Haberler-Mektuplar

Yakmak, Toplatmak
Dergimizin 10. sayısı da toplatıldı. “Gerici Emperyalist Demagoji ve Kürt Sorunu Üzerine” başlığını taşıyan başyazı toplatmaya neden oldu. İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından verilen toplatma kararma gerekçe olarak “milli duygulan zayıflatma propagandası ve ırk mülahazası ile halkı kin ve düşmanlığa kışkırtma söz konusu OLABİLECEĞİ’ ” gösteriliyor.
Dikkat edilirse buradaki “olabileceği” sözcüğü bir kesinliği değil, bir ihtimali bildirmektedir. Görüldüğü gibi bir düşünce ve fikrin açıklanmasının toplatma nedeni olabilmesi için bu düşünceden çıkarılan sonucun kesin olması gerekmiyor. O düşünceye bir suçun bağlanma olasılığının bulunması toplatmaya yetiyor. Açıklanması kesin olarak suç olan düşüncelerden başka suç olma olasılığı taşıyanlar da toplatmaya neden olabiliyor. O halde toplatılmamanın bir yolu var mı? İhtimallerin bile toplatmaya neden olabildiği bir toplumsal-siyasal ortamda toplatılmamanın güvencesi olabilir mi? Düşüncelerden bazıları kesin suç, çok büyük bir bölümü de suç olma ihtimali bölgesine girdiğine göre mayın döşenmeyen bir alan bulmak olanaklı mıdır? Bunun yanıtını tam olarak vermek herhalde zordur. Ama şu bir gerçek ki devlet ancak kendi resmi ideolojisinin savunulmasını çoğunlukla suç saymıyor. Gerçi kimi zaman bir devlet adamının ileri sürdüğü fikri halktan birisi ya da yayın organları savunsa suç sayılıp kovuşturmaya gidilmesine az rastlanılmamıştır. Örneğin Kürtlerin varlığından söz eden yetkili sayısı son yıllarda artmıştır. Ama halktan insanlar ya da ilerici devrimci demokrat yayın organları Kürtlerden söz edince “bölücülük” yapmakla suçlanıyorlar. Ya da Cumhurbaşkanı ve Başbakan gibi en tepedeki yöneticiler ülkede “Komünist Partisi” kurulabileceğinden bahsettiklerinde suç olmazken, dergiler aynı fikri savunduklarında “komünizm propagandası” yapmış oluyorlar. Şu halde siyasi rejim kendi düşüncesinden de korkuyor.
Kendi düşüncesinden bile korkan bir siyasi rejim başkalarının fikirlerine nasıl bakar? Ülkemizde en tehlikeli görülen suçlar hangileridir? diye bir soru sorulsa bunun yanıtı herhalde fikir suçları olacaktır. Bunun içindir ki cebinde bir bildiri bulundurduğu için yıllarca cezaevlerinde yatanlar ve akıl almaz işkenceler görenler az değildir. Yedi yüz yılı aşkın hapis cezasına mahkûm edilen yazı işleri müdürleri bizim ülkemiz zindanlarında yatmaktadır. Gün geçmiyor ki bir dergi toplatılmasın, dergi büroları basılmasın, dergi çalışanları, sahipleri ve yazı işleri müdürleri gözaltına alınmasın. Son olarak YENİ DEMOKRASİ dergisinin bürolarının basılıp eşyalara, kitaplara, fotoğraf makinesi, teyp ve ilaçlara bile el konulması, temsilcilerden bazılarının gözaltına alınarak işkenceden geçirilmesi, sahibi ve yazı işleri müdürünün evlerinin çelik yelekli otomatik silahlı timlerce sarılıp kapıların zorlanması bu türden saldırılara yeni bir örnek oluşturmuştur. Yine geçtiğimiz günlerde ÇAĞDAŞ YOL dergisi hiçbir gerekçe gösterilmeden toplattırılmıştır. HEDEF, 2000’E DOĞRU, ADIMLAR, EMEK gibi dergiler de son günlerde peş peşe toplatılan dergiler arasındadır.
İstanbul’da geçtiğimiz günlerde yaşanan bir olay da geniş tepkilere yol açtı. “Beyoğlu Kitap Günleri (89)” sivil faşist çetelerin saldırısına uğradı. Faşistler sergiyi ateşe verdiler, kitapları yaktılar ve tahrip ettiler. Mahkemeler kitaplar ve dergiler hakkında toplatma kararı veriyorlar, faşist çeteler de kitapları yakıyor, parçalıyorlar. Nerden geliyor bu kitap düşmanlığı? Kitaplar ve dergiler neden ortadan kaldırılmak isteniyor, toplatılıyor? Faşizm insanlığın yolunu aydınlatan ilerici düşünce ve sanat yapıtlarını yok etmeye çalışıyor. Gericilik kitlelerin gerçekleri görmesinden ye uyanmasından korkuyor. Egemenliğini, baskı ve diktatörlüğünü emekçi sınıfların aldatılması ve bilinçsizliği üzerine kuran burjuvazi, bu durumunu sürdürebilmek için kendi çıkarlarını temsil edenler dışındaki düşüncelere yasaklar getiriyor. Gerçekler kitleler arasında bir kez yayıldı mı sömürücülerin, soyguncuların ve onların uşaklarının oyunları bozulacak, maskeleri düşecektir. Bunun için egemen sınıflar kendi egemenliklerini pekiştirecek düşünceleri zorla kabul ettirmeye çalışırken, ilerici devrimci sınıfların düşüncelerini her türlü yöntemle engellemeye çalışmaktadırlar. Hele bizimki gibi emperyalizme bağlı yarı-sömürge ülkelerde işbirlikçi, tekelci burjuvazinin ilerici, devrimci, demokrat fikirlere hiç mi hiç tahammülü olmuyor.
Bu yolun çıkar bir yol olmadığını, kitap yakmakla, düşünceleri cezalandırmakla kaçınılmaz sondan kurtuluşun olmadığını, örneğin Hitler ve Mussolini’nin sonundan çok iyi görüyoruz.

Kazlıçeşme İşten Atmalara Direniyor
Netaş grevi ve izleyen grevlerin ortaya koyduğu bir gerçek, direnmek, mücadele etmek için yasal kısıtlılıkların bir engel olmaktan çıkarılabilmesinin olabilirliği idi. Yasaların kısıtlılık nedeni engellemek olsa bile, işçi sınıfı ve emekçiler kendilerini boyunduruk altında tutan yasal çerçevelerin içinde çaresizliği, çözümsüzlüğü yaşamak zorunda değildiler. Netaş grevi ile sendika ağalarının ve gericiliğin böyle bir çözümsüzlük duygusunu yaşatma çabalarına ağır bir darbe indirildi.
Sendikalar burjuvazi ile işbirliği yaptığı sürece, işçileri uyuttukları sürece ortada bir sorun yoktu. Ne zamanki işçilerin sendikaları, sendika yönetimlerini zorlamaları ve sıkıştırmaları sonucu kısmi de olsa haklar elde edilmeye başlandı işte o zaman patronlar için tehlike çanları çalmaya başladı. 12 Eylül önlemleri de bir işe yaramamıştı. Ne kadar budanmış olursa olsun işçiler haklarını sonuna kadar kullanmak için yine ayağa kalkmışlar, üstelik mevcut sınırlan da zorluyorlar, çiğniyorlardı. Bu gelişmeler kapitalist patronlar için korku, panik ve yeni önlemlere yönelmek demekti. Öyle de oldu. Patronlar en başta sendikalara ve sendikal çalışmalara karşı yeni baskı önlemlerini ve çeşitli manevraları uygulamaya koydular. İşçilerin sendikalaşmalarını önlemek ya da varolan sendika, eğer kısmen de olsa mücadeleci bir çizgi izliyorsa bu sendikayı tasfiye etmek için kolları sıvadılar. Sendikalar içinde işçi çıkarları doğrultusunda etkinlikler gösteren işçiler ya da sendika yöneticilerini işten attılar, tutuklattılar, işkence yaptırdılar. Çatısı altında mücadeleci işçilerin toplandığı bir kısım sendikaları ve şubelerini o işyerinde yetkisizleştirmek için her türlü yola başvurdular. Gerçi kapitalist patronların bu gibi saldırıları ve baskı önlemleri pek yeni sayılmazdı, ancak özellikle işçi hareketinin gelişkinlik ve yaygınlık dönemine girdiği son yıllarda sendikaları yok etmeye yönelik çabalar üst boyutlara çıkartıldı.
İstanbul’da Kazlıçeşme deri fabrikaları emek sermaye çatışmasının en yoğun yaşandığı yerlerden birisidir. Deri işçileri en kötü koşullar altında, dayanılmaz kokular içinde, can güvenliğinden yoksun olarak çalışırlar.
İlkel yöntemlerle çalışılması deri isçisini her an ölüm ya da sakat kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakır.
Kazlıçeşme’den Netaş’tan sonra 12 Eylül sonrasının en önemli grevlerinden biri yaşanır ve işçiler taleplerinin küçümsenmeyecek bir bölümünü elde ederler. Bu grev aynı zamanda Kazlıçeşme’de sonraları daha da gelişen mücadelenin önünü açıcı bir işlev görür deri işçileri patronların ve diktatörlüğün saldırılarına karşı mücadeleci ve boyun eğmez tutumlarını ısrarla sürdürürler, eylemlerini gün geçtikçe geliştirirler. Bunda Deri-İş Kazlıçeşme şubesinin payı büyüktür. İşçiler birçok güçlü ve nitelikle eylemi kendilerine doğru eylem hattı çizen sendikalarının çevresinde tek bir yumruk halinde birleştikleri için gerçekleştirebilmişlerdir. Son toplu sözleşme görüşmelerinde, işçilerin sendika çevresindeki birliğini gören patron^sendikanın taleplerini kabul etmek zorunda kalmıştır. Ne var ki sendikanın işçilerle böylesi bütünleşmesi, etkin eylemlerle hak kazanılmasını sağlaması, baskı ve saldırıları püskürtmesi patronları telaşa düşürmüştür. Bu defa olanca gayretiyle işyerlerinden sendikaya uzaklaştırmak ve sendikayı yetkisiz bırakmak uğraşına giren deri patronları çeşitli dalavere ve oyunlara başvurmuştur. Mesela başka bir yerde bulunan bir konfeksiyon vb. fabrikasıyla deri fabrikasının birleştirilmesi yoluna son zamanlarda sık başvurulur olmuştur. Amaç deri fabrikasında sendikanın yetki alması için yeterli olan üye oranını sendikasız işçilerin çoğunlukta olduğu bir durum yaratılarak düşürmektir.
Öte yandan patronlar kıdemli ve sendikalı işçileri işten atma yoluyla hem sendikalı işçi sayısını azaltmayı, hem de atılan kıdemli işçilerin yerine acemi işçiler almak yoluyla ucuz işgücü sağlamayı hedeflemektedirler.
Patronların işten atma ve diğer baskılarına işçiler dayanışma ile birlikte mücadele ederek karşılık verirler. Yükseller işyerinde 6, Has Deri’de 30 işçinin atılmasını protesto için 3000 kadar işçinin 2 saat geç işbaşı yapma eylemi patron açısından etkili bir uyarı oluşturur. Eylemden kısa süre önce sendika başkanı ve sekreteriyle birlikte üç işçinin de gözaltına alınmış olması, eylem sırasında gözaltı durumunun sürmesi eylemlerin yukardan aşağı sendikacılar tarafından değil, bizzat tabandaki işçilerce gerçekleştirildiğini gösterecek niteliktedir.
Yüksellerde atılan 6 işçi yemek boykotu ve yürüyüş gibi eylemler sonucunda geri alınırlar. Has Deri’de ise atılan 30 işçiden başka onları destekledikleri için 25 kadar işçi de işten atılır. İlk atılan 30 kişi için “kapasite düşüklüğü”nü gerekçe gösteren Has Deri patronu kalan 25 işçinin atılma nedeni olarak işyerinin kapatılmasını gösterir.
Oysaki atılmanın gerçek nedenini işçilerin sendikadan vazgeçmemeleri olduğu söyleyen patronun bizzat kendisidir. Bu çelişen açıklamalar basını ve kamuoyunu yanıltmak içindir. Nitekim kendileriyle görüşmek için gittiğimiz işçilerin tamamı patronun sözlerinin yalan olduğunu, gerçek nedenin işçilerin sendikayı bırakmaması olduğunu söylediler. Patron ise çekinmeden yalan söyleme rahatlığını buluyordu kendisinde.
Kendileriyle görüştüğümüz Has Deri’den atılan işçiler baskılar karşısında yılmadan mücadele edenlere has kararlılık ve coşku ile doluydular. Patronun onları işten atması yıldırmak bir yana mücadele azimlerini daha da bilemişti. Aralarındaki ilişki ve dayanışma daha da güçlenmişti. Arkadaşlarını desteklemek için işten atılmayı göze alan ve atılan işçilerin bu dayanışması oldukça anlamlıydı. İşçiler başka işçi kardeşlerinin bağlı oldukları, üyesi oldukları sendikalar hakkındaki olumsuz düşünceleri kendilerinin üyesi oldukları Kazlıçeşme, Deri-İş şubesi için taşımıyorlardı.
Aynı zamanda DERİMOD’un da ortaklarından olan Has Deri patronu 30 işçiden sonra onları destekleyen öbür işçileri de işten attığını bildirdiği gün işçiler fabrika içinde, sendika başkanının da katılımıyla bir toplantı yaptılar. Toplantıda işçiler, sendikalarının çevresindeki birliklerini güçlendirerek mücadeleyi sürdüreceklerim ve bu konudaki kararlılıklarını belirttiler.
İşçiler sendikanın broşür ve yayın gibi yollarla eğitim çalışması yapmasını beklediklerini söylediler. Sendikanın maddi durumunun şimdilik bu tür çalışmalar yapmaya uygun olmadığını bildiklerini ve en kısa zamanda bu problemin çözüleceğine inandıklarını anlattılar.

