Haberler-Mektuplar

Yakmak, Toplatmak
Dergimizin 10. sayısı da toplatıldı. “Gerici Emperyalist Demagoji ve Kürt Sorunu Üzerine” başlığını taşıyan başyazı toplatmaya neden oldu. İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından verilen toplatma kararma gerekçe olarak “milli duygulan zayıflatma propagandası ve ırk mülahazası ile halkı kin ve düşmanlığa kışkırtma söz konusu OLABİLECEĞİ’ ” gösteriliyor.
Dikkat edilirse buradaki “olabileceği” sözcüğü bir kesinliği değil, bir ihtimali bildirmektedir. Görüldüğü gibi bir düşünce ve fikrin açıklanmasının toplatma nedeni olabilmesi için bu düşünceden çıkarılan sonucun kesin olması gerekmiyor. O düşünceye bir suçun bağlanma olasılığının bulunması toplatmaya yetiyor. Açıklanması kesin olarak suç olan düşüncelerden başka suç olma olasılığı taşıyanlar da toplatmaya neden olabiliyor. O halde toplatılmamanın bir yolu var mı? İhtimallerin bile toplatmaya neden olabildiği bir toplumsal-siyasal ortamda toplatılmamanın güvencesi olabilir mi? Düşüncelerden bazıları kesin suç, çok büyük bir bölümü de suç olma ihtimali bölgesine girdiğine göre mayın döşenmeyen bir alan bulmak olanaklı mıdır? Bunun yanıtını tam olarak vermek herhalde zordur. Ama şu bir gerçek ki devlet ancak kendi resmi ideolojisinin savunulmasını çoğunlukla suç saymıyor. Gerçi kimi zaman bir devlet adamının ileri sürdüğü fikri halktan birisi ya da yayın organları savunsa suç sayılıp kovuşturmaya gidilmesine az rastlanılmamıştır. Örneğin Kürtlerin varlığından söz eden yetkili sayısı son yıllarda artmıştır. Ama halktan insanlar ya da ilerici devrimci demokrat yayın organları Kürtlerden söz edince “bölücülük” yapmakla suçlanıyorlar. Ya da Cumhurbaşkanı ve Başbakan gibi en tepedeki yöneticiler ülkede “Komünist Partisi” kurulabileceğinden bahsettiklerinde suç olmazken, dergiler aynı fikri savunduklarında “komünizm propagandası” yapmış oluyorlar. Şu halde siyasi rejim kendi düşüncesinden de korkuyor.
Kendi düşüncesinden bile korkan bir siyasi rejim başkalarının fikirlerine nasıl bakar? Ülkemizde en tehlikeli görülen suçlar hangileridir? diye bir soru sorulsa bunun yanıtı herhalde fikir suçları olacaktır. Bunun içindir ki cebinde bir bildiri bulundurduğu için yıllarca cezaevlerinde yatanlar ve akıl almaz işkenceler görenler az değildir. Yedi yüz yılı aşkın hapis cezasına mahkûm edilen yazı işleri müdürleri bizim ülkemiz zindanlarında yatmaktadır. Gün geçmiyor ki bir dergi toplatılmasın, dergi büroları basılmasın, dergi çalışanları, sahipleri ve yazı işleri müdürleri gözaltına alınmasın. Son olarak YENİ DEMOKRASİ dergisinin bürolarının basılıp eşyalara, kitaplara, fotoğraf makinesi, teyp ve ilaçlara bile el konulması, temsilcilerden bazılarının gözaltına alınarak işkenceden geçirilmesi, sahibi ve yazı işleri müdürünün evlerinin çelik yelekli otomatik silahlı timlerce sarılıp kapıların zorlanması bu türden saldırılara yeni bir örnek oluşturmuştur. Yine geçtiğimiz günlerde ÇAĞDAŞ YOL dergisi hiçbir gerekçe gösterilmeden toplattırılmıştır. HEDEF, 2000’E DOĞRU, ADIMLAR, EMEK gibi dergiler de son günlerde peş peşe toplatılan dergiler arasındadır.
İstanbul’da geçtiğimiz günlerde yaşanan bir olay da geniş tepkilere yol açtı. “Beyoğlu Kitap Günleri (89)” sivil faşist çetelerin saldırısına uğradı. Faşistler sergiyi ateşe verdiler, kitapları yaktılar ve tahrip ettiler. Mahkemeler kitaplar ve dergiler hakkında toplatma kararı veriyorlar, faşist çeteler de kitapları yakıyor, parçalıyorlar. Nerden geliyor bu kitap düşmanlığı? Kitaplar ve dergiler neden ortadan kaldırılmak isteniyor, toplatılıyor? Faşizm insanlığın yolunu aydınlatan ilerici düşünce ve sanat yapıtlarını yok etmeye çalışıyor. Gericilik kitlelerin gerçekleri görmesinden ye uyanmasından korkuyor. Egemenliğini, baskı ve diktatörlüğünü emekçi sınıfların aldatılması ve bilinçsizliği üzerine kuran burjuvazi, bu durumunu sürdürebilmek için kendi çıkarlarını temsil edenler dışındaki düşüncelere yasaklar getiriyor. Gerçekler kitleler arasında bir kez yayıldı mı sömürücülerin, soyguncuların ve onların uşaklarının oyunları bozulacak, maskeleri düşecektir. Bunun için egemen sınıflar kendi egemenliklerini pekiştirecek düşünceleri zorla kabul ettirmeye çalışırken, ilerici devrimci sınıfların düşüncelerini her türlü yöntemle engellemeye çalışmaktadırlar. Hele bizimki gibi emperyalizme bağlı yarı-sömürge ülkelerde işbirlikçi, tekelci burjuvazinin ilerici, devrimci, demokrat fikirlere hiç mi hiç tahammülü olmuyor.
Bu yolun çıkar bir yol olmadığını, kitap yakmakla, düşünceleri cezalandırmakla kaçınılmaz sondan kurtuluşun olmadığını, örneğin Hitler ve Mussolini’nin sonundan çok iyi görüyoruz.

Kazlıçeşme İşten Atmalara Direniyor
Netaş grevi ve izleyen grevlerin ortaya koyduğu bir gerçek, direnmek, mücadele etmek için yasal kısıtlılıkların bir engel olmaktan çıkarılabilmesinin olabilirliği idi. Yasaların kısıtlılık nedeni engellemek olsa bile, işçi sınıfı ve emekçiler kendilerini boyunduruk altında tutan yasal çerçevelerin içinde çaresizliği, çözümsüzlüğü yaşamak zorunda değildiler. Netaş grevi ile sendika ağalarının ve gericiliğin böyle bir çözümsüzlük duygusunu yaşatma çabalarına ağır bir darbe indirildi.
Sendikalar burjuvazi ile işbirliği yaptığı sürece, işçileri uyuttukları sürece ortada bir sorun yoktu. Ne zamanki işçilerin sendikaları, sendika yönetimlerini zorlamaları ve sıkıştırmaları sonucu kısmi de olsa haklar elde edilmeye başlandı işte o zaman patronlar için tehlike çanları çalmaya başladı. 12 Eylül önlemleri de bir işe yaramamıştı. Ne kadar budanmış olursa olsun işçiler haklarını sonuna kadar kullanmak için yine ayağa kalkmışlar, üstelik mevcut sınırlan da zorluyorlar, çiğniyorlardı. Bu gelişmeler kapitalist patronlar için korku, panik ve yeni önlemlere yönelmek demekti. Öyle de oldu. Patronlar en başta sendikalara ve sendikal çalışmalara karşı yeni baskı önlemlerini ve çeşitli manevraları uygulamaya koydular. İşçilerin sendikalaşmalarını önlemek ya da varolan sendika, eğer kısmen de olsa mücadeleci bir çizgi izliyorsa bu sendikayı tasfiye etmek için kolları sıvadılar. Sendikalar içinde işçi çıkarları doğrultusunda etkinlikler gösteren işçiler ya da sendika yöneticilerini işten attılar, tutuklattılar, işkence yaptırdılar. Çatısı altında mücadeleci işçilerin toplandığı bir kısım sendikaları ve şubelerini o işyerinde yetkisizleştirmek için her türlü yola başvurdular. Gerçi kapitalist patronların bu gibi saldırıları ve baskı önlemleri pek yeni sayılmazdı, ancak özellikle işçi hareketinin gelişkinlik ve yaygınlık dönemine girdiği son yıllarda sendikaları yok etmeye yönelik çabalar üst boyutlara çıkartıldı.
İstanbul’da Kazlıçeşme deri fabrikaları emek sermaye çatışmasının en yoğun yaşandığı yerlerden birisidir. Deri işçileri en kötü koşullar altında, dayanılmaz kokular içinde, can güvenliğinden yoksun olarak çalışırlar.
İlkel yöntemlerle çalışılması deri isçisini her an ölüm ya da sakat kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakır.
Kazlıçeşme’den Netaş’tan sonra 12 Eylül sonrasının en önemli grevlerinden biri yaşanır ve işçiler taleplerinin küçümsenmeyecek bir bölümünü elde ederler. Bu grev aynı zamanda Kazlıçeşme’de sonraları daha da gelişen mücadelenin önünü açıcı bir işlev görür deri işçileri patronların ve diktatörlüğün saldırılarına karşı mücadeleci ve boyun eğmez tutumlarını ısrarla sürdürürler, eylemlerini gün geçtikçe geliştirirler. Bunda Deri-İş Kazlıçeşme şubesinin payı büyüktür. İşçiler birçok güçlü ve nitelikle eylemi kendilerine doğru eylem hattı çizen sendikalarının çevresinde tek bir yumruk halinde birleştikleri için gerçekleştirebilmişlerdir. Son toplu sözleşme görüşmelerinde, işçilerin sendika çevresindeki birliğini gören patron^sendikanın taleplerini kabul etmek zorunda kalmıştır. Ne var ki sendikanın işçilerle böylesi bütünleşmesi, etkin eylemlerle hak kazanılmasını sağlaması, baskı ve saldırıları püskürtmesi patronları telaşa düşürmüştür. Bu defa olanca gayretiyle işyerlerinden sendikaya uzaklaştırmak ve sendikayı yetkisiz bırakmak uğraşına giren deri patronları çeşitli dalavere ve oyunlara başvurmuştur. Mesela başka bir yerde bulunan bir konfeksiyon vb. fabrikasıyla deri fabrikasının birleştirilmesi yoluna son zamanlarda sık başvurulur olmuştur. Amaç deri fabrikasında sendikanın yetki alması için yeterli olan üye oranını sendikasız işçilerin çoğunlukta olduğu bir durum yaratılarak düşürmektir.
Öte yandan patronlar kıdemli ve sendikalı işçileri işten atma yoluyla hem sendikalı işçi sayısını azaltmayı, hem de atılan kıdemli işçilerin yerine acemi işçiler almak yoluyla ucuz işgücü sağlamayı hedeflemektedirler.
Patronların işten atma ve diğer baskılarına işçiler dayanışma ile birlikte mücadele ederek karşılık verirler. Yükseller işyerinde 6, Has Deri’de 30 işçinin atılmasını protesto için 3000 kadar işçinin 2 saat geç işbaşı yapma eylemi patron açısından etkili bir uyarı oluşturur. Eylemden kısa süre önce sendika başkanı ve sekreteriyle birlikte üç işçinin de gözaltına alınmış olması, eylem sırasında gözaltı durumunun sürmesi eylemlerin yukardan aşağı sendikacılar tarafından değil, bizzat tabandaki işçilerce gerçekleştirildiğini gösterecek niteliktedir.
Yüksellerde atılan 6 işçi yemek boykotu ve yürüyüş gibi eylemler sonucunda geri alınırlar. Has Deri’de ise atılan 30 işçiden başka onları destekledikleri için 25 kadar işçi de işten atılır. İlk atılan 30 kişi için “kapasite düşüklüğü”nü gerekçe gösteren Has Deri patronu kalan 25 işçinin atılma nedeni olarak işyerinin kapatılmasını gösterir.
Oysaki atılmanın gerçek nedenini işçilerin sendikadan vazgeçmemeleri olduğu söyleyen patronun bizzat kendisidir. Bu çelişen açıklamalar basını ve kamuoyunu yanıltmak içindir. Nitekim kendileriyle görüşmek için gittiğimiz işçilerin tamamı patronun sözlerinin yalan olduğunu, gerçek nedenin işçilerin sendikayı bırakmaması olduğunu söylediler. Patron ise çekinmeden yalan söyleme rahatlığını buluyordu kendisinde.
Kendileriyle görüştüğümüz Has Deri’den atılan işçiler baskılar karşısında yılmadan mücadele edenlere has kararlılık ve coşku ile doluydular. Patronun onları işten atması yıldırmak bir yana mücadele azimlerini daha da bilemişti. Aralarındaki ilişki ve dayanışma daha da güçlenmişti. Arkadaşlarını desteklemek için işten atılmayı göze alan ve atılan işçilerin bu dayanışması oldukça anlamlıydı. İşçiler başka işçi kardeşlerinin bağlı oldukları, üyesi oldukları sendikalar hakkındaki olumsuz düşünceleri kendilerinin üyesi oldukları Kazlıçeşme, Deri-İş şubesi için taşımıyorlardı.
Aynı zamanda DERİMOD’un da ortaklarından olan Has Deri patronu 30 işçiden sonra onları destekleyen öbür işçileri de işten attığını bildirdiği gün işçiler fabrika içinde, sendika başkanının da katılımıyla bir toplantı yaptılar. Toplantıda işçiler, sendikalarının çevresindeki birliklerini güçlendirerek mücadeleyi sürdüreceklerim ve bu konudaki kararlılıklarını belirttiler.
İşçiler sendikanın broşür ve yayın gibi yollarla eğitim çalışması yapmasını beklediklerini söylediler. Sendikanın maddi durumunun şimdilik bu tür çalışmalar yapmaya uygun olmadığını bildiklerini ve en kısa zamanda bu problemin çözüleceğine inandıklarını anlattılar.

“Sendika Ağaları” Ya Da “Sendikal Bürokratlar” Üzerine
Yazının genel çerçevesi açısından, günlük dilde kullanıldığı biçimiyle “sendika ağaları” ya da “sendikal bürokratlar” hakkında kısaca da olsa bir açıklık getirmeyi uygun gördük.
Niteliği ve Tanımı:
Sendikal harekette işçi sınıfına karşı resmi ideolojinin güdümünde bir sendikal anlayışın temsilcisi olan sendikal bürokratlar ile burjuvazinin ortak öznesi: Varolan ücretli kölelik düzeninin devamıdır.
Bu anlayışta olan bürokratların, resmi kurumlarla direkt bir “amir-memur” ilişkisi bulunmamasına karşın (ki zaman zaman olabileceği hatırlanmalı), öz itibariyle bu ilişkiyi andıran konumda hareket etmeleri anlamında, adeta resmi otoritenin bir memuru işlevini üstlenirler.
Bu ilişki, tarafların bir araya gelmeleri olasılığı reddedilmemekle birlikte, sürekli bu tarzda olduğu biçiminde mekanik olarak kavranılmamalıdır. İdeolojik bağlamda yaratılan birlik böyle de bir zorunluluğu da gerekli kılmıyor. Çünkü sendikal bürokratlar, sınıfın “ekmek ve özgürlük mücadelesine” karşı burjuvazinin yanında tavır alır. Böylece kader birliği yaparlar.
Sınıf düşmanı bir konuma sahip bu bürokratların, kendi çıkarlarını korumaya çalışma gayretleri aynı zamanda burjuvazinin de çıkarları ile çakışır. Bu, işçi sınıfının mücadelesini bastırmak ve sınıf hareketini parçalamak için “gerekeni” yapmakla sağlanır.
İşlevi bu olan bürokratlar, sendikal yaşamda sınıfın kitlesel denetimini engelleyip sendika içi demokrasiyi yok ederler. Bunun sonucu olarak da azınlığın burjuvaziye destek veren keyfî davranışları hâkim kılınır.
O sebeple sendikalar, işçilerin tartışma ortamının olduğu sosyal mücadelenin birer kurumlan olmaktan çıkmakta ve bürokratların “ideolojik ve iktidar” tekeline girmektedir. Sonuçta bürokratlar, tek otorite durumuna gelmekte ve o sebeple işçilere, sınıfın “ekmek ve özgürlük mücadelesi” ve anlayışı yerine resmi ideolojiye kul olma inancı ve bilinci aşılanmaktadır.
Özellikleri:
Sendikal bürokratlar, ayrıcalıklarının ve çıkarlarının bilincinde olduğundan; bunları korumak amacıyla her yolu ve yöntemi benimseyip kullanımına başvurur. Bununla işçi sınıfının “ekmek ve özgürlük” mücadelesi karşısında sermayeye olan vefa borcunu öder; burjuvaziye hizmette kusur etmezler. Bu sebeple, varolan ekonomik ve siyasi sistemde sömürü çarkına orda aldıkları yahut burjuvazinin verdiği tak olurlar ve bu, hizmetleri karşılığı sus payları aracılığıyla sağlanır. Varlıklarını korumak esas amaç olmasından, bunun gereği her şeyi yapmaktan geri kalmazlar, özellikle kongreler öncesinde yapılan delege seçimlerinde, tüm “marifetlerini” sergileyip, koltuklarını koruma gayreti gösterirler.
Kısaca, özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Sendikal bürokratlar her ne pahasına olursa olsun koltuklarım kaybetmek istemezler.
2- Koltuklarından kaynaklanan konumlan onlara maddi ve sosyal ayrıcalıklar sağlar. Maddi ayrıcalıklar, bürokratın sendikadan ya da sendikayı kullanmak suretiyle işverenden/sermayedardan sağladığı nakdi ve ayni yardımlardır. Ve bu, belli bir tüketim alışkanlığı ve sosyal prestij kazandırdığı için, sosyal konumunda yükselme güdüsü yaratır. Bunlardan bir tanesi de, seçimlerde bir partiden aday olması ve kendi tabirleriyle “işçilerin ekmek kavgasını” mecliste sürdürmenin temsilcisi olurlar.
3- İçinde bulunduğu konumu savunacak bilinci geliştirir ve benimser.
4- Sendikal bürokratlar, ücretli kölelik düzeni içinde, çalışma koşullarından doğan sorunların olabilecek çözümünü benimseyen bir sendikal anlayışı esas alır. Bu sebeple, çözüm gayretini resmi otorite ve işverenle işbirliği yapan; toplumsal gücü devre dışı bırakan yöntemi benimser. Onun için uzun erimli bir mücadele programı yerine günlük politikayla burjuvazinin nimetlerinden yararlanırlar.
5- Sendikada varlığını tehlikeye atan her türlü muhalefete karşı olurlar.
Kaynaklan Nelerdir?:
Sendikal bürokratların hangi temelde geliştiği ve güç olduğu konusunda:
1- Ekonominin gelişmesine ve işçi sınıfının nicel olarak büyümesine bağlı olarak, işçi sınıfı içinde oluşan toplumsal bir tabaka olan işçi aristokrasisinin varlığı ile toplumsal bir temel bulur.
2- Çalışma hayatını düzenleyen mevzuattan kaynaklanan sebepler; genel anlamda yazılacak olursa, sendikal örgütlenme özgürlüğünü ve faaliyetini sınırlandıran ve düzen sınırları içinde sorunların çözümü olarak sunulan yasal hükümlerin yer alması, bürokratların oluşmasının başka bir sebebi olur.
3- Çalışma hayatıyla ilgili sorunların, varolan ücretli kölelik düzeninde çözümünü savunan ve onun için işverenle/sermayeyle işbirliği yapmayı esas alan sendikal bürokratlar bu sendikal anlayışın varlığı temelinde yasama gücü bulurlar.
4- Sendikal bürokrat olmanın yaşamda yarattığı ayrıcalıklara ulaşmak amacıyla, sendikacı olmayı benimseme.
5- Sınıfın mücadelesinin boyutunun zayıflığı, bu, bürokratların palazlanmasının bir başka sebebidir.
Panzehir Sınıfın “Ekmek Ve Özgürlük” Mücadelesi Bütünselliği:
Neden ekmek mücadelesi?
Sendikal bürokratlar her ağızlarını açmada: “Bizim davamız ekmek kavgası olup, bunun için varız” derler. Fakat toplu sözleşmelerle sağlanan ekonomik hakların, burjuvazinin izlediği ekonomi politika sonucu kısa zamanda nasıl yok olduğunu dikkate almazlar. Almak da istemezler. Çünkü devamında, “nasıl korunabileceği” sorusu önem kazanır.
Çalışanların yaşamlarını sürekli kılabilmesi için beslenmeye ihtiyacı var. Onun için de varlığını sürekli kılacak imkâna kavuşması için mücadele etmesi zorunluluğu doğar. Günlük diliyle “ekmece mücadelesi” verir. Bu gerekli ama yeterli olduğu söylenemez.
Ekonomik kazanımların elde edilmesiyle her şey bitiyor mu? Korunması ve geliştirilmesi nasıl sağlanabilir?
Neden Özgürlük Mücadelesi?
İşçilerin sadece ekmek mücadelesi yeterli olamaz. Çünkü yukarıda sıralanan soruların cevaplandırılması halinde, özgürlük mücadelesinin neden gerekliliği olduğu anlaşılır.
Özgürlük bireysel bir olgu olmayıp, toplumsal bir olgu olması sebebiyle, özgürlük mücadelesi bir sosyal sistem, yani Sosyalizm istemiyle çakışır. Bu emeğe dayanan ekonomik ve siyası bir düzen Sosyalizm için mücadelenin verilmesini zorunlu kılar.
Her iki mücadelenin bütünselliği:
Ne salt ekonomik, ne de salt özgürlük mücadelesi verilmelidir. İkisinin bütünlüğü bir zorunluluktur. Birincisine sığınma bilinen adıyla, ekonomist bir mücadeleyi benimsemedir.
Bütünselliğin olmamasının anlamı, mevcut ücretli kölelik düzeninin devamını onamıdır.
Bütünsellikte mücadelenin esas yönü özgürlüğü kazanmak olmak kaydıyla, ekmek mücadelesi geri planda kalır. Çünkü ekonomik hakların ve kazanımların kalıcılığı özgürlük mücadelenin zaferine bağlıdır.
Emeğin ekonomik ve siyasal düzeni bu bütünselliği sağlayan mücadelenin ürünü olup; bu da, sınıfın öncü müfrezesi Partisi önderliğinde verilir.
Bu mücadele anlayışıdır ki, sendikal bürokratların varlık koşuluna son vermeyi esas alır.

Bir Konferans Haberi
İşçiler, Emekçiler, Gençler, İlerici Aydınlar, Devrimciler Yoldaşlar;” diye başlıyor elimize geçen ve TKP/ML III. Konferansı’nın toplandığını duyuran broşür. Belgede, konferansın, Türkiye toprağında, saygı duruşu ve Enternasyonal marşının okunmasıyla başladığı, tartışmaların 1 hafta sürdüğü ve sonuçta, program tasarısının, Türkiye’de komünist hareket ve komünistlerin birliğinin, gençliğin sorunları ve “Genç Komünistler Hareketi’nin, işçi sınıfı hareketinin, kadro politikasının ve tüzük değişikliklerinin ele alındığı belirtiliyor. Konferans genel değerlendirmesine ilişkin olarak söylenenler şunlar:
“Bir yıl ertelenen 3. Genel konferansımızın, 2. Genel Konferans’ta kararlaştırılan tezlere dayalı olarak, 2. Merkez Komitesi tarafından hazırlanan program tasarısını ele alıp tartışması ve hareketimizi bağlayan bir program tasarısı olarak kabul etmesi, örgütümüzün tarihinde ilk kez gerçekleşen büyük önemde bir olay.”
Konferans kararlarının en önemli bölümlerinden birini Türkiye’de komünistlerin birliği konusunda alınan karar oluşturuyor. Bu konuda önceki konferansı faaliyetlerinden ve bu konunun öneminden söz edildikten sonra şu görüşlere yer veriliyor:
“3. Genel Konferans… ülkemizde, TKP/ML Hareketi, TKİH, TİKB, ve TDKP’den oluşan komünist hareketin oluşumunu ve evrimini tartıştı, bu dört örgütten oluşan komünist hareketin bir örgüt çatısı altında, Marksist-Leninist teoriye dayalı olarak Marksist-Leninist bir program ve strateji üzerinde ilkeli birliğini sağlamak için savaşım verme görevini saptadı, perspektifler üzerinde durdu. (…) Ülkemiz komünistleri birlik istiyor, ülkemiz işçileri komünistlerin örgütsel birliğini istiyor; proletaryanın yakın gelecekte daha geniş çaplı ve sert kavgası öncü örgütün hazırlanmasını gerektiriyor. (…)
“3. Genel konferansımız, hareketimizin, komünistlerin birliği için savaşıma hazır olduğunu, kendi payına bu kavgayı omuzlayacağını ilan ediyor ve tüm komünistleri, komünistlerin bir tek örgütte ilkeli birliği için mücadeleye çağırıyor.”
İşçilere ve işçilerin bu yıl yükselttikleri mücadeleye büyük önem veren konferans, bu konuda şu tespiti yapıyor:
“Bahar dalgasıyla işçi sınıfı ülke gündemine dururken, ücret politikasında hükümete geri adımlar attırdı. Daha da önemlisi işçi sınıfı, savaşım alanlarını genişletti. Geniş işçi ve halk yığınları arasında kavga bilinci uyandırırken durgunluk döneminin etkilerini de önemli bir oranda temizleyici oldu. Devrimci güçlere de cesaret verdi. Olaylar, işçi sınıfı saflarında radikalizmin yayılmakta olduğunu, sınıfın hareket halinde olan kesimleri arasında reformizmin ve revizyonizmin etkileri zayıflarken, devrimci propaganda ve ajitasyona ilginin yükseldiğini gösterdi.”
Merkez Komitesi’ni seçtiğini ve tüzük değişikliği önerilerini görüştüğü belirtilen konferans; Kültler üzerindeki milli zulmü protesto ettiğini, Kurt ulusal savaşımıyla omuz omuza olduğunu; ülkemiz devriminin onuru özgürlük tutsaklarının faşist diktatörlüğe karşı direngen savaşımım bir kez daha selamladığım; gelişmekte olan ilerici kadın hareketini genel demokratik hareketin yeni koşullarda önemli bir parçası olarak değerlendirdiğini ve bu hareketin devrimci bir çizgide geliştirilmesinin önemi üzerinde durduğunu, Gorbaçov’Ia birlikte Rus modern revizyonizminin en gelişmiş biçimine ulaştığım ve buna karşı mücadelenin güncel önemim vurguluyor.

Cezaevindeki Baskılar Yunanistan’da Protesto Edildi
Eskişehir Cezaevi’nde başlayıp daha sonra bütün cezaevlerinde yoğunlaşan açlık grevi nedeni ile Yunanistan’daki TDKP taraftarları A.Ajansı’nı işgal ettiler. 17.8.1989 Perşembe günü saat 12.30 sıralarında on (10) kişilik bir grup Türkçe ve Yunanca yazılmış pankartlarla A. Ajansı bürosuna girdiler. Buradakileri etkisiz hale getiren TDKP taraftarları kapıları kapatarak Yunanca ve Türkçe sloganlar haykırmaya başladılar. “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek”, “Kahrolsun Cunta”, “Kahrolsun Faşist Diktatörlük”, “Kürdistan’daki sürgün ve kıyımlara son” vb. sloganlarla çevreye haykırdılar.
Çok kısa bir süre sonra binanın etrafında Yunan polisi tedbir aldı.
AA bürosunu işgal edenler işgal ile birlikte Ajanslara, Türkiye’nin Atina Konsolosluğu’na, A. Ajansı Merkez bürosuna teleks’le “Biz Atina’daki TDKP taraftarları Türkiye’deki cezaevlerindeki açlık grevini destekliyor, cezaevindeki baskılan lanetliyoruz” mesajını ulaştırıyorlardı.
Olay üzerine işgal edilen A. Ajansı bürosuna Yunanistan basını ve Televizyon Kurumu çok kalabalık bir grupla geldiler. İçeriye alınan televizyon ve basın muhabirlerine protestolarını anlatan bir açıklamayı veren TDKP taraftarları daha sonra binayı kendiliğinden terk ettiler.
Yunanistan televizyonu ve basını olayı çok geniş bir şekilde duyurdu.
Aynı zamanda Yunanistan’daki diğer Kürt ve Türk mülteciler THY bürosunu işgal ederek ve Türkiye Konsolosluğu’na yürüyüşle protestolarda bulundular.
S.TOPRAK – ATİNA

Kütüğünde yazar ki; Adı: İnkılâp Soyadı: Dal Doğumu: İzmir, 1960
Uyruğu: Başbakanı; ameliyatları, ameliyatlarının kontrolleri, göz muayeneleri için yılda birkaç kez ABD’ne giden bir ülke
Hal ve gidiş: Devrimci
Ölümü: Tedavi edilemez safhada kan kanseri, Paris-St. Antoine Hastanesi, 22 Ağustos. 1989.
Paris’teki St. Antoine Hastanesi’ne gittiğinde 30 kiloya düşmüştü İnkılâp Dal. Doktorlar, tahlil için hücre bile alamamışlardı. Vücudundan ama hiçbirinin aklına, “Nerede kalmışsın be çocuğum, insan bu hale gelinceye kadar bekler mi?” demek gelmedi. Çünkü biliyorlardı. İnkılâp Dal’ın, pasaport verilmediği için geciktiğini, ölüme mahkûm edildiğini biliyorlardı. İki ay önce gelse yaşama şansı en az yüzde 50 olan İnkılâp Dal’ı artık kurtaramayacaklarını biliyorlardı. Biliyorlardı, ama acaba anlıyorlar mıydı?
29 yaşında bir gence, siyasi bir davadan aldığı 5 yıllık hapis cezası nedeniyle aylarca pasaport vermeyen, gecikirse öleceğini bile bile vermeyen bir devleti anlıyorlar mıydı? İnsanların düşünmesinden ölesiye korkan ve on binlerce kişiyi hapishanelere doldurup düşünmeyi engelleyebileceğini sanan bir devleti anlıyorlar mıydı? Ya, İnkılâp Dal’ın, “Yüzde 15 yaşama şansım olduğu söyleniyor. Onu da Hamdullah Erbil’e veriyorum” deme gücünü nereden aldığını anlayabiliyorlar mıydı?
O doktorlar, bu devlet, İnkılâp Dal’ın öldüğünü mü sanıyorlardı?


Cezaevindeki Direnişler Yurt Dışından Da Desteklendi

Cezaevindeki siyasi tutukluların açlık grevine giderek başlattıkları ve günlerce süren direnişlerine yurt dışındaki devrimci, demokrat kişi ve kuruluşlar da destekte bulundular. F. Almanya’nın Bonn kentinde 8 tane siyasi örgütün başlattıkları açlık grevine 150’nin üstünde katılım oldu ve daha sonra bu eyleme bağlı olarak Bonn’da aynı hafta sonunda 4000 kişinin katıldığı bir protesto yürüyüşü yapıldı. Coşkulu geçen protesto yürüyüşü boyunca, “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek”, “Zindanlar Boşalsın-Tutsaklara Özgürlük”, “Yaşasın Uluslararası Dayanışma”, “Doğudaki Katliama Hayır” vb. sloganları atıldı ve daha sonra yapılan mitingde Almanca, Kürtçe ve Türkçe konuşmalar yapılarak gerek Kürt halkına yönelik katliam ve gerekse zindanlardaki siyasi tutuklulara yönelik yapılan baskı ve terör teşhir edildi.
Bunun yanı sıra Almanya’nın başka birçok kentinde olmak üzere tüm Avrupa çapında dayanışma eylemleri (sergi açma, protesto kartı yollama, imza toplama, miting, yürüyüş, konsolosluk işgal etme vb.) yapıldı.
Tüm eylemler boyunca demokratik kamuoyunun büyük bir duyarlılık gösterdiği ve burjuva basınının günlerce yer verip gündemine aldığı gözlendi. Devrimci kuruluşlar arasında da eylem birlikleri oluşturulup günü gününe çeşitli eylemler düzenlendi.

DİE GRÜNEN İn Der Bürgerschaft

F. Almanya Yeşiller Partisi, Başbakan T. Özal’a protesto telgrafı çekerek, siyasi tutuklulara yapılan insanlık dışı uygulamalara derhal son verilmesini ve her türlü temel insan haklarına harfiyen uyulması isteminde bulundu.
Yeşiller, gerek basın açıklamalarında gerekse başbakana çektikleri protesto telgrafında, “3 Ağustos günü Eskişehir’de olan olayları büyük bir nefretle öğrenmiş bulunuyoruz. Açlık grevindeki siyasi tutuklulara yapılan bu insanlık dışı uygulamalara derhal son verilmesini istiyoruz. İnsan haklarına saygı göstermeyen bir hükümetin “demokratikleşmeden” söz etmeye hakkı yoktur.” diyerek, tutuklulara derhal her türlü bakım ve yardımın yapılmasını da talep ettiler. İvedi olarak ayrıca Türkiye’ye bir de heyet gönderen Yeşiller, “Adalet Bakanı’nın bu yaptıklarının bundan böyle de peşini bırakmayacaklarını” ileri sürdüler.  


Sinemacılar Beyefendiyi Bekliyor
Perdeci – Mehmet ESATOĞLU

Perdeci Beyoğlu’ndan Taksim’e eski bir skoda otobüs gibi oflaya oflaya çıkmaya çabalıyordu. Ağustos ve yaz veda etmek niyetinde olsalar da, havanın sıcaklığı onları yalanlıyordu. Perdeci bu anlamsız sıcağın nereden geldiğini anlamak istercesine kafasını göğe doğru kaldırdı, gözlerini güneşle kırpıştırırken fısıltı ile sordu; “Hafif sonbahar esintileri nerelerdesiniz?”
Bu esinti, “muhabbeti” görüntü anlamında şöyle gerçekleşiyor: Adamın biri Taksim’in orta yerinde durmuş göğe bakıyor. Yanından gelip-geçen birkaç meraklı -aslında hava durumu uygun olsa- durup birlikte bakacaklar, gel gör ki sıcak asla buna izin vermiyor. Bu bakışın uzatma dakikalarında iriyarı takım elbiseli, saçı bol jöleli biri durduğu yerin uygunsuzluğunu anımsattı Perdeci’ye.
Gümm… Öyle bir çarpmaydı ki bu yediği darbeyle az daha anıt çimenleri üzerinde “Taksim’e cami gerekliliği”ni anımsatacak bir eylem yaptıracaktı. Çarpılan, bu eylemleri yaparken çarpan -zaman darlığından olsa- dönüp özür dileyemeden yürüyüşünü sürdürdü.
Perdeci, bütün hırsıyla “Taksim’e bu dozeri kim soktu!” diye bağırınca, adam ani frenle durdu, döndü. Dönmesiyle de Perdeci’nin yüz ifadesi birden değişti. “Ayı oğlu ayısı Bodrum’larda dolana dolana yürümesini mi unuttun!” Adam: “Peki ya sen, ne diye İstanbul’a yarın gelmişler gibi yolun ortasında duruyorsun?” “Ben”, dedi Perdeci, “deliğe bakıyordum. Fazla hararet yapıyor da.” Adam anlayamadı, “Hangi deliğe, bulunduğumuz yer malum.” “Edepsizliği bırak” dedi, Perdeci “Ben şu yukarıdaki yırtım pırtım delikten söz ediyorum, müthiş hararet yapıyor. Bu arada anlayamadığım şu korkunç ısının orta yerinde takım elbiseyle gezen kimi kerizler.” “Evet”, dedi adam, “Karşınızdaki keriz, takım elbiseli ama bazı başka kerizleri tezgâha almak üzere cilalandı bu gövde, bu saçlar.” Perdeci, “Ticari bazı üçkâğıtlar mı?” diye sordu. “Sayılır, ancak karşımızda şahıs yok, devlet var.” Perdeci, “Eyvah”, dedi “En yakın dostlarımı da ihale mafyasına mı kaptırdım. Oğlum, sen sinemacı değil misin ne işin var…” diyemeden, “Ah, Perdeci” dedi adam, “Dünyadan, bazı durumlarda bihaber Perdeci, neler oluyor, neler dönüyor piyasada, pek tabii sinema piyasasında. Buruşturma yüzünü piyasa deyince. Batıyoruz Perdeci. Sinema bitiyor. Bırak kaşlarını çatmayı. Biter sinema, biter. Yazıhaneler kan ağlıyor Yeşilçam’da. Filmler daha çevrilmeden maliyet hesaplarıyla batıyor. Video’ya sarıldık bir zaman, o da yürümedi. Son şansımız renkli camdan iş kapmak, gel gör ki orada da rüşvetçi takımı bize iş vermiyor, verse de bütçeler nanay. Peki, ne yapmalı bu durumda, yalnız hesap yap da düşün. Buna sinema derler, tiyatro gibi iman gücüyle işlemez. İlk merhaba bir çın sesiyle başlar.”
Perdeci bu gösteriyle karışık söyleve önce gülümsedi. “Bilirsin, benim piyasa işlerine pek aklım ermez. Ben dökülmekte olan saçıma, eskimiş kafa kâğıdıma rağmen merhaba ile çınn sesi ilişkisini anlayamıyorum.
Adam, hınzır bir ifadeyle “Gel, seni bu ilişkiyi sıcak sıcak yaşayacağın bir yere götüreyim” dedi. “Gelmem”, dedi Perdeci, “Bu sıcakta hiçbir yere gelemem. Bak gökyüzüne, bu delik var ya bu delik sonunda büyüyecek, yakacak ortalığı. O zaman ne senin Yeşilçam sokağın kalacak, ne de içindeki envai tür çürük kokan şirketleri.” Adam ısrarlıydı. “Bak Perdeci, bugün bizim hayat-memat günümüz, sen de gel. Senin ağzın iyi laf yapar. Her gün bir yığın eleştiri yapıyorsun. Hadi bugün de bizim için biraz çene yap. Ne demişler?.. Emek harca ki eleştiriye hakkın olsun.
Perdeci hayırlı işin içyüzünü öğrenemeden anlı-şanlı bir otele doğru yürümeye başladılar. Otele yakın kimi yönetmenlere rastladılar. Onlar da grand-tuvalet otele geliyorlardı.
Salona girdiğinde, Perdeci şaşkınlıkla sağa sola bakındı. Tüm “sinema dünyası” adeta oradaydı. Herkes ellerini önde kavuşturmuş gözleriyle kapıyı göz hapsine almıştı. Ve kimse birbiriyle ilgilenmiyordu.
Girişte kalabalıktan kimileri içtenlikle selamladı Perdeci’yi. Kimi resmi kokteyl gülücüğü yolladı, kimi de resmen baş çevirdi. Perdeci, merhaba’ların paranın çınn etmesiyle hayat kazandığı bir ortamda bütün bu tavırların ani değişebilirliğini düşündü bir an. Şu köşede görmezden gelen adam bir sabah kulağında çınn sesleriyle yaklaşabilir yanına. Vaaay baba!
Salondaki uğultular birden dalgalandı, çünkü merdivenlerde anlı-şanlı starlar güründüler. Bunlar, bazen esen rüzgâra göre koyu birer milliyetçi, bazen alabildiğine halkçı, bazen koyu bir radikal pozuyla beyaz perdenin dışında da oynarlar. Hiç kimse 1 Mayıs alanında slogan atan anlı-şanlı starın koyu ırkçı motiflerle dolu bir filmde canla başla oynayışım izah edemez. Bu tartışmaların sonu şöyle biter: “Ben profesyonelim!”
Starlar patron öpücükleri resmigeçidinden geçerek salona yönelirken gözler yeniden kapıya yöneldi.
Perdeci bu ilginç kalabalığın bekleyişindeki gizi çözebilmiş değildi. Birlikte geldiği takım elbiseli dostunu aradı bir ara gözleri. Az ilerde bir kalabalığa dalmış, gözü kapıya takılmış yazıhane sahibi sinemacı ağababaları güldürmeye uğraşıyordu. Başka bir tanıdığı gördü Perdeci, yanaştı kısa bir hoşbeşten sonra “Neyi bekliyoruz burada?” diye soruverdi. Beriki hayretle, “Haberiniz yok mu? Beyefendi’yi bekliyoruz.”
Beyefendi’yi bekleyenlerin şarkısı:
Bugün burada, bu saat
Biz sanatın patronları
Giyindik erkenden grandfaça
Beyefendiyi bekliyoruz
Bu belki de bir gelenek
Eski padişahım çok yaşacılıktan
İnşallah densiz biri çıkıp da
Senden büyük Allah var demez
Geleneğe uymak için
Çok sayın beyefendi’ye
Beyefendi sanatın yeni başı
Nasıl gelmiş bilinmez
Eskiden “Kültür denince elim
silahıma gidiyor” diyen
Bir görüşün devamcısı
Şoförü anlatıyor eskiden
Birlikte olduğu kimliği belirsizler
Ellerinde zincir, bellerinde browning
Çıkarılmış insan avına.
Kurbanlarına son söz hakkı bile tanımadan
Ama ne garip
Bu adam şimdi geliyor
Sinemayı kurtarmaya, bizleri ihyaya
Kurtarmaya mı, batırmaya mı
diyenler de var
Tereddütsüz içimizde, hatta
oynayanlar var.
Bu konuda
Yazı ya da tura!

