerin bir araya gelmesiyle kurulan TÜRK-İŞ de göstermelik olarak bile bir varlık gösteremez. Grev, hele de sendikaların siyasete bulaşması yasaktır. Ama 26 Temmuz 1950 ve 4 Ekim 1953’te sendikalarca, düzenlenen ‘Komünizmi Telin’ mitingleri kovuşturmaya uğramaz. Bu, o zamanki hükümetlerin ve ABD’nin başını çektiği emperyalist bloğun soğuk savaş kampanyasıyla denk düştüğünden 1 olacak kimse siyaset yasağını anımsamaz. Zaten sendikalar her zaman siyaset içinde olmuştur. Dahası, doğrudan siyasetin içinden, CHP ve DP’nin içinden çıkıp gelmişlerdir. Bu yüzden de, siyaset yasağı söz konusu olduğunda bundan anlaşılması gereken proleter siyasetin yasaklığıdır. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir.
1963’ten 12 Mart 1971’e Grevler
1960, 27 Mayıs ihtilalinden sonra, ‘ilerici’, “Kemalist” ihtilalcilerin hazırladığı anayasa taslağında grev hakkından hiç söz edilmez. Ama İstanbul işçilerinin Saraçhane mitingi sonrasında taslağa grev hakkı girer. Ancak, 1963 yılındadır ki; işçi sınıfımız grev hakkına sahip olur.
Gerçi, 1963 yılında çıkarılan 274-275 sayılı sendikalar, grev ve toplu iş sözleşmesi yasaları işçilerin inisiyatifini mümkün olduğu kadar sınırlamış, özellikle grevi çok dar sınırlar içinde kullanılır bir silah haline getirirken, lokavtı da yasallaştırarak işvereni daha da güçlendirmiştir, ama yine de 1963 sonrası işçi sınıfı mücadelesinde grevlerin rolü çok önem kazanacaktır.
* Türkiye işçi sınıfının 1960’lara kadar ki mücadelesine grevler açısından bakıldığında kendine özgü kimi özellikler gösterdiği görülür. Her şeyden önce işçi sınıfımızın özelliği Batı işçi sınıfına göre tarih sahnesine iki yüz yıl kadar bir gecikmeyle, kapitalizmin artık ilerici niteliklerini yitirip tekelci özellikler kazanmaya başladığı bir dönemde çıkmış olmasıdır. Bu da, onun ilk oluşumu sırasında bir yandan feodal Osmanlı despotizminin, öte yandan da gericileşmiş burjuvazinin baskısı altında mücadele etmesini zorunlu kılarken mücadele olanaklarını her yandan kısıtlamıştır. Avrupa işçi sınıfı ilk oluşum yıllarında burjuvaziyle birlikte feodalizme karşı mücadele içinde savaş yeteneğini kazanıp, zamanı geldiğinde de bunu burjuvaziye karşı kullanabilmişken bizim işçi sınıfımız daha baştan feodalizmle işbirliği içinde olan bir burjuvaziye karşı mücadele etmek zorunda kalmıştır. Buna ülkede kapitalizmin çok yavaş ve cılız gelişimi eklendiğinde mücadeleye katılan güçlerin hızla büyümemesi ve toplumsal yaşamı etkileme hızı da yavaş olmuştur.
* Batı işçi sınıfının oluşum süreciyle kıyaslandığında Türkiye için sınıfının oluşumunda grevlerin çok az yer tuttuğu görülür. Türkiye işçi sınıfı tarihinde ne İngiliz işçilerinin 1824’e kadar süren sendikal eylem yoğunluğunu, ne de Fransız işçilerindeki devrimlere katılma yoğunluğunu görürüz. Bu da ister istemez sınıfın kaynaşıp, ulusal çapta bütünleşmesini, öteki ülkelerin işçi sınıfıyla bir ve aynı yazgıyı paylaştığı bilincinin uyanmasını geciktirici ve güçleştirici bir rol oynamıştır. Çünkü bu yazının birinci bölümünde de değinildiği gibi sınıfı ulusal ölçüde bütünleştiren ve uluslararası alanda birlikte mücadelenin zorunluluğu bilincini uyandıran sınıfın kendi deneyleriyle bunu öğrenmesinde yatar. Bu deney de her şeyden önce grev alanlarında elde edilebilir. Ne var ki, 1960’lara kadar işçi sınıfımız, toplumsal gelişmeye damgasını vuracak ölçüde yoğun mücadeleler yaşamamıştır.
* Yukarıdaki uzunca sayılacak özetten de anlaşılacağı gibi, işçi sınıfımızın grev mücadeleleri ya 1908 ve 1923-1928 döneminde olduğu gibi grevlerin yasal olarak engellenmediği, ya da 1919-1922 döneminde olduğu gibi merkezi otoritenin zayıf olduğu, dönemlerde yoğunlaştığı görülüyor.
* Bu dönemki bir özelliği de, daha 1880’lerin sonundan itibaren adı sosyalist ya da işçi sınıfı partisi olan (cemiyet ya da fırka) partiler epeyce sayıda olmalarına karşın, Mustafa Suphi TKP’si dışında olanların ortak özelliğinin reformcu düzen partileri olmalarıdır. Bunlar sınıf hareketi içinde etkili olabildikleri ölçüde engelleyici, yasalar çerçevesinde bir mücadeleyi öğütleyici olmuşlardır. Özellikle Ş.Hüsnü sonrası TKP’si sınıf hareketini bugün bile olumsuz etkileyici bir geleneğin kurucusu olmuştur. Bu gelenek başlıca iki özelliği ile karakterize olmuştur: 1) Yasalcılık. 2) Sendikalizm.
* Zaten güçlü kitle hareketleri geleneğine, dolayısıyla da yasal çerçeveler dışına çıkma geleneğine sahip olmayan Türkiye işçi sınıfı hareketi, kendisine işçi partisi, sosyalist parti ya da komünist parti adı veren partilerce de bu çerçevenin dışına çıkılmaması için öğütlenmiştir. Özellikle TKP kendisi yasa dışı olmasına karşın, hep egemen sınıf temsilcilerine akıl veren, onların gözünde meşruiyet kazanmak isteyen bir çizgiyi esas aldığından, işçi hakları söz konusu olduğunda, bunun için mücadeleye yasaların engel olduğu, yasaların değiştirilmesi gerektiği, bunun da burjuvazinin tarihsel görevi olduğu vs. söylemekten öte bir ‘mücadele çizgisi’ benimsememiştir. Sınıf hareketinin cılızlığı ile “öncü”nün yasalara sınırsız sadakat düşüncesi birleşince, grevin yasak olduğu uzun yıllar boyunca sözü edilecek bir işçi eylemi de söz konusu olmamıştır. TKP’nin bu yetmiş yıllık yasalcılık öyküsü, bugün biçim olarak da yasalcılıkla varabileceği en son noktaya ulaşmıştır.
* Bu sözde işçi, sosyalist ve komünist partilerden bugüne kalan en köklü geleneklerden ikincisi ise sendikalizmdir dedik. Gerçekten de TKP başta olmak üzere bu partiler, işçi sınıfı içindeki çalışmayı, işçilerin zaten kendi kendilerine öğrenebilecekleri sendikacılıkla sınırladı. TKP öncesi parti ve cemiyetlerin fazlaca bir aktivitesi olmadığı için bir yana bırakıldığı düşünülse bile, TKP ve onun türevi olarak ortaya çıkan TİP, TSİP gibi ‘işçi partileri’ işçilerin dikkatlerini hep ekonomik mücadeleye çekmeye çalışmışlar, ekonomik mücadelenin şu ya da bu nedenle yasaklandığı koşullarda ise fiilen tasfiye olmuşlardır. Hele sendikalizmin yasalcılıkla birleştiği göz önüne alınırsa, son yetmiş yılda işçi sınıfının ileri atılımlarının ancak bu reformcu revizyonist mihrakın barikatlarını aştığı ölçüde olanaklı olduğu daha anlaşılır bir şey olarak karşımıza çıkar. Bugün bile, TKP, onunla ideolojik bağlantı içinde olan çeşitli siyasal gruplar hatta bu kampa karşı keskin bir karşı çıkış içinde olan pek çok “sol” grubun bile bu geçmiş olumsuz mirasın derin etkilerini taşıdıklarını, bu etkinin bilincine varanların da buna karşı amansız bir mücadele yürütmekle karşı karşıya olduklarını, kısacası bugün de tasfiyeciliğe karşı mücadelenin bu olumsuz geleneğin yenilgiye uğratılmasına bağlı olduğunu söylemek abartma olmayacaktır.
1960 Sonrası Grevleri
1961 Anayasası ile grev hakkının yasalara geçmesi, 1963 yılında da grev ve TİS yasası ile sendikalar yasasının çıkarılması işçi sınıfı için yeni olanaklar sunmuştu, ama nasıl ki işçi sınıfımız daha oluşum yıllarında işçi sınıfına karşı mücadelede çok deneyimli tekelci bir burjuvaziyle karşı karşıya kalmışsa, grev hakkını yasalara geçirtmeyi başardığı bir sırada, grev ve TİS ile serbestçe serpilip gelişmeye ihtiyacı olduğu bir aşamada, daha o aşamanın başında gelişmiş bir sendika ağalığı, politikada, ama burjuva politikasında deneyim kazanmış bir sendika bürokrasisi ile birlikte yürümek zorunda kalmıştır.
1960’ların başında Türk-iş’in başında bulunan ağalar bugünküleri aratmayacak kadar egemen sınıf yanlısıdırlar. İşçi sınıfının mücadele aracı olan grevlere yaklaşımları da farklı değildir. Üstelik Marksizm’e karşı da hayli bağışıklı görünmektedirler. Öyle anlaşılmaktadır ki, Marksizm-Leninizm konusunda o günün “Marksistlerinden” daha bilgilidirler. O günlerde Teksif’in Genel Başkanı olan Bahri Ersoy sendikacılık anlayışını açıklarken tutumlarını ve hangi sınıftan yana olduklarını pek açık sergilemekte: “… Biz grevi Lenin’in anladığı anlamda, iktidarı devirmek için işçi eğitim ekolü veya üniversitesi olarak telakki etmiyoruz. Bu telakkiyi de şiddetle reddediyoruz. Bizce grev, sanayide sulhu tarsin eden bir faktör, bir kuvvettir, iktisadi manada işçi ve işveren münasebetlerini tanzim eden sosyal bir mesele olarak kabul ediyoruz. Biz tahripkâr sınıf mücadelesini asla düşünmüyoruz. İnanıyor ve kalıbımızı basıyoruz ki istikbalde de emek ile sermayenin mücadelesi olmayacaktır…”
İşte işçi sınıfımız grev hakkına sahip olduğunda bu hakkı kullanmanın aracı olan sendikaların başında böyle işçi düşmanı bir anlayış vardır ve bu anlayış o günden bugüne grev mücadelelerine damgasını basa geldi. Ama sendika ağalarının sendika yönetimlerini ele geçirmiş ve grevleri sınıfı eğiten savaş okulları olarak kullanmama çabalarına karşın grevler çoğu zaman sendika ağalarının karşı çıkmasına rağmen birbirini izledi. Mücadelenin yükselen bir seyir izlemesi, artan ekonomik sorunlarla birlikte işçi hareketinin sendika ağalarının engellerini yıkarak ilerlemeyi sürdürmesi değişik burjuva fraksiyonlara mensup sendika ağaları arasındaki çatışmayı keskinleştirdi. Nitekim Paşabahçe Cam Fabrikalarında Kristal iş’in yürüttüğü grevleri Türk-İş merkezinin karşı çıkmasına rağmen destekleyen bazı sendikalar 1966 yılı sonlarında Türk-İş’ten geçici olarak ihraç edildiler. Bu sendikalar ile Türk-İş egemen kliği arasındaki gerginlik giderek tam bir kopuşa vardı ve 1967nin 12 Şubat’ında DİSK kuruldu. Bu DİSK ağalarının reformcu niyetlerinden öte Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde yeni bir etken oldu. 1960’ların son yılları Türk-İş’ten DİSK’e geçme eylemlerinin yoğunlaştığı yıllar oldu.
1963’ten başlayarak grevlerin sayısı artık burada sayılamayacak kadar çok olur. Ama dönemin karakteristiği olan işçi eylemleri 1967den itibaren yoğunlaşır ve 12 Mart darbesine kadar sürer.
1967 sınıf hareketinin ileri atılımı için kimi olumlu etkenlerin bir araya geldiği bir yıldır: Her şeyden önce emekçi sınıfların mücadelesi ve öğrenci gençlik hareketi belirli bir yükseliş dönemi yaşamaktadır. Türk-İş’in partiler üstü politikası ve sınıf işbirlikçi politikasına görünüşte de olsa karşı çıkan DİSK işçi sınıfı için yeni bir mücadele alternatifi olarak görülür. Anti-emperyalist mücadele gençlik ve aydın çevreleri taşarak emekçi yığınların da gündemine girmektedir. Bütün bunların yanı sıra ülke tarihinde ilk kez Marksizm kendi kaynaklarından öğrenilme olanağı elde edilir ve Marksizm’i TKP yorumu olmadan okuyan bir gençlik kuşağı, anti-emperyalist ve anti-faşist mücadelenin önünde yer alabilecek bir birikime sahip olarak, 1960’lı yılların sonunda siyasi mücadeleye damgasını vurmak için politik arenaya girer.
1960’lı yılların sonlan, bir yandan grev hakkını kullanan çok sayıda işçinin greve çıkmasına sahne olurken, üretici mitingleri (haşhaş, tütün, pancar, pamuk, fasulye, üretici mitingleri vb.), öğrenci gençlikte ise, başlangıçta salt akademik taleplerden kalkan ama giderek anti-emperyalist yanı öne çıkan boykot, işgal, miting, gösteri, çatışma vb. çok değişik eylem türleri yaşanır.
Hiç kuşkusuz bu yılların şöyle bir panoramasını çizmek bile bu yazının boyutlarını aşar. Zaten konumuz göz önüne alındığında buna gerek de yoktur. Bu yüzden de biz burada grevlere katılan yeni öğelere değinerek bu mirasın bugüne taşınan unsurlarını öne çıkaracağız.
1960’ların ortasından başlayarak 12 Mart’a uzanan süreçte, sadece grevlerin sayısı ve grevlere katılan işçilerin sayısı önceki yıllarla kıyaslanamayacak biçimde artmaz, aynı zamanda amaç ve konularında da çeşitlilik görülür. Dahası yasadışı grev, direniş ve işgal gibi eylemler sık sık gündeme gelirken dönem 15-16 Haziran ile taçlanır.
Yasa dışı grev, direniş ve gösterilerin hemen tümü işçilerin Türk-İş’ten DİSK’e geçmek için, patron-hükümet-Türk-İşli ağalar üçlüsünü dize getirmek için başvurulmuş eylemlerdir. Ancak bu eylemler sıradan bir sendika değiştirme eylemi ya da, Türk-İş ve DİSK arasındaki rekabetten dolayı DİSK’in kışkırttığı eylemler olarak değerlendirilirse yanlış olur. Çünkü her şeyden önce, bu geçişlere karşı sadece TÜRK-İş değil patron ve hükümet de direndiğinden, geçişi kapsayan süreç boyunca sendikalar yasasından grev yasasına, gençlik eylemiyle dayanışmaktan polis ve jandarmayla çatışmaya pek çok şey sorgulanmakta ve yaşanmaktaydı. Bu yüzden de sendika değiştirmek isteği ile başlayan olaylar, fabrikanın işgaline, başka fabrikaların da destek eylemine girmelerine, dahası, fabrika çevresindeki kadınlı erkekli tüm emekçilerle öğrenci gençlik ve devrimci demokrat güçlerin eylemlerine yol açıyordu.
Bu eylemler bir yandan dönemin karakteristiği olması, öte yandan bugünde yararlanılması gereken ipuçları içermesi bakımından önemlidir. Bu yüzden de burada özellikle üstünde durmak gerekmektedir.
* 1967’de DİSK’in kuruluşundan sonra gelişen ve görünüşte bir sendika değiştirme eylemi olarak ortaya çıkan eylemler aslında, Türk-İş’in patronlara yaltaklanarak hak almayı amaçlayan, sınıf işbirlikçisi “partiler üstü sendikacılığına” bir tepkiydi. Bu yüzden de Türk-İş bürokrasisi nezdinde kendiliğinden olarak tüm bürokratik sendikacılığı hedefliyordu, işçilerin iradesi karşısında patron-hükümet-sendika ağası üçlüsü ittifakının direndiği her yerde de olaylar genişliyor, çoğu zaman da işçiler isteklerine ulaşıyorlardı. Kendi başına fazla önemli görülmeyecek başarılar isteklerine ulaşıyorlardı. Kendi başına fazla önemli görülmeyecek başarılar sınıf için önem taşıyordu. Çünkü art arda gelen başarılar öteki fabrikalardaki işçileri de cesaretlendiriyor, hatta şu fabrika başardıysa biz neden başaramayalım diyen işçiler bir yarış içinde mücadeleye atılıyordu. Dahası, daha önce mücadeleyle isteklerini elde eden fabrika işçileri yeni direnişlere kayıtsız kalmıyor, onlar da çeşitli destek eylemleriyle mücadeleye katıldığından her sendika değiştirme eylemi geniş bir çevrede, pratik değerinin çok ötesinde, bir etki uyandırıyordu. Özellikle, Singer, Sungurlar, Demir Döküm, Kavel gibi mücadeleye önderlik eden fabrika işçileri işçi sınıfı içinde büyük bir prestije sahip olmuşlardı ve diğer fabrika işçileri eyleme geçecekleri zaman, sendika (DİSK) merkezinden önce bu fabrikaların işçileriyle bağlantı kuruyorlar, onların desteğini alarak hareket etmeye özen gösteriyorlardı. Bu, sınıf içinde inisiyatifli bir kesimin çıkması olayı, mücadelenin ileri atılışında (başka ülkelerdeki işçi sınıfı mücadelelerinde olduğu gibi) büyük bir inisiyatif sağlıyordu. Çeşitli fabrikaların işçileri arasında doğan bu dayanışma duygusu ve yakınlaşma sınıfın birleşip kaynaşmasında önemli bir rol oynadığı göz ardı edilemez.
*Türk-İş ağalarının patronlarla açıkça işbirliği içinde olduğu bu eylemler içinde sınıfın en geri unsurlarınca bile görünür hale geldi. Patronların işçileri Türk-İş’te kalmak için zorlamaları, sendikacıların patronlarla birlikte gelip işçilerle konuşmaları işçilerin gözünde hem eylemlerinin haklılığını açıklığa kavuşturdu hem de Türk-İş’in konumu konusundaki tüm şüphelerini giderdi. Ayrıca; direniş, grev, işgal gibi eylemlerde polis ve jandarmanın devreye girmede gösterdiği heves, devletin tarafsızlığı düşüncesinin yıkılmasına zemin hazırlarken, hükümetin DİSK’e karşı düşmanca tavrı ve Bölge Çalışma Müdürlüklerinin işçilerin iradesini belirlemede Türk-İş’ten yana olması, işçilerin karşısındaki patron/Türk-İş/Hükümet tablosunun tamamlanmasını kolaylaştırdı.
* Yukarıda sözünü ettiğimiz cephenin, işçilerin kendi sendikalarını kendilerinin seçmesinin engellediği pek çok yerde, işçiler kaderlerine boyun eğip oturmadılar. Özellikle İstanbul’da, büyük iş yerlerinde bugün bile sınıfın anılarından silinmeyen direnişler oldu. Özellikle fabrika işgalleri sınıfın kapitalizme öfkesinin bir ifadesi de oldu. Ama bu eylemlerin daha önemli yanı her seferinde işe polis ve jandarmanın katılmasıyla, patron ve sendikaya karşı olarak başlayan eylemlerin siyasal bir karakter kazanarak hükümeti de karşısına alan bir konuma yükselmesiydi. Türkiye işçi sınıfı için işgal eyleminin kendisi kadar polis ve jandarma ile çatışmak da yeni bir şeydi. Daha önce öğrenciler devlet denen ‘kutsal gücün’ silahlı güçlerine karşı gelmişlerdi ama bu işçiler için henüz yeniydi. Yeniydi, ama işçiler de daha başından itibaren, öğrenci gençliğin verdiği moral desteğin de katkısıyla bu güçlere karşı başarıyla direndiler. Üstelik de öğrenci gençliğin başaramadığı bir şey başararak; semtteki tüm emekçileri, ev kadınlarını ve çocukları da mücadeleye çekerek… İşçilerin, polis ve askerle çatışmaları, onların bilincindeki devletin niteliğine ilişkin burjuva hayalleri sarsarken, aynı zamanda kişisel ve kitlesel olarak daha militan bir tutum kazanmalarına da yol açtı. Özellikle de çatışmalarda küçük zaferler kazanılması hem kitlelerin kendi güçlerine güvenlerini artırdı hem de direnişlerin yaygınlaşmasına katkıda bulundu.
* 1967 ve onu izleyen yıllar işçi sınıfıma içinde dayanışma duygusunun geliştiği yıllar oldu. Bir yandan fabrika işçilerinin kendi aralarında dayanışma eğilimi gelişirken, bir yandan da, öteki şehir emekçileri ve öğrenci gençlikle dayanışma bilinci gelişti. Özellikle mücadelenin çevreyi etkileyecek kadar yükseldiği (örneğin fabrika işgali) koşullarda, öğrenci gençliğin ileri kesimleri, fabrika işçilerini desteklemek için ellerindeki hiçbir olanağı esirgemediler. Bilinç düzeyleri, yapılmak istenenle yapılan arasında (bugün) bir çelişkinin varlığı bir yana, gençlik işçi sınıfı mücadelesine katılmak için fedakârca çalıştı. Gençliğin bu çabası, DİSK ağalarının gençlikle işçiler arasına nifak tohumları ekip, grev yerlerine eli sopalı adamlarını yerleştirinceye, bu yetmeyince de polise başvurmalarına kadar sürdü. Genç devrimcilerin işçi grevlerine ilgisi bundan sonra da sürdü, ama artık bir gençlik eyleminin devamı olarak değil daha başka bir biçimde.
Dönem için karakteristik olan bir diğer şey de, grevde olan işyerlerinin işçilerinin aileleri ve fabrikanın bulunduğu semtteki ‘ emekçilerin grevcilerle dayanışma eylemleridir. Öyle ki; grev yerlerinin etrafı her gün en az birkaç toplantı ya da yasa dışı gösteriye sahne oluyordu. Somaki yıllarda çok kötü örnekleri yaşanacağı gibi grevci işçiler limon satmaya ya da sakin bir kahve köşesine gitmiyor, sürekli olarak fabrikanın yakınlarında bulunuyordu. Dahası, diğer fabrikaların vardiya çıkışlarında işçiler grevcileri ziyaret etmeden evlerine gitmiyordu. Semtteki diğer sektörlerdeki emekçiler de grevde olup bitenlerle yakından ilgileniyordu. Gençlik örgütleri, kültür demekleri, amatör tiyatro, folklor vb. etkinliklerle grev yerlerini şenlendiriyordu. Ama bütün bu ilişkilerin en uç biçimleri, o zaman en uç eylem olan fabrika işgallerine kendini gösteriyordu: İşgallerde işçiler, bir yandan polis ve jandarmanın makineleri tahrip ederek provokasyon ortamı yaratmasını önleyecek önlemler alırken, bir yandan da öteki işyerleri, öğrenci gençlik ve semt halkının desteğini sağlamaya çalışıyordu. Gerçekten de o koşullarda mücadele ancak bütün bu güçlerin dayanışması ile olanaklı olabilirdi; öyle de oluyordu. İşgal edilmiş fabrikayı saran güvenlik kuvvetleri de dışarıdan kendilerinden çok daha fazla olan kadın-erkek, yaşlı-genç, hatta çocuk, yüzlerce insanla sarılmış olara, büyük bir psikolojik baskı akına alınıyordu. Sadece psikolojik de değil, çatışma başladığında çocuklar ve yaşlılar bile ‘düşmana’ saldıracak bir şeyler buluyordu. Bu yüzden de sonunda işçiler fabrikayı terk etse bile büyük bir moral üstünlükle, isteklerini başlangıçta düşündüklerinden daha ileri bir düzeyde elde etmiş olarak çıkıyorlardı.
* İşçi sınıfımızın o güne kadar uzun ve mücadeleci bir eylem geçmişi olmadığı, olduğu kadirinin yetiştirdiği öne çıkan unsurlarının da çok büyük çoğunluğunun Türk-iş tarafından kendi kadrosu yapılarak nötralize edildiği düşünülürse, Türk-iş ağalarına karşı başlayan hareketin yeni sınıf önderleri yaratması gerekeceği ortadadır. Gerçekten de öyle olmuştur. Yaşanılan mücadeleler, birkaç yıl, hatta birkaç ay öncesinin sıradan Ali ya da Mehmet ustasını, günün işçi temsilcisi, bir fabrikanın değil, bütün komşu fabrika işçilerinin, bazen de çok daha geniş bir kesimin saygınlıkla söz ettiği bir işçi önderi durumuna getirmişti. Doğrusu o gün öne çıkan işçiler, bu işçi önderliği, payesini hak etmiyor da değillerdi. Çünkü sadece kendi fabrikasında bir şeyler yapmakla kalmıyor, başka fabrikalar ve oturduğu semtte de bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Bunlar, o gün işçi sınıfımızın yetiştirebileceği en iyi unsurlardı. DİSK bunların omuzlarında yükseldi. Nitekim 1970’lerdeki DİSK kadrolarının çok büyük bir çoğunluğunun 1967-1970 eylemleri içinden çıkan işçi önderlerinden meydana geldiğini biliyoruz. Ancak burada bir şeye işaret etmeden geçersek gerçeğin yarısını görmezden gelmiş oluruz. O da; bu dönemde sendikal bürokrasiye karşı savaşarak ortaya çıkan işçi önderlerinin sonraki birkaç yıl içinde DİSK bürokrasisi içinde eritildiği, daha doğrusu bu bürokrasiye eklendiği gerçeğidir. 1967-68-69’un Türk-İş ağalarına karşı mücadele eden işçi önderleri, önce DİSK’in işyeri temsilcileri olarak DİSK’in fanatik savunucuları oldular; sonra da, şubede ya da merkezde profesyonel görevler alarak DİSK ağalarının emirlerine uyan, onlar için çalışan kişiler haline geldiler. Böyle bir çizgiye girmeyenler ise, artık yerine oturan DİSK bürokrasisi tarafından, patronla işbirliği içinde tasfiye edildi. Birkaç yıl öncesinin, grev alanlarının, direnişlerin, mitinglerinin militan işçilerinin birkaç yılda DİSK’in birer bürokratı haline gelmesi ebette düşündürücüdür, ama açıklanamaz değildir. Çünkü kendiliğinden işçi hareketinin ortaya çıkardığı önderler tıpkı kendiliğinden işçi hareketinin kendisi gibi, her türden etkiye açıktır. Bunlar işçi önderleri olarak proleter bir mücadele çizgisinin militanları da olabilirler, burjuva ideolojisinin, ama özellikle onun reformcu ve revizyonist eğilimlerinin etkisiyle bir burjuva sendikacılık akımının yetenekli temsilcileri de olabilirlerdi. Ne yazık ki o günün koşulları ikinci etkileşim için uygundu ve niyetlerinin ötesinde bu işçi önderleri DİSK’in reformcu-revizyonist çizgisi tarafından şekillendirdiler. Eğer o koşullarda bu işçiler sınıf sendikacılığı çizgisine çekilmiş olsaydı hiç kuşkusuz ki, yozlaşıp sendika bürokrasisinin birer elemanı olma durumuna düşmeyeceklerdi. Bugün de birçok fabrikada sendikal mücadele içinde ortaya çıkan önder nitelikli işçilerin kısa bir süre sonra herkesi hayal kırıklığına uğratarak şu ya da bu sarı sendikanın hizmetkârı durumuna gelmesinin nedeni, o kişinin niyetinden öte, ideolojik olarak değişememesidir. Onu yaratan ve ileri iten yığın hareketi de bir nedenle ortadan kalkınca kişiler tümüyle ne yapacağını, nereye gideceğini bilemez hale gelmektedir. Tam bu anda ortaya çıkan ‘usta’ sendika bürokratları ona yeni ve henüz etkisi altında olduğu burjuva dünya görüşüne göre de akılcı gözüken bir yol çizmektedirler. Böylece işçi, yeni bir yönelişe girdiğini sanarak eski yolda yürümekte, bir süre iyi niyetle kişiliğini korursa da, bir süre sonra konumu onu, önce kişi olarak işçi kitlesinin karşısına dikmekte, sonra da bu maddi temel niyet olarak bile bozulup yozlaşmasına yol açmaktadır. Ama bugün, 1960″lardan farklı olarak işçilerin bir seçeneği vardır. Proleter bir mücadele çizgisini benimseyerek sınıf sendikacılığı yolunu izleyebilirler. Zaten, sınıf sendikacılığı da bu mücadelenin ortaya çıkardığı önder işçileri etkilediği ölçüde sendikal hareketi kucaklayabilir, önder işçiler de sınıf sendikacılığı çizgisini izledikleri ölçüde sınıfın gerçek önderleri olma şansına sahip olabilirler. Bugün yaşanan zorlukların altında da bunun henüz yeterince olmuyor olması yatsa gerekir.
1960ların sonunda işçi eylemlerinin sendika değiştirme ile ilgili yanına ilişkin bu saptamalardan sonra, artık işçi hareketinde o yıllarda ortaya çıkan başka unsurlara dönebiliriz.
1960’ların ortalarından itibaren gündeme gelen şeylerden birisinin de anti-emperyalist mücadelenin yükselişi olduğunu belirtmiştik. Bu o günlerin hareketli ortamında kulağı her şeye açılan işçileri etkilemezlik edemezdi. Öyle de oldu: işgal, grev, direniş gibi eylemlerde anti-emperyalist istemler de dile getirildi; özellikle işçilerle öğrencilerin ortak eylemlerinde anti-emperyalist sloganlar öne çıkıyordu. ABD emperyalizmini protesto eylemlerinde çok sayıda işçi yer aldı. Kanlı Pazar olarak bilinen ve Amerikan 6. Filosu’nun protesto eylemlerine 30 bin dolayında işçinin katıldığı düşünülürse işçi sınıfımızın anti-emperyalist eyleme katkısı için bir ölçü çıkarılabilir.
Bu yıllarda işçi sınıfının bir yandan kapitalistlere karşı verdiği daha iyi yaşama ve çalışma koşulları için mücadelenin yükselişi, öte yandan Türk-iş’in sendika bürokrasisi ve çizgisine karşı çıkışla başlayıp fabrika işgalleri ve sokak çatışmalarına uzanan mücadeleler, bir yandan da Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana ilk kez işçilerin anti-emperyalist mücadele içinde yığınsal yer alışları, hele bunlar “yaşasın sosyalizm, kahrolsun emperyalizm ve kapitalizm” sloganları eşliğinde olunca, uzun yıllar sessiz sakin, patronların verdiği ile yetinen işçi görüntüsüne alışan burjuvaziyi tedirgin etmezlik edemezdi. Bu yüzden de, burjuvazi, Türk-İş ağalarının çabaları Bölge Çalışma Müdürlüklerinin DİSK’in yetkisini engelleme gayretleri, polis, jandarma ve mahkemelerin patron yanlısı tutumlarına karşın sınıf hareketinin yükselişi önlenemeyince; hükümet, 274-275 sayılı yasalarda değişiklik yaparak DİSK’İ ve onun neden olduğunu düşündüğü işçi sınıfı hareketini durdurmayı hesaplıyordu. Bu amaçla 274-275 sayılı yasada değişiklik teklifini Meclis’e verdi.
DİSK’in varlığına yönelik bu tekliflere DİSK ve ilerici kamuoyu açıkça karşı çıktı. İşçi sınıfının içinde bulunduğu kaynaşma durumu ise bu karşı çıkışın daha radikal olması için elverişliydi. Bu yüzden de DİSK’in Cumhurbaşkanı, Meclis vb. yerlere başvurularını işçiler biraz da küçümseyerek izlediler. Çünkü onlar, DİSK’ten daha sert tepkiler bekliyorlardı. Ama DİSK, eski DİSK değildi. Artık epeyce “oturmuş” “kadrolaşmış”, sınıfı saflarına toplamak olarak da kapitalistler gözünde meşrulaşmak gerektiğini düşünen bir konumda olduğundan, artık böyle bir aşamaya geldiği tespitini yapmıştı. Bu yüzden, işçileri son ana kadar devreye sokmaktan özel olarak kaçınmıştı. Ta ki, oylamanın yapılacağı ana kadar. Nitekim eylem kararı verildiğinde de, işçilere DİSK’in verdiği kesin talimat “herkes tezgâhının başında oturacak” biçimindedir ve “yasalara aykırı eylemlere izin verilmemesi” temsilcilerden isteniyordu. Ne var ki gelişmeler hiç de DİSK ağalarının istediği gibi olmadı: Şalteri indiren işçiler sokağa döküldü ve ancak işçi sındında görülebilecek bir kararlılıkla her adımda çoğalarak şehir merkezlerine doğru yürüdü. Sadece DİSK’e bağlı olan işçiler değil, Türk-İş üyesi işçilerin çalıştığı fabrikalar da şalter indirip sokağa dökülmüştü. Gerçi hiç kimse onlara sokağa çıkın şöyle yapın demedi, ama onlar sınıf içgüdüsüyle ve ortak duygularla ortak bir davranış içine girmeyi başardılar. Sendikacılar, her adımda işçileri engellemeye çalıştılar, ama bu boşa bir çabaydı. Devrimci gençliğinde mücadele içinde yer almasıyla sloganlar ve istemler daha çeşitli ve yüksek sesle söylenir oldu. Önce toplum polisinin sonra da askerlerin barikatları aşıldı. Ölen ve yaralananlar oluyordu, ama panik ya da kitlenin ilerleme isteğinde bir azalma yoktu. Dahası, 27 Mayıs’tan beri her ilerici kitle eyleminin bir sloganı olan “Ordu işçi el ele”, “Ordu gençlik elete” sloganı ilk kez söylenmiyordu. Çünkü ordunun kiminle el ele olduğu apaçık ortadaydı. Ordu barikatın karşı tarafındaydı.
16 Haziran akşamı, İstanbul ve İzmit’in 70 bin dolayındaki işçisi ertesi gün Taksim’de buluşmak üzere dağılıyordu, ama o gece saat 21’de hükümet sıkıyönetim ilan ederek, ertesi gün olabilecekleri önlüyordu.
1960’ın son yıllarında işçi sınıfı hareketini karakterize eden etkenlerden birisi fabrika işgallerinde uçlaşan sendikal özgürlük mücadelesi ise, öteki 15-16 Haziran olaylarında uçlaşan kitlesel ve siyasal muhtevalı gösterilerdi. Bu yüzden de sınıfın eyleminin bu yanının özellikleri üstünde de kısaca durmak gerekir. Tutumlar uç noktalarca bütün özellikleriyle ortaya çıktığından biz de burada gerçeği 15– 16 Haziran olaylarının yüze vurduğu biçimiyle sergileyeceğiz.
* Şu pek açık bir gerçek ki, bu yıllarda işçi sınıfımızın burjuva siyaset alanı dışına çıkmasa da siyasal eylemlere katıldığı yıllardı: Bir yandan anti-Amerikan, anti-emperyalist gösterilerle bir yandan da fabrika işgalleri vb. kendiliğinden siyasal karakter kazanan eylemler, bir yandan da 15-16 Haziran’da uçlaşan doğrudan hükümeti hedef alan eylemler. Bu eylemlerde genellikle DİSK’li işçiler yer aldığı ve DİSK bu eylemler içinde aktif olarak yer alıyor gibi görüldü. Ama bu görüntü gerçeği yansıtmaz.
* DİSK, sendika değiştirme eylemleri içinde, 1969’a kadar etkindir. Bu yolla Türk-İş’ten DİSK’e kayışı destekler. Yine bu döneme kadar anti-emperyalist eylemlerde de en azından ayak sürüyerek de olsa yer alır. Ama 1969’la birlikte, DİSK’e geçiş için bile olsa, “yasa dışı” eylemlere başvurulmasına karşı çıkmaya başlar. Önce, öğrenci gençlik eylemlerini TİP ve TKP ağzıyla suçlamaya başlar; “Maceracılık” ve “goşistlik”tir öğrencilerin yaptıkları, “işçi sınıfına yabancıdır bu eylemler”, “öğrenciler küçük burjuvadır”, öyleyse “işçiler onlardan uzak durmalıdır”. Sadece bu tanımlamalarla da kalınmaz, öğrencilerin (tabi devrimci olanların, yoksa işçilere akıllı olmayı öğütleyen TİP’lilere vb. bir sınırlama yoktur) grevleri ziyaretleri, hatta bir işçi eylemini desteklemeleri bile yasaklanır. Öğrenci gençlik ve devrimci çevrelerle ilişkisini kesmeyen ileri işçiler önce sendika çevresinden dışlanır, sonra da işten çıkarılır. 15-16 Haziran’a işte bu olumsuz öğelerin epeyce ilerlediği koşullarda gelinir.