“Sendika Ağaları” Ya Da “Sendikal Bürokratlar” Üzerine
Yazının genel çerçevesi açısından, günlük dilde kullanıldığı biçimiyle “sendika ağaları” ya da “sendikal bürokratlar” hakkında kısaca da olsa bir açıklık getirmeyi uygun gördük.
Niteliği ve Tanımı:
Sendikal harekette işçi sınıfına karşı resmi ideolojinin güdümünde bir sendikal anlayışın temsilcisi olan sendikal bürokratlar ile burjuvazinin ortak öznesi: Varolan ücretli kölelik düzeninin devamıdır.
Bu anlayışta olan bürokratların, resmi kurumlarla direkt bir “amir-memur” ilişkisi bulunmamasına karşın (ki zaman zaman olabileceği hatırlanmalı), öz itibariyle bu ilişkiyi andıran konumda hareket etmeleri anlamında, adeta resmi otoritenin bir memuru işlevini üstlenirler.
Bu ilişki, tarafların bir araya gelmeleri olasılığı reddedilmemekle birlikte, sürekli bu tarzda olduğu biçiminde mekanik olarak kavranılmamalıdır. İdeolojik bağlamda yaratılan birlik böyle de bir zorunluluğu da gerekli kılmıyor. Çünkü sendikal bürokratlar, sınıfın “ekmek ve özgürlük mücadelesine” karşı burjuvazinin yanında tavır alır. Böylece kader birliği yaparlar.
Sınıf düşmanı bir konuma sahip bu bürokratların, kendi çıkarlarını korumaya çalışma gayretleri aynı zamanda burjuvazinin de çıkarları ile çakışır. Bu, işçi sınıfının mücadelesini bastırmak ve sınıf hareketini parçalamak için “gerekeni” yapmakla sağlanır.
İşlevi bu olan bürokratlar, sendikal yaşamda sınıfın kitlesel denetimini engelleyip sendika içi demokrasiyi yok ederler. Bunun sonucu olarak da azınlığın burjuvaziye destek veren keyfî davranışları hâkim kılınır.
O sebeple sendikalar, işçilerin tartışma ortamının olduğu sosyal mücadelenin birer kurumlan olmaktan çıkmakta ve bürokratların “ideolojik ve iktidar” tekeline girmektedir. Sonuçta bürokratlar, tek otorite durumuna gelmekte ve o sebeple işçilere, sınıfın “ekmek ve özgürlük mücadelesi” ve anlayışı yerine resmi ideolojiye kul olma inancı ve bilinci aşılanmaktadır.
Özellikleri:
Sendikal bürokratlar, ayrıcalıklarının ve çıkarlarının bilincinde olduğundan; bunları korumak amacıyla her yolu ve yöntemi benimseyip kullanımına başvurur. Bununla işçi sınıfının “ekmek ve özgürlük” mücadelesi karşısında sermayeye olan vefa borcunu öder; burjuvaziye hizmette kusur etmezler. Bu sebeple, varolan ekonomik ve siyasi sistemde sömürü çarkına orda aldıkları yahut burjuvazinin verdiği tak olurlar ve bu, hizmetleri karşılığı sus payları aracılığıyla sağlanır. Varlıklarını korumak esas amaç olmasından, bunun gereği her şeyi yapmaktan geri kalmazlar, özellikle kongreler öncesinde yapılan delege seçimlerinde, tüm “marifetlerini” sergileyip, koltuklarını koruma gayreti gösterirler.
Kısaca, özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Sendikal bürokratlar her ne pahasına olursa olsun koltuklarım kaybetmek istemezler.
2- Koltuklarından kaynaklanan konumlan onlara maddi ve sosyal ayrıcalıklar sağlar. Maddi ayrıcalıklar, bürokratın sendikadan ya da sendikayı kullanmak suretiyle işverenden/sermayedardan sağladığı nakdi ve ayni yardımlardır. Ve bu, belli bir tüketim alışkanlığı ve sosyal prestij kazandırdığı için, sosyal konumunda yükselme güdüsü yaratır. Bunlardan bir tanesi de, seçimlerde bir partiden aday olması ve kendi tabirleriyle “işçilerin ekmek kavgasını” mecliste sürdürmenin temsilcisi olurlar.
3- İçinde bulunduğu konumu savunacak bilinci geliştirir ve benimser.
4- Sendikal bürokratlar, ücretli kölelik düzeni içinde, çalışma koşullarından doğan sorunların olabilecek çözümünü benimseyen bir sendikal anlayışı esas alır. Bu sebeple, çözüm gayretini resmi otorite ve işverenle işbirliği yapan; toplumsal gücü devre dışı bırakan yöntemi benimser. Onun için uzun erimli bir mücadele programı yerine günlük politikayla burjuvazinin nimetlerinden yararlanırlar.
5- Sendikada varlığını tehlikeye atan her türlü muhalefete karşı olurlar.
Kaynaklan Nelerdir?:
Sendikal bürokratların hangi temelde geliştiği ve güç olduğu konusunda:
1- Ekonominin gelişmesine ve işçi sınıfının nicel olarak büyümesine bağlı olarak, işçi sınıfı içinde oluşan toplumsal bir tabaka olan işçi aristokrasisinin varlığı ile toplumsal bir temel bulur.
2- Çalışma hayatını düzenleyen mevzuattan kaynaklanan sebepler; genel anlamda yazılacak olursa, sendikal örgütlenme özgürlüğünü ve faaliyetini sınırlandıran ve düzen sınırları içinde sorunların çözümü olarak sunulan yasal hükümlerin yer alması, bürokratların oluşmasının başka bir sebebi olur.
3- Çalışma hayatıyla ilgili sorunların, varolan ücretli kölelik düzeninde çözümünü savunan ve onun için işverenle/sermayeyle işbirliği yapmayı esas alan sendikal bürokratlar bu sendikal anlayışın varlığı temelinde yasama gücü bulurlar.
4- Sendikal bürokrat olmanın yaşamda yarattığı ayrıcalıklara ulaşmak amacıyla, sendikacı olmayı benimseme.
5- Sınıfın mücadelesinin boyutunun zayıflığı, bu, bürokratların palazlanmasının bir başka sebebidir.
Panzehir Sınıfın “Ekmek Ve Özgürlük” Mücadelesi Bütünselliği:
Neden ekmek mücadelesi?
Sendikal bürokratlar her ağızlarını açmada: “Bizim davamız ekmek kavgası olup, bunun için varız” derler. Fakat toplu sözleşmelerle sağlanan ekonomik hakların, burjuvazinin izlediği ekonomi politika sonucu kısa zamanda nasıl yok olduğunu dikkate almazlar. Almak da istemezler. Çünkü devamında, “nasıl korunabileceği” sorusu önem kazanır.
Çalışanların yaşamlarını sürekli kılabilmesi için beslenmeye ihtiyacı var. Onun için de varlığını sürekli kılacak imkâna kavuşması için mücadele etmesi zorunluluğu doğar. Günlük diliyle “ekmece mücadelesi” verir. Bu gerekli ama yeterli olduğu söylenemez.
Ekonomik kazanımların elde edilmesiyle her şey bitiyor mu? Korunması ve geliştirilmesi nasıl sağlanabilir?
Neden Özgürlük Mücadelesi?
İşçilerin sadece ekmek mücadelesi yeterli olamaz. Çünkü yukarıda sıralanan soruların cevaplandırılması halinde, özgürlük mücadelesinin neden gerekliliği olduğu anlaşılır.
Özgürlük bireysel bir olgu olmayıp, toplumsal bir olgu olması sebebiyle, özgürlük mücadelesi bir sosyal sistem, yani Sosyalizm istemiyle çakışır. Bu emeğe dayanan ekonomik ve siyası bir düzen Sosyalizm için mücadelenin verilmesini zorunlu kılar.
Her iki mücadelenin bütünselliği:
Ne salt ekonomik, ne de salt özgürlük mücadelesi verilmelidir. İkisinin bütünlüğü bir zorunluluktur. Birincisine sığınma bilinen adıyla, ekonomist bir mücadeleyi benimsemedir.
Bütünselliğin olmamasının anlamı, mevcut ücretli kölelik düzeninin devamını onamıdır.
Bütünsellikte mücadelenin esas yönü özgürlüğü kazanmak olmak kaydıyla, ekmek mücadelesi geri planda kalır. Çünkü ekonomik hakların ve kazanımların kalıcılığı özgürlük mücadelenin zaferine bağlıdır.
Emeğin ekonomik ve siyasal düzeni bu bütünselliği sağlayan mücadelenin ürünü olup; bu da, sınıfın öncü müfrezesi Partisi önderliğinde verilir.
Bu mücadele anlayışıdır ki, sendikal bürokratların varlık koşuluna son vermeyi esas alır.