Acaba bu iğrenç oyunu yemeyecek var mıydı bu salonda, nesli kalmış mıydı? Varsa oranı yüzde kaçtı? Beyefendi’nin gelişi geciktikçe küçük küçük yakınma koroları uğuldamaya başladı:

kır saçlı kibar adamın giriş şarkısı:
Sayın davetliler
Ortalık cehennem gibi
Oysa biz burada, bu klimalı bahar havasında
Dilerseniz biraz deşelim gerçekleri ortaya
Ben Beyoğlu’nda
Nesli iyice azalmış
Bir yaratık
Adım Sinemacı, Soyadım
Yapımcı
Yani…
Yapım yapan Sinemacı
Hollywood’luların dediği gibi
Sinema yapımla başlar
Yine yapımla biter
Ama bugün
Yeşilçam’da Son durum

YAKINMACILAR KOROSU
Vah… Vah… Vah…
Vah… Vah… Vah…
Sinemamız enfarktüs olmuş
Sinemamız soluksuz kalmış
Tekliyor babam tekliyor
Salonlar önce boşalıyor
Sonra kapanıyor birer birer

YAKINMACILAR KOROSU –
Vah… vah… vah…
Vah… Vah… Vah…
İşte sayın davetliler
Size anlatsın son vaziyeti
Anlı-Şanlı büyük star

En büyük starın şarkısı
Ben, evet ben yıldızların en yıldızı
Gazete ben, TV ben
Yani özetle
Varsa ben, yoksa yine ben
Diye yıllar tükenirken
Birden kapım-telefonum çalmaz oldu.
Sinema dar boğazda anlıyoruz
Peki ya ben?
Ben her gün buruşuyorum
Gelmez böylesi kırk yılda bir bile
Hayır üzüntüm değil kendime
Acıyorum vatana millete

Kel kafalı uzun boylu adamın şarkısı
Ben eski bir yazar
Yoldan çıkıvermiş
Namım bir gavur filminden
Beş ayrı senaryo yazmakla başlar.
Bu iş böyle gitmez
Çekmezseniz film,
Ben nasıl geçineyim
Tam su alırken tekne
İmdada yetişti bir gazete
Erotik bir çizgi romana
Söz yazacağım inşallah
Böyle yırtacağım

YAKINMACILAR KOROSU
Vah… Vah… Vah…
Vah… Vah… Vah…
Cingöz yönetmenin şarkısı
Ben sekiz günde
Sekiz film yapan
Eli çabuk yönetmen
Sanattan hiç hoşlanmam
Ama
Yüzlerce film yaptım
Ödül bilmem aldım
Her ortama uyumluyum
Kovboy desen çektim
Melodram
Porno
Kan davası
Yani her cins numara
Evet baylar lütfen
İş yok mu bu cambaza

Vah vah korosu sürerken son sözleri söylemek ve birkaç kürek toprak atmak üzere mezara yaklaşan adam tavrı ile biri çıktı ortaya; “Ey sinemacılar, bırakın vahlanmayı. Biz yalnızca kendi kendimize vahlanmadık. Saygıdeğer basınımız yanlış anlayacak. Birçok çözümler aradık. Sayın Beyefendi’nin kurduğu kabine bizim işlere bakacak kişiyi tayin eder etmez koştuk yapıştık eteklerine. Başladık ağlaşmaya sızlaşmaya. Karşımızdaki Beyefendi’nin adamı müteessir oldu bu durumda. Önünde eğilenler, gerdan kıranlar, kalça oynatanlar; yıllardır beyaz perdede seyrettikleri. Hatta geçende bir kargaşa oldu, hep kötü adam oynamış biri başlamaz mı ön sırada şaklabanlık yapmaya. Beyefendi bir sinirlendi, kaşlarını çattı. “Sen” dedi, “bre hınzır, kötü adam değil misin?” Kötü adam oynayan daha da alçalarak “Evet efendimiz, haklısınız kötü adamım ama unutmayın ki; benim de karnım acıkır.”
Beyefendi’nin adamı sonunda ahu bakışlı starların bakışlarına dayanamaz, başlar yoksul halkın vergisiyle şişirilmiş keseden ihsan dağıtmaya. Yazıhane sahipleri heveslenirler ve fısıldaşırlar aralarında “Kazıkladık kerizi”. Son gelişmeler iyi gidiyor derken baş Beyefendi birden değiştirir adamı. O sinemanın dertleriyle yanıp tutuşan adamlar görevden alındıkları günün ertesi günü selam bile vermiyor insana, dolanırken başkent sokaklarında. Bizde azim tükenir mi, asla! Toplanıyoruz, gidiyoruz yeni Beyefendi’nin eteklerine. Olaylar gene aynı. Geçen gün, bıktık bu oyundan, toplandık gittik esas Beyefendi’nin yanına. Hani şu sabah erken kalkıp yönetimi ele alana.
Adam da dertli değil miymiş Sanat’tan yana, o yakındı, biz yakındık. Adam haklı, ressamın biri bir gün manazara, çıplak kadın ya da meyva yığını çizeceğine kalkmış eşcinselliği resmetmiş. Esas Beyefendi bu tabloyu görünce, dayanamamış ibneliğin böylesine. Almış çöpe atmış tabloyu. Kimi kendini bilmezler diline dolamış bu öyküyü. Esas Beyefendi sövdü, biz alkışladık. Hatta biz ona fırsat vermeden ağız dolusu sövdük, eskiden sinema yapmış ve sözüm ona dürüst kalmayı başarabilmiş bilcümle ustaya.
Destek istedi bir yönetmen esas Beyefendi’den. “Ben” dedi, “Beyefendi, lümpen gençler dışında bir film çekmedim, o zamanlar. Son çektiğim filmi bilirsiniz. Hani bir adam var otelde kâtip, bir karı geliyor otele de bir daha gelmiyor. Adam bütün film o karıyı bekliyor. Ben böyle bir sanattan yanayım.” Esas Beyefendi’nin gözleri doldu, ağladı. Alnından öptü, “Aferin evladım, bu memlekette kurtulacaksa eğer sinema, konuları böyle sanat dolu olmalı. Geçenlerdede böyle bir senaryo okudum ve ağladım. Adamın biri bacak kılına düşkün, sonra finalde gırtlağını keserek intihar ediyor.” Bu coşkun ağlamanın sonuna doğru Esas Beyefendi ayağa kalktı ve haykırdı:
“Ey sinemacı, kalk ve ilerle, bir yaz günü başkentten geçtik kafilelerle.” Esas Beyefendi’nin saldığı buyruklar eteklerini tutuşturdu alt Beyefendilerin.
Başkentte Esas Beyefendi’nin yanından kafilelerle çıktığımız gün karar verdik, kutlamayı bir lokantada yapmaya. Dizilmişiz, arabalar sıra sıra. Caddede trafik felç. Bekledik bekledik. Sonunda Büyük Patron atladı aşağıya. Esas Beyefendi’nin de yanından çıkmanın getirdiği hırsla bu düzeni düzenlemeyeni haşlamaya.
Caddenin orta yerine geldiğimizde, bir de baktık ki yolu tıkayan kadınlar oturmuşlar caddenin ortasına türkü söylüyorlar, özgürlük aşkına ölüme yatmış evlatlarına destek olmaya. Büyük Patron çok kızar böyle kadınlara. “Doğurmasaydınız böyle evlat” kompozisyonu ile haykırdı. Kadınlar, kadınlar açın yolu yoksa geç kalacağız yemeğe. Baştan ayağa karalar bağlamış bir kadın yaklaştı Büyük Patron’a, “öfkelenmeyin efendim” dedi, “öfkelenmeyin”. Biz size geçmeyin demiyoruz. Oturduk buraya, bekliyoruz duyarsızlık bizi ezip geçsin diye. Büyük Patron içinden söverek döndü arabasına, taktı arabayı geri vitese, başladı sokaklarda yol aramaya. Bir sokakta göçmenler, başka bir sokakta Peşmergeler, daha başka bir sokakta da ek zam isteyen işçiler çıktı karşısına. Büyük Patron bunaldı, varamayacaktı lokantaya. Sonunda hırsla sürdü arabayı tümümüz birden üstüne, lokantaya vardığımızda tekerleklerin kenarında kırmızı bir iz kalmıştı yalnızca.
İşte sayın davetliler Esas Beyefendi’nin ilgisinin sonucu bu küçük beyler gelecekler az sonra dinleyecekler dertlerimizi. Sizden küçük bir ricam var, Beyefendi salona girerken lütfen iki kolunuzu birden havaya kaldırıp avuçlarınızı sonuna kadar açık tutun, yanlış anlaşma olmasın.”
Dışarıda siren sesleri duyulunca kalabalıkta bir dalgalanma oldu. Perdeci hızlı adımlarla merdivenlerden inerek kapıya yöneldi. Karşıda korumalarının arkasında, yüzünde insani hiçbir kımıltı bulunmayan biri yaklaşıyordu. Perdeci adımlarını hızlandırırken arkada şapırtılı el öpme sesleri geldi kulağına. Klimalı bahar havası geride kalmış, sıcak yırtık ozondan fırlamışçasına ortalığı kasıp kavuruyordu. Perdeci bakışlarını meydanda gezdirdi ağır ağır ve şöyle mırıldandı: “Hey sinemacı, koca sinemacı ölümünün beşinci yılında sokaklar hâlâ senin türkünü söylüyor…”

Devrimci Sanatçı Eylemin Dışında Kalamaz”
Röportaj: Yılmaz GÜNEY
Atilla Dorsay’ın ”Yılmaz Güney Kitabı” adlı yapıtında yer alan, Yılmaz Güney’le çeşitli tarihlerde yapılmış röportajlardan derlenmiştir.

Soru: Önce, nasılsın?
Yanıt: Ben iyiyim. Çok iyiyim. İyiliği, kötülüğü değerlendirmek zor. Şartların bilincindesin. Bu şartlar içinde sen kendine düşen görevi yaparsın. İçinde bulunduğun şartları değerlendirirsin, yazarsın, çizersin, okursun… Biz de bunları yapmaya çalıştık. Zaman söz konusu değildi. Gün bekleme durumu yoktu, gün saymadık. Birtakım zorlukların, gerekliliklerin halledilmesi gerekliydi. Onları yapmaya çalıştık.

Soru: edebiyatta somut ilişkilerin ne zaman başladı?
Yanıt: Lisenin ikinci sınıfındayken, okul duvar gazetesine hikâyeler yazma merakı. Belki kişilik ispatından gelen bir şey. İlk hikâyemi okulda gazeteye basmadılar. Hasta olan karısını şehre getiren, parası pulu olmayan, bu yüzden doktora tavuk vermek isteyen bir köylünün öyküsüydü bu. Ben o zaman sosyalistlik nedir, sol cephe nedir, solculuk nedir bilmiyordum.

Soru: Filmlerinde hangi insanı canlandırdın?
Yanıt: İlk yaptığım filmlerde yarattığım tip, aşağı yukarı, ezilmiş bir adamdır. Durmadan kaçar. Ekmeğinin derdindedir. Kendi işindedir. Bir takım olaylar oluyor, o karışmak istemez. Fakat hep mecbur edilir. Bu kaçan, kovalanan adam bir yerde isyan eder patlar, ortaya atılır, vurur kırar. Fakat sonunda hep yeniktir. Hep halkımın karakterini taşıyan insanları oynadım.

Soru: Umut’ta öyle bir hayat çiziyorsun ki, tahammül edilir gibi değil. Sonra bu acı yaşamı bir yanılgı, bir umutsuzlukla bitiliyorsun. Peki filmin adı niye Umut?
Yanıt: Halk gelecek şeyin ne olduğunu, hatta umudun ne olduğunu da bilmiyor. Bizim halkımız devamlı bir bekleme içindedir. Benim anlattığım umut, aslında bu bekleyişin hikâyesidir. Aldatıcı bir umudu anlatmak istedim. Umut, bizim hayatımızın bir parçasıdır. Ayağı yere basan bir insan boş şeyleri hayal edip umutlanmaz. Toplum belli bir düzeye ulaştığı zaman insanlarda hayale dayanan umutlar kalkar. Umut, düzen bozukluğunun bir simgesidir.

Soru: Filmi seyreden bazı arkadaşlarımız, filmin saptayıcı rolü olduğunu teslim ettiler. Fakat filmin bir çıkış, bir mesaj vermediği için herhangi bir devrimci çizgiye oturmayacağını söylediler. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Yanıt: Bu film eğer bir çıkış getirmiş olsaydı, film olmaktan çıkardı. Yol gösteren bir duruma gelirdi. Ayrıca devrimci sinemayı da böyle almıyorum. Devrimci sinema yol gösteren değil, onları düşünmeye sevk eden filmlerdir. İleride kuşkusuz baştan sona kadar bir takım şeylerin söylendiği filmler de yapılacaktır. Bu, dediğim gibi, devrimci sinemanın ilk noktalarından biridir. Düşünmeden bir insanın herhangi bir şey yapabilmesine imkân yoktur. Ben sadece düşündürmek istiyorum.

Soru: Sanat ve devrim ilişkisinden söz ediyorduk… Gerek yazdıklarından, gerekse yaptığın film ve konuşmalardan politik yapın konusunda aşağı yukarı bir fikir edinmek mümkün… Bir sanatçı olarak politik düşüncelerini, sorumlu bir sanatçı olarak anlatır mısın?
Yanıt: En kötü sanatçı bile bugün bu düzenin karşısındadır. Kıyaslama yapılırsa, ben Sol’da kalan sanatçıların içindeyim. Devrimci bir sanatçıyım. (…) Gerçek devrimci bir sanatçı memleketinin politik ve ekonomik durumuyla yakından ilgilidir. Kendisini bunun dışında gördüğü an, sanatçı niteliğini yitirir.

Soru: Peki sence bir sanatçı bunları sadece bilmekle yetinebilir mi? Yoksa eylemin içinde bizzat yer almalı mıdır?
Yanıt: Eylemin dışında olduğu zaman, bir sanatçı, eski devirlerin sanatçıları olur, okurlar, yazarlar, atarlar… O kadar.

Soru: Sen bunların birbirine bağlı bir bütün olduğunu söylüyorsun…
Yanıt: Tabii… Bunlar birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

Soru: Son iki senaryoda şöyle bir şty göze çarpıyor. Çok fazla şeyi birden anlatmak istiyorsun gibi… Birçok yan hikâyecik gelip katılıyor öyküye… sözgelimi “Sürü”de Tarık Akan, Melike’yi sırtında taşırken, hemen yanı-başında birisinin vurulması ve üzerine gazete örtülmesi, trende çeşitli olaylar: türkü söyleyen saz sanatçısının tutuklanması vs. Elbette hepsi Türkiye’nin gerçeğinde varolan şeyler, ama böyle bir yolculuk Doyunca hepsinin filmin kahramanları karşısına çıkması (…) bir gerçeklik duygusunu zedeliyor sanıyorum…
Yanıt: Bizim konu ettiğimiz hikâye kahramanları, bunlarla birlikte yaşıyor. Bunlar anlatılmalıdır… Yalnız anlatılış biçimi üzerinde eleştiriler olabilir, bu tartışılabilir. Fakat bizim özellikle son iki yıldır anlattığımız şeyler sadece yalın birer hikâye değil… Bireylerin hikâyesi olmaktan çok, toplumsal bir kesit içinde toplayabildiğimiz kadar, anlatabildiğimiz kadar şeyle birlikte anlatılması gereken hikâyelerdir.

Soru: Peki, Tank gibi, benim bildiğim kadarıyla en azından o dönemde hiçbir politik bilinci olmayan bir oyuncuyu desteklemeyi nasıl kabul ettin?
Yanıt: Sorun şuydu: (…) Tarık’ın rahatsız olduğunu, yani yaptığı filmlerden rahatsız olduğunu belirten bir takım yazılara rastladım. Bu, o günün sinema ortamında ilgi çekici ve desteklenmesi gereken bir şeydi. (…) Eğer bir takım arkadaşlar değişmek istiyorlarsa bu konuda bir çaba gösteriyorlarsa, en küçük kapasite bile değerlendirilmelidir. (…) öyle bir ortamda yaşıyoruz ki, iyi niyetli tüm unsurların desteklenmesi, daha üst düzeyde bilinçlenmesi için çaba harcamalıyız.

Soru: “Sürü” ile “Düşman”ın bence önemli bir ortak noktası var. Türkiye toplumu, malum, bir erkek toplumu… Her şey erkek, düzeyinde cereyan ediyor. Kadın çok ikinci plana itilmiş. Oysa bu iki filmde de kadın, kadın kişiliği, öykünün ana noktası, daha doğrusu odak noktası…
Yanıt: Bir devrimci olarak kadrinin yerini doğru tespit etmek zorundayız. Bugün Türkiye’de kadın en çok ezilen bir zümre, en çok ezilen cinsiyet… Bir de bununla kadının yoksul, emekçi, yani ezilen sınıftan olması birleşince, ezilme iki katlı oluyor. Biz şöyle düşünüyoruz: kadını özgür olmayan bir toplum özgür değildir, özgür olamaz. Kadına eğilmeyen bir devrim hareketi de, kadını bağrında taşımayan, kadını yanına çekmeyen bir devrim hareketi de başarıya ulaşamaz. Buna bağlı olarak, biz bir sinemacı olarak, kadının içinde bulunduğu durumu çok yönlü olarak yansıtma görevini taşıyoruz.

Soru: Bu iki film için sana şöyle bir eleştiri yöneltiliyor: Çok karamsar bulunuyor bu filmler, gerçekten de ikisine de baktığımızda hiçbir çıkış yolu yok, kahramanlarımız için… (…) Bu iki filmde de, insanlara, olaylara, toplum-insan ilişkilerine yaklaşım bir hayli karamsar.
Yanıt: Ben tam tersini düşünüyorum. Çok iyimser olduğunu, geleceğe yönelik olduğunu düşünüyorum. Biz “Sürü”de gerçekten çöken, tarih tarafından çökmeye mahkûm edilmiş bir düzeni alıyoruz ve o elbette çöküyor. Çöküşü insanları da birlikte sürüklüyor. Bu üzücü, karamsar gözüküyor. Ama tarihi açıdan ileriye giden bir şeye yol açıyor, bir ilerlemenin başlangıcı oluyor. Feodalizmi savunanlar varsa, onlar açısından film gerçekten karamsardır. Ama bizim açımızdan o ileriyi temsil eden bir sondur… “Düşman”da ise yine iyimseriz, çünkü orada İsmail yenilmiyor, karısının kaçmış olmasına rağmen hayata küsmüyor, kendisini rakıya vermiyor, teslimiyete kapılmıyor. Şunu yapıyor: karısının anasını, ki ona da tepki duyması gerekir, onu da ortada bırakmıyor, onu da alıyor ve İstanbul’a çalışmaya gidiyor… Kimle gidiyor? DİSK’e bağlı bir sendikanın üyesi olduğu belli olan, işçi sınıfının bir çocuğu olan bir insanla birlikte yeni bir hayat kurmaya gidiyor.

Soru: Yılmaz bütün bunlara katılıyorum da, benim kastettiğim karamsarlık bu değildi, kötümserlik, bu iki filmde, özellikle “Düşman”da toplumda bir takım insancıl değerinin tamamıyla çökmüş, yok olmuş bulunduğunun gösterilmesi. (…) Tüm insan ilişkileri çok gergin, çok yozlaşmış, çok kıyıcı gözüküyor.
Yanıt: Şimdi biz gerçekten rahatsız olduğumuz, gerçekten kaygı duyduğumuz bazı şeylerin altını çizmezsek, bunlara karşı nasıl mücadele edeceğiz ki? Bunlar bugün toplumumuzda var. Ve bizim mücadele hedeflerimiz arasında yer alıyor.

Soru: Yani sence Türkiye toplumunda kayıtsızlık bu derece egemen oldu mu? Bütün toplumsal kargaşaya rağmen, belli insancıl değerler korunmadı mı?
Yanıt: Hem var, hem yok… Belli insanlarda var, bizde var mesela… Biz bu acıları duyuyoruz. Ama gerçekten duymayanlar var. Bugün Türkiye’de günde 15 kişi, 20 kişi öldürülüyor ve bu artık çok doğal karşılanıyor… İnsanlara gidip tek tek kayıtsız olmayın, şöyle davranmayın, böyle davranın diye vaaz verecek değiliz.

Soru: Bu tür filmlerin bugün Türkiye’nin politik yaşamında ne tür bir işlev gördüğünü düşünüyorsun ve bu işlevin daha etkin olması için dağıtım, gösterim alanlarında bir şeyler yapılması gereğine inanıyor musun? Güney Film, bu alanda, herhangi bir girişime dâhil olacak mıdır?
Yanıt: Filmlerimiz şu gün geniş kitlelere ulaşma olanağından yoksun… Gösterildikleri sinemaları da biz bizzat koruyarak bunu yapmaya çalışıyoruz. Fakat şimdi yem bir yöntem geliştirdiler. Film oynarken bir şey yapamadılar, ama film çıktıktan sonra sinemaya bomba attılar… Bu korkuya yol açıyor. Yılmaz Güney filmlerini hiç oynatmayalım fikrine yol açıyor. Yılmaz Güney’in filmlerinin oynatılması, yalnızca Güney Film’in çabasıyla olacak bir şey değil ki… Bütün demokrat kamuoyunun bizim filmlerimize sahip çıkması gerekir… Farklı siyasi görüşlerimiz bile olsa…

Soru: Ama sen bu tür bir tepkisizliğin içine düşmüş olabilecek kesimleri, bir burjuvaziyi göstermiyorsun. Halktan kişileri, emekçi kesimleri ele alıyorsun. Onlardaki insan değerlerinin de aynı derecede yozlaşmış olduğunu söyleyebilir miyiz?
Yanıt: Eğer egemen sınıflar, kendi kültürel, kendi ideolojik araçlarla onları etkisi altında tutuyorsa ki tutuyor, onları kendi şeyine göre biçimleyecektir, etkileyecektir. Bugün bizim işçi sınıfının, emekçi kitlelerin örgütlü gücünden söz etmemiz mümkün mü? Onlara, çalışan insanlara, biz gerçekten daha ileri bir sınıfın, proletaryanın ideolojisini, siyasetini, kültürünü götürebiliyor muyuz? Onun tutumunu, yaşama anlayışını götürebiliyor, nasıl bir tavır alması gerektiğini götürebiliyor muyuz? Tam anlamıyla götüremiyoruz… Bugün bütün bu kesimler egemen ideolojinin etkisi, baskısı altında… Anlayış itibarıyla onun yansımalarını taşıyor. Gerçekten bir insan ölüyor, bakıp geçiliyor. Bunların altını çizmemiz, karamsarlığımızdan değil, bu tip insanların ve bu tip bir davranışın sergilenmesidir. Burada bir noktaya daha değineyim. Aydınlık gazetesi, özellikle “Sürü” için, bizim karamsar olduğumuz, hep kötü baktığımız yolunda eleştiriler yazdı. Sosyalistler iyimser olmalıymış. Hangi anlamda iyimser olmalıyız? Bir yığın olumsuzluğu görmemek iyimserlik midir? Biz ancak şöyle iyimser olabiliriz: bir yığın olumsuzluk vardır. Biz bunların bilincindeyiz. Fakat bunları yeneceğimiz doğrultusunda iyimseriz. Yoksa bugünkü yozlaşma ortamında nasıl iyimser olabiliriz? Hoşgörüyle iyimserliği karıştırmamak gerek.


Yaşamıyla ve Sanatıyla İsyanın Sesi: Yılmaz Güney

“Sana bir şey olursa ciğerim, dünyayı ayağa kaldırırım” diyordu bir mektubunda Yılmaz Güney, “sevgili” Fatoş Güney’e.
Ey dünya, ayağa kalk! Ölümünün 5. yılında Yılmaz Güney’i bir kez daha selamla! Ve sen Türkiye, ayağa kalk! Senden koparılan Yılmaz Güney’i geri iste!
Bir kuşak yetişti Türkiye’de. Yılmaz Güney’in tek bir filmini bile seyredememiş… Gazetelerde adını “hain kaçak” olarak görmüş… 12 Eylül darbesi, dünyayı daha yeni yeni tanımaya başladığı çocukluğuna rast gelmiş bir kuşak…
Ama ırgatlık “yazgısını” kırıp sanatıyla dünyayı zenginleştiren Yılmaz Güney’in ülkesinin çocuklarıdır onlar. Yılmaz Güney’in tek bir filmini görmeden O’nu anlarlar. Yılmaz Güney’in tek bir filmini görmeden; şiirleriyle, amatör tiyatro topluluklarıyla O’nu anlatırlar.
Yılmaz Güney, yaşamıyla ve sanatıyla “isyan”ın sesidir. Yoksulluğa ezilmişliğe, baskılara “rağmen” var olmuştur.
Bugün de, 80 sonrasının saldırılarına, yılgınlık edebiyatına, korkularına “rağmen” var edilmektedir.
Artık Yılmaz Güney’in kendi topraklarında özgürce yaşamasını talep etme zamanıdır. O’nun özgürlükten anladığını göz ardı etmeden:
“Benim salıverilmiş olmam, özgür olmam değil esas sorun. Özgürlüğü ele alınca bütün toplumlar adına ele almak gerekir. Özgürlük, özünde sınıfsal özellik taşıyan bir olgudur. Sınıflara göre özgürlük anlayışı değişir. Biz özgürlük anlayışımızı, üretici, emekçi halkımızın çıkarları doğrultusunda anlıyoruz. Yoksa sermayenin özgürlüğü anlamında değil.”
Çukurova Tarlaları
Yılmaz Güney’in hikâyesi, 1937’de Adana’nın Yenice Köyü’nde başlar. Doğduğu ev önceleri ahır olarak kullanılmaktadır. Sonra okul olur, sonra tekrar ahır. Çocukluğunda köyde ırgatlık yapar, bağ bekçiliği yapar. Çukurova tarlalarında pamuk toplar.
Sinemayla tanışması on üç, on dört yaşlarına rastlar. Vurdulu kırdılı kovboy filmleridir seyrettikleri:
“Kavgalı dövüşlü filmlerin gösterildiği fukara sinemalarına gidiyorduk. Kendimizi daha rahat hissediyorduk bu sinemada. Mesela bir Galatasaray sineması vardı. Çok güzeldi. Önünden geçer bakardık ama çok lükstü. Gitmeye korkardık. İstesek parasını verip gidebilirdik, ama ne kıyafetimizi ne de yapımızı uygun görmezdik o sinemaya.”
Yılmaz Güney’in sanatla ilk tanışması öykü yazarlığıyla başlar. Düşüncelerini ve sezgisiyle yakaladığı sınıfsal çelişkileri açığa vurmanın yollarından biridir, öykü yazarlığı. Sinema bu yolların içinde ona en çekici gelenidir.
“İlk yaptığım filmlerde yarattığım tip, aşağı yukarı ezilmiş bir adamdır. Durmadan kaçar. Ekmeğinin derdindedir. Kendi işindedir. Bir takım olaylar olur, o karışmak istemez. Fakat hep mecbur edilir. Bu kaçan kovalanan adam bir yerde isyan eder, patlar, ortaya atılır, vurur, kırar. Fakat sonunda hep yeniktir. Hep halkımın karakterini taşıyan insanları oynadım.”
Çirkin Kral Doğuyor
Sinemada bir devrim olmuştur sanki. Manavda, kasapta, kahvede, fabrikadaki insan kameranın önünde kendini görmeye başlamıştır. “İsyan eden, kaçan, kovalanan adamlar” onlardır. Oynadığı filmler çoğunluk melodramlar, avantür filmlerdir. Ama o başka bir kahraman tipi çıkartır ortaya. Perdede hiç yenilmez bir kahraman yerine, ezik bir adam vardır. Seyirciye ulaşan bu gerçeklik duygusu “çirkin kralı” yaratacaktır.
Kameranın önünde olmak yetmez Yılmaz Güney’e. Yüreğinden geçen, kamera arkasında olmaktır. Yıl 1968. Yılmaz Güney ilk önemli filmini çekiyor. SEYYİT HAN. Feodal iktidar ilişkileri içinde bir sevda öyküsüdür bu: Sevdiğine kavuşamayan Seyyit Han’ın, ona kanlı papatya çiçekleriyle gelin götürülen Keje’nin öyküsüdür.
“Bir gün onca mücadeleden sonra, asıl yüreğimdekini, ‘Umut’ filmini yaptım. Umut gerçeğin destanıdır. Çünkü bizim halkımız devamlı bir bekleme içindedir. Benim anlattığım Umut aslında bu bekleyişin hikâyesidir. Aldatıcı bir umudu anlatmak istedim. Umut bizim hayatımızın bir parçası.”
Ancak ülkeyi “umutsuz” yıllar beklemektedir. Siyasi mücadelenin yükseldiği yıllardır. 12 Mart 1971 darbesiyle tüm devrimci demokratlar üzerindeki baskılar yoğunlaşır. Yılmaz Güney* de evinde Ulaş Bardakçı’yı sakladığı, THKP-C militanlarına yardım ettiği gerekçesiyle tutuklanır. Bu ilk tutukluluğu değildir. Daha önce de “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı hikâyesinde, komünizm propagandası yapmak gerekçesiyle mahkûm edilmiştir. O dönem cezaevinde yazdığı, “Boynu Bükük Öldüler” romanı, 1972’de Orhan Kemal roman armağanını kazanacaktır. Bir mektubunda şöyle yazar Fatoş Güney’e: “Sevgili Kitoş, senin bu aptal kocana gene bir ödül verdiler.”
12 Mart döneminin koyu karanlığımda bile cezaevi “cezaevi” olmaz Yılmaz Güney için.
Dışarıdan kopanlar, yaşamın canlı kaynağı ile ilişkiyi kesenler tutukludur. Yoksa bizler tutuklu değiliz.”
der.
Cezaevini bir okula dönüştürür. Sürekli kendini sorgular. Yılmaz Güney’in özgürlüğü yeniden tatması 1974 affından sonra olur. Yeni senaryolar düşünmektedir. Adana’da Endişe filmini çekmeye başlar. Bu sırada adı bir hâkimin öldürülmesi olayına karışır, tutuklanır. Yılmaz Güney bir bahaneyle cezaevine zaten sokulacaktır. Bu olay bir şans olur egemen güçler için. Özgürlük ancak üç-buçuk ay sürmüştür.
Duvarları Aşan Sinema
Bu tarihten sonra Türk Sinema tarihi eşsiz bir mücadeleye tanık olur. Bir yönetmen cezaevindedir. Film çekememektedir. Hayallerinde uçuşan görüntüleri kameranın arkasından görememekte, düşlerinin zenginliğini perdeye aktaramamaktadır. Yapılabilecek tek şey vardır. Yazmak. Senaryo yazmak. Yılmaz Güney ki senaryo yazma alışkanlığı olmayan bir sinemacıdır. Senaryosuz filmlerdir o güne kadar çektikleri. Ne zaman kâğıt ve kalem kalır sadece, söz onların olur. Yılmaz Güney’in cezaevinde yazdığı senaryolar, başka yönetmenler tarafından filme çekilir. Sürü, Düşman, Yol’un senaryoları cezaevinde yazılmıştır. 1979’da çekilen “Sürü” Türkiye’de olduğu kadar yurt dışında da ilgi görür.
“Düşman”da ise yine benzer bir tema vardır. Kapitalizm içi ilişkiler feodalizmi tüketmektedir. Bu arada dünyanın ilgisi İmralı Adası’nda mahkûm olan Yılmaz Güney’in üzerindedir. Kendisiyle röportajlar yapılmakta, filmleri yurtdışında oynatılmakta ve beğeni kazanmaktadır. 1981 ‘de Şerif Gören tarafından “Yol” filme çekilir. Kendi kaçış öyküsüne benzer bir filmdir bu. 1981 yılında İmralı’dan nakledildiği Isparta Cezaevi’nden Kurban Bayramı için yasal izin hakkını kullanarak çıkan Yılmaz Güney, daha sonra cezaevine dönmez. Kaçmıştır. Onca yıldan sonra 81’de kaçma nedeni açıktır. 12 Eylül 1980’den sonra kendisini yeni “cezaların” beklediğini bilmektedir.
Üstelik A. Kadir Konuk’un dediği gibi, “sonuna kadar yatmak için kimseye namus sözü vermemiştir.” Yılmaz Güney’in bir başka namus sözü vardır: Sanatıyla Kürt ve Türk halkını anlatmak…
Gittiği Fransa’da da bunu yapar. Yurt dışındaki ilk filmi. Yol, programda olmadığı halde Cannes Film Festivali’ne katılır. Sürpriz bir sonuçla kapanır festival. Yol, Costa Gavras’ın “Kayıp” filmiyle birlikte en büyük ödül olan Altın Palmiye’yi kazanır.
1984’de son filmini çeker: “Duvar.” Ancak “Yol”a gösterilen ilgi gösterilmez bu kez ve film batılılarca sevilmez. “Duvar” Türkiye cezaevi koşullarını anlatmaktadır. Ve batı insanı, askeri bir rejime sempatiyle bakmadığı halde, “bu uygulamalara” pek inanmaz, abartılı bulur. “Duvar”, hayatının en verimli yıllarını cezaevlerinde geçirmiş Yılmaz Güney’in “rahatlama filmi” olarak nitelenir.
Acıların Önsözü
Yılmaz Güney bundan kısa bir süre sonra, 10 Eylül 1984’de hayata gözlerini kapar. Cezaevinde tedavi edilemeyen ülser, bir mide kanserine dönüşür. Çok erken bir ölümdür bu. Türk Sineması’nın Yılmaz Güney’in olgunluk dönemi eserlerini görememiş olması, Yılmaz Güney’in başka filmler çekemeden ölmesi tarih için bir kayıptır.
Yılmaz Güney kişiliği ve sineması bir anıt gibi duruyor önümüzde. Zengin sanatçı kişiliğinin yanı sıra halkını sevmesi, sosyalist olması ve devrime sonsuz inancı Yılmaz Güney efsanesini yarattı. Bir efsane gibi yaşadı.
“Bizim toplumsal mücadeleye verdiğimiz emeğin karşılığım kısa bir dönem sonunda alabilmemiz mümkün değildir. Devrim uzun beslenme-gelişme-büyüme yıllarına ihtiyaç duyan canlı bir organizmadır. Kendi varlığını olgunlaştırmak için gerekli, olumlu, en küçük kıpırtıyı bile alır içine, özümler, yaramazını atar dışarı. Bu uğurda atılmış her adım, yazılmış her satır, yüreklendirici her mısra mücadelenin damarlarında kan olur. Kahpece kurşunlanmış her yürek, bombalarla-toplarla-helikopterlerle parçalanmış her beden, yiğitçe ipe uzatılmış her boyun mücadelenin çelikten dokusunu oluştururlar. Köklendikçe daha derinlere indikçe, binlerce, on-binlerce yeni canla beslenecek; milyonlarca yeni damarla beslenerek, gelişecektir.”
Fatoş Güney ise Selimiye’den yazılmış bu mektubu şöyle cevaplar: “BU YAZI ACILARIMIZIN ÖNSÖZÜ OLSUN. YAŞADIĞIMIZ, YAŞIYOR OLDUĞUMUZ ACILARIMIZ DA ACILIKLARINDAN BIKIP SEVİNÇ OLSUNLAR. YARIN HALKIMIZIN OLSUN… BAYRAM OLSUN…”

DİDF’ten Yılmaz Güneyi Anma Toplantılarına Çağrı
Ölümünün 5. yılında Büyük Sinemacı Yılmaz Güney çeşitli kentlerde kültürel-sanatsal etkinliklerle anılacak, sineması ve devrimci kişiliği tanıtılmaya çalışılacaktır. Programa devrimci-demokrat ozanların yanında İstanbul Sahnesi Tiyatro Ekibi, Güney’i ve sinemasını anlatan bir oyunla katılmaktadır.
Toplantılara Yılmaz Güney ve sinemasını gelecek kuşaklara aktarmak isteyen tüm sanatçılar davetlidir.
Program: 15 Eylül Aachen, 16 Eylül Stuttgart, 23 Eylül Hamburg, 24 Eylül Bielefeld 29 Eylül Bochum, 30 Eylül Duisburg, 7 Ekim Berlin, 14 Ekim Basel:
Geniş bilgi, afiş isteme ve ilişki adresi: F. ALMANYA DİDF -DEMOKRATİK İŞÇİ DERNEKLERİ FEDERASYONU- Husemann Str. 39-41, 4650 Gelsenkirchen / BRD


Büyük Sinema Ustası, Devrimci Yılmaz Güney

47 yıl… Doğumla ölüm arasında geçen kısacık bir yaşam. İnsanın bilgilerinin doruğa doğru tırmandığı yaş. En verimli dönem Olgunluk çağı. Ve aniden gelen ÖLÜM…
İnsan vardır ölür gider, yakınları tarafından bile unutulur çok geçmeden. Üç günlüktür ağıt.
İnsan vardır doğmuş mudur, ölmüş müdür belli olmaz.
İnsan vardır, binlerce yıl yaşar adını yaptığı zulümden alarak. Neron’dur, Dehak’tır, Firavun’dur adı. Kendi halklarına zulmetmeleriyle, dünyayı kana bulamalarıyla ünlüdür çoğu. Franco’dur. Somoza’dır. Hitler’dir adları ve lanette anılırlar.
İnsan vardır, bin yoklukta paha biçilmez yapıt yaratır, sunar halkına. Yaşarken destanlaşır halkın mücadelesinde. Ölümü kayıptır her şeyden önce. Ölümü ağıtla bitmez, “Ölüm adın kalleş olsun” dedirtir insana, isyana dönüşür ağıt. Övgümüz bu insanlaradır.
Yılmaz Güney için de bunları söylemek gerek. Yoksul bir Kürt köylüsünün çocuğu olarak dünyayı ilk sağlığıyla selamlarken bir gün tüm dünyanın kendisinden övgü ile söz edeceğini hiç bilmiyordu kuşkusuz.
Genç yaşta kendi halkının bağrında kök salan Güney, elde ettiği başarılardan kibre kapılmamayı becerebilen insanlardan biridir. O bir dönemin “Çirkin Kral”ı olarak elde ettiği başarıyı kendi ideolojik gelişmesine uygun olarak geliştirip, sanatını devrimci kişiliğinin bir parçası haline getirdi. Ünü bundan dolayı haklıdır.
Kişiyi yücelten unvan değildir, öyle olsaydı lord’lar, prensler, krallar dillerden hiç düşmezdi. Onlar hiçbir emek çekmeden ulaştılar o unvanlara. Oysa “Çirkin Kral” halkın gönlünde kurduğu tahtını havuz dolusu alın teri ve meydan savaşlarını andıran mücadelesiyle şekillendirdi milim milim. Bu yüzden O, anılmayı hak edenlerdendir.
Türkiye sinemacılığına yeni bir soluk getiren bu yiğit Kürt delikanlısı, başlangıçta çevirdiği filmlerden hep dürüst, yiğit, özverili Kürt insanının iç dünyasını yansıtmaya çalıştı. Parasal kaygılarla çevrilen kalitesiz bazı Tümleri sayılmazsa, O daha ilk adımda başarısını kanıtladı. O çevirdiği filmlerde biraz da özlemlerini dile getiriyordu. Haksızlıkların olmadığı bir dünyayı oluşturabilmek için “Çirkin Kral” olmanın yetmediğini anladığında yönünü tümüyle değiştirdi. Sanatında yeni bir basamağa adımını attı
Yaşamayı, gülmeyi, sevmeyi ve sevilmeyi bilen, yaşamını halkına ve sınıfın kurtuluşuna adayan her devrimci sanatçı gibi O da ülkede şekillenen baskılardan, zulümden yeterince payını almakta gecikmedi. Zindan köşelerinde çürütülmek istendiği dönemlerde bile sanatından bir an olsun uzaklaşmadı. O zoru yenmenin, zorun üstesinden gelmekle olanaklı olduğunun bilincindeydi. Ve yok edilmek istendiği ülkesini terk ederken amacı zordan kaçmak değil aksine daha güzel bir dünya için enerjisini son damlasına kadar harcamaktı.
Öyle yaptı.
Hastalığının en ağır döneminde bile halkının mutluluğu için çalışmaktan geri durmadı. Devrimci sanatın oluşabilmesi için çalıştı. Sinemada O’na özenen insanlar kötü birer kopyadan ileri gidemediler. Neredeyse bir ekol yaratmıştı sinemacılıkta. O’na özenen insanlar devrimci öz olmadan devrimci sanatın yaratılamayacağını bilmiyorlardı.
Film’leri yakıldı. Hiç iz kalmasın istendi, ama yasaklar onun gürül gürül çoğalıp akmasını engelleyemedi.
Güney, devrimciliği yaşamının bütünü haline getirmeyi becerebilen az bulunur insanlardan biridir. Ve daima Kürt ve Türk halklarının gönlünde yaşamaya devam edecektir.
Kovulduğu ülkede anıtlarının dikildiği günlerde gülümseyecek gözlerini görebilmek dileğiyle O’nu bir kez daha selamlıyoruz.
A.Kadir KONUK


A. Kadir Konuk’un Üçüncü Romanı Çıktı

“Arada bir birileri bu ülkenin şehirlerinde büyük toplumsal olayların yaşandığını, bunun çok uzak bir geçmişte olmadığını yeni kuşaklara anlatmalı, geri kalanlara da hatırlatmalı” diye düşünüyor insan, A. Kadir Konuk’un üçüncü romanının henüz ilk sayfalarını okurken.
Bir büyük şehrimizdeki bir büyük işçi direnişinin, bir yerel genel grevin, günlerce süren ve bütün emekçi sınıf ve katmanların, öğrenci gençliğin; sokaklardaki ve meydanlardaki barikatların başında, işgal ettikleri fabrikaların soğuk döşemelerinde sabahladıkları, önemli deney ve tecrübeler kazandıkları çok ciddi bir sınıf mücadelesi kesitinin romanı “SICAK BİR GÜNÜN ŞAFAĞINDA.”
Konuk’un Gün Dirildi ve Çözülme’de incelikle işlediği konuları gelişmiş. Sıcak bir günü ve onun habercisi olan kıpırdanmaları, büyük şehrin bir büyük emekçi semtiyle, fabrikaları ve meydanlarıyla, okulları ve insanlarıyla, onların güçlü ve zayıf yanlarıyla, kendi deneylerinden çıkardıktan kazançlarıyla, içten içe gelişen ve hiç farkında olmadan bir anda açığa çıkan sevgileriyle, cesaretleri, korkuları ve ihanetleriyle, işçi hareketinin devrimci ve sosyalist düşünce ve hareketlerle ilişkileri ve giderek kaynaşmasıyla… Yaşanan ve unutturulmak istenen yakın tarihimizden bir kesit veriyor bize Konuk, kendine özgü ve giderek geliştirdiği diliyle. Edebiyatımızda çok az işlenen, işçi hareketine, doğrudan sınıf hareketine eğilen yapıtlar vermeye olan çekingenlik ve kayıtsızlığın aşılması içinde umut vaat ediyor. A. Kadir Konuk.
Ülkemizde işçi sınıfının yüzyılı aşkın değerli bir miras olduğu halde edebiyat ve diğer sanatlarda az işlenmesi, bunların gelecek kuşaklara taşınmasını, onların eğitimlerini, kendi dilleri ve söylemleriyle dost olmalarını zayıflatan bir unsur oluyor. Konuk’un bu çabasının devamı gerekiyor.