* DİSK’in sonraki çizgisine bakıldığında açıkça görülür ki; DİSK ağalarının 1967-1969 arasında fabrika işgallerini desteklemeleri anti-emperyalist eylemlere karşı hayırhah bir tutum takınmaları, tümüyle DİSK’i güçlendirme, bunun için de toplumdaki ileri atılış ve devrimcilerden yararlanma taktiğine dayanmaktadır. Nitekim ayakları yere bastığında, yaptıkları ilk iş, işçileri yasal çerçeveye çekmek, her ileri atılışın önüne sendika tüzüğünü ve yasaları dikmek olacaktır. Bir süre içinde DİSK içine mevzilenen revizyonistler, sonraki yıllarda, devrimci mücadeleyi engellemek için bu mevzileri kullanacaklardır.
* Bugün bile devrimci demokrat çevrelerde 15-16 Haziran deyince akla DİSK gelir. Sonraki yıllarda reformcu ve revizyonist ağalar bu işi kendilerinin yaptığı yollu öğünmelerde bulunmuşlarsa da, gerçek çok başkadır. Bu yüzden, konumuzla, grev ve direniş mücadelelerine yön veren çizginin önemi açısında ilgili olan sorunun bu yanı üstünde durmak gerekecektir. Yukarıda da bir vesileyle belirttiğimiz gibi 15-16 Haziran’da DİSK son ana kadar işçi sınıfını mücadelenin içine çekmekten şiddetle kaçınır, parlamento ve cumhurbaşkanına dilekçeler yazarak sorunu çözmeye çalışır. Bütün bu yollar çıkmayınca işçilere “eylem çağrısı” yapar, ama sadece tezgah başında oturarak yapılacak bir eylemdir, çağrısı yapılan. Ama işçiler bildikleri gibi bir eyleme girişirler. Nitekim 16 Haziran günü işçiler polis ve askerle çatışırken, o zaman DİSK ve Maden-İş Sendikası’nın Genel Başkanı olan Kemal Türkler, saat 13.00 haber bülteninde uzun bir konuşma yapar: işçilere, işlerinin başına dönmesini, Türk askeri ve polisine direnenlere uyulmamasını, onların işçilerin arasına katılmış ajanlar, provokatörler olduğunu (devrimci gençleri kastediyor) DİSK’in bu eyleme karşı olduğunu vb. açıkça söyler. Ama kimse O’nun çağrısına uyacak durumda değildir, çünkü herkes (durmadan hükümet ve askeri yetkililerle görüşen DİSK ağalarından başka) büyük bir coşkuyla asker ve polis barikatlarını aşmak, dövüşmek, yaralanmak vb. ile meşguldü. Kimi “kurnaz” revizyonistler bu çağrıyı “DİSK’i yasalar karşısında temize çıkarmak için yaptı’ deseler de, taktik olarak bile böylesi rezil bir konuşmanın yapılmayacağı bir yana, DİSK ağalan savcılık ve sıkıyönetim mahkemelerinde de genç devrimcileri ve fabrikadaki işçi temsilcilerini suçlayarak gerçek konumlarını açığa vermişlerdir. Cezaevindeki yaşantıları da bütünüyle oradaki yüzlerce işçi ve gençten ayrıdır. ‘Ağalar Koğuşunda’ tam anlamıyla imtiyazlı bir yaşam sürerek sınıf konumlarını belli etmişler, işçilerin gözünde de yerli yerine oturmuşlardır.
* 15-16 Haziran, 1960’lı yılların ortasında başlayan yükselişin zirvesi, aynı zamanda DİSK için aşağıya düşmenin başlangıcıdır. Öyle görünmektedir ki; DİSK ağaları artık, patronların gözüne girerek, iddia edildiği gibi DİSK’in devrimci bir sendika merkezi olmadığını kanıtlayarak meşruiyet çabasındadır. Nitekim, 15-16 Haziran’ın anıları henüz taptazeyken gerçekleştirilen 12 Mart darbesini revizyonist-reformcu DİSK ağaları coşkuyla karşılarlar. DİSK Yürütme Kurulu’nun darbenin aynı günü yayımladığı bildiri şöyledir:
“Parlamentodan çıkarılan Anayasaya aykırı kanunlar ve hükümetin ısrara yürüttüğü Anayasa dışı uygulamalar, sosyal patlamalara yol açan tutum ve davranışlar memleketi bir kardeş kavgasının eşiğine getirmiştir.
“İşte böyle bir ortamda memleketin beceriksiz ellerde emekçi halkımızdan perişanlığını artıracak bir yuvarlanmayı gören ve Türk milletinin bağrından oluşan Silahlı Kuvvetleri bu vahim durum karşısında aldığı kararlar işçi sınıfımızın devrimci kesiminde büyük bir ferahlık yaratmıştır. TC Anayasasının tanıdığı hakları en cesur şekilde kullanan Türk Silahlı Kuvvetlerinin… görev başında olduğunu radyolardan ilanı karanlık ufukları aydınlığa kavuşturmuştur”. DİSK’in ‘meşruiyet’ çabaları meyvesini verir:
1973’te, büyük patronların bir yemeğinde Vehbi Koç, öteki patronlara, fabrikalarındaki işçilerin DİSK’e geçmesinden korkmamalarını söyler. Tersine, kendi fabrika işçilerinin DİSK’e geçmesinden beri daha huzurlu olduğunu söyler. V. Koç bu teşhisinde pek haklıdır. Çünkü çoktan beri DİSK için devrimci sendikal eylem çizgisi tu kaka’dır. Bunu da Kemal Türkler, 1972’de işçi temsilcileriyle yaptığı bir toplantıda şöyle ifade edecektir: Bana, bu fabrikanın işçileri devrimcidir, sosyalizmden yanadır diye gelmeyin, bana, bu fabrikanın işçileri sendikanın tüzüğüne harfiyen uyuyor, diye gelin deyerek, nasıl bir mücadele çizgisi arzu ettiğini ortaya koyar.
Bu gelişim çizgisinin çıktığı yerin, yani sınıfın yükselen kendiliğinden hareketinin kaynağının çok gerisine düşmesi ve istemlerin tam tersi bir amaca ulaşmasının nedeni önemlidir. Ki, bu neden de bu yazının başından beri vurgulamaya çalışıldığı gibi işçi sınıfını “kendisi için” sınıf yapacak unsurun, işçi sınıfının kendi siyasi partisi ve onun çizgisinin izlenmesinin eksikliğidir. Bu reformcu ve revizyonist sendikacıların sorumluluğunu azaltıcı bir etken değildir, ama M-L benimseyenlerin saptaması, ama aşmak için saptaması gereken bir etkendir.
* İşçi sınıfının 15-16 Haziran’da uçlaşan eylemi işçi sınıfımızın başka ülkelerin işçi sınıflarına göre daha pasif, daha az eylem yeteneği olduğunu iddia edenlere bir yanıttır. Sonraki gelişmeler ve DİSK ağalarının işçi sınıfını çektiği reformcu revizyonist çizgi ise, sınıfın kendiliğinden proleter bir mücadele çizgisine ulaşacağını iddia edenlere bir yanıttır.
1973’ten 1980 12 Eylül’üne Grevler
1963 sonrasında grevin işçi sınıfımız için artık olağan bir eylem haline geldiğini belirtmiştik. Bu bakımdan, 1971 ve 1972de 12 Mart darbesinin ve 1974’de Kıbrıs’ın işgalinin yarattığı şovenizm dalgasının etkisiyle bir gerilemeyi saymazsak 1970’li yıllar boyunca grevler olağan eylemler olarak sürüp gitti. Ama 70’li yılların sonlarına doğru da bazı özellikler kazandı ki, bunlar daha önceki yıllarda olmayan özelliklerdi. Bunlardan birincisi MESS grevlerinde görülen özellik, diğeri ise, TARİŞ derinişinde uçlaşan, değişik nedenlerden kalksa da, sonunda yükselen anti-faşist mücadeleyle birleşen yasa dışı grev ve direnişler.
Konumuzu doğrudan ilgilendiren grev ve direnişlerin özelliklerine geçmeden önce, bu grev ve direnişlere yol açan gelişmeleri ana çizgileriyle de olsa belirlemek gerekiyor. Ancak o zaman grev ve dilenişlerin kazandıkları özellikleri anlamaları yerli yerine oturtmak olanaklı olacaktır.
12 Mart darbesinden yasal bakımdan hayli zayiat verilerek çıkılmıştı. Üstelik henüz yeni kurulan devrimci örgütler de ağır darbe yemişti ama daha sonra 12 Eylül’de görüleceği boyutlarda bir yıkıntı yaşanmamış, tersine başta işçi sınıfı ve gençlik hareketi hemen kendisini toparlayıp mücâdeleye atılmıştı. Hızla yükselişe giren emekçi sınıf hareketlerinin rüzgârını arkasına alan CHP 1973 seçimlerini “sol” adına kazanabilmişti. 1974’teki Kıbrıs’ın işgali ve bu vesileyle ilan edilen sıkıyönetim yasakları, (ama esas olarak emekçi sınıfların şovenizmin etkisine girmesi) emekçi sınıf hareketinde bir durgunluğa yol açarsa da bu kısa süreli olur ve emekçi sınıf hareketi, 1974 sonrasının artın yaşam güçlüklerini de sorunları arasına katarak yükselişini sürdürür.
1960’lı yılların ortalarından itibaren, bir yandan devletin gayri resmi desteği öte yandan da burjuvazinin bir kesiminin her tür desteği ile örgütlenen dinci ve ırkçı faşist güçler 1970’lerin başından itibaren devrimci gençlik kesimlerinden başlayarak süreç içinde genişlettikleri planlı bir saldırı içindeydiler. Özellikle de 12 Mart dönemi içinde hem devletin üst kademeleri içinde hem de gerici faşist partiler ve dernekler içinde örgütlenmişlerdi. 1970’lerin ortasından itibaren, devrimci gençliğin yoğun olarak bulundukları öğretim kurumlarına ve işçi hareketi içinde etkili olan fabrikalara çeşitli saldırılara başvuracak kadar güçlenmişlerdi.
1970’lerin ortasından itibaren gerek sendikal mücadele alanında, gerekse siyasal mücadele alanında karşıt güçler son derece kesin bir biçimde ayrılmıştı. Bu yüzden de sonraki süreçteki çatışma çok sert bir biçimde gelişti. Mücadele kesinleştikçe de aradaki tarafsızların sayısı azaldı. Metal işkolu işçilerinin MESS’e karşı yürüttükleri grevler ve giderek yoğunlaşan yasa dışı grev ve işçi direnişleri bu gerilimli ortam da gelişti. Her çözümsüzlük ortamı daha da gerginleştirdi, gerginlik küçük sorunları bile çözülemez sorunların safına dâhil etti.
Hiç kuşkusuz böyle bir dönemden söz ederken dönemi simgeleyen anti-faşist mücadeleyi göz ardı etmek söylenecek şeyleri anlaşılmaz yapar. Ama bu yazı içinde anti-faşist mücadeleyi değerlendirmek hem amaçlanmıyor hem de bu çerçevede değerlendirmek olanaksız. Bu yüzden de burada grev ve direnişleri değerlendireceğiz ve sadece, bunların anti-faşist mücadeleyle kesişmeleri oranında da anti-faşist mücadeleye değineceğiz.
Konumuz açısından dönemi karakterize eden grevler MESS’e karşı metal işçilerinin (pratikte DİSK ve Maden-İş’in ) yürüttüğü grevlerdir. Bu grevlerde yiğitçe bir direniş, işçilerin aylarca aç sefil direnmesi vardır, ama sonuçta adım atan burjuvazi olmuştur. Sınıf içinde en mücadeleci kesim olarak bilinen metal işçilerini grup sözleşmesine razı etmeyi başarmıştır. 1976-77’deki ilk MESS grevlerinde en önemli anlaşmazlık maddesi, sözleşmenin iş yeri işyeri, ayrı ayrı patronlarla mı yapılacağı yoksa MESS’le Maden-İş’in bütün işyerleri ve bütün işçiler için bir sözleşme mi yapacağı konusunda idi. Burada Metal-İş haklı olarak, grup sözleşmesinin patronları birleştireceğini, özellikle çabuk uzlaşmaya yanaşacak kesimlerin MESS’in desteği ya da tehdidi ile uzlaşmaya yanaştırılamayacağını yüksek fiyatlarla sözleşme yapmanın bu koşullarda imkânsız olacağını öne sürerek bu grup sözleşmesine evet elemenin işçi sınıfına ihanet olacağını söylüyordu. MESS ise, işçilerin işverenleri birer toplu sözleşmeye zorlayarak işyerlerini kaldıramayacakları yükler altına soktuğunu, yönetime ilişkin kimi talepleri kabul ettirerek (işten atılma vb. konularda işçilerin de bulunduğu disiplin kurulunun karar vermesi gibi) mülkiyet hakkına saldırıldığını iddia ederek, eski sözleşmelere göre daha geri haklar içeren bir sözleşme için grup sözleşmesinde direndiklerini söylüyorlardı. Patronlar kartlarını açık oynuyorlardı. Bunu yaparken de, hükümetin ve kapitalist sınıfın öteki kesimlerinin arkalarında olduğunu, stokların zaten başlarına beta olduğunu ve bunu bu sürede eriteceklerine, uzun bir greve artık eski mücadeleci hüviyetini yitiren Maden-İş’in dayanamayacağına vb. güvendikleri besbelli idi.
Grev mücadelesinin deneyimleri, grevlerin başlamamasının önemli, bazen de grevin başarısı için belirleyici olduğunu göstermektedir. Ama Türkiye’deki grev yasaları, işçilere grev “an’ını seçme şansı tanımamaktadır. Belirli bir sürecin sonunda grev hakkı doğmakta ve bir süre içinde de bu hakkı kullanmak gerekmektedir. Bu yüzden de sendikacılar, elbette, neden stokların had safhada olduğu bir zamanda greve gittiler diye eleştirilemez. Ama bu durumun patronlar lehine bir faktör olduğu da unutulmamalıdır. Grevlerin öylesi uzun sürmesinde stok faktörünün de rolü olsa gerekir. Ancak, grevlerin seyrine bakıldığında çatışmanın uzamasının gerçek nedeninin ekonomik çıkarın çok ötesinde, sözleşmenin grup mu yoksa tek tek işyerlerine göre mi olacağı yaklaşımında olduğu görülmektedir. Aylarca süren grev sonunda nedense, birden bire DİSK ağalan ‘grup sözleşmesi’nin işçi lehine olan içeriğini keşfettiler! “Grup sözleşmesi”nin, burjuvazi karşısında işçileri birleştireceğini, bu yüzden de grup sözleşmesi yapmanın sınıf açısından daha yararlı olacağı propagandasını başlattılar. Böylece; Türkiye işçileri, Gorbaçovun sosyalizmini desteklemek için ellerinden geleni yapan ahmak Batılı kapitalistleri tanımadan önce, işçilerin çıkarına şeyler için aylarca greve direnen kendi kapitalistlerinin ahmaklığına tanık oldular! Bu olacak şey değildi, ama DİSK’in ağaları bir yenilgiyi zafer olarak gösteriyor, üstelik de işçi sınıfı tarihinde en nefret edilen sözleşme tipi olan grup sözleşmelerini yüceltmenin teorisini yapıyorlardı.
MESS’e karşı ikinci büyük grevler 1980’deki ve tekstil işkolundaki grevlerle eş zamanlı başladığı için de greve katılan işçi sayısı Nisan sonunda 40 bini aşmıştı. TİS taslağındaki isteklere bakılırsa kapitalistler için karşılanamaz şeyler değildi, ama ne MESS ne de Tekstil İşverenler Sendikası en küçük uzlaşmaya yanaşmıyorlar, dahası bir TİS yapmak için gayret içinde olduklarını gösteren küçük bir belirti bile yoktur. Ancak, grevi sendikanın ideolojik amaçlarla uzattığı, işçileri politikaya alet ettiği konusundaki yoğun bir kampanya TİSK ve MESS aracılığı ile sürdürülmektedir. Bu tutumu TİSK ve MESS 1977’deki MESS’e karşı yürütülen grevler sırasında da takınmış ve sürekli olarak grevin ideolojik olmadığını, sadece TİS taslağındaki anlaşmazlık nedeniyle sürdüğünü iddia eden DİSK ve Maden-İş’i yenilgiye uğratmıştı. Geçmişten ders alan patronlar, aynı taktikle, hükümet ve burjuva sınıfının diğer kesimlerini arkalarına alırken, DİSK ve Maden-İş eski yanlışlarında (tabi yanlış yaptıklarını bile bile yapmıyorlarsa) direnerek grevleri ekonomik çerçevede tutmada, daha doğrusu grevlerin ekonomik grev olduğunu söylemekte direniyorlardı. Oysa var olan krizin derinliği karşısında iki önemli iş-kolundaki grevler zaten ekonomik amaçlarını aşan bir öneme sahip olacağı bir yana, kapitalistler, hükümetle açıkça işbirliği sonucu bir sınıf tutumu, siyasal bir tavır alıyorlardı. Burada yapılması gereken, grevin kazandığı siyasal niteliği görüp, bunu sınıfa ve ilerici güçlere açıkça ilan edip, burjuvazi karşısında sınıfı ve devrimci demokrat güçleri birleştirmek olması gerekirken, DİSK yöneticileri grevci işçileri bile grev atmosferinden uzaklaştırmalar, işçileri geçim kaygısı içine iterek onlara, geçici süre için bile olsa, memleketlerine gitmelerini, pazarda limon vb. satarak ‘grev stresinden’ uzaklaşmalarını öğütlemişlerdir. Sendikacıların her iki grevdeki tutumu da, işçileri grev ortamından uzaklaştırmak için çaba harcamak olmuştur. Oysa bu sınıfa birazcık inancı, birazcık sınıf bilinci, mücadele deneyimi olan bir sendikacının yapacağı bir şey değildir: Çünkü grevin gücü katılan işçilerin grevin havasını solumasından, grev mücadelesi içinde deneyim kazanarak burjuvaziye karşı kinini artırmasında, arkadaşlarıyla zor günleri birlikte yaşamanın getirdiği duygusal kaynaşma ve nihayet grevin getirdiği duyarlılıkla kendi sınıfının bilincini almak için elde edeceği fırsatı değerlendirmesinde yatar. 1960’ların deneyimi de açıkça gösteriyordu ki, grev ve direnişlerin başarısı, grev alanından uzaklaşmada değil, grev alınım fabrikaya, semte, yakın fabrikalara, kahvelere, grevci evlerine taşımak, grevi sınıfı iler götüren bir mücadele aracı yapabilirdi. Çoğu bu mücadele içinden çıkıp, ama DİSK bürokrasisine eklenen 1970’lerin DİSK yöneticileri bu olumlu birikimin tam tersini yaparak grevleri tecrit etmeyi politikalarına daha uygun buldular.
Burada şu eklenmezse patronların tutumu anlaşılmaz kalabilir: 12 Eylül’den sonra çeşitli vesilelerle patronların ve generallerin pek çok itiraflarından da anlaşılacağı gibi, 1978 sonlarından başlayarak büyük patronlar ve generaller bir Cunta senaryosu hazırlamışlardır ve 1980’de artık oyunun finali tezgâhlanmaktadır. Yaygın ve ideolojik amaçlı grevler hem generaller için iyi bir darbe vesilesidir, hem de sözleşme yapılmadan gelecek bir darbe patronlara ekonomik bir yarar sağlardı. Bu yüzden de DİSK ne kadar uzlaşıcı davranırsa patronların o kadar sorunları çıkmaza sokup büyütmesi rolleri gereğidir ve tam da burada grevlerin siyasal niteliğini açığa vurarak hedefleri ve talepleri siyasal taleplerle ve hedeflerle değiştirmek mücadelenin ilerlemesi için bir zorunluluktu. Sınıfın gücünü burjuvazinin karşısına dikmek, devrimciye demokratların güç ve hedefleriyle işçi sınıfının güç ve hedeflerini birleştirmek için sınıf mücadelesine önceden tahmini olanaksız atılımlar kazandırabilir, en azından cuntacılar için caydırıcı bir etken olarak rol oynayabilirdi.
Bu gelişmenin olası sonuçlarının kavranabilmesi için o günlerin koşullarında ortaya çıkan direnişlerle (işçi ve öteki emekçi kesimlerin başvurduğu direnişle) anti-faşist mücadelenin kesişmesi ve o günlerde gündeme gelen “Bütün Çalışanların Genel Grev ve Derinişi” sorunu üstünde biraz durmak gerekecek:
1977’den itibaren, bir yandan faşistlerle devrimciler arasında bir çatışma biçimini almaya başlayan anti-faşist mücadele keskinleşirken, artık patronlarla açıkça işbirliği içinde, işçi sorunlarıyla görünüşte bile ilgisini kesen Türk-İş’in örgütlü olduğu işyerlerinde işçiler sendikayı da hedefleyen direnişlere baş vurmaya başladılar. Bu direnişler yasa dışı olarak iş bırakmak biçiminde görülüyordu daha çok. Türk-İş’in sendikacıları ve patronların Ülkü Ocakları ve MHP ile işbirliğine giriştikleri yerlerde ise işçiler faşist militanların saldırması ile yıldırılmaya çalışılıyor, bu tür yerlerde direnişlerle, artık okullardan taşıp kasaba ve semtlerdeki gündelik faaliyete dönüşen anti-faşist mücadele bütünleşiyordu, özellikle 1979 sonunda AP’nin azınlık hükümeti ile birlikte devlet ve büyük kooperatiflerdeki ilerici işçilerin atılıp yerlerine faşist militanların yerleştirilmeye başlanmasıyla direnişlerin anti-faşist mücadele ile kesişme noktaları arttı. TARİŞ direnişi bu örneğin uç noktası olarak ortaya çıktı ve anti-faşist mücadelenin zaaflarını da sergilemesinin yanı sıra sendika ağaları ve CHP yöneticilerinin sınıf hareketini boğmada burjuvazinin başyardımcıları olduğunu da dost düşman herkese gösterdi.
Öte yandan patronların her vesileyi bir anlaşmazlık gerekçesi sayarak işçi haklarına karşı saldırgan bir tutum içine girmesi (Ki, bunun gerekçesinin artık yakın gelecekte bir Cunta beklentisi olduğunu biliyoruz) bir bir iş yerlerindeki direnişleri ve aynı işverene ait işyerleri arasında dayanışma eylemlerini artırdı, örneğin 12 Eylül geldiğinde Adana’da Sabancı’ya ait, altı işyerinde 10.500 işçi ile böyle bir direniş sürmekteydi.
1980’lere yaklaştıkça işçi eylemlerinde anti-faşist karakter belirginleşiyordu ve bu eylemlerin kendiliğinden olarak anti-faşist hareketle kesişme noktaları çoğalıyordu, ama gerek M-L hareketin gerekse devrimci demokrat hareketlerin sınıfla bağlarının cılızlığı (buna amatörlük, sendikalizm, legalizm gibi hastalıkları da eklemek gerek) sendika ağalarının, reformcu ve revizyonist siyasi eğilimlerin barikatlarını aşarak işçi hareketi ile anti-faşist mücadele arasında sağlam köprüler kurulmasını engelliyordu. Bu nedenle anti-faşist hareket her geçen gün daha çok yığın hareketinin uzağına düşüyor, bir faşist-devrimci çatışması görünümü kazanıyordu.
Kısacası, bir yandan işçi sınıfının sendikal eylemi, öte yandan anti-faşist hareket birbirinden bağımsız olarak ilerleyebileceği kadar ilerlemişti. Daha ileri bir adım ancak bu iki ayrı gücün tek bir çizgide birleşerek burjuvazi ve gericiliğe karşı direnmesiyle mücadele önündeki engelleri yıkarak ilerleme şansına sahip olabilirdi.
İşte bu gelişmeler değerlendirilerek 1979 ortalarında ‘Bütün Çalışanların Genel Grev ve Direnişi’ gündeme getirildi. Bekleneceği gibi önce değişik sol gruplardan itirazlar geldi. Kimi bu görüşün ‘genel grev ile devrim yapılacağı’ anlamına geleceğini iddia ederek, genel grevle ayaklanma arasındaki farklar üzerine teorik spekülasyonlara girişti, kimisi bunu ‘sübjektivizm’ olduğunu söyleyerek işçilerin böyle bir şeye yanaşmayacağı üstüne ‘mantıklı’ açıklamalar getirdi, kimisi de anakro-sendikalizmin genel greve yüklediği mistik özelliklerle bu somut öneri arasında paralellikler keşfederek öneriyi ileri sürenleri anarko-sendikalizme kaymakla suçladı. Ama çok geçmeden bütün bu ‘derin’ tartışmalara yanıt grev ve direniş alanlarından geldi. Grev ve direnişe başvuran her işyerinde işçiler pankartların en başına “genel grev” çağrısını koyuyorlardı; çünkü, kendi yaşamlarında tek tek işyerlerinde küçük gündelik başarıların bile olanaksızlığını görüyorlardı. Memur, öğretmen, sağlıkçı, PTT çalışanları, yüksek ve orta öğrenim öğrencileri de aynı çağrıya katılıyor, her direnişte direnişçiler taleplerinden önce, bu işin ancak bir genel grev ve genel direnişle “çözüleceğini” dile getiriyorlardı. Bu gelişmelerden ilk rahatsız olan da önerinin muhataplarının başında gelen DİSK oldu ve işlerlerinde genel grev sloganı atanları ve grev yerlerine “genel grev” pankartı asanları ve astıranları, anarşist, anarko-sendikalist, sendika düşmanı vb. sıfatlarla suçladı. Tarih 1979’un Eylül’ü.
Ne DİSK’in bu ideolojik saldırısı, ne Türk-İş çevrelerinin bilinen saldırıları, ne de sol grupların artık sessizliğe dönüşen direnişleri “genel grev” isteğinin işçi ve emekçiler içinde yayılmasını, bu isteğin dile getirilmesini önleyemedi. 1979’un 24 Aralık’ı, Maraş Katliamının bu, birinci yıldönümünde, emekçilerin öfkesi had safhadaydı ama bu çağrıyı yapabilecek olanlar (bunu o gün yapmaya cesaret edebilecek tek odak M-L odaktı) sınıfla ve sendikalarla bağlarının yetersizliği nedeniyle bunu yapamazken, yapabilecek durumda olanlar (örneğin DİSK) ise, buna yanaşmıyordu. Ama istekler öyle büyük bir kabarış göstermişti ki, reformculuk ve revizyonizm tarihsel misyonunu yitirebilirdi, bunu yitirmemek için misyonlarına uygun karar aktılar 1980 Ocak başında toplanan DİSK Yürütme Kurulu ve sendika başkanları, gelişmeler böyle sürerse bir genel grevin kaçınılmaz olacağı, “böyle bir durumda da DİSK’in -her zaman olduğu gibi- üstüne düşeni yerine getireceğini” kamuoyuna ilan edip kulaklarının üstüne yattılar. Ta ki, 1980 Şubat’ında TARİŞ işçilerinin bütün ülkedeki işçilerin ve ilerici ve demokratların gözlerini ve yüreklerini İzmir’e çeviren başkaldırılarına kadar.
Kuşkusuz TARİŞ direnişi kendi başına sınıfa pek çok dersler sunan, bu nedenle de, ayrıca değerlendirilmesi gerek bir direniş, ama konumuz açısından önemi; o günlerde anti-faşist hareket ve sınıf hareketinin birleşmesinin uç noktası, olmasında, ülkede uyandırdığı duyarlılıkla da bir genel grev için ideal bir ortamı yaratacak etkiyi uyandırmasındadır. Öyle ki daha ilk günden itibaren, ülkenin her yanında destek eylemler çıkıp ve giderek de yaygınlık kazanırken, daha bir ay önce “gerekirse bir genel grev” yapılacağı kararı alan DİSK daya müdahale ediyor, dışardan müdahalesi de yetmeyince, CHP milletvekillerini yanlarına alan iki DİSK Yürütme Kurulu üyesi gidip işçilerle (sanki hükümet üyesiymiş gibi) teslim şartlarını’ konuşup, işçileri direnişi bırakmaya ‘ikna’ ediyorlar. Sonra olanlar biliniyor: DİSK’e karşı öfke ve hayal kırıklığı…
Ama bu kırıcılık bile mücadele üstüne ölü toprağı dökmeye yetmiyor. Genel grev istekleri sürüyor. 1980 Nisan’ında Türk-İş Başkanlar Kurulu bile toplanarak, ‘gerekirse bir genel grev’e gidileceği konusunda karar almak zorunda kalıyor. Ama onun aldığı kararın da tıpkı DİSK’in kararı gibi, olası bir genel grevi önlemek, önleyemezse içini boşaltmak için olduğunu, o gün bilenler biliyordu, bugün ise pek çok kişi biliyor. Ve bu tartışma “bir genel grev ve direniş gereklidir, yapılmalıdır” biçiminde 12 Eylül’e kadar sürecektir.
Elbette gerçekleşememiş, daha doğrusu gerçekleşmesi revizyonist ve reformcu çevrelerce ve sendika ağaları tarafından engellenmiş bir genel grevin olası sonuçları üstünde ayrıntılı tartışmalara girmek spekülasyona açık olacaktı. Bu yazının böyle bir amacı da yok zaten. Ama konumuz açısından önemli bazı öğeler de yok değil. Şöyle ki ‘genel grev’in gündeme getirilmesi bir siyasal odağın inisiyatifi ile olmuştu, ama bu öneri kısa zamanda öylesi destek buldu ki, DİSK ve Türk-İş gibi kulakları devrimcilerin önerilerine kapalı kuruluşlar bile bu öneri doğrultusunda karar almak zorunda kaldılar. Bu devrimcilerin, M-L’lerin sınıf mücadelesine müdahale çabaları içinde nadir olaylardan, ama gerçekten ders çıkarılması gereken olaylardan biridir. Müdahalenin zamanında toplumsal ve siyasal koşulların doğru tahlil edilerek yapılmış olması, önerinin işçiler ve öteki emekçiler için de uyandırdığı yankıların zamanında değerlendirilerek ajitasyon ve propagandanın yönünü anında uygun yönlere yöneltilerek, bildiri, gazete ve benzeri yazılı araçlar ve sözlü ajitasyonla, yığınlarla tam bir diyalog sağlanması, yaygın deyimiyle yığınların nabzının elde tutulabilmiş olması (tabi burada saymaya gerek olmayan birçok zaafın olmadığını söylemek istemiyoruz, ama sadece bir genel grev çalışması değil de, bütün olarak sınıf içindeki çalışma böylesi bir anlayışla sür-dürülebilseydi, sözü edilen pek çok zaaf o çalışma içinde görülüp aşılabilirdi), önerinin yaygın kabul görmesinin başlıca nedenleriydi. Demek ki; politikaların belirlenmesinde sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarından kalkılır ve bu politikaların yaşama geçirtmesi için eldeki olanaklar uygun bir biçimde yönlendirilir (belki en önemlisi de, gelişmeler doğru izlenir ve müdahaleler zamanında yapılır, eksik ve yanlışlar zamanında düzeltilirse), yığınların o politikaları benimsemesini kimse engelleyemez. Dahası o politikaların etkisi fiziki gücün çok ötesinde bir etkiye sahip olarak, politikaları öne sürenin sayısal gücünden bağımsız olarak siyasal gündemi belirleyici olur ki, M-L çalışma tarzının gücü de burada yatsa gerekir.
Bugün de, gerek sendikal mücadele gerekse siyasal mücadelenin ayrı ayrı kanallarda yürüyor olmasının sıkıntıları, burjuvazinin işçi sınıfını her vesile ile köşeye sıkıştırarak onun nefes almasını bile sınırlama çabaları var. Memur, öğretmen, sağlıkçı vb. kesimler rahatsız, ama kıpırdayamaz durumda, gözlerini işçi sınıfının bir ileri atılımına dikmişler. 12 Eylül’ün sınıf hareketi, üstüne attığı ölü toprağı kalkmış ama tortularını temizlemek için topyekûn silkiniş zorunlu. Sendika ağaları her yandan sendikal mücadeleyi denetim altına almış, sendikalar var olan biçimiyle sınıfa dar geliyor, ama bir türlü ağalar silkelenip atılamıyor. Enflasyon, hükümetin skandal sayılabilecek uygulamaları, parlamentonun rezaletleri, muhalefet partilerinin “muhalefeti” gericiliğin gemi azıya almış olması vb. vb. pek çok şey, emekçi halkın öfkesini artırıcı öğelerdir. Bütün bu olumsuzluk mücadelenin önündeki fiili ve yasal engellerle birleşince, mücadelenin bir ileri atılışı, ilerleme önündeki engellerin kaldırılması için bir genel grev ve derinisin, ya da bir dizi genel grev ve direnişin bir zorunluluk olarak gündeme geldiğini göstermektedir. Bu da; 1980’e doğru ortaya çıkan durum ve genel grevle ilgili çalışmanın derslerinden öğrenilecek çok şeyin olduğu anlamına gelmektedir.
Genel grev deneyine ilişkin bu kısa değerlendirmeden sonra, 1973’ten 12 Eylül’e gelen süreçte grevlerin özelliklerine tekrar dönebiliriz:
* 1973 grevlerinin en göze çarpan özelliği, bu grevlerde 1960 sonlarında yapılan grevlerdeki coşku görülmez. Grev yerlerinde yasalara tam uygun olarak grev gözcüsü ve sendikaların (edelerinden başka kimse yoktur. Ziyaret bir protokol ziyaretine dönüştürülür. Sendika ağasının yakınlık duyduğu siyasi grupların dışında kimse grev yerine sokulmadığı gibi grevdeki isçilerin de devrimcilerle ilişkileri denetim altına alınmaya başlar. Burada yazının içinde de sözünü ettiğimiz DİSK’in kapitalistlere kendisinin tehlikeli bir sendika olmadığını kanıtlaması olduğu kadar örgütsel bakımdan da, 1960’larda henüz kuruluş halinde olan ve tabanını denetleyemeyen DİSK bürokrasisinin artık yerine oturmuş, kendi statükosunu kurmuş, bunu bozabileceğini düşündüğü unsurlara karşı da tavır alacak kadar güçlendiğini göstermektedir.
* Grev alanlarındaki reformcu ve revizyonist ağaların tam denetimi semtlerde de sürer. 1960 sonlamın grevlerinin semti, kahveleri, emekçi evlerini, grevde olmayan isçilerini saran coşkulu havası yoktur. Bürokratik bir hava içinde süren görüşmeler gibi grevler de tam bir bürokratik hava içindedir. Sendikalar bu yıllarda işçilerin grev ve sorunlarıyla ilgilenmesini adeta istemezler. Her şey gibi grev ve sorunlarıyla da ağalar ilgilenecektir, işçi beklesin grev bitti deyince işbaşı yapsın. Çünkü sendim ağasının gözünde işçi grevi yürüten, onun dayanacağı bir güç değil rastladıkça “ne var, ne oluyor neden şöyle yapılmıyor” vb. sorularıyla kendisini rahatsız eden bir kalabalıktır. Özellikle uzun grevlerde, memleketine, gönderilerek baştan atılan, aile sorunlarıyla uğraşmaya teşvik edilen, limon sattırılarak esnaflık duygusu, bireysel çözümler için yönlendirilen, ayak akında dolaşmaması gereken bir güçtür!
* Türk-İş’ten DİSK’e kayış 70’li yıllar boyunca da sürer, ama ne eski yoğunluk vardır ne de eski coşku, özellikle devrimci siyasal grupların etkisiyle taşrada, 1960 sonlarının coşkusunu anımsatan geçişler olursa da, sendikacıların müdahalesi ile bunların DİSK’in görüntüsüne ‘leke sürecek boyuta’ varması engellenir. 1970 sonlarında ise, DİSK’ten kopuşlar da görülmeye başlanır. Özellikle Seydişehir, İskenderun ve Ereğli’deki büyük işyerlerinde Maden-İş kesin yenilgiye uğrar. Bu haliyle DİSK’le Türk-İş arasındaki farklılık da giderek azalır.
* Sendikacılar grev alanlarını devrimci demokratlara ve M-L’lere kapatmak için ellerindeki her olanağı kullanırlar. Ancak aradan geçen yıllarda devrimciler de 1960’ların saf amatörleri değildir. M-L konusunda ilerledikçe, sendikal mücadele ve sendika ağalığı konusunda da bilgiler artar, bu alanda da az çok deneyim sahibi olurlar. Pek çok işyerinde sendika ağalarına, izlenen reformcu revizyonist çizgilere muhalif gruplar oluşur ve bu tür grev ve direnişlerde, olumlu bir etken olarak rol oynar. Devrimcilerin bu biçimde sınıf içinde örgütlenmeye girişmeleri sınıf hareketini bu yıkarda olumlu etkileyen önemli unsurlardan birisi olur.
* 1970lerin sonunda kendiliğinden pek çok noktada çakışma göstermesine karşın işçi sınıfı hareketiyle an ti faşist mücadele ayrı ayrı kanallardan ilerler. Bunun birleştirilememesi nem işçi grev ve direnişlerinin en zayıf yanı olur hem de anti-faşist mücadeleyi zayıflatır, yeni zaaflarının kaynağı dur. 12 Eylül darbesiyle grevlerin birden durmasında, ileride söylenecek kimi etkenler ve anti faşist mücadelenin Ülkü Ocakları ve MHP’ye karşı mücadeleye indirgemesinin yanı sıra (buna devletin sıralar üstü ve demokratik olduğu revizyonist yorumu da eklenince) anti-faşist mücadele ile işçi sınıfı hareketinin birleştirilememesi de rol oynamıştır.