Bir Konferans Haberi
İşçiler, Emekçiler, Gençler, İlerici Aydınlar, Devrimciler Yoldaşlar;” diye başlıyor elimize geçen ve TKP/ML III. Konferansı’nın toplandığını duyuran broşür. Belgede, konferansın, Türkiye toprağında, saygı duruşu ve Enternasyonal marşının okunmasıyla başladığı, tartışmaların 1 hafta sürdüğü ve sonuçta, program tasarısının, Türkiye’de komünist hareket ve komünistlerin birliğinin, gençliğin sorunları ve “Genç Komünistler Hareketi’nin, işçi sınıfı hareketinin, kadro politikasının ve tüzük değişikliklerinin ele alındığı belirtiliyor. Konferans genel değerlendirmesine ilişkin olarak söylenenler şunlar:
“Bir yıl ertelenen 3. Genel konferansımızın, 2. Genel Konferans’ta kararlaştırılan tezlere dayalı olarak, 2. Merkez Komitesi tarafından hazırlanan program tasarısını ele alıp tartışması ve hareketimizi bağlayan bir program tasarısı olarak kabul etmesi, örgütümüzün tarihinde ilk kez gerçekleşen büyük önemde bir olay.”
Konferans kararlarının en önemli bölümlerinden birini Türkiye’de komünistlerin birliği konusunda alınan karar oluşturuyor. Bu konuda önceki konferansı faaliyetlerinden ve bu konunun öneminden söz edildikten sonra şu görüşlere yer veriliyor:
“3. Genel Konferans… ülkemizde, TKP/ML Hareketi, TKİH, TİKB, ve TDKP’den oluşan komünist hareketin oluşumunu ve evrimini tartıştı, bu dört örgütten oluşan komünist hareketin bir örgüt çatısı altında, Marksist-Leninist teoriye dayalı olarak Marksist-Leninist bir program ve strateji üzerinde ilkeli birliğini sağlamak için savaşım verme görevini saptadı, perspektifler üzerinde durdu. (…) Ülkemiz komünistleri birlik istiyor, ülkemiz işçileri komünistlerin örgütsel birliğini istiyor; proletaryanın yakın gelecekte daha geniş çaplı ve sert kavgası öncü örgütün hazırlanmasını gerektiriyor. (…)
“3. Genel konferansımız, hareketimizin, komünistlerin birliği için savaşıma hazır olduğunu, kendi payına bu kavgayı omuzlayacağını ilan ediyor ve tüm komünistleri, komünistlerin bir tek örgütte ilkeli birliği için mücadeleye çağırıyor.”
İşçilere ve işçilerin bu yıl yükselttikleri mücadeleye büyük önem veren konferans, bu konuda şu tespiti yapıyor:
“Bahar dalgasıyla işçi sınıfı ülke gündemine dururken, ücret politikasında hükümete geri adımlar attırdı. Daha da önemlisi işçi sınıfı, savaşım alanlarını genişletti. Geniş işçi ve halk yığınları arasında kavga bilinci uyandırırken durgunluk döneminin etkilerini de önemli bir oranda temizleyici oldu. Devrimci güçlere de cesaret verdi. Olaylar, işçi sınıfı saflarında radikalizmin yayılmakta olduğunu, sınıfın hareket halinde olan kesimleri arasında reformizmin ve revizyonizmin etkileri zayıflarken, devrimci propaganda ve ajitasyona ilginin yükseldiğini gösterdi.”
Merkez Komitesi’ni seçtiğini ve tüzük değişikliği önerilerini görüştüğü belirtilen konferans; Kültler üzerindeki milli zulmü protesto ettiğini, Kurt ulusal savaşımıyla omuz omuza olduğunu; ülkemiz devriminin onuru özgürlük tutsaklarının faşist diktatörlüğe karşı direngen savaşımım bir kez daha selamladığım; gelişmekte olan ilerici kadın hareketini genel demokratik hareketin yeni koşullarda önemli bir parçası olarak değerlendirdiğini ve bu hareketin devrimci bir çizgide geliştirilmesinin önemi üzerinde durduğunu, Gorbaçov’Ia birlikte Rus modern revizyonizminin en gelişmiş biçimine ulaştığım ve buna karşı mücadelenin güncel önemim vurguluyor.

Cezaevindeki Baskılar Yunanistan’da Protesto Edildi
Eskişehir Cezaevi’nde başlayıp daha sonra bütün cezaevlerinde yoğunlaşan açlık grevi nedeni ile Yunanistan’daki TDKP taraftarları A.Ajansı’nı işgal ettiler. 17.8.1989 Perşembe günü saat 12.30 sıralarında on (10) kişilik bir grup Türkçe ve Yunanca yazılmış pankartlarla A. Ajansı bürosuna girdiler. Buradakileri etkisiz hale getiren TDKP taraftarları kapıları kapatarak Yunanca ve Türkçe sloganlar haykırmaya başladılar. “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek”, “Kahrolsun Cunta”, “Kahrolsun Faşist Diktatörlük”, “Kürdistan’daki sürgün ve kıyımlara son” vb. sloganlarla çevreye haykırdılar.
Çok kısa bir süre sonra binanın etrafında Yunan polisi tedbir aldı.
AA bürosunu işgal edenler işgal ile birlikte Ajanslara, Türkiye’nin Atina Konsolosluğu’na, A. Ajansı Merkez bürosuna teleks’le “Biz Atina’daki TDKP taraftarları Türkiye’deki cezaevlerindeki açlık grevini destekliyor, cezaevindeki baskılan lanetliyoruz” mesajını ulaştırıyorlardı.
Olay üzerine işgal edilen A. Ajansı bürosuna Yunanistan basını ve Televizyon Kurumu çok kalabalık bir grupla geldiler. İçeriye alınan televizyon ve basın muhabirlerine protestolarını anlatan bir açıklamayı veren TDKP taraftarları daha sonra binayı kendiliğinden terk ettiler.
Yunanistan televizyonu ve basını olayı çok geniş bir şekilde duyurdu.
Aynı zamanda Yunanistan’daki diğer Kürt ve Türk mülteciler THY bürosunu işgal ederek ve Türkiye Konsolosluğu’na yürüyüşle protestolarda bulundular.
S.TOPRAK – ATİNA

Kütüğünde yazar ki; Adı: İnkılâp Soyadı: Dal Doğumu: İzmir, 1960
Uyruğu: Başbakanı; ameliyatları, ameliyatlarının kontrolleri, göz muayeneleri için yılda birkaç kez ABD’ne giden bir ülke
Hal ve gidiş: Devrimci
Ölümü: Tedavi edilemez safhada kan kanseri, Paris-St. Antoine Hastanesi, 22 Ağustos. 1989.
Paris’teki St. Antoine Hastanesi’ne gittiğinde 30 kiloya düşmüştü İnkılâp Dal. Doktorlar, tahlil için hücre bile alamamışlardı. Vücudundan ama hiçbirinin aklına, “Nerede kalmışsın be çocuğum, insan bu hale gelinceye kadar bekler mi?” demek gelmedi. Çünkü biliyorlardı. İnkılâp Dal’ın, pasaport verilmediği için geciktiğini, ölüme mahkûm edildiğini biliyorlardı. İki ay önce gelse yaşama şansı en az yüzde 50 olan İnkılâp Dal’ı artık kurtaramayacaklarını biliyorlardı. Biliyorlardı, ama acaba anlıyorlar mıydı?
29 yaşında bir gence, siyasi bir davadan aldığı 5 yıllık hapis cezası nedeniyle aylarca pasaport vermeyen, gecikirse öleceğini bile bile vermeyen bir devleti anlıyorlar mıydı? İnsanların düşünmesinden ölesiye korkan ve on binlerce kişiyi hapishanelere doldurup düşünmeyi engelleyebileceğini sanan bir devleti anlıyorlar mıydı? Ya, İnkılâp Dal’ın, “Yüzde 15 yaşama şansım olduğu söyleniyor. Onu da Hamdullah Erbil’e veriyorum” deme gücünü nereden aldığını anlayabiliyorlar mıydı?
O doktorlar, bu devlet, İnkılâp Dal’ın öldüğünü mü sanıyorlardı?


Cezaevindeki Direnişler Yurt Dışından Da Desteklendi

Cezaevindeki siyasi tutukluların açlık grevine giderek başlattıkları ve günlerce süren direnişlerine yurt dışındaki devrimci, demokrat kişi ve kuruluşlar da destekte bulundular. F. Almanya’nın Bonn kentinde 8 tane siyasi örgütün başlattıkları açlık grevine 150’nin üstünde katılım oldu ve daha sonra bu eyleme bağlı olarak Bonn’da aynı hafta sonunda 4000 kişinin katıldığı bir protesto yürüyüşü yapıldı. Coşkulu geçen protesto yürüyüşü boyunca, “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek”, “Zindanlar Boşalsın-Tutsaklara Özgürlük”, “Yaşasın Uluslararası Dayanışma”, “Doğudaki Katliama Hayır” vb. sloganları atıldı ve daha sonra yapılan mitingde Almanca, Kürtçe ve Türkçe konuşmalar yapılarak gerek Kürt halkına yönelik katliam ve gerekse zindanlardaki siyasi tutuklulara yönelik yapılan baskı ve terör teşhir edildi.
Bunun yanı sıra Almanya’nın başka birçok kentinde olmak üzere tüm Avrupa çapında dayanışma eylemleri (sergi açma, protesto kartı yollama, imza toplama, miting, yürüyüş, konsolosluk işgal etme vb.) yapıldı.
Tüm eylemler boyunca demokratik kamuoyunun büyük bir duyarlılık gösterdiği ve burjuva basınının günlerce yer verip gündemine aldığı gözlendi. Devrimci kuruluşlar arasında da eylem birlikleri oluşturulup günü gününe çeşitli eylemler düzenlendi.

DİE GRÜNEN İn Der Bürgerschaft

F. Almanya Yeşiller Partisi, Başbakan T. Özal’a protesto telgrafı çekerek, siyasi tutuklulara yapılan insanlık dışı uygulamalara derhal son verilmesini ve her türlü temel insan haklarına harfiyen uyulması isteminde bulundu.
Yeşiller, gerek basın açıklamalarında gerekse başbakana çektikleri protesto telgrafında, “3 Ağustos günü Eskişehir’de olan olayları büyük bir nefretle öğrenmiş bulunuyoruz. Açlık grevindeki siyasi tutuklulara yapılan bu insanlık dışı uygulamalara derhal son verilmesini istiyoruz. İnsan haklarına saygı göstermeyen bir hükümetin “demokratikleşmeden” söz etmeye hakkı yoktur.” diyerek, tutuklulara derhal her türlü bakım ve yardımın yapılmasını da talep ettiler. İvedi olarak ayrıca Türkiye’ye bir de heyet gönderen Yeşiller, “Adalet Bakanı’nın bu yaptıklarının bundan böyle de peşini bırakmayacaklarını” ileri sürdüler.  