Avrupa’da Türkiyeli Örgütler Ortak Bildiri Yayınladı.
Aralarında SVP, ERNK-Avrupa Temsilciliği, TKP/B. TDKP-Yurtdışı örgütü, Ekim, Avrupa’da Dev-Genç, Kawa ve Heyva Gel adlı örgütler, Türk ve Kürt halklarına karşı son zamanlarda artan baskılara ve 1 Ağustos Genelgesi’ne karşı direnen devrimci tutsakları desteklemek ve uluslararası kamuoyunu bu konuda daha duyarlı olmaya davet etmek için ortak bir bildiri yayınladılar.

DİDAR ŞENSOY 1934 –  …
Didar ŞENSOY’un anısı belleklere unutulmayacak şekilde kazındı; bir tutsak yakını, abla olarak, devrimci bir ana olarak, devrimci tutsaklarla dayanışmanın bayrağı olarak gönüllerde yer etti.


C. Kudret – Ölü Bir Kültür Üzerine Notlar…

Evet. Eylül, Eylülist edebiyatın her türlüsü için tüm olanaklarını sundu.
Önemli olan Eylülist edebiyatın hangi boşluktan doldurduğudur. Yoksa Eylül’lerin edebiyatı ve edebiyatçıları her zaman olacaktır ta ki Eylülist edebiyatlara can veren çark tüm kurumlarıyla yok oluncaya dek.
Eylülist edebiyatın geçici bir dönem de olsa başarılı olmasında kadın konusuna yaklaşımda olduğu gibi kültür-sanat konusuna devrimcilerin ve dürüst demokrat sanatçıların, yeterli önemi verip sahip çıkmamalarının sorumluluk payı inkâr edilebilir mi… ya da kültür-sanat faaliyetlerinde de birçok noktada olduğu gibi kaba kavrayışlarla yaklaşımın bir sonucu, üretilenin sanat eseri olduğu unutulup içeriğin devrimciliği adına sloganlaştırılması sanatta seçkin anlayışlar kadar zararlı oldu. Yalnızca kısa vadeli ajitatif “ürünlerin”, insanı ve hayatı savunan kalıcılığı ne kadar sürerdi, örgütlü, saldırgan Eylül’lerin edebiyatı karşısında.
Eğer bugün, geçmişin bu eksikliği ve boşluğu kavranmamış olsaydı, Eylülist edebiyata gerekli tepkiyi göstererek filizlenen ve her gün biraz daha gelişip güçlenen direncin ve güzel bir dünyaya inancın edebi dillenişi edebiyattan söz edemezdik. Ve yarın, her alanda olduğu gibi, sanat-edebiyatta da bu, kokuşmuş, çürümüş dünyanın karşısında durabilenlerin olacaktır. Ve yaşamın içinde, yaşamla bağlarını koparmamış geleceğin tek sahibi sınıfa yabancılaşmamış, onun bilinciyle sanatçı duyarlığı ve yeteneğini disiplinli, örgütlü bir çalışmayla bütünleyebilecek olan sanatçılar yarınların kalıcı gerçek sanatçıları olacaktır. Ve yazarın-sanatçının kendini ve dünyayı değiştirmek-dönüştürmek sorumluluğuyla verdiği ürünler ancak gelecek kuşaklara armağan edilebilir.
Eylüllerin edebiyatı bu edebiyata kan veren güçler yok oluncaya kadar, her zaman olacaktır. Ama insanı ve yaşamı savunmakta direnen edebiyatta Eylül’lere yer yoktur. Evet, işte; yenilir cinsten meyveye duracak çiçek açamadı bu ülkede Kundera cinsinden ağaçlar…

Eylül 1989

Özgürlük Bir yaşında

Bir yıl önce ‘Eylül’e inat Eylül ayında çıkmıştık. Çıkmakta çok geç kalmıştık, bunu biliyorduk ama sonuçta çıktık ve bu, Eylül ayında oldu: Türkiye devrimci hareketinin ezilmesi için en kapsamlı ve en gerici operasyonunun yapıldığı ayda, Türk gericiliği ve Türk egemen sınıfları doğrusu ya devrimci işçi ve halk hareketini, komünist ve devrimci demokrat örgütleri -çoğu kendi zaaflarından kaynaklanan nedenlerle- bastırmakta oldukça başarılı oldu. Bu “başarı” herkes tarafından teslim edildi.
Ne var ki ne 12 Eylül darbesi ve ordu, ne 12 Eylül darbesinin ardındaki egemen sınıflar ve emperyalizm ne de başka herhangi bir güç Türkiye ve Kürt halkının yaşadığı bölgede ulusal ve sosyal uyanışı engelleyemediği gibi örgütlenmesini ve egemen sınıflar ve onların devleti ve ordusu karşısına diri bir güç olarak çıkmasını engelleyemedi, yeni “12 Eylül”ler yaşansa bile engelleyemeyecek. Ayrıca yeni 12 Eylüller Türkiye ve Kürt devrimci demokrat hareketini öncekinde olduğu gibi hemen hemen sıfırdan başlamak zorunda da bırakamayacak. Bunlar mutlaka 80 Eylül’ünden farklı olarak daha büyük bir hırs, istek ve inançla direnecek ve bugünden yarına daha kalıcı şeyler götürebilecek. Bir yeni cuntanın Türkiye’de dikensiz bir gül bahçesi yaratması pek kolay olmayacak.
Aynı şeyi basın için de söylemek olanaklı. Yeni bir saldırı dalgası, devrimci ve sosyalist basını eskisi gibi kolay kolay etkisizleştirip sindiremeyecek. Devrimci basın -ve bu arada biz- bunun bilinciyle hareket ediyor. Gerçi devrimci yayın organlarının önemli bir kısmında 12 Eylül öncesi yayın anlayışının izleri, dahası birçok hatası canlı bir şekilde varlığını sürdürüyor. Ders çıkarmayanlar ya da çıkarmasını bilmeyenler bu hataları ısrarla hayata geçiriyor. Bir kısmı bilmeyerek yapıyor bunu, bir kısmı ise geçici bir takım zaferlerin verdiği sarhoşlukla ipin ucunu kaçırdığı için kendini kaptırmış gidiyor.
Türkiye devrimci hareketinin (bununla elbette ve esas olarak ihtilalci olanını kastediyoruz) özellikle basın konusundaki deneysizliğinden, geçmişten ciddi bir miras devralamayışından ve devrimini yapmış ülkelerin devrim öncesi yayın faaliyetlerini yeterince öğrenememiş, anlayamamış ve kavrayamamış olmasından dolayı, yayın faaliyetlerinde içine düştüğü hatalar var. Buna bir de çeşitli devrimci demokrat ve komünist örgüt ve hareketin normal bir çıkış, normal bir soluk borusu bulamayışı sonucu, pek de normal sayılamayacak çıkış yollarını zorlamasını eklemek gerek. Sonuç: Ortaya garip bir yayıncılık anlayışı çıkıyor. Yayın hayatımıza başladığımızda, -bu konuda gelebilecek eleştirilere göğüs germeyi önümüze koyarak- ne pahasına olursa olsun “yayın organının bir örgüt gibi kullanılması” hatasına düşmemeyi kararlaştırmıştık. İşlevi ve misyonu yalnızca yayın organı, devrimci bir yayın organı olan bir dergi… Bu anlayışı hayata geçirdiğimizi sanıyoruz.
Bu konuda, eskinin alışkanlıklarını sürdürdüğünü ve devraldığını düşündüğümüz hemen hemen bütün devrimci yayın organlarının görevli, temsilci ya da yazarları, bu anlayış ve yaklaşımımızdan dolayı bizi çeşitli düzeylerde eleştirdi ve kınadı. Örneğin pek çok konuda ortak yaklaşımlara sahip olduğumuz, belki bir arada olmamız gereken, ilk çıktığımızda ve şimdi bize pek çok yardımı olan, yardımlaştığımız, dayanıştığımız bir devrimci yayın organı, bizim bu konudaki anlayışımızı kastederek, kendilerinin böyle bir sağcı hataya düşmediklerinden söz edebiliyor. Oysa ki biz, anlayışımızın, yayın organı olmak İçin olmazsa olmaz şartlarından biri olduğunu düşünüyoruz. Bu anlayışımızı ne ölçüde başarılı bir şekilde hayata geçirebildiğimiz ise ayrı bir konu.
Yayın anlayışı konusunda bazen çok tuhaf olaylarla karşılaşıyoruz diğer devrimci yayın organı ya da bir kısım dernek temsilcileriyle. Örneğin geçtiğimiz aylarda miting düzenleyen bir derneğin iki temsilcisi büromuza gelerek bizi ve “taraftarlarımızı” mitinge katılmaya ve katılmamız durum unda tertip komitesinin disiplinine uymaya davet etti. Biz, kendi kendimizi temsil ettiğimizi, taraftar kitlesi gibi bir şeyi temsil etmediğimizi, mitinge gelirsek muhabir ve fotoğrafçı olarak bir veya iki kişiyi gönderebileceğimizi, bunun dışında çalışanlarımıza özel bir davet çıkarmak gerekmediğini, mitingin doğal duyurusundan etkilenerek gelebileceğini söyledik. Bize inanmaz bakışlarla baktıktan sonra gittiler. Dergimizden bir arkadaşımız mitingi izlemek ve izlenimlerini bir sonraki sayıda yazmak üzere mitinge katıldı.
İki gün sonra bizi mitinge davet edenler ellerinde bir illegal örgütün bildiri ve pulu ile karşımıza çıktılar. Ellerindeki bildiri ve pullar bir illegal örgütçe mitingde dağıtılmış. Bizi sözümüze uymamakla, pro-vokatif davranmakla, miting disiplinini ihlal etmekle suçladılar ve hesap sormakla tehdit ettiler. Bunları, her ne kadar çoğunluk görüşlerimizde çakışma olsa bile sözünü ettikleri devrimci komünist örgütle organik bir bağımızın olmadığına ve yapılan bir eylemin, yapanını bağladığına bir türlü ikna edemedik. Yanlış adrese başvurduklarını anlatamadık.
Doğru, biz bir misyonu temsil ediyoruz. Bu misyonu temsil ettiğimizin anlaşılabilmesi için “gözümüzün içine bakın, ne dediğimizi anlarsınız.” dememize gerek yok. Zaten deme gereği de duymuyoruz. Misyonumuz biliniyor: Çalışanlarımızın önemli bir kısmı, yasadışı bir örgütün üyesi olmaktan 2 yıl ile 15 yıl arasında hapis yatmış insanlar. Bunu herkes biliyor. Elbette polis de biliyor. Bunu saklamaya gizlemeye çalışmak devekuşu gibi kafasını kuma gömmek olur. Ayrıca görüş ve düşüncelerimizin yasal ya da yasadışı bir örgütün görüş ve düşüncelerine yakın ya da benzer olması da olanaklı. Görüşlerimizin bir örgütün görüşlerine benzemesi, o görüşleri terk etmenin ya da görüşleri benzeyen örgütün uzantısı olmanın neden ve gerekçeleri olamayacağına göre ne diye kendimizi sıkıntıya sokup kendi yayın anlayışımızı değiştirelim ve ondan taviz verelim? Biz doğru olduğuna inandığımız şeyi yazacak ve yayın anlayışımız gereği yapılması gereken şey neyse onu yapacağız. Bunu yapmaktan dolayı başımıza iş açılacak, kovuşturmaya uğrayacak ya da çeşitli baskılara mı maruz kalacağız? Bundan hiçbir şekilde kaçmıyoruz. Mevcut yasalara göre “suç” işlemekten dolayı da bir korkumuz yok. Basının önündeki engellerin kalkmasına katkıda bulunmak için ha bire “suç” işleyip duruyoruz zaten. . Ama sırf’ ‘suç” işlemiş olmak için de suç işlemek veya başkaları istiyor diye yanlış ve çarpık bir yayın anlayışını hayata geçirmek gibi bir niyetimiz yok. Söylemek istediklerimizi en yalın biçimiyle söyleyemediğimiz açık. Ama söylüyoruz. Belki biraz Ezopça bir dil kullanıyoruz, belki biraz bulanıklaşmış oluyor söylemek istediklerimiz ama söylüyoruz. Bunu, basında, özellikle de devrimci basında çalışanlar çok iyi biliyor. Sonuçta biz, her istediğimizi söylüyoruz.
Ayrıca yasal ya da yasadışı bir örgüt, görüşlerimizi beğendiğini, düşüncelerimizin kendi düşünceleriyle çakıştığını da söyleyebilir. Bu durum da savunmaya çekilmemizi ya da bunun böyle olmadığını ispatlamaya çalışmamızı gerektirmez. Öyleyse öyledir, ne yapalım? Böyle olsa bile biz yine bir yayın organı olduğumuzun bilinci ile hareket edeceğiz. Yani kendimize bir örgüt misyonu yüklemeyeceğiz. Parti parti gibi, dernek dernek gibi, yayın organı da yayın organı gibi çalışmalı. Biri diğerinin yerine geçerek veya işlevlerinin bir kısmını oymuş gibi yapmaya çalışarak değil. Mitingler düzenlemek, bildiriler yayınlamak, kampanyalar örgütlemek, daha çok bir örgütü ilgilendiren şu ya da bu işin yapılması için çağrılarda bulunmak yayın organlarının işi değil. Çalışanları, istedikleri türden faaliyetlerde bulunmakta serbesttir ama, yayın organının görevi yukarıda sayılanları bilfiil yapmak değil, onlara yayınında gerçeğe ve devrimci hareketin çıkarlarına uygun düşecek tarzda yer vermek, çağrıları yayınlamak, kampanyalar hakkında bilgi vermek, ama özellikle teorik-ideolojik mücadelenin aracı olmak olabilir. Biz esas olarak bunu yapmaya çalıştık, bundan sonra da böyle davranmaya devam edeceğiz. Bunun yanlış ve sağcı bir tutum olduğunu da düşünmüyoruz,, dergimizin okuru, sadece okurudur, taraftarı değil.. O okur şu ya da bu partinin, hareketin, birliğin vb. taraftarı ya da üyesi olabilir. Bizim açımızdan okurdur. İlgisi ve yardımı okur düzeyinde olur, daha başka düzeylerde değil. Belki okurlarımızla çok daha derinlerden birbirimizi anladığımız ve kaynaştığımız için, dayanışmamız, günlük ya da haftalık burjuva basın ile onun okurunun dayanışmasından daha ileride olabilir (olmalıdır da) ya da böyle bir hedefe karşılıklı olarak ulaşmalıyız ama, ilişkilerimiz ancak böyle olabilir.
Gerçi böyle bir yayın (ya da dergicilik) anlayışı, son derece kıt olan olanaklarımız (maddi ve eleman düzeyinde) göz önünde bulundurulduğunda, hiç değilse kısa ve orta erimde bize zarar veren bir sonuca yolaçtı. 3. sayımızda bu anlayışımızı formüle ettikten sonra, çalışmamıza olan amatör katkıların bıçakla kesilir gibi azaldığını gördük. 3. sayımızla başlayan durum hSlâ varlığını sürdürüyor.
Çalışmalarımıza yapılan amatör katkıların kesilmesinde (ya da minimum düzeye inmesinde) 3. sayımızda yayınladığımız başyazımızın kısmen yanlış anlaşılması, o yazımızla ve referandum konusunda aldığımız tutumla misyonumuzdan farklı bir noktaya savrulduğumuz imajının okuyucularımızın bilincinde oluşmasının rolü oldu. Okuyucularımız bu kanılarını yazdıkları mektuplarla bize duyurdular.
Gerçekte ise ne biz misyonumuzdan kopmuştuk ne de okuyucularımızın çeşitli düzeylerdeki katkılarına son vermelerini istiyorduk. Bizim yapmayı düşündüğümüz şey kendini başka şeylerin yerine koymayan bir yayın organı (işlevi militan bir habercilik ve teorik eğitim aracı olan) anlayışını yerleştirmek ve bu arada da geçmişte ve şimdi olabildiği gibi dergi çevresinde ve kendini o derginin adıyla tanıtan gruplaşmaların oluşmasını engellemekti. Gruplaşma olacaksa bu, derginin etrafında değil başka şeylerin etrafında olmalıydı. Bunu -kendimiz açısından-gerçekleştirdiğimizi düşünüyoruz.
Bunun dışında, okuyucularımızla daha sıkı ve sıcak bir ilişki sürdürmeyi istiyorduk. Okuyucularımızın dergimize olan ve olabilecek maddi, teknik, haber, resim, mektup vb. biçimindeki katkıları olmadan bir siyasi-kültürel derginin yaşaması, içinde bulunduğumuz ortamda hemen hemen olanaksızdı. Biz bu olanaksızlığı, okuyucularımızın minimuma inmiş amatör katkılarıyla aşmaya çalıştık. Halen de aşmaya çalışıyoruz. Ancak bunun pek de kolay olmadığını söylemek durumundayız.
Yayına başladığımızdan bu yana üzerinde titizlikle durduğumuz bir başka tutum da diğer devrimci yayın organlarıyla kısır tartışmalara girmekten kaçınmak oldu. Tartışmalara elbetteki kendimizi kapama-dıkj ne var ki bir yanıyla henüz tartışmaların olgunlaşmamış oluşu ve çoğunluklaHeorik olmaktan çok pratik meseleler etrafında dönüyor olması nedeniyle, bu tür tartışmalardan uzak kalmanın bize çok şey kaybettireceği kanısında da değildik. Bununla birlikte ilk çıktığımız andan İtibaren Gorbaçovcu liberalizm ve reformizme karşı net ve ısrarlı bir tavır takındık, ona karşı mücadeleyi ciddiye aldık. Bu mücadelenin hâlâ da Türkiye’de esmekte olan liberal rüzgâra karşı birleştirilerek sürdürülmesi gerektiği kanısındayız.
Tartışma ve eleştirilerde üslubun öneminden hareketle, sert ve kırıcı tavırlara maruz kaldığımız halde biz, aynı yola başvurmadık, bundan sonra başvurmayı düşünmüyoruz da. Burnu büyüklük, sekter-lik ve kırıcılık pratik sınıf mücadelesinde ve yayında, devrimcilerin birbirlerine karşı kullandıkları yöntemler olarak hâli var. Bizce bu aşılmalı ve kullanılmamalı. Biz kullanmadık, kullanmayacağız.
Amacımız burada, İlk çıktığımız sayıdan başlayarak nasıl bir seyir İzlediğimizi anlatmak değil. Yalnızca önemli bulduğumuz bazı konular üzerinde durmak. Bunun dışında yapamadıklarımızı ve başaramadıklarımızı nedenleriyle birlikte okuyucularımıza aktarmak ve bu konuda sorunlarımızı paylaşmak.
Esasında elinizdeki derginin 13. sayımız olması gerekiyordu. Şayet biz Cağaloğlu’nu, piyasasını, kısacası yayın dünyasını, teknik işleri ve onun getirdiği sorunları biliyor ve İşe öyle başlıyor olsaydık elinizde şimdi 13. sayımız olacak ve birinci yılımızı öyle bitiriyor olacaktık. Ne var ki sanılanın tersine bir yığın acemilik ve bilgisizlik, üstüne üstlük cılız bir sermaye ile işe başlamamız, bizi çok kısa bir süre sonra tıkanma noktasına getirdi. Kısa zamanda dışarıya iş yaptırarak dergiyi çıkarmanın, en azından maddi bakımdan olanaklı olmadığını, dahası istediğimiz gibi bir dergi çıkaramayacağımızı anladık. Ne var ki bunu anlamak yetmiyordu. Derginin çıkışındaki bütün aşamalara müdahale edebilmek için dergi işlerini bütün yönleriyle bilmek gerekiyordu. Oysa o günlerde bu tür işleri bilmekten çok uzaktık. Öğrenmemiz epey uzun bir zaman aldı. Bu arada yeni acemilikler yaşadık. Bize yardıma gelen, mektup ya da telefonla yardım etme tekliflerinde bulunan birçok insanı nasıl değerlendireceğimizi ve bu yardımları nasıl organize edebileceğimizi bilmediğimizden apışıp kaldık. Başvuranlara doğru dürüst yanıt veremediğimizden, başvuranlar, kendilerine gereksinimimiz olmadığı için onlardan yararlanmak istemediğimizi zannederek zamanla uzaklaştılar ve eskisi gibi aramaz oldular. Amatör katkıların azalmasının bir nedenine daha önce İşaret etmiştik, diğer nedeni ise tamamen bizden kaynaklanan bilgisizliğimiz oldu.
Kısa sürede pek çok şeyi öğrendik ve dergimizi aşağı yukarı tamamen biz çıkarmaya başladık. Ne var ki tamamen bizim çıkarmaya başlamamız da her şeyi başarılı bir şekilde yerine getirmeye başladığımız anlamına gelmiyordu. Dergiyi artık eskisinden daha ucuza mal ediyor, teknik bakımdan daha iyi bir hale getiriyorduk ama çalışanlarımızın giderek azalması, maddi olanaklarımızın giderek daha çok daralması derginin tüm gereksinmelerini en iyi şekilde yapmamızı engelliyordu. Örneğin dergiye yollanan mektupları hâlâ gereği gibi değerlendiremiyoruz. Bu değerlendirememe mektupları yayınlayamamaktan başlıyor, hiç değilse neden yayınlayamadığımızı anlatamamaya kadar uzanıyor. Mektupları okuyor, onlardan yararlanıyoruz, okuyucularımızın uyarılarını dikkate alıyoruz ama okuyucularımıza bunu, mektuplarını yanıtlayarak hissettiremiyoruz.
Mektubuna mektupla yanıt almak isteyen okuyucularımızın bu isteklerini ise hemen hemen hiç yerine getiremedik. Zaman zaman dergide mektuplara yer verdik. Ama diğerinde okuyucularımıza söyleyecek hiçbir şeyimiz yok. Açıkçası sayımız da yetmediği için yetişemiyoruz, düzeltemediğimiz için çok sıkıntı duyduğumuz eksiklerimizin başında bu geliyor. Düzeltmeye çalışacağız.
Çok çaba harcamamıza karşın dergide yine de cümle ya da kelime yanlışları çıkıyor. Bazen atlamalar ya da tekrarlar da oluyor. Tamamen eleman azlığına bağlı bu sorun da çözmeyi çok istediğimiz bir başka sorunumuz. Üstüne üstlük bazen yanlış anlamalara yol açabilecek çoğu eksikleri bir sonraki sayıda düzeltemediklerimiz de oluyor. Arada bir okuyucularımızın uyarısıyla bazı fahiş hataları bir sonraki sayıda düzeltiyoruz, ama bu, düzeltmelere tam anlamıyla hakimiz anlamına gelmiyor. Bunun da sıkıntısını duyuyoruz, ama düzelteceğiz.
Bir başka sıkıntımız da temsilci sorunu. İlk sayımızda temsilci olmak isteyenlerin başvurularını beklediğimizi belirtmiştik. Bu çağrı üzerine temsilci olmak isteyen birçok insan mektupla başvurdu. Ancak gidip bizzat temsilcilerle konuşmak gerekiyordu. İlk günlerin karışıklığına maddi sorunlarımız da eklenince bu iş sürüncemede kaldı. Daha sonra biz kendimiz, yayın anlayışımız gereği temsilcilik kurmaktan vazgeçtik. Nasıl olsa bu temsilcilikleri profesyonelce, haber akışının düzenli olarak akışını düzenleyecek bir basamak olarak kullanamayacaktık. Her şeyden önce haber dergisi değildik. Temsilcilikler böyle değerlendirilemeyince dergiye nasıl yararlı olacaklardı? Bunları maddi olarak finanse etmemiz zaten olanaklı değildi. Bu işi profesyonellikle yapamayınca temsilciliklerin, yayın anlayışımıza uygun düşmeyen bir konuma düşmesi olasılığı da vardı. Temsilcilikler kurmaktan vazgeçtik. Hiç değilse şimdilik… Ne var ki bu durumu okuyucularımıza da duyuramadık. Bu yüzden hâlâ temsilcilik için başvuruda bulunanlar oluyor. Bu ihmalkârlığımızdan dolayı, başvuruda bulunan okuyucularımızdan özür diliyoruz.
Haber ve röportajlarımızın önemli bir kısmını şimdilik sorumlu yazı işleri müdürümüz yapıyor. Karabük, İskenderun Kazlıçeşme, cezaevleri veya bir başka yerde olay, grev ya da buna benzer bir gelişme olunca tam bir basın emekçisi gibi fotoğraf makinesini ve teybini çantasına koyup yola koyuluyor. Dergiye gelen yazıların yayınlanması için incelenmesine ek olarak üstüne yıkılan bu işlere şimdilik bir itirazı yok, bu da hem işimizi kolaylaştırıyor, hem de dergimize bir çeşni katıyor.
Başvuru üzerine muhabir kartı verdiğimiz okuyucularımız (Avrupa muhabirlerimiz hariç) haber akışı konusunda gereksinmelerimizi karşılayabilecek bir performans gösteremediler. Gönderdikleri haberlerde ya somut belgelerin eksikliği kendini hissettirdi, ya yer, zaman ve isim unsurları yönünden eksiklikler taşıdı ya da fotoğrafsızlık nedeni İle zayıf kaldı. Sonuçta, muhabirlerden gelen (hiç göndermeyenler de var) hemen hiçbir haberi yayınlayamadık. Bu bakımdan muhabirlerimize ürettiği haberlerde bu unsurlara dikkat etmelerinin önemini bir kez daha hatırlatalım.
Şu an en büyük gereksinimimiz çeşitli il ve ilçelerde derginin satışını izleyecek ve denetleyecek
“denetçiler”. Kaç derginin geldiği, kaçının satıldığı, gelen dergiler yetmemişse daha kaç dergiye ihtiyaç duyulduğu, bayının dergiye karşı özel bir engelleyici tutumu olup olmadığının tespiti gibi şeyleri izleyip bildirecek gönüllü denetçilere gereksinimimiz var. Hürriyet Dağıtım bunların tespitinde hemen hemen hiçbir katkıda bulunmuyor, bulunduğu zaman da çoğunlukla yanlış veriler sunuyor. Hür-Da ya karşı elimiz de mahkûm olduğu, başkaca bir seçeneği kullanma şansımız bulunmadığına göre, bunu gönüllü denetçilerle mükemmel değil ama iyiye yakın hale getirebiliriz.
İkinci yılımıza bir yığın sorun ve eksikle giriyoruz. Başlangıçtan daha iyi bir noktadayız ama biz de halimizden memnun değiliz. Ne var ki bunları çözeceğiz. Yardımlarınız ve katkılarınızla daha kısa sürede daha iyi bir noktaya gelmek mümkün. Daha iyi olacağız.