Ocak 1990

Tabanın Eylem Kararına Karşı Kristal-İş ve Cam-Holding İşbirliği

Cam holdinge bağlı bütün işyerlerinde işçiler huzursuzluk içerisindedirler.
Sözleşmeye sokularak güya güvence altına alınan haklardan bazıları bugüne kadar işverence uygulamaya konulmadı. Sözleşme ihlal edildi.
Sözleşmenin ihlal edilen maddeleri şunlardır: Geçici işçiler sorunu, akort sorunu, 1/12 sorunu, işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu, yarım saatler sorunu, 8/17 vardiyasının cumartesi tatili sorunu, daimi işlerde müteahhit firma çalıştırma sorunu, az kadro ile çok üretim yapmak için işçilerin birden fazla işlerde çalıştırılması sorunu, işveren vekillerinin işçiler, üzerindeki keyfi baskıları, işçilerin dövülmesi sorunu…
İşçiler ihlal edilen bu toplu sözleşme maddelerine sahip çıkılması ve işverenin pervasızca hareketine dur denilmesi için sendikayı, işçi toplantılarında uyararak defalarca eylem kararı almaya zorladı.
Cam Holding işçileri, işyerlerindeki ve sendikalarında düzenledikleri birçok toplantılarda işverene karşı yapılacak eylemlerin mutlaka üretime yönelik olması gerektiğini tartışıyorlardı. İşçilerin genelinde bu düşünce ile ancak işverene geri adım artırılacağı inancı gittikçe pekişti. Tüm işyerleri geçmişte olduğu gibi işvereni etkilemeyen, modası geçmiş eylemlere başvurmanın kendi kendimizi kandırmak olacağının bilincindeydiler. Yemek boykotu düşüncesi artık işçilerde alerji yaratmaktaydı, öyle ki sendika toplantılarında yöneticiler yemek boykotu terimini ağızlarına alamaz oldular, işçiler tek bir şey düşünmekteydiler, haklarımızı almanın yolu, üretime yönelik toplu vizite eyleminden geçmektedir. Bu kararı şube yöneticilerine de kabul ettirdiler. Çünkü işçi topluluğunun inanmış, coşkulu, baskısı karşısında direnmeleri mümkün değildi. Artık işçiler şatafatlı laflara inanmıyorlardı. Bunun üzerine şube yöneticileri, genel merkez eyleme sahip çıkmasa da üretime yönelik eylemi yapmaya bütün işçiler önünde söz verdiler.
Topkapı şubesi, tabandan aldığı bu kararı genel merkeze götürdüğünde “sizin bu kararınızı bozuyoruz” yanıtını aldılar. Genel Merkez “Topkapı’ya bakarak eylem biçimi belirleyemeyiz, diğer fabrikalar Topkapı düzeyinde değiller” diyerek başkanlar kurulu toplantısı yapacaklarını, orada “geniş kapsamlı bir eylem kararı” belirleyeceklerini söylediler. Şişe Cam işçileri genel merkezin bu kararını teşhir etti. İşçiler genel merkezin ve başkanlar kurulunun alacağı eylem kararına güvenmemekteydiler. Çünkü üretime yönelik eylem kararı çıkmayacaktı. Öyle de oldu. Karar: YEMEK BOYKOTU.
İşçiler bu karara katılmakta tereddüt ettilerse de, Cam Holding karşısında işçilerin birliğini bozmamak için eyleme tam destek verdiler. Fakat bununla birlikte mutlaka ve mutlaka vizite eylemini gerçekleştirmek için sendikayı zorlayıp karar çıkartmayı isteme düşüncesi yaygındı. İşçiler hakları için işverene karşı eylem biçimini belirleyip hazırlanmışlardı bile. Fakat bu eylemin önünde bir engel vardı. Bu engel işçilerin inançsızlığı, geri bilinçliliği, eyleme hazır olmayışları değil SENDİKA BÜROKRASİSİYDİ. Sendika ağalarına bu eylemi kabul ettirmek için nasıl bir yöntem izleyeceklerini de tespit ettiler, karar: biz işçiler vizite kararını alıp eyleme geçelim, mücadelenin yükseldiğini gören sendikacılar ya eylemi desteklemek zorunda kalacaklar ya da tecrit olup sınıfın dışına düşecekler. Bu düşünce en çok kabul gören düşünceydi, işçiler eylem kararında gönül rahatlığı içinde olmalarına rağmen şube yöneticileri işçilerin coşkusu karşısında sevinirken, eylem esnasında karşılaşılacak sorunlar tartışıldığında “ya genel merkez sahip çıkmazsa” düşüncesini Demokles’in kılıcı gibi işçilerin başında sallamaktaydı. İşçilerin mücadelesiyle, sendika bürokrasisi arasında yalpalıyorlardı.
Başkanlar kurulu toplantısında yemek boykotundan 2 gün sonra vizite eylemi kararı da alınmasına rağmen, tüm sendikacılar Hipokrat yemini etmişçesine işçilere söylememekteydi. Bu gizliliğin sebebi: yemek boykotuyla işçilerin mücadele potansiyeli düşürülseydi kesinlikle vizite eylemine gidilmeyecekti. Fakat yemek boykotu işçiler içerisinde potansiyeli düşüreceğine, huzursuzluğu bir kat daha artırdı. Bunun farkına varan sendika bürokratları alıp da gizledikleri TOPLU VİZİTE kararını açıklayarak 20/21 çarşamba günü eylemin yapılacağını ilan etmek zorunda kaldılar.
Eylem günü Lüleburgaz, Çayırova, Topkapı, Sinop işyerleri tam katılımla eyleme geçtiler. Fakat coşkulu bir şekilde süren eylemin kontrollerinden çıkacağını düşünen yöneticiler, “hastaneye giden tüm işçiler İŞBAŞI kâğıtlarını alıp derhal işlerinin başına dönsünler” dediler. Bu çağrı işçilerde şok tesiri yarattı. Sendika işçinin sözleşmedeki vizite hakkını kullanmasını bile engelliyordu. Neden, işçilerin eylemlerinden korkuyorlar. Bu korkudur ki, vizite eyleminin diğer iki vardiyada yapılmasını engellemiştir. Eylemin kırıldığını öğrenen 3/11 vardiyası 2 saat işbaşı yapmayarak kararın değiştirilmesi için beklemişlerdir. Hâlbuki işçilerin almış olduğu kararı yarıda kestiklerinde işçilere danışılması gerekmez miydi? Genel Merkez “kararı ancak ve ancak biz veririz” diyerek seçimler döneminde ve geniş zamanlarda “söz ve karar sahibi işçilerdir” ilkesini işçileri kandırmak için sahtekârca savundukları bir kez daha görüldü.
“Sabancı’yla yan yana yaşamayı demokrasinin gereği sayan” politikanın savunucularının hâkim olduğu Paşabahçe eyleme katılmadığı gibi şube yöneticileri diğer fabrikaların eylem yaptıklarını işçilerinden bile gizleyerek işverenden kocaman bir aferini hak etmiştir. Paşabahçe şube başkanı Ahmet Okuyan ki, başkanlar kurulunda “daha ne kadar dayanacağız, kılıcımızı çekip işverene saldırmanın zamanıdır canlar…” derken de düpedüz ikiyüzlülüğün, sahtekârlığın, ihanetin ve ihaneti meslek edinmiş genel merkezin kuklalığının simgesini karakterize etmektedir. Sendikacılar “birlik birlik diye yırtınırlarken eylemlerde işçilerin birliğini bizzat kendileri bozmuşlardır.”
Kristal-İş’te olup bitenleri, anlayabilmek için genel merkez kongresinde yöneticilerin ve Paşabahçe şubesinin oynadıkları oyunları hatırlamak gerekir. Hatırlanacağı gibi 10 yıllık faşist yasanın kadrine uğramış olan İbrahim Eren başkanlığı alamayınca izlediği politika şuydu, “öyle bir yönetim oluşturmalıyım ki, seçilenlerin hem tabanları olmasın hem de benim sözümden çıkmasın”. Bu politika temelinde oluşturulan yönetim ister istemez kuklalıktan öteye gidemez. Herhalde Özal da Cumhurbaşkanlığına kendini seçtirirken ve başbakanı atarken Kristal-iş’in bugün “akıl hocalığını” yapan, yöneticilerini yöneticisi unvanını alan ve yüklü bir maaşla sendikada görevli olan İbrahim Eren’in bu politikasından feyiz almıştır. Gerçi körün köre diyeceği yok. Her ne kadar hasım gibi görünseler de her ikisi de bitişik kapı komşudurlar, aldanmamak gerekir.
Genel merkez kongresinde bir gerçek daha vardır. Kristal-İş’e demokratik bir anlayış getirmeye çabalayan sınıftan yana sendikacıların ve işçilerin varlığıydı.
İşte bugün, bu eylemlerde genel merkez, hem eylemleri yarıda keserek hem de Paşabahçe’yi eyleme çıkarmayarak işçileri bölüp eylemci tüm işçilere ve demokratik nitelikli sendikacılara karşı, devrimcilere karşı işverenle el ele vererek bir provokasyon politikası izlemektedir. Böylece bir taraftan sömürü ve zulüm düzenine sadakatini ispatlamış olacaklar, diğer taraftan da kendilerine karşı olan işçi, sendikacı ve devrimcileri işten attırmanın şartlarını yaratmışlardır. Provokasyonun öbür yüzünde ise işten atılmalara tepkinin yoğunlaştığını görünce “Cam Holdinge karşı Türk-İş yöneticilerini devreye koyduk, holding merkezinden gitmeyeceğiz vb.” demektedirler. Bunlar timsahın gözyaşlarıdır. Timsah en lezzetli avını yerken gözlerinden sahte yaşlar döker.
Kristal-İş yöneticilerinin işçilere yönelik, “tabanın söz ve karar hakkını çiğneme”, “uygulanan eylemleri yarıda kırma” vb. gibi uygulamalarını işveren çok kısa süre içerisinde değerlendirerek, Lüleburgaz’da 4’ü sendikacı 6 işçi, Topkapı’da 9 işçi, Çayırova’da 3 işçi derhal işten çıkartılarak saldırılarını başlatmıştır. Sendika, işçilerin işten çıkarılmalarının durdurulması, atılanların geri alınması için işçilerin üretimi durdurma HAK GREVİNE başvurma önerilerini hiçe sayarak, işçileri oyalayıcı yöntemlere başvurarak kimlerin yanında yer aldığını ortaya koymuştur. Kısaca, işçilere karşı Kristal-İş yöneticileri işverenle işbirliği içerisine, danışıklık dövüş içerisine girmişlerdir. Bu durum işçilerin gözünden kaçmamaktadır. Artık işçiler mücadelenin sendika tarafından engellendiğinin bilincinde. Çünkü işverenin yapamadığını sendika yapmaktadır.
Kristal-İş yöneticileri, işçilerin kamuoyuna seslerini duyurabilmek İçin “siyah çelenk koymak”, “Açlık grevine başlamak”, “işveren olumsuz davranıyor” vb. deme tavrıyla bir yere varılamayacağının, işçilerin sesine, isteklerine, ruh hallerine, kararlılıklarına kulak vererek anlamalıdır.
İşveren, işçileri işsizliğe, açlığa sürükleyerek hayasızca saldırırken bu saldırıya karşı verilecek cevabın ancak ve ancak ÜRETİMİ DURDURMAK olduğu ruh hali içerisindedirler. Paşabahçe de dâhil olmak üzere tüm Cam holding işyerlerinde üretim durdurulup hak grevine başvurulmadan işverenin geri adım atacağını düşünmek saflıktan öte akılsızlıktır, işçi işveren çelişkisini ve ilişkisini bilmemektir, ya da İşverenlerin safında yer atmaktır.
Eylem öncesinde, 1 işçi dahi atılırsa veya tutuklanırsa üretimi durdururuz diyen merkez yöneticilerine ve namus, şeref sözü veren şube yöneticilerine sesleniyoruz, 20 işçi atıldı, neden, şerefinizi ve namusunuzu korumaya çalışmıyorsunuz. Bunlar sizde o kadar değersiz veya ucuz mudur?
Bütün işçiler üretimi durdurmak İçin hem sendikanın karar almasını sağlamalı ve hem de gerekirse onları İHANETLERİYLE baş başa bırakarak işverene karşı en etkileyici eylemi koymalıdırlar, işveren ancak ve ancak üretim durdurulduğunda geri adım atacaktır. Başka yolu yoktur.