Sinemacılar Beyefendiyi Bekliyor
Perdeci – Mehmet ESATOĞLU

Perdeci Beyoğlu’ndan Taksim’e eski bir skoda otobüs gibi oflaya oflaya çıkmaya çabalıyordu. Ağustos ve yaz veda etmek niyetinde olsalar da, havanın sıcaklığı onları yalanlıyordu. Perdeci bu anlamsız sıcağın nereden geldiğini anlamak istercesine kafasını göğe doğru kaldırdı, gözlerini güneşle kırpıştırırken fısıltı ile sordu; “Hafif sonbahar esintileri nerelerdesiniz?”
Bu esinti, “muhabbeti” görüntü anlamında şöyle gerçekleşiyor: Adamın biri Taksim’in orta yerinde durmuş göğe bakıyor. Yanından gelip-geçen birkaç meraklı -aslında hava durumu uygun olsa- durup birlikte bakacaklar, gel gör ki sıcak asla buna izin vermiyor. Bu bakışın uzatma dakikalarında iriyarı takım elbiseli, saçı bol jöleli biri durduğu yerin uygunsuzluğunu anımsattı Perdeci’ye.
Gümm… Öyle bir çarpmaydı ki bu yediği darbeyle az daha anıt çimenleri üzerinde “Taksim’e cami gerekliliği”ni anımsatacak bir eylem yaptıracaktı. Çarpılan, bu eylemleri yaparken çarpan -zaman darlığından olsa- dönüp özür dileyemeden yürüyüşünü sürdürdü.
Perdeci, bütün hırsıyla “Taksim’e bu dozeri kim soktu!” diye bağırınca, adam ani frenle durdu, döndü. Dönmesiyle de Perdeci’nin yüz ifadesi birden değişti. “Ayı oğlu ayısı Bodrum’larda dolana dolana yürümesini mi unuttun!” Adam: “Peki ya sen, ne diye İstanbul’a yarın gelmişler gibi yolun ortasında duruyorsun?” “Ben”, dedi Perdeci, “deliğe bakıyordum. Fazla hararet yapıyor da.” Adam anlayamadı, “Hangi deliğe, bulunduğumuz yer malum.” “Edepsizliği bırak” dedi, Perdeci “Ben şu yukarıdaki yırtım pırtım delikten söz ediyorum, müthiş hararet yapıyor. Bu arada anlayamadığım şu korkunç ısının orta yerinde takım elbiseyle gezen kimi kerizler.” “Evet”, dedi adam, “Karşınızdaki keriz, takım elbiseli ama bazı başka kerizleri tezgâha almak üzere cilalandı bu gövde, bu saçlar.” Perdeci, “Ticari bazı üçkâğıtlar mı?” diye sordu. “Sayılır, ancak karşımızda şahıs yok, devlet var.” Perdeci, “Eyvah”, dedi “En yakın dostlarımı da ihale mafyasına mı kaptırdım. Oğlum, sen sinemacı değil misin ne işin var…” diyemeden, “Ah, Perdeci” dedi adam, “Dünyadan, bazı durumlarda bihaber Perdeci, neler oluyor, neler dönüyor piyasada, pek tabii sinema piyasasında. Buruşturma yüzünü piyasa deyince. Batıyoruz Perdeci. Sinema bitiyor. Bırak kaşlarını çatmayı. Biter sinema, biter. Yazıhaneler kan ağlıyor Yeşilçam’da. Filmler daha çevrilmeden maliyet hesaplarıyla batıyor. Video’ya sarıldık bir zaman, o da yürümedi. Son şansımız renkli camdan iş kapmak, gel gör ki orada da rüşvetçi takımı bize iş vermiyor, verse de bütçeler nanay. Peki, ne yapmalı bu durumda, yalnız hesap yap da düşün. Buna sinema derler, tiyatro gibi iman gücüyle işlemez. İlk merhaba bir çın sesiyle başlar.”
Perdeci bu gösteriyle karışık söyleve önce gülümsedi. “Bilirsin, benim piyasa işlerine pek aklım ermez. Ben dökülmekte olan saçıma, eskimiş kafa kâğıdıma rağmen merhaba ile çınn sesi ilişkisini anlayamıyorum.
Adam, hınzır bir ifadeyle “Gel, seni bu ilişkiyi sıcak sıcak yaşayacağın bir yere götüreyim” dedi. “Gelmem”, dedi Perdeci, “Bu sıcakta hiçbir yere gelemem. Bak gökyüzüne, bu delik var ya bu delik sonunda büyüyecek, yakacak ortalığı. O zaman ne senin Yeşilçam sokağın kalacak, ne de içindeki envai tür çürük kokan şirketleri.” Adam ısrarlıydı. “Bak Perdeci, bugün bizim hayat-memat günümüz, sen de gel. Senin ağzın iyi laf yapar. Her gün bir yığın eleştiri yapıyorsun. Hadi bugün de bizim için biraz çene yap. Ne demişler?.. Emek harca ki eleştiriye hakkın olsun.
Perdeci hayırlı işin içyüzünü öğrenemeden anlı-şanlı bir otele doğru yürümeye başladılar. Otele yakın kimi yönetmenlere rastladılar. Onlar da grand-tuvalet otele geliyorlardı.
Salona girdiğinde, Perdeci şaşkınlıkla sağa sola bakındı. Tüm “sinema dünyası” adeta oradaydı. Herkes ellerini önde kavuşturmuş gözleriyle kapıyı göz hapsine almıştı. Ve kimse birbiriyle ilgilenmiyordu.
Girişte kalabalıktan kimileri içtenlikle selamladı Perdeci’yi. Kimi resmi kokteyl gülücüğü yolladı, kimi de resmen baş çevirdi. Perdeci, merhaba’ların paranın çınn etmesiyle hayat kazandığı bir ortamda bütün bu tavırların ani değişebilirliğini düşündü bir an. Şu köşede görmezden gelen adam bir sabah kulağında çınn sesleriyle yaklaşabilir yanına. Vaaay baba!
Salondaki uğultular birden dalgalandı, çünkü merdivenlerde anlı-şanlı starlar güründüler. Bunlar, bazen esen rüzgâra göre koyu birer milliyetçi, bazen alabildiğine halkçı, bazen koyu bir radikal pozuyla beyaz perdenin dışında da oynarlar. Hiç kimse 1 Mayıs alanında slogan atan anlı-şanlı starın koyu ırkçı motiflerle dolu bir filmde canla başla oynayışım izah edemez. Bu tartışmaların sonu şöyle biter: “Ben profesyonelim!”
Starlar patron öpücükleri resmigeçidinden geçerek salona yönelirken gözler yeniden kapıya yöneldi.
Perdeci bu ilginç kalabalığın bekleyişindeki gizi çözebilmiş değildi. Birlikte geldiği takım elbiseli dostunu aradı bir ara gözleri. Az ilerde bir kalabalığa dalmış, gözü kapıya takılmış yazıhane sahibi sinemacı ağababaları güldürmeye uğraşıyordu. Başka bir tanıdığı gördü Perdeci, yanaştı kısa bir hoşbeşten sonra “Neyi bekliyoruz burada?” diye soruverdi. Beriki hayretle, “Haberiniz yok mu? Beyefendi’yi bekliyoruz.”
Beyefendi’yi bekleyenlerin şarkısı:
Bugün burada, bu saat
Biz sanatın patronları
Giyindik erkenden grandfaça
Beyefendiyi bekliyoruz
Bu belki de bir gelenek
Eski padişahım çok yaşacılıktan
İnşallah densiz biri çıkıp da
Senden büyük Allah var demez
Geleneğe uymak için
Çok sayın beyefendi’ye
Beyefendi sanatın yeni başı
Nasıl gelmiş bilinmez
Eskiden “Kültür denince elim
silahıma gidiyor” diyen
Bir görüşün devamcısı
Şoförü anlatıyor eskiden
Birlikte olduğu kimliği belirsizler
Ellerinde zincir, bellerinde browning
Çıkarılmış insan avına.
Kurbanlarına son söz hakkı bile tanımadan
Ama ne garip
Bu adam şimdi geliyor
Sinemayı kurtarmaya, bizleri ihyaya
Kurtarmaya mı, batırmaya mı
diyenler de var
Tereddütsüz içimizde, hatta
oynayanlar var.
Bu konuda
Yazı ya da tura!

Acaba bu iğrenç oyunu yemeyecek var mıydı bu salonda, nesli kalmış mıydı? Varsa oranı yüzde kaçtı? Beyefendi’nin gelişi geciktikçe küçük küçük yakınma koroları uğuldamaya başladı:

kır saçlı kibar adamın giriş şarkısı:
Sayın davetliler
Ortalık cehennem gibi
Oysa biz burada, bu klimalı bahar havasında
Dilerseniz biraz deşelim gerçekleri ortaya
Ben Beyoğlu’nda
Nesli iyice azalmış
Bir yaratık
Adım Sinemacı, Soyadım
Yapımcı
Yani…
Yapım yapan Sinemacı
Hollywood’luların dediği gibi
Sinema yapımla başlar
Yine yapımla biter
Ama bugün
Yeşilçam’da Son durum

YAKINMACILAR KOROSU
Vah… Vah… Vah…
Vah… Vah… Vah…
Sinemamız enfarktüs olmuş
Sinemamız soluksuz kalmış
Tekliyor babam tekliyor
Salonlar önce boşalıyor
Sonra kapanıyor birer birer

YAKINMACILAR KOROSU –
Vah… vah… vah…
Vah… Vah… Vah…
İşte sayın davetliler
Size anlatsın son vaziyeti
Anlı-Şanlı büyük star

En büyük starın şarkısı
Ben, evet ben yıldızların en yıldızı
Gazete ben, TV ben
Yani özetle
Varsa ben, yoksa yine ben
Diye yıllar tükenirken
Birden kapım-telefonum çalmaz oldu.
Sinema dar boğazda anlıyoruz
Peki ya ben?
Ben her gün buruşuyorum
Gelmez böylesi kırk yılda bir bile
Hayır üzüntüm değil kendime
Acıyorum vatana millete

Kel kafalı uzun boylu adamın şarkısı
Ben eski bir yazar
Yoldan çıkıvermiş
Namım bir gavur filminden
Beş ayrı senaryo yazmakla başlar.
Bu iş böyle gitmez
Çekmezseniz film,
Ben nasıl geçineyim
Tam su alırken tekne
İmdada yetişti bir gazete
Erotik bir çizgi romana
Söz yazacağım inşallah
Böyle yırtacağım

YAKINMACILAR KOROSU
Vah… Vah… Vah…
Vah… Vah… Vah…
Cingöz yönetmenin şarkısı
Ben sekiz günde
Sekiz film yapan
Eli çabuk yönetmen
Sanattan hiç hoşlanmam
Ama
Yüzlerce film yaptım
Ödül bilmem aldım
Her ortama uyumluyum
Kovboy desen çektim
Melodram
Porno
Kan davası
Yani her cins numara
Evet baylar lütfen
İş yok mu bu cambaza