Eylül 1989

Yeni Eylül’ler Yaşanmayacak…

Her şeyin, her olgunun bir doğumu, bir de ölümü var. Sonsuzluk, bitimsizlik tek bir şeye özgü: hareketin kendisine. Yalnızca, çeşitli türleriyle maddenin varoluş biçimlerini oluşturan hareket bitimsizdir, mutlaktır; diğer her şey, her olgu, düşünsel süreçlere yansıttığı kavramlarıyla birlikte, hem maddesel hem de kavramsal olarak değişir, ortaya çıkar ve yok olur, doğar ve ölür, son bulur. Bu, canlı cansız, maddi ve düşünceye ilişkin, doğal ve toplumsal tüm olgu ve şeylerin kaçınamayacağı bir zorunluluk.
Doğumuyla Türkiye proletaryası ve emekçilerin, çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının üzerine bir karabasan gibi çöken aşın gericilik, katmerli sömürü ve zorbalık sistemi 12 Eylül süreci de, bu zorunluluğun yeni bir deneme tahtası olmaktan kurtulamıyor, ölümüne doğru koşuyor.
Artık 12 Eylül’ün neden ve nasıl geldiği, neden ve nasıl gerçekleştirildiği üzerinde durmak, röportajlar ve anılar yapmak, yazmak ve okumak tarihsel öğreticiliğinin ötesinde önemli ve gerekli olmaktan çıkıyor. Şimdi artık neden ve nasıl gitmekte olduğunu bilmek, anlamak ve sürecin gelişimine uygun davranmak önem kazanıyor.
Çok açık olarak görülüyor, herkes yaşayarak biliyor ki artık Eylül sonuna gelmektedir, tükenmektedir.
Baş aktörlerine bakılsın: bugün ne generaller eski generallerdir, ne Özal eski Özal ve ne de süreci eskisi gibi istediklerince yönlendirebiliyorlar. Bir zamanlar Evren’in sözü kanundu, bilmem hangi meydanda yaptığı bir konuşma gelişmeleri belirlerdi, hemen herkes kendini ona göre yeniden düzenlerdi. Astığını asar, kestiğini keserdi. Bir sözüyle meclisler kapatır, meclisler açardı; burjuva siyasal arenayı gönlünce yeniden ve yeniden organize ederdi; Ecevit’i, Demirel’i hapseder; partiler kapatır, kurulacak olanların kurucularını onaylar ya da onaylamaz, O’ndan izin alınmadan milletvekili olunamazdı. İşçilere gelince, toplu sözleşme düzeni kaldırılmıştı, 2-3 katı gerekirken Evren % 70 zam yaptım der ve kimse sesini çıkaramazdı, kabullenilirdi. Geçinme endeksi yükselirken gerçek ücretler düştükçe düşer, yaratılan korku ortamında muhalif sesler duyulmazdı. Şimdi baş aktör Evren, o eskiden kedi-fare oyunu oynadığı Ecevit ve Demirel’e cevap yetiştirmeye çalışıyor. Zaman zaman açıklamalar yapıyor, suçlamalara cevap yetiştirmeye çalışıyor. Tarih karar verecek diyor, ama karar erken çıkıyor. Yine konuşuyor kuşkusuz Evren, Picasso’nun tablo ve eskizlerini kendisinin de yapabileceğinden tutun, Kürt sorununa, Fenerbahçe-Galatasaray rekabetine kadar. Ve siyasal görüşlerini de açıklıyor. Kimse takmıyor artık.
Peki, bugün Evren’in 4 kader arkadaşı generalin adlarını kaç kişi sayabilir? Yolsuzluklarıyla ayyuka çıkan T. Şahinkaya hatırlanabilir belki kimilerince, ama örneğin anlı şanlı cuntanın anlı şanlı 5. adamı, Jandarma Genel Komutanı üyesi kimdi? Oysa Evren’in bu 4 kader arkadaşı henüz Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyeleri olarak protokolde Başbakan ve Meclis Başkanı ile yarışma halindeler. Bunlar bir zamanlar Evren başkanlığında oturur, tüm kararlan alırlardı. İdamlara birer dakika içinde karar verirler, ABD ile kölelik anlaşmalarını onaylarlar, yaslanamayacaklarına dair kanun gibi kanunlar çıkarırlardı. Şimdiden neredeyse tümüyle tarih oldular.
Ve 12 Eylül, “kardeş kavgası”, cumhurbaşkanı seçilememesi, hükümet krizleri gibi gerekçelerin yanında, başlıca batağa saplanmış ekonomi Eylül öncesi parlamenter sistemin istikrarsızlık içinde yetersiz kalması koşullarında yürütülemediği, ekonomik ve siyasal krize bir çözüm yolu bulunamadığı için gerçekleştirilmişti generallerce. Ya şimdi? Şimdi durum farklı mıdır? Ekonomik ve siyasal istikrarsızlık almış başını gidiyor. Ordu Güneydoğu’da etkisiz, direnişin üstesinden gelinemiyor. Grevler ise yine gündemde. Hani şu ekonomik krizin başlıca kaynakları arasında gösterilen grevler! Ve generallerimiz resmen hâlâ yönetimdeler. Neden çözüm bulmuyorlar? Neden yeni bir 12 Eylül yapmıyorlar? Yoksa kendilerine karşı bir Eylül mü bekliyorlar?
Eylül ve Ekonomik Yaşam
Eylül ölüyor, yaşamının sonunda son demlerini yaşıyor. Eylül ekonomiyi düzelteceği, demokrasiyi rayına oturtacağı, “kardeş kavgası”nı önleyeceği gerekçeleriyle gerçekleştirildi.
Ekonomiyi gerçekten “düzeltti”, dümdüz etti. Değişmeyen bir tek enflasyon oranı kaldı. Eylül öncesi bir yıllık oran % 100’lerdeydi. Şimdi de öyle! Eylülcüler ve onların ekonomik işlerden sorumlu adamları, Başbakan yardımcıları, sivilleşmeyle birlikte ortakları, Eylül sürdürücüsü Özal ekonomiyi “düze çıkardılar”; tekelci sermaye için yapılabilecek her şeyi yaptılar, toplumsal muhalefet ve özgürlükler üzerinden silindir geçirerek. Kâr, faiz ve kira olarak rant gelirlerini 1980’de tüm gelirler içinde % 49,47’lik bir paydan 1986’da % 64,21’lik paya taşımayı başardılar. Buna paralel bir başarıları ise, ücretlerin payının aynı tarihler arasında % 26,66’dan % 17,7’ye geriletilmesiydi.
Eylül ekmek düşmanıdır. 80-87 döneminde ekmek 22 kat pahalılandı.
Eylül eti ve peyniri 21 kat, zeytini 25 kat, şekeri 19 kat, tüp gazı 24 kat, gazeteyi 35 kat pahalılandırdı. Aynı dönemde ise ortalama işçi ücreti ancak 7 kat arttı.
Eylül işçi düşmanıdır. İşçi ücretlerini yerinde bile saydırtmadı, ücret sorununu tamamen “düzeltti”, dümdüz etti; 1979’da 100 olan gerçek ücret endeksini 87’de 51,7’ye düşürmeyi başardı. Ama bir de neyi başardı? ‘89 Mart ve Nisan’ında milyonlarca işçiyi ayağa kaldırmayı. Toplumsal tarihsel diyalektik böyle: Eylül sözde toplumsal muhalefeti, proletarya ve emekçilerin mücadelesini ezecekti. Bir dönem geçici başarısıyla övündü. Ama aslında güçlü bir “isyan teşvikçisi”ydi. İşçilerin yasal sınırları parçalayıp atan ayağa kalkışının birikimini var etti.
Eylül sözde enflasyonu aşağılara çekecek, ekonominin dengelerini yeniden sağlayacaktı; ama enflasyonu aşağıya çekemediği gibi bir zoru daha “başardı”, yüksek enflasyon oram ile durgunluğun birlikte, bir arada yaşanmasını gerçekleştirdi. Durgunluk ve hatta zaman zaman gerileme, kapasite kullanımında eksiklik ve işsizlik olarak yaşandı, yaşanıyor. Eylül, işsizliğin görülmemiş boyutlara vardığı bir dönem oldu.
Emekçi düşmanı Eylül, Özal’ın ağzından bir “orta direk” edebiyatıdır tutturdu, “sosyal adalet” söylemi geliştirdi; ama ulusal gelirde ücretlilerin payı 1980’de % 27’den 1988’de % 15’e geriletildi. Bu 12 puanlık düşüş Eylül’ün emekçilere “sosyal adaletçi” bir armağanı oldu. Bölüşümde açılan uçurum, vergilendirmeler yoluyla iyice derinleştirildi. Burjuva-proleter herkesin eşit oranlarda ödediği vergi türü olan dolaysız vergilerin oranı artırıldı. 1981’de % 35’ten 1987’de % 50,2’ye yükseltildi. Eylül en geri bilinçli işçiye bile ne denli işçi ve emekçi düşmanı olduğunu kanıtlamakta bir zorluğa düşmedi.
1988 sonunda iç borçlanma 24,9 trilyon TL’sini bulurken dış borçlanma 40 milyar dolara yaklaştı. Eylül borçlanma rekortmeni oldu.
Eylül ekonomik krize bayağı da “çözüm” oldu doğrusu! Bozulan ekonomik dengeleri yeniden düzenleyemediyse de, durgunluk içinde enflasyonu % 100’ler civarında tutmayı “başardıysa” da, işsizliği yükseltip üretimin eksik kapasiteyle sürmesini sağladıysa da, bunları, işçi ve emekçilerin sırtından çıkardı, ülkeyi rantiye cenneti haline soktu ve emperyalizme, uluslararası mali sermayeye daha yakından ve sıkıca bağladı. Bunlar, başlıca “başarıları”dır!
Eylül, kapitalizmin krizine çare olamadı, daha derin bir krize sürüklüyor ülkeyi. Zorbalık ve korku atmosferinde zamlar, düşürülen ücretler, işsizlik, gelir dağılımında uçurumun büyümesi vb, yoluyla tekeller lehine düzenlemelerle krizden çıkılıyormuş havası verildi, sadece havası verildi, havayla ise ancak hava elde edilebiliyor. Ve Eylül kendi kaçınılmaz sonunun maddi koşullarını kendisi var etti. Ölümüne kendisi koştu.
Son Veriler Eylül’ün Sonunu Gösteriyor
Son veriler Eylül’ün ölümcül koşusunun yeni kanıtlarım sunuyor. İTO’nun büyük olasılıkla olumlulaştırılmış rakamları Eylül ve Özal’ın başını ağrıtıyor – “ecel gelmiş cihane baş ağrısı bahane”!
İmalat sanayisi -eğer doğruysa- geçen yılın ilk üç ayında % 16 büyümüştü. Yine gecen yılın, 1988’in son üç ayında büyüme hızı 11, 1989’un ilk üç ayında ise 13,8 oldu, yani imalat sanayisi verileri toplanan son 6 aydır küçülüyor. Ve kuşkusuz küçülen, hem de önemli boyutta küçülen sanayi ancak işçi çıkararak ayakta durabiliyor, son aylarda işçi çıkarımı hızlandı. Ve sanayi yine yaşamını kapasite kullanımını düşürerek sürdürebiliyor. İTO’nun rakamları 87’de % 12 olan işsizlik oranının % 12,5’a yükseldiğini, 88’de kapasite kullanımının ise ancak % 61,8 olduğunu gösteriyor. Ve bu rakamlar oldukça “hayali”. Türkiye’de herkes işsizlik oranını % 20 olarak veriyor, iş resmileşti mi oran düşüyor! Yine İTO, tüketici endeksindeki yükselmeye dikkati çekiyor: 88 Ocak’ında 23,5 ve Şubat’ında 23,4 olan yıllık tüketici endeksi 89 Ocak’ında 71 ve Şubat’ında 23,4 olan yıllık tüketici endeksi 89 Ocak’ında 71 ve Şubat’ında 69,3 olarak geçen yıla göre yaklaşık 3 kat fazlasıyla gerçekleşiyor. Bunun anlamı, emekçilerin Uç kat pahalı yaşayabilmeleridir.
Özal enflasyon hedefleri açıklıyordu zaman zaman, epey bir süredir vazgeçti bundan. Nedeni, açıklanan enflasyon hedeflerinin büyük bir “başarı” ile 2-3 ay içinde gerçekleştirilmesidir, Özal yıllık hedeflerine 2-3 ay içinde ulaşma “başarısını” gösterince artık hedef açıklamaz oldu.
Enflasyon ve gerçek ücretlerde düşmeyle, zamlar ve vergilendirme politikasıyla “orta direkçi-sosyal adaletçi” Eylül ve Özal ulusal gelir bölüşümünde de son rakamlara göre büyük bir “başarı” kazanmış durumdadır: DİE verileri yeni açıklandı ve nüfusun en alt % 20’lik bölümünün ulusal gelirin ancak % 4’ünü, ikinci % 20’lik bölümünün ise % 7’sini sahiplenebildiğini gösteriyor. Nüfusun % 40’ı ulusal gelirin ancak % 11’ini elde edebiliyor. En üst % 20’lik kesim ise ulusal gelirin % 55’ini alıyor.
Yaklaşık % 40’ı çalışmayan, çalıştırılamayan bir sanayi… 141 bin TL’lik net asgari ücret… Trilyonlarca liralık iç ve dış borçlar… % yüzlerde seyreden enflasyon oranı… Sürekli zam ve yüksek tüketici vergilendirilmesi… Beş kişiden birinin işsiz olduğu, aşırı dengesiz gelir dağılımına sahip bir ülke… Sonuna yaklaşan Eylül’ün çıkardığı fatura bu. Ve Eylülcülerin “şansları” da yok. Yağmur yağmıyor. Demirel’le Özal’ın paylaşamadıkları GAP ve barajların tarımın ihtiyacı olan suyu sağlamada pek bir katkıları yok. Gübre ateş pahası, kullanılamıyor, traktör açığı büyük, borçlanan köylü tohumluk alımında zorlanıyor ve ürününü yok pahasına elinden çıkarıyor. Sonuç: tarımsal üretimde düşme… tarım krizi. Tarım ve sanayideki kriz birleşiyor, ekonomi içinden çıkılmaz hal alıyor.
Ülke Gündemini Artık Eylülcüler Dikte Edemiyor
Bunlar, patlayıcı madde stoklarını biriktiriyor. Emekçileri yaşayamaz durumda olan bir ülke… Ne olur? Patlayıcı madde stoklarının ateş alması için küçük kıvılcımlar yetiyor. Hak talepleriyle emekçilerin ayağa kalkmaları artık gündem belirtiyor. Hayır, Evren’le Demirel ya da Ecevit, Özal’la Demirel ya da İnönü tartışmıyor; burjuvazi, gericilik, onların denetimindeki basın yayın organları böyle göstermeye çalışıyor. Üst üste referandumlar, seçimler, günümüzde erken seçim ve Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları, gerici burjuva gruplar arası çatışmalar olarak kuşkusuz önemlidirler; ancak bunlar, Türkiye gündemini saptırma çabalarının ürünü olarak gazetelerin manşetlerini ve sayfalarının çoğunluğunu işgal ediyorlar.
Özal ya da bir başkası, SHP veya DYP, hangisi sıralanan Eylül faturalarım ödeyebilecek? Hangisi ülke sorunlarının çözümünün anahtarına sahip? Gerçek ücretleri yükseltecek kişi ya da partisi var mı burjuvazinin? Olmadığı gibi, Özal’dan farklı çözüm yolu ve program öneren kişi de partisi de yok.
Gündemi oluşturacak potansiyel güç işçi sınıfı ve emekçilerdir. Ve 89 Mart-Nisan’ında olduğu gibi, kendiliğinden de olsa bir ucundan gündemi oluşturmaya başladı bu güç. Bir zamanlar gündemi Eylülcüler belirtiyordu. Evren, Özal gibileri. Şimdi burjuva muhalefet erken seçimi zorlayarak ve tüm ölümcül sorunların çözümünü erken secime bağlayarak gündemi belirlemeye çalışıyor. Ancak pek şanslarının olduğu söylenemez. Sürünerek ölmeye mahkûm edilen emekçilerin talep ve özlemlerine kenarından kıyısından da olsa tercüman olamayan, zaten sarsıntı halinde olan düzenin daha da sarsılmasından tümüyle kaçınan burjuva muhalefet partileri, ne emekçi kitlelere umut verebiliyor ve dolayısıyla ne de gündem oluşturabiliyorlar. İşçiler SHP gibi sol lafazanlığı bile pek yapmayan, yapamayan bir partiye kerhen bir süre oy verdiler. Son anketler hiçbir partiye oy vermeyeceğini belirten bir kesimin ortaya çıktığını gösteriyor. Ve seçim bölgesiyle yörelerini, Doğu ve Güneydoğu’yu dolaşan ANAP’lı Devlet Bakanı Kâmran İnan ANAP oy tabanının erimekte olduğunu, ama tabanın SHP ya da DYP’ye değil PKK’ya kaymakta olduğunu söylüyor. Doğu ve Güneydoğu’da gündemi koyan ne Eylülcülerdir, ne de onların sahte muhalifleri.
İşçiler Türkiye gündemini zorluyorlar. Büyük ölçüde kendiliğinden olan işçi hareketi, yalnızca bu nedenle gündemi belirlemede yetersiz kalıyor. Mücadelesi burjuva partilerce saptırılmaya açık. Türk-İş’in bürokrat sendikacıları sınıfın önüne setler dikiyorlar, sınıfın eylemliliğini engelliyor, taleplerini yatıştırmaya, mücadeleci tutum ve ruh hallerini geriletmeye uğraşıyorlar. Sınıf tüm bunlara rağmen gündemi koymaya yöneliyor, örneğini Mart ve Nisan aylarında yaşadık.
Türk-İş kamu işyerlerinde yaptığı toplu sözleşmeyle yeni bir satışı gerçekleştirdi. Satış buradan özel işyerlerine yansıyor. Ama sorun çözülemedi, çünkü işçiler bastırıyor, çünkü şimdiki gibi yaşayamıyorlar. Hayır, henüz bir devrimci durum yok, ancak işçilerin aldıkları ücretle karınlarını doyuracak ekmek bile bulmalarının zorluğu da ortada. Ve satış sonucuna ulaşamıyor, işçiler sadakayla yetinmiyorlar, bunu talepleriyle eylemli olarak ortaya koymaya yöneliyorlar. Ek zam talebi gündeme geliyor. İşçiler getiriyorlar. Bu arada ilginç olmayan olaylar yaşanmıyor değil. Bir örnek: Gebze’de MESS üyesi işyerlerinde işçiler ek zam talebini zorladılar. Türk Metal-İş Gebze şube yönetimi, “tabandan gelen, haklı istemlerin ürünü ve üst yönetimin bilgisi dâhilinde ek zam eylemlerinin yapıldığını” açıkladı ve sendika genel merkezine karşı eylemleri böyle savundu. Türk Metal genel merkezi ise, şube yönetimini disiplin kuruluna vererek işten el çektirilmelerini sağladı. İşçilerin zorlamasıyla eyleme yol veren şube yönetimi genel merkezce görevden alınmış oldu. İşçiler işte böyle sendika ve sendikacılara rağmen gündemi belirleme durumundalar. Ama durumundalar…
Sınıf Hareketlendi: Eylül’ün Sonu Geldi
Maddi toplumsal koşullar, ekonomik yaşam, kapitalizmin krizi işçilere eylemciliği dayatıyor. Ve en geri bilinçli işçi bile eylemcileşmekten geri duramıyor. Mart-Nisan eylemlerinde yaşandı bu. Dincisiyle, DYP’lisiyle işçiler sokaklara döküldüler, kendilerini kanıtladılar, haklar aldılar. Ama henüz pek de bir şey alamamışlardı, hak alma mücadelelerini sürdürme tutumundalar. Bir kez Eylülcülerden ve burjuvaziden nasıl hak alınacağını öğrendiler çünkü.
1981, 82, 83’de işçi sınıfı hemen hemen mutlak bir sessizlik içindeydi. Eylemsizlik… Eylül’ün 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt yasası karşısında grev yapılıp yapılamayacağı tartışıldı. Grev, gerçekten bin-bir yasağa bağlanmıştı; birçok iş kolunda zaten yasaktı, diğerlerinde yetkili sendika olabilmek için türlü barajlar vardı, uzun uzlaşma görüşmeleri olacaktı, uzlaştırma kurulları vardı, grevin “milli bütünlüğü tahrip edecek şekilde kullanılamayacağı” koşulu vardı, grev oylamasının yapılması bir meseleydi, hükümetin erteleme hakkı ardı. Grev tüm bu sınırlamalar aşıldıktan sonra yapılabilse bile, işçiler grev yerinde toplanamayacaktı, yalnızca iki grev gözcüsü bulundurmak yasaldı, greve konu işyerinde işçi çalışabilecek, mal sevkiyatı yapılabilecek, stajyer vb. biçiminde yeni işçi istihdam edilebilecekti. Bürokrat sendikacılar 12 Eylül yasallığı ardına sığınıp bu koşullarda grev yapılamaz diyorlardı. Ne de olsa bu yasaların altında genel sekreteri S. Şide aracılığıyla Türk-İş’in de imzası vardı ve Türk-İş Eylül’e destek açıklamıştı.
Yasak sınırları 84’de 56 işçinin katıldığı 4 grevle aşıldı. 85 ve 86’da ise 21’er grev görüldü. Katılım, sırasıyla 2410 ve 7926’ya yükseldi. 87 ve 88 ise, grevlerde patlama olarak nitelenebilecek sıçrayışlara tanık oldu. Sırasıyla 307 ve 357 grevde her iki yılda yaklaşık 30’ar bin işçi greve çıktı. Yasaklar zinciri kırılıyordu. Sınıf hareketlenmişti. Hiç de küçümsenmeyecek boyutta.
Ve 89 Mart ve Nisan’ı… Grevler ve grev dışı eylemleriyle tam bir patlama yaşandı. Henüz tam rakamları yok. Ancak, 80-90 bin katılımlı yemek boykotları, mesaiye kalmama, servislere binmeyerek yapılan yürüyüşler, işçi gösterileriyle milyonlarca işçi düzene ve dolaylı olarak Eylül’e nefretini dile getirdi. Yasa kalmadı, sınır kalmadı, Eylül kalmadı. İşçiler yasadışı, korsan eylemleri kitleselleştirdiler, meşrulaştırdılar. Yasaya uygun değillerdi eylemleriyle ama tanındılar, yasalar eylemleriyle fiilen işlemez oldu ve Eylül işçiler karşısında sesini yükseltemedi. Eylül boyun eğdi.
84′ Mayıs’ında aydınlar Eylül’ün yetkililerine bir dilekçe sundular. Aydınlar Dilekçesi, başta Evren, Eylül yetkililerini gazaba getirdi. Aydınlarımızın ne vatan hainliği kaldı ne başıbozukluğu. Yargılandılar. Bugün, yasaklar zincirini fiilen kıran ve ne kovuşturmaya ne de yargılanmaya tabi tutulan işçilerden cesaret alarak bazı aydınlarımız izinsiz (korsan) gösteriler yapıyorlar; gözaltına alınanlar oluyor, ama çoğu alınmıyorlar da. Eylül henüz az sayıda insana diş göstermekten geri kalmıyor, aydınlar üzerindeki baskısını da hafifletmek istemiyor, onları hareketsiz-eylemsiz tutmaya çalışıyor, birkaç göstericiyi gözaltına alarak yıldırmaya yöneliyor onları ama zaman değişti, pek de yunuyorlar.
Cezaevleri sorunu Eylülcülerin başını ağrıtıyor. Ağustos gündemini cezaevlerinde hakları için direnenler belirledi. Cezaevleri Cumhurbaşkanlığı seçimiyle erken seçimi bile manşetlerden indirdi. Doğu sorunu ve PKK’nın kampanyaları da öyle. Gündem artık gericiliğe karşı güçlerce belirlenir oluyor. 82, 83’lerde, 84’lerde cezaevlerinde yine sorun vardı, yine açlık grevleri yapılıyordu. Ama Eylül hüküm-fermaydı, Eylülcülerin sesi çıkıyor, siyasal tutsakların sesi duyulmuyordu. Bugün cezaevlerindeki devrimcilerin genel bir destek oluşturmaları önlenemiyor. Gericiliğe rağmen Kürt sorunu da siyasal literatüre girdi, meşrulaştı, çıkartamıyor.
Ölmedi ama Sonuna Geldi
Eylül henüz tümüyle mezara girmedi. Yerine demokratik bir rejim de kurulmadı, kurulmuyor, demokrasiye geçildiği, yok. Demokrasi, köklü bir alt-üst oluşu, bir kırılıp parçalanmayı gereksiniyor. Öte yandan Eylül, merkezileştirilmiş devlet mekanizmasıyla, yasalarıyla, yetkileri artırılmış Güvenlik Kuruluyla, özgürlük ve hak retleriyle sürüyor. Cumhurbaşkanı Konseyiyle, Anayasasıyla, Sendikalar Yasasıyla, YÖK’üyle sözde seçilmiş Evren’iyle sürüyor Eylül Evren ve Eylülcülerin henüz devlet mekanizması ve özellikle ordu üzerinde etkileri de var. Generaller Eylül’ün ilk yıllarında olduğu gibi olmasa da Eylül şeflerine saygıda kusur etmiyorlar. Özal’ı gördükçe “Evren iyiymiş” diyen geri bilinçli insanlar da var. Evren hâlâ bu tür insanlar üzerinde belli bir siyasal etkiye de sahip. “Güvenlik kuvvetlerimiz” Eylül alışkanlıklarını önemli ölçüde sürdürüyorlar. Çeşitli izinsiz gösterileri seyretseler de, 1 Mayıs örneğinde olduğu gibi azgınca saldırıyorlar göstericilerin üzerine. Henüz görece az sayıda gücün güç gösterisine tahammül edemiyorlar. “Kardeş kavgasını önleme” gerekçeli Eylül’ün bir bakanı 1 Mayıs göstericilerine ateş açılmasını Fatih’in “kardeş katli vaciptir” kanunnamesiyle savunmaya yelteniyor.
İşkence sürüyor, hele Doğu’da köylülere yapılmadık zulüm kalmıyor. Direnenler ve direnişçi olduğundan kuşkulanılanlar sorgusuz sualsiz kurşunlanıyorlar. Cezaevlerinde zorbalık sürüyor. Dana geçtiğimiz ay Eskişehir’den Aydın’a sürülen açlık grevcilerinden ikisi ayakta zor dururlarken dipçiklenip coplanarak öldürüldü.
MİT-polis işbirliğiyle Tuzla’da olduğu gibi insanlar pusu kurularak öldürülüyorlar. Devrimci olduğundan şüphe edilmek saldırıya uğramak için yeterli neden.
Evet, Eylül mezara girmedi henüz. Bir zihniyet sürüyor, tutum sürüyor, düzenlenmiş, gedikleri kapanmış merkezileştirilmiş devlet mekanizmasıyla sürüyor. Ama zaman değişiyor. Eskisi gibi hükümferma değil artık Eylül. Eskisi gibi hükmünü sürdüremiyor. İstemediği ya da vazgeçtiği için değil, artık gerçekleştiremediği, karşısına siyasal ve kendiliğinden ama eylemci, mücadeleci güçler dikildiği için.
Sistemde Yeni Çatlak ve Gedikler
Eskisi gibi sürmez, süremez oluşunun maddi temeli kriz içindeki ekonomi. Söylendiği gibi, bu, patlayıcı madde stokları üretip biriktiriyor.
Ülke siyasal bir kriz içinde. Hükümetin durumu tartışılıyor. Gericilik kendi içinde birbirine düşmüş durumda. Hükümet % 20 ile ayakta durmaya çalışıyor, muhalefet bunu kabullenemiyor; ama asıl kabullenmeyen emekçi kitleler. Burjuva muhalefet bu kitleleri peşlerine takmaya uğraşıyor. Şimdiye dek yeterince güç oluşturamadılar, bundan sonra oluşturabilecekleri de kuşkulu. Özal kitleleri eskisi gibi uyutamıyor, eskisi gibi yönetemiyor, ama burjuva muhalefet de bunu becerebileceği “umudu”nu vermiyor. Bu, kitlelerin düzen dışına sürüklenme eğilimine yol açan bir neden. Bu eğilimin belirtileri yaşanıyor. Mart-Nisan’da, Doğu’da, anketlerde…
Eylül devlet mekanizmasını restore etti, delik ve gediklerini tıkadı, ancak burası Türkiye… Emekçi milyonların azgınca sömürüldüğü, baskılandığı, ekonomik olarak hiç mi hiç tatmin edilemediği ülke. Yeni delik ve gediklerin açılması kaçınılmaz oluyor. Üstelik Eylülcülerin yaptığı gibi delik-gedik tıkama adına hiç emniyet supabı bırakılmadı mı, sıkı güvenlik düşüncesiyle insanlara ve ülkeye içine sığamayacağı elbiseler biçildi mi, yeni delik-gedikler pek çabuk açılıyor, işte gösteri yasası. Her tür gösteri yasaklanmıştı, gösteri bin bir izne bağlanmıştı ve ancak dağ başlarında yapılabilir kılınmıştı. Ne oldu? İşçiler bu yasayı ezip geçtiler, çalışmaz kıldılar. Ne yapılabilirdi? On binlerce, yüz binlerce, milyonlarca işçi zindanlara doldurulamazdı ki! Zindanlardaysa siyasal tutsaklar tek tip elbise giymiyorlar yönetmeliğe rağmen; yönetmelik tutsakların ağırlığı altında eziliyor. Ne yapılabilirdi ki? Zindandakiler zaten zindandaydılar, zindana doldurulmazlardı yeniden! 1 Mayıs bayram olmaktan çıkarıldı. Kutlanması yasaklandı. Kutlanmadı mı? Hem de gericilikle, burjuvaziyle çatışma içinde en anlamlı şekilde kutlandı. Kurşun buna engel olabildi mi? Ve Eylülcüler 90 1 Mayıs’ına izin vermeyebileceklerini sanıyorlar mı? İsterse vermesinler! 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kutlanma hakkı daha bu yıldan alındı. Geçmiş olsun! Tüm bunlar ve daha irili ufaklı niceleri gericiliğe karşı kazanımları oluşturuyor, o güçlendirilen ve restore edilen mekanizmanın arızasız çalışmasını engelleyen, onda hava kaçırmasına neden olan delikler açan fiili kazanımlar. Ve bu kazanımları Eylül’ün biriktirdiği patlayıcı madde stoklarının ateş alması sağlandı.
Muhalefet Yükseliyor, Sürecin Akışı Değişiyor
Emekçi kitlelerin eylemli hale geçişi, emekçilerin eylemliliğindeki yükseliş ülkenin havasını, atmosferini değiştiren temel etken. Eylül sürecinin başlangıcında ve yükseliş döneminde işçi ve emekçiler sahnede yoktular, hesaba katılmıyorlardı. Bastıran Eylül’dü, emekçiler bastırılan durumundaydılar. Şimdi roller değişti, emekçiler bastırıyor, zorluyor, gerileyen Eylül ve Eylülcüler. Ve çatışmanın tarafları, kendilerini ortaya koyarak çatışan taraflar, burjuvazinin çeşitli grupları değil. Onlar da çatışıyorlar, ancak asıl çatışma tutum farklılıklarına sahip olsalar da tüm gericilikle emekçiler arasında, gündem ve çatışmaya bağlı olarak oluşuyor. Evren veya Özal’la İnönü ya da Demirel arasındaki çatışma temelinde değil. Kitlelerin yükselen eylemliliği ve hak koparıp alışları moral etkenleri de değiştirdi. Moral üstünlük Eylül ve Eylülcülerden emekçilere doğru yer değiştirdi. Kazanımlar elde eden, kendi gücünü ortaya koyduğunda bunun yenilmezliğini ve hak alıcılığım gören; esip gürleyenlerin, yıllardır kendilerine kan kusturanların kofluğunu mücadele sürecinde sınayan emekçilerin ruh halleri bugün 3-5 yıl öncekiyle tam bir zıtlık oluşturuyor. Eylül’ün yarattığı korku psikozu, yılgınlık ve kadercilik bugün yerini korkusuzluk, gücüne güven, mücadelecilik ve kadere boyun eğme bir yana elde edilenlerle yetinmemeye bıraktı, bırakıyor. Katlanma ve boyun eğme, haksızlıklar karşısında sessiz kalma yerini, direnişçi-mücadeleci bir kitle psikolojisiyle toplumsal muhalefetin yükselişi aldı alıyor.
En temel eksiklik, toplumsal muhalefetin henüz büyük ölçüde kendiliğinden oluşu. Ve Eylül’ün en önde gelen ve gerçek başarısı da bu noktadaydı. Eylül, henüz saldırısının başlarında devrimci, Marksist örgütlenmeleri ya dağıtmış ya da neredeyse tümüyle çalışamaz hale getirecek şekilde darbelemişti. Bugün artık devrimci, Marksist örgütlenmeler yaralarını tümüyle olmasa bile sardılar, eski etkinlik düzeylerine henüz ulaşamamış olsalar bile toparlandılar. Eylülcüler, artık devrimcilere ezici darbeler vuramıyor, faaliyetlerini engelleyemiyor. Ne Batı’da ne Doğu’da. Ve devrimci, Marksist örgütler toplumsal muhalefetin yükselişine katılıyor, güçlerince katkıda bulunuyorlar. Sınıf ve emekçi kitleler içinde mevzilenip erimeleri ilerledikçe hem tümden yok edilemez olacaklar hem de toplumsal muhalefet şimdikinden daha yeterli, doğru ve kalıcı hedeflere kanalize olacak. Bu, Eylül’ü tümden mezara gömecek gücü oluşturacak.
Aydınlarda Değişme: Önemli Gösterge
Artık Eylül yok… Bunun en bariz göstergelerinden biri, aydınların konumlanışındaki değişme eğilimidir. Aydınlar öteden beri sınıf mücadelesindeki olumlu ve olumsuz gelişmelerin en belirgin kanıtım sunmuşlardır. Gericiliğin yoğunlaşması, zor yıllar, en başta ve en çok aydınlan etkiler, önce onlar devrimden uzaklaşırlar, tarafsızlaşır ya da karşı safa meylederler. Gericiliğin ideolojik etkisi en fazla onlar üzerinde görülür olur. Bizde de böyle oldu. Atatürkçüleştiler, yılgınlık edebiyatına sarıldılar, bireyleşme adına bireycileşme propagandasına yöneldiler, sessizleştiler, kendi içlerinde ve dışlarına doğru bunalımı ürettiler, bunalım üretimine şevkle katıldılar. İstisnaları yok muydu? Vardı, son derece az… Eylülcüler çıktı aralarından, Özalcı büyük bir kesim. Çoğu eski “sosyalist”tiler, demokrat devrimci! Ahmet Altan gibileri çıktı. Eylül edebiyatını, bunalım edebiyatını geliştirdiler. Feminizm, yeşilcilik, ü-berterlik, devrimden kopuşun, uzaklaşmanın belirtileri olarak aydınlar arasında önemli denebilecek savunucu ve taraflar buldu. Marksizm ve sosyalizm düşmanlığı yaygınlaştı. Devrim fikriyle dalga geçilir oldu.
Bugün gelişme tersine dönmüş durumda. Aydınlar arasında yılgınlık ve boyun eğme eğilimi yerini direnmeye bırakıyor. Direnenlere sempati duyuluyor. Devrim ve sosyalizm, Marksizm aydınlar arasında yeniden taraftar bulmaya, gelişmeye başladı. Feminizm, yeşilcilik, liberterlik, zaten bir güç oluşturmamışlardı, ama olan güçlerini de devrim ve sosyalizm lehine kaybetmeye başladılar. Başlıca feministlerin topladığı kadın kurultayının, feministlerin onu terk etmesiyle sonuçlanması bir gösterge. Bireycilikten sıyrılma belirtileri ortaya çıkıyor. Ve önemli bir şey, bir dönem o denli moda olan A. Altan ve benzerleri “eserleri” ile birlikte unutulup gidiyor. Bugün artık A. Altan ve romanları değil A. Kadir Konuk ve romanları okunur oldu. Bunalım edebiyatı yerini direnme edebiyatına terk etti. Demokrat sesler duyuluyor bugün. Zuhal Olcay, Deniz Türkali, Müjdat Gezen gibi sanatçılar İnsan Hakları Derneği’nin düzenlediği “İnsan Hakları Yarın Değil Şimdi” konserine katılmaya gönüllü oluyorlar. Evet, insanlarımızın soluduğu hava değişmiştir. Eylül ve Eylülcülerin havası değil solunan artık, onların yarattığı küflü çürümüş ceset kokan hava değil, umut dolu, tertemiz değilse bile, henüz bulutlu olsa bile temizlenip, bulutları dağıtılabilecek serin esintili bir hava. Hava emekçilerden ve devrimden yana döndü, rüzgârı artık Eylül estirmiyor. Direniş rüzgârları esiyor. Bu, bizim havamız; bu, emekçilerin havası; bu, toplumsal gelişimin havası.
Artık Yeni Eylül de Yok!
Eylül, yalnızca ölümüne koşuyor olmakla kalmıyor. Bu ülkede bir daha yeni Eylül’lere yer de yok, olmayacak. Yeni Eylül’ler yaşanmayacak.
Fal bakmıyoruz, Türkiye’nin geleceğinde hiçbir şekilde yeni darbeler olmayacak demiyoruz. Mümkündür, olabilir. Ama benzer sonuçlarıyla yeni bir Eylül yaşanmayacak bu ülkede.
Eylül, herhangi bir darbe değildi. Ezici, bastırıp dağıtıcı, yok edici sistemli bir saldırganlıktı. Bundan sonra belki daha saldırganı bile olabilir; ancak Eylül’ün yol açtığı sonuçlara yol açanı yaşanmayacak bir kez daha.
Devrimci, Marksist örgütler Eylül saldırısına dayanamadılar, onun yarattığı zor koşullarda yaşamayı beceremediler, ölmediler, ancak mücadele ederek yaşamayı başaramadılar. Her şart altında mücadele edebilecek, esnek zor koşullara uyum sağlayabilecek örgütlenmeyi var edememişlerdi. Faaliyetleri ya tümden kesintiye uğradı, dağıtıldılar ya da hemen hemen eylemsizleştirildiler. Direnemez, mücadeleyi sürdüremez duruma sokuldular. Direnişler ancak cezaevlerinde sürdürüldü. Bu, kuşkusuz olumluydu, direnmek olumluydu, ancak direnişin hemen hemen yalnızca cezaevlerinde sürmesi sağlam örgütlenmeler oluşturulamadığının göstergesi oldu. Kesintisiz faaliyet, büyük ölçüde, o da ağır aksak, yurt dışında sürdürülenle temsil edilir oldu. Devrimci, Marksist örgütler Eylül saldırısını göğüsleyeme-diler, karşılayamadılar.
Öndersiz kalan, Eylül öncesi devrimcilerin zaaf ve hatalarından da olumsuz etkilenmiş emekçi kitleler, azgın saldırganlık karşısında sessizliğe gömüldüler. Eylemsizlik… Haklarını savunamadılar. Kitle örgütleri dağıtılmıştı ve onların yerine koyacak yeni örgüt biçimleri geliştirilemedi. Bu biçimleri devrimci Marksist örgütlenmelerin geliştirip sistemleştirmesi gerekiyordu, kitle hareketinin ihtiyaçlarına uygun, onun belirtilerini ortaya çıkardığı uygun örgüt biçimlerinin organize edilmesi gerekiyordu. Ama öncüler bunu başaracak durumda değillerdi, kendi dar öncü örgütlenmeleri darbelenmiş, büyük ölçüde çalışamaz kılınmıştı. Ve reformcu revizyonist propaganda emekçileri zaten düzen içi konumlara, düzene entegrasyona yönelme yönündeydi. Bir yandan faşizmin baskısı, diğer yandan reformcu revizyonist akımların saçtığı zehirler ve devrimci, Marksist örgütlerin hareketsizleştirilmesi, emekçi kitleleri sessizliğe, konulan sınırlara uymaya zorladı.
Sonuçta, düzen içilik, sessizlik, korku ve boyun eğiş, burjuva muhalefetinden medet umma ve devrimden uzaklaşma eğilimi gelişti.
Artık Eylül yok, artık yeni Eylül olmayacak! Yeni Eylül’ler yaşanmayacak!
Söylendi: darbeler mümkündür. Karşı devrim özellikle devrim geliştikçe azgınlaşır. Devrim, karşı devrimi limitine vardırarak gelişir. Devrimin gelişmesine bağlı olarak, devrimin gelişmesini durdurma amaçlı, onu bastırmayı hedefleyen, gericiliği şahlandıran, gelişen devrime yönelik saldırıyı tırmandıracak yeni darbeler mümkündür. Ama hiçbiri Eylül olamayacak. Bundan sonra çalışamaz hale gelme yok, eylemsizleşme yok, kesinti yok. Olacak tek şey, dişe diş bir direniş, karşı koyuş. Bundan sonra emekçi kitlelerin tümüyle eylemsizleşmesi olmayacak.
Öncü Eğitimden Geçti
Eylül’de öncü güçler eğitimden geçtiler. İdeolojik, siyasal yetersizlik ve hatalar bir yana iki önemli şey öğrenildi. İlki, direnme azmine, kararlılığına sahip olmak gerekliliği. Ancak bunun lafta bırakılmaması gereği de öğrenildi. Tüm hazırlığın, tüm ideolojik siyasal yönelimin zor koşullarda direniş ve eylemin, etkinliğin sürdürülmesi yönünde yapılması bir zorunluluktur. Her türden, ideolojik, siyasal, askeri… her türden eğitim ve hazırlığın direnişi olanaklı kılacak içerikte yapılması temel bir derstir. Direnme kararlılık ve azmi, bu somut hazırlık olarak olanca somutluğuyla ete kemiğe bürünmezse yetersizdir, yetersiz kalıyor. Bu hazırlığın salt öncüler bazında gerçekleştirilmesi de yetersizdir kuşkusuz: öncü hazırlanmalıdır, ama hazırlık emekçi kitleler içinde, onları sevk edip yönetecek, buna güç yetirecek, bunu başaracak şekilde yapılmalıdır, yapılacaktır.
Ve ikincisi her şart altında yaşamak gereği öğrenilmiştir. Bundan sonra devrimciler, Marksistler her şart altında mücadele edebilme yeteneğinde yeni koşullara uyum sağlayabilecek, yeni mücadele biçimlerini yürütüp sistemleştirebilecek örgütlerde örgütleneceklerdir. Temel bir zaaf olan legalizmin aşılması gereği öğrenilmiştir. Ortalıkta “sosyalizm” adına, “birleşik” yasal partiler oluşturma adına dolaşan yasalcılara bakılmasın. Onlar oyun oynuyorlar. Devrim diye bir niyetleri olmadığı gibi, devrim lafını yarım ağızla seslendirenler de ciddi değiller. Oysa devrim hem ciddi bir iş, hem de bu işe soyunulmuşsa oyun oynamaya gelmez. Marksistler her türden liberal, amatör, kısa günün kân legalist örgütlenmelerden uzak durmayı öğrendiler. Bu legal örgütlenmelerden değil, legalizmden uzak durma anlamına geliyor. Yeni Eylül heveslileri zamanını yakaladıklarını sandıklarında bir kez daha Marksist ve devrimcileri kolayca etkisizleştirebileceklerini düşünmesinler. Bu, yeni Eylül’ler yaşanmayacak oluşunun temel bir garantisidir.
Direniş ve mücadele azmi ve kararlılığının olanca somut hazırlığıyla, her şart altında yaşayabilecek örgütsel yapılar olarak ortaya konması, yeni Eylül’leri olanaksız kılacak başlıca etkendir. Yeni Eylül hevesleri karşılarında aşıp geçemeyecekleri, etkisizleştirip eylemsizleştiremeyecekleri direniş merkezleri, direnişi sevk ve idare edecek karargâhlar bulacaklardır. Şu ya da bu parçası çeşitli türden darbeler yese de; direnişi, küçük ya da büyük ölçekli, ama mutlaka sürdürecek, yönetip yönlendirecek merkezler ve karargâhlar…
Emekçi Kitleler Eğitimden Geçti
Ve Eylül emekçi kitleleri de deneyden geçirdi, öncüsünden yoksun bir deneyden geçti kitleler, ama kendi deneyleriyle, yaşayarak öğrendiler Eylül’ün tahribatını. Ne ücretleri durduğu yerde durdu ne işleri ne de en küçük haklarını arayabildiler. Öncülere güvenleri sarsıldı, şimdi artık daha sağlam öncülere ihtiyaç duyuyorlar, öylelerini arayacaklar. Yasalcılar, “birlikçiler” emekçilerin görece küçük bir kesimini bile peşlerine takabilecekleri hayaline kapılmasınlar. Kitlelerin kendi deneyleriyle öğrenmeleri ağır aksak gider, ama öğrendiklerini pek kolay unutmazlar.
Emekçi kitleler öncülerinden kopuk deneyden geçtiler. Henüz tüm geçtikleri deneylerin bilincine vardıkları, doğruyu-yanlışı tümden ayırt edebildikleri söylenemez. Ama Eylül öncesiyle Eylül’ü ve sonrasını, özellikle 89 Mart-Nisan’ını ardı ardına yaşadılar. Pratik kıyaslama olanakları oldu. İlerlemeyi yaşadıkları gibi, karabasanı, bastırılıp ezilmeyi yaşadılar ve şimdi oldukça deneyli olarak yeniden ileri atılmayı yaşıyorlar. Bugünden kitlesel ileri atılma eğiliminin güçlülüğü, yalnızca Eylül’ün yarattığı birikim dolayısıyla değildir; bunun yanına kitlelerin deney sahibi oluşlarım ve gericiliğe, burjuvaziye, Eylül’e duydukları kin ve nefreti de eklemek gerekli. Henüz bunun tam bir bilincine ulaşmış olmasalar da… Henüz eylemlilikleri ekonomik taleplerle sınırlı olsa da büyük ölçüde.
Sorun, kitlelerin eğitimindedir. Yaygın ve köklü bir aydınlatma ve eğitim faaliyetinin örgütlenmesindedir. Bu faaliyet bunun içinde yürütüleceği kitlesel eylemler içinde emekçi ve işçi kitlelerin öncüleriyle birleşmesi Eylül’ü yere sereceği gibi, yenisini de olanaksızlaştıracaktır. Sadece bu da değil, esas yapılması gerekeni, bürokratik militarist aygıtın kırılmasını başaracak olanda budur.
Bugün işçi ve emekçi kitlelerin eylemliliği ve taşıdıkları eylem potansiyeli, yeni Eylül’ler yaşanmayacak oluşunun ikinci temel garantisidir. Ve bu iki temel etken birleştiğinde, öncüler mücadele sürecinde ve mücadele içinde işçi ve emekçi kitleler içinde eridiğinde, eridikçe Eylül’ler olanaksızlaşacaktır. Eylüllerin olanaksızlaştırılmasının yolu ise siyasal rejimlerin he-deflenmesiyle yetinmeyip burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenliğini devirmeyi hedeflemektir.
Emekçi Kitlelerin Düzen Dışı Eğilimleri
Bugünden işçi ve emekçi kitlelerin düzen ve özellikle rejim dışına yönelme eğilimi içinde olduklarının belirtileri ortadadır. Eylülcülerden Özal’dan kopan emekçiler 12 Mart’tan çıkış sürecinde “umudumuz Karaoğlan” sloganıyla Ecevit’in peşine takıldıkları gibi, ne reformcu SHP ya da DSP’nin, ne de sicili bozuk “demokrasi” havarisi Demirel’in peşine takılıyorlar umutla. Bunda Demirel’in denenmişliğinin ve SHP’nin göstermelik bir seçenek bile sunamayan gerici konumunun rolü de var kuşkusuz. Ancak emekçilerin yaşadıklarının da. Deneyden geçmişliğinin de. İşçiler kendi güçlerine, dayanarak hak alma ve durumlarını değiştirme eğilimindeler. Mart-Nisan eylemlerinde bu tutumu izlediler, başarılan bu tutumu geliştiriyor. İşçi ve emekçiler burjuva muhalefet partilerine değil, Marksist, devrimci ve ulusalcı örgüt ve partilere eğilim gösteriyorlar, Eylül’ün etkisinden sıyrıldıkça. Bu, yeni Eylül’ler yaşanmayacak oluşunun, sayılan iki temel etkenini güçlendiren bir etkendir.
Evreniyle, Ersin’iyle, Şahinkaya’sı ve Özal’ıyla Eylül tarih oluyor. Hem yaşamının sonuna geldi, tükeniyor, hem de bir daha yaşanmayacak.
Eylülcülük Küçümsenemez Ama Artık Eylül Yok!
Tüm bu söylenenler, hiç kuşku yok ki Eylül gericiliğinin ve genel olarak gericiliğin küçümsenmesi için söylenmedi, bu anlamda gelmiyor. Onun yapabileceklerini, yeni olası kötülük ve zorbalıklarını hiç de küçümsememek gerekir. Can, bazen çok zor çıkar. Hele kuduz olan, her şeye saldırarak ömrünü tamamlar. Her türlü zorluğa hazır olmada yarar vardır.
Ve yeni Eylülcülerin şansı yoktur, ancak bu, elden gelenin de ötesinde en tam ve kararlı hazırlığın yapılmasını gereksizleştirmiyor, tam tersine gereksiniyor. Gericiliğin ve olası zorbalıklarının küçümsenmemesi gerektiği de doğrudur, yeni Eylül’lerin yaşanmayacak oluşu da.
Gelecek, her türlü aracın kullanımını kucaklayan direnişçi ve mücadeleci tutuma sarsılmaz bir kararlılık ve azimle sarılmak ve organize etmekte, buna olanak verecek hazırlığı gerçekleştirmede, her şart altında yaşayabilecek yapılar kurmak ve emekçi kitleler içinde” eriyerek eylemlerini yönlendirebilmektedir.