Ocak 1990

Gençliğin anti-faşist, anti-emperyalist direnişi

Dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen olaylar nedeniyle tüm dünyanın çalkalandığı Aralık ayı ülkemizde de oldukça hareketli geçti. Özellikle öğrenci gençliğin protesto eylemleri, sivil faşist saldırılar üzerine gelişen yeni çatışmalar öne çıkan gelişmeler arasındaydı.
Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nun ırkçı-dinci faşistlerce basılmasının ve bu çetelerin öğrencilere yönelik silahlı sopalı saldırılarının ardından yeni boyutlarda patlak veren gençlik eylemleri silahlı denilebilecek yöntemlerin de gündeme gelmesi şartlarında gelişiyordu. Öğrenciler sivil faşistlerin ardından kendilerine saldıran, tazyikli sularla, göz yaşartıcı bombalarla üzerlerine gelen resmi, militarist güçlere molotof kokteylleriyle, taşlarla, sopalarla karşılık veriyorlardı. Erdal Eren’in faşist cunta tarafından idamının yıldönümüne denk gelen günlerde ise gençliğin militarist saldırganlara cevabı oldukça geniş bir yelpaze içindeki yöntemlerden oluşuyor, silahlı çatışmaları içeriyordu. ABD haydudunun Noriega’yı bahane ederek Panama’yı işgal etmesi anti-emperyalist tepkilerin ve Panama halkı ile dayanışmanın güçlenmesine yol açarken, K.Maraş katliamının yıldönümü ve Kürtlerin yaşadığı bölgelerdeki zulüm, köylülere koruculuğu kabul etmedikleri gerekçesiyle taş taşıtmaya varıncaya kadar çeşitlenen ceza yöntemleri anti-faşist mücadelenin yeni bir kabarış içine girmesine neden oluyordu.
Diktatörlüğün saldın ve terörü özellikle gençliğin direnişine muhatap oluyor. Ancak diğer kesimlerde gereken karşılığı gördüğü söylenemez. Diktatörlük, katliam, soykırımı, işkence, zam yapmaktan başka bir işi olmayan kanlı bir makine olarak halka açılana dolu bir yaşam dayatıyor. İstediği baskı yasasını çıkarıyor, kendi koyduğu yasalardan dilediğini uyguluyor işine gelmeyeni uygulamıyor. Tüm bunlar sözüm ona, “hukukun üstünlüğü” adına yapılıyor. Kitlelerin bilinçsizliği, faşist, ırkçı propagandanın köleleştirici etkisi ve bunlarla at başı giden baskı ve terör dikta rejiminin her türden saldırısı için zemin oluşturuyor. Faşist canavarlıkların en akıl almazı bile hiçbir tepki görmeyebiliyor, geçiştirilebiliyor.
İşçi sınıfı saflarında aşırı yoksullaşmaya, düşük ücretlere, zamlara, faşist yasalara karşı çıkış eğilimleri zaman zaman güçlenmekle birlikte Marksist-Leninist hareketin işçi yığınları içindeki gelişimi henüz yeterli olmadığı için bu tepki ve direnişler sonunda düzen içi, burjuva kanallara akıtılıyor. Yasaların putlaştırılması ve önünde secde edilmesi gericiliğin bütün kesimlerince propaganda ediliyor, pekiştiriliyor. Hak ettiği cevabı alamayan diktatörlük daha da pervasızlaşıyor. Burjuva aydınların ve sözüm ona demokratların tavrı da desteklemekten onamaktan öteye gitmiyor. Hatta alkışlıyorlar. Çok kötü koşullar altında yaşam mücadelesi veren diğer emekçi kesimlerde de etkili direnişler gerçekleşmiyor. Acılar ve işkenceler halkın, içinde boğulmasının işten bile olmadığı koskoca bir derya oluştururken, direniş ve mücadele henüz küçük bir dere bile meydana getirmiyor.
Bütün bu koşullarda üniversite gençliğinin mücadelesi arada önemli dönemeçlerden geçerek bugün diktatörlüğün militarist ve sivil güçleriyle dişe diş göze göz bir çarpışma düzeyine gelmiş bulunmaktadır. Zindanlarda devrimci tutsakların faşist barbarlığa karşı sürdürdükleri zorlu mücadelenin yanı sıra üniversiteli gençliğin dikta rejimine direnişi tüm özgürlük severlerin göğsünü kabartacak türdendir. Son günlerde üniversiteli gençliğin giriştiği eylemler faşizm belasından kurtulmak ve özgürlüğü ekle etmek için hangi yollardan geçmek gerektiğine dair önemli deneyler oluşturmuştur. Gençler zorbaların anlayacağı dilden konuşmasını bildiklerini de göstermiş “mademki sen bu dilden anlıyorsun, öyleyse al sana” demişlerdir.
Gençlik artık faşist zorbalık karşısında kendini pasif direnme çizgisiyle sınırlamıyor. Saldırıya o da saldırıyla karşılık veriyor. Yasal sınırlar ise çoktan “halledilmişti.” Rica ile minnet ile haklar ve özgürlükler elde edilebilir miydi? İnsaf dilemekle, yalvarmakla haydutlar merhamete gelirler mi? İnsanlığın yüzlerce yıldan beri verdiği daha insanca bir yaşam mücadelesinin tarihinde ezenlerin herhangi bir özgürlüğü, merhamete gelip de kendiliğinden verdiklerinin tek bir örneği bile görülmemiştir. En küçük bir hak ve özgürlük bile egemen sınıflardan kan ve can bedeli bir mücadelenin dolaylı ya da dolaysız sonucu olarak elde edilebilmiştir. Gençlik de bu bilinçle hareket etmiş, faşist cuntanın miskinleştirici, körleştirici ve duyarsızlaştırıcı politikalarının etkisinden en erken sıyrılan kesimlerden biri olarak demokrasi mücadelesinde ön saflardaki yerini almıştır.
Bugün gençliğin hareket alanı ve yeteneği oldukça genişlemiş ve gelişmiş bulunuyor. Öğrenci gençlik kendini yalnızca akademik sorunların dar çerçevesi içine hapsetmiyor. Kendi sorunlarıyla ülke ve hatta dünya sorunlarının birbirleriyle bağlantılı bir bütün oluşturduğu gerçeğinin ışığında mücadelesine politik bir nitelik kazandırıyor. Gençliğin böylesi bir mücadele düzeyine gelmesi bir rastlantı sonucu ya da kendiliğinden olmamıştır. Aksine daha başından beri devrimci komünist gençler mücadelenin en önünde yer alarak özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin ateşini hep harlı tutmuşlar, alanını sürekli genişletme perspektifiyle hareket etmişlerdir.
Giderek işçi sınıfının ve tüm halkın kurtuluş mücadelesiyle birleşen öğrenci gençliğin özgürlük kavgası her türden gerici odağın saldırılarını üzerine çekmektedir. Faşist cunta yıllarında çeşitli kisveler altında öğrenim kurumlarında yuvalanan ve demokratik öğrenci hareketinin gelişmesini engellemek için pusuda bekleyen sivil faşistler fırsat kollamaktadırlar.
Aralık ayının ilk gününde kendilerine ülkücü”, “Müslüman”, “İslamcı”, gibi sıfatlar yakıştıran bir grup ırkçı dinci faşistin öğrencilere yönelik saldın girişimi faşizmin çeşitli oyunlarına karşı uyanıklığın önemini pratikte gösterdi. Bilindiği gibi son yıllarda ve bu ders yılının başından beri öğrenci gençliğin okullardaki polis işgaline karşı mücadelesi ileri boyutlara varmış, bunun sonucunda polisin üniversitelerdeki saldın olanakları önemli ölçüde daralmıştı. Barınakları öğrenciler tarafından her fırsatta tahrip edildiği için yer yer okul dışına çekilmek zorunda kalmışlar, eskisi gibi rahat saldıramaz olmuşlardı. Öğrencilerin kısmen hareket serbestliği kazandığı bu durumda, polislerin bıraktığı nispi boşluğu ise başından beri öğrenci hareketinin gelişmesinden rahatsızlık duyan ve saldırı planları yapan sivil faşistler doldurmaya soyundular. Geçmişte olduğu gibi polis ve idareden de örtülü açık destek gören faşist gruplar çeşitli okullardaki faaliyetlerini yoğunlaşırdılar. 1 Aralık günü çoğu öğrenci olmayıp oradan buradan devşirilen saldırganlardan oluşan bir grup faşist Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nu bastı. Okul duvarlarına faşist, dinci içerikli pankartlar asmalarına öğrencilerin karşı çıkması üzerine başlayan saldırılar yeni faşist grupların okula doluşmasıyla üst boyuta tırmanıyordu. Silahlarla sopalarla terör estirmek isteyen faşist çapulcular öğrencilerin tepkisi üzerine İÜ Merkez binasına çekiliyorlardı. Burada da faşist sloganlar atmaları ve marşlar söylemeye devam etmeleri üzerine öğrenciler toplanarak BYYO’nu işgal ettiler, can güvenliğinin sağlanması için teminat istediler. İşgal birkaç saat sürüyor, polisin basınçlı su ve göz yaşartıcı bombalarla saldırıya geçmelerine öğrenciler molotof kokteylleriyle ve ellerine ne geçerse onunla karşılık veriyorlardı. Daha sonra saldırıyı okula dalarak sürdüren çevik kuvvet polisleri 200’e yakın öğrenciyi gözaltına alıyordu. Gözaltına alınan öğrenciler poliste ifade vermeme geleneği sürdürmelerinin yanı sıra açlık grevine başlıyorlardı. İzleyen günlerde İstanbul’da ve diğer üniversitelerde bu faşist saldırılar binlerce öğrenci ve halktan kişiler tarafından protesto edildi. Birçok yerde korsan gösteriler yapıldı. Fındıkzade’de olduğu gibi yüzlerce öğrenci polise taşlarla, sopalarla, molotof kokteylleriyle direndiler.
Bu gelişmeler üzerine kamuoyunda iyice teşhir olan sivil faşistler daha sonra okulda dağıttıkları bildirilerde saldırıları kendilerinin tertiplemediğini, aslında kendilerinin çok barışçı olduklarını ve “genç kanı” dökmek istemediklerini; ayrıca faşizme ve emperyalizme de karşı olduklarını ikiyüzlüce ileri sürdüler. Bu iki yüzlülükleri; K. Maraş katliamını kınamaları istendiğinde reddetmeleriyle bir kez daha bütün kitlenin gözünde apaçık ortaya çıktı.
Daha sonraki günler Erdal Eren’in faşist cunta tarafından idam edilişinin 9, yıldönümüne rastlıyordu. İdamı protesto, gençliğin faşizme karşı direnişi biçiminde gerçekleşiyordu. Birçok yerde yapılan gösteri ve etkinlikler arasında devrimci komünist gençlik önderliğinde Şişli, Pangaltı’nda çok sayıda gencin katılımıyla yapılan korsan yürüyüş sırasında polis saldırısına verilen karşılığın biçimi önemli bir deneye işaret ediyordu. Polisin silahlı saldırısı göstericilerin silahlı karşı koymasıyla püskürtülüyordu. Tüm bu direnişlerde komünist ve devrimci gençler etkin olarak ve en önde yer alıyorlar, bizzat bu protesto eylemlerinin ve direnişlerin gerçekleştirilmesine önderlik ediyorlardı.
Polislerden sonra sivil faşistlerin saldırıları kamuoyuna geçmişte olduğu gibi yine sağ-sol çatışması gibi gösterilmek istendi. Ama öğrenci gençlik bu demagojiyi boşa çıkardı, saldırıların faşistler tarafından öğrencilere yöneltildiğini, faşist saldırıların yalnızca sol görüşlü öğrencileri değil, kendilerinden olmayan herkesi hedeflediğini yoğun biçimde açığa vurdular.


EK- 1
Öğrenci derneği olmak

(Gönüllü muhabirimiz Ayşe Dereboyu’nun İÜ Hukuk F. Ö. D. kurucu üyelerinden biriyle yaptığı röportaj)
İncecik bir delikanlı, her kirpiklerini kaldırdığında, birden düşen bir taşın, su üstünde yarattığı haleler gibi, onun iç dünyasının berraklığını yansıtan haleler yaratıyordu. Arkadaşlarının her sorusuna sabırla ve inançla ve yalın cümleler kullanarak yanıtlar vermeye çalışıyordu. Hep onu izledim, her davranış tam bir istikrar ve estetik bütünlük içindeydi. Yanımda oturan arkadaşa elimde olmadan sordum: “Kim bu arkadaş, niye her şeyi ona soruyorsunuz?” Çok kısa bir yanıt aldım: “Dernek başkanımız…” Hemen karar vermiştim, tanışmalıyım ve onunla röportaj yapmalıyım diyordum. Ama acaba o benimle konuşmak ister miydi?… Şansımı denemek için yapılan toplantının bitmesini bekledim. O da benim gibi herkesin odadan çıkışını bekliyordu. Nihayet konuşma fırsatı bulduk ve hemen tanıştık. Ama kendisinin dernek başkanı değil sadece kurucu üye olma hakkı kazanan yedi (7) arkadaştan bir tanesi olduğunu belirtti. Kısacası, arkadaştan onu her bakımdan dernek başkanı olarak gördükleri hakte, o kendisiyle beraber bu yolda mücadele eden arkadaşlarından sadece birisi olarak görüyordu. Sevindim ve iyi bir konuşma ola cağına inandım.
AYŞE: İÜ H.F. Öğrenci Derneğinin kuruluşu sürecinde hangi engellerle karşılaştığınızı ve nasıl bir mücadele verdiğiniz anlatabilir misiniz?
Ö.D.K.Ü.: (O’nun isteği üzere sadece Ö. D. Kurucu üye olduğunu kabul ettiği içi ona ‘Ö.D.K.Ü.’ dememizi uygun görmesini kabul ettik…) Nisan ayı başlarında verdiğimiz dilekçemize ancak 5 Ekim 1989 günü yanıt alabildik. Dernekleşme süreci içinde önümüze her tür engel çıkarıldı, önce Tek Tip Öğrenci Derneği engeliyle hepimizi askerleşmiş öğrenciler haline getirmek istediler. 14 NİSAN PROTESTOLARIYLA, kitlesel bir olay için öğrenciler yasal çerçeveyi aşarak Türkiye’nin tüm üniversitelerinde eylemler yaptılar, öğrencileri kendi ideolojileri doğrultusunda çalıştıran YARIN dergisi, gerçekten ÖD için çalışanlarca dışlanmış ve başarılı da olunmuştur. Öğrenciler, gerekirse hükümete de geri adım attırabileceklerini kanıtlamışlardır. Bu dönemde muhbirlik de yargılanmıştı.
AYŞE: Bütün bunlara rağmen Rektörlüğün tepkisi ne oldu?
Ö.D.K.Û.: Bizim bütün çabalarımızı boşa çıkarmak isteyen Rektör, gösterilerimizi sonuçsuz kılmak içki elinden geleni yaptı. Bunun üzerine, savcılığın, “Kamu Davası” açması nedeniyle, izinsiz kurulan Ö.D.miz kapatıldı. Fakültenin Yönetim Kurulu üyelerince sayısız disiplin soruşturmaları, okuldan uzaklaştırma cezaları, Fakülteden öğrencilerin atılmaya başlaması, resmi ve sivil polislerin öğrenciler üstündeki artan her türlü baskıları sonucu 28 NİSAN olayları patlak vermiştir. Bütün bu mücadelelerin sonucu, derhal eski dernek kurucularımızı, fakülteden attılar. Ancak, mahkeme kararıyla, atılan bu arkadaşlarımız, geri alındılar. Yine gösteri ve protestolar, hiç durmadan sürdü. Her yıl “16 MART KATLİAMI VE M. ŞİRİN TEKİN’İN KATLEDİLMESİ” önemli eylemlerle kınamalar sürdürüldü. Durmayacak da…
AYŞE: 28 NİSAN olayını biraz olsun anlatabilir misin?
Ö.D.K.Ü.: 28 NİSAN olayı sırf bir ‘kız öğrenciye laf atılması’ gibi gösterildi. Oysa tek kaynak bu olay değildi. Sivil ve resmi polislerin öğrenciler üzerindeki baskısı, davranışların kabalığı, kız arkadaşlara olan sulu eğilimleri, dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Nihayet bir sivil polis dövüldü. Hâlbuki önce, rektöre çıkarak şikâyette bulunduk. Buna rağmen, rektör, bizi dinlemeyerek, odasından kaçmış, bizim yanımızda değil, polislerin yanında yer almışlardır. Üstelik biz haklı olduğumuz halde, eli silahlı, her an ateş etmeye hazır polisleri, bizim üstümüze salmıştır. Aklı başında, olayı yakından izleyen her kime sorarsanız sorunuz olay aynen anlattığım gibi cereyan etmiştir. Yoksa bu güne kadar yapılan, hiçbir öğrenci eyleminde, rektörlük binasında, eşya tahribi görülmemiştir. Yani! Rektör sorunumuzu dinlemedi ve her an ateş etmeye hazır, eli silahlı bilinçsiz polisleri üstümüze saldı. Bizi polise teslim etti.
AYŞE: Bu son derece haklı talebinize karşılık, koyulan eylemin bedeli ne oldu?
Ö.D.K.Ö.: Sonuçta, sadece I.Ü.H.F. öğrencilerinden 36 (otuz altı) kişinin kaydı silindi. Diğer fakültelerden toplam 117 öğrencinin kaydı silinerek fakültelerinden atıldılar. Bu atılmaları önleyeceğini vaat eden bazı aracılar da sırf bu gerekçeye dayanarak, özellikle kız öğrencilere büyük suiistimali içeren tekliflerin yapıldığı da duyulmuştur…
AYŞE: Daha sonraki protesto eylemlerinin kaynağı hangi olaylardı?
Ö.D.K.Ü.: Ebetteki öncelikli neden, havadan sudan bahanelerle, öğrencilerin polislere rektör eliyle teslim edilmesi, sayısı tam tespit edilemeyen, onlarca öğrencinin fakültelerinden atılmalarıydı. Daha sonraki günlerde polisin emekçilere ve öğrencilere yaptığı baskı, işkence ve katliamları protesto eylemleriyle, tepkilerimizi sürdürdük.
Hemen sonra, 1 Mayıs’ta, polislerin işçi öldürdüğü tek ülke Türkiye oldu. Bizler de işçi çocukları olduğumuz için, bu katliamı da protesto ettik. Bu dönemden sonra zamanla, eylem birlikteliği zayıfladı. Gruplaşmalar ön plana çıktı. Hâlbuki sokakta kolayca adam öldüren polise karşı, güç ve eylem birliği yapmamız gerekiyordu. Polis, o dönem, herkesçe katil olarak tanınmıştı. Polislerin, üniversitelerde de katliam yapma hevesinin önüne geçmemiz gerekiyordu. Polise karşı eylem koyan öğrenciler içeri alınarak, işkencelerden geçirilerek, onlara karşı yapılan, eylemleri zayıflatmak, engellemek istediler. Eğitim haklarımız, bu sırada gasp edildi, içeri alınan her arkadaşa muhbirlik teklif edildi. Muhbirliği kabul edenlere hem polisten hem rektörlükten, kadrolu maaşlar, kısa yoldan mezuniyetler, mahkemelerin ve cezalarının iptal edilebileceği vaat edildi, ama umduklarını bulamadılar.
Ve 1 MAYIS 1989 günü ilk kez dünyada öldürülen işçi Türkiye’de idi. Öğrencilere en büyük baskı işçi arkadaşımızın katliamını protesto eylemlerinden sonra yapıldı. Artık fakültede ‘genel boykot’ zorunlu hale gelmişti. Genel boykot için eylem gücümüzü kullanacağımız zaman, toplumsal muhalefeti ilgilendiren sorun olarak, emekçi çocukları olan bizler için de işler düştüğüne inanıyorduk. Biz öğrenciler de, genel boykot yoluyla, toplumsal mücadelenin zincirindeki, bize düşen halkasını yakalıyorduk. Üniversitelerde verilen eğitimin niteliksizliğini de protesto ediyoruz.
AYŞE: Bütün eylemlerinizdeki, temel talepleriniz hakkında bilgi verebilir misin?
Ö.D.K.Ü.: Zaten bütün taleplerimizin temel nedeni, son derece elverişsiz yasalarla ve son derece imkansız ortamda yapılan (sözüm ona) eğitim ve bundan kaynaklanan başarısızlıkların, sistemin yarattığı bir sürü bunalımın yükünü BİZ ÖĞRENCİLERE yüklenmesidir. Yapılan fiyat ayarlamalarındaki korkunç dengesizlik, büyük yanlışlarla dolu ekonomik politikalar, eğitimin ücretli hale getirilerek yaratılan eğitim eşitsizliğinin yarattığı bütün bunalımın biz öğrenciler üstüne yıkılmaya çalışılması, hepimizi ilgilendirdiği için, genel boykot ivedilikle gündeme geldi ve çok büyük bir katılım gördük. Öğrenciler toplu olarak derse girmediklerinde eğitimin, öncelikle kimler için gerektiği ve eğitimin en önemli unsurunun kimler olduğu ortaya çıkar. Bunu anlatmaya çalıştık.
AYŞE: Verdiğiniz bu yoğun mücadelede Öğrenci Derneğinin fonksiyonu ne olacaktır?
Ö.D.K.Ü. öğrenci Derneğinin amacı, öğrencilerin temel sorunlarına sahip çıkılarak, çözümler getirilmesini sağlamaktır. Öncelikle YÖK’ün bir an önce kaldırılarak yerine, demokratik ve bilimsel-özerk üniversitelerin getirilmesini sağlamak, polisin üniversitelerden, diğer bütün demokratik kuruluşlardan çıkarılmasını sağlamaktır… Bu sorunlar ayrıca toplumun diğer katmanlarını da ilgilendirdiği için, hem öğrenci sorunlarına sahip çıkacağız hem de toplumsal mücadele içindeki yerimizi alacağız… Ayrıca, gençlik üstünde 12 Eylülle birlikte, yaratılmak istenen “Tek Tip Öğrenci” öğrenci yapısının yıkılarak, yerine kendine güvenen, yeteneklerine sahip çıkan, kendini geliştiren, kendi sorununun ülke sorunundan ayrı olmadığını bilen gençleri yetiştirmeye çalışacağız.
AYŞE: İÜHFÖD’nin geniş anlamda çalışma alanına neler giriyor?
Ö.D.K.Ü.: Öncelikle sorumluluk sahibi, bilinçli, soru sorabilen, cevap arayan gençliğin yetişerek ortaya çıkmasını sağlamak istiyoruz. Aynı zamanda, kitlelerin haklarını savunmak için, geniş öğrenci nüfusunu bir araya getirerek, bilinçli kitlelerin gün ışığına çıkarmak istiyoruz.
AYŞE: Demokrasi yönetimi içinde Demokratlığın yeri ve anlamı nedir sizce?
Ö.D.K.Ü.: Bir modadır gidiyor herkes, “ben demokratım” deyip geçiyor. Demokratlık öncelikle, demokrasiye sahip çıkmaktır. Politik hataları eleştirerek karşı çıkmaktır. Eğer bir sistemde “yasaklar” varsa, o sistemin çıkarlarını korumak içindir. Ülkemizdeki yaşanan bunalım ve olumsuzlukların temel nedeni, egemen sınıfın ve baskı aracı olan “devlet” eliyle egemenlerin çıkarlarının korunması için getirilmiş yasaklardır-ürünüdür. Yani bize yapılan haksızlıklar da sınıf mücadelesinde önemli bir halkadır. Toplumsal gelişmeler tarihinde, en ilerici ve toplumu ileri götüren mücadeleyi, halkın yanında yer alanlar vermişlerdir.
AYŞE: Sevgili arkadaşım, bizlere son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?
Ö.D.K.Ü.: Kısacası, biz halkız. Halk çocuklarıyız. Mücadelemiz halkın yanında olacaktır. Bizler seçimimizi yaparak, sınıf mücadelesinde, yerimizi aldık. Şimdilik en büyük sıkıntımız, yer sorunudur. Ekonomik nedenlerle, bir demek lokali, veya kat tutamadık. Derneğimiz, resmen açıldıktan sonra, bunu sürdürmek için psikolojik ve ekonomik yönden, desteğe ihtiyacımız olacak. Kimse bizi yalıtamayacak.

EK- 2
Diyarbakır Öğrenci Gençliğinin Mücadelesi Yükseliyor.