Vah vah korosu sürerken son sözleri söylemek ve birkaç kürek toprak atmak üzere mezara yaklaşan adam tavrı ile biri çıktı ortaya; “Ey sinemacılar, bırakın vahlanmayı. Biz yalnızca kendi kendimize vahlanmadık. Saygıdeğer basınımız yanlış anlayacak. Birçok çözümler aradık. Sayın Beyefendi’nin kurduğu kabine bizim işlere bakacak kişiyi tayin eder etmez koştuk yapıştık eteklerine. Başladık ağlaşmaya sızlaşmaya. Karşımızdaki Beyefendi’nin adamı müteessir oldu bu durumda. Önünde eğilenler, gerdan kıranlar, kalça oynatanlar; yıllardır beyaz perdede seyrettikleri. Hatta geçende bir kargaşa oldu, hep kötü adam oynamış biri başlamaz mı ön sırada şaklabanlık yapmaya. Beyefendi bir sinirlendi, kaşlarını çattı. “Sen” dedi, “bre hınzır, kötü adam değil misin?” Kötü adam oynayan daha da alçalarak “Evet efendimiz, haklısınız kötü adamım ama unutmayın ki; benim de karnım acıkır.”
Beyefendi’nin adamı sonunda ahu bakışlı starların bakışlarına dayanamaz, başlar yoksul halkın vergisiyle şişirilmiş keseden ihsan dağıtmaya. Yazıhane sahipleri heveslenirler ve fısıldaşırlar aralarında “Kazıkladık kerizi”. Son gelişmeler iyi gidiyor derken baş Beyefendi birden değiştirir adamı. O sinemanın dertleriyle yanıp tutuşan adamlar görevden alındıkları günün ertesi günü selam bile vermiyor insana, dolanırken başkent sokaklarında. Bizde azim tükenir mi, asla! Toplanıyoruz, gidiyoruz yeni Beyefendi’nin eteklerine. Olaylar gene aynı. Geçen gün, bıktık bu oyundan, toplandık gittik esas Beyefendi’nin yanına. Hani şu sabah erken kalkıp yönetimi ele alana.
Adam da dertli değil miymiş Sanat’tan yana, o yakındı, biz yakındık. Adam haklı, ressamın biri bir gün manazara, çıplak kadın ya da meyva yığını çizeceğine kalkmış eşcinselliği resmetmiş. Esas Beyefendi bu tabloyu görünce, dayanamamış ibneliğin böylesine. Almış çöpe atmış tabloyu. Kimi kendini bilmezler diline dolamış bu öyküyü. Esas Beyefendi sövdü, biz alkışladık. Hatta biz ona fırsat vermeden ağız dolusu sövdük, eskiden sinema yapmış ve sözüm ona dürüst kalmayı başarabilmiş bilcümle ustaya.
Destek istedi bir yönetmen esas Beyefendi’den. “Ben” dedi, “Beyefendi, lümpen gençler dışında bir film çekmedim, o zamanlar. Son çektiğim filmi bilirsiniz. Hani bir adam var otelde kâtip, bir karı geliyor otele de bir daha gelmiyor. Adam bütün film o karıyı bekliyor. Ben böyle bir sanattan yanayım.” Esas Beyefendi’nin gözleri doldu, ağladı. Alnından öptü, “Aferin evladım, bu memlekette kurtulacaksa eğer sinema, konuları böyle sanat dolu olmalı. Geçenlerdede böyle bir senaryo okudum ve ağladım. Adamın biri bacak kılına düşkün, sonra finalde gırtlağını keserek intihar ediyor.” Bu coşkun ağlamanın sonuna doğru Esas Beyefendi ayağa kalktı ve haykırdı:
“Ey sinemacı, kalk ve ilerle, bir yaz günü başkentten geçtik kafilelerle.” Esas Beyefendi’nin saldığı buyruklar eteklerini tutuşturdu alt Beyefendilerin.
Başkentte Esas Beyefendi’nin yanından kafilelerle çıktığımız gün karar verdik, kutlamayı bir lokantada yapmaya. Dizilmişiz, arabalar sıra sıra. Caddede trafik felç. Bekledik bekledik. Sonunda Büyük Patron atladı aşağıya. Esas Beyefendi’nin de yanından çıkmanın getirdiği hırsla bu düzeni düzenlemeyeni haşlamaya.
Caddenin orta yerine geldiğimizde, bir de baktık ki yolu tıkayan kadınlar oturmuşlar caddenin ortasına türkü söylüyorlar, özgürlük aşkına ölüme yatmış evlatlarına destek olmaya. Büyük Patron çok kızar böyle kadınlara. “Doğurmasaydınız böyle evlat” kompozisyonu ile haykırdı. Kadınlar, kadınlar açın yolu yoksa geç kalacağız yemeğe. Baştan ayağa karalar bağlamış bir kadın yaklaştı Büyük Patron’a, “öfkelenmeyin efendim” dedi, “öfkelenmeyin”. Biz size geçmeyin demiyoruz. Oturduk buraya, bekliyoruz duyarsızlık bizi ezip geçsin diye. Büyük Patron içinden söverek döndü arabasına, taktı arabayı geri vitese, başladı sokaklarda yol aramaya. Bir sokakta göçmenler, başka bir sokakta Peşmergeler, daha başka bir sokakta da ek zam isteyen işçiler çıktı karşısına. Büyük Patron bunaldı, varamayacaktı lokantaya. Sonunda hırsla sürdü arabayı tümümüz birden üstüne, lokantaya vardığımızda tekerleklerin kenarında kırmızı bir iz kalmıştı yalnızca.
İşte sayın davetliler Esas Beyefendi’nin ilgisinin sonucu bu küçük beyler gelecekler az sonra dinleyecekler dertlerimizi. Sizden küçük bir ricam var, Beyefendi salona girerken lütfen iki kolunuzu birden havaya kaldırıp avuçlarınızı sonuna kadar açık tutun, yanlış anlaşma olmasın.”
Dışarıda siren sesleri duyulunca kalabalıkta bir dalgalanma oldu. Perdeci hızlı adımlarla merdivenlerden inerek kapıya yöneldi. Karşıda korumalarının arkasında, yüzünde insani hiçbir kımıltı bulunmayan biri yaklaşıyordu. Perdeci adımlarını hızlandırırken arkada şapırtılı el öpme sesleri geldi kulağına. Klimalı bahar havası geride kalmış, sıcak yırtık ozondan fırlamışçasına ortalığı kasıp kavuruyordu. Perdeci bakışlarını meydanda gezdirdi ağır ağır ve şöyle mırıldandı: “Hey sinemacı, koca sinemacı ölümünün beşinci yılında sokaklar hâlâ senin türkünü söylüyor…”

Devrimci Sanatçı Eylemin Dışında Kalamaz”
Röportaj: Yılmaz GÜNEY
Atilla Dorsay’ın ”Yılmaz Güney Kitabı” adlı yapıtında yer alan, Yılmaz Güney’le çeşitli tarihlerde yapılmış röportajlardan derlenmiştir.

Soru: Önce, nasılsın?
Yanıt: Ben iyiyim. Çok iyiyim. İyiliği, kötülüğü değerlendirmek zor. Şartların bilincindesin. Bu şartlar içinde sen kendine düşen görevi yaparsın. İçinde bulunduğun şartları değerlendirirsin, yazarsın, çizersin, okursun… Biz de bunları yapmaya çalıştık. Zaman söz konusu değildi. Gün bekleme durumu yoktu, gün saymadık. Birtakım zorlukların, gerekliliklerin halledilmesi gerekliydi. Onları yapmaya çalıştık.

Soru: edebiyatta somut ilişkilerin ne zaman başladı?
Yanıt: Lisenin ikinci sınıfındayken, okul duvar gazetesine hikâyeler yazma merakı. Belki kişilik ispatından gelen bir şey. İlk hikâyemi okulda gazeteye basmadılar. Hasta olan karısını şehre getiren, parası pulu olmayan, bu yüzden doktora tavuk vermek isteyen bir köylünün öyküsüydü bu. Ben o zaman sosyalistlik nedir, sol cephe nedir, solculuk nedir bilmiyordum.

Soru: Filmlerinde hangi insanı canlandırdın?
Yanıt: İlk yaptığım filmlerde yarattığım tip, aşağı yukarı, ezilmiş bir adamdır. Durmadan kaçar. Ekmeğinin derdindedir. Kendi işindedir. Bir takım olaylar oluyor, o karışmak istemez. Fakat hep mecbur edilir. Bu kaçan, kovalanan adam bir yerde isyan eder patlar, ortaya atılır, vurur kırar. Fakat sonunda hep yeniktir. Hep halkımın karakterini taşıyan insanları oynadım.

Soru: Umut’ta öyle bir hayat çiziyorsun ki, tahammül edilir gibi değil. Sonra bu acı yaşamı bir yanılgı, bir umutsuzlukla bitiliyorsun. Peki filmin adı niye Umut?
Yanıt: Halk gelecek şeyin ne olduğunu, hatta umudun ne olduğunu da bilmiyor. Bizim halkımız devamlı bir bekleme içindedir. Benim anlattığım umut, aslında bu bekleyişin hikâyesidir. Aldatıcı bir umudu anlatmak istedim. Umut, bizim hayatımızın bir parçasıdır. Ayağı yere basan bir insan boş şeyleri hayal edip umutlanmaz. Toplum belli bir düzeye ulaştığı zaman insanlarda hayale dayanan umutlar kalkar. Umut, düzen bozukluğunun bir simgesidir.

Soru: Filmi seyreden bazı arkadaşlarımız, filmin saptayıcı rolü olduğunu teslim ettiler. Fakat filmin bir çıkış, bir mesaj vermediği için herhangi bir devrimci çizgiye oturmayacağını söylediler. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Yanıt: Bu film eğer bir çıkış getirmiş olsaydı, film olmaktan çıkardı. Yol gösteren bir duruma gelirdi. Ayrıca devrimci sinemayı da böyle almıyorum. Devrimci sinema yol gösteren değil, onları düşünmeye sevk eden filmlerdir. İleride kuşkusuz baştan sona kadar bir takım şeylerin söylendiği filmler de yapılacaktır. Bu, dediğim gibi, devrimci sinemanın ilk noktalarından biridir. Düşünmeden bir insanın herhangi bir şey yapabilmesine imkân yoktur. Ben sadece düşündürmek istiyorum.

Soru: Sanat ve devrim ilişkisinden söz ediyorduk… Gerek yazdıklarından, gerekse yaptığın film ve konuşmalardan politik yapın konusunda aşağı yukarı bir fikir edinmek mümkün… Bir sanatçı olarak politik düşüncelerini, sorumlu bir sanatçı olarak anlatır mısın?
Yanıt: En kötü sanatçı bile bugün bu düzenin karşısındadır. Kıyaslama yapılırsa, ben Sol’da kalan sanatçıların içindeyim. Devrimci bir sanatçıyım. (…) Gerçek devrimci bir sanatçı memleketinin politik ve ekonomik durumuyla yakından ilgilidir. Kendisini bunun dışında gördüğü an, sanatçı niteliğini yitirir.

Soru: Peki sence bir sanatçı bunları sadece bilmekle yetinebilir mi? Yoksa eylemin içinde bizzat yer almalı mıdır?
Yanıt: Eylemin dışında olduğu zaman, bir sanatçı, eski devirlerin sanatçıları olur, okurlar, yazarlar, atarlar… O kadar.