Eylül 1989

Tasfiyecilik ve Bürokratizm

Marksizm-Leninizm dünyada ve ülkemizde emperyalist ve gerici burjuva ideologları, aydınları tarafından özellikle kışkırtılan yeni saldırılar altında. Sırtını sosyal emperyalizme ve işçi aristokrasisine dayayan modern revizyonist cephe, dünya işçi sınıfı ve ezilen halklara “yeni” alternatifler yaratmaya çalışıyor. “Stalinci bürokrasiye ve diktatörlüğe” karşı “liberalleşme, demokratikleşme” ve “demokratik, sosyalizm” demagojileri, dünya ulusları ve proletaryasının önünde alternatif bir ideolojik dalga haline getirilmeye çalışılarak ellili yıllardan beri devrimci özü bütünüyle inkâr edilmiş Leninizm’in lafzını da ortadan kaldırmaya yönelik karşı devrimci bir kampanya örgütlüyor. Marksizm-Leninizm’in artık eskidiğini ve dünyadaki gelişmelere uygun yeni ideolojik ve pratik çözümlerin bulunması gerektiğini savunan bu kampın en son ve parlak örneği Polonya’da “çoğulcu demokratik sosyalizm” adına “komünist” partinin yerine dayanışma önderlerinden kilise yanlısı Mazowiecki’nin hükümeti kurmakla görevlendirilmesi ve çok partili parlamenter rejime geçiş.
Ülkemizde de 12 Eylül darbesinin yarattığı baskı ve terör koşullarında Türkiye devrimci hareketinin yediği darbelerle güç kaybetmesi sonucu yükselişe geçen revizyonizm ideolojik olarak geçmişte devrimci ve Marksist-Leninist olan her şeye saldırıyor. Yeni Sovyet burjuvazisinin temsilcisi olan Gorbaçov’un estirdiği sözde liberal rüzgârlarla desteklenen bireycilik yüceltiliyor, Leninist parti öğretisi ve disiplininin insanı köleleştirdiği ve bireyi yok ettiği propagandası yapılıyor. “Çok kanatlı parti”, “çok partili sosyalizm” tezleriyle Marksizm’in en temel tezleri reddediliyor, hakim sınıflar açısından kabul edilebilir zararsız bir ideoloji olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor. Bu konuda ileri bir adım daha atılarak yasal “komünist” partisi kurulmasından da vazgeçilip adında “komünist” olmayan yasal bir parti kuruluşu çalışmalarına başlanıyor. Nisan sonunda Almanya’da TKP, TİP, TSİP, TKEP ve Kurtuluş yöneticilerinin katıldığı toplantıdaki tartışmalar, henüz bir sonuç alınamamış olsa bile gelinen noktayı göstermesi açısından önemlidir.
Revizyonizm tarihi fonksiyonunu bir kez daha yerine getirerek 12 Eylül’den sonra devrimci olan her şeyi tasfiye etmek için çabalarını arttırıyor. Uluslararası revizyonizm ve Troçkizmin tez ve platformları üzerinde hareket eden TKP’den TİKP’e, Troçkizme kadar uzanan tasfiyeciler işçi sınıfı hareketinin sınırlarını ve gelişmesini hâkim sınıfların icazetine, iznine bağlı kılmaya çalışıyorlar. Kendilerinin rejime uyumlu “Marksistler” olduklarını kanıtlamaları yetmiyor, işçi sınıfı hareketini de uyumlu hale getirebilmek için öne atılarak grevlerde, direnişlerde mücadele alanlarında hareketi reformist ve yasalcı sınırlar içinde tutmaya çaba gösteriyorlar.
Tasfiyecilik sadece revizyonist hareketlerle sınırlı kalmadı. Her türden revizyonizme ve oportünizme karşı sistemli ve kapsamlı mücadelenin yürütülemediği gericilik yıllarında Marksist-Leninist saflarda da yankısını buldu. Disiplinsizlik, küçük burjuva anarşizmine varan anti-Marksist tutumlar bir yönüyle bu zemin üzerinde uç veriyorken küçük burjuva kökenli unsurların ağır basmasıyla birleşince de gelişti. Eylül sonrası devrimci ve Marksist nitelikler sağcı ve reformcu konuma çekilerek, bir tür tasfiyeciliğe ve inkârcılığa varan bir dönem yaşanırken 86-87’lerde açık inkârcı ve tasfiyeciliğin etkinliği yaşandı. Bu dönemde inkârcılık geçmiş olumsuzlukların etkisiyle birlikte Marksist-Leninist saflarda ideolojik ve programatik açıdan olumlu yanlara da kaçınılmaz olarak güvensizlik yarattı. Bu durum bugün esas olarak aşılmakla birlikte, tasfiyecilik döneminden geride kalan ilişki, alışkanlık ve anlayışların devrim ve proletaryaya karşı güvensizliklerin kalıntılarına karşı da kararlı bir savaş yürütülmeli ve tasfiyeciliğin tahrip ettiği değerlerin yeniden egemen hale gelmesi için yoğun çaba gösterilmelidir. Bu elbette revizyonizme ve tasfiyeciliğe karşı sürdürülecek ideolojik bir mücadele ile birlikte yürütülmelidir. Bu yapılmadan proletaryanın ileri unsurları revizyonizmin, reformizmin anti-Marksist ideolojik etkilerinden kurtarılmadan Marksist Leninistlerin, proletaryanın bağrında güçlü kökler salması düşünülemez.
Marksist-Leninist hareketin önceli olan THKO, revizyonizme ve pasifizme karşı bir tepki olarak doğmasına ve bir mücadele örgütü olmasına rağmen Marksist bir hatta sahip değildi. Önderlerinin mücadelecilikleri, kararlılıkları, devrimci atılganlıkları nedeniyle ’71 yenilgisinden sonra da kitlelerde önemli sayılabilecek bir sempati yarattı. Objektif gelişme ve gelişme yasalarının dayattığı bir zorunluluk olarak ’74’ten sonraki toparlanma ve yeniden ayağa kalkma ’71 hareketine katılanlar, mücadele edenler ve bu harekete sempati duyanlarla gerçekleşti. Siyasal ve örgütsel çizgide Marksizm-Leninizm’e başlangıçta birtakım ciddi hatalar taşısa da sadece inanç değil, bilgi planında da bir yöneliş oldu ve bu yöneliş giderek uluslararası komünist hareketin çizgisinin benimsenmesiyle sonuçlandı. Türkiye proletaryasının kendi sınıf partisine duyduğu acil ihtiyaç nedeniyle ülkedeki tüm Marksist-Leninistleri ve ileri işçileri kendi çatısı altında toplayacak proletaryanın partisini inşa etmek, partinin teorik temellerini atmak, programatik sorunlarını çözmek merkezi görevinin saptanması doğru idi. Bu süreç aynı zamanda Marksist-Leninist hareketin proletarya ile birleştiği, bağlar kurduğu, proletarya ve emekçi halkın mücadelesinde mevziler kazandığı, asgari Marksist-Leninist kadroların yaratıldığı ve proleter dönüşümün yaşandığı bir süreç de olacaktı.
Küçük burjuva ihtilalcı çizgi reddedilip, UKH’nin genel çizgisinin benimsenmesinden sonra, sınıf yapıları ve bileşimi, dünyaya bakışları, günlük yaşayışları, ilişkileri itibariyle ’71 gerçeğinin somut ifadeleri olan mevcut kadrolar, alışkanlıklar, çalışma tarzı ve ilişkilerinin niteliği ile, Marksist-Leninist hareketin amaçları, görevleri ve bu görevleri belirleyen ML genel çizgi arasında o süreçte doğal bir çelişme ortaya, çıktı. Bu çelişmenin ortadan kaldırılması, teorik, siyasal ve örgütsel inşanın birlikte ve tek bir süreç olarak yaşanması ile mümkündü. Bir yandan 50 yıllık oportünist, revizyonist çizgiye karşı mücadele edilir ve UKH genel çizgisi ışığında devrimin sorunlarına çözüm getiren teorik temel oluşturulurken, öte yandan buna uygun yapılanmayı sağlamak için var olan kadroların gerçek sınıf tavrına göre dönüştürülmesi, arındırılması ve sınıfın ileri unsurlarının harekete kazandırılması gerekiyordu.
Örgütsel inşa sürecinde ’71 hareketinden devralınan nitelik ve özelliklerle, yeni siyasal tespitlerin sonucu olan görev ve amaçlar arasındaki doğal çelişmenin köktenci bir biçimde ve bütün yanlarıyla aşılmasının koşulları yaratılamadı. Siyasal bir dönüşüm yaşanmasına rağmen örgütsel çizgideki zaaflar ve eksiklikler bünyede yaşamaya devam etti. Dönemin görevlerinin tam olarak kavranamaması sürecin kendiliğindenci etkiler altında yaşanmasına yol açtı. Bu ise baştan siyasal bir programa sahip olamama, yetersizlik, birikimsizlik, geçmiş mirasın olumsuz etkilerinin tam olarak ortadan kaldırılamamış olması gibi nedenlerle birleşti ve teorik ve siyasal inşada çeşitli yalpalamaların zeminini genişlettiği gibi, atılım döneminde de, darlıkların, sığlıkların, dogmatizm ve mekanizmin etkisinin hareketin tezlerinde yer bulması sonucunu doğurdu. Yine siyasal taktikler alanında da darlıklar, sağ ya da sol etkiler ve sekter özellikler bu nedenlerden güç aldı. Bu durum kaçınılmaz olarak örgütsel inşa ve proleter dönüşüm sorunlarını çeşitli biçimlerde etkiledi. İnşa sürecinde önemli adımlar atılırken öte yandan yanlışlar ve hatalar bünyede yeniden üremeye devam etti. Zaaf ve krizlerin tahrip edici bir biçime dönmesini önleyen şey belli bir yalpalama döneminden sonra teorik ve siyasal alanda atılıma geçilmesi, hata ve eksikliklere karşın kazanılan taktik başarılar, inşa sorununda atılan ileri adımlar ve durgunluğa rağmen gerçekleşen örgütsel gelişmelerdi.
Proleter dönüşüm sürecinde teorik ve siyasal inşa görevleriyle örgütsel inşa görevlerinin tam bir bilinçle bir arada gerçekleştirilememesinin sonuçları üzerinde biraz daha ayrıntılı durmak gerekiyor. Teorik ve siyasal alanda kendi geçmişine, reformizme, oportünizme, revizyonizme karşı verilen mücadele olumlu idi ama tek başına proleter dönüşümü tam olarak sağlayamazdı. Dönüşümü sağlamak için geçmişten devralınan çalışma tarzı anlayış ve pratiğine, alışkanlıklara, ilişki biçimlerine, yaşam tarzı kalıntılarına karşı kararlı bir mücadelenin derinlikli ve sistemli bir şekilde yürütülmesi gerekiyordu. Küçük burjuva sosyal kökenden ve küçük burjuva ideolojilerinin etkilerinden gelen bu olumsuz özelliklere karşı kapsamlı bir mücadele yürütülemeyince geçmiş esas olarak eleştirilip reddedilirken kısmen de devralınan olumsuzluklarla uzlaşıldı. Bu durum proleter dönüşümü, proletarya ile birleşme çabalarını, hareketin sınıf bileşiminin değişmesini, yığınlarla ilişkilerin muhtevasının gelişmesini ve zenginleşmesini zedeleyen bir etken oldu. Kolektif bir yaşam, eleştiri, özeleştiri işlevlerini yerine getirecek, düzenleyecek araçlar gerektiği gibi kullanılamadı ve merkezi ve demokratik denetim mekanizmaları önemli ölçüde biçimsel kaldı. Eleştiri-özeleştiri, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya kolektif bir denetim etkin bir biçimde yaşama sokulamadı. Kısacası M-L örgütlenme planları “şemalar” halinde doğru olmasına rağmen hayata tam olarak geçirilemedi, siyasal hâttâ uygun örgütlenme çizgisi oluşturulamadı, bürokratik eğilimler ortaya çıktı ve ’81 sonrası bürokratizm hâkim hale geldi.
Bürokratizmin ortaya çıkmasında iradi hatalar yanında objektif olguların da etkisi oldu. Ülkemizde benzer geri ülkelerle kıyaslandığında nispeten güçlü geleneğe sahip bir işçi ve sendika aristokrasisi var. Ayrıca reformist-revizyonist örgütler ve gelenekler de oldukça güçlü. Sınıfın en ileri kesimleri bile önemli ölçüde revizyonizmin, reformizmin siyasi ve ideolojik olarak etkisi altında. Bu iki olgu sınıfın ileri unsurlarının proletaryanın gerçek partisine yönelmeleri önünde barikat oluşturmaktadır. Marksist-Leninist hareketin sınıf bileşimi yanında proleter kökenli unsurların da revizyonizm ve reformizmin etkisinden kurtularak gerçek sınıf ideolojisi ve tavrıyla dönüşümünde bu objektif gerçeğin göz önünde tutulması, sadece geçmiş için değil, bugün ve gelecek için de önem taşımakta, çözülmesi gereken bir sorun oluşturmaktadır.
Bürokratizm kuşkusuz siyasal-ideolojik bir tavırdır, anlayıştır. Bir sınıf tavrıdır. Marksizm-Leninizm her türlü bürokrasinin ve bürokratizmin ortadan kalktığı bir toplum düzenini hedefler. Ama sınıfların tamamen ortadan kalkacağı insanlığın altın çağına ulaşılıncaya kadar var olan mülkiyet ve sınıf ilişkileri temelinde bürokrasi ve bu temel üzerinde yükselen bürokratizm tehlikesi her zaman mevcuttur. Sosyalizmin ilk evresinde burjuva haklar, çeşitli sınıf ilişkileri sürer ve hem parti hem de devlet örgütlenmesinde bürokrasi zorunlu olarak vardır. Zaten sosyalist de olsa gerçekte devletin kendisi bürokrasinin kaynağıdır. Çünkü devlet, bu dönemde -sosyalist-burjuvazisiz burjuva devletidir. Bu aşamada partinin can alıcı ve vazgeçilmez görevlerinden biri, bürokrasiyi de ortaya çıkaran temeli yok etmenin yanı sıra, belirli bir tarihi dönem “birlikte yürünecek” bürokrasiyi en aza indirmektir. Yine devrimin henüz yapılamadığı ülkelerde proletaryanın gerçek partilerinde gizlilik ve gizlilik temeli üzerinde kurulan örgütlenme ve ilişkilerde de doğası gereği bürokrasi vardır. Hem anlayış olarak, hem de uygun araçlarla (açıklık, raporlar, vb.) bunu en aza indirmek önderliğin ve kadroların en önemli görevlerinden biridir. Bürokratizm bir sınıf tavrı ve anlayışı olduğundan, siyasi çizgiyle yakın bir ilişkisi vardır. Ama siyasal çizgiyle aynileştirilemez de. Marksist bir siyasi temel ve çizgiden kopmuş, sapmış tüm sözde sosyalist hareket ve partiler buna bağlı olarak gerçekte bürokratik kurumlar haline gelir. Doğru ya da içinde hata ve eksiklikler taşısa bile esas olarak doğruya yakın bir çizginin egemen olduğu hareket ve partilerde ise, eğer doğru bir örgütlenme çizgisi, anlayışı ve kadro politikası yoksa bürokratizmin egemenliği kaçınılmaz olur ve süreç içerisinde bürokratizm ve o temelde egemen olan bürokratlar hareketin siyasal çizgisini de revizyonizme ve oportünizme çekerler. Marksist-Leninist hareketin yukarda açmaya çalıştığımız hata ve eksiklikleri, siyasal çizgisinin esas olarak doğru olmasına rağmen bünyesinde bürokratizmin uç vermesine ve ’81 sonrasında hâkim hale gelmesine yol açtı. Bu ise siyasal çizgiyi çeşitli biçimlerde etkiledi.
’74’lerden sonra küçük burjuva ihtilalciliğinin hem siyasal hem örgütsel planda aşılması yönünde olumlu gelişmeler oldu. Ama bu gelişme bir süre sonra durakladı. Hata ve kabalıklar taşısa da belirli olumlu bir içerik taşıyan faşizm ve egemen sınıflar tahlili daha doğru bir temele kavuşturulacağına ’71 anlayışının da gerisine düşülüp, reformist revizyonist “faşist tırmanma” teorileri tespit edildi. Çeşitli konularda reformist revizyonist etkilenmeler varlığını sürdürdü. Hareketin saflarındaki devrimci dinamik ve özlemlerle bu durum çelişti. Bu temel üzerinde yükselen muhalefet, siyasal plandaki krize son verdi. UHK çizgisine ve geleneklerine uygun bir siyasal hat hâkim hale gelmeye başladı. Ama paradoks da yine bu noktada başladı. Siyasal çizgideki (yüzeysellikler, hatalar ve eksiklikler taşısa da) olumlu gelişmeler örgütlenme çizgisine yansımadı. Bu siyasal çizgiye uygun örgütlenme çizgisi oluşturulamadı. Siyasal çizginin inşasında kazanılan başarılar hareketi ve unsurlarını rehavete sürükledi. Paradoksun devrimci yönde çözülmesinde ve atılımın gerçekleştirilmesinde önemli katkısı olan muhalefet ve temsilcileri var olan duruma ve olumsuzluklara boyun eğdiler, onunla uzlaştılar. Zaman zaman bu durum tespit edilse ve çatışmalar çıksa da olumsuzluklar kemikleşmeye başladı ve bunu kırmaya yol açacak fırsatlar değerlendirilemedi
Marksist-Leninist temelde siyasal çizginin inşası sürecinde ilkeli ve katılımcı kolektif faaliyet yeterince sağlıklı sürdürülmediği için çizginin tartışılmasında, tartışmanın sonuçlandırılmasında, tezlerin kavranması ve özümsenmesinde hatalara düşüldü. Gerek önderlere karşı duyulan mistik-idealist güven, gerekse ’76’larda ortaya çıkan tasfiyeciliğe karşı kazanılan başarılar ve yine aynı dönemde gerçekleşen siyasal atılım, tüm bu olumluluklar, aynı zamanda, sözü edilen zaafların görülür olmasını önleyen bir rol de oynadı. Yeterince canlı ve dinamik bir tartışma ortamı yaratılamadı. Bunun sonucu olarak hareketin iç dinamizmi giderek zayıflamaya başladı, siyasal çizgiyi kavrayışta sığlık ortaya çıktı. Ayrıca siyasal tezler etrafındaki canlı bir tartışmanın ve önderlik üzerindeki alttan gelen bir denetimi olmaması, sınıfın ideolojisini gerçekte benimsememiş, Marksist-Leninist çizgiye yabancılaşmış unsurların açığa çıkmasını önlüyor ve sınıf mücadelesini ve zaafa uğratıyordu. Bu gerçekleştirilebilseydi, hareketi sağa çekmeye çalışan pek çok unsur ve bürokrat çok önceden açığa çıkarılabilirdi.
Siyasal çizginin ortaya çıkması ve tezlerin formüle edilmesi sırasında tereddütlü olan ve farklı düşünenlere karşı ilkeli ve iknaya dayalı bir yaklaşımda bulunulması verine birlik sopası ve otorite kullanıldı. Bu, canlı bir tartışma ortamının olmaması ve tezlerin mekanik bir biçimde kabullenilip ile birleşince, farklı düşünenlerin ya sinip susmasına, kendilerini gizlemelerine ya da şekilsiz parçalanmalara yol açtı.
Örgütlenme çizgisinin hatalı oluşu ve proleter dönüşümün tam olarak sağlanamamış olması, yanlış ve gereksiz bir profesyonellik anlayışını geliştirdi. Faaliyetin hayati ihtiyaçlarına cevap verecek çok iyi yetişmiş, deneyli, profesyonel kadrolar var olmadan Marksist-Leninist bir hareketin varlığım ve çalışmasını sürdüremeyeceği açıktır. Yine yoğun baskı koşullarının dayattığı zorunlu profesyonellikler de her zaman var olacaktır. Burada üzerinde durulan, yukarıda sözü edilenlerin dışında gerçekte gerekmediği halde örgütlenme çizgisindeki hatalar, hatalı kavrayışlar nedeniyle ortaya çıkan bir tür “profesyonelliktir”. Buna, hareketin çeşitli unsurlarının da kendi kendilerini profesyonel görmeleri eklenince, yaşamları, sınıfın dinamizminden ve üretimden, mücadelenin canlı pratiğinden kopuk rantiye unsurların çoğalması sonucunu getirdi. Giderek olumlu özelliklerini yitiren bu unsurlar sürekli emirler yağdıran bürokratlar haline dönüştüler. Ayrıca gereksiz profesyonellik, hareketin çeşitli faaliyetlere yöneltmesi gerekli olan imkânlarını da tüketiyor ve esas faaliyeti engeller hale geliyordu. Bu durum, ’78’lerde tespit edilerek gerekli önlemler alınmaya çalışıldı. Ama hem örgütlenme çizgisindeki hataların aşılamaması, hem de bu rantiye unsurların çeşitli gerekçelerle varlıklarını bu biçimde sürdürmekte direnmeleri sonucu, başarılı olunamadı. Bu unsurlar, bürokrasi eğilimlerinin ve bürokratlığın yaygınlaşmasının temelini oluşturdular. Yine bu unsurların çoğunluğunun karşı devrimin zoru karşısında yalpalamaları ve uzlaşmalarının nedeni de, içinde bulundukları rantiyelik, sınıfın dinamizminden, yaşamdan kopuk oluşlarıydı. Marksist-Leninist hareketin ’81’de, yediği darbe ve daha sonra yaşanan bürokratizm, tasfiyecilik ve inkârcılık, işte bu temeller üzerinde yükseldi. Kendileri de bürokrat şeflerden başka bir şey olmayan tasfiyeciler bürokratizmin kaynağını hatalarda değil, olumluluklarda aradılar. Olumsuzlukları düzeltmek yerine yıkıcı faaliyetlerinin bir aracı, döneklik ve kaçaklıklarının gizlendiği bir örtü olarak kullandılar. Onlara göre, bürokratizmin kaynağı siyasal hat ve tezlerdi. Buradan yola çıkarak siyasal çizginin ve tezlerin küçük burjuva olduğunu söylediler. Oysa siyasal hat ve tezler, eksiklikler, zaaflar taşısa 50 yıllık revizyonizme, oportünizme ve reformizme karşı mücadele içinde oluşturulmuştu ve UHK’nin çizgi ve normlarına uygundu. Kuşkusuz siyasal hat ve tezlerdeki hatalar düzeltilmeli, zaaflar giderilmeli, eksiklikler tamamlanmalı, siyasal hat ve tezler derinleştirilerek zenginleştirilmelidir.
Türkiye’nin yakın siyasi tarihi, devlet ordu, faşizm, reformizm, Kemalizm, CHP, emperyalizm ve savaş, komünist hareketin tarihi, Maocu revizyonizmin etkileri ve devrimin yolu üzerine tezler, Marksizm’in evrensel teorisine ve ülkenin somut gerçeklerine büyük ölçüde ve temelde uygundur. Ama derinleştirilmek ve kısmen de düzeltilmek, özünü belirlemeyen yetersizlikleri giderilmek ihtiyacındadır.
Geriye dönüş sorunları, sosyo-ekonomik yapı, demokratik devrim ve ulusal sorun üzerine tezler ise esas olarak Marksist-Leninist olmakla birlikte, düzeltilmesi, geliştirilmesi ve yeniden gözden geçirilmesi gerekli olan tezlerdir. Bu sorunlar üzerinde kapsamlı ve ciddi bir çalışmaya ihtiyaç vardır.
Marksist-Leninist hareket, saflarındaki her türlü zor koşullar altında mücadeleyi sürdürmek isteyen ve sürdüren devrimci dinamiklerin ve olumlu geleneklerin, değerlerin biraz geç ve sancılı olsa da tasfiyeciliğin ve inkarcılığın üstesinden gelmesiyle, yaşanan kaos ve kargaşa dönemini esas olarak atlatmış, olumlu değerlerine, teorik ve siyasal tezlerine sımsıkı sarılarak, hata ve eksikliklerini aşacak, teorik, ideolojik, siyasal ve örgütsel sorunlarını çözecek, yanlış, gerici, tutucu olan ne varsa çizgisinden, yaşamından ve ilişkilerinden silip atacak duruma gelmiştir. Marksist-Leninist hareket Marksizm-Leninizm’i ve kendi çizgisini dünyadaki ve ülkedeki tüm gelişme ve ilişkileri açıklayabilecek düzeyde kavrayacak ve derinleştirecek, emperyalist-kapitalist burjuvazinin ve ideologlarının tüm demagojik ve bilimsel olmayan tezlerini, alternatif bir dalga haline getirilmeye çalışılan modern revizyonist tezleri aşma ve yıkma ruhuyla hareket edecek, Marksizm-Leninizm’i ve kendi çizgisini her cephede, ülkede ve dünyadaki tüm gelişme ve ilişkileri açıklayacak düzeyde geliştirip yığınlarla kaynaştırmak ruhu, perspektifi ve azmiyle mücadele edecek konumdadır bugün.