Kasım ayı içinde Diyarbakır’daki dört öğrenci demeğinden üçü ikinci olağan genel kurullarını yaptılar. Genel kurullar, düzenin eğitim sisteminin, öğrenciler üzerindeki faşist baskıların ve özellikle Kürt halkı üzerindeki ulusal zulmün teşhir edildiği, sorunların tartışıldığı birer kürsü oldu. Nicel katılımın beklenenden az olması, kimi sekter grupçu anlayışların olumsuz tavırları ise belli başlı eksiklikler. Yapılan genel kurullar sonucunda Hukuk, Tıp ve Fen-Ed. Fakültelerinde yeni yönetimler belirlendi. Dernekler arasında bir koordinasyon komitesi oluşturularak, ortak sorunlar temelinde ortak hareket çabaları sürüyor.
D.Ü. Eğitim Fakültesi öğrencileri öğretmenler günü olan 24 Kasıma yönelik yaklaşık bir aylık bir çalışma yaptılar. Öğrenciler her bölümde yapılan toplantılarla işe başlayıp, bugüne dek kendisinden bekleneni verememiş olan Eğitim Fakültesinde bir canlanma başlattılar. Sabırlı çalışmalar sonuçlarını beklenenden erken verdi. Bu çalışmaların başlamasından kısa bir süre sonra, öğrenciler dekanlık binasına yığıldılar. Burada dekan yardımcısı önce öğrencileri polisle tehdit etti, yaptıklarının bir işgal olduğunu söyledi: “Gerekirse işgal de ederiz” diye karşılık alınca tutum değiştirdi ve öğrencilerin sınavların atı günde değil üç haftada yapılması talebini kabul etti.
Öğrenciler, 24 Kasımı, yeterlilik sınavına karşı bir mücadele gününe dönüştürmek için çalışmalarını sıklaştırdılar. 24 Kasım gününden önce gazetelere Han vererek tüm öğretmenlere, öğretmen adaylarına düzenin “yeterlilik sınavı” adı altında yürüttüğü bu ikiyüzlü politikasına karşı o gün TBMM ve M. E. Bakanlığına telgraf çekilmesi çağrısında bulundular.
24 Kasım günü, tören yeri ani olarak değiştirilmesine rağmen öğrenciler toplu olarak törenin yapılacağı Kültür Sitesine gidip beklediler. Rektör konuşmaya başlamadan önce öğrenciler, Eğitim Fak. Öğrenci Derneği adına konuşma hakkı istediler. Kendilerine konuşma hakkı verilmemesi üzerine salonu toplu olarak (erkenden öğrenciler diğer fakültelerden de gelen arkadaşlarıyla birleşerek 1000’in üzerinde bir kitleyle yürüyüşe geçtiler. PTT binasına kadar yer yer trafiği kapatarak yürüyen öğrenciler telgraf çekip bir konuşma yaptılar. Öğrenciler, idarecilerin toplantıyı kendilerinden kaçırmaya çalıştıklarını, kendilerine söz hakkı verilmemesini protesto ettiklerini açıkladılar. Yaklaşık iki saat süren telgraf çekme işleminden sonra sessizce dağıldılar.
Son aylarda D.Ü.Eğitim Fakültesinde nicel-nitel olarak yükselen mücadele hem genel mücadeleye hem Diyarbakır öğrenci gençliğinin mücadelesine taze bir kan getirmiştir. Ayrıca ülke çapında kimi yerlerden çağrıya uyularak gelen destek Eğitim Fak. devrimci-demokrat öğrencilerinin mücadele azmini körüklemiştir.
Dicle Üniversitesinden bir grup öğrenci

EK-3
CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİNDE FAŞİST BASKILAR

Ülkemizde devrimci mücadele yükselmeye başlayınca faşist diktatörlük paniğe kapıldı. Her zamanki yedek güçleri olan Hitler’ci sivil faşist güçleri devreye soktular. Sivil faşist güçler, son günlerde ülkemiz genelinde ve üniversitemiz üzerinde devrimci, demokrat ve ilericilere karşı saldırıya geçtiler.
13.12.1989 günü üniversitemizde 250 civarında devrimci-demokrat ve ilericilerin katıldığı yasadışı gösteri ile faşist baskılar protesto edildi.
Eylem Rektörlük önünde başladı, ayrıca 13. Aralık Erdal EREN’in faşist cunta tarafından idam sehpasında katledilmesi 9. yıl dönümü olduğundan eylemimize daha bir coşku kazandırdı. Eylem Erdal EREN ve tüm devrim şehitlerinin anısına bir dakikalık saygı duruşuyla başladı. Saygı sırasında bir arkadaş gerilla isimli şiir okudu, daha sonra kitle kahrolsun faşist diktatörlük “Kahrolsun faşist polis idare işbirliği.” “Faşizme ölüm halka hürriyet” “Polis dışarı bilim içeri” Sloganları ile başın öğe eğilmesin türküsüyle coşkulu bir şekilde tıp fakültesi kantinine kadar yürüdü. Eyleme kantinde devam edildi. Tıp fakültesi binası sloganlarla adeta inliyordu. Saz eşliğinde devrimci türküler toplu şekilde söylendi. İki arkadaş ülkemizdeki ve üniversitemizdeki faşist baskıları ve buna karşı alınması gereken tavırları anlattılar. Ardından kahrolsun faşist diktatörlük, Erdal’lar ölmez. Faşizme karşı omuz omuza sloganları atıldı.
Saz eşliğinde yine türküler söylendi. Kitleler toplu olarak kantini terk edip, sloganlar eşliğinde rektörlüğün önüne kadar yürüdüler. 40 dk. süren eyleme Rektörlük önünde son verildi. Eylem sivil faşistlerin ve polislerin yüreğine korku saldı. Polis her zamanki gibi olaya müdahale etmeyip seyirci kaldı.’ Tabii ki onlar saldırılarından vazgeçmeyecekti. Bir süre sonra 30 civarında öğrenciyi gözaltına alıp, ifadelerini alarak serbest bıraktılar.
Sivas C. Üniversitesi’nden bir grup öğrenci

EK-4
BOLU’DAN HAYKIRIYORUZ

İnsana duyulan saygı, sevgiye verilen değer, kadına verilen, emeğe verilen değerden hiç de parlak değildir. Bunun için onurluyuz ve kadınları insan olmaktan çıkarıp, bir meta gibi, mal gibi gelir getiren, kazanç, sağlayan, kölelikten başka, iş makinesi olmaktan başka bir işe yaramadığına manan ve öyle kalması için ellerinden geleni yapanlara karşı amansızca karşı koymaktan korkmadığımız için onurluyuz.
(…)
Bizler, özgürlük ve demokrasi mücadelesini kadın olmak, insan olmak mücadelesinin özü olarak görüyoruz.
(…)
Bu yazımızı okuyan analara, babalara, devrimci demokratlara, halkımıza bir suç duyurusudur.
Bolu Kız Yurdu’nda ve Yüksek okullarında oynanan faşist ve alçakça oyun ve baskılara karşı sessiz kalmayacağımızı, her türlü zorluk ve tuzaklara karşı koyacağız.
(Emine Ozan) Bolu Kız Yurdu Müdiresi’nin, kadın olduğunun bilincine varan ve her türlü insanlık haklarını rahatça kullanabilecek beyin ve karaktere sahip öğrencilere “fahişe” diyebilecek kadar ileri gidebildiğini, bazı kız öğrencileri ihbarcı, muhbirci olarak kullandığını, devrimci-demokrat öğrencilerin gülmelerine bile tahammül edemediğini duyuruyoruz.
Diğer taraftan, yüksek okul öğretmenlerinden Mustafa Kaya, Hasan Dinç ve Zeki Aslantürk ile paralel çalışarak, gerici, dinci eğitim yapılması için öğrencilere kitap dağıtmaktadırlar. Bazı öğrencilere ihbarcılık teklif etmekte ve ihbarcılığı kabullenmeyen kız öğrencilerin peşine faşist haydut insanları takmaktadırlar.
İnsanca yaşama, özgürce okuma ve beynini bilim ve teknikte kullanmak, insanlığa yararlı olmak için çalışan gençliğe karşı tahammülü olmayan, bin bir türlü iftiralarla, tuzaklar kuran örümcek kafalı, karanlık çağ yapısı beyinlere karşı halkımızı bilgilendiriyor, gençliği haklı mücadelemizde bizimle birlikte olmaya çağırıyoruz.
Demokratik bir üniversite için birleşelim.
YÖK kaldırılsın.
Kahrolsun gerici faşist eğitim.
Yaşasın özerk demokratik üniversite
Bolu’dan Bir Grup Devrimci-Demokrat Öğrenci

Ocak 1990

Eğit-Der bölge toplantıları yapılıyor.

10.12.1989 Pazar günü İzmir’de, sendikalaşma konusunda EĞİT-D£R bölge toplantısı yapıldı. Toplantıya İzmir ve yakın çevresindeki il ve ilçelerin EĞİT-DER yöneticileri ile çalışan öğretmenler katıldı. (120 kadar)

EĞİT-DER yönetiminin yapılacak toplantıyı Öğretmen kitlesine yeterince duyuramaması geniş katılımı engelledi. Tabanın sendikalaşma konusundaki eğilimini belirleme adına yapıldığı söylenen bu toplantıya eğitim emekçilerinin geniş katılımının sağlanmaması, öğretmen mücadelesi için büyük bir olumsuzluktu.
EĞİT-DER şube yöneticileri dernek üzerindeki polis ve idare baskısından, örgütlenme konusunda öğretmenlerde korku ve yılgınlıkla korkusuzluğun bir arada bulunuşundan, kamuoyu yaratabilmek için düzen partilerinden ve yayın organından (abece) yararlanılması gerektiğinden, 12 Eylül öncesi işçi mücadelesi alanına girilmesinin yanlışlığından, fahri üye olma engelinden, genel merkezin sendikalaşma politika ve pratiğini desteklediklerinden söz ettiler.
Şube yöneticilerinin bir kısmı sendikanın hemen oluşturulması (Nasıl bir sendika istediklerini açıklamıyorlar.) yönünde tavır takındılar ki, önemli olan asıl noktada buydu. Bu görüşü daha çok revizyonistler savundular. Bir kısım yöneticiler ise hemen kurulacak bir sendikayı “cesaret gösterisi” olarak nitelediler; panel ve yayınlarla kamuoyu yaratma görüşünü savundular.
Şube yöneticilerinin konuşmalarından sonra çalışan öğretmenlere beşer dakikalık söz hakkı verileceği duyuruldu. Eğitim emekçileri buna tepki gösterip, süre kısıtlamasını benimsemediler. Yaptıkları konuşmalar ve getirdikleri önerilerle toplantıyı bir anda canlandırdılar.
Geçmiş öğretmen mücadelesine sahip çıkılmasını, çalışma öğretmenlerin sendikalaşma mücadelesinin genel demokrasi mücadelesinin bir parçası olduğunu, eğitim emekçilerinin örgütlülükte söz ve karar sahibi olmasını darbe koşulları dâhil her koşulda mücadele edebilecek sendikal örgütlenme biçiminin yaratılmasının gerektiğini, demokrasi mücadelesinde ölüme kadar gidilebilmesini savundular. Kurulacak sendikanın renginin belli olmasını, sarı sendikacılığa karşı olduklarını, örgütlenme mücadelesinde öğretmen taleplerine sahip çıkılarak demokratik işleyişin bugünden sağlanmasını sendikanın kitlesel mücadele ile mücadele içinde kurulması gerektiğini belirttiler.
Çalışan öğretmenlerin bir kısmı bir yandan öğretmen sendikal hak mücadelesinin geliştirilmesini savunurken, diğer yandan bu mücadeleyi pasifize etmek isteyenlere eleştiri götüremediler. Hemen kurulacak bir sendikanın örgütlenmenin yeterince sağlanmadığı bu koşullarda yararlı olamayacağını dile gelirdiler.
Eğitim emekçileri toplu viziteye çıkma, sessiz yürüyüş, miting gibi eylemlerle okullarda sendika kurma komiteleri oluşturulmasını, okul temsilcilerinin seçilmesini önerdiler.
Eğitim emekçilerinin talebi BAĞIMSIZ ÖĞRETMEN SENDİKASl’dır. (EĞİT-SEN sloganını açıklıktan uzak olarak değerlendiriyoruz.) Sarı TÜRK-İŞ’in sultasında bir devlet sendikası istemiyorlar.
Kurulacak sendika GREV ve TOPLU PAZARLIK hakkına sahip olmalıdır.
Bu sendika grupçuluğu reddederek, yasal engellere karşı kitlesel mücadele içinde doğmalı, sendika içi demokrasiyi temel almalıdır, öğretmen kitlesinin mücadelesini temel almalıdır.
Burjuva yasallığına bel bağlamamalı her koşulda varlığını ve mücadelesini sürdürebilmelidir.
Faşist diktatörlüğe karşı demokrasi mücadelesinde, insanlığın geleceği yaratmada yardıma araç rolünü oynayabilmeli; revizyonizme, reformizme asla prim vermemelidir.
Yukarıdaki özellikleri taşıyan sendikayı oluşturma mücadelesi ciddi bir mücadeleyi gerektirir; icazetçi, darbeci anlayışla, oldubittiye getirilerek oluşturulamaz, oluşturulmasına da izin verilmemelidir. Ayrıca eğitim emekçilerinin sendikasının kurulma tarihini genel demokrasi mücadelesinin, örgütlülüğün ve öğretmen mücadelesinin boyutu belirler derken mücadelenin gelişmesi, hedefi beklenti içine girilerek karartılmamalıdır. Tersine öğretmen mücadelesi kitlesel pratik eylemliliklerle geliştirilmelidir. Bunun için de uygun mücadele araçları şarttır, temeldir.
Eğit-Der yönetiminin oluşturmaya çalıştığı Sendika Girişim Kurullarına EĞİT-DER fahri üyesi bütün öğretmenler katılmalı. Yapılacak toplantılarda Girişim Kurullarında yer alan öğretmenlerce (25.000 dolayında EĞİT-DER fahri üyesi var) sendika yönetim kurulları seçilmeli. Seçilen yönetim kurulları da toplantı anında öğretmenleri üye yapmalı ve sendikanın kurulduğunu bu yolla ilan etmelidir. Sendika yönetim kurulları faşist diktatörlüğün hışmına uğradığında üyeler hemen eyleme geçmelidir.
Kitlesel mücadele ile kurulacak demokratik kitle örgütleri mücadele gücüne sahip olabilirler. Gerisi tabela sendikacılığıdır; bir darbede yıkılır.
Eğitim emekçilerine Grevli Toplu Pazarlıklı Sendika Hakkı!
Tüm kamu emekçilerine Grevli Toplu Pazarlıklı Sendika Hakkı!
İzmir Öğretmen Sendikal Birlik Hareketi

Marmara Bölge toplantısı yapıldı
EĞİT-Der genel merkezinin altı ilde yapmayı planladığı bölge toplantılarından ilki 8 Aralık 1989 günü İstanbul’da yapıldı. “Sendikalaşma sürecinde bugün gelinen nokta ve olası sendika girişiminin gereksinim duyduğu teknik konuları tartışmayı” amaçlayan Marmara Bölge Toplantısını İstanbul EĞİT-DER düzenledi. Toplantı öncesi iki hafta boyunca ilçeler tabanında yapılan toplantılarda sendikalaşma konusu ve EĞİT-DER’in bugünkü durumu nicel ve nitel bakımlardan tartışıldı. Tüm ilçelerden gelen düşünceler ezici bin ağırlıkla genel merkezinin olası sendika girişiminin zamanlamasının erken olduğu, bu girişimin “ulusal mutabakat” ve legalleşme arayışları içindeki bir siyasetin genel stratejisinin öğretmen alanına bir dayatması olduğu yolundaydı. Kitlelerin gücünü, dinamizmini yadsıyan, onları dolgu maddesi olarak gören bu taktik şiddetle reddedildi. Amacın grev ve toplu sözleşme haklarından yoksun sahte bir sendika kurmak, öğretmen kitlesini, gerici Türk-İş’e yamamak olduğu vurgulandı. Genel merkez bu eleştiriler karşısında bocaladı, çelişkilere düştü. Toplantıda konuşan yurtsever devrimci bir öğretmen şunları söyledi:
(…)
Diyoruz ki!
Genel merkez her ne kadar söylev olarak sendika, sendikal girişim vb. gibi şeyler söylese de SENDİKA İSTEMİYOR…
Nedenini açıklamak açısından genel merkeze hemen şunları soruyor ve yanıtını istiyoruz?
– PTT’de çalışan 657 sayılı kanuna tabi devlet memurları, hastanelerde çalışan yine aynı kanuna tabi hemşireler, sağlık memurları dernek kurdular ve de derneklerinde asil üyeler. İSKİ’de çalışan devlet memurları da şu günlerde böyle bir girişimde bulundular.
Bildiğimiz kadarıyla derneklerine asil üye olan PTT’Iiler ve hemşireler hakkında ne de dernekleri hakkında herhangi bir soruşturma açılmadı.
Peki, biz öğretmenler, her zaman çok güçlü mücadele geleneğinden söz ettiğimiz öğretmenler EGİT-DER’e neden asıl üye olamadık, olamıyoruz?
Şunu belirtiyoruz hemen: Genel merkezdeki, reformist uzlaşmacı zihniyet nesnel olarak görülüyor ki, mücadelemiz ve örgütlenmemiz önüne fahri üyelik diye bir engel dikmiştir. Bunu onlar yapmıştır. Uluslararası sözleşmelere gericiliğin attığı imzalara bakıldığında ve ulusal yasalar böyle bir yasak açısından incelendiğinde, kendileri de itiraf ediyorlar ki, öğretmenlerin derneklerine asil üye olmalarında yasal bir engel yoktur, sakınca da yoktur. Egemen sınıflar yasaklamıyor ama genel merkez yasaklıyor, işte bütün sorun bu…
Mücadele önünde, fahri üyelikten asil üyeliğe geçiş barikatı bizce bilinçli olarak konulmuştur ve bu sorun bugün EĞİT-DER açısından birincil, en önemli sorundur.
“Türk-İş’te SENDİKAL BİRLİK” istemek de sendika mücadelemize karşı olmaktır. Daha henüz resmen ilan edilmediyse de genel merkezdeki yöneticiler tarafından bu çok açık ve hiçbir ikirciklenmeye yer bırakılmadan ifade ediliyor. Genel sayman Türk İş’te örgütlü bir sendikadan yana olduğunu İstanbul’da açıkça belirtmiştir.
Türk-İş sınıf ve kitle sendikası mıdır? Hayır, Türk-İş CIA güdümünde Amerikancı faşist-gerici bir örgüttür. Bugüne kadarki çizgisine eylemine, yönelimine, amaçlarına bakınız. O, sınıfı kandıran, hakim sınıfların has örgütü bir sendikadır.
Bizce Türk-İş’te hak alınamaz. Bunu iddia etmek bile tek başına genel merkezin sendika istemediğinin bir kanıtıdır.
Şimdilerdeki “olası sendika girişimi” Sendikal Haklar Kurultayı’nın kazanımları üzerine inşa ediliyor.
Hasan Celal Güzel, Avni Akyol, Necmettin Erbakan, Erdal İnönü gibi gerici reformist kimselerden sendika rica etmek, bunun için yakarma, lütuf bekleme kurultayı olma yönü baskın bir kurultaydır bu.
Düşmandan sendika beklemenin, böyle bir mutabakat aramanın adı sınıf işbirliğidir. Sınıf işbirlikçileri sendika gibi bir aracı, mücadele aracını istemezler.
Bizce bu kurultay Genel Merkezin niyetlerini açığa çıkarması açısından önemlidir ve bu anlamda bizim için kazanımdır. Öğretmen kitlesine, onun birliğine örgütlü gücüne güvenmeyenlerin geçmişte de bu hakkı kof bir söyleme çevirdiklerini biliyoruz.
(…)
Mücadeleci bir örgüt istiyoruz.,uzlaşmacı bir örgüte.düzen örgütüne karşıyız.
Biz sendikamızı nasıl alacağız? Başka bir deyişle sendika nasıl alınır? Önce şu soruyu soralım: Tek yol yasallık mı? Öğretmenlerin işçi sınıfı ve diğer çalışanlarla birlikte kendi zorunu, kendi dayatmasını koymasını neden düşünmüyoruz? Bu yoldan neden hiç söz etmiyoruz? Yasalara rağmen sendika olmak, fiilen sendika olmak neden düşünülmüyor?
Grev hakkını grev yaparak, başka bir deyişle “tebeşir bırakarak” gerçekleştirmeyi hiç istedik mi?
(…)
Grevli, Toplusözleşmeli Sendikaya ulaşılması için günümüzde yapılması gereken acil görevleri şöyle tespit ediyoruz:
-Hemen şimdi, bugünden başlayarak fahri üyelikler iptal edilmeli (…) tüm üyeler asil üye yapılmalıdır.
– (…) Diğer çalışanlarla birlikte bir öğretmenler mitingi düzenlenmelidir.
– (…) Grev hakkı, grev yapılarak alınacaksa ki öyledir, grev komiteleri ve grev fonları kurulmalıdır.
İST. Yurtsever Devrimci Öğretmenler