Soru: Sen bunların birbirine bağlı bir bütün olduğunu söylüyorsun…
Yanıt: Tabii… Bunlar birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

Soru: Son iki senaryoda şöyle bir şty göze çarpıyor. Çok fazla şeyi birden anlatmak istiyorsun gibi… Birçok yan hikâyecik gelip katılıyor öyküye… sözgelimi “Sürü”de Tarık Akan, Melike’yi sırtında taşırken, hemen yanı-başında birisinin vurulması ve üzerine gazete örtülmesi, trende çeşitli olaylar: türkü söyleyen saz sanatçısının tutuklanması vs. Elbette hepsi Türkiye’nin gerçeğinde varolan şeyler, ama böyle bir yolculuk Doyunca hepsinin filmin kahramanları karşısına çıkması (…) bir gerçeklik duygusunu zedeliyor sanıyorum…
Yanıt: Bizim konu ettiğimiz hikâye kahramanları, bunlarla birlikte yaşıyor. Bunlar anlatılmalıdır… Yalnız anlatılış biçimi üzerinde eleştiriler olabilir, bu tartışılabilir. Fakat bizim özellikle son iki yıldır anlattığımız şeyler sadece yalın birer hikâye değil… Bireylerin hikâyesi olmaktan çok, toplumsal bir kesit içinde toplayabildiğimiz kadar, anlatabildiğimiz kadar şeyle birlikte anlatılması gereken hikâyelerdir.

Soru: Peki, Tank gibi, benim bildiğim kadarıyla en azından o dönemde hiçbir politik bilinci olmayan bir oyuncuyu desteklemeyi nasıl kabul ettin?
Yanıt: Sorun şuydu: (…) Tarık’ın rahatsız olduğunu, yani yaptığı filmlerden rahatsız olduğunu belirten bir takım yazılara rastladım. Bu, o günün sinema ortamında ilgi çekici ve desteklenmesi gereken bir şeydi. (…) Eğer bir takım arkadaşlar değişmek istiyorlarsa bu konuda bir çaba gösteriyorlarsa, en küçük kapasite bile değerlendirilmelidir. (…) öyle bir ortamda yaşıyoruz ki, iyi niyetli tüm unsurların desteklenmesi, daha üst düzeyde bilinçlenmesi için çaba harcamalıyız.

Soru: “Sürü” ile “Düşman”ın bence önemli bir ortak noktası var. Türkiye toplumu, malum, bir erkek toplumu… Her şey erkek, düzeyinde cereyan ediyor. Kadın çok ikinci plana itilmiş. Oysa bu iki filmde de kadın, kadın kişiliği, öykünün ana noktası, daha doğrusu odak noktası…
Yanıt: Bir devrimci olarak kadrinin yerini doğru tespit etmek zorundayız. Bugün Türkiye’de kadın en çok ezilen bir zümre, en çok ezilen cinsiyet… Bir de bununla kadının yoksul, emekçi, yani ezilen sınıftan olması birleşince, ezilme iki katlı oluyor. Biz şöyle düşünüyoruz: kadını özgür olmayan bir toplum özgür değildir, özgür olamaz. Kadına eğilmeyen bir devrim hareketi de, kadını bağrında taşımayan, kadını yanına çekmeyen bir devrim hareketi de başarıya ulaşamaz. Buna bağlı olarak, biz bir sinemacı olarak, kadının içinde bulunduğu durumu çok yönlü olarak yansıtma görevini taşıyoruz.

Soru: Bu iki film için sana şöyle bir eleştiri yöneltiliyor: Çok karamsar bulunuyor bu filmler, gerçekten de ikisine de baktığımızda hiçbir çıkış yolu yok, kahramanlarımız için… (…) Bu iki filmde de, insanlara, olaylara, toplum-insan ilişkilerine yaklaşım bir hayli karamsar.
Yanıt: Ben tam tersini düşünüyorum. Çok iyimser olduğunu, geleceğe yönelik olduğunu düşünüyorum. Biz “Sürü”de gerçekten çöken, tarih tarafından çökmeye mahkûm edilmiş bir düzeni alıyoruz ve o elbette çöküyor. Çöküşü insanları da birlikte sürüklüyor. Bu üzücü, karamsar gözüküyor. Ama tarihi açıdan ileriye giden bir şeye yol açıyor, bir ilerlemenin başlangıcı oluyor. Feodalizmi savunanlar varsa, onlar açısından film gerçekten karamsardır. Ama bizim açımızdan o ileriyi temsil eden bir sondur… “Düşman”da ise yine iyimseriz, çünkü orada İsmail yenilmiyor, karısının kaçmış olmasına rağmen hayata küsmüyor, kendisini rakıya vermiyor, teslimiyete kapılmıyor. Şunu yapıyor: karısının anasını, ki ona da tepki duyması gerekir, onu da ortada bırakmıyor, onu da alıyor ve İstanbul’a çalışmaya gidiyor… Kimle gidiyor? DİSK’e bağlı bir sendikanın üyesi olduğu belli olan, işçi sınıfının bir çocuğu olan bir insanla birlikte yeni bir hayat kurmaya gidiyor.

Soru: Yılmaz bütün bunlara katılıyorum da, benim kastettiğim karamsarlık bu değildi, kötümserlik, bu iki filmde, özellikle “Düşman”da toplumda bir takım insancıl değerinin tamamıyla çökmüş, yok olmuş bulunduğunun gösterilmesi. (…) Tüm insan ilişkileri çok gergin, çok yozlaşmış, çok kıyıcı gözüküyor.
Yanıt: Şimdi biz gerçekten rahatsız olduğumuz, gerçekten kaygı duyduğumuz bazı şeylerin altını çizmezsek, bunlara karşı nasıl mücadele edeceğiz ki? Bunlar bugün toplumumuzda var. Ve bizim mücadele hedeflerimiz arasında yer alıyor.

Soru: Yani sence Türkiye toplumunda kayıtsızlık bu derece egemen oldu mu? Bütün toplumsal kargaşaya rağmen, belli insancıl değerler korunmadı mı?
Yanıt: Hem var, hem yok… Belli insanlarda var, bizde var mesela… Biz bu acıları duyuyoruz. Ama gerçekten duymayanlar var. Bugün Türkiye’de günde 15 kişi, 20 kişi öldürülüyor ve bu artık çok doğal karşılanıyor… İnsanlara gidip tek tek kayıtsız olmayın, şöyle davranmayın, böyle davranın diye vaaz verecek değiliz.

Soru: Bu tür filmlerin bugün Türkiye’nin politik yaşamında ne tür bir işlev gördüğünü düşünüyorsun ve bu işlevin daha etkin olması için dağıtım, gösterim alanlarında bir şeyler yapılması gereğine inanıyor musun? Güney Film, bu alanda, herhangi bir girişime dâhil olacak mıdır?
Yanıt: Filmlerimiz şu gün geniş kitlelere ulaşma olanağından yoksun… Gösterildikleri sinemaları da biz bizzat koruyarak bunu yapmaya çalışıyoruz. Fakat şimdi yem bir yöntem geliştirdiler. Film oynarken bir şey yapamadılar, ama film çıktıktan sonra sinemaya bomba attılar… Bu korkuya yol açıyor. Yılmaz Güney filmlerini hiç oynatmayalım fikrine yol açıyor. Yılmaz Güney’in filmlerinin oynatılması, yalnızca Güney Film’in çabasıyla olacak bir şey değil ki… Bütün demokrat kamuoyunun bizim filmlerimize sahip çıkması gerekir… Farklı siyasi görüşlerimiz bile olsa…

Soru: Ama sen bu tür bir tepkisizliğin içine düşmüş olabilecek kesimleri, bir burjuvaziyi göstermiyorsun. Halktan kişileri, emekçi kesimleri ele alıyorsun. Onlardaki insan değerlerinin de aynı derecede yozlaşmış olduğunu söyleyebilir miyiz?
Yanıt: Eğer egemen sınıflar, kendi kültürel, kendi ideolojik araçlarla onları etkisi altında tutuyorsa ki tutuyor, onları kendi şeyine göre biçimleyecektir, etkileyecektir. Bugün bizim işçi sınıfının, emekçi kitlelerin örgütlü gücünden söz etmemiz mümkün mü? Onlara, çalışan insanlara, biz gerçekten daha ileri bir sınıfın, proletaryanın ideolojisini, siyasetini, kültürünü götürebiliyor muyuz? Onun tutumunu, yaşama anlayışını götürebiliyor, nasıl bir tavır alması gerektiğini götürebiliyor muyuz? Tam anlamıyla götüremiyoruz… Bugün bütün bu kesimler egemen ideolojinin etkisi, baskısı altında… Anlayış itibarıyla onun yansımalarını taşıyor. Gerçekten bir insan ölüyor, bakıp geçiliyor. Bunların altını çizmemiz, karamsarlığımızdan değil, bu tip insanların ve bu tip bir davranışın sergilenmesidir. Burada bir noktaya daha değineyim. Aydınlık gazetesi, özellikle “Sürü” için, bizim karamsar olduğumuz, hep kötü baktığımız yolunda eleştiriler yazdı. Sosyalistler iyimser olmalıymış. Hangi anlamda iyimser olmalıyız? Bir yığın olumsuzluğu görmemek iyimserlik midir? Biz ancak şöyle iyimser olabiliriz: bir yığın olumsuzluk vardır. Biz bunların bilincindeyiz. Fakat bunları yeneceğimiz doğrultusunda iyimseriz. Yoksa bugünkü yozlaşma ortamında nasıl iyimser olabiliriz? Hoşgörüyle iyimserliği karıştırmamak gerek.