Eylül 1989

Demir Çelik İşçileri: Direnişteki Kararlılıklarını Tazeliyor

Demir çelik grevi dört ayını doldurdu. İşçiler haklarını alana kadar direnme kararlılığını koruyor. Grevin başlamasından bu yana Bağımsız Çelik-İş Sendikası ile MESS arasında birçok görüşme yapıldı, bu görüşmelerde toplu iş sözleşmesi taslağında yer alan birçok madde üzerinde anlaşmaya varıldı, bir kısmında ise varılamadı. Anlaşmaya varılamayan maddeler daha çok ücret konusuna ilişkin.
Daha önce iki kez Karabük’e giderek buradaki işçilerle görüşmüş gözlem ve değerlendirmelerimizi yazmıştık. Ancak İskenderun biraz uzak düştüğü için oraya gidememiştik. Bu kez İskenderun’a gittik. İşçiler ve Çelik-İş Sendikası şube yöneticileriyle görüştük. Grevin seyri hakkında tarafların görüşlerini aldık. Doğrusu edindiğimiz izlenimler ve yaptığımız gözlemlere oraya gitmeden, başka türlü sahip olamazdık. Gittiğimize fazlasıyla değdi diye düşünüyoruz.
Aslında İskenderun’da da Karabük’te olduğu gibi işçilerle yeterince görüşemedik, özellikle işçilerin yoğun olarak bulunduğu yer alan Payas’a gitmeye zamanımız el vermediği için üzgünüz. Yine bizzat fabrika ve tesislerin bulunduğu yerde de gezme olanağı bulamadık. Ancak görüşebildiğimiz işçilerle uzun uzadıya konuşma fırsatımız oldu. İşçiler sendika, grev, dayanışma, Cudi Dağı, cezaevleri, açlık grevleri v.b. çeşitli konularda kendilerine yönelttiğimiz sorulara enine boyuna sabırla yanıt yerdiler, bu konulardaki düşüncelerini aktardılar.
Kendileriyle ilk görüştüğümüz işçi grubunda başlangıçta rahat bir iletişim ortamı yakalayamadık. İşçiler düşüncelerini olduğu gibi açıklamaktan çekmiyorlardı. Düşüncelerini olduğu gibi açıklarlarsa aralarındaki görüş ayrılıklarının ortaya çıkacağı, bunun da birliğin bozulmasına neden olacağı kaygısını taşıyorlardı. Öte yandan ne de olsa Türkiye’de yaşıyorduk. Düşünceleri yüzünden hapislerde çürüyenler az mıydı?
Öyle ki işçiler belirtilen kaygılar nedeniyle en çarpıcı gerçekleri bile konuşmaya yanaşmıyorlardı. Adeta şunu konuşacaksınız, bunu konuşmayacaksınız türünden bir şartlandırılmaya tabi tutulmuşlardı. İşçileri kim şartlandırmıştı böyle? Baskı rejiminin rolünü anlıyorduk. Daha sonraki gözlemlerimiz sırasında ek olarak gerici-faşist, dinci sendika yöneticilerinin rolünü de tespit edecektik. Sendikacılar işçilere ağız açtırmıyorlardı. İşçilerin her söylediğine müdahale ediyorlar, öyle değil böyle gibilerden düzeltmelere gidiyorlardı. Sanki işçiler, serbestçe düşüncelerini ifade edemezlerdi. Şube yöneticileri ne düşünüyorlarsa işçilerde onlar gibi düşünmek zorunda idiler.
İşçilerden biri konuşurken müdahale eden yalnızca sendika yöneticileri değildi. İlk konuştuğumuz işçi grubunda da önceleri işçiler birbirlerinin sözlerini sıkça kesmeye kalktılar. Söz kesmekte, o konudaki düşüncesini söylememesi için arkadaşını engellemeye kalkmakta ileri giden işçiler ise sanki belli bir düşünce ve tutumun bekçisi gibi davranıyordu. Müdahale etmeyi, engellemeyi kendilerine görev biliyorlardı. Konuşmak isteyenlerde de mutlaka konuşmalıyım inancı yoktu. Arkadaşı Susması için müdahale ettiğinde ısrar etmek bir yana, haklısın dar gibilerden boyun eğiyordu. Bu durum gözümüzden kaçmadı. Gerçekleri açıklamanın onları saklamaktan daha yararlı olacağına inandığımızı belirttik. Kaldı ki korunmaya çalışılan birlik neyin birliği olabilirdi? Yalan, dolan ve bilgisizlik üzerine kurulmuş bir birlik işçilerin yararına olamazdı. Yalandan, sahtekârlıktan medet umanlar işçiler değil, sömürücü sınıflardı. İşçilerin yaran ise gerçekleri bulmakta, ortaya çıkarmakta ve onları açıklamakta idi. Bu da düşüncelerin açıklanmasını daha doğrusu gerçeklerin bir bir ortaya serilmesini gerektiriyordu. Bu doğrultudaki düşüncelerimizi belirtmemiz üzerine işçiler konuşmaktan kaçınan ve susmaları için bir birlerine müdahale eden tavırlarında diretmediler.
Başlangıçta işçiler, aralarında görüş ayrılığı doğacağı, birliğin bozulacağı endişesiyle bir kısım sorunların konuşulmasından, tartışılmasından yana değillerdi, arkadaşlarını da konuşmamaları için bu nedenle uyarıyorlardı. Ancak konuşmasında sakınca görülen konularda da görüş alışverişi ve serbest bir tartışma yapıldığında birlik hemen bozulmuyordu. Aksine “tehlikeli” sayılan konularda da işçilerin pek farklı düşünmedikleri ortaya çıkıyordu. Sonraları işçiler bir birlerine hiçbir karışmada bulunmadılar. Herkes düşüncesini herhangi bir engellemeyle karşılaşmadan sonuna kadar anlattı. Bazıları oldukça uzun konuştu, bu sırada diğerleri sessizce ve dikkatle dinledi. Tartışma ve sohbet sona erdiğinde işçiler arasındaki birliğin bozulduğuna dair bir belirtiye rastlamadığımız gibi, belki de aksine dayanışma duyguları ve yakınlaşma daha da artmıştı.
Bir dizi müdahaleden ve konuşulsun mu konuşulmasın mı tartışmasından sonra nihayet işçilerden biri grev ve diğer konular hakkındaki düşünce ve değerlendirmelerini uzun soluklu bir konuşma içerisinde anlattı. Anlattıkları arasında önceden bazı işçilerin konuşulmasını istemediği meseleler de vardı. Bu işçi özetle şunları anlattı:
“Önceden de basından gelen arkadaşlar oldu bizlerle görüştü. Ancak 12 Eylül öncesi bir sıkıntımız devam ediyor. Basından gelen arkadaşlar anlatılanları olduğu gibi yazmıyor. Herkes kendi görüşüne uygun düşüne yazıyor.
“Demir çelik’te yaşananlar herkesin dikkatini çekti. Aslında demir çelikte yaşananlar her tarafta, tüm emekçi insanların yaşadıklarından pek farklı değil. Çünkü sistem yanı.
“Türkiye’de her alanda olduğu gibi sendikacılık alanında da mafyacılık var. Demir çeliğe baktığımızda, ilk olarak bu grev yapıldı. Grev yapıldı ama nasıl? Mesela bir inşaat yapılacağı zaman muhakkak ki önce bir arsan olacak, inşaat malzemesi olacak, ondan sonra evi yapabilirsin. Şimdi bakıyoruz, demir çelik işçileri greve gidiyor, demir çelik işçileri greve niçin gittiklerini bilmiyorlar. Niye bilmiyorlar? Sendikacıların işine gelmez. Şimdi herkes niçin greve gittiğini, grevin ne olduğunu bilse bir kısım “vatandaşların” önüne set çekilmiş olur, bu “vatandaşlar” saltanatlarını eskisi gibi sürdüremez. Bu vatandaşlar gidip pavyonda “benim 25 bin tane koyunum var, 25 bin tane ineğim var, sağıyorum” diyorlar. Nasıl sağıyorlar? Bizden aldıkları aidatlarla. Kendileri ve yandaşları bu sayede saltanat sürdürüyorlar. Kimdir bu vatandaş? O da bir düşüncenin, o da bir zihniyetin liderliğini yapıyordur. Örneğin burada tren olaylarında, işçi arkadaşlarımızın kurşunlanma hareketine bizzat kumanda eden vatandaş şimdi burada şube başkanlığı yapıyor; hem işçileri öldürüyor hem de işçileri temsil ediyor. Bu tabiata da aykırıdır. (Tarih 79).
Burada işçi alımı esas olarak MC döneminde gerçekleşti. O zamanın iktidarı hiç iyisi olmayan bağnaz, aşırı gerici kimseleri işçi olarak burada topladı. Sonraları pek işçi alındığı olmadı. 12 Eylül’den sonra ise ilerici demokrat sol görüşlü işçilerin sayısı, kurşunlananlar, içeri alınanlar vs. nedeniyle sürekli azaldı.
Burada iki tür işçi var. Birisi toprağı bağımlı olduğu için henüz tam olarak işçileşmemiş olanlar, diğeri de uzaktan gelmiş ve hiçbir maddi güvencesi olmayan, gecekondu vb. yerlerde yaşayan kesim. Bunların çeşitli durumlardaki davranış ve düşünceleri de farklı. Örneğin grev, siyasi konular. Türkiye de yaşananlar hakkında farklı düşünüyorlar. İşçiler içinde bulundukları durumları doğru değerlendiremiyorlar. Sendika ne yapıyor bu durumda? Bizim sendikacılıktan anladığımız kadar işçiler seminerle ve diğer yollarla eğitilmelidirler. İşçi olduklarını, niçin işçi olduklarını, haklarının niye savunulduğunu, sendikanın ne olduğunu, neye yaradığını sendikacıların işçilere anlatmaları gerekiyor. Haksızlığa uğradıkları zaman da ne yapıyor Çelik-İş? Gidip sendikayı bir görmeniz faydalı olur. Binaya gittiğinizde göreceksiniz. Fatih Sultan Mehmet’in resimleri duvarlarda koskocaman… Duvara yapılmış. Dokuz ışık doktrini… İşçi oraya gidince neyi öğreniyor orda? Fatih Sultan Mehmet’i, Dede Korkut masallarını, bir siyasi partinin Dokuz Işık doktrinini öğreniyor, öğretiliyor. Eğitim bu oluyor. Ama oraya kimler gidiyor? Kendileriyle aynı eğilimde olanlar, kendi yandaştan gidiyor. İşçiye göstermelik bir diploma, bir de çanta veriliyor. Bunun da adı seminer oluyor. Sendikal konulardaki bilgi de bundan ibaret oluyor.
“Daha önceden bir toplu sözleşme dönemi yaşandı burada. Özellikle İskenderun’daki işçi arkadaşlar bunu çok iyi biliyor. Tam grev aşamasına geliniyor. Saat 12’den sonra greve başlanacak, (bundan önceki dönemde) İşçiler arabalara biniyorlar, yemeklerini yemiyorlar. Ama şube başkanı Ankara’dadır. N’apıyor? Buraya telefon ediyor. “Tamam” diyor. “Sözleşme yapıldı. Herkes yemeğini yesin, herkes arabalara binsin.” İşçileri satıyor, ortada bırakıyor. Sözleşmeyi istediği gibi yapıyor, çıkıyor geliyor. Genel Başkan da kendi kafasındaki bir insandır. Daha önceki dönemde böyle yaptılar. Resmen işçileri sattılar. Ama ne yaptılar burada? Dediler ki “biz farklı bir sözleşme yaptık. Farklı dedikleri şey bir prim sistemiydi. O da farklı değildi. Bir aldatmaca, bir göz boyamaydı.
“Bu dönemde ne yapıyor aynı ‘vatandaş’? Aralarında seçim döneminde bir çelişki oldu. Doğru Yol’cu, kısmen ‘demokrasi’ ve daha yakın genel başkan, Çelik-İş’e kimliğini veren tabelasını yapan ilk kişi durumuna geldi. Ne yaptı? En azından grev aşamasına gelinmesinde etkisi oldu, bir greve gidilebildi. Kendileri arasında da bir uyuşmazlık var, bir uyumsuzluk var… Şube ile genel merkez arasında… Bu uyuşmazlık nedir? Bu, sendikacılık alanında bu “dümen’leri nereye kadar yürütecekleri, ileriki dönemde nereye aday olacakları, daha büyük yerlere aday olmanın hesabını yapıyorlar. Genel başkan şurada bu seferki sözleşmeyi işçilerin istekleri doğrultusunda yapacak olursa, buradaki sendikacılar bitmiş olacaklardır. Bir daha bu işçiler üzerinde at oynatamayacaklardır. Bunlar bunun bilincindedir. Bunlar ne yapıyorlar? Zaman zaman açık veriyorlar. Örneğin geçtiğimiz birkaç gün içerisinde ‘vatandaşlar’ İskenderun dışındaki Osmaniye, Erzin, Dörtyol, yani kendi taraftarlarının yoğun olduğu bölgelere çıkıyorlar, dolaşıyorlar, şunu söylüyorlar: ‘Arkadaşlar, MESS Başkanı ile Genel Başkan arasında büyük bir çelişki var. Küfürleşme var. Bunlar bu sözleşmeyi bitiremezler. Bu sözleşmeyi bitirebilmemiz için Genel Başkan’ın çekilmesi, O’nun dışında bir komisyonun kurulması ve bu komisyon tarafından bu sözleşmenin yapılması gerekir. Bunlar işçilere bunu işliyorlar.
“Grev olayında ya işçilerin, ya iş-verinin pes demesi gerekiyor. Doğru yani. Düzenli bir hareket konmuyor. Herkes bekliyor. İşçi arkadaşlar zamanlarını kahvede geçiriyorlar, değişik yerlerde geçiriyorlar. Yani yeni bir eylem biçimi düşünmek, koymak olayı yok. Ama muhakkak bir şeylere dönüşecektir. Demir ithali durduruldu. Bu nedenle inşaat sektöründe ve demir mamullerinin ilgili olduğu bölümlerde ülke genelinde bir takım sıkıntılar olacaktır. Hükümetin durumu belli. Kendi durumlarını kendi yetkililerinin ağzından açıklıyorlar. Günlük zararların olduğunu, işçilerin de zarar gördüğünü bildiriyorlar. Bunu yaptıklarında ise kendi kendileriyle çelişiyorlar. Bu bakımdan bu sözleşme olayında yaklaşmak zorunda kalıyorlar. Bu koşullarda sözleşme yapılırsa buradaki şube yöneticileri ‘genel Başkan sözleşmeyi yapamadı, biz yaptık.’ demek istiyorlar. İşçilerde bu düşünceyi yaratmaya çalışıyorlar.
“Bir şeyi söylemeden geçemeyeceğim. Biliyoruz, ülkemizdeki insanlar sürekli bir önder arıyor. Birileri çıkacak, bir şeyler yapacak, çaba harcayacak, bu insanlar da onların peşinden gidecek, onların doğruluğuna inanacaklar, o hareketi koyacaklar. Grev başladığı sıralarda milletvekilleri geldiler, grev önlükleri giydiler, resimler çektirdiler, çıktılar: ‘A biz de grevcileri destekledik’ Bu ileriye doğru kendileri için bir yatırım. Bir daha seçilmeleri için. Sendikacılık olayını bilen DİSK’Iİ arkadaşımız vardı. O da geldi. Konuşmalar yaptı, işçilere hitap etti. Diyorum yani, gelip konuşup gitmek yetiyor mu? Bir partinin belli kademelerindeki insanlarsınız. Ne yapılabilir? Ben, kendim de bir partiye oy verdim. Ama yani niçin, toplumdan gösterilir? Ben, kendim de bir partiye oy verdim. Ama yani niçin, toplumdan kopacak mıyız? Kahvelerde mi sürekli kalacağız. Muhakkak ki insanların katkıları oldu Gerek düşünce olarak, gerek ekonomik olarak. Şimdi demir çelik işçisini düşünmek gerek. Ne yiyorlar, ne içiyorlar, ne alıyorlar, ne harcıyorlar? Sendika demir çelik işçilerine yasal ya da diğer yollardan kaç kuruş menfaat sağladı bu grev döneminde? Yok, hiçbir şey yok. Yakınıyorlar, “bizim paramız yok. Bizim kendi cebimizde paramız yok ki işçilere verelim. Biz parasız, hiç kimseye bir şey sağlamadan bu görevi yürüteceğiz” diyorlar, işçi zaten kendilerinden bir şey beklemiyor. Ama işçi şunu bekliyor: Birliği bozmayın, uyum içerisinde olan. Makul bir hak alabilirsiniz. Ama birbirinize hesaplaşmanın sırası değil. Fakat kimsenin gözünden kaçmıyor, yaptıkları sırıtıyor. Ve bu böyle sürüp gidiyor.
“İki günden beri izliyoruz. Hak-İş, Türk-İş açıklama yaptılar. Dayanışma içinde olduklarını söylediler. Hesap açtıklarını, yardımcı olacaklarını bildirdiler. Genel Başkan’la yaptıkları toplantıdan TV söz etti. Nasıl olduysa TRT bir yakınlık gösterdi. Her halde Türk-İş olduğu için, Türk-İş’in sendikacılık çizgisini desteklediği için olsa gerek. Hak-İş yine aynı vaziyette. Türkiye’deki Müslüman işçileri bir yerde temsil ediyor.
“Şimdi durum içler acısı, işçi grevin ne olduğunu bilmezse, greve niçin gidildiğini bilmezse, grevin bir savaş olduğunu bilmezse, bunu 24 bin işçiden yalnızca bin tanesi bilebiliyorsa veya beş yüz tanesi… Üç buçuk aylık bir süre geçti. Bu az bir zaman değildir. O kadar çok şeyler yapılırdı ki, o kadar çok şey elde edilirdi ki, düşünüyorsun zaman zaman, bayağı aranıp da bulunamayacak bir fırsat. Ama hiçbir şey yapılmadı. Hiçbir şey öğretilmedi, hiçbir yere varılmadı.
“Çeşitli siyasi eğilimlerden arkadaşlarımız geliyorlar. Ne yapıyor? Varsa kendi düşüncesini destekleyen bir şey haykırmak istiyor. O, hesabına gelirse yer veriyor, gelmezse vermiyor. Öte yandan aynı ülkemizde insanlar öldürülüyor, çoban vatandaş geçerken ‘terörist’ diye öldürülüyor, köylü vatandaş zor durumda kaldığı için bir yudum çay veriyor onu öldürüyorlar, terk edip geldiğimiz bölgeler olduğu için bunları biliyoruz. Bir yandan da bunlar. Şimdi bakıyoruz, o önemsemediğimiz Cumhuriyet bir iki günden beri değiniyor, bir de 2000’e Doğru galiba. Ama siyasi dergiler… Çok üzücü. 12 Eylül cuntasının devamı… Vatandaş’ gidiyor miting yapıyor. Binlerce kişi alkışlıyor hâlâ. Göz göre göre, insanların gözünün içine baka baka ‘sizi ben bu hale soktum’ dercesine konuşuyor. İnsanlar da ‘mutlu’ymuşlar gibi alkışlıyor. Bu gidişle, bilmiyorum. Ben biraz karışık konuştum galiba, çok dolandırdım. Düzenli konuşmadığımın farkındayım.
“Bir de Bulgaristan olayı var. Tuttular bütün muhalefeti iktidarı miting yaptılar. Ülke genelinde birleştiler, lanetlediler. Günlerden beri aylardan beri kamuoyunu meşgul ediyorlar. Peki, bir ülkedeki insanların bu kadar adileşmesi… Peşinden ne yapıyorlar? Karabük ve İskenderun demir çelik fabrikalarında grevdeki insanların bilinen durumuna rağmen Bulgaristan’dan demir ithal ediyorlar. Bu nedir şimdi? Hem bu ülkeyi lanetliyorsun. Bu ülkeden, senin, elçini çekmen lazım yahu. Bu bağlantıyı nasıl yapabiliyorsunuz? Mademki bu ülke senin insanlarına, senin soydaşlarına, senin Müslümanlarına, Orta Asya’dan gelen kan bağınız olan insanlara zulmediyor, haksızlık yapıyor. İnsanlık bir yana Türklük açısından düşünüyorsan, yaptıkları ortada iken sen neye dayanarak bunlardan demir ithal ediyorsun. Bakıyoruz ki Özal Hanedanlığı mı diyelim, papatyalar mı diyelim, kendilerine yakın birkaç tane milyarder türetmek, ülkedeki bu milyarderlerin sayısın biraz daha artırmak.
“Sen gerçekten insanlarını düşünüyor musun? Düşünüyorsan kendi ülkenin insanları da var. Düşünüyor olabilmen için ülke genelinde yaşayan insanlarına yönelik görevlerine de dönmelisin öncelikle. Vergisini veren, askerlik yapan, ülkeni koruyan insanlarına sahip çıkman gerekir. Peki, bu ülkedeki insanlar senin işçilerindir. Sen bu yasal hakkı da verdin. Ama bunu kullandırtmadın zamanında. ‘Seçimin selameti bakımından erteliyorum’ dedin. Hâlbuki öyle değildi. Bir süre demir çeliği ve mamullerini bir takım insanların elinde stoklamaktı asıl amaç. Aradan zaman geçti demir çelik işyerlerinde greve gidildi. Bu noktada hükümet de grevin olmasından yanaydı. Hükümetin hesabı, milyarderler yaratmaktı. Ve bu da meydanda gazeteler, basın zaman zaman değiniyor. Cirolarını, bu demir mamulleriyle ilgili işlerde nerelere vardıklarını.
“MESS olayı. Demir çelik ne zaman bağlandı MESS’e. 1986 yılında. Bu konudaki kararnamenin altında Turgut ÖZAL ve Hasan Celal GÜZEL’in imzası var. İktisadi Devlet Teşekküllerinde, kamu işyerlerinde MESS kaç yerde oturup toplusözleşme yaptı? Buralar MESS’e niye bağlandı? MESS’teki insanların görevi nedir? Uğraşları nedir?
“Burada işçiler direniyorlar. Zorunlu olarak direniyorlar. Kendilerine lâyık olan ücreti alabilecekleri zamana kadar direnmek istiyorlar, direnecekler. Azimliler buna. Grevin başından beri çalışmak isteyen bazı ANAP’lı işçiler de var. Bunlar azınlıkta kalan iktidar yanlısı işçiler. Ancak bunlar grev devam ederken çalışamazlar. Grev yasası var. Bunların korkuları var. “Dayak yiyeceğiz, işçilerin arasında dolaşamayacağız.’ gibi.”
Diğer bir işçi ise şunları söyledi:
“Uzun sözün kısası: Evet eziyet çekiyoruz. Ama demokrasi olsun, insan haklan olsun, mücadele vererek, hep elde edildi ülkemizde ve dünyada bir emek sermaye çelişkisi var.     Bunlar hep kavga ederler. Tabi bir taraf galip gelecektir. Fakat ben bundan çok mutluyum. Evet, büyük sıkıntı ve eziyetler çekiyoruz. Fakat direnişimiz işçi sınıfı için bir kılavuz, bir ışıktır. Bakıyoruz bu gün Türk-İş ve diğer bazı sendikalar destek veriyor. Kendilerine de ilerde bir pay çıkarmak, bir çığır açmak için.
“Sendika toplusözleşme görüşmeleri geldiğinde daha önceleri gider, işverenin elini eteğini öper, yalvarır, bizleri ucuza satardı. 10 yıldır böyle, bunun ceremesini çekiyoruz. Şimdi yine aynı oyunu oynamaya çalışıyorlar, fakat inanıyorum başaramayacaklar. Çünkü işçinin birlik beraberliği var. Ve inanmış ki haklar ancak mücadele sonucunda alınır. Fakat biraz eziyet çeksek de dayanacağız.”
İşçilerden birisi de Türk-İş ve Hak-İş’in destek kararını şöyle değerlendirdi:
“Türk-İş ve Hak-İş’in meseleye sahip çıkması, özellikle bu gün sahip çıkmasının, son zamanlarda sahip çıkmasının nedeni sendikalarda bu günlerde yaşanmakta olan kongre dönemidir. Ve kurultay vardır. Türk-İş’in pek yakında kurultayı vardır. Ekimde, Mevcut yöneticiler tekrar aday olacaklardır. Bu insanlar aday olacaklar ama işçiye hiçbir şey veremediler, bittiler yani. Artık kendilerine bir kan lazım. Şimdi bunlar grevi destekliyor pozlarına girerek bu olayı kullanmaya kalkıyorlar. Diyecekler: “Biz Türk-İş olarak dışımızda olan çelik işçilerine bile sahip çıktık, onlara kucak açtık, yardımcı olduk’ gibisinden.
“Dayanışma örneğine gelince biz burada dayanışmayı üç aşamada başlattık. O kadar acımasız olmayalım. Ben belediye işçisiyim. Bir İnsan Hakları Derneği’nin Antakya şubesi, bir İskenderun’daki belediye işçileri. Ama karınca kararınca, belki üç kilo beş kilo. Biz dayanışma kampanyasını başlattık. Ama bunu genelleştirmek, tabana yaymak. Bir İskenderun Belediye’sindeki bin işçi biner lira verse veya beş biner lira verse n’olur yani? Onun yanı sıra burada bir çimento ardır, gübre vardır, filtre fabrikaları vardır, özel işyerleri vardır. Bu, tabana yayılmalı yani. Tabanda bu yayılmayınca sendika başkanıyla bu iş olmazdı. Sendika başkanı işçileri A veya B siyaseti olarak ayırıyorsa bunu tabanda işçiler yayabilirdi, komisyonlar kurarak yayabilirlerdi. Bir gübre fabrikasına gidip ‘arkadaşlar siz de bizim gibi işçisiniz. Bu gün grev bizde yarın sizde. Bunu o insanlara önderlik yaparak genişletebilirlerdi yani. Bu da olmadı. Demir çelik işçisi kahveye geldi, kâğıt oynadı, okey oynadı yani. Sakal… Sakalın makatın bir anlamı kalmadı. Yeni eylem türleri geliştirilmek istenmedi yani. Ha, şunu da söyleyeyim demokrat düşünceli insanlar da bastırmadı bir öneriyle. Yürüyelim, şunu yapalım, bunu yapalım. Hep, ‘işler yukarda hazırlansın, pissin önümüze gelsin, biz yiyelim’ mantığı ile hareket edildi şimdiye kadar. Bu grevde üç aydan bu yana gördüğümüz bu.
İlk konuşan işçi de dayanışma konusundaki görüşlerini belirtmekten geri kalmadı.
“İşçilerin yardıma ihtiyacı vardır. Grevden bu yana direkt ve sağlıklı olması bakımından gördüğümüz yardımların başında Belediye’ninki gelir. Belediye ne yaptı? Grev başlayalı beri belediye otobüslerine ücret ödemiyoruz. Demir çelikte çalışan insanlardan su parası alınmıyor. Belediye işçileri ama az ama çok dayanışmaya girdiler, bunu kumanyaya dönüştürdüler, işçilere dağıttılar. Esnafları dolaştılar, değişik yerleri dolaştılar. Kumanya tutarı yaklaşık 6 milyon küsurdu, (lira) Sağcı olsun, ilerici gerici demeden bunu dağıttılar. Demir çelik kartını götüren bunu aldı. Aslında bu güzel bir şeydir. Bu yalnızca demokrat düşünceli insanların çabasıyla, hamallığıyla, indirmesiyle, bindirmesiyle, taşımasıyla, dağıtmasıyla yapılmıştır.
“İşçinin faşisti olmaz diyoruz. Şu da vardır: Çok iyi biliyoruz ki adam bir zamanlar militanlık yapmıştır. İnsan vurmuştur, kurşunlama hareketlerine girmiştir. O insan da geldi kuyruğa girdi. Bizzat ben gözlerimle gördüm, hatta resim de almak istedi, dergiye göndermek için. Gerek yok dediler. O da geldi kuyruğa girdi, aldı, demir çelik kartını verdi, çıktı gitti. Bu insan bu esnada bu militanlığını bilmiyor muydu acaba?   Biliyordu.”
Bu arada Antep ve Ankara belediyelerinin grevci işçilere gıda yardımı gönderdiğini öğreniyoruz. İşçiler Ankara Belediye’sinin aynı zamanda Karabük’e de gönderdiğini söylüyorlar. Karabük’ün İskenderun’a göre daha mağdur olduğu söyleniyor. Çünkü orda değişik iş kolları olmadığı vurgulanıyor. Her ne kadar oradaki esnaf işçilerle birlikte hareket ediyorlarsa da bu yetmiyor, buranın esnafında aynı duyarlılığı göremiyoruz, diyor işçiler. Esnafların, “Bu kadar ücreti ne yapıyorsunuz, bu kadar ücreti kim almış yahu?” diyerek işçilere çattıklarını aktarıyorlar.
Devam ediyorlar:
“Basından gelen arkadaşın söylediği gibi hakaret edercesine konuşuyorlar: ‘Yahu siz devleti mi soyacaksınız. Bu ücreti kimse aldı mı?’ dedi. ‘Bu kadar ücret istenir mi kardeşim?’ Buradaki esnaf bunları zaman zaman söyledi. Tam da MESS ve hükümetin söyledikleri gibi tıpkı. Daha sonra bordroları ve 18 yıllık işçi olmama rağmen 150 bin lira aldığımı görünce farkına vardı. Mutfak masrafına baktı, hayat şartlarına, asgari ücrete baktı. Tamam dedi. İstediğimiz neydi? Seyyanen denildi, 1 ton demir denildi. 1 ton demirin Aralık ayında fiyatı 520 küsur bin lira idi. Şimdiki ücret nedir? Sıfıra düştü. Yani bizim istediğimiz rakam da şimdi sıfıra düştü. Şimdi 1 ton demirin fiyatı 1 milyonun üzerinde. Bize 1 milyon lira mı verecekler? Alakası yok. Çıktı dün akşam yedi yüz küsurdan bahsetti. Niye koydu 700 küsuru? İşyerindeki maskesini, ayakkabısını, eldivenini, sabununu, bütün sosyal hakları, primini filan ekleyerek, ölümünü, doğumunu, evlenmesini de koyuyor. Sanki işçinin ayda bir çocuğu oluyor, doğum parası… Ölüyor, arkasından ölüm parası… Sanki her işçi senede bir evleniyor, ölüyor, bir daha evleniyor. Bunları da hesaba katarak bu rakama varıyor. Oysaki işçiye teklif edilen, verilen net 280 bin liradır.
“Demir çelik hâlâ ağır sanayi bile kabul edilmiyor. Neymiş sebebi? Makina üretmiyormuş. Oysaki Sanayinin de makina üretiminin de temeli demir çeliktir. Makina üreten yalnızca Makina Kimya oluyormuş, ağır sanayi yalnızca Makina Kimya imiş. Burası makine üretemiyormuş.
İşçiler sözü 8 Temmuzda yapılan mitinge getiriyorlar:
“Bu miting sendikacıların isteği doğrultusunda yapılmadı. İşçilerin dayatması sonunda yapıldı. Şu anda sendika yönetimini elinde bulunduran kişiler greve karşı oldukları gibi mitinge de karşı oldular. Bunlar istemediler böyle bir şey. Ama dayatıldıktan sonra gündeme getirdiler. Müracaat ettiler izin aldılar. Ama bunu nasıl yaptılar? Ağırlığı demokrat insanlardan oluşan bir komisyon oluşturdular. ‘Mitingi siz üstlenin. Mitingin güvenlik ve yönetimini söz sağlayın’ dediler ve öyle yaptılar. Burada işçilerin oturup, konuştukları gittikleri parti binası vardır. Oraya gidildi, orda toplantılar yapıldı, isimler tespit edildi. Orada da çelişkiler çıktı.”

Grevdeki Gelişmelerden…
Toplu İş sözleşmesi taslağının hazırlandığı 8 ay öncesinde işçiler ücret istemlerini 1980 öncesi düzeyi olan “1 ton demir karşılığı ücret” olarak formüle etmişlerdi. O sıralarda demirin tonu 550 bin lira dolayında idi. İşçilerinde aylık ücret istemi 550 bin liraydı. Aradan geçen süre içinde demirin tonu tam iki kat arttı. Şimdi demirin tonu 1 milyon 100 bin lira dolayında seyrediyor. İşçilerin ücret istemi ise bırakalım demir fiyatlarına paralel olarak artmayı, 550 bin liranın da hayli altına düştü. Bu gidişle çeyrek ton demir fiyatı düzeylerine düşecek. Kuşkusuz bu düşüş MESS ile Çelik-İş arasındaki görüşmelerle doğrudan sağlanmadı. Bu, hiçbir pazarlık yapılmadan sağlanan bir düşüş olarak, enflasyonun MESS’e yaptığı bir yardımdan başka bir şey değildi. Tabi MESS buna hiç mi hiç aldırış etmeden yarım tonun da altına düşen işçilerin ücret istemlerini hâlâ çok aşırı buluyor ve bunda da kat kat düşüşler sağlamaya çalışıyor.
Buna karşılık Çelik-İş ne yapıyor? “1 ton demir karşılığı ücrette” ısrar ediyor mu? Ne gezer. O, başlangıçtaki 550 bin lira olan ücret düzeyinde bile diretmedi. MESS’le birlikte Çelik-İş de işçilere “1 ton demir karşılığı ücret” formülünü yavaş yavaş unutturmaya çalıştı. Şimdi artık Çelik-İş yöneticileri “1 ton demir karşılığı ücret” demiyor. Aylık 470 bin lira dolayındaki rakamdan söz ediyor. Başlangıçta istenen “1 ton demir karşılığı ücret” düzeyinde enflasyonun yaratacağı aşınmayı önleyici bir tutum içinde olmadı. Örneğin enflasyon oranı ne kadar artarsa artsın “1 ton demir karşılığı ücret”te diretseydi enflasyonun etkisi en aza indirilmiş olacaktı. Çelik-İş bile bile bunu yapmaktan kaçındı. Çünkü Çelik-İş yöneticilerinin asıl amacı işçilerin haklı istemlerini elde etmek değil, göz boyayıcı davranışlarla, artistik şovlarla işçi haklarını savunuyor görünmek ve bu sayede bir yandan rahat koltuklarını sağlama alırken diğer yandan da “Walesa” gibi siyasi prestij sağlamaktı. Mesela Çelik-İş Başkanı Metin TÜRKER ‘e atraksiyonları etkili olursa DYP’den milletvekili seçilme yolu açılabilirdi. Ama işçilerin çoğu Çelik-İş yöneticilerinin yaptığı bazı çıkışların bir, ‘numara’ olduğu giderek daha iyi anlıyor. Örneğin Metin TÜRKER’e tarih de vererek “gerekirse kapsam dışı işçileri de fabrikalardan çekeriz” sözünü, o tarih geçtiği halde tutmadığı kimsenin gözünden kaçmıyor.
Aslında Çelik-İş yöneticilerinin greve gitmeye de niyetleri yoktu. Demir Çelik’te şimdiye kadar bir günlük uyarı grevi dışında hiç grev yaşanmamıştı. Bu defaki grev ise sendikanın istemesiyle değil, tamamen işçilerin alttan gelen baskısıyla gündeme gelmişti. Sendika grev öncesinde hiç bir hazırlık yapmadığı gibi, grev süresince işçilere beş kuruş yardım yapmış değil. Bütün yaptığı ise 80 öncesinde işçilerden alınan paralarla MHP ve yöneticilerinin çeşitli askeri ve parasal ihtiyaçlarını karşılamak, Türkeş’e son model gelişmiş arabalar almak; 80 sonrasında ise kendileriyle aynı görüşten kişilere geniş ayrıcalıklar yaratmak, sendika ve işyerlerini kendi yandaşlarıyla doldurmak. Ama lafa gelince Çelik-İş yöneticileri işçilerin birliği ve çıkarları üzerinde mangalda kül bırakmıyor. Tabii böyle kimselerden ne grevden başarıyla çıkmaları ne de işçi haklarını sonuna kadar savunmaları beklenebilir.
İşçilerin grevde geçen dört ay boyunca kararlı bir biçimde grevi sürdürmeleri ve her türlü maddi sıkıntıya dayanmaları tamamen kendi çabalarıyla mümkün olabilmiştir. Sendikanın hiçbir yardımı olmamıştır. İşçiler ve ailesi aç kalarak, bilezik ve halılarını satarak, gırtlağına kadar borçlanarak, sınavı kazanan çocuklarım üniversiteye göndermeyerek grevi devam ettirebilmişlerdir.
Grevi kendi çıkarları için kullanmak isteyenler yalnızca sendikacılar olmadı. Onlardan daha çok bizzat MESS’te örgütlü bulunan kamu işvereni dışındaki demir çelik patronları en büyük vurgunu grev sayesinde gerçekleştirmişlerdir. Hükümet grev yaparak bir hak elde edilemeyeceği imajını yaratmak ve özel sektördeki demir çelik patronlarının ceplerini yüzlerce milyar liralık kârlarla doldurabilmek için kolları sıvadı. İlk etapta gerekli demir stoklarını hazırlayabilmek için zamanı gelen grevi yasakladı. Yeterli stok biriktirildikten sonra da demir çelik ithalatı tamamen serbest bırakıldı, gümrük kolaylıkları sağlandı. Bu önlemler sayesinde demir çelik ithalatçıları grev boyunca MESS’te örgütlü olmaları ve hükümetin yardımlarıyla olağanüstü kârlar elde ettiler. Böylece hükümet ve MESS bir yandan grevin “etkisiz” bir silah olduğu görüntüsünü vermeye çalışırken diğer yandan da demir çelik ithalatı yoluyla milyarları patronların cebine çektiler. Hem de ithalatı “soydaşlarımıza zulmeden ve zorunlu göçe tabi tutan”, kendisine de “sosyalistim” diyen bir ülkeden yaparak. “Soydaş hakları” savunuculuğuna ve “sosyalist”liğe bakın!
Grev Süresince İşçiler Ne Yapıyor
Grev yasası işçilere grev devam ederken başka bir işte çalışmayı yasaklıyor. Sendikaların grev fonu oluşturmaları da 12 Eylül’den sonra yasaklandı. Bilindiği gibi grevde olan işçilerle sendikaların dayanışma grevi ve dayanışma eylemleri yapmaları da yasak. Besbelli ki grevden vazgeçirmeyi ve dayanma gücünü ortadan kaldırmayı amaçlayan bu yasal kısıtlamalar yüzünden “Demir Çelik işçisinin denizde balık tutması dahi iş akdinin feshedilmesine neden olabilmektedir. Grevdeki demir çelik işçileri tuttukları balıkları satıp para kazanabilirler diye kovuşturmaya tabi tutulmakta, balık tutmaları halinde işten atılacakları tehdidiyle karşı karşıya bırakılmaktadırlar. Bu durumda grevci işçiler bol bol borç almaya zorlanmakta, ama zaman içinde bu olanakları da kalmamaktadır. Veresiye satış yapmaktan bir dönem için kaçınmayan esnaf artık veresiye vermeğe yanaşmamaktadır. Demir Çelik işçisi bu zor koşullara karşın direnişi sürdürmekte, haklarını elde etmedeki kararlılığını göstermek istemektedir. Bu doğrultuda işçilerin yaptığı eylemler arasında, ithal demir boşaltmak isteyen kamyonu işyerine sokmama ve gömlek çıkarma eylemleri önemli yer tutmuştur. Ne var ki sendika yöneticilerinin başından beri takınmış oldukları grev karşıtı tutum işçilerin bu kararlığını ve dayanma azmini boşa çıkartma tehlikesini barındırmaktadır.
Çaktırmadan “1 ton demir karşılığı ücret” isteminden çark etmelerinin yanı sıra seslerini aktif eylemlerle kamuoyuna duyurmak isteyen işçileri frenleme çabalan da sendika yöneticilerinin bu günkü tavırlarını şekillendiriyor. İşçiler bu koşullarda çeşitli biçimlerde seslerini duyurmak istiyorlar, bu amaçla kendi aralarında neler yapılabileceği üzerine tartışıyorlar, sözcülerini oluşturuyorlar. İskenderun’da bu çabalan daha somut olarak izlemek olanaklı. İskenderun’daki işçiler, Çelik-İş’in şube yöneticilerinin grev süresince izlediği tutumdan hoşnut değiller. Gerçi aralarındaki birliğin bozulacağı endişeleriyle eleştirilerinin önemli bölümünü saklı tutuyorlar, ama kamuoyu oluşturmak için sendikanın işçilerden gelen çeşitli önerilere kulak tıkaması, sendika olarak bir şeyler yapılmaması işçilerin kızgınlığını arttırıyor. Bunun üzerine işçiler bir yandan sendikayı zorlarlarken diğer yandan da bir şeyler yapmak için toparlanmaya çalışıyorlar, kahvede, orada burada boşuna zaman öldüren arkadaşlarını bir araya getirerek gelişmeleri birlikte izlemeyi, somut duruma göre beraberce tavır almayı yaygınlaştırmaya önem veriyorlar.
Eğitim Gereksinimi
İşçilerin başlıca yakınmaları arasında eğitimsizlikleri var. Sendikanın eğitim konusuna eğilmediğini, bu nedenle mesela greve niçin çıkıldığını bilmeyen arkadaşlarının olduğunu söylüyorlar. Bu arada devrimci sosyalist yayın oranlarını da sıkı bir biçimde eleştiriyorlar. İşçilerin eğitimi için devrimci basına da büyük görevler düştüğünü, bunun da İstanbul’da oturup oradan yazıp çizmekle olamayacağını, işçilere daha yakın olunması gerektiğini, işçilerin sorunlarının en iyi işçilerin arasında kalınarak öğrenilebileceğini vurguluyorlar. Eğitimsizlik nedeniyle işçilerin sendika ağalarına, gerici sendika yönetimlerine tabi olmak durumunda kaldıklarını, dolayısıyla sendikalarda işçilerin değil uşaklıktan ve kendi çıkarlarından başka dertleri olmayan yöneticilerin sorusunun öttüğünü belirtiyorlar.
Dayanışma
Demir çelik grevinde şimdiye kadar öne çıkan yan, her türlü zorluğa karşın birlikte davranma, birliği bozmama kararlığıdır denilebilir. İşçilerin bu kararlılığı ve direnme azmi değişen ve grevin uzamasına neden olan yeni koşullarda tazelenebilme yeteneği gösterebilmektedir. Bu sayede demir çelik işçileri başlangıçtan bu yana dostu düşmanı giderek şu ya da bu biçimde tavır almaya zorlayan uzun soluklu bir direnme çizgisini yaşama geçirebilmişlerdir. Bu anlamda örneğin Türk Metal gibi faşist sendikalar grevi zaafa uğratmanın bir yolu olarak Bağımsız Çelik-İş’in işyerlerinde yetkili olmadığım ileri sürerek mahkemeye başvurma yolunu izlemiştir. MESS ve hükümet ise bir yandan grevi yaptıkları vurgun için elverişli bir fırsat olarak kullanırlarken, öte yandan sürekli biçimde “grevle hak elde edilemeyeceği” tezini ve inancını yaygınlaştırmaya çalışmışlardır.
İskenderun’da olduğu gibi Çelik-İş şube yöneticileri ise alttan alta grev karşıtı bir kampanya yürütmüşlerdir. Türk-İş ve Hak-İş gibi sendikaların son zamanlarda demir çelik işçileriyle dayanışmaya yönelik açıklamalarını işçiler pek samimi bulmuyorlar. Örneğin “Türk-İş grevdeki işçilerle dayanışmada samimi olsaydı 200 günden bu yana Ak Gübre’de devam eden grevi desteklerdi” diyorlar. Ama yine de Türk-İş’in miting girişimlerini olumlu buluyorlar. Arkasından bu konuda Türk-İş yöneticilerinin önümüzdeki kongreye dönük yatırımcı tutumlarına da işaret etmeden geçmiyorlar.
Bu arada yavaş yavaş da olsa ülkenin çeşitli yörelerinden demir çelik işçileriyle aynı zamanda maddi dayanışmanın da ifadesi olan para gıda v.b. yardımlar da gelmeye başladı. Antep, Ankara Belediyeleri gıda yardımı yaptılar, İstanbul Ambarlar’da çalışan taşıma işçileri ve daha başka bazı yerlerdeki işçiler maddi yardımlarda bulunmaya devam ediyorlar. Yurt dışından demir çelik işçilerine gönderilen 500 Alman markı tutarındaki ilk yardım da Batı Almanya’da faaliyet gösteren Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu’na (DİDF) bağlı Gersen-kirschen İşçi ve Öğrenci Derneği’nden dergimiz aracılığıyla iletildi.
Bir yandan demir çelik işçileri ile dayanışmalar sürerken diğer yandan da demir işçilerinin kendileri de Aydın Cezaevi ve diğer cezaevlerinde sürdürülen ölüm oruçları ve açlık grevleri sırasında Hüseyin Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya’nın öldürülmesini protesto etmek için yapılan açlık grevini desteklediler Bu açlık grevi 52 kişinin katılımıyla sona ermiş ve 6 gün devam etmiştir. Kendileriyle konuştuğumuz demir çelik işçileri Kürtlere yönelik katliam ve saldırılan da nefretle karşıladıklarım bildirmişlerdir. Ayrıca Cudi Dağı ve çevresindeki baskıları, halkı yerinden yurdundan etme politikasını protesto ettiklerini belirtmişlerdir.
Sendikacıların Tutumu
Kendileriyle görüştüğümüz İskenderun’daki Çelik-İş şube yöneticileri sorularımızın bir kısmını yanıtladılar, bir kısmını da ‘işleri olduğu’ gerekçesiyle yanıtlamamışlardır. Sendika yöneticileri sorularımıza yanıt olarak; Sendika duvarlarında dini resimler ağırlıktaydı ve mescidin havası tüm binaya hâkimdi.
İşçilerden toplanan aidatlarla yeni sendika şubeleri açıldığı için grevde işçilere maddi yardım yapamadıklarını,
Diğer sendikaların “ideoloji bezirganlığı” yaptıklarını,
İşçilerden önerilerini dinlediklerini, konuşmalarını engellemediklerini ancak ‘siyasi’ konuların konuşulmasının doğru olmayacağını savunduklarını,
İşçilerin istek ve önerilerinin sendikaya iletilmesini sağlamak amacıyla Gıda Yardım, Miting, Mahalle Komiteleri gibi komiteler oluşturduklarını,
İşçi haklarının yasalar, idari kuruluşlar, bizzat sendika yöneticileri tarafından çiğnenmesi ve saldırıya uğraması halinde durumu yetkili makamlara şikayet etmekten başka çıkar yol görmediklerini,
Yasaları eleştirmenin ve işçi aleyhine olan düzenlemelerin kaldırılmasının kendilerini ilgilendirmediğini bu gibi durumlarda yapacak bir şeylerin olmadığını, değiştirilmesi gereken bir yasa hükmü varsa bunların milletvekillerinin bileceği iş olduğunu söylemişlerdir.
Oysaki aynı içerikli sorularımız karşısında işçiler sendikacıları öfkeyle eleştiriyor ve onları yalanlıyorlardı, öyle ki artık sabrı iyice taşan bir işçi sendika binasına gittiğimiz sırada önce eğitim sekreterinden niçin grev sırasında kamuoyuna seslerini duyurmak için bir şeyler yapılmadığını soruyor, doyurucu yanıt alamayınca da “Pekinizi bırakmayacağa” diye de defalarca bağırıyordu O esnada yanında bulunan 30-40 kadar arkadaşı da onunla aynı duygu ve düşünceleri paylaştıklarını göstererek kendisiyle dayanışmaya giriyorlardı.
İşçilerin siyaset konuşma hakları yok mu sorusuna karşılık b önce birlik bozulur gere karken, işçiler dışında herkesin siyaset yaptığını, hem de işçiler konu edilerek ve onların zararına dediğimizde siyasetin hiçbir şekilde önlenemeyeceğini teslim etmek zorunda kalıyordu. Bunun üzerine elbette ki ‘medeni’ ölçüler içerisine işçilerin de siyasi tartışmalar yapmasının doğal olduğunu belirtmek durumunda kalıyordu.
Ayrıca işçiler sendika yöneticilerinin kendilerini baskı altında tuttuklarını düşüncelerini ifade etmekten caydırılmaya çalıştıklarını ekliyorlardı. İşçiler sendikacıların sendikalara bağlı işçi komiteleri kurduklarını ileri sürmelerinin bir demagoji olduğunu, varolan komitelerin hiçbir işe yaramayan göstermelik yapılar olduğunu vurguluyorlardı. Nitekim sendika binasına gelmeleri çeşitli biçimlerde engellenen işçiler bir rastlantı sonucu bizimle aynı gün sendikaya geldiklerinde ‘konuşturulmama’ baskısını açık biçimde yaşıyorlardı. Her konuşmaları sendika yöneticisi tarafından kesiliyor, açıklamak istedikleri düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi özellikle psikolojik baskılarla, yanımızda engelleniyordu.
Sonuçta denebilir ki işçilerin şube yöneticilerine duydukları tepki ve öfke, onların o andaki tutumlarının belirleyici yönünü oluşturuyordu. İşçiler sendika yöneticilerinden hesap sormaya hazırlanıyorlardı.

Eylül 1989

‘80’lerde Türk-İş (1)

Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu Türk-İş; bölgesinde mahalli birlik, kendi işkolunda federasyon bulunmayan sendikalar ile birlik ve federasyonların birleşmesiyle, 31 Temmuz 1952 tarihinde kurulur.
Soğuk savaşın sürdüğü 1940’h yılların sonu ve 1950’li yılların başında ABD, Türkiye’ye iktisadi ve askeri yardım yapar ve bu, bilinen adıyla Marshall Planı’dır. Bu plan çerçevesi içinde Amerika, Türkiye pazarında etkin olmayı sağlayacak ilişki ağı kurmaya girişir ve bunun gereği olarak, çalışma alanına da eİ atar.
Türkiye’de sendikal alanda üst bir örgütlenme çalışmalarını dikkate alan ABD işçi sendikası AFL-CIO aracılığıyla ilişki kurmaya çalışır. Bunu da “başarır.”
1950’li yıllar başında AFL-CIO yöneticilerinden Mr. Irwing Brown, Türkiye’de sendikal çevreyle ilgilenmeye başlar. (1) Türkiye’ye gelir ve İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’yle temas kurar ve Temmuz 1951’de Milano’da toplanacak ICFTU’ya bir “Türk işçi heyetinin konuk olarak çağrılmasını” sağlar. Bu gezi yapılır ve memnun kalan iki kişilik heyet iki aylığına ABD’ye davet edilir. Anti-komünist kampanyanın ve soğuk savaşın sürdürüldüğü bu yıllarda, ICFTU ve ilişkide bulunduğu sendikalarla birlikte adı geçen kampanyaya sendikaları kendi örgütsel çeperinde toplayarak katılır. Bu koşullarda, Türk-İş kurul çalışmalarında Mr. I. Brown’da yer alır; İstanbul ve Ankara’da yapılan toplantıları izler. (2)
Kuruluş sonrası sendikal anlayışta çıkan tartışma üzerine, Türk-İş’ten ilk tasfiyeler aynı yılın Eylül ayında olur.
İleri sayfalarda ayrıca Türk-İş ile ABD sendikal hareketi arasındaki ilişki daha geniş olarak incelenecek.
1950’li yıllarda işçi, işveren ve hükümet üçlüsünden oluşan endüstriyel ilişkilerde sendikaların üstlendiği pek fazla işlevi yokken; 1960’lı yıllarda artan işlevine bağlı olarak, Türk-İş partiler-üstü politikayı benimser. Yine bu yıllarda DİSK doğar ve DİSK ’80Eylül’üne kadar faaliyetini sürdürür. Bu dönemde Türk-İş ve DİSK rekabeti yaşanır.
Faaliyetini sürdürdüğü bu sürede Türk-İş’in hâkim doktriner anlayışı ve benimsediği sendikal politika inceleme konusu olarak ele alınmaz, öyle olsaydı, başta 1968 yılındaki 7. Kongre’de kabul edilen “Türk-İş’in 24 İlkesi” olmak üzere, diğer politikaları çalışma konusu olarak incelenirdi. Nitekim 24 ilkeden, “Türk-İş sınıf ayrılıklarının derinleşmesine ve sınıf çatışmalarına yol açabilecek sebepleri ortadan kaldırmayı amaç alan ve sınıflar arasında denge, barış ve kaynaşma sağlayıcı bir politika izleyecektir” diyen 5’inci ilkesi, sınıf işbirliği ve sermayeyi destekleyen sendikal politikasının sadece bir örneğidir. Bu ve diğer ilkeleri incelenmedi.
’80’li yıllarda adı geçen ilkeleri esas alınarak belirlenen ve uygulanan politikaların neler olduğu tespit edilerek, bunlardan önemli olanlardan bazılarını incelemeye çalıştım.
Belirtilen dönem açısından üzerinde önemle durulması gereken bir kesit: Eylül…
Özünde var olan “zor”un ve “sömürü”nün daha da katmerleştirilmesi olan Eylül Karaçalma Kampanyası:
Sermayenin, fiilen kullanılmakta olan demokratik hakları gasp etmesi.
Sermayenin artan ekonomik saldırısı sonucu; gelir dağılımının sermaye/rant gelirleri lehine daha da bozulması sebebiyle, sermeye birikiminin güçlendirilmesi.
İşsizliğin artması,
Örgütlenme alanının daraltılması,
DİSK’in kapatılması,
Ve yaratılan fiili duruma uygun yeniden yasal düzenlemenin yapılması ’82 Anayasası ve çalışma hayatım ilgilendiren 2821 ve 2822 sayılı yasaların kabulü vs.
Yeniden yapılaşmalar…
Sermayenin işçi sınıfı içindeki destekçisi konumunda olan bürokrat sendikacılar, başta kan ve can pahasına kazanılan tüm kısmi demokratik ve ekonomik hakların Generaller Konseyi tarafından zorla ortadan kaldırıldığını gizlemeye çalışırlar. Ayrıca Eylül darbesiyle başlayan, işçilere yönelik ekonomik ve siyasi saldırıların süreklilik taşımadığını ileri sürerek, bir dönem için işçilerden, sermayenin çıkarları için dişlerini sıkmalarını isterler.
Bu anlayış, ’80 sonrasında izlenen bir Türk-İş politikası olarak döneme damgasını vurur.