Ocak 1990

Konumuz: Demokrasi- 5 Anti-faşist mücadelede iki cephe, iki çizgi

1974-80 Dönemi ile ilgili bir araştırma yapılsa, herhalde, siyasal nitelikteki dergilerde, hatta mevcut edebiyat dergilerinin bir kısmında en yoğun olarak faşizm; anti-faşizm ve anti-faşist mücadele gibi sorunların teorik ve pratik yanları ile tartışılmış olduğunu görmek, teorik ve siyasal polemiklerin ağırlıklı olarak faşizm ve anti-faşist mücadele çerçevesinde dönmüş olduğunu saptamak mümkün olur.
‘Tırmanan faşizm’, ‘sürekli faşizm’, ‘faşist diktatörlük’ terimleri hep 1974-80 Döneminde günümüze aktarılıyor. Belli terimler belli yoğunluklar, belli siyasal akımlar açısından etkisini ve varlığını sürdürüyor. Belli terimler, belli yoğunluklar için bir kimlik ifade ediyor.
Her siyasal ortam ve sınıf mücadelesinin yönelimleri nesnel koşullar, kendisine uyumlu, kendi somutluğunu yansıtan kimliklerde sloganlarda ifadesini buluyor. Her keşif bir ihtiyaçtan doğuyor, sınıf mücadelesinin yönelimleri ve hedefleri siyasal gündemi belirlemede, nesnel anlamda belirleyici bir rol oynuyor. Faşizm yeni bir keşif olmuyor, ama en gelişmiş ve en aktüel şekliyle 1974-80 Döneminde Türkiye’nin gündemine giriyor. Tekelci burjuvazi, sistemin ekonomik ve siyasal sonuçlarına karşı yönelen ve giderek belli bir aktivite ve yaygınlık kazanan toplumsal muhalefeti bastırmak için, siyasal istikrarı sağlamak için, doğrudan devlet güçlerinin yanında, sivil faşist çeteleri devreye sokuyor. Sıkıyönetim ilanıyla, polis-jandarma saldırılarıyla, MİT-Kontrgerilla katliamlarıyla eşgüdüm içerisinde MHP’li faşist çeteler yığınların üzerine salınıyor. Okullar, işyerleri, fabrikalar, sokak ve mahalleler, polisin himayesinde silahlandırılan MHP’li çeteler aracılığıyla kontrol altına alınmak isteniyor. Yığınların toplumsal muhalefeti, en üst noktasına Maraş ve Çorum katliamlarında, 1 Mayıs katliamında ulaşan, kitle katliamları ile faşist terörle denetim altına sokulmak isteniyor.
Kitle katliamlarında, faşist terörde MHP öne çıkıyor, reformculuk eliyle devlet ve devletin siyasi-militarist mekanizmaları perde arkasına itiliyor, MHP vitrine çıkarılıyor.
Genel karakteriyle ve siyasal bilinç düzeyi ile sınıf mücadelesi anti-faşist bir yönelim gösteriyor, anti-faşist yönelimin sınırladığı bir çerçevenin dışına fazlaca taşmıyor. Devrim, önüne çıkan, dayatılan sorunların çözümüne yöneliyor. Anti-faşist mücadele dar bir siyasal alanda sürüyor, anti-MHP’lilik, bilinç ve siyasal eylem düzeyinde anti-faşizm perspektifine, anti-faşist mücadeleye damgasını basıyor.
Dün anti-faşizm siyasal gündemin birinci sırasında yer alıyordu, bugün demokrasi sorunu başat durumda. Demokrasi sorunu, yeni dönemin özelliklerini de yansıtmak suretiyle, anti-faşizmle yer değiştirmiş gözüküyor.
Bugün MHP tipi örgütlenmeler ve faaliyetler fazlaca öne çıkmış değil veya göze batmıyor. Tekelci burjuvazi açısından gerekli de olmuyor. Ordu birlikleri ve polis timleri, özellikle ulusal bir direnişi kırmak için, bu görevi fazlasıyla yerine getiriyor. Metropollerde ve işçi semtlerinde sınıfsal çatışmaların yeniden uç vermesi, burjuvazinin sivil-faşist militer örgütlenmelere ve faaliyetlere var olan gereksinimini, açık ki yeniden öne çıkaracak. Yakın bir iç savaş olasılığı dikkate alınarak devletin militarist güçleri, teritoryal birlikler hazırlığı da devreye sokularak, ne kadar takviye edilirse edilsin, bu durum tekelci burjuvazinin para-militer örgütlenmelere duyduğu ihtiyacı ortadan kaldırmıyor. MÇP, MHP’nin yerini alıyor ve koşullarının olgunlaşması durumunda, sokağa salınmak üzere yedekte tutuluyor. Pratik durum doğal ve mantıki sonucu ile geliyor: Faşizm ve anti-faşizm tartışmalarında, bugün devlet ve siyasal iktidar olgusu daha büyük ölçüde vurgulanıyor. Geçmişten farklı olarak, anti-faşist mücadele, temel bir perspektif düzeyine çıkmamış olsa bile, biraz daha fazlaca devrim olgusuna bağlanıyor. Anti-faşist mücadelenin, en azından kavrayış düzeyinde, burjuva zeminin dışına taşmasının çok yönlü dinamikleri oluşuyor. Önemli bir gelişme saymak gerekiyor.
Madalyonun iki yüzü var: Yirmi yıllık bir sınıf mücadelesi deneyi ve bugün ortaya çıkan durum sadece devrimci anlayışların güçlenmesine değil, reformcu anlayışların sistemle çok yönlü bütünleşmesine zemin oluşturuyor.
Tekelci burjuvazinin ekonomik çıkar grupları ile siyasi temsilcileri arasındaki bağlar zayıflıyor, kopuyor, Eylül Darbesi parlamentoyu devre dışı bırakıyor ve kendi evrimi içerisinde siyasi partileri kapatıyor. ‘Sol’ reformculuk kaybedilen şeylere yeniden kavuştuğunda, bir daha kaybetmek istemiyor ve yeni kurumlara çok daha büyük bir hırsla sarılıyor. 1970 öncesinde parlamentarizme karşı biriken potansiyeli Parlamento Dışı Muhalefet Cephesi kanalıyla cuntacılığa tahvil etmeye soyunanlar, bugün gerici cephe içinde TBKP ile birlikte parlamentarizmin en büyük savunucusu olarak boy gösteriyorlar. Reformculuk, bugün, yeniden açılan parlamentoya ve yeni isimlerle faaliyet gösteren burjuva partilere daha da sempatik bakıyor, sıcak ilişkiler kuruyor. Bu süreç reformculuğun gerici evrimine de eşlik ediyor. Bugün ‘demokrasiyi korumak’ için SHP ve DYP ile RP ile platonik ittifaklara yönelenler, dün tırmanan faşizm’i engellemek için MSP’ye kadar genişleyen bir yelpazede anti-faşist müttefikler arayışını sürdürüyorlardı. TBKP’nin bu konuda ideolojik evrime de uğradığı, Eylül politikalarını içselleştirdiği anlaşılıyor. Eylülle birlikte hızlanan burjuvazinin dinci yönelimleri TBKP politikalarına da yansıyor ve TBKP laiklik platformunda Kemalizm’den kopuyor, ‘İslami akımların anti-emperyalizmi’ni keşfetmeye başlıyor ve Yenilenme Programında, “İslam kültürünün İnsancıl öğelerinden feyiz alan bir sosyalizm” modeli çiziyor. 141 ve 142 rakamları 163 rakamı da eklenmeden anılmıyor. TCK’nın 163. maddesinin kaldırılmasını savunmak, önemli bir demokrasi normu olarak ortak kabul görüyor. Burjuvazinin dolaysız kurumlarının ve siyasal partilerinin yönelimleri ile TBKP politikaları arasındaki ortak noktalar giderek çoğalıyor.
Sadece sistemin nezdinde değil, reformculuğun gözünde de burjuva partileri, sistemin bir parçası olarak, parlamenter düzenin ‘vazgeçilmez unsurları’ katına yükseliyor. Hatta TBKP, kendi “sosyalizm” düzeninde bile DYP gibi partilerin varlığını sürdürebileceğini taahhüt ediyor, sosyalizm ile kapitalizm arasına bir eşit işareti koyuyor, taahhüdünü yeni Programı ile belgelemeye özen gösteriyor. Sosyalizm koşullarında DYP gibi gerici bir parti meşruiyet kazandığına göre, TBKP’nin kapitalizm koşullarında MÇP gibi faşist bir oluşumu itirazla karşılaması beklenemez. MÇP de parlamenter sistemin vazgeçilmez unsurları kategorisi içinde yer alır ve bu son derece doğal olur. Doğal olmayan TBKP’nin bu siyasal kategori içerisine henüz dâhil edilmemiş olmasıdır.
TBKP, üvey evlat muamelesine itiraz ediyor ve burjuvazinin peşini bırakmıyor.
TKP, tarihi boyunca hep burjuvazinin arkasından gidiyor ve burjuvazinin döktüklerini topluyor.
TBKP, TKP’nin geleneğini sürdürüyor ve burjuvazinin döktüklerini toplamaya devam ediyor. Burjuvazinin bir adım gerisinde burjuvaziyi izliyor.
Tekelci burjuvazinin artık parlamentoya fazlaca bir ihtiyacı kalmadığı anlaşılıyor. Bilinen deyimiyle, her on yılda bir, parlamentonun ve mevcut siyasal partilerin devre-dışı bırakılması bir yana, ’82 Anayasası, parlamentoya bir vitrin olma işlevini bile fazla görüyor.
İstikrarsızlığın derinleştiği ve karşı-devrimin neredeyse bir iç-savaş sürecinden başarıyla çıktığı bir evrede, burjuvazi, fazlaca inceltilmiş bir diplomasiye gereksinim duymuyor. Karşı-devrimin pratiğinin, burjuvazinin hukuku demek olduğu somutlanıyor. Anayasa, anayasa diline göre değil, ortaya konmuş pratiğe göre kaleme alınıyor, Eylül pratiği ’82 Anayasası ile hukuki bir süreklilik kazanıyor. Burjuvazi Eylül hukukuna sığınıyor ve Eylül rejimini, hukuku ile birlikte sürdürmek istiyor. Normal koşullar altında parlamentolar, devletin temel güç organlarınca oluşturulmuş karar ve politikaların onay merkezi olarak işlev görüyor. Bugünkü Eylül Parlamentosunun, böyle bir işlevinden söz etmek dahi aşırı bir zorlama olur. Parlamentonun denetim yetkisi dahi Cumhurbaşkanına devrediliyor. Hükümetler, son yıllarda kurulan fonlar dâhil, hemen hiçbir mali harcamayı parlamento denetimine sokmuyor. Hükümetlere parlamento-dışından üye alma yetkisi hukuki bir zemine oturuyor. Hükümet politikaları üzerinde yargı denetimi ortadan kaldırılarak, yürütme organı her yönden güçlendiriliyor. Yasama görevi, Kararnameler yoluyla, yürütme organına devredilmiş durumda. Milli Güvenlik Konseyi-Milli Güvenlik Kurulu gibi organların kararları Hükümet Kararnamesi olarak yasallaştırılıyor. Hükümet Kararnameleri bile artık fazla bürokratik bulunuyor, devlet gücünün uygulanma hızının düşürülmemesi için, üçlü kararnameler yoluna başvuruluyor, daha da ileri gidiliyor devletin temel ve özgül tüm siyasal politikaları ‘köşk’, ‘konut’ ve ‘Genelkurmay’ üçgeninde yürütülüyor. ‘Hanedanlıklar yeniden devreye sokuluyor. ‘Köşk-Konut-Genelkurmay’ üçgeni, pratikte, yasa yapma yetkisi ile donatılıyor. Kapitalist sistemde, hükümetlerin işlevi, devletin günlük işlevini yürütme ile sınırlıdır ve hükümetler, bu işlevlerine bağlı olarak, devletin ve egemen sınıfların genel politikalarına paralel bir biçimde günlük politika üretmek zorundadırlar. Kapalı kapılar arkasında devletin temel güç organlarınca üretilen politikalar, hükümet politikaları olarak şekillenir, hükümet politikaları, bu çerçeve ile sınırlı bir özerkliği ve özgünlüğü yansıtır. Genelkurmay ve MİT kapalı kapılar arkasında değil, artık kamuoyu önünde günlük politikalar üretiyor ve her türlü iletişim aracı üzerinde kurulan çok yönlü bir denetim ağıyla, kamuoyu oluşturuluyor. Basındaki propagandanın ve günlük haberlerin yönü dahi, Genelkurmay Başkanının geçtiğimiz aylarda ulusal sorunla ilgili ‘sert’ bir demecinin hemen arkasından basının PKK haberleri ile ilgili kendini disipline etmeye yönelmesi örneğinde somutlanıyor, artık MİT ve Genelkurmay tarafından belirleniyor. MİT ve Genelkurmay tarafından oluşturulan politikalar, polis gücü tarafından yürütülüyor. Kuvvetler ayrılığı gibi ilkeler, sadece pratikte değil, artık teoride de kâğıt üzerinde bile yer almıyor.
TBKP’nin itirazı da tam bu noktada kendini gösteriyor. TBKP, devletin ‘demokratikleştirilmesi’, ‘anti-demokratik otoriter rejimi demokratikleştirme yönünde değiştirme’ talebi ile ortaya çıkıyor. ’82 Anayasası ile kuvvetler ayrılığı ilkesinin kâğıt üzerinde dahi ortadan kaldırılmış olmasına yönelik itirazını dile getiriyor. Yeni bir Anayasa hazırlanmasını istiyor. “82 Anayasasına karşı, DYP ve SHP gibi ‘demokratik’ partilerin de katılmasıyla, parlamento zemininde yeni bir Anayasa hazırlanması, hazırlanacak yeni Anayasanın halkoyuna sunulması talebini yineliyor. ‘Geniş demokrasi güçlerinin katılımını dışlayan sınırlı bir parlamentarizm’ yerine, sınırları biraz daha ‘geniş’ tutulmuş bir parlamentarizmi öngören 1961 Anayasasını bir model olarak öneriyor. Yeni Anayasa için hazırlık ve halkoylaması, açısından bile 1961 yöntemine dönüyor. Politik istikrarın bozulmasından, en çok TBKP’nin rahatsızlık duyduğu anlaşılıyor. ‘Sınırlı bir parlamentarizm’ çerçevesinde kurulan ‘iktidar blokları’nın ‘politik istikran’ sağlayamadığından yakınıyor ve ‘sistemin politik istikrarını yeniden tesis etmeye’ soyunuyor. Silahlı kuvvetler, MİT ve polis örgütleri gibi fiziki kurumlar ye sıkıyönetim-olağanüstü hal yasaları gibi kurumlaşmalar dâhil, parlamento ve devlete ilişkin ‘demokratikleşme’ taleplerine yanıt verdiği ve politik istikrarın sağlanmasına olanak tanıdığı için, Milli Güvenlik Kurulu’na yapılan itiraz dışında ve yasal komünist partisinin kurulmasına açıkça cevaz verecek şekilde düzenlenmesi kaydıyla, 1961 Anayasasına yöneliyor, TBKP- parlamentonun ‘üstünlüğünü’ ve hukuki sürekliliğini savunmak suretiyle Avrupa Topluluğu’nun Türkiye için öngördüğü demokrasi standartlarına uygun bir davranış sergiliyor, AT normlarının en hararetli savunucusu olduğunu göstermiş oluyor.
TBKP, tekelci burjuvazinin bir kurumu olarak, parlamentonun devre-dışı bırakılmadığı siyasi egemenlik biçiminin yasal bir unsuru olmaya soyunuyor.
Gelinen aşama çizgileri daha da netleştiriliyor. Ama köklerini yakın geçmişten allıyor. 1974-80 Döneminin anti-faşizm anlayışı ve politikaları Eylül rejiminin katkılarını da alarak, bugün evriliyor. Reformculuğun bugün ulaştığı, aşama, bir kopuşun değil, bir sürekliliğin ifadesi oluyor.
Yakın geçmişin panoraması: Faşizm eşittir MHP
1974-80 yılları arasındaki anti-faşist dönem için ortak bir payda saptamak gerekirse, anti-faşizmin genelde egemen sınıfların siyasal iktidar olgusundan, devlet olgusundan koparıldığını, anti-MHP’liliğe indirgendiğini söylemek fazlaca bir abartma oluşturmaz. Farklılık yöntemden, mücadele yöntemleri arasındaki temel farklılıktan kaynaklanıyor. Anti-faşist örgütlenmeler ve MHP’nin askeri yayılmasına karşı yürütülen silahlı hareketler, yığınların belli bir dereceye kadar örgütlenmesine ve direniş göstermesine ve daha da önemlisi MHP’li faşist çetelerin işyerlerinde, okullarda, köy ve mahallelerde yuvalanmasının önüne set oluşturuyor. Reformculuk ise, faşist hareketin durdurulması, katliamlarının ve faaliyetlerinin engellenmesi için devlete, devlet güçlerine çağrı yapıyor, devlet organlarını, polis güçlerini göreve çağırma politika düzleminde bir mücadele yöntemi olarak şekilleniyor. Devletten MHP’nin kapatılması, MHP’nin Milliyetçi Cephe koalisyonlarından çıkarılması isteniyor. Yanı sıra CHP reformculuğu faşizme karşı bir ‘umut’ olarak lanse ediliyor. TKP, CHP reformculuğuna kadar uzanan bir siyasal zeminde Cephe arayışlarına yöneliyor. UDC kuruluşu ilan ediliyor. TBKP bugünkü değerlendirmesinde, bunun yetersizliğini vurguluyor. H. Kutlu, yeni Açılım’ın Eylül-89 sayısında yer alan bir değerlendirme yazısında, 1973-80 Döneminde CHP ve Ecevit’le istenilen ve gereken ölçüde ‘işbirliği’ yapamamış olduklarından yakınıyor. ‘Militan bir çizgi’ izlenmiş olmasından dolayı özeleştiriye yöneliyor, militan bir ‘çizgi’yi ‘devrimci durum’ tespitine bağlıyor. Merkezi düzeydeki politik kararlarda ortaya çıkan belirsizlikler, ülke içindeki Parti kollarının böyle bir yanlışa, ‘militan çizgi’ye yönelmesinin siyasal örgütsel ortamını hazırlıyor. Haydar Kutlu, 1973-80 Döneminde, daha gerici bir çizgi izlenmemiş olmasını, TKP açısından bir ‘demokrasi kusuru’ sayıyor. H. Kutlu, TKP örgütlerine ve TKP militanlarına haksızlık yapıyor. TBKP ölçüsünde teorik açılımlara dayanmasa da, İ. Bilen TKP’si, 1974-80’in anti-faşist kabarışında üzerine düşen görevlerden kaçınmıyor. Kabaran anti-faşist potansiyel bir oy deposu haline getirilerek CHP reformculuğunun peşine takılıyor, anti-faşist potansiyelin daha ileri derecede eylemliliğe dönüşmesi, sendikalar ve çeşitli kitle örgütleri aracılığıyla ‘anarşiyi önleme’ ve ‘hükümeti yıpratmama’ gerekçeleriyle engelleniyor. Reformculuk burjuvazi için ‘sükûnet’ ortamı sağlanmasına katkıda bulunmayı görev biliyor. ‘Sükûnet’ ortamında tekelci burjuvazi, emperyalizmin dayattığı ekonomik istikrar programını CHP Hükümeti eliyle devreye sokuyor, sendikalar cephesi ‘Toplumsal Anlaşma’ yöntemleri ile reformculuğa yamanıyor, özellikle işçi kitleleri hareketsizliğe sürükleniyor. Sivil faşist çeteler, devlet güçlerine yaslanarak fabrikalarda, işyerlerinde, devlet dairelerinde, okullarda, mahalle ve köylerde köşe başlarını tutmaya yöneliyor, cinayet timleri örgütleniyor. Hızla yaygınlaşma eğilimi taşıyan cinayet ve katliamlar karşısında, TKP-TİP reformculuğu, CHP’nin gölgesinde ‘itidal’ tavsiyelerini yinelemekle yetiniyor. Anti-faşist mücadelenin engellenmesinde reformculuk egemen sınıfların yardımına koşuyor, ‘goşizm’ ve ‘Maocu bozkurtlar’ gibi nitelendirmeler, anti-faşist mücadeleyi karalama kampanyasına dönüşüyor. Anti-faşist unsurların kitle örgütlerinden atılmasıyla, tekelcilik dönemi, kitle örgütleri üzerine kurulan siyasi tekelle tamamlanıyor. Yığınlar pasifizme itiliyor. Maraş, Çorum, Sivas ve Malatya örneklerinde yaşandığı gibi sivil-faşist çeteler ve polis birlikleri yoğun kitle katliamlarına yöneliyor. Anti-faşist mücadelenin yaygınlığı ve yığınsal kabarışlar karşısında MHP çetelerinin ve polis timlerinin gücü ve CHP reformizminin uyutma politikası yetersiz kalıyor. MHP, ordunun yönetime el koyması çağrısında bulunuyor. Eylül Darbesinin ilk adımı olarak, CHP Hükümeti eliyle sıkıyönetim ilan ediliyor. TİKP ve TKP-TİP revizyonistleri, sıkıyönetimden ‘tarafsızlık’ bekliyorlar ve devletin sıkıyönetim aracılığıyla MHP’nin üzerine gitmesini talep ediyorlar. Yetmiyor. Aydınlık gazetesi, ‘kurtarılmış bölgeler’ tabloları yayınlayarak, devrimciler için ihbar listeleri çıkararak, sıkıyönetimin fiilen yardımına koşuyor. İhbar listeleri, 12 Eylül Askeri savcılarının hazırladığı iddianamelerde, belge olarak kullanılıyor. Reformculuk, burjuva klikler arasındaki yöntem çatışmasını uzlaştırmaya soyunuyor. Kitle mücadelesinin durdurulmasının, iç-savaşın önlenmesinin yanında, reformculuğun nezdinde, AP-CHP Milli Birlik Hükümetinin kurulması çağrısı bir politika düzeyine yükseliyor. Devlet aygıtının takviyesi isteniyor. Tariş’ten Antbirlik’e kadar uzanan kitle direnişlerinin karşısına, reformculuk bir barikat olarak dikiliyor.
Reformculuk sadece MHP’den ibaret bir faşizm tahlili ile yığınların bilincini çarpıtmakla kalmıyor, daha önemlisi, kısmi taleplerle sınırlı olarak nispeten daha dar bir hedefe yönelen yığın mücadelesini de pasifize ediyor, sistemin çizdiği kanallara akıtmaya çalışıyor. Özellikle Kemalizm ve ordu tahlilleri ile devletin temel güç organları, militarist mekanizmalar, egemen sınıfların iktidar mekanizmalarının dışına çıkarılıyor ve sınıflar-üstü tarafsızlık konumuna itiliyor. Hatta ‘halkın bir parçası’ olarak ilan ediliyor. 12 Mart rejiminin getirdiği siyasal atmosferin etkilerini hala sürdürdüğü 1974 koşullarında. Yeni Çağ dergisi, Nisan-1974 tarihli sayısında, “Silahlı Kuvvetlerin gençliğin ve halkın bir parçası” olduğu, “halkın hizmetinde” olduğu saptamasını yapıyor ve Silahlı Kuvvetlerin önüne “emperyalizme karış yurdun bağımsızlığını, halkın egemenliğini savunma” görevini koyuyor.
Bu bakış açısı, genel olarak reformculuğun hareket ettiği zeminin, TKP ‘atılımı’nın yolunu çiziyor. Yığınlar daha baştan ideolojik olarak silahsızlandırılıyor. 1980 Eylülünde, devletin temel güç organlarının, hiç bir direnişle karşılaşmadan doğrudan ve fiilen devreye sokulması için yol düzlenmiş oluyor. Eylül Darbesi, başkaca etmelerin yanında, reformculuğun ordunun tarafsızlığı ve kurtarıcılığı demagojisini güçlendirmesinin de yardımıyla, fazlaca bir tepki toplamadan yerleşiyor. MHP ve polis terörü karşısında ayağa kalkan ve hükümetlerin ekonomik ve siyasal baskı politikalarına karşı genel greve doğru evrilen bir mücadele çizgisi izleyen politik-leşmiş kitleler, Eylül Darbesi karşısında yalnız bırakılıyor. Eylül Darbesi direnişsiz karşılanıyor.
Burjuva anti-faşizm anlayışı, daha da gericileşmiş bir temelde ve daha geri sonuçlar doğurarak Eylül Döneminde de sürüyor. Eylül Döneminin etkileri ve politikaları TKPyi evrime uğratıyor. Eylül rejiminin hazırladığı siyasal zemin üzerinde, tam entegrasyona aday TBKP doğuyor.
Darbenin bir ucu da kendi örgütsel varlığına yönelinceye kadar askeri-faşizmi ‘askersel devirme-askersel devirge’ olarak tanımlayan TKP- Eylül darbecileri arasında ‘çatlaklar’ aramakla meşgul oluyor, ‘çatlaklar’dan yararlanmayı bir politika olarak benimsiyor. TKP yurtdışında, en çok cuntanın MHP karşıtlığı ile ilgileniyor.
Eylül Darbesi, hep MHP-karşılığı ile tanıtılmaya çalışılıyor. MHP-karşıtlığına sahip çıkılıyor.
TKP-1978-80 Döneminde CHP ile “anti-faşist UDC” kuruyor ve devlet eliyle MHP’ye vurulmasını istiyor. CHP ve Ecevit ‘umut’unun tükenmesi ve devletin doğrudan devreye girmesiyle TKP, MHP’ye vurma görevini Cuntanın omuzlarına yıkıyor. Yeni dönemin ilk yıllarında UDC politikası, ‘Sol Birlik’ içerisinde Cuntayı eleştirenleri eleştirme politikasına dönüşüyor. Daha önce belirtildi, TKP, sıradan liberallerin bile gerisine düşüyor ve faşist-Cuntayı, ‘sol terörizm’in hedefi haline gelen ‘can güvenliği’nin yok edilmiş olmasına bağlıyor. Cuntaya ‘can güvenliği’ni sağlama gibi olumlu bir işlev yüklüyor. H. Kutlu, 19831e, 5. Kongre Çalışma Raporunda, terörizmin küçümsenmeyecek olumsuzluklarından söze-diyor. TİP, bütün bir 1968-70 Dönemi boyunca, kitle mücadelesinin faşizme davetiye çıkaracağının propagandasını yapıyor ve yürüttüğü propagandaya uygun olarak yükselen kitle mücadelesinin önünde barikat oluşturuyor. Mülteci TKP’nin de katkılarıyla, Cumhuriyet tarihinde reformculuktan ilk kopuşu ve Marksizm’e yönelişi temsil eden 1971 İhtilalciliğini, emperyalizmin ve egemen sınıfların güdümünde bir provokasyon hareketi olmakla nitelendiriyor. 1974-80 anti-faşist mücadele dönemi de; aynı provokasyon mantığı ile yorumlanıyor. B. Boran 1986 yılında, yurtdışından U. Mumcu’ya verdiği demeçte, Demirel’in çizdiği tabloya yeni bir katkıda bulunmuyor, hırsız-polis oyunu için eski bir senaryoyu yeni baştan tekrarlıyor. Silahlı Kuvvetlerin sıkıyönetim süresince, “terörizmi gerçekten önlemek için çalışmadığını, tersine kışkırttığını” , “…askeri sivil istihbarat, tüm güvenlik kuvvetleri, sıkıyönetim komutanlıkları terörizm karşısında sanki felce uğramış gibi işlevsizleştiler (…) bu kargaşa durumu, 11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan gece ne sihirdir ne keramet birden değişiverdi.” H.Kutlu 5. Kongre Çalışma Raporunda, B. Boran’ın çizdiği senaryoya ‘anti-faşist’ katkılarda bulunuyor, “anti-faşist eylemlerin askeri devirgeye” yaptığı katkıları tahlil ediyor. Faşizme ve faşist çetelere karşı yürütülen mücadelenin Eylül Darbesini hızlandırdığı saptamasında bulunuyor. H. Kutlu, sivil faşist çetelere karşı mücadelenin anti-faşist direnişlerin tatil edilmesi halinde mahallelerde, fabrikalarda, okullarda askerlerin yerine sivil faşist çetelerin devreye girip nöbet tuttuğu bir 12 Eylül tablosu çiziyor. Doğu Perinçek daha da ileri gidiyor ve 1987 Eylül’ünde Erkekçe dergisi muhabirinin sorularına verdiği yanıtlarda, bir “kurmay kafasına” sahip olduğunu gösteriyor. Eylül Dönemi politikalarındaki yanılgılara parmak basarak. Eylülcülerin “terörizmi değil, sosyalizmi temizlemeye” yönelmekle hedefi büyüttüklerini açıklıyor. “Askerlikte bir kural vardır: Hedefi küçültmek, kendi güçlerini büyütmek. Uygulamada be tam tersi oldu.” Uygulama ‘iç-barışın gerçekleşmesine’ değil, burjuva sosyalizminin, aynı anlama gelmek üzere düzenden hoşnut reformculuğun da hedef alınmasıyla, “iç-barışın bozulmasına” cephenin genişlemesine hizmet ediyor. Bu politika, “teröristlerin bu cepheye sığınmasına” imkan veriyor ve Türkiye’nin Avrupa’da yalnızlığa itilmesine zemin hazırlıyor. Özetin özeti: D. Perinçek, Eylülcüleri devrimi bütünüyle ezememiş, bunun için kendileri dâhil reformculuğun devlete açtığı kredinin gereği gibi değerlendirememiş olmakla suçluyor. ‘Baba’nın rolü de burada ortaya çıkıyor, ‘devlet baba’nın hem dövmesi, hem de sevmesi gerçeğini D. Perinçek göz ardı ediyor, devlete açılan kredinin değerlendirilememesi suçlamasında haklı olmayan bir konuma düşüyor. Aydınlık gazetesinin “kurtarılmış bölgeler” ile ilgili yayınının askeri savcı iddianamelerinde birer belge değerinde kullanıldığı biliniyor. Ankara Sıkıyönetim Mahkemesine yazılı olarak verdikleri Savunmada, TİKP’liler, Aydınlık gazetesi yayınlarının PKK ve diğer sol örgütlerin mahkûm edilmesinde birer hukuki belge olarak kullanılması ile övünerek, devletin kendilerini de hedef almasına bir anlam veremediklerini belirtiyorlar. Saçak dergisinin 65. sayısında Saçak Yazı Kurulu imzasıyla ve ‘TİKP Muhasebesi’ başlığı ile yayınlanan değerlendirmede, Savunma’da mevcut yönetime kredi açılmış olmasının, Aydınlık gazetesinin ‘kurtarılmış bölgeler’ yayınının, PKK’nın “Doğu’nun MHP’si” olarak ilan edilmiş olmasının değerlendirmesi yapılıyor, aynı anlama gelmek üzere belgeleniyor, yanlışlıklar komedisi sergileniyor. 12 Mart’tan çıkış sürecinle yaşandığı gibi, bugün de, devrimci terminolojinin kullanılmasının daha karlı olacağının ‘muhasebesi’ yapılıyor, Sosyalist Birlik dergisinin Eylül-89 tarihli sayısında, başlangıcında Eylül Darbesinin ne yönde gelişebileceği konusunda TİKP yönetimi içindeki tartışmaya işaret ediliyor ve 12 Eylülün, ikinci bir 27 Mayıs veya ikinci bir 12 Mart olabileceği olasılıkları üzerinde durulduğu anlaşılıyor. TİKP yöneticileri, 12 Eylül’de ikinci bir 27 Mayıs’ın hayalini görüyor ve. 12 Eylül’den ikinci bir 27 Mayıs yaratmak için, Ankara Dil Okulu’nda, yönetime kredi açma işlevine soyunuyor. TKP, ‘Bizim Radyo’ aracılığı ile Türkiye’ye yönelik yayınını sürdürüyor, Cuntayı faşist ilan ederek, Cuntaya karşı örgütlenmeye ve savaşım vermeye kalkışanları şiddetle eleştiriyor. Daha önce belirtildi, en vahşi döneminde, 1981’de, Eylül rejiminin hedef seçilmemesini istiyor.
TKP’nin Eylül politikaları üzerinde durduk. Eylül politikaları, TKP’nin bütün bir Cumhuriyet dönemi boyunca izlediği politikaların doğal ve mantıki bir sonucu olarakbortaya çıkıyor. Tarihsel bir kopuşu değil, tarihsel ve i siyasal bir sürekliliği ifade ediyor. Göstermeye çalıştık.
En net ifadesini TKP-TBKP politikalarında buluyor ama sadece onunla sınırlı değil, daha geniş kapsamlı olarak tekelci dönemde burjuvazinin siyasal egemenliğinin özü ile biçimini bir birinden ayıran, faşist hareketi burjuvazinin siyasal egemenlik mekanizmalarının bileşenlerinden biri olarak kavramayan, faşist hareketle devlet olgusunu iki ayrı siyasal kategoriye indirgeyen bakış açısını ana başlıklarıyla irdelemek gerekiyor.
Faşist hareketle devlet olgusunu birbirinden koparan,’faşizmi ve anti-faşizmi devlet olgusunun dışına taşıyan politikalar üreten siyasal bakış açısı, var olan zeminden bir kopuşa yönetemiyor. En radikal siyasal programlar, siyasal bir devrimin dar ufuklarının dışına çıkamıyor, siyasal bir devrim perspektifi kapitalist üretim ilişkilerinin ve burjuva kurumlarının temellerine yönelen toplumsal bir devrim anlayışı ile tamamlanamıyor. Emperyalizmin, büyük tekellerin ekonomik egemenliğinin, varlığının gelişmesini engellediği, dahası tasfiyeye uğrattığı küçük-mülk sahipliğinin sınırlı hedefleri, siyasal ifadesini anti-emperyalist anti-tekel yönelimlerle sınırlı bir devrim perspektifinde, bir devrim modelinde buluyor. Küçük-mülk sahipliğinin sınırlı siyasal-toplumsal-ekonomik istemlerine dayanan bir siyasal devrim anlayışı, genel olarak kapitalizmden bir kopuşu temsil etmiyor, kapitalizmin sınırlarına çarpıp kırılıyor. Nikaragua örneğinde yeniden somutlanıyor, çarpıp kırıldığı yerde kapitalist ilişkileri yeniden üretiyor.
Burjuva anti-faşizm perspektifi, var olan zeminden bir kopuşa yönelmiyor. En reformcu ifadesini, faşizme karşı burjuva demokrasisini savunma, burjuva demokrasisini koruma anlayışında bulunuyor. Tekelci burjuvazinin siyasal egemenliğinin faşist biçimi değil, demokratik biçimi tercih ediliyor. Batı Avrupa komünist partileri, belli bir tarihsel gelişim sonunda ve anti-faşist mücadele perspektifi temelinde, ‘demokratik’ zeminin sistem içi siyasal bir uzantısına dönüşüyor.
Yakın tarihe ilişkin bilgileri toplayarak aktarmak açısından değil, ama faşizm tahlilleri ve anti-faşist mücadeleye bakış açısı açısından bir dönemin en genel anlamda çözümlenmesi amacıyla, devam etmeden önce burada uzunca bir parantez açmamız gerekiyor. Anti-faşist mücadelede ortaya çıkan tarihsel-pratik deneylerin, en yoğun olarak Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri kitabında bulan teorik düzleme çıkarılarak bugüne taşınması ve bugün de faşizm tahlillerinde burjuva reformcu bir çizginin beslendiği kaynaklardan birini oluşturması bakımından, ikinci sıcak savaş süresince Batı Avrupa komünist partilerinin faşizme ve Hitler’ci faşist işgale karşı mücadelede izledikleri siyasal çizginin, siyasal bakış açısının irdelenmesi gerekli oluyor.
Anti-faşist savaşta ‘batı yakası hikayesi’
Batı Avrupa burjuva devrimlerinin ve burjuva ideolojisinin beşiği oluyor ve beşiği olarak kalıyor. Tekelci burjuvazi ve tüm gericilik, sadece Fransa’da değil, bütün Batı Avrupa’da devrime-dönüşüme-radikalizm reddiye, burjuva düzenine övgüler düzerek, statükoyu ebedileştirerek, Fransız Devriminin 200. yıldönümünü kutluyor.
Batı Avrupa, burjuva düzeninin, tekelci gericiliğin beşiği olarak kalıyor. Burjuva düzeninin ebediliğine karşı, tekelci gericiliğe karşı, sömürüşüz ve özgür bir dünya için ayağa kalkan proletaryanın barikatlara ve ayaklanmalara kadar gelişen ve genişleyen kitlevi mücadelesi, burjuvazinin çıplak terörü ve komünist partilerin burjuva politikaları ve taktikleri ile geri itiliyor, sistem yeniden istikrara giriyor, burjuva düzeni ebedilik zırhına bürünüyor. Batı burjuva demokrasisinin külleri içinden sosyalist demokrasinin pratik bir durum olarak doğmamış olması, proletarya devrimci atılımının her seferinde yenilgiyle sonuçlanması, burjuva demokrasisinin ve tekelci kapitalizmin ebediliği sayılıyor. Fransız Devriminden 200 yıl sonra da, artık değişen niteliği ve farklılaşan misyonu ile Batı Avrupa burjuvazisi demokrasi ihraç ediyor. Demokratlık, revizyonizmin ve reformculuğun nezdinde en büyük paye sayılıyor. Demokratlık payesi, kapitalizmin ve burjuva siyasal gericiliğinin ebediliğini perçinliyor. Sınıf mücadelesi ve devrimler tarihi, demokrasinin gelişim tarihi olarak yeniden yazılıyor. Devrimler ve proletaryanın proletarya devrimleri girişimi, anti-komünist komünist partilerin de katkılarıyla, Batı Avrupa sınıf mücadeleleri tarihinden çıkarılıyor.