Yaşamıyla ve Sanatıyla İsyanın Sesi: Yılmaz Güney

“Sana bir şey olursa ciğerim, dünyayı ayağa kaldırırım” diyordu bir mektubunda Yılmaz Güney, “sevgili” Fatoş Güney’e.
Ey dünya, ayağa kalk! Ölümünün 5. yılında Yılmaz Güney’i bir kez daha selamla! Ve sen Türkiye, ayağa kalk! Senden koparılan Yılmaz Güney’i geri iste!
Bir kuşak yetişti Türkiye’de. Yılmaz Güney’in tek bir filmini bile seyredememiş… Gazetelerde adını “hain kaçak” olarak görmüş… 12 Eylül darbesi, dünyayı daha yeni yeni tanımaya başladığı çocukluğuna rast gelmiş bir kuşak…
Ama ırgatlık “yazgısını” kırıp sanatıyla dünyayı zenginleştiren Yılmaz Güney’in ülkesinin çocuklarıdır onlar. Yılmaz Güney’in tek bir filmini görmeden O’nu anlarlar. Yılmaz Güney’in tek bir filmini görmeden; şiirleriyle, amatör tiyatro topluluklarıyla O’nu anlatırlar.
Yılmaz Güney, yaşamıyla ve sanatıyla “isyan”ın sesidir. Yoksulluğa ezilmişliğe, baskılara “rağmen” var olmuştur.
Bugün de, 80 sonrasının saldırılarına, yılgınlık edebiyatına, korkularına “rağmen” var edilmektedir.
Artık Yılmaz Güney’in kendi topraklarında özgürce yaşamasını talep etme zamanıdır. O’nun özgürlükten anladığını göz ardı etmeden:
“Benim salıverilmiş olmam, özgür olmam değil esas sorun. Özgürlüğü ele alınca bütün toplumlar adına ele almak gerekir. Özgürlük, özünde sınıfsal özellik taşıyan bir olgudur. Sınıflara göre özgürlük anlayışı değişir. Biz özgürlük anlayışımızı, üretici, emekçi halkımızın çıkarları doğrultusunda anlıyoruz. Yoksa sermayenin özgürlüğü anlamında değil.”
Çukurova Tarlaları
Yılmaz Güney’in hikâyesi, 1937’de Adana’nın Yenice Köyü’nde başlar. Doğduğu ev önceleri ahır olarak kullanılmaktadır. Sonra okul olur, sonra tekrar ahır. Çocukluğunda köyde ırgatlık yapar, bağ bekçiliği yapar. Çukurova tarlalarında pamuk toplar.
Sinemayla tanışması on üç, on dört yaşlarına rastlar. Vurdulu kırdılı kovboy filmleridir seyrettikleri:
“Kavgalı dövüşlü filmlerin gösterildiği fukara sinemalarına gidiyorduk. Kendimizi daha rahat hissediyorduk bu sinemada. Mesela bir Galatasaray sineması vardı. Çok güzeldi. Önünden geçer bakardık ama çok lükstü. Gitmeye korkardık. İstesek parasını verip gidebilirdik, ama ne kıyafetimizi ne de yapımızı uygun görmezdik o sinemaya.”
Yılmaz Güney’in sanatla ilk tanışması öykü yazarlığıyla başlar. Düşüncelerini ve sezgisiyle yakaladığı sınıfsal çelişkileri açığa vurmanın yollarından biridir, öykü yazarlığı. Sinema bu yolların içinde ona en çekici gelenidir.
“İlk yaptığım filmlerde yarattığım tip, aşağı yukarı ezilmiş bir adamdır. Durmadan kaçar. Ekmeğinin derdindedir. Kendi işindedir. Bir takım olaylar olur, o karışmak istemez. Fakat hep mecbur edilir. Bu kaçan kovalanan adam bir yerde isyan eder, patlar, ortaya atılır, vurur, kırar. Fakat sonunda hep yeniktir. Hep halkımın karakterini taşıyan insanları oynadım.”
Çirkin Kral Doğuyor
Sinemada bir devrim olmuştur sanki. Manavda, kasapta, kahvede, fabrikadaki insan kameranın önünde kendini görmeye başlamıştır. “İsyan eden, kaçan, kovalanan adamlar” onlardır. Oynadığı filmler çoğunluk melodramlar, avantür filmlerdir. Ama o başka bir kahraman tipi çıkartır ortaya. Perdede hiç yenilmez bir kahraman yerine, ezik bir adam vardır. Seyirciye ulaşan bu gerçeklik duygusu “çirkin kralı” yaratacaktır.
Kameranın önünde olmak yetmez Yılmaz Güney’e. Yüreğinden geçen, kamera arkasında olmaktır. Yıl 1968. Yılmaz Güney ilk önemli filmini çekiyor. SEYYİT HAN. Feodal iktidar ilişkileri içinde bir sevda öyküsüdür bu: Sevdiğine kavuşamayan Seyyit Han’ın, ona kanlı papatya çiçekleriyle gelin götürülen Keje’nin öyküsüdür.
“Bir gün onca mücadeleden sonra, asıl yüreğimdekini, ‘Umut’ filmini yaptım. Umut gerçeğin destanıdır. Çünkü bizim halkımız devamlı bir bekleme içindedir. Benim anlattığım Umut aslında bu bekleyişin hikâyesidir. Aldatıcı bir umudu anlatmak istedim. Umut bizim hayatımızın bir parçası.”
Ancak ülkeyi “umutsuz” yıllar beklemektedir. Siyasi mücadelenin yükseldiği yıllardır. 12 Mart 1971 darbesiyle tüm devrimci demokratlar üzerindeki baskılar yoğunlaşır. Yılmaz Güney* de evinde Ulaş Bardakçı’yı sakladığı, THKP-C militanlarına yardım ettiği gerekçesiyle tutuklanır. Bu ilk tutukluluğu değildir. Daha önce de “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı hikâyesinde, komünizm propagandası yapmak gerekçesiyle mahkûm edilmiştir. O dönem cezaevinde yazdığı, “Boynu Bükük Öldüler” romanı, 1972’de Orhan Kemal roman armağanını kazanacaktır. Bir mektubunda şöyle yazar Fatoş Güney’e: “Sevgili Kitoş, senin bu aptal kocana gene bir ödül verdiler.”
12 Mart döneminin koyu karanlığımda bile cezaevi “cezaevi” olmaz Yılmaz Güney için.
Dışarıdan kopanlar, yaşamın canlı kaynağı ile ilişkiyi kesenler tutukludur. Yoksa bizler tutuklu değiliz.”
der.
Cezaevini bir okula dönüştürür. Sürekli kendini sorgular. Yılmaz Güney’in özgürlüğü yeniden tatması 1974 affından sonra olur. Yeni senaryolar düşünmektedir. Adana’da Endişe filmini çekmeye başlar. Bu sırada adı bir hâkimin öldürülmesi olayına karışır, tutuklanır. Yılmaz Güney bir bahaneyle cezaevine zaten sokulacaktır. Bu olay bir şans olur egemen güçler için. Özgürlük ancak üç-buçuk ay sürmüştür.
Duvarları Aşan Sinema
Bu tarihten sonra Türk Sinema tarihi eşsiz bir mücadeleye tanık olur. Bir yönetmen cezaevindedir. Film çekememektedir. Hayallerinde uçuşan görüntüleri kameranın arkasından görememekte, düşlerinin zenginliğini perdeye aktaramamaktadır. Yapılabilecek tek şey vardır. Yazmak. Senaryo yazmak. Yılmaz Güney ki senaryo yazma alışkanlığı olmayan bir sinemacıdır. Senaryosuz filmlerdir o güne kadar çektikleri. Ne zaman kâğıt ve kalem kalır sadece, söz onların olur. Yılmaz Güney’in cezaevinde yazdığı senaryolar, başka yönetmenler tarafından filme çekilir. Sürü, Düşman, Yol’un senaryoları cezaevinde yazılmıştır. 1979’da çekilen “Sürü” Türkiye’de olduğu kadar yurt dışında da ilgi görür.
“Düşman”da ise yine benzer bir tema vardır. Kapitalizm içi ilişkiler feodalizmi tüketmektedir. Bu arada dünyanın ilgisi İmralı Adası’nda mahkûm olan Yılmaz Güney’in üzerindedir. Kendisiyle röportajlar yapılmakta, filmleri yurtdışında oynatılmakta ve beğeni kazanmaktadır. 1981 ‘de Şerif Gören tarafından “Yol” filme çekilir. Kendi kaçış öyküsüne benzer bir filmdir bu. 1981 yılında İmralı’dan nakledildiği Isparta Cezaevi’nden Kurban Bayramı için yasal izin hakkını kullanarak çıkan Yılmaz Güney, daha sonra cezaevine dönmez. Kaçmıştır. Onca yıldan sonra 81’de kaçma nedeni açıktır. 12 Eylül 1980’den sonra kendisini yeni “cezaların” beklediğini bilmektedir.
Üstelik A. Kadir Konuk’un dediği gibi, “sonuna kadar yatmak için kimseye namus sözü vermemiştir.” Yılmaz Güney’in bir başka namus sözü vardır: Sanatıyla Kürt ve Türk halkını anlatmak…
Gittiği Fransa’da da bunu yapar. Yurt dışındaki ilk filmi. Yol, programda olmadığı halde Cannes Film Festivali’ne katılır. Sürpriz bir sonuçla kapanır festival. Yol, Costa Gavras’ın “Kayıp” filmiyle birlikte en büyük ödül olan Altın Palmiye’yi kazanır.
1984’de son filmini çeker: “Duvar.” Ancak “Yol”a gösterilen ilgi gösterilmez bu kez ve film batılılarca sevilmez. “Duvar” Türkiye cezaevi koşullarını anlatmaktadır. Ve batı insanı, askeri bir rejime sempatiyle bakmadığı halde, “bu uygulamalara” pek inanmaz, abartılı bulur. “Duvar”, hayatının en verimli yıllarını cezaevlerinde geçirmiş Yılmaz Güney’in “rahatlama filmi” olarak nitelenir.
Acıların Önsözü
Yılmaz Güney bundan kısa bir süre sonra, 10 Eylül 1984’de hayata gözlerini kapar. Cezaevinde tedavi edilemeyen ülser, bir mide kanserine dönüşür. Çok erken bir ölümdür bu. Türk Sineması’nın Yılmaz Güney’in olgunluk dönemi eserlerini görememiş olması, Yılmaz Güney’in başka filmler çekemeden ölmesi tarih için bir kayıptır.
Yılmaz Güney kişiliği ve sineması bir anıt gibi duruyor önümüzde. Zengin sanatçı kişiliğinin yanı sıra halkını sevmesi, sosyalist olması ve devrime sonsuz inancı Yılmaz Güney efsanesini yarattı. Bir efsane gibi yaşadı.
“Bizim toplumsal mücadeleye verdiğimiz emeğin karşılığım kısa bir dönem sonunda alabilmemiz mümkün değildir. Devrim uzun beslenme-gelişme-büyüme yıllarına ihtiyaç duyan canlı bir organizmadır. Kendi varlığını olgunlaştırmak için gerekli, olumlu, en küçük kıpırtıyı bile alır içine, özümler, yaramazını atar dışarı. Bu uğurda atılmış her adım, yazılmış her satır, yüreklendirici her mısra mücadelenin damarlarında kan olur. Kahpece kurşunlanmış her yürek, bombalarla-toplarla-helikopterlerle parçalanmış her beden, yiğitçe ipe uzatılmış her boyun mücadelenin çelikten dokusunu oluştururlar. Köklendikçe daha derinlere indikçe, binlerce, on-binlerce yeni canla beslenecek; milyonlarca yeni damarla beslenerek, gelişecektir.”
Fatoş Güney ise Selimiye’den yazılmış bu mektubu şöyle cevaplar: “BU YAZI ACILARIMIZIN ÖNSÖZÜ OLSUN. YAŞADIĞIMIZ, YAŞIYOR OLDUĞUMUZ ACILARIMIZ DA ACILIKLARINDAN BIKIP SEVİNÇ OLSUNLAR. YARIN HALKIMIZIN OLSUN… BAYRAM OLSUN…”

DİDF’ten Yılmaz Güneyi Anma Toplantılarına Çağrı
Ölümünün 5. yılında Büyük Sinemacı Yılmaz Güney çeşitli kentlerde kültürel-sanatsal etkinliklerle anılacak, sineması ve devrimci kişiliği tanıtılmaya çalışılacaktır. Programa devrimci-demokrat ozanların yanında İstanbul Sahnesi Tiyatro Ekibi, Güney’i ve sinemasını anlatan bir oyunla katılmaktadır.
Toplantılara Yılmaz Güney ve sinemasını gelecek kuşaklara aktarmak isteyen tüm sanatçılar davetlidir.
Program: 15 Eylül Aachen, 16 Eylül Stuttgart, 23 Eylül Hamburg, 24 Eylül Bielefeld 29 Eylül Bochum, 30 Eylül Duisburg, 7 Ekim Berlin, 14 Ekim Basel:
Geniş bilgi, afiş isteme ve ilişki adresi: F. ALMANYA DİDF -DEMOKRATİK İŞÇİ DERNEKLERİ FEDERASYONU- Husemann Str. 39-41, 4650 Gelsenkirchen / BRD