1- “KURTARICI” EYLÜL

1.1.- Eylül’e “Evet”
Türk-İş o güne dek işlediği ve sonrası içinde izleyeceğinin (öyle de olduğu hatırlanmalı) zorunlu bir sonucu olarak, benimsediği teslimiyetçi ve ekonomist sendikal anlayışından dolayı sendikal faaliyeti sürdürmesi yasaklanmaz. Kapatılmaz.
Yani Türk-İş’in sendikal anlayışının “verdiği güven” sebebiyle açık kalır. Türk-İş var olan siyasi değişmeyi ve bu anlamda Eylül’ü de savunur…
Eylül’ün peşi sıra Türk-İş Genel Başkanı İbrahim Denizcier, Generaller Konseyi Başkanı Evren’e gönderdiği mesajda şu görüşlere yer verir: “Türk-İş Topluluğu… Türk Silahlı Kuvvetlerimizi yönetime bütünü ile el koyma mecburiyetinde bırakan bir gerçekle karşı karşıya bırakıldığının bilinci içindedir… demokrasiye geçişin sağlanacağı, işçi haklarının korunacağı yolundaki teminatınızı memnuniyetle karşılamış bulunmaktadır” der. (3)
Sadece mesaj göndermekle kalınmaz, ayrıca Türk-İş yönetimin tüm üye sendikalara gönderdiği bir yazıda, bağlı sendikaların açık olduğu vurgulanarak. Generaller Konseyi’nin çalışmalarına yardımcı olunması istenir. Ayrıca aynı yazıda örgütlenme, eğitim, kongre ve temsilcilik seçimleri gibi sendikal faaliyetlere ara verilmesi zorunluluğu da yer alır.
Türk-İş yönetimi teşkilatından, Eylül’de başlatılan Karaçalına Kampanyasına, destek verilmesini istemekle, hem de dönemin kısa ve geçici olacağını ve hem hakların gaspının bir zorunluluk olduğunu açıklar. Bunun işçi sınıfı çıkarları için mücadeleyi benimseyen bir politika olduğu iddia edilebilir mi?
Bin kez hayır… Eylül sonrasında Türk-İş Yönetim Kurulu olağan ilk toplantısı Aralık ayının 23’ünde başlar ve üç gün sürer. Açış konuşmasını Başkan İbrahim Denizcier yapar ve genel olarak “yeni oluşumun desteklenmesi” üzerinde durur. Bunu Türk-İş Genel Sekreteri ve Sosyal Güvenlik Bakanı Şide izler, öngörülen ve yapılan yasal değişiklikler ile ilgili olarak konuşur. Söz alan bir üye DİSK’in sıkıyönetim tarafından “kapatılmış” (bilinmesi lazım ki, hukuken mahkeme sonunda kapatılacağı ve o sıra faaliyetinin durdurulmuş olduğu hatırlanmalı N.O.) olduğu ve bu sebeple Türk-İş’in daha da dikkatli olması gerektiği üzerinde durur. Bir başka üye ise, sendikal faaliyetin Türk-İş yönetimi tarafından durdurulduğu için hiçbir çalışma yapılamayacağı ve bu yüzden Konfederasyonun kendisini kapatması gerektiğini savunur. Başlayan tartışma sonrasında, kısıtlı da olsa Türk-İş’in yapacağı işler olacağı ve faaliyetini durdurmasının doğru olmayacağı görüşü kabul görür. Ve “EylüI’e destek olmak gerekir” denilerek iyi kullanılması gereken bir imkân olduğu kararına varılır. (5)
12. Genel Kurul Çalışma Raporunda Yönetim Kurulunun bu toplantısından pek değil, hiç bahsetmiyor. Sadece bir yerde genel olarak yapılan toplantılarla ilgili toplu dökümde, tarihi, yeri, statüsü ve karara bağlanan madde sayısıyla ilgili bilgiler verilir. Bu tarihe kadar yapılan toplantılarda karara bağlanan madde sayısı genellikle 10’un altında iken ve bir sefer 14’e kadar çıktığı halde, bu Aralık 1980 toplantısında toplam 22 madde karara bağlanır. Bu derece önemli bir organ toplantısına raporda neden yer verilmez? (6) Acaba bir şeyi gizlemenin telaşı mı?
Eylül’den sonra Aralık-1980 ve Nisan-1981 tarihlerinde yapılan olağan Yönetim Kurulu toplantılarında merkezileşen bir karar:
“Eylül’e Evet!”
Bu düşünce, hem 12. Genel Kurul Çalışma Rapor ve Tutanaklarında ve hem de yapılan açıklamalarda tekrar tekrar yinelenir.
İbrahim Denizcier: “İç ve dış bazı mihrakların iddiaları aksine Türkiye iyi yoldadır ve kısa sürede esenliğe kavuşacaktır… Zira Türkiye’de 12 Eylül Harekâtı bir darbe değil, bir kurtuluş harekâtıdır” der. (7)
Bu konuda bazı alıntılar: “İç savaşın eşiğine gelen ülke, 12 Eylül’den sonra bugün, birlik, beraberlik ve huzur ortamındadır” ve 12 Eylül’ün amacı “kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmaktır”. (8)
Hasan Hüseyin Koç (Sağlık-İş Delegesi): “12 Eylül müdahalesinin ana amacı, demokrasiye musallat olan ve onun işlemesini zorlaştıran engelleri ortadan kaldırmak olarak açıklanmıştı… doğru ve samimi olduğunu gelişmeler açıkça ispatlamaktadır” der. (9)
Sadık Şide: “Demokrasi takvimi açıklanmıştır… sağlam, temelli, güçlü demokrasiye geçiş var. O demokraside anarşi yok… teröre yer yok… kuşkusuz olmasın alın terine… değer var. Yeni demokrasimiz bunun için var olacaktır” diye açıklama yapar; Bakanı olduğu yönetim hakkında. (10)
Orhan Erçelik (Türk-İş Genel Teşkilatlandırma Sekreteri): “Milli Güvenlik Konseyi, ilan ettiği hedefler, paylaştığımız hedeflerdir. Yıllardır ulaşmayı arzuladığımız, amaçladığımız hedeflerdir” der. (11)
Şevket Yılmaz (Samsun kapalı salon toplantısı-31 Temmuz 1985): “Yurdumuzun 12 Eylül Demokrasiyi Koruma ve Kollama Harekâtının eşiğine getiren olaylar ve gelişmeler malumudur. Türk Ulusu o korkunç gidişi durduranlara şükran doludur” der ve devamında, hareketin amacı “demokrasiyi yeniden kurmak ve sürekli kılmaktı” olarak açıklar. (12)
Benzer bu tür alıntıları uzatmak hayli mümkün olup, her biri bürokratik sendikal anlayışın resmi, ideolojik güdümünde olduğunun birer ibret belgesidir.
Öz olarak anlatılmak istenilen: 12 Eylül, Demokrasiyi koruma ve kollama harekatıdır; yasama ve yürütme görevini üstlenen Konseyin hedefleri, ortak hedefimizdir; Türkiye iyi yoldadır; esas amaç demokrasiyi kurmaktır ve emeğin hakkı “gereğince” korunacaktır diye sıralanabilir. Bir başka anlatımla resmi ideolojinin yeni uygulamalarına, duyulan güven vurgulanıyor ve destekleniyor.
Böylece 12 Eylül’ü “demokrasiyi kollama ve koruma harekâtı olarak” değerlendiren Türk-İş yöneticileri, kendi teşkilatlarının açık olduğu bilincinden hareketle Generallerin yönetimine yardımcı olunmasını ittifakla benimsedikleri bir politika olur. Eylül’ün demokrasiyi kuracağı sürekli yinelenerek, “alınan” hakların kısa zaman sonra geri alınabileceği ve onun için sabırlı olmaları gerektiği politikası işçilere empoze edilir.
Bugüne kadar yaşanılan ne? Ne oldu?
Yaşadık, yaşıyoruz…
Bu anlamda Eylül’e “Evet”: Ücretlerin satın alma gücünün düşürülmesine; işsizliğin artmasına; gelir dağılımının emek aleyhine bozulmasına; işkencenin günlük yaşamın bir parçası olmasına; çalışma ve yaşam koşullarının daha da kötüleşmesine yani kısaca, Eylül Karaçalına Kampanyası ile emeğin baskı ve zulüm altında tutulmasına “EVET” demektir.
Sendikal bürokratların yani Türk-İş yöneticilerin aksine, bu koşullarda evine götüreceği ekmeği ve yarının ne olacağı kaygısını sürekli olarak yaşayan bir işçi, “evet” diyemez. Çünkü “evet’in” anlamı boynuna takılan bir urgandır.

1.2.- Bir De Bakan
Darbe sonrasında Eylül Hükümeti, ayın 22’sinde kurulur. Açıklanan bakanlar kurulu üyelerinden birisi de, Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide olup, Sosyal Güvenlik Bakanı olarak atanır.
Aradan birkaç yıl geçtikten sonra bakardık görevini yalnız kendisi istediği, Türk-İş icra ve Yönetim Kurullarının taraftar olmadığı tartışmaları olur. Hatta bu tartışma, sendikal bürokratlar arasında birbirini suçlayan uç noktalara kadar da götürülür.
Türk-İş’in Danışma Meclisine üç bürokrat sendikacıyı üye (F. Şakir Övünç, Vahap Güvenç ve Mustafa Alpdündar) olarak verdiği halde, bunların konum ve çalışmaları dikkate alınmazken, neden Sadık Şide’nin “günah keçisi” seçilmesini bazı sendikacılar hayret ederek açıklar.
Şide’nin bakanlığıyla ilgili olarak, Şevket Yılmaz 1986-Aralık’ta yapılan bir röportajda şunları söyler: “Bir kere hiç kararımız olmadığı halde hem bakan hem genel sekreter olan arkadasın durumu bizi sıkıntıya sokmuştu… Çağrılmıştır, ‘bakan olacaksın’ denmiştir, bakan olmuştur. Kongre sonrası (12. Kongre, Mayıs-1982, NO.)’ya bakanlık, ya genel sekreterlik’ denince, genel sekreterlikten izin alıp gitmiştir… Karar defterinde imzası yok”. (13)
Bu artık, sendikal bürokratlar arasında havluların atıldığının bir işareti olarak, Şevket Yılmaz böyle konuşur. İzinli olduğu dönemde, Şide’nin Türk İş’te görev yapması düşünülemez. Fakat izinli olmadan önceki dönemde, Sadık Şide Genel Sekreterlikten doğan görevini yaptığını açıklar. (14)
Bu da dikkate alınmalı, Şevket Yılmaz, Şide’nin bakan olmasını kendi kararı olarak aradan altı yıl geçtikten sonra açıklıyor. Neden, altı yıl sonra?
Bürokrat sendikacılığın özelliklerinden birisi de, günlük politikayı esas alması ve bunu dünü unutturacak biçimde yapmasıdır. Şevket Yılmaz dünü unutturmaya çalışarak, bugünü 1986-Aralık’ta yapılacak 14. Kongreyi kurtarmaya çalışma gereği böyle bir tavır içine giriyor
Türk-İş yayınları Şevket Yılmaz’ı yalanlıyor.
Eylül sonrasında yapılan ilk olağan Yönetim Kurulu toplantısıyla ilgili bir haber bir günlük gazete, “Türk-İş Yönetim Kurulu’nda Anlaşmazlık” başlığı altında verir ve Bakan Şide’nin işçi haklarını gereği şekilde koruyamadığı için eleştirildiği öne sürülür. Yapılan bu toplantıda ittifakla alınan karar (24 Aralık 1980): “Bu gazete haberi, kesinlikle asılsızdır… Yönetim Kurulumuz, tam bir bütünlük içinde, Sayın Şide’nin Sosyal Güvenlik Bakanı olarak Hükümette görev almasının işçi hakları çıkarları yönünden taşıdığı önemi iyi bilmekte ve kendisini tam bir dayanışma ile desteklemektedir. Türk-İş Yönetim Kurulu, çalışmalarına ahenk içinde devam etmektedir” diyerek, Şide’nin Bakanlığına destek tazelenmektedir. (15)
Anlaşıldığı üzere, Türk-İş Yönetim Kurulu belirtilen toplantısında “ittifakla” alınan karar: “Şide’nin desteklenmesidir”. O dönemde Türk-İş Yönetim Kurulu 39 üyesinden ikisi Genel Başkan Vekili olarak görev yapan Şevket Yılmaz ve Emin Kul’dur. Bu durumda Şevket Yılmaz alınan kararı hatırlayamadığını söyleyemez; fakat hatırlamak istemiyor olabilir. Ki aradan geçen altı yılın sonunda, tavrını da hatırlamak istememektir.
Aynı toplantı ve karar ile ilgili haberi Tercüman gazetesi (25 Aralık 1980), Türk-İş: “Sadık Şide’yi tam bir dayanışma ile destekliyoruz” başlığıyla verir. (16)
Şide Bakan olma gelişmesini şöyle anlatır: Ülkeyi büyük tehlikenin eşiğinden uçuruma yuvarlanmaktan kurtaran Şerefli Türk Ordusu, “Islahat adına çok işimiz var ve bir hükümet kurmaya mecburuz” der. Onun gereği olarak, Bu hükümete 10 Eylül günü teklif alırız (lütfen tarihe dikkat N.O.). Teklifi icra Kurulu bilir ama kuliste bizim haberimiz yok diyenler var (Duyuyorum). Bütün İcra Kurulu Üyeleri (İbrahim Denizcier, Sadık Şide, Ömer Ergün, Kaya Özdemir ve Orhan Erçelik NO.)” böyle bir teklifin Türk-İş’e yapılmış olmasını “çok şerefli bir hizmet” olduğu konusunda “ittifakla karara” bağlanır. Geçmiş 1974-Kasım/1975-Mart tarihleri arasındaki Bakanlığım dikkate alınarak teklif bana yapılır. Cevabı herhangi birimizin vereceği gibi “Emredersiniz” ve “göreve geliyoruz” biçiminde verdik. (17)
Şide’nin Bakanlığı bürokratik sendikal hareketin içinde bir çelişki kaynağı olarak 13. Kongre’de olduğu gibi 14. Kongre’de de gündeme gelir. Yönetim Kurulu adına konuşanlardan biri de Genel Sekreter Sadık Şide tartışılan bu konuya değinir ve bürokrat sendikacıların iç dünyasından açıklamada bulunur.
Şide, kendi başına hükümete gitmeyi düşünmediğini, icra ve Yönetim Kurullarının kararları ile görevlendirildiği için Bakanlığı kabul ettiğini açıklar. Kürsüde karar defterinden Şevket Yılmaz ve Emin Kul’un da imzalarını göstererek 41 Yönetim Kurulu üyesinin onayı ve imzası ile bu görevi kabul etmek zorunda kaldığını anlatır. Şevket Yılmaz ise cevabi konuşmasının bir yerinde, Şide’nin hükümete gitmesini destekleyen karar defterinden sadece kendisinin ve Kul’un imzalarını göstermiş olmasına değinerek, “27 tanesini niye okumadı?” diye sorar. (18) Görevden çekilme isteminin yine onlar tarafından kabul edilmediğini ve yönetimin emirlerine göre hareket ettiğini ve Türk-İş’teki görevinden “izin al” dendiğinde izin aldığını belirtir. Kendisini hükümette görev almakla suçlayanlardan 28’inin Danışma Meclisine üye olabilmek için sıkıyönetim komutanlarının, tanıdıkları bütün askerlerin kapılarım aşındırdıklarını söyleyerek, “gitmedim, gönderildim” deyip konuşmasını bitirir. (19)
Anlaşıldığı üzere:
1- Sadık Şide’ye Bakanlık teklifi 10 Eylül 1980 tarihinde yapılır. Fakat kimin tarafından yapıldığı belirtilmez; aynı konuşmasında sürekli işaret ettiği üzere ve Eylül icraatının mimarı “Şerefli Türk Ordusu” tarafından yapılmış olduğu anlaşılıyor. Bu anlamda Türk-lş yönetimi, Eylül Generaller Darbesi ortağıdır; eli kanlıdır…
2- Sonradan tartışılsa ve çelişik beyanlarda bulunulsa da, Şide’nin Bakanlığı, Türk-İş sendikal bürokratlarının üst organı icra ve Yönetim Kurulları kararıyla onaylanır. Fakat sonradan, gelişen işçi muhalefeti karşısında vaziyeti kurtarmak için Sendikal Bürokrat Bakan Şide “günah keçisi” olarak seçilir. Bu da, bürokrat sendikal anlayışın “güne uygun” bir politika izliyor olmanın bir başka örneğidir.
Bakanın şu ya da bu sendikal bürokratın olması hiç önemli değil, önemli olan Generaller Konseyi Hükümeti’nde bir kişinin görev alması ve tüm alışmalarından sorumlu olmasıdır.
3- Aslında Şide’nin “günah keçisi” olarak gösterilmesinin önemli bir sebebi, Karaçalına Kampanyasının yürütücüsü Hükümetin tüm “tasarruflarından çalışmalarından” dolayı Türk-İş yönetiminin de ortak sorumlu olmasıdır. Ve tabanın gelişen mücadelesi de hatırlanmalı… İşte bu koşullarda Türk-İş yönetimi, kendilerini ve vaziyeti kurtarmak için, 28 yıldır Türk-İş’te görev yapan bir arkadaşlarını feda ederler. Şide 14. Kongre’de tasfiye edilir ve yerine Emin Kul seçilir. Yani Şide, sendikal bürokratlar arası bir çelişmenin sonucu tasfiye edilir, tercih edilen MDP’li sosyal demokrat adı gibi, Kul olur.
Biliniyor ki, Eylül’e “Evet” demek ve uygulamalarına yardımcı olmak Türk-İş yönetiminin politikasıdır. Bu halde sınıf düşmanı politikanın temsilcileri olan Türk-İş bürokratlarını, Eylül’ün tüm saldırıları ve uygulamaları ortağı oldukları vebalinden hiçbir şey kurtaramayacağı tereddüt edilmeyecek kadar açıktır. Ve bu bürokrat sendikacılar arasında “artan” çelişkinin bir nedeni olarak yansır.
Elbette Şide, bürokrat sendikal anlayışın ve bu anlamda sermayenin yeminli “mümtaz” temsilcilerinden… Kul ve diğer Türk-İş yöneticileri de aynı iplikten dokunmuş kumaşın parçaları…
O sebeple Emeğin Ekmek ve Özgürlük mücadelesi, tümden bu barikatı aşmak zorundadır. Sorun şu ya da bu şahıs sorunu değil, tümden sınıf düşmanı sendikal anlayışın tasfiyesidir.

1.3.- 24 Ocak’a Övgü
İşçi sınıfına ve emekçi halka “zoru” daha da artırmanın aracı olan Eylül’e destek veren Türk-İş yönetimi, ekonomik yönde saldırıların politikası olan 24 Ocak ekonomik önlemler paketi içinde benzer tavın benimser.
Türk-İş Başkanı İbrahim Denizcier, 12. Genel Kurulu açış konuşmasında 24 Ocak ekonomik kararlan için “günün koşulları içinde kaçınılmaz bulduğumuz için olumlu” buluyoruz der. (20) Burjuvazinin “alternatif” olmayan bir program olduğunu her fırsatta yinelediği 24 Ocak kararlan, Türk-İş Başkanı tarafından alınması zorunlu önlemler olarak değerlendirilir.
Türk-İş yönetimi Eylül’e açıktan yardımcı olmayı kabullenmesi kadar olmasa da 24 Ocak kararlarına, hem yayınlarında ve açıklamalarında ve hem de sessiz kalıp geçiştirmek tavrıyla destek verir.
Bu, 24 Ocak ve 12 Eylül sonrası olağan 12. Genel Kurul Çalışma Raporunda gündeme gelir. Gerçi aynı raporda özellikle ekonomik konularda yer yer çelişen değerlendirmelere yer veriliyorsa da esas yön: Eylül’e verilen desteğin 24 Ocak’a doğru kaydırılmasıdır. Onun için, raporun sayfaları özellikle Eylül’e ve 24 Ocak’a övgülerle doludur.
1979 yılı anlatılarak 1981 yılında ülkenin görünümü: “Kendini sıkı sıkıya Batıya (siz emperyalizm ve özellikle ABD emperyalizmi diye okuyunuz, N.O.) bağlamış, ekonomisini ‘mucize’ denecek biçimde iyileştirmiş, silahlı kuvvetlerin yönetime el koyduğu, istikrar kazanmış, terörden (resmi terörü görmeme NO.) söz edilmeyen” diyerek Türkiye’nin panoraması çiziliyor. (21)
Böyle bir yorum, gelişmelere işçi penceresinden bakılarak yapılmış olamaz. Çünkü Türk-İş yönetimi ülkenin emperyalist mali sermayeye peşkeş çekildiğini, ekonomik saldırılara bağlı olarak ücretlerin satın alma gücünün ve gelir dağılımında emek payının azaldığım ve resmi terörün arttığını, savunduğu sendikal anlayış sebebiyle göremiyor. Diğer bir anlatımla, değinilen olgulara sermayenin at gözlüğüyle bakıyor.
Sendikası kapanan ve kovuşturmaya uğrayan; bunun zorunlu bir aşaması olarak işkence gören ve sakıncalı deyip 1402’yle ya da keyfi işten atılan; her gün sofrasında ekmeği azalan ve Eylül’ün olacağını önceden bilen ABD ile ilişkilerin sıklaşmış olması gibi koşullar, bir işçiye ve sınıfını memnun etmeyeceği açık olup; bu konumdan olgular değerlendirildiğinde Türk-İş’in raporunda belirtilenin tam tersi görülür ve yazılır.
Ayrıca şunu da belirteyim, aynı raporda (sf. 29) ismi verilmeden yabancı basından denerek yapılan aktarmanın, Türk-İş’in yorumuyla tam tamına çakışmasını rastlantı olduğunu sanmıyoruz.
Aynı kongrede yönetim adına konuşan sendika1 bürokrat Bakan Sadık Şide, Konsey’in işçileri ezdirmeyeceği ve bunun hem kanunların ve hem de “ekonomideki rota düzeltmesi” sayesinde olacağından emin olunmasını söyler. (22) Çünkü Bakanlığı döneminde bütün ekonomik kararların altında imzası var.
İşçi sınıfının kan ve can pahasına kazandığı hakları gaspının yasal düzenlemesi olan Kanunlar ile artan işsizlik ve yoksulluk, Konseyin tescilli uygulaması olup, Bakan Şide’yi “doğruluyor.”
24 Ocak ekonomik kararlarının başarılı olması için alınması zorunlu sosyal önlemlerin neler olduğu konusunda hükümetlere öneri paketleri sunduğunu belirten Türk-İş yönetimi, gereğince dikkate alınmadığından yakmıyor. (23) Yani Türk-İş yönetimi ekonomik programın başarılı olabilme olasılığını kabulleniyor. Tabi bu durumda “kim için başarı” sorusu önem kazanıyor.
İşçi sınıfı için olmayacağı açık… Çünkü sermayenin ekonomik ve siyasi saldırılarına muhatap olan açık anlatımla hedef olan kendisi…
Tabanın kıpırdanmasına bağlı olarak 1984 yılı Mart ayında İzmir’de ilki yapılan kapalı salon toplantısında Şevket Yılmaz: “1980 sonrasında fiyat artışları ve ihracat alanlarında nispi de olsa olumlu etkisi görülen politikaların” Türkiye’yi darboğazdan çıkarmadığını söylüyor. (24) Nispi olumlu etkisinin ne olduğu belirtilmemiş?
Türk-İş ekonomi politika konusunda verdiği mesaj:
1- 1980 Ocak ekonomik kararlan alınmak zorundaydı,
2- Zamanla olumlu gelişmelere sebep oldu,
3- Bazı yönlerden yenilenmesi gereği vurgulandı,
4- Bakanlığı döneminde Şide, tüm ekonomik kararları imzaladı.
24 Ocak kararlarını ve devamı uygulamayı benimsemenin bir başka anlamı da, emeğin ekonomik haklarının gaspını ve sömürünün katmerleşmesini onaylamadır.
Bu ise bürokratik sendikal anlayışının sınıf temelinin işçi sınıfı olmadığının bir başka yönden açıklanmasıdır.

1.4.- Gasp Edilen Haklar
Sınıfın kan ve can pahasına kazandığı hakların gaspı, zincirin iki halkası 24 Ocak ve 12 Eylül’den oluşan ekonomik ve siyasi politikaların bir sonucu olarak yoğunluk kazanır.
Bu politikaların öncelikle uygulamasında Eylül hükümeti icraatından bilfiil Bakan Şide şahsında Türk-İş yönetimi ve savunduğu işçi sınıfından kopuk resmi ideoloji güdümündeki sendikal anlayışı da sorumludur.
’80’li yıllarda gasp edilen hakların neler olduğu konusunda:
1- Yürürlükte bulunan grevler kaldırılır ve uygulama aşamasında olan grevler yasaklanır (14 Ekim 1980).
Yeni yasal düzenleme ile.’grev hakkı uygulaması, olanaksız derecede sınırlandırılır; grev yasağı kapsamı genişletilir; hak grevi yasaklanır ve grev yerinde çadır kurma ve istemleri dile getiren pankart asma yasaklanır.
2- DİSK’in faaliyeti yasaklanır ve sendikal faaliyet kısıtlanır (12 Eylül 1980).
3- Sigortalının hakkı kısıtlanır:
A- Mart 1981 tarihinde 2422 sayılı yasa ile yapılan değişiklik:
a- Ayakta yapılan tedavilerde ilaç bedellerinin yüzde 20’sini sigortalı öder.
b- Emekli aylığının hesaplanmasında son beş yıllık kazançların en yüksek üç yılının ortalaması yerine beş yılın tümünün ortalaması alınır.
c- Yaşlılık aylığı oranı yüzde 70’den 60’a indirilir.
d- SSK primi yüzde 12’den 14’e çıkarılır. Yükseltilen prim oram yaşlılık, malûllük ve ölüm sigortasına ait olanı olup yüzde 7’den 9’a yükseltilir. Bir yandan hem prim oranı artırılır ve hem de yaşlılık aylığını hak kazanma koşulları ağırlaştırılır.
B- Mart 1982 tarihli 2645 sayılı yasa:
– SSK Yönetim Kurulu’ndaki işçi temsilcisi sayısı ikiden bire indirilir.
C- Aralık 1985 tarihli yasa:
– Emeklilik yaşı yükseltilir, kadınınki 50’den 55’e ve erkeğinki 55’ten 60’a çıkarılır.
D- Temmuz 1987’de yapılan değişiklik:
a- Süper emeklilik uygulaması ile emeklilerin eşitsiz konumu daha da bozulur.
b- Prim tavanı kaldırılır.
c- Yaşlılık aylığı oranı yüzde 50’ye indirilir.
Tüm saldırılar karşısında Türk-İş yönetimi umudunu, hükümet ile yapılan zirveler ve görüşmelere bağlar. Sonuç malum, etrafa mavi boncuk dağıtma ve söylenen beklenen değişikliğin yapılmamasıdır. Nitekim 1981-Mart’ında 506 sayılı SSK’da yapılan değişiklik, Türk-İş’te bir tartışma konusu olması üzerine Türk-İş Başkanı İbrahim Denizcier, yapılan değişikliğin geriye yönelik hükümler içerdiğini ve bu olumsuzluğun Haziran ayında yeniden ele alınarak düzeltileceğinin kendisine bildirildiğini açıklar. (25) Üzerinden kaç Haziran geçti, kendi ömrü, bile vefa etmedi. Şevket Yılmaz bu tür açıklama yapamaz, çünkü hükümet kapısında, bekler kaldı.
4- Toplu iş sözleşmesi ile alınacak yıllık ikramiye toplamı sınırlandırılır (19 Nisan 1981).
5- Toplu pazar(sız)lık sistemi kaldırılır ve sözleşmeler Türk-İş’inde üyesinin yer aldığı YHK tarafından bağıtlanır. 2822 sayılı yasanın öngördüğü toplu pazar (sız)hk sisteminde varlığı pekişen YHK, zorunlu tahkimi gerçekleştirmenin bir aracı işlevini görür.
6- Kıdem tazminatına tavan getirilir (17 Eylül 1980).
7- Genel tatil günleri azaltılır (Mart 1981).
8- 1402 sayılı sıkıyönetim yasasının uygulaması ile işten atmalar, işsizliğin daha da artması sebebi olur.
9- Emeğin ulusal gelir dağılımında payı ve ücretlerin satın alma gücü azalır.
10- İşçinin çalışma koşullarının daha da kötüleştiği ‘serbest bölge’ uygulamasına geçilir.
Bu listeyi daha da uzatmak mümkün.
Peki, bu saldırılar karşısında Türk-İş’in işlevi ne yönde olur?
1- Hakların bir çırpıda yo kedilisine, seyirci kalan Türk-İş, ancak iş işten geçtikten sonra göstermelik “tavır” alır.
2- Genel sekreterini, Eylül hükümetine bakan olarak verir.
3- YHK’na üye vererek, böylece onun varlığını benimsemiş ve uygulamalarının ortağıdır.
4- Resmi sendikasızlaştırma ve depolitizasyon politikasının etkin olmasına, sessizliğiyle yardımcı olur.
5- Sınıfın gücüne hiçbir zaman inanmayan bir sendikal anlayışı savunmuş ve “çalışmalarını” sermaye ve resmi otoriteden rica üzerine temellendirmiştir.
Bunlar ve sayılabilecek diğer özellikler Türk-İş’in işçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesini esas almayan sınıf düşmanı, bu anlamda resmi ideolojinin güdümünde bürokratik sendikal anlayışı savunduğunu gösterir.

1.5.-Anayasa’ya “Ev-et”
Burjuvazinin devleti “yeniden” organize etmesinin başlangıcı Eylül darbesinin fiilen yasaklayıcı faaliyetinin sonucuna uygun yasal düzenlemenin belirgin “sınırlayıcı ve baskıcı” özelliği, ’82 Anayasasının özünü oluşturur.
Konsey üyesi generallerin atamalarından oluşan Danışma Meclisi, 23 Kasım 1981 tarihinde Anayasa Komisyonu’nu “seçeri’ Komisyon çalışmalarına başladığında aralarında Türk-İş ve TİSK’in de bulunduğu kurum ve •kuruluşlara 25 Aralık 1981 tarihinde gönderdiği bir yazıyla Anayasa konusundaki düşünce ve görüşlerini bildirmelerini ister. Türk-İş cevabi yazışım 15 Şubat 1982’de gönderir.
Türk-İş toplam üç sayfa olan cevabi yazısında iki başlık altında alt başlıklar halinde, hazırlanacak Anayasa konusunda düşünce ve görüşlerini açıklar.
Türk-İş’in cevabi yazısından: (26)
1-157 maddeden oluşan ’61 Anayasası’nın sadece beş (Md: 47, 129, 130 ve 131) maddenin hükümlerinin korunması,
2- Siyasi partilere ülke düzeyinde baraj uygulaması,
3- Ülkemiz gerçekleri ve gerekleri” göz önünde tutularak, “yürütme gücünü kuvvetlendirici” kurallar ve düzenlemelerin yapılması,
4- Çift meclis uygulamasının terk edilerek, tek meclis sistemine dönelmesi,
5- Yargı gücünün mutlak bağımsızlığı korunmalı, fakat bu gücün kendisini yasama gücü yerine koymasının engellenmesi,
6- (Aynen cümle) “Türk-İş mevcut anayasamızda “müeyyide’ bulunmamasını önemli bir eksiklik olarak görmektedir”. Yani anayasada müeyyide konusuna, diğer bir anlatımla cezalara yer verilmesi (böyle bir hüküm istemi TİSK önerileri arasında bile yer almadığı gibi bu, genelinde burjuva hukuku açısından Anayasa hukuku konusunda bir literatür katkısı olarak ele alınmalı, NO.)
(Müeyyide konusuna Şevket Yılmaz, dört yıl sonra açıklık getirir: “Gelecek olan parlamentonun istediği gibi hareket etmesini önlemek için müeyyide koyalım dedik” der ve devamında ne ilgisi varsa “hür sendikacılığın tam manasıyla işlemesi için… YHK ve grev meselesinden dolayı” diye açıklar. (27)
7- İş ve çalışma hayatı ile düzenlemelerin İLO’nun parlamento ve hükümetlerce kabul edilen ilke ve kararlara uygun yapılması gibi düşünceler yer alır. Türk-İş’in toplam üç sayfalık Anayasa taslak metninde bazı genel tekerlemeler dışında, bulunması istenilen hükümler bunlardır.
’82 Anayasası incelendiğinde bu hükümlerin hepsi (bazı eksikliklerine karşın) yer aldığı yorumu, saptırma ya da bir zorlama olmadığı kanısındayız.
TİSK ise Anayasa Komisyonuna çok daha geniş ve ayrıntılı olarak hükümlerin bulunduğu 21 sayfalık teklif sunar.
Her iki taslak dikkate alındığında, ’82 Anayasası esas olarak TİSK’in ve tali/yardımcı olarak Türk-İş’in önerileri doğrultusunda hazırlanmış olduğu söylenebilir.
Türk-İş Temmuz 1982’de ilan edilen Anayasa tasarısına, referanduma kadar geçen sürede eleştirmesine karşın, ancak aradan dört yıl geçtikten sonra “Anayasa değişmelidir” diyebilir. Benzer yöntem çalışma hayatıyla ilgili yasaların da hazırlanmasında etkin kılınır. Önce “sessiz ol, destekle” ve sonra “yakın; şikâyet et” yöntemi etkin kılınır, diğer bir anlatımla önce “onaylayıp” sonra “yakınma” yöntemi işlerlik kazanır. Böyle bir yöntem farklılığı, tabanın gelişen mücadelesi önünde gerilemeden kaynaklanır.
Anayasa konusundaki çalışmaların geçiştirici ve yetersiz olduğu, 12. Genel Kurul’da (Mayıs 1982) Türkiye Gazeteciler Sendikası Başkanı Nail Güreli tarafından gündeme getirilir ve toplam 544 sayfalık raporda böyle önemli bir konuya ancak 3 sayfanın yer aldığını söyleyerek, yönetimin bu konudaki çalışmalarını eleştirir. (28)
Hatırlatma: O günkü koşullarda Anayasa dâhil pek çok konu üzerine tartışmalar sınırlı sayıda kişi ya da kurum tarafından yapılır. Çünkü ülke tümden açık cezaevi koşullarında olup, değil fikir beyan etmek “düşünmek” fiili bile yargılama konusu olur.
Türk-İş yönetimi önceki üç sayfalık taslak çalışmasını “unutturmak” istercesine, Anayasa tasarısı üzerinde yoğun bir çalışma temposuna girer. Demeç üstüne demeç verir ve birden fazla broşür çalışması yapar.
Bu açıklamalarda, Anayasa tasarısının işveren isteklerine uygun hazırlandığı, “derin bir kaygı içinde” oldukları ve bu tasarının aynen benimsenmesi halinde “sağlıklı bir demokrasi” kurulamayacağı düşünceleri savunulur.
Etkisi ne olur ve sonuç?
Konsey’e önerdiğimiz gerekçeli 45 maddelik “hususlardan 6-7 tanesi yapıldı” ve bunlardan birinin de check-off olduğunu söyleyen Şevket Yılmaz, ileride parlamenter demokrasiye geçileceğinde diğerlerinin de “halledileceğine inandık” ve hatta o günlerde bunun sözünü o ihtilali yapanların bir kısmından aldık, ama bugün “yetkili değilim” diyorlar, diye açıklama yapar. (29) Aynı Şevket Yılmaz, Mayıs- 1985’de Bursa’da yapılan toplantıda ise Konseyin Anayasa konusundaki çalışmaları hakkında şöyle konuşur: “Şükranla belirtiyorum. Tüm uyarıları miza rağmen Danışma Meclisi’nin tutumunun aksine, isteklerimize kulak verildi. Sendikacılığın sonu olacak düzenlemelere iltifat edilmedi. Düzeltmeler yapıldı. Her görüşümüzün paylaşıldığını ifade etmek istemiyorum” der. (30) Yani Şevket Yılmaz, değişikliği önerilen 45 maddeden 6 ya da 7 tanesini dikkate alan Konseye “şükranlarını” sunuyor ve varlıklarının temel gerekçesi bu değişiklikler olduğunu söyleyerek, geleceğe yönelik verilen güvenceleri yineliyor. Yalnız bu düşüncelerin üç ve dört yıl sonra söylendiği hatırlanmalıdır.
Peki, referandum öncesi Türk-İş yönetimin düşüncesi nedir?
4 Kasım 1982 tarihinde Türk-İş İcra Kurulu açıklaması: “İşçi hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmayacağı yolunda verilen sözleri 7 Kasım’da halkoyuna sunulacak Anayasa metni ve davet adına sürdürülen resmi tanıtma çalışması teyit etmiştir” denir. (31) Bundan bir gün sonra yani 5 Kasım’da Türk-İş yönetimi yayınladığı bildiride, yeni Anayasanın en önemli özelliğinin “normal, demokratik parlamenter düzene geçiş yolunu” açmakta olduğu dikkat çekilerek, işçi (yani Türk-İş N.O.) isteklerine gösterilen özenin, çalışma hayatıyla ilgili olarak çıkarılacak yasalarda da sürdürülmesi istenir. (32) Konseye o derece güven duyulurla, Anayasada gösterdiği dikkatin çıkarılacak diğer yasalarda da devam etmesi arzulanır.
Bunlara ve açıklamalara ek olarak Şevket Yılmaz’ın referanduma üç gün kala radyo ve televizyonda yaptığı konuşmada, sandık başına gidilmesini ve biran önce demokrasiye geçişin sağlanmasını ister. Oylamada olumsuz oy olarak nitelendirilen “Hayır” veya “Geçersiz” oy kullanma ya da “Hiç katılmama” türünden propagandaların yasaklandığı koşullarda, Şevket Yılmaz’ın konuşması “Evet” oyu kullanılması anlamına gelir. Zaten Türk-İş yönetiminin açıklamaları da bu yöndedir.
Bu radyo ve televizyon konuşmasını, Teksifin çıkardığı bir yayında şöyle yorumlanır: “Türk-İş Genel Başkanı Yılmaz tarafından 4 Kasım 1982 tarihinde Türkiye Radyo ve Televizyonundan yayınlanan açıklamanın metni ‘Türk milleti 7 Kasım 1982 günü mutlaka sandık başına gitmelidir’ diye başlamakta… Açıklamada, sık sık ‘demokrasiye bir an önce geçiş’ isteği özellikle yer alıyordu… Biran önce parlamenter demokrasinin yeniden kurulması isteğinin, ‘evet’ oyu kullanınız anlamına geldiği söylenebilir… Anayasa, oylaması, Türk-İş’in ulusumuzun yüzde 92’sinin duygularına tercüman olduğunu kanıtlamıştır” der. (33) Şevket Yılmaz’ın sendikası Teksif’in bu yayını olabilecek tüm kuşkuları .ortadan kaldırıyor.
Yani Türk-İş yönetiminin politikası: “evet” dediği Eylül’ün: yardımcı olmayı benimsediği Generaller Konseyi’nin ve Genel Sekreterinin Bakan olduğu hükümetin hazırladığı, Anayasaya “Evet” demesi, politik düşünce bütünlüğünün zorunlu bir parçasıdır.
Şu da hatırlanmalı, 7 Kasım 1982 tarihinde atılan oyun iki işlevi var: birincisi, Anayasa referandumu ve ikincisi Cumhurbaşkanı seçimi.
O sebeple her Anayasaya “evet” oyu, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı için tek adaya da “evet” anlamına gelir.
Anayasaya “evet”: devletin kurumlarının “yeniden” organize edilmesinin/güçlendirilmesinin; sermayenin çalışma ve yaşam koşullarını daha da kötüleştiren saldırısının; kan ve can pahasına kazanılan hakların gaspının ve emeği baskı ve zulüm altında tutmanın yasal düzenlemesine “Evet” demektir.