Batı Avrupa sosyal sınıf mücadeleleri tarihi, aynı zamanda proletaryanın öncü örgütlerinin, proletaryanın öncü siyasal partilerinin reformcu eğilimler taşıması sonucu, proletarya devrimlerinin yenilgisinin veya ayağa kalkmış yığınların mevcut devrimci, anti-kapitalist potansiyelinin düzen-içi kanallara akıtılmasının tarih olarak biliniyor.
Batı Avrupa’nın ilk proleter devrimi, Paris Komünü, kendi nesnelliğinin özel zaafları ile birleşmesi sonucunda, Fransız ve Prusya gericiliğinin askeri ittifakı ile yeniliyor. Devrim, 72 günlük, bir direnişten ve zengin bir teorik ve pratik miras bıraktıktan sonra, Komünarlar Duvarında kurşuna diziliyor. ‘Silaha sarkmamalıydılar’ naraları ‘devrimci’ bir kamuoyu oluştururken, Mark, ‘gökyüzünü fethe çıkmış komüncüler’i selamlıyor ve proletarya diktatörlüğünün ne olduğunu soranlara pratik bir Örnek olarak Paris Komününü gösteriyor. Birinci Paris Komününün yenilgisinden aşağı-yukarı bir yüzyıl sonra, Paris Komününün bir ikincisi tekrarlanmıyor. “FKP, ayağa kalkarı Paris’e karşı, De Gaulleci burjuvazi ile birleşiyor, 68 yeniliyor. Devrim değil, düzen kazanıyor. FKP düzenin kazanmasında, oturmasında önemli bir işlev üstleniyor. 1968’den geriye, devrimi hiç ‘sevmeyen’ bir kuşak kalıyor. 1968’de ayağa kalkan Paris’i, barikatlardan ve fabrika işgallerinden, düzenin istikrar sınırlarına çeken Fransız Komünist Partisi, 19831e Mitterand’ın Sosyalist Partisi ile hükümet ortaklığı kurarak, tekelci burjuvazinin iç ve dış politikasının doğrudan bir uygulayıcısı katına yükseliyor. Evrimleşme tamamlanıyor. ‘Avrupa komünizmi’ teori ve politikası, doğal ve mantıki sonucuna varıyor.
Geriye doğru evrimleşmeyi, sadece FKP açısından değil, bütün bir ‘Avrupa komünizmi’ açısından, esasında, 1950’li on yıllardan itibaren almak, hatta ‘Halk Cephesi’ deneyine kadar uzanmak gerekiyor. Özellikle İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde, Avrupa’da anti-faşist savaşta Batı Avrupa partilerinin izlediği reformcu çizginin irdelenmesini önemsemek gerekiyor. Avrupa’da anti-faşist savaşın köklü halk devrimlerine, proletarya devrimlerine dönüşmesini mümkün ve gerekli kılan etkenlerin, komünist partilerin niyetleri dışında, oluştuğu biliniyor. Faşizme karşı savaş, işgal edilmiş Batı Avrupa ülkelerinde, yalnızca ulusal kurtuluş amacıyla değil, demokratik özgürlüklerin, siyasal kazanımların geliştirilmesi amacıyla da bir savaş olacaktı ve bu iki amacın gerçekleştirilmesi mücadelesi ile birleşiyordu. Ama Fransız Komünist Partisi ve İtalya Komünist Partisi gibi Batı Avrupa partileri, faşizme karşı Avrupa ölçeğinde kazanılan zaferin yarattığı uygun koşullardan yararlanacak nitelikte olmadıklarını gösteriyorlar: Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan sonuç, Batı Avrupa partilerinin, II Enternasyonal’in reformcu geleneklerinden bütünüyle kopamadıklarının bir göstergesi oluyor.
Dünya metropollerinde devrimin nesnel koşullarını, dünya kırları lehine kaybettikleri saptaması, bütün reformcuları ve küçük-burjuva demokratlarını birleştiriyor. Batı proletaryasının, artık devrimci bir misyon taşımadığı üzerine bir yığın teori inşa ediliyor. Batı Avrupa kaynaklı reformcu bakış açısı, büyük ölçüde aklanmış oluyor. Anti-faşist savaşın sonrasında, FKP, devrimi altın bir tepsi içerisinde, tekelci burjuvazinin ziyafet sofrasına sunuyor. ‘Prenslerin’ ve “baronların” iktidarını sarsan 68’in ‘özgür Paris’inin’, yeniden tekelci ahtapotun kollarına atılmasında önemli bir görev üstleniyor. Avrupa proletaryasının değil, Batı Avrupa merkezli ulusal partilerin, devrimci bir misyon taşımadıkları görülüyor. Şimdi proletaryaya tümden ‘elveda’ ediliyor. ‘Elvedalı’ edebiyat dizileri, best-seller listelerinin baş sıralarında yer alıyor. Bilimsel-teknolojik devrim teorisi, artık sosyal-devrim teorisi ile yer değiştirmiş gözüküyor. Sosyal-devrim olasılığını kaldırmak için, proletarya sınıf olarak da ortadan kaldırılıyor, yok sayılıyor. Proletarya artık ‘beyaz yakalı’ sayılıyor. SBKP artık ‘devrim’ yerine, Goorbaçov’un eliyle, ‘devrimci tezler’ ihraç ediyor. ‘Sosyal-kapitalizm’ hayali ile ‘Avrupa komünizmi’ kapitalizmi ebedileştiriyor. Yeni Açılım dergisi, sosyal-kapitalizm ve bilimsel teknolojik devrim teorisinin Türkiye’ye taşınmasını üstlenmiş gözüküyor. Yeni Açılım’ın 17. sayısında, Eylül-1989, S. Ersanlı, bilimsel-teknolojik devrimi, “İşçi sınıfının yapısının değişmesi”ni ve bu ‘değişimin sınıfsal politikalara yansıması’nı irdeliyor ve ‘Tartışmalara Katkı Nereden Başlamalı’ diye sorup yanıt veriyor: “İşçi sınıfının yapısı değişti diyoruz. Peki, sınıfsal politika hakkındaki görüşlerimiz aynı mı kalmalı?” Aynı kalmayacağını yazıyor: “Seçimler seyrinde çoğunluğu kazanmadan gidemiyoruz. Politik bakımdan eskiyen şeyler, tarihsel olarak eskimiş sayılmazlar. Bunun tersi de doğrudur. Halk yığınları parlamento yoluyla iktidara gelecektir.” Bilimsel-teknolojik devrim teorisi ve proletaryanın yok olma sürecine girmesi saptaması ve bunların siyasal yansımaları, sadece Batı Avrupa’da değil, Türkiye’de de, parlamento kapısında sonuçlanıyor. Anti-komünist komünist partiler, devrime karşı, proleter devrimi olasılığı karşısında, kapitalist örgütler sistemine doğrudan entegre oluyor.
Entegrasyon sürecinin çeşitli yönlerini ve görünüş biçimlerini, burada ayrıca irdelemek gerekmiyor. Ama anti-faşist mücadelede, devrimci ve reformcu çizgiler arasındaki ayırımı somut olarak belirlemek açısından, ikinci sıcak savaş döneminde de II. Enternasyonalin reformcu geleneklerinden tümüyle kopamadıkları görülen Batı Avrupa partilerinin, özellikle FKP ve İKP örneklerinde, anti-faşist savaşta izledikleri politikaların, sadece bu çerçeve ile sınırlı olarak, temel noktalarına işaret etmek gerekli oluyor.
a) Fransa: Direnişin meyvelerini De Gaulleci burjuvazi topluyor
Fransa Hitler ordularının işgaline uğrayınca, tekelci burjuvazinin bir ‘bölümü Hitler’in suç ortağı olduğunu gösteriyor; bir bölümü ise. De Gaulleci bir örgüt yaratarak, Hitler’e karşı İngiliz müttefiklerinin yanına sığınıyor. Savaş süreci içerisinde, De Gaulleci örgüt, müttefiklere gerekli askeri bilgileri toplamanın ve İngiliz Gizli Servisinin bir alt-kolu olarak faaliyet göstermenin ötesine geçmiyor. Ve bütün umudunu, Fransa kıyılarından başlayacak bir müttefik çıkarmasına bağlıyor. Normandiya Çıkarması ile bütün Avrupa’nın Hitler ordularının çizmelerinden kurtulmasını bekliyor.
Fransız halkının faşist işgalcilere karşı sürdürdüğü direnişin örgütlenmesini, Fransız Komünist Partisi üstleniyor. FKP’nin öncülüğü ile kurulan FTP (Fransız Partizan Güçleri) işgale karşı ulusal kurtuluş için savaşan tek askeri örgüt olarak şekilleniyor. Direniş FKP ve FTP tarafından örgütleniyor ve gelişiyor. Direniş Savaşında FKP ve Partizan Birlikleri, 75.000 şehit vererek, efsanevi bir prestij kazanıyor.
Fakat FKP bütün bir direniş savaşı dönemi boyunca, hiçbir zaman bir iktidar perspektifi ile hareket etmiyor, iktidar perspektifine sahip olmuyor. Ülkede, işgal altında ikili iktidar organları olarak, fiziki bir güç olma konumuna yükseliyor. Ama bu komiteler, kendilerini, yeni iktidarın, bir adım ötede denebilecek proletarya-halk iktidarının çekirdek gücü olarak görmüyor. Direnişin fiziki gövdesini oluşturan partizan örgütleri, hep birbiri ile bağları zayıf küçük birimler olarak kalıyor ve Partizan Birliklerinin birleştirilmesiyle, gerçek bir kurtuluş ordusunun oluşturulması sorunu hiçbir zaman FKP’nin gündemine gelmiyor. Direniş hareketini, De Gaulleci burjuvazinin önderliğine bırakıyor. Direniş, tüm halkın devrimci mücadelesine dönüştürülemiyor. Anti-faşist direniş mücadelesi, sosyalizm mücadelesine bağlanacak bir iktidar perspektifi ile değil, müttefiklerle var olan ilişkileri sağlamlaştırma ve “Özgür Fransa’ yaratma perspektifi ile sürdürülüyor. FKP, anti-faşist direniş savaşını, tüm halkın iktidar hedefti devrimci mücadelesine dönüştürme yerine, De Gaulle’nin Londra Merkezli özgür Fransa Komitesi’ne kabul edilmeleri için, başvuruda bulunmayı daha devrimci bir davranış sayıyor. FKP- Özgür Fransa Komitesi’ne kabul edilmeyi beklerken, De Gaulleci burjuvazi, bir müttefik çıkarmasından hemen sonra, Fransa’da iktidara yerleşmek için, ulusal komiteyi Alger’de bir hükümet organına dönüştürüyor ve Alman faşizminin tüm uluslararası alanda Ve Kıta Avrupa’sı çapında inişe geçtiği bir dönemde, Petain’in hizmetinden De Gaulle’nin hizmetine giren Fransız generallerinin kumanda ettiği eski Fransız ordusunu, bir müttefik ordusu olarak yeniden örgütlüyor.
FKP’nin faşizme ve Alman işgaline karşı sürdürdüğü iktidar hedefinden uzak efsanevi direnişi, artık De Gaulleci olarak bilinen ‘özgür Fransız’ ordusunun, müttefik çıkarmasının arkasına takılarak, Fransa’yı ‘kurtarması’ için yolu temizliyor. Fransa Komünist Partisi’nin, iktidarı hedef olmayan anti-faşist politikaları doğal ve mantıki sonucuna varıyor: Faşizme karşı dövüşen halklara esin kaynağı oluşturan Fransız anti-faşist direnişinin meyveleri, Fransız burjuvazisi ve Anglo-Amerikan emperyalistleri tarafından toplanıyor. Fransa’nın ‘kurtarılması’ ile ikinci iktidar organlarına da ihtiyaç kalmıyor ve Partizan Birlikleri burjuvazi tarafından silahsızlandırılıyor veya FKP bizzat Partizan Birliklerini silahsızlandırma kararı alıyor. Silah tekeli Fransız ordusuna, siyasi iktidar De Gaulleci burjuvaziye devrediliyor. Komünistler iktidar sofrasından dışlanıyor. General De Gaulle, FKP’nin de katkılarıyla, “kurtarıcı’ payesi verilerek ödüllendiriliyor.
Anti-faşist direniş savaşının temel gücünü oluşturmuş olan Fransız işçi sınıfı, direniş sonrasında iktidarın yeniden burjuvaziye devredilmesi karşısında hayal kırıklığını yaşıyor. Hayal kırıklığı işçi direnişleri, işçi grevleri ile karşılanıyor. Fransız tekelci burjuvazisi, karşılaştığı yeni iç tehlikeyi savuşturmak için yeniden komünistlere ihtiyaç duyuyor. General De Gaulle, FKP ^ Genel Sekreteri Maurice Thorez’e ve bir başka komüniste, hükümete katılma çağrısında bulunuyor. FKP yeni bir diyet ödemeye çağrılıyor. FKP bu çağrıya uyuyor ve kendisine tahsis edilen iki bakanlığa yerleşiyor. Grev ve direnişleri sona erdirerek, 1946’da, Fransa’da siyasal istikrarın gerçekleştirilmesi için, burjuvaziye olan diyet borcunu ödemiş oluyor.
Burjuvazi, FKP’nin dolaylı katkıları ile yeniden siyasal iktidara yerleşiyor, ama De Gaulle Hükümetinin, Fransız proletaryasının ve milyonlarca Fransız emekçisinin meşru-iktidarını temsil etmediği anlaşılıyor. Direnişin biriktirdiği anti-faşist potansiyelin canlılığını sürdürdüğü, yığınların ‘solun etkisi altında oldukları görülüyor. 1946 sonbaharında yapılan seçimlerde, Ulusal Meclisteki sandalyelerin mutlak çoğunluğunu komünistler ve sosyalistler elde ediyor. Seçim başarısı, FKP’nin reformculuk yolunda ilerlemesinin somut bir dayanağını oluşturuyor.’Seçim yolu’ FKP Genel Sekreteri M.Thorez’in, İngiliz gazetesi The Times’de çıkan bir demeci ile teorik bir formülasyon değeri kazanıyor. Thorez: “İkinci Dünya Savaşından sonra demokratik güçlerin dünya çapında gelişmesi ve kapitalist burjuvazinin zayıflamasının kendisini, Fransa’nın sosyalizme geçişte Rus komünistlerinin 30 yıl önce izledikleri yoldan farklı bir yol izlediğini düşünmeye yönelttiğini” söylüyor. 1946 ile birlikte, Batı Avrupa partileri ve FKP açısından Ekim Devriminin devrimci yolundan kopma süreci hızlanıyor.
Fransız burjuvazisi ve Amerikan emperyalizmi, Thorez’in ve FKP’nin ‘sosyalizme giden parlamenter yol’ düşlerine uzun bir süre izin vermiyor. 1947’de, Sosyalist Partili Başbakan Ramadier, basit bir genelgeyle, komünistleri kabine dışına çıkarıyor.
1956’lar sonrasında, FKP, çeşitli yalpalamalar göstermesine rağmen, reformcu, düzen-içi tavrını sürdürüyor, Kruşçev revizyonizminin reformcu tezlerini kendisine destek edinerek, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda izlediği burjuva-şoven emperyalist politika örneğinde somutlandığı gibi, sistemin doğrudan siyasal bir uzantısına dönüşüyor. Reformcu çizgi, ‘Avrupa-komünizmi’nin doğuşuna kaynaklık ediyor, ‘Avrupa-komünizmi’ne evriliyor.
b) İtalya ve öteki ülkeler: Direniş çizgisinden ‘Avrupa-komünizmi’ne
İtalya Komünist Partisi emperyalist paylaşım savaşının başlangıcında, sistemli bir biçimde, sürgünde anti-faşist bir koalisyon hükümeti kurulması çağrısında bulunmasına rağmen, 1943 yılından itibaren, bir dizi grevin örgütlenmesine öncülük ediyor. Bu grevler Mussolini’nin iktidardan düşüşünü hızlandırıyor. Devrim korkusu, 1922’de, burjuvazinin ve kralın Mussolini’yi iktidara davet etmesine yol açıyor. Aynı korku ile 1943’te Mussolini iktidardan kovuluyor, İtalya’nın emperyalist savaşta yenilgisinin kapıya dayandığı bir sırada, burjuvazi ve kral, devlet bürokrasisinin bir hükümet darbesi ile bir ayaklanma ve devrim olasılığının önünü kesmek için, bütün olumsuzlukların faturasını da sırtına yıkarak Mussolini’yi iktidardan deviriyor.
Buna rağmen, İtalya halkının anti-faşist direnişi, özellikle İtalya’nın teslim oluşundan sonra, büyük bir yaygınlık kazanıyor. Hala Alman işgali altında bulunan Kuzey İtalya’da, İKP’nin önderliği altında, işçi ve köylü yığınlarının kitlevi olarak anti-faşist direniş savaşında yer alması, büyük ölçekli partizan birliklerinin, halk müfrezelerinin örgütlenmesi ile sonuçlanıyor. Silahlı devrim kendi iktidar organlarını da doğuruyor: Kuzey İtalya’da Ulusal Kurtuluş Komiteleri kuruluyor, kalyan Komünist Partisi, Ulusal Kurtuluş Komitelerinin, demokratik iktidarın yeni organları olması için mücadele ediyorsa da, fiiliyatta bu komiteler, çeşitli partilerin ortak koalisyonunun gerçekleştiği organlar olmanın ötesine geçemiyor. Güney’in geriliği Kuzey İtalya’nın ileriliğine yetişemiyor ve İKP, Güney İtalya’da, devrim yerine, otoritesini kullanabilecek güçlü bir hükümet çağrısı ile yetiniyor, monarşinin ve Badoglio’nun yıkılmasını hedeflemiyor. Mussolini’nin devrilmesinden sonra krallık yönetimi kabul ediliyor. Ülkede devrimi ilerletmenin uygun koşulları varken, yığınlar Partinin şiarlarına açıkken, İKP ‘parlamenter çözüm’ formüllerine sarılıyor, iki-üç bakanlık verilmesiyle bir koalisyon hükümetine katılma isteğini dile getiriyor. Faşizmin yıkılmasının hemen arkasından İKP, reformcu bir platform ileri sürüyor. 1944 Mart’ının Sovyetler Birliği’nden İtalya’ya dönen Parti Genel Sekreteri, P. Togliatti, Partiye, burjuvazi ve burjuva partileri ile sınıfsal işbirliği çizgisini zorla kabul ettirmeye çalışıyor. Togliatti, Parti Ulusal Konseyinde yaptığı konuşmada, anti-faşist bir demokrasi yaratmak istediklerini söylüyor: “Ulusal ve uluslararası koşullardan dolayı, iktidarın ele geçirilmesini bir hedef olarak görmüyoruz. Sadece faşizmi tümden yok etmek ve gerçekten anti-faşist ilerici bir demokrasiyi yaratmak istiyoruz.” İKP, ‘anti-faşist’ koalisyon hükümetindeki iki önemsiz bakanlık karşılığında, devrimi satıyor. Müttefik Kuvvetler İtalya’ya çıktığında, Partizan birliklerinin faşistlerden kurtardıkları bölgelerde oluşturdukları, ‘komün’ yönetimleri-ile karşılaşıyor, İtalya’daki ABD Kuvvetleri Komutanı Murphy, ‘komün’ yönetimleri ile ilgili olarak Müttefik Ordularının duyduğu bir endişeyi Togliatti’ye iletiyor ve komünist iktidar girişimi karşısında, silaha başvuracakları tehdidinde bulunuyor. Togliatti, ilk tarihsel uzlaşmayı sağlıyor ve İKP ‘komün’ yönetimlerini dağıtıyor. Partizan birliklerinin ve halk müfrezelerinin silahları, gönüllü olarak burjuvaziye teslim ediliyor. İKP’nin de yer aldığı De Gaspuri Hükümeti aracılığıyla tekelci burjuvazi, savaş döneminde çözülmeye uğramış devlet mekanizmasını yeniden kuruyor, polisi ve tüm baskı aygıtını yeniden organize ediyor. İKP’nin hükümette yer alması olgusu, radikal toplumsal muhalefeti pasifize ediyor. Siyasal düzenin yerine oturması, İKP’nin de hükümette yer almasına duyulan ihtiyacı ortadan kaldırıyor. İşçi sınıfı hizaya sokuluyor. Parti örgütü, her renkten bir yığın sendikal örgütle sarılıyor ve İKP’li bakanlar 1947’de hükümet dışına çıkarılıyor.
Moskova’dan, SBKP 20. Kongresi ile esen liberal rüzgâr, İKP’nin reformcu çizgisinin ve tezlerinin güçlenmesine hizmet ediyor. İKP’nin SBKP’den daha cesur davrandığı görülüyor. Komünist Partisi olmadan da sosyalizme ulaşılacağı ve sosyalizm ile kapitalizmin bütünleştiği anti-komünist tezleri 1956’da, ‘sosyalizmin kalyan yolu’ olarak ilan ediliyor.
Berlinguer çizgisi de ‘Avrupa-komünizmi’ tezleri ile ‘sosyalizmin İtalyan yolu’, burjuvazinin evrensel yolu olarak programatik düzeye çıkarılıyor, kalyan burjuvazisi, ikinci bir sosyal-demokrat partiye kavuşuyor.
İspanya Komünist Partisi de, farklı bir gelişme sonucunda da olsa, İtalyan ve Fransız partilerinin yolunu izliyor ve cumhuriyetçilikten de vazgeçerek Kral Juan Carlos rejimini tanıdığını yüksek sesle ilan ediyor. Monarşiyi ‘demokratik rejim’ payesi ile ödüllendiriyor. Daha 1956’da, “öç güden bir politik tutum, ülkeyi içinde bulunduğu bu durumdan çıkarmada yararlı olamaz. İspanya’nın evlatları arasında barış ve yeniden anlaşmaya gereksinim var” saptaması ile ‘sınıf kini’nden sıyrılarak, iç-savaşı unuttuğunu açıklayan ispanya Komünist Partisi, İspanyol tekelci burjuvazisi ile ‘anlaşma’ yollarını arıyor, ispanya Komünist Partisi, burjuvaziye diyet borcunu ödüyor, ama Carillo ve İbarruri’nin İspanya’ya dönmesi ve Partinin yasallaşması için Franco’nun ölmesi ve İspanya Komünist Partisi’nin monarşist rejimin bir muhalefet gücü olacak düzeyde ehlileşmesi bekleniyor.
Revizyonist önderler Madrid’e döner dönmez, cumhuriyeti açıkça reddediyorlar ve öteki burjuva partilerle koalisyon hükümetlerine katılmayı mücadele çizgilerinin temeli olarak ilan ediyorlar, iç-savaşın tarihe mal olduğunu açıklıyorlar.
İspanya Komünist Partisi bölünerek, monarşist rejimin doğrudan bir uzantısı olma konumuna dönüşüyor, tarihe mal oluyor
Sadece Fransız, kalyan ve İspanya Komünist Partileri değil, Müttefik Devletler bloğundaki birçok komünist partisi, savaşın başlaması ile birlikte mevcut durumun, var olan yerlerde burjuva demokrasisinin savunulması reformcu politikasına yöneliyor. Emperyalist savaşa, anavatanın savunulması için, bir savunma savaşı olarak tavır alınıyor. Bu politikalar, söz konusu komünist partileri, sistemin kurallarına ve kurumlarına uyum göstermeye ve burjuvazinin öncülüğünü kabul etmeye yöneltiyor. Burjuvaziye ve kapitalizme karşı mücadele etmeme ve ulusal birlik politikası sürdürme başat politika düzeyine yükseliyor. Anti-faşist Halk Cephesi politikaları, burjuvazi ile uzlaşma çizgisine dönüşüyor. Sosyalizm hedefi, bir kısım partilerde sadece bir azami program maddesi olarak çok uzak bir geleceğe erteleniyor. Sosyalizm hedefi, anti-tekel, anti-faşist halk devrimi anlayışı ile bulandırılıyor. ‘Aşamacı’ bir ideoloji, bütün düşünce alanlarına damgasını vuruyor, ‘aşamacı’ anlayışı milliyetçi bir ideoloji ile tasfiyeye uğruyor. Batının birçok komünist partisi, faşist saldırganlığa karşı tutum alma ile burjuva devletine karşı tutum almayı bir ve aynı potaya sokuyor. Burjuva demokrasisine ve burjuva devletine karşı tavır alma, rizikolu bulunuyor. Özellikle savaş döneminde, Hitler’e karşı ikinci bir cephenin açılması için propaganda faaliyeti, Müttefik Devletler bloğunda, komünist partilerin politik kampanyalarının temelini oluşturuyor. Politik bazı tutumlarda, ittifak politikaları gerekçesi ile komünist partileri, demokratik partilerin, demokratik örgütlerin dahi gerisine düşüyor. İngiliz Komünist Partisi, seçimlerde Churchill’e karşı aday çıkaran politikacıları eleştiri bombardımanına tutuyor, kraldan daha kralcı bir tutum benimsiyor. Gene 1942 sonbaharında İngiliz Komünist Partisi, İngiliz emperyalizminin içine düştüğü buhrandan yararlanarak bağımsızlık için ayaklanan Hint halkına karşı tavır alıyor, Gandhi ve Nehru’nun ‘gerçekçi olmayan’ politikalarını eleştiriyor. Hindistan Komünist Partisi de, İngiliz partisinin tutumunu benimsiyor ve ayaklanmaya karşı çıkıyor. Amerikan Komünist Partisi’nin politik tutum ve geçirdiği evrim biliniyor, ek olarak da, iç-barışın bozulmaması için siyahlara, ırk ayrımcılığına karşı sürdürdükleri mücadeleye son vermeleri çağrısında bulunuyor. Fransız Komünist Partisi’nin 1945’te Cezayir halkının ayaklanmasına karşı izlediği gerici politika, savaşın sıcak alevleri arasında Anglo-Sakson dünyasında önceden şekilleniyor.
c) Reformcu yönelişin temellendiği kaynaklar
Savaş sonrasında, Batı Avrupa’yı kuşatan ekonomik ve siyasal koşullar, liberal gelişmeler, başta Fransa ve İtalya olmak üzere Batı Avrupa Komünist Partilerinin burjuva reformcu çizgiyi sistemleştirmelerinde, burjuva liberalizmini sol cepheden yeniden üretmelerin-‘, de önemli derecede yetkili oluyor. Savaşın, Mihver devletlerin yenilgisi ve Avrupa’da faşist rejimlerin yıkılması ile bitmesinin arkasından, belli başlı Batı Avrupa ülkelerinde faşist partilerin yasal olarak yasaklanması ve anti-faşist direnişin getirdiği birikimler sonucunda demokratik özgürlüklerin genişlemesi, reformcu hayallere ve parlamenter yoldan sosyalizme barışçıl geçiş tezlerinin güçlenmesine siyasal ortam sağlıyor. ABD sermayesinin de Marshall Planı çerçevesinde Batı Avrupa’ya akması, Batı Avrupa’nın yeniden imar edilmesi, yatırımların hızlanması, sanayinin tam istihdama yakın bir hızda çalışması ve kapitalizmin devrevi ekonomik krizlerinin sistemi tehdit edecek ölçülere ulaşmaması ve bu özgül temelde kısmi bir refah döneminin yaşanması, işçi aristokrasisine dayanan reformcu çıkışlara nesnel bir temel oluşturuyor. II. Enternasyonalin reformcu ideolojisi ve reformcu siyasal tezleri yeniden iade-i itibar görüyor. “Kapitalizmin barışçıl gelişme dönemleri oportünizmin yayılmasının kaynağı olur” saptaması yeniden doğrulanıyor. Reformculuğun nezdinde, kapitalizm, ‘sosyal-kapitalizm’e dönüşerek ebedileşiyor.
İç etmenler Batı Avrupa partilerinin reformcu tezlere daha büyük ölçüde sarılmalarında önemli bir kalkış noktası oluşturuyor. 20. Kongre ile SBKP’nin revizyonist-reformcu tezlerinin evrensel düzeyde ilan edilmesi de, Batı Avrupa komünist partilerinin anti-Marksist, sosyal-demokrat çizgiyi doğru sistemleştirmelerinde, uluslararası esin kaynağı oluyor.
Savaş sonrası sistemleşen reformcu politikaların irdelenmesinde küçümsenmemesi gereken bir etmen de, yakın geçmişten, özellikle 1930’lu on yıllardan devralınan teorik ve pratik mirasın reformculuğa açılım gösteren özellikleri barındırması. Şöyle de söylemek mümkün: Faşizm tahlillerinin ve özellikle Fransız partisinin Halk Cephesi döneminde izlediği politikaların pratik deneylerinin reformculuğa açık yorumları, biraz daha geri çekilerek, savaş sonrası politikalara taşınıyor, reformcu tezler yakın geçmişteki politikaların, İtalya açısından Gramschici tezlerin, kendi iç-evrimi ile sistemlilik kazanıyor.
1934’teki faşist ayaklanmanın yenilgisinden ve 1935 seçimlerinde Halk Cephesini oluşturacak partilerin seçim zaferinden sonra işbaşına gelen 1936 Halk Cephesi Hükümetinde Fransız Komünist Partisi yer almıyor. FKP, hükümete dışarıdan, parlamento içinden destek veriyor. Halk Cephesi Hükümeti, bir işçi-köylü hükümeti statüsü taşımıyor. Faşist ayaklanmanın yenilgiye uğratılması ve mevcut burjuva demokrasisinin korunması programı üzerine kurulan bir hükümet niteliğini taşıyor. FKP, Halk Cephesi Hükümeti Programı ile çelişen bir politika savunmuyor ve iktidar perspektifine sahip olmadığını gösteriyor. 1934 faşist ayaklanmasının yenilgisinin arkasından FKP, Anayasanın savunulması, faşist birliklerin silahsızlandırılması, ücretlerin ve maaşların korunması ve küçük burjuvazinin ekonomik durumunun düzeltilmesi temelinde bir eylem programı öneriyor. FKP Programı, Sosyalist Parti tarafından dahi ‘ılımlı’ olduğu gerekçesiyle eleştiriliyor. FKP, Cephe Hükümetine bakan vererek değil, bakansız katılıyor. Mecliste savaş kredilerine olumlu oy veriyor, Kapitalistlere sürekli bir biçimde güven aşılamaya özen gösteriyor. Leon Blum Hükümeti, 1934 ayaklanmasını gerçekleştiren sivil faşist örgütlerin faaliyetlerinin engellenmesine ve birtakım sosyal ve ekonomik tedbirler almaya yönelmesine karşın, askeri okullarda orduyu Fransız halkını sindirmek ve sömürgeleri fethetmek amacıyla eğiten faşist subaylara dahi dokunamıyor.
Halk Cephesi Hükümetinin politikalarının yığınları tatmin etmediği görülüyor. Cephe Hükümetinin işbaşına gelmesiyle ve FKP’nin hükümeti desteklemesiyle kesintiye uğrayan yığın eylemleri, kısa bir süre sonra yaygın işçi grevleri ve işçi direnişleriyle yeniden su yüzüne çıkıyor. 1936 grevleri ve yaygın çatışmalara yol açan fabrika direnişleri devrimci bir ortam yaratıyor. Birçok yerde işçiler, patronları kovarak fabrikalara el koyuyor. Fransa bir devrimin eşiğine geliyor. Hükümet ortağı Sosyalist Parti ve hükümeti dışarıdan destekleyen FKP, işçi taleplerini ve direnişlerini zamansız ve gereksiz bulduklarını açıklıyorlar, direnişçileri kışkırtıcılıkla suçlayan bildiriler yayınlıyorlar. Thorez, sendikalara 1936 Haziranında, grev ve direnişlerin bitirilmesi talimatını veriyor. FKP, grev ve direnişleri durdurma politikası izliyor. Thorez, fabrikalara el koyan işçilerin karşısına, ‘demokratik hükümeti koruyalım’ çağrısıyla çıkıyor. Aynı bakış açısı, aynı gerekçe, 1946 yılına taşınıyor ve aynı Thorez kamu işçilerinin grevlerinin karşısında yerini alıyor. ‘Demokratik hükümeti koruyalım’ çağrısı, 1936 yazında mantıki sonucunu doğuruyor ve işçilerle polis arasındaki çatışmalar, FKP tarafından uzaktan izleniyor. FKP taraf tutmayarak taraf olduğunu göstermiş oluyor. Halk cephesi döneminde FKP ‘eylemliliği’, sistemle yaygın çatışmaya doğru evrilen işçi direnişlerini bir üst düzeye ilerletme ve ortaya çıkan devrimci fırsatı değerlendirme yerine, Thorez ve Duclos’un Leon Blum’la yaptıkları haftalık olağan görüşmelerden ve direnişlere karşı yürütülen karşı-propagandadan ibaret kalıyor.
FKP Halk Cephesine katılan siyasal güçleri de dar buluyor ve ufukta gözükmeye başlayan savaş tehlikesi karşısında, ‘Halk Cephesinin sağa doğru genişletilmesini’ daha uygun gördüğünü açıklıyor. FKP liderlerinden Jacques Duclos, Ağustos 1936’da FKP’nin yeni ‘çözüm’ önerisini açıklıyor ve ‘Fransızlar Cephesi’nin yaratılmasını istiyor. ‘Fransızlılık’ bilinci sınıf bilincinin önüne geçiyor. ‘Fransızlılık’ bilinci somut yansımasını, sadece 1945’teki Cezayir Ayaklanmasında ve 1956-62 Cezayir Bağımsızlık Savaşında izlenen ‘Fransızlar Cephesi’, ‘Fransızlar Birliği’ sömürge politikalarında değil, Halk Cephesi Hükümetinin Cezayir politikasına onay verilmesinde de buluyor. Cezayir halkının bağımsızlık istemi karşısında, Halk Cephesi Hükümeti, bu istemin sözcülüğünü yapan örgütü, ‘ayrılıkçı’ olarak nitelendiriyor ve yasa-dışı ilan ediyor. FKP vurguyu güçlendirme gereği duyuyor ve örgütün, aynı zamanda gerici ve faşist olduğuna karar veriyor. Hükümet politikasını onayladığını açıklıyor. Cezayir toprakları da dâhil olmak üzere, 1937’de, Fransız Cumhuriyetini tek ve bölünmez bir bütün’ olarak ilan ediyor. FKP Halk Cephesi Hükümetinin, İspanya iç savaşına karşı izlediği karşı-devrimci politikaya karşı tavır alıyor, ama hükümeti genelde destekleme politikasını sürdürüyor.
Almanya Komünist Partisi, 6 milyonluk oyuna rağmen, Hitler faşizminin iktidara geliş sürecinde bir silahlı ayaklanma örgütleyemiyor, silahlı ayaklanma ve sosyalist devrim perspektifi yerine Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisi ile ortak grev çağrısı yapıyor. Devrimci bunalım koşullarında, illegaliteye geçemiyor. Dimitrov, Reichtag Savunmasında, AKP’nin silahlı ayaklanmaya hazırlanmadığını vurguluyor.
Fransız Komünist Partisinin Halk Cephesi Hükümeti döneminde, örnek gösterilen, reformcu politikaları, sistemleştirilerek tezler düzeyinde savaş sonrasına taşınıyor. Batı Avrupa komünist partilerin çoğunluğunun programı, reformcu asgari programlar düzeyine iniyor, komünist partiler, 1950’li-60’lı on yıllarda düzeni ve siyasal demokrasi taleplerini savunan reformcu partilere dönüşüyor.
Batı Avrupa komünist partileri açısından bütün bu gelişmelerin teorik, pratik ve tarihsel kaynaklarının tahlil edilmesinde, gerek savaş öncesinde reformculuğa açılım gösteren politikalarda, gerek savaş döneminde izlenen politikalarda ve bu politikaların savaş sonrasında evrimleşerek sistemleşmesinde, komünist partilerinin önüne proletarya diktatörlüğü ile burjuva demokrasisi arasında değil, burjuva demokrasisi ile faşizm arasında bir seçim yapma görevinin konması, aşamalı devrim anlayışının programatik düzeyde teorileştirilmesi ve anti-faşist mücadelenin proletarya diktatörlüğü hedefinden koparılması, ‘demokratik’ kapitalist ülkelerde faşizm ve gericiliğin saldırısı karşısında burjuva demokrasisinin korunması görevinin sosyalizm perspektifinin önüne geçirilmesi, faşist tehlike karşısında ‘demokratik’ burjuva hükümetlerinin desteklenmesi politikasına ağırlık verilmesi, anavatanın faşist saldırı tehlikesine karşı korunması burjuva ulusal savunma politikasının, bir politika düzeyinde ikinci emperyalist savaşın özgül bir karakteri olarak formüle edilmesi, sosyal-demokrat partilerin programlarının anti-faşist birleşik cephe programlarına temel oluşturması gibi teorik ve pratik saptamaların, reformcu sapmalarda oynadığı rolün gözden ırak tutulması gerekiyor, kendi tarihsel somutluğunda değerlendirilmesi gerekiyor.
Burjuva demokrasisinin, aynı anlama gelmek üzere mevcut ‘demokratik’ burjuva devletinin korunması temeline şekillenen anti-faşist reformcu politikalar, Batı Avrupa’da, daha sonraki yıllarda anti-komünist ‘Avrupa komünizmi’nin doğuşuna öncülük ediyor.