Büyük Sinema Ustası, Devrimci Yılmaz Güney

47 yıl… Doğumla ölüm arasında geçen kısacık bir yaşam. İnsanın bilgilerinin doruğa doğru tırmandığı yaş. En verimli dönem Olgunluk çağı. Ve aniden gelen ÖLÜM…
İnsan vardır ölür gider, yakınları tarafından bile unutulur çok geçmeden. Üç günlüktür ağıt.
İnsan vardır doğmuş mudur, ölmüş müdür belli olmaz.
İnsan vardır, binlerce yıl yaşar adını yaptığı zulümden alarak. Neron’dur, Dehak’tır, Firavun’dur adı. Kendi halklarına zulmetmeleriyle, dünyayı kana bulamalarıyla ünlüdür çoğu. Franco’dur. Somoza’dır. Hitler’dir adları ve lanette anılırlar.
İnsan vardır, bin yoklukta paha biçilmez yapıt yaratır, sunar halkına. Yaşarken destanlaşır halkın mücadelesinde. Ölümü kayıptır her şeyden önce. Ölümü ağıtla bitmez, “Ölüm adın kalleş olsun” dedirtir insana, isyana dönüşür ağıt. Övgümüz bu insanlaradır.
Yılmaz Güney için de bunları söylemek gerek. Yoksul bir Kürt köylüsünün çocuğu olarak dünyayı ilk sağlığıyla selamlarken bir gün tüm dünyanın kendisinden övgü ile söz edeceğini hiç bilmiyordu kuşkusuz.
Genç yaşta kendi halkının bağrında kök salan Güney, elde ettiği başarılardan kibre kapılmamayı becerebilen insanlardan biridir. O bir dönemin “Çirkin Kral”ı olarak elde ettiği başarıyı kendi ideolojik gelişmesine uygun olarak geliştirip, sanatını devrimci kişiliğinin bir parçası haline getirdi. Ünü bundan dolayı haklıdır.
Kişiyi yücelten unvan değildir, öyle olsaydı lord’lar, prensler, krallar dillerden hiç düşmezdi. Onlar hiçbir emek çekmeden ulaştılar o unvanlara. Oysa “Çirkin Kral” halkın gönlünde kurduğu tahtını havuz dolusu alın teri ve meydan savaşlarını andıran mücadelesiyle şekillendirdi milim milim. Bu yüzden O, anılmayı hak edenlerdendir.
Türkiye sinemacılığına yeni bir soluk getiren bu yiğit Kürt delikanlısı, başlangıçta çevirdiği filmlerden hep dürüst, yiğit, özverili Kürt insanının iç dünyasını yansıtmaya çalıştı. Parasal kaygılarla çevrilen kalitesiz bazı Tümleri sayılmazsa, O daha ilk adımda başarısını kanıtladı. O çevirdiği filmlerde biraz da özlemlerini dile getiriyordu. Haksızlıkların olmadığı bir dünyayı oluşturabilmek için “Çirkin Kral” olmanın yetmediğini anladığında yönünü tümüyle değiştirdi. Sanatında yeni bir basamağa adımını attı
Yaşamayı, gülmeyi, sevmeyi ve sevilmeyi bilen, yaşamını halkına ve sınıfın kurtuluşuna adayan her devrimci sanatçı gibi O da ülkede şekillenen baskılardan, zulümden yeterince payını almakta gecikmedi. Zindan köşelerinde çürütülmek istendiği dönemlerde bile sanatından bir an olsun uzaklaşmadı. O zoru yenmenin, zorun üstesinden gelmekle olanaklı olduğunun bilincindeydi. Ve yok edilmek istendiği ülkesini terk ederken amacı zordan kaçmak değil aksine daha güzel bir dünya için enerjisini son damlasına kadar harcamaktı.
Öyle yaptı.
Hastalığının en ağır döneminde bile halkının mutluluğu için çalışmaktan geri durmadı. Devrimci sanatın oluşabilmesi için çalıştı. Sinemada O’na özenen insanlar kötü birer kopyadan ileri gidemediler. Neredeyse bir ekol yaratmıştı sinemacılıkta. O’na özenen insanlar devrimci öz olmadan devrimci sanatın yaratılamayacağını bilmiyorlardı.
Film’leri yakıldı. Hiç iz kalmasın istendi, ama yasaklar onun gürül gürül çoğalıp akmasını engelleyemedi.
Güney, devrimciliği yaşamının bütünü haline getirmeyi becerebilen az bulunur insanlardan biridir. Ve daima Kürt ve Türk halklarının gönlünde yaşamaya devam edecektir.
Kovulduğu ülkede anıtlarının dikildiği günlerde gülümseyecek gözlerini görebilmek dileğiyle O’nu bir kez daha selamlıyoruz.
A.Kadir KONUK


A. Kadir Konuk’un Üçüncü Romanı Çıktı

“Arada bir birileri bu ülkenin şehirlerinde büyük toplumsal olayların yaşandığını, bunun çok uzak bir geçmişte olmadığını yeni kuşaklara anlatmalı, geri kalanlara da hatırlatmalı” diye düşünüyor insan, A. Kadir Konuk’un üçüncü romanının henüz ilk sayfalarını okurken.
Bir büyük şehrimizdeki bir büyük işçi direnişinin, bir yerel genel grevin, günlerce süren ve bütün emekçi sınıf ve katmanların, öğrenci gençliğin; sokaklardaki ve meydanlardaki barikatların başında, işgal ettikleri fabrikaların soğuk döşemelerinde sabahladıkları, önemli deney ve tecrübeler kazandıkları çok ciddi bir sınıf mücadelesi kesitinin romanı “SICAK BİR GÜNÜN ŞAFAĞINDA.”
Konuk’un Gün Dirildi ve Çözülme’de incelikle işlediği konuları gelişmiş. Sıcak bir günü ve onun habercisi olan kıpırdanmaları, büyük şehrin bir büyük emekçi semtiyle, fabrikaları ve meydanlarıyla, okulları ve insanlarıyla, onların güçlü ve zayıf yanlarıyla, kendi deneylerinden çıkardıktan kazançlarıyla, içten içe gelişen ve hiç farkında olmadan bir anda açığa çıkan sevgileriyle, cesaretleri, korkuları ve ihanetleriyle, işçi hareketinin devrimci ve sosyalist düşünce ve hareketlerle ilişkileri ve giderek kaynaşmasıyla… Yaşanan ve unutturulmak istenen yakın tarihimizden bir kesit veriyor bize Konuk, kendine özgü ve giderek geliştirdiği diliyle. Edebiyatımızda çok az işlenen, işçi hareketine, doğrudan sınıf hareketine eğilen yapıtlar vermeye olan çekingenlik ve kayıtsızlığın aşılması içinde umut vaat ediyor. A. Kadir Konuk.
Ülkemizde işçi sınıfının yüzyılı aşkın değerli bir miras olduğu halde edebiyat ve diğer sanatlarda az işlenmesi, bunların gelecek kuşaklara taşınmasını, onların eğitimlerini, kendi dilleri ve söylemleriyle dost olmalarını zayıflatan bir unsur oluyor. Konuk’un bu çabasının devamı gerekiyor.

Avrupa’da Türkiyeli Örgütler Ortak Bildiri Yayınladı.
Aralarında SVP, ERNK-Avrupa Temsilciliği, TKP/B. TDKP-Yurtdışı örgütü, Ekim, Avrupa’da Dev-Genç, Kawa ve Heyva Gel adlı örgütler, Türk ve Kürt halklarına karşı son zamanlarda artan baskılara ve 1 Ağustos Genelgesi’ne karşı direnen devrimci tutsakları desteklemek ve uluslararası kamuoyunu bu konuda daha duyarlı olmaya davet etmek için ortak bir bildiri yayınladılar.

DİDAR ŞENSOY 1934 –  …
Didar ŞENSOY’un anısı belleklere unutulmayacak şekilde kazındı; bir tutsak yakını, abla olarak, devrimci bir ana olarak, devrimci tutsaklarla dayanışmanın bayrağı olarak gönüllerde yer etti.


C. Kudret – Ölü Bir Kültür Üzerine Notlar…

Evet. Eylül, Eylülist edebiyatın her türlüsü için tüm olanaklarını sundu.
Önemli olan Eylülist edebiyatın hangi boşluktan doldurduğudur. Yoksa Eylül’lerin edebiyatı ve edebiyatçıları her zaman olacaktır ta ki Eylülist edebiyatlara can veren çark tüm kurumlarıyla yok oluncaya dek.
Eylülist edebiyatın geçici bir dönem de olsa başarılı olmasında kadın konusuna yaklaşımda olduğu gibi kültür-sanat konusuna devrimcilerin ve dürüst demokrat sanatçıların, yeterli önemi verip sahip çıkmamalarının sorumluluk payı inkâr edilebilir mi… ya da kültür-sanat faaliyetlerinde de birçok noktada olduğu gibi kaba kavrayışlarla yaklaşımın bir sonucu, üretilenin sanat eseri olduğu unutulup içeriğin devrimciliği adına sloganlaştırılması sanatta seçkin anlayışlar kadar zararlı oldu. Yalnızca kısa vadeli ajitatif “ürünlerin”, insanı ve hayatı savunan kalıcılığı ne kadar sürerdi, örgütlü, saldırgan Eylül’lerin edebiyatı karşısında.
Eğer bugün, geçmişin bu eksikliği ve boşluğu kavranmamış olsaydı, Eylülist edebiyata gerekli tepkiyi göstererek filizlenen ve her gün biraz daha gelişip güçlenen direncin ve güzel bir dünyaya inancın edebi dillenişi edebiyattan söz edemezdik. Ve yarın, her alanda olduğu gibi, sanat-edebiyatta da bu, kokuşmuş, çürümüş dünyanın karşısında durabilenlerin olacaktır. Ve yaşamın içinde, yaşamla bağlarını koparmamış geleceğin tek sahibi sınıfa yabancılaşmamış, onun bilinciyle sanatçı duyarlığı ve yeteneğini disiplinli, örgütlü bir çalışmayla bütünleyebilecek olan sanatçılar yarınların kalıcı gerçek sanatçıları olacaktır. Ve yazarın-sanatçının kendini ve dünyayı değiştirmek-dönüştürmek sorumluluğuyla verdiği ürünler ancak gelecek kuşaklara armağan edilebilir.
Eylüllerin edebiyatı bu edebiyata kan veren güçler yok oluncaya kadar, her zaman olacaktır. Ama insanı ve yaşamı savunmakta direnen edebiyatta Eylül’lere yer yoktur. Evet, işte; yenilir cinsten meyveye duracak çiçek açamadı bu ülkede Kundera cinsinden ağaçlar…

Eylül 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