EK- 1

YORUMLU
TBKP:
Anti-demokratik otoriter rejimin demokratikleştirilmesi gerekir
“… Parlamentonun politik sistemin en üst organı olması, ancak hiçbir devlet organı ve kurumunun parlamento üzerinde olmaması ve onun denetimi dışında kalması ile ordu yönetiminin politik sistem üzerindeki vesayetine son verilmesi ile, devlet kurumları içinde darbeci odakların yuvalanmasına izin verilmemesi için:
– Cumhurbaşkanını temsil niteliğini aşan yetkiler tanınmamalıdır.
– Milli Güvenlik Kurulu kaldırılmalıdır.
– Silahlı Kuvvetlerin demokratik rejime karşı kullanılmasını önleyecek, onu yurt savunması ile görevli kılacak, demokratik rejime ve halkın seçtiği parlamentoya bağımlı kalmasını sağlayacak, içyapısını demokratikleştirecek bir reform yapılmalıdır.
– Milli istihbarat Teşkilatı ve Polis örgütü, tüm devlet kurum ve organları ve devlet işletmeleri parlamentonun açık denetimine tabi olmalıdır.
– Silahlı Kuvvetlerin ve polis örgütünün demokratik halk hareketlerine karşı kullanılmasına yol açan yasal düzenlemeler kaldırılmalı, sıkıyönetim ve olağanüstü hal yasaları demokratikleştirilmelidir.
– Ordu ve öteki devlet kurumlan. Amerikancı faşist, demokrasi düşmanı kadrolardan arındırılmalı, yabancı gizli servislerin devlet kurumlarına sızması önlenmelidir.
– Yürütmenin, parlamentonun denetimi dışında kalan hiçbir faaliyeti olmamalıdır.”(TBKP Program Tasarısı, sy. 37)

“1982 Anayasası kaldırılmalı, bütün halkın, demokratik parti ve yığın örgütlerinin katılmasıyla, parlamentoda yeni, demokratik bir Anayasa özgür koşullarda yapılacak bir referandumla yürürlüğe girmelidir.”
(TBKP Program Tasarısı, sy. 38)

“Yakın tarihimizin deneyimi göstermiştir ki, geniş demokrasi güçlerinin katılımını dışlayan sınırlı bir parlamentarizm çerçevesinde, burjuvazinin şu ya da bu grubunun hegemonyasında kurulan iktidar blokları da politik istikrarı sağlamıyor.” (TBKP Program Tasarısı,   sy. 24)

D.Perinçek:
12 Eylül düzenden hoşnut olanları da hedefledi.
“Geride bıraktığımız yıllarda uygulanan politika aslında terörü değil, sosyalizmi temizleme şeklinde uygulandı. Terörizmle düşünce arasına bir sınır konulmadı.
Kim soldur, kim Türkiye’de düzenden hoşnut değildir tepesine devletin demir yumruğu inmelidir görüşü geldi. (…) O çizgiyi net çizmiş bir insanım. Ama devlet benim de üzerime yürüdü. Ve ben tek insan değilim. Dergi yazı işleri müdürleri var. Tasvip etmiyorsan onunla ideolojik mücadele yaparsın. Devlet bunu yapmadı. Geniş bir cepheyi hedef aldı. Böylece de teröristlere bu cepheye sığınma imkânı sağladı. Avrupa’yı da bu yüzden karşısına almış oldu zaten. Bu tavır, ben iç barışı hedefledim demenin bir tür ifadesidir. Yani kurmay kafasıyla bakılabilirdi meseleye. Askerlikte bir kural vardır: Hedefi küçültmek, kendi güçlerini büyütmek, uygulamaları ise tersi oldu.” (Erkekçe   Dergisi,   Eylül-1987)

B. Boran:
Sol terör 12 Eylül için kışkırtıldı
“Türkiye 12 Eylül 1980’e kasıtlı, çok hesaplı bir biçimde getirildi. On dokuz ilde sıkıyönetim ilan edilmesine karşın, terörizmin gerçekten önlenmesi için çalışılmadı, tersine kışkırtıldı. Silah kaçakçılığı yetkililerin bilgisi dâhilinde aldı yürüdü. Eylemciler el altından silahlandırıldı. Hapishaneler yolgeçen hanına dönüştü. Asker, sivil istihbarat, tüm güvenlik kuvvetleri, sıkıyönetim komutanlıkları terörizm karısında sanki felce uğramış gibi işlevsizleştiler. (…) Bu kargaşa durumu 11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan gece ne sihirdir ne keramet birden değişiverdi. Ve işlemeyen mekanizmalar tıkır tıkır işlemeye başlayarak birbiri ardına operasyonlar ve geniş tutuklamalar yapılmaya konuldu.” (Behice Boran Anlattı, U.Mumcu, Cumhuriyet, 6. Ağustos, 1986)

H. Kutlu:
Sol terör küçümsenmeyecek olumsuzluklar yarattı.
“Bu dönemde (73 sonrası) Türkiye solu adına ortaya çıkan kendilerine Marksist-Leninist türünden adlar yakıştıran, anarko-terörist grupların bireysel terörizmi küçümsenmeyecek olumsuzluklar yaratmıştır. Bireysel terör eylemleri, yalnızca o dönemde faşist tırmanışın durdurulması, askersel devirgenin önlenmesi için yaşamsal önem taşıyan sol güçlerin birliğim önleyici bir etmen olarak kalmadı, aynı zamanda sol güçlerin yaygınlığım yıprattı, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ve ABD emperyalizminin Türkiye üzerindeki planlarına yardım etti.” (5. Kongre Çalışma Raporu-1983)

EK- 2
1930’lu On yıllar: TKP’nin Barış Ve Anti-Faşizm Programı
TKP hep Batı Avrupa komünist partilerinin düzeyine çıkmak istiyor. Avrupa’da oluyor, ama Avrupalı olamıyor, hep bir ‘şarklı’ kimliği ile kalıyor.
Batı Avrupa komünist partilerinin tarihinde övgüye değer bulunan direnişler ve ayaklanmalar var. İtalya’dan Almanya’ya kadar uzanan bir coğrafi zemin üzerinde, proletaryanın sosyalist devrim hedefli ayaklanmalarına önderlik ediyorlar. Yenilgiyle sonuçlanıyor.
Yazıldı, TKP Cumhuriyetten daha yaşlı, bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca hep reformcu bir çizginin izleyicisi oluyor. Kemalist burjuvazinin yedek gücü olmanın ötesinde bir işlevi üstlenmiyor. Cılız varlığıyla Kemalizm’in ‘sol kolu’ olarak, düzenin oturmasına ve yerleşmesine, ikinci bir parti olarak katılıyor.
TKP, 1930’lu yılların başlamasıyla birlikte, Batı’da Avrupa partilerinden önce davranarak, ‘savaş tehlikesi’ni görüyor ve Kemalist burjuvazinin peşinden ayrılmama politikasının gerekçesi bu kez, ‘savaş tehlikesi’ saptanması oluyor. Savaş bulutlarının Avrupa ufuklarında yoğunlaşmasına bakarak ve Türkiye’nin stratejik konumunu hesaba katarak, ABD Komünist Partisi’nden önce davranıyor ve oto-likidasyona gidiyor.
Fiziki varlığını hemen hemen sıfırlama ve siyasal eylemliliğine son verme eyleminde, TKP, ABD Komünist Partisi’nin önünde gidiyor, reformcu çizgisi ile de. Batı Avrupa komünist partilerinin, savaş öncesinde ve savaş döneminde izledikleri reformcu politikaların ve faşizm olgusu karşısında savundukları siyasal tezlerin şekillenmesine esin kaynağı oluyor, öncülüğünü övünç kaynağı haline getiriyor. Bir boşluk doldurmuyor. 1935’te yapılan Komintern 7. ve son Kongresinde TKP’den temsilcisi bulunmadığı görülüyor ve Komintern oturumlarında Türk partisinin varlığı ile ilgili herhangi bir atıf yapılmıyor.
Anti-faşist savaşta ‘Batı yakasının hikayesi’, reformcu açılımlar 1930’lu on yılların ikinci yarısı ile su yüzüne çıkmaya başlıyor. Faşizm ve savaş tehlikesi gibi uluslararası gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkan faşizm ve savaş tehlikesine karşı yeni politikaların oluşturulması konusunda TKP daha önce davranıyor ve 1932 yılına gelindiğinde, TKP, yeni bir durum değerlendirmesi yaparak, ‘barış’ ve ‘anti-faşizm’ hedefli yeni bir program ileri sürüyor, sistemin yasadışına itilmiş milliyetçi-reformcu bir kolu olarak, var olan siyasal işlevini sürdürmek için, yeni durumda barış ve anti-faşizm programına dayanıyor. 1932-33 yılı ile birlikte barış için ve savaş tehlikesine karşı ‘mücadele programı’ TKP reformculuğunun yönünü çizmede yeni bir gerekçe oluşturuyor.
1932-33 TKP Eylem Programının temel çerçevesi, 8 saatlik işgünü, söz, basın, toplantı ve grev hakkı gibi sıradan burjuva-demokratik istemlerin yanında, Kemalist Hükümetin emperyalizm ile uzlaşma politikasına karşı mücadele edilmesi ve Türkiye ile SSCB arasındaki dostluk ilişkisinin sürdürülmesi çizgisinde şekilleniyor. Türkiye ‘savaştan çıkarı olmayan ülkeler’ grubu içerisine sokuluyor. Daha somaki yıllarda, oto-likidasyon kararından sonra, Program gerekçesi açıklanıyor: Kemalist yönetimi emperyalizm ile uzlaşmasını engelleme ve SSCB’ye karşı saldırgan askeri paktlara girmesini önleme temel politik hedef olarak saptanıyor. Türkiye, savaş sürecinde, komünizmin ‘ezilmesi’ için, faşist Almanya’nın savaş makinesine dolaylı katkılarda bulunuyor. Mihver Devletler Bloğu’na sempati ile bakıyor, savaşa doğrudan katılmıyor. Türkiye’nin ikinci sıcak savaşa katılmamış olmasına, TKP, daha sonraki yıllarda, kendi başarısı sayıyor. TKP, Kemalizm’i etkilemiş olmakla övünüyor.
TKP’nin 1932-33 Eylem Programı, Kemalist eylem programından en fazla, sınıflara örgütlenme özgürlüğü hakkının, burjuva-demokratik bir hakkın tanınması gerektiği noktasında ayrılıyor. Temel ve uluslararası siyasetler bazında çok önemli bir ayrılık noktası oluşturmuyor. Daha önemlisi radikalizmle reformculuk arasındaki siyasal ayırım, örgütlenme özgürlüğü gibi burjuva-demokratik bir hakkın, hak düzeyinde savunulup savunulmamasından kaynaklanmıyor. Farklılık bütün bir Program ve sınıf çıkarları farklılığına tekabül ediyor, dahası Program taleplerinin gerçekleştirilmesi için, sınıflar mücadelesinde izlenmesi gereken yöntem sorunu ile ancak bir programa somutluk kazandırabilmek mümkün olabilir. Uygun siyasal ve örgütsel araç ve yöntemlerle uygulanmaya sokulmadığı sürece, en devrimci program bile sadece bir hiçtir.
TKP bir hiç olmuyor, TKP’nin Eylem Programı ile Kemalist politikalar birbirinin çok fazla uzağına düşmüyor. TKP- Kemalist burjuvaziye desteğini sürdürüyor, destek politikasının sadece gerekçesi değişiyor.
Nazım Hikmet ve arkadaşları, çok büyük ihtimaldir ki, destek politikasının sürdürülmesine ve gerekçesine itiraz ediyor, 1932 Eylem Programına karşı çıkıyor. Nazım Hikmet ve arkadaşları TKP’nin reformcu çizgisini onaylamıyor. Reformculuğa karşı çıkışın bir bedeli oluyor. N. Hikmet, ‘anti-Sovyet’, ‘hain’, ‘polis’ nitelendirmelerine maruz kalıyor, suçlanıyor. Suçlanıyor ve parti yönetiminde TKP’den ihraç ediliyor. Kemalist burjuvaziye verilen destek için eylem programı yetersiz kalıyor. 1937 yılına gelindiğinde, TKP’nin kendi kendini tasfiye ettiği anlaşılıyor.
Daha önceden yazıldı, 1930’lar TKP’sinin anti-faşist çizgisini ve oto-likidasyon kararını yerine oturtmak için tekrar etmek gerekiyor: Kemalist burjuvazi 1927 Komünist Tevkifatının siyasal ve örgütsel sonuçlarını altı yıl sonra devşiriyor ve örgütsel olarak TKP’nin saflarından Kemalizm’in saflarına transfer olan kadrolar, Kemalizm’in teorisyenliğine soyunuyorlar. Kemalist Hükümet, 1927 Tevkifatının sonucunu, 1930’lu yılların ilk yıllarında Kadro dergisinin çıkışı ile alıyor. 1930’lu yıllar, Kemalist Hükümetin aynı zamanda ‘serbest kapitalizm’den ‘devletçilik’e yönelişine tanıklık ediyor. Kadro dergisi devletçiliğin ve devletçi politikalarla kalkınma hamlesinin ideolojisini oluşturuyor. TKP, Kemalist devletçilik pratiğinde ve planlı ekonomiye yönelişte sosyalizmin hayalini görüyor, çok büyük ölçüde seviniyor. 1932-33 Eylem Programının çerçevesi ile Kadro politikaları arasındaki mesafenin epeyce azaldığı görülüyor. Eylem Programı ile Kadro çizgisi arasındaki farkı, TKP’nin sınıfların örgütlenme özgürlüğünü bir hak olarak savunması oluşturuyor. Kadro hareketinin belkemiğini oluşturan eski TKP kadroları, TKP’nin temel siyasal hattını terk etmiyor. Kadrocular doğrudan Kemalizm’in emrine giriyor. TKP ile Kadrocular arasındaki ayırım, ikinci olarak bu noktada ortaya çıkıyor. TKP, Kemalist burjuvazinin politikasını, yasadışı bir örgüt olarak dışarıdan destekliyor.
Örgütsel ayırım çizgisi, 1937’de sona eriyor. Partili fiili ömrünü 1937’de dolduruyor. Önceden yazıldı. TKP, anti-faşist evrensel görevlerinin öneminden kalkarak, Kemalist düzenin oturduğu ve yerleşmesini tamamladığı koşullarda, oto-likidasyon karan alıyor, örgütsel varlığına hemen hemen son veriyor. CHP ve yan örgütleri içinde faaliyet göstermeyi daha önemli sayıyor. CHP içinde, esnaf dernekleri, spor kulüpleri ve halkevleri gibi örgütler içerisinde eriyor. TKP’nin 1980 sonrasında yurtdışında yayınlanan kendi kaynakları Partinin bilinçli oto-likidasyon kararını doğruluyor.
1937’den itibaren anti-faşist Cephe, CHP içerisinde tek-örgütlülüğe dönüşerek, platonik bir konumdan çıkıyor.
Oto-likidasyon karan Parti içinde herhangi bir itirazla karşılanmıyor. Potansiyel muhalefet odaklan daha önceden yok ediliyor. Daha 1937’lere gelmeden önce TKP kendi içindeki uçları temizliyor, radikal N. Hikmet muhalefeti örgütsel olarak da Parti dışına çıkarılıyor. Muhalefet istenmiyor. TKP’nin örgütsel tasfiye hareketi Kemalist burjuvazinin fiziki tasfiye eylemi ile tamamlanıyor. 1938 Donanma Davası muhalefeti susturuyor. Nazım Hikmet hapsediliyor.
1937’lere gelmeden, TKP, Eylem Programı çerçevesinde zaman zaman ‘eleştirel destek’ politikasını sürdürüyor. Destek politikasına rağmen, CHP’den ayrı bir siyasal varlık olduğunu belirleme gereksinimi duyuyor. 1935-36’lı yıllarda seçimlerde bağımsız adaylar gösteriliyor. Orak-çekiç dergilerinde, gösterilen adayların isimleri yayınlanıyor. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, TKP’nin yıldız isimleri arasında sayılıyor. Adaylardan biri oluyor. 1937’lerden çok önce, 1932’de, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kadro Hareketinin anti-emperyalizmini, kapitalizme bağlanma olarak değerlendiriyor. Kadrocuları kuyrukçulukla suçluyor, Kadrocular için ‘fino’ ismini kullanmayı uygun buluyor.
Oto-likidasyon politikası çok kısa bir süre içerisinde sonucunu veriyor. 1937’lerin sonuna gelindiğinde, sadece bir örnek olarak, H. Kıvılcımlı’nın açık bir Kadrocu çizgiye verildiği görülüyor. Kemalist devrimin kazanımlarının pekiştirilmesi ve devletçiliğin savunulması mücadelesi, TKP yıldızlarının dolaysız politik görevi olarak beliriyor. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1937 sonunda yayınladığı ‘Demokrasi: Türkiye Ekonomisi ve Politikası Hakkında’ kapak başlığını taşıyan kitapçıkta, tasfiyeye uğratılan TKP’nin CHP içerisinde eritilmesine katkıda bulunuyor. Doktor, devletçilikle ilgili Kadro dergisinin görüşlerini olduğu gibi benimsiyor ve yazıyor. Y. Küçük Aydın Üzerine Tezler’in 5. cildinde, ikinci bölüm, ‘Demokrasi: Türkiye Ekonomi ve Politikası Hakkında’ kitapçığından aktarmalar yapıyor. Kitapçık İnönü-Bayar ‘anti-emperyalizmi’ne övgüler diziyor. Övgü dizmek için kaleme alınmış izlenimini veriyor. Kitapçık İnönü’yü ‘barış politikasının güvencesi’ sayıyor; ‘yoksul köylü koruyucusu’, ‘demokrat’ ve ‘devletçi’ olarak göklere çıkarıyor, İsmet İnönü’nün eksikleri de Celal Bayar tarafından tamamlanıyor. Bayar da ‘işçi dostu’ yapılıyor. Aynı övgüler 1950’li yıllarda Menderes için ve 27 Mayıs 1960 sonrasında da Milli Birlik Komitesi için tekrarlanıyor. Doktor Hikmet Kıvılcımlı, devlete dayanarak, çatışmak Bayar ve İnönü kliklerini uzlaştırarak, Kemalist Devrimin ve Kemalist devletçiliğin ‘ilerletilmesi’ne katkıda bulunmak istiyor.
Doktor Hikmet Kıvılcımlının teorik katkısı, savaş yıllarında Doktor Şefik Hüsnü’nün fiziki katkısı ile tamamlanıyor. İkinci doktor, Batı Avrupa’da yetkili bir Komintern görevlisiyken, savaşın en sıcak ortamında, ‘vatan özlemi’ne dayanamıyor ve Türkiye’ye dönüyor. Anti-faşist savaşıma doktor asteğmen olarak katkıda bulunmak için, askerlik görevine başlıyor, sürdürüyor. Askerlik görevini tamamladıktan sonra, savaş sonrasında, evinde yapılan aramada bulunan bir rapordan, 1940’lı yılların başında oto-likidasyon politikasının tamamlandığına inanan ve gençlik kesimine dayanan bir grubun partiyi yeniden örgütlemeye girilmesiyle TKP’nin, faşizme ve vurgunculuğa karşı Demokratik Mücadele Cephesi kurduğu anlaşılıyor. Savaşa katılmadan Alman yardımı alan ve Alman yanlısı bir politika izleyen Saraçoğlu Hükümetinin ‘faşizan’ politikasının eleştirilmesi, TKF’nin savaş süreci boyunca izlediği tek anti-faşist politika olarak kalıyor. Saraçoğlu kliğinin dışlanması ve CHP’nin de platonik Demokratik Mücadele Cephesi’ne katılması isteniyor. Anglo-Sakson dünyası ile Türkiye’nin ilişki kurmasının Türkiye’ye ‘demokrasi’ getireceği öngörülüyor. Önceden yazıldı, biliniyor, sadece tekrar etmek olacak: Savaş sonrasında Anglo-Sakson dünya ile ilişkiler pekiştiriliyor.
Batı Avrupa’daki gelişmelerden farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Savaş sonrasında Batı Avrupa Komünist partileri devrimi satarak, burjuvazinin yedek gücü olduklarını ispat ediyorlar, önce koalisyon hükümetlerinde yer atıyorlar, sonra dışlanıyorlar. TKP Avrupa ile birlikte Türkiye’ye de ‘demokrasi’ geldiğine inanıyor. TKP bünyesinde iki sosyalist parti çıkıyor. Çok kısa bir süre sonra ikisi de kapatılıyor.
TKP’nin ‘demokrasi’ yöneliminin değiştiği görülüyor. Savaş sonrasında ‘demokrasi’yi artık CHP’nin değil, yeni kurulan Demokrat Partinin temsil ettiğine karar veriliyor.
Ünlü 51 Tevkifatına gelinceye kadar, DP ile Cephe arayışları TKP’nin yeni anti-faşist demokrasisi yöneliminde ilk sırayı alıyor.

Ocak 1990

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