1.6.- “Rica” Sendikacılığı mı?
Türk-İş, “evet” dediği ’82 Anayasasının nasıl bir sendikal düzen ve nasıl bir toplu pazar(sız)lık sistemi öngördüğünü bilmezlik edemezdi.
Zaten genelinde öngörülen siyasi rejim ve özelinde belirtilen endüstriyel ilişkiler sistemi benimsenerek, Türk-İş tarafından Anayasaya “evet” denmiştir. Aksi, nasıl açıklanabilir?
’82 Anayasası’nın Devleti Öne çıkaran ve pekiştiren iki özelliği: Birincisi, “güçlü devlet, güçlü iktidar” arayışından hareketle Devletin bireyin önüne konması; ikincisi, hak ve özgürlüklere sınırlamalar/yasaklamalar getirilmediğinde devletin gücünün zayıfladığı ve o sebeple, hak ve özgürlüklere belirgin sınırlamalar/yasaklamalar öngörmesi sayılabilir.
Sayılan bu iki özellik, Anayasanın bütünü için geçerlidir.
Çıkarılan yasaların Anayasa’nın ilgili maddesiyle uyuşması zorunluluğu ilkesinden hareketle, endüstriyel ilişkilerle ilgili benimsenen sistemin esas düşünce kaynağı anayasa olmaktadır.
Anayasada, sendikaların temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına (Md.13) aykırı hareket edemeyeceği (Md. 52); menfaat uyuşmazlığında yalnızca kısıtlı koşullarda grev yapacağı, lokavta güvence verildiği ve YHK’nın kurumsallaşmasıyla zorunlu tahkimin öngörüldüğü (Md. 54); sendika kurma (Md. 51) ve TÎS yapma (Md. 53) yasa hükümleriyle benimsenen endüstriyel ilişkiler düzeninin belirgin özelliği, ILO standartları acısından bile sınırlayıcı ve baskıcı olduğudur.
Anayasanın bu hükümleriyle: Sendika enflasyonunu önleme adına işkolu düzeyinde sendika kurulması ve kurucularda aranılan şartlar sebebiyle örgütlenme, seçme ve seçilme “özgürlüğü” daha da kısıtlanır; ideolojik grevler yapılıyor gerekçesi ile hak grevi yasaklanır ve menfaat uyuşmazlığı halinde kısıtlı grev uygulaması benimsenir, lokavt anayasal güvenceye kavuşur ve sendikal faaliyet kısıtlanır.
Türk-İş’in sendikalar ve toplu pazarlık kanunları ile ilgili yaptığı çalışmalar:
İlki 6 Şubat 1983 tarihinde, ikincisi yaklaşık bir ayı aşkın bir süre sonra 14 Mart 1983’de olur. (34) İkincisi aynı zamanda, 6 Şubat 1983’de Generaller Konseyi Sekreterinin, Sendikalar ve Toplu Sözleşme, Greve ve Lokavt Kanunları taslağını Türk-İş’e göndermesi sebebiyle hazırlanan altı sayfalık bir cevabi yazıdır. Bir açıklama olan ilki ise üç sayfadır. Bu durumda ikinci yazıya yönelik gözlemler birincisini de kapsar.
1- Sendika Kurma: İşçilerin (lütfen dikkat, çalışanların değil N.O.) sendika kurması öngörülmekle, bu sendikal haktan memurların yararlanamaması savunulur. Ki, Şubat tarihli açıklamada ise (sadece bir sefer kullanılır) çalışanların, sendika kurabilme hakkının olması yer alır. Fakat Mart’ta ki yazıda çalışanlar sözcüğüne yer verilmez, hep işçiler diye geçer. Bunun için taslağın inceleniyor olması gerekçe olamaz. Bir yerde yasak savma türünden sendika kurmanın zorlaştırılması ile sendikal örgütlenme alanının daraltılmasından bahsedilir.
2- Sendikalara Denetim: Türk-İş, sendikaların dıştan “idari ve mali denetime” tam olarak karşı değil ve denetimin “belirsizliği” yönünde kuşkular ileri sürer.
3- Sendikalarda Seçme/Seçilme: Sendikalarda yöneticilerin seçimlerine yönelik kısıtlamaların “deneyimli kadroların (siz, sendikal bürokratların diye okuyunuz NO.) tasfiyesine yol açabilecek düzenlemelerle seçilme engeli getirilerek; seçilenin görev süresini sınırlayarak, emeklilik hakkı ile yöneticilik görevi arasında bağ kurularak, yöneticilerin işçileri serbestçe temsil edebilmek hakkı”nın sınırlandırılmasından doğan kuşkularını belirtir.
4- Toplu Pazarlık Düzenine Sağlıklı İşlerlik Kazandıramayacak Noktalar: Grev hakkının kullanılmaz hale getirilmesi (açık değil N.O.); grev yasaklarının artırılması ve yetkili sendikanın tespiti yöntemi birer kaygı kaynağı olarak yazılır. Ve hatta iktisaden zayıf karşısında devletin “adeta taraf haline getirilmek” istendiği belirtilir.
Türk-İş yöneticileri bu açıklamaları ile, Sendikalar Kanunuyla ilgili taslakla özellikle sendikal bürokratların varlığını daha da koruyucu önlemlere yer verilmesi istenirken, memurların sendikalaşma hakkından ve sendikal örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanmasından bahsedilemez. Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanun taslağı ise sadece bir maddeyle geçiştirilir. YHK’nın varlığı ile zorunlu tahkimin öngörülmesi, lokavt yasağı ve grevde çadırın olması gibi istemlerde değil ısrarlı olmak gündeme bile getirilip yazılmaz.
Sendikalar ve Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunları 5 Mayıs 1983 tarihinde, kabul edilir.
Yasaların bu hükümlerle çıkması, Türk-İş’in sayesinde olduğu söylenir ve aksine “Türk-İş olmasaydı, işçi hakları çok daha fazla budanacaktı” diye açıklar, Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri Kaya Özdemir. (35) Aynı zat-ı muhterem, Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası seminerinde, yetkili sendikanın belirlenmesi için işkolu düzeyinde öngörülen (2822) sayılı yasa, Md. 12) yüzde 10’luk barajla ilgili olarak “ülkeyi ekonomik ve siyasi istikrara kavuşturmak isteyenler bu barajı zorunlu görmüşler. Getirenlerden Allah razı olsun” der. (36) öp babanın elini… Zaten 11. (Mayıs 1979) ve 12. (Mayıs 1982). Genel Kurulları arasında ve özellikle 1980’den sonra Türk-İş, teşkilatlanma faaliyeti de aynı işkolunda federasyonları ve sendikaları birleştirme gayreti gösterir ve başarılı da olur. (37) 2821 sayılı yasa çıkmadan önce işkolları düzeyinde örgütlenmeye özel önem verilmesi ve arkasından yasanın çıkması, bir rastlantı mıdır? Çünkü Kaya Özdemir, işkolu düzeyinde sendikaların örgütlenmesini bir nevi sevinçle karşılıyor.
Yasaların kabulünden iki gün sonra 7 Mayıs’ta Türk-İş İcra Kurulu bir açıklama yapar: (38)
2821 sayılı Sendikalar Kanunu: Taslakta bazı değişiklikler yapılmasıyla kaygının azaldığı belirtildiği halde, sendika kuruluş şartlan, bazı grupların sendikalaşma hakkından yoksun bırakılması ye sendika yönetimine müdahale hükümlerin olması birer kaygı kaynağı olarak belirtilir. Buna karşın şube düzeyinde örgütlenme şartında öngörülen koşulların hafifletilmesi, “deneyimli sendika kadroların” derhal tasfiyesi ile sonuçlanabilecek yaklaşımın terk edilmesi”, sendikaların eğitim ve kooperatifçilik faaliyetleri yapmasının korunması ve sendikaların “ön izne karşın” uluslararası sendikal hareketlere üye olabilme hakkının korunması olumlu düzenlemeler olarak yer alır. Olumlu düzenlemelerin, eleştirilen hükümlerden daha fazla olduğu anlaşılıyor.
2822 sayılı Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu: Grev yasakların artırılması, grev hakkının kullanılmasının güçleştirilmesi ve zorunlu tahkimin egemen kılınması gibi hükümler birer kaygı olarak açıklanır, yetkili sendikayı belirleme yöntemi “unutularak”. Bu yasayla ilgili kısım oldukça kısa tutulmuş.
14 Mart ve 7 Mayıs tarihli yazı ve açıklamalar incelendiğinde; kaygılarını kendi konumlarıyla ilgili hükümlerde yoğunlaştıran Türk-İş bürokrat yöneticileri, esas olarak üyesi bulunduğu (ve sonradan ağzından hiç düşürmediği) Uluslararası Çalışma Örgütü-ILO ilkeleri açısından bile değerlendirmeler yapmaz. Konuya geçiştirici tavırla yaklaşır. Şaşırtıcı hiç değil. Uygulama döneminde ise, “ah bu yasalar” yakınmasına başlar, aynı bürokratlar.
Anayasaya “evet” diyen Türk-İş yöneticileri, sonradan “tasarı atağı” (ki ileri sayfalarda incelenecek) yapmış olsa da Anayasa esas alınarak Genel Sekreterinin de Bakan olduğu Hükümetin çalışmalarına göre çıkarılan 2821 ve 2822 sayılı yasalara ve öngördüğü sisteme de “evet” dediğini ifşa etmiş olur. Bu konuda yukarıda yaptıkları açıklamalar kendilerini, bu anlamda ele veriyor.
Nitekim bu yasalar, Genel Başkan Şevket Yılmaz’ın deyişiyle “pırlanta” (39) gibi bir Hükümet Başkanının döneminde kabul edilmedi mi? Ayrıca sevgili sekreterinin Bakanlığını da unutmazdık eder mi?
Türk-İş’in bu yasalara ilişkin görüşlerini geleceği dikkate alarak “yarınlar düşünülmüştür” diye açıklayan aynı Şevket Yılmaz, devamında “işveren kesiminin aynı sorumlu bakış açısını benimsediği söylenemez” der. (40) Eh el insaf! Hem yasalarda “TİSK’in düşünceleri esas olarak yer alıyor” diyeceksin ve hem de aynı kesimi “düşünceli” davranmamakla eleştireceksin. Aslında kendi konumunun açmazlığını ortaya koyuyor.
Kıdem Tazminatı Fonu başta gelen bir talep olarak ele alınan TİSK’in 15. Genel Kurulu’nda konuşan Şevket Yılmaz “check-off hariç tüm işveren isteklerine ‘evet’ dediği’ hatırlanırsa; (41) 1979 yılından beri TİSK’in yasalarda olmasını istediği düşünceler hiç değişmedi ve sonunda 2821 ve 2822 o istemlere göre hazırlandığı dikkate alınırsa ve sermayenin aynı mesleki örgütünün istemlerinin yasallaşmasına Şevket Yılmaz ve Örgütü Türk-İş’in yöneticilerinin “hayır” demesi düşünülebilir mi?
Demesi halinde inandırıcılığı tartışmalı olup, vaziyeti kurtarma için yapıldığı düşünülmeli. Zaten tabanın kıpırdanmasına bağlı olarak Türk-İş yönetimi, yasal mevzuatta önce 2821 ve 2822 sayılı yasanın ve sonradan Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi istemini gündeme getirir. Yani Türk-İş yönetimindeki görülen bu tavır “değişikliği” sebebi, tabanda gelişen kıpırdanmadır.
Bu yeniden düzenleme ile sendikaların faaliyet alanında sınırlı fonksiyonlar üstlenmesi öngörülür. Bunun yeni bir dönem olarak nitelendirilip “kötünün iyisini aramak durumunda kalan sendikacı işverene ricacı duruma” gelmesi anlamında “rica sendikacılığı” denir. (42)
Yeni düzenlemenin olduğu döneme yasal mevzuat açısından karikatürize etmek için “rica sendikacılığı” denirse de, sınıf mücadelesinde “lütfen” ya da “rica” yöntemi benimsenemez. Çünkü emek-sermaye çelişmesinin hâkim olduğu bir düzende, emeğin “rica” etmesi değil; sermayeye karşı hem kendi varlığını koruması ve geliştirmesi ve hem de emeğe dayanan bir üretim tarzı için mücadele etmesi tarihsel bir zorunluluktur.
Canlı örnek, hatırlarda; Nisan 1989 bahar eylemleri…
Kısaca 2821 ve 2822 sayılı yasaların öngördüğü model: Sendikaların adeta kurulmaması şartları tespit edilir; sendikalar üzerinde resmi otoritenin denetimi artırılır; sendikaya üye olmayı sınırlayıcı ve caydırıcı engeller getirilir; sendikaların seçme ve seçilme hakkı daha da kısıtlanır; dayanışma aidatı uygulaması benimsenir; sendikal alanda Türk-İş’te tekelci yapılanım güçlendirilir; YHK kurumsallaştırılır; hak grevi yasaklanır ve grevin menfaat uyuşmazlığı halinde kısıtlı uygulaması öngörülmesi vs. özellikleri içerir.
Yasaca öngören bu “rica” sendikacılığına ve sendikalar bürokratlara karşın, yaşanılan her gün de işçilerin çıkışlarıyla/eylemleriyle giydirilen elbisenin söküldüğünün örnekleri yaşanıyor.
Toplumsal ve sosyal bu gelişmenin ürünü olarak, yarınlarda şenlik yaşanılacak…

1.7.- “Suçlanan” DİSK
Generaller Konseyinin 8 numaralı bildirisiyle DİSK, MİSK ve HAK-İŞ’in taşınır ve taşınmaz tüm varlıkları denetim altına alınır. Son iki konfederasyon, DİSK’in örgütlülüğünün yaygınlaşması ve güçlenmesinde karşılık olarak kurulur. Bu iki konfederasyondan MİSK, MHP ile HAK-İŞ, MSP ile olan ilişkilerinden dolayı Eylül uygulamasına bir süre için maruz kalır. DİSK hakkında ise dava açılır. Önce 19 Şubat 1981 tarihinde HAK-İŞ’in ve 1984 yılında MİSK’in üzerindeki denetimler kaldırılır. Eylül’ün bu tür icraatından TÜRK-İŞ “nasiplenmez”, fakat bir süre için de olsa ona bağlı Petrol-İş ve Yol-İş sendikalarının bazı illerde faaliyetleri durdurulur.
Sendikalara yönelik bu uygulamalar, Türk-İş’in Eylül sonrası ilk olağan Yönetim Kurulu toplantısında gündem maddesi olarak tartışılır ve bu tür soruşturma ve kovuşturmanın hiç şüphesiz sürdürüleceği beklentisi açıklanır. (43) Sürmemesi istemi dikkate bile alınmaz.
Türk-İş yönetimi yanılmaz; öyle de olur, soruşturma ve kovuşturmalar devam eder…
Acaba 10 Eylül’de Türk-İş yönetimine Bakanlık teklifi yapıldığında, uygulanması istenen bir program belirlemesi de talep edilmiş olabilir mi? Çünkü geleceğe yönelik beklentileri hep, Generaller Konseyi uygulamalarına çakışıyor ve onun için böyle bir soru önem kazanıyor.
1967-Şubat’ında yeni bir arayışın ürünü olarak doğan DİSK’in iki bin dolayında üye ve yöneticisinin gözaltına alınması sonrasında, 25 Haziran 1981 ‘de 52 idamlı dava açılır. Davaya 24 Aralık 1981 tarihinde başlanır ve 23 Aralık 1986’da (Türk-İş’in 14. Genel Kurulu sırasında) birinci aşaması bitirilerek, dosya Yargıtay’a gönderilir. Diğer sendika davaları: Bank-İş (kapatıldı), Yeraltı Maden-İş (kapatıldı) ve Türkiye Yazarlar Sendikası (açık) vs.
DİSK’in yargılanması yalnız Eylül mahkemeleri tarafından olmaz, bu kervana Türk-İş’te katılır. Bu tavrıyla hem vefa borcunu öder ve hem de önceleri söyleyemediğini söylemenin rahatlığını yaşar.
Türk-İş yönetimi üyesi olduğu uluslararası sendikal örgüt ICFTU’yu gönderdiği ilk yazılı belgede “DİSK’in sendikal faaliyetlerinden değil, yöneticilerinin siyasal eylemlerinden ötürü yargılandığı” ileri sürülür. (44) Buna karşın, ICFTU, DİSK’in faaliyetinin askıya alınması, yöneticilerin tutuklanması, sendikal haklara indirilen bir darbe olarak değerlendirilir. ILO’da benzer davranış içindedir. Türk-İş ise eline kına yakıyor.
Fakat Türk-İş, Türk-İş’i yalanlıyor; 12. Genel Kurul Çalışma Raporunda ise “12 Eylül harekâtı sırasında diğer işçi kuruluşları faaliyetten men edilirken, sadece Türk-İş’in açık tutulması da göstermektedir ki, Türk-İş gerçek anlamda tek isçi kuruluşudur ” diyerek, (45) DİSK’in sendikal faaliyetinin neden yasaklandığını açıklamış olur. ICFTU’ya yazıldığı gibi yöneticileri hakkında soruşturma sürdürülüyor olsa, DİSK’in faaliyeti neden yasaklanmış olsun? Utanmazca, “gerçek anlamda işçi kuruluşu” olmanın kıstası olarak Eylül onayı ile kapanmamayı gösterir ve bunu da Türk-İş’te somutlar.
Türk-İş Genel Teşkilatlandırma Sekreteri Orhan Er-çelik, Türk-İş’in açık olduğu ve bununda sebebinin Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Eylül’de ilan ettiği hedeflerin “30 yıllık mazisinde Türk-İş’in sürekli savunduğu ve adım adım gerçekleştirmeye çalıştığı hedefler” olduğunu açıklar. (46) Böylece Türk-İş’in açık kalmasının ve DİSK’in kapatılmasının sebebi tereddüt edilmeyecek bir şekilde, açıklığa kavuşturulur.
Türk-İş’in yöneticileri esasında DİSK’in faaliyetleri sebebiyle fiilen kapatıldığını bildikleri halde, ICFTU’yu yanıltmaya çalışırlar. Neden? Türk-İş’in Eylül sonrasında ICFTU’ya gönderdiği yazı, ancak 6 yılı askın süre sonra gün ışığına çıkar. 12. Genel Kurulunun Çalışma Raporunda, uluslararası ilişkiler bölümünde, böyle bir yazışmadan bahsedilmiyor.
Anlaşıldığı üzere Türk-tş yönetimi, aynı konuda farklı çevreler için farklı bilgiler veriyor. Bu sadece bir örneği olup, araştırmanın yapılmasına bağlı olarak bu sayının hayli artması mümkün. Çünkü bürokrat sendikacılığın bir özelliği de, yalancılık…
Bu dönemde Türk-İş’in hiçbir kovuşturmaya uğramaması, sendika yöneticileri tarafından nasıl yorumlanır?
Türk-İş hedeflerinin Generaller Konseyi hedefi ile çakışmış olmasının bir gereği olarak açıklanır. 1980 Aralık ayında Türk-İş İcra Kurulu üyesi Kaya Özdemir, o sıra tutuklu olan sendikacılar için “Türk sendikacılığını gerçek yolundan saptırarak dış kaynaklı bazı hedeflere, bazı ideolojilerin emellerine alet kılmak isteyenler, 12 Eylül’ün asıl sebebidirler” diye açıklama yapıyor. (47) ABD’nin bölgesel politikasını etkin kılmanın bir aracı AAF-LI ile Türk-İş’in can/ciğer “dost” olmasına değinmiyor. Çünkü bu ilişki sebebiyle kursağında ABD’nin ekmeği var. Ekmek yediği Kapıya… değil ya.
Eylül öncesi Türkiye sendikal hareketinde varolan farklı anlayışlara değinerek, “devlete kafa tutmanın kahramanlık” gibi gösterilmesini, işyerlerinin işgal edilmesini ve ulusal servetimizin yakılıp yıkılmasını “cesur sendikacılık diye yutturulmaya çalışıldığı karardık günleri” birlikte yaşadık diyen Türk-İş yönetimi, benimsediği “ağırbaşlı ve vakur (siz, teslimiyetçi ve hantal diye okuyunuz N.O.) tavır aleyhine menfi propagandaların” sürdürüldüğü ve özellikle DİSK’le “aramızdaki yapı farklılığı, uzun sure aleyhimize” bir koz olarak kullanıldı diye, 12. Genel Kurul Raporunda yazar. (48) Artık DİSK de olmadığı için rahat olduklarım ima etmiyor, açıklıyor ve savunuyor.
Artık “cesur sendikacılık” yapacak hiçbir sendika ya da konfederasyon kalmadığının rahatlığını Türk-İş, “ağırbaşlı ve sorumlu” politikasının mükâfatı olarak faaliyetinin sürekli kılınması sağlanır.
Türk-İş dışında diğer sendika ya da konfederasyonlar, sınıf sendikacılığını rehber edindikleri için faaliyetlerinin durdurulduğunu ya da bir süre için yasaklandığı düşüncesinde olmadığımız hatırlanmalıdır.
Savunduğu sendikal anlayışın ve geçmişinin verdiği güvenin takdiri olarak, Türk-İş’in aynen devamı sağlanır.
Türk-İş yönetimi “hizmette” kusur etmemenin bir gereği olarak, TÜSİAD’ın kamu “yararına” faaliyet gösteren bir dernek olarak kabulünü ve DİSK’inde işçiler “aleyhine” çalışan bir sendikal hareket olduğunu onar, Bakan olan Genel Sekreteri şahsında.
“12 Eylül öncesinde DİSK’in sorumsuz ve kanunsuz faaliyetleri esas aldığı ve zaman zaman Türk-İş’i buna çekmeye gayret gösterdiği ve 1980-Şubat’ında DİSK’in önerdiği eylem birliği teklifine Türk-İş’in “Hayır” dediği yazılır, 12. Genel Kurul raporunda. (49)
Türk-İş’in 12. Genel Kurulu Eylül sonrasında ilk kongre olduğu için çalışma raporunda, Eylül’e güven tazelemeyi unutmadan Türk-İş’in neden faaliyetini “sürdürdüğü” açılırken, mukayeseli olarak DİSK’e de yollama yapılır. Bu raporda bu türden sayfaların sayısı az değildir.
Yine aynı kongrede, TÜSİAD’ı kamu “yararına” çalışan derneklerden sayılması konusunda Sadık Şide’nin de imzası olduğu hükümet kararım yayınlayan resmi gazetenin fotokopisi delegeler arasında dağıtılır.
Sendikal bürokrat Bakan Şide, kongrede konuşması sırasında derneğin ismini vermeden bu konuya da değinir: Sadık Şide, bizim aleyhimize bir kuruluşun kamu yararına olması için imza etmiş diyorlar. Yalandır, Orgeneral Kenan Evren’in de Başbakanın da imzası var. Demeğin amacı karma ekonomiyi batı uygarlığına ulaştırmaya sağlamaktır” diye konuşur, daha doğrusu savunur ve devamında, Konsey yönetimi “göreceksiniz… emeği ile çalışanları koruyacaktır” der. (50)
Kimi koruduğu malumunuz…
Nasıl görev yaptığını da açıklamış oluyor. Kendisi üzerinde olanların imzasının varlığı, Şide’nin imzalaması için yeterli neden olduğunu söylüyor.
Türk-İş’in sendikal anlayışı; sermayenin önemli işlevlerini yerine getiren o dönem ve sonrasında Turgut Özal’ın ve kalburüstü bütün tekelci burjuvazinin temsilcilerinin örgütü TÜSlAD’ı aklarken DİSK’i yargılar.
Bir olguyu aktarım, bin tekrardan daha öğreticidir.
Peki, bürokrat sendikal anlayış kime mi hizmet ediyor?
Sınıf düşmanı ve resmi ideoloji güdümündeki sendikal anlayış, kime hizmet eder ki?
DİSK’in davası kararı ile Türk-İş’in 14. Kongresi aynı tarihe çakışması üzerine, genel kurulda tartışma olur. Bazı sendikacıların ve ICFTU temsilcilerinin girişimiyle, mahkeme kararım kınayan bir önergenin hazırlanması ve kongre karan haline getirilmesi istenir. (51) Aralık’ta, ICFTU ve ILO’ya hesap verebilme adına karar taslağının genel kurula sunulacağım, Şükran Ketenci yazar. (52)
Fakat bir gün sonraki yazısında da, tekzip etmek zorunda kalır. Çünkü hazırlanan 2,5 sayfalık karar taslağının bir-buçuk gün Şevket Yılmaz’ın cebinde dolaştığım ve 26 Aralık’ta öğleden sonra “komisyon kararları sonrasında genel kurul gündemine getireceğini” söylediği halde, konu geçiştirilir ve kongreye sunulmaz.
Yani Şevket Yılmaz, Türk-İş yönetiminin o zamana kadar ki politikasının “vebalinden” kurtulması adına alınması istenilen mahkeme kararını kınayan kongre karan taslağım hazırlattığı halde, genel kurula sunmaz.
Eh… hizmette kusur da yoktur, sınır da…
Türkiye sendikal hareketinde mücadele ederek kazanımlar sağlanmasının temsilcisi DİSK’in faaliyetine Eylül Generalleri tarafından son verilirken, Türk-İş yönetimi de onların yanında yer alır. DİSK’in tasfiyesinin amacı, işçi sınıfına gözdağı vermekti.
Verilebildi, denebilir mi? Yaşadıklarımız…

1.8.- Resmi Sendikasızlaştırma Politikası
Sendikal bürokratların resmi ideolojiye ve sermayeye hizmette kusur etmemesine karşın; çalışma hayatını yeniden düzenleme çal aşmalarında konumlarını direkt ya da dolaylı etkileyen hükümler, özellikle Türk-İş yönetimi tarafından “sendikal hak ve özgürlüklere” yönelik girişimler olarak nitelendirilir. Bu ses, bürokrat sendikacıların kaygılarını azaltan ya da yok eden değişmelerin yapılmasına bağlı olarak kısılır ya da kesilir. Zaten resmi ideoloji, sendikal bürokratların sınıf içinde teşhir olmasını kendi sendikasızlaştırma politikasının bir gerekçesi olarak değerlendirir. Esas olarak, sınıfın gelişen mücadelesini ezmenin aracı olarak resmi ideoloji tarafından sendikasızlaştırma politikası izlenir. Sendikasızlaştırma politikaları:
1- YHK devreye sokulur ve kalıcılaştırılır.
27 Ekim 1980 tarihinde kabul edilen yasayla tüm sendikal alanı kapsayan, Generaller Konseyi’nin bu alanda emir-komuta örgütü YHK ve Türk-lş denetimine girer. Zaten YHK’nda görev yapan dokuz üyeden ikisi Türk-İş’i temsil eder. 1984-Ocak ayına kadar süreleri sona eren sözleşmeler, taraf sendikaların adına ancak onların istemleri dışında YHK tarafından yürürlüğe konur. Bu bir zorunlu tahkim sistemidir. Kurul bu işleyişle, sınıfın tüm kazanımlarını gasp etmeyi, faaliyetinin esas amacı olarak seçer.
Türk-İş yönetimi, 12. Genel Kurul’da bu kurumun bir süre için geçici olarak görev yaptığını ve bu sebeple, bu sürede bazı hakların “dondurulmasının” anlayışla karşılandığım açıklar. Ayrıca sendikal faaliyetlerin askıya alınmasını ister. (53)
Fakat bu kurumun Türk-İş’inde “evet” dediği Anayasa ile kalıcı hale getirilir. YHK’nın kalıcılaşması, toplu sözleşmelerde sendikaların devre dışı bırakılması ve kazanımların gaspının yasallaştırılmasıdır.
Zorunlu tahkim aracı YHK üyeleri nasıl çalışır?
Türk-İş’in YHK’da görev yapan iki üyesinden biri olan Tes-İş Genel Sekreteri Faruk Barut, çalışmaların gerçekten “adil olmak yerine duygusal bir takım yanlış verilere dayalı direktiflerle” yapıldığını ve ancak işçi temsilcileri sayesinde daha fazla hakkın kaybedilmesine “mani” olunduğunu söyler. (54) Kimden alındığı sorusu fazla olup, “direktiflerle” çalışan YHK’da görevli dokuz kişi, kendilerine bildirilen rolleri oynar.
Direktiflerle çalışan ve zorunlu tahkimin aracı YHK, toplu sözleşmelerin bağıtlanmasında hakların gaspı ve sendikaları devre dışı tutmanın işlevini üstlenir.
2- Sendika üyeliğinin önemini küçültmek ve işçilerin “birliğini” bozmak, diğer bir deyişle örgütsüzlüğü teşvik etmek amacıyla dayanışma aidatı uygulaması benimsenir.
3- Yeniden yasal düzenlemede grev hakkı uygulaması, sınırlı ve yasaklı sendikal “hak” biçimine sokulur.
4- Sendikal örgütlenmede yetkinin referandum yerine Bakanlık tarafından belirlenmesi ve sendikalarla ilgili devletin idari ve mali denetim uygulaması devlet güdümünde sendikacılığı pekiştirir.
5- Hem geçici işçi çalıştırması ye hem de sözleşmeli personel kanunu ile sendikal örgütlenme alanı daraltılır.
6- Çıraklık ve mesleki eğitim yasası ile bir işyerinde çalışan işçilerin yüzde 10’u oranında öğrencilerin stajyer çırak çalıştırılması kabul edilir ve bunlar hem sendikalaşamaz ve hem de grev kırıcısı duruma düşürülür.
7- İhtiyaç fazlası asker yükümlüleri, kamu işyerlerinde hem sendikasız ve hem de grev kırcısı olarak çalıştırılır.
Sayılan ve daha eklenerek uzatılabilecek şıklar, resmi sendikasızlaştırma politikasının benimsendiği ve uygulandığının hükümleridir:
Resmi sendikasızlaştırma politikasının yasal düzenlemesini, başta Anayasal olmak üzere 2821 ve 2822 sayılı yasalar ile diğer yasalar oluşturur. Ve Türk-İş’in Anayasaya “evet” dediği; 2821 ye 2822 sayılı yasaların çıkmasındaki tavrı da biliniyor. Bu anlamda, bu yasalardan kaynaklanan örgütsüzleştirme politikalarına arka çıktığın düşünebiliriz.
Sendikal mücadele açısından örgütlenmenin önemini dikkate alan burjuvazi, bu politikayı etkin kılar, örgütsüz güç çabuk yenilir. Fakat işçiler, bu saldırılara karşın sendikalarına sahip çıkmalı ve yaşatmalıdır.
Toplumsal mücadele açısından örgütlenmenin yasal düzenleme ile sınırlandırılması mümkün olamaz. Her gelişen güç, kendisini organize ederek varlığım sürekli kılar. Akan su yatağını bulur.
(Devam Edecek)

KAYNAKÇA:
1- Şevket Yılmaz, 2000’e Doğru, 6 Ağustos 1989, sf. 36.
2- Kemal Sülker, 100 Soruda İsçi Hareketleri, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 3. Baskı Sf. 78-79.
3- Türk-İş Dergisi. Eylül 1980. sy: 138, sf.1, Aktaran, Yıldırım Koç, Türk-İş Neden Böyle? Nasıl Değişecek? Alan Yay.. İstanbul 1986, sf. 87.
4- Cumhuriyet, 23 Eylül 1980.
3- Cumhuriyet, 24-25 Aralık 1980.
6- Türk-İş, 12. Genel Kurulu Çalışma Raporu (Bundan sonra, 12 GKÇR), 24-28 Mayıs 1982, Ankara, sf. 327.
7- Türk-İş, 12. Genel Kurulu Çalışmaları (Bundan sonra 12 GKÇ), 24-28 Mayıs 1982. Ankara, sf. 7.
8- 12 GKÇR. sf. 4, 24.
9- 12 FKÇ. sf. 36.
10- İbid, sf. 421.
11- İbid, sf. 399-390.
12- Türk-İş, 14. Genel Kurul Çalışma Raporu (Bundan sonra 14 GKÇR). 22-28 Aralık 1986, Ankara, sf. 126.
13- Görüş Dergisi. Aralık -1986, sy: 1, sf. 13-14.
14- Cumhuriyet, 28-29 Aralık 1986.
13- 12 GKÇR, sf. 333-334.
16- İbid, sf. ‘229.
17- Türk-İş, 13. Genel Kurulu Tutarağı (Bundan sonra 13 GKT), sf. 294.
18- Cumhuriyet, 28 Aralık 1986.
19- Cumhuriyet. 28 Aralık 1986. 20-12 GKÇ, sf. 4,81
21- 12. GKÇR, sf. 33.
22- 12 GKÇ. sf. 420.
23- 12 GKÇR. sf. 203.
24- 14 GKÇR -Belgeler, sf. 92.
25- 12 GKÇR, sf. 143.
26- İbid, sf. 460-462.
27- Görüş sy: 1, sf.13.
28- 12 GKÇ, sf. 174.
29- Görüş, sy: 1, sf. 12-13; Cumhuriyet 21 Ekim 1982.
30- Görüş, sy: 1, sf. 14.
31- Görüş, sy: 1, sf. 14.
32- Türk-İş, 13. Genel Kurulu Çalışma Raporu, 1. Kitap (Bundan sonra 13 GKÇR-1), 21-25 Aralık 1983, Ankara, sf. 29.
33- Teksif, 12 Eylül 1980sonrası Türk-İş, Mart-1986, sf. 7, Aktaran, Yıldırım Koç, age, sf. 97-98.
34- Türk-İş, 13. Genel Kurulu Çalışma Raporu, 2. Kitap (Bundan sonra, 13 GKÇR-2), 21- 28 Aralık 1985, Ankara, sf. 189-191; 203-208.
35- 13 GKT. sf. 282.
36- Cumhuriyeti 20 Eylül 1985.
37- 12 GKÇR, sf. 304-305.
38- 13 GKÇR-2, sf. 217-220.
39- Alpaslan Işıklı, Cumhuriyet, 24 Nisan 1984.
40- Yankı, 16-22 Mayıs 1983, sy: 633, sf. 21. .
41- A. Işıklı, Cumhuriyet, 24 Nisan 1984.
42- Faruk Büyükkucak (Tes-İş, İstanbul-1 nolu Şb. Başkanı), Yankı, 9 Nisan 1984, sy: 680. sf. 30.
43- Cumhuriyet, 29 Aralık 1980.
44- Şükran Ketenci, Cumhuriyet, 24 Atalık 1986.
45- 12 GKÇR, sf. 236.
46- 12 GKÇ, sf. 392.
47- Türk-İş Dergisi, Aralık 1980, sy: 141, Aktaran, Görüş, sy: 1, sf. 14.
48- 12 GKÇR, sf. 301
49- İbid. sf. 2.
50- 12 GKÇ. sf. 414-415
51- Cumhuriyet, 24 Aralık 1986.
52- Şükran Ketenci, Cumhuriyet, 27 Aralık 1986.
53- 12 GKÇR, sf. 269-270.
54- 13 GKT, sf. 212.

Eylül 1989

Ulusal Uyanışın Dayattığı Sorunlar

Aşağıdaki yazı dergimizin son sayısı için (10. sayı) DGM Başkanlığınca gönderilen toplatma kararının gerekçesidir. Altında 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanı Alamettin Akar’ın imzası ve mührü vardır:
“GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: Sözü edilen yazıda (“Gerici Emperyalist Demagoji ve Kürt Sorunu Üzerine” bizim notumuz), yasalara göre suç teşkil eden ırk ayırımı, asimilasyon, işkence vesaire yasadışı hareketler “Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî politikasıdır” olarak ileri sürüldüğünden cürüm işleyen silahlı çetelerle mücadele, “Tüm Kürtleri, Kürt halkını, topyekûn yok etmeye yönelik” gösterilmeye çalışıldığından, “Tüm Kürtlere karşı biyolojik ve kimyasal silahların kullanılarak yok edilmeye çalışıldığı” ileri sürülüp “Başkaldırma” çağrısı yapıldığından milli duygulan zayıflatma propagandası ve ırk mülahazasıyla halkı kin ve düşmanlığa kışkırtma sözkonusu olabileceğinden talep yerinde görülmekle;
Anılan derginin sözü geçen sayısının 5680 sayılı… toplatılmasına.
İtirazı kabil olmak üzere karar verildi. 23.8.1989″
Evet bu gerekçe DGM’ye ait.
Bu noktada düşünmek gerek.. Bu tür gerekçeler ne zaman ileri sürülmeye başladı? Gerekçeler bir kez daha ve dikkatlice okunsun… devlet ve “adli” kurumları, adeta “biz ne yaparsak, doğrudur ve herkes bu “doğruluğu”, dile getirmek zorundadır” der gibidir. Türk hükümetine ve devletine asimilasyoncu ve işkenceci denemeyecek; devletin “silahlı çete”, “bölücü terörist” dediği direnişçilere karşı süren mücadelenin aynı zamanda Kürt halkına karşı da sürdürüldüğü yazlamayacak, Kürtlere karşı kimyasal silah kullanma hazırlıkları yapıldığı basında yer alamayacaktır. Daha doğrusu devlet böyle bir ortam yaratmaya çalışmaktadır.
Oysa hatırlansın: kısa, evet çok kısa bir süre önce, hatta süre de verilebilir, Torumtay’ın şu kötü ünlü konuşmasından birkaç gün önceye kadar bu konularda her şey rahatlıkla yazılabiliyor ve söylenebiliyordu. En sıradan, en gerici yayın organları bile bu kabil haber ve suçlamalara yer veriyor ve hiçbir şey de olmuyordu. Örneğin bizim toplatılmamayı başaran sayılarımızın çoğunda bu türden yazılar vardır ve haklarında kovuşturma da açılmamıştır.
Kuşkusuz hükümet bu istediğini dikensiz gül bahçesi varmışçasına hayata geçiremeyecektir. Ancak Torumtay’ın ünlü konuşmasından sonra hükümet ve devletin bütün kurumları, sihirli değnek dokunmuş gibi belli bir tavrın içine girdiler.
En Önemli Gündem: Kürtler
Kürt sorunu ve sürmekte olan ulusal başkaldırı, Türkiye’nin başlıca gündemi olarak varlığını sürdürecek. Bu gündemin, öyle kısa vadeli bir gündem olacağı zannedilmesin. Türkiye’nin bugüne kadar gördüğü ve görebileceği en uzatmalı sorunlarından biri olacak bu. Zaten şimdi de öyle. Tıpkı bir zamanlar Vietnam’ın Amerika’nın, Güney Kürdistan’daki kurtuluş mücadelesinin de Irak’ın gündeminden düşmediği gibi. Kıbrıs sorunu, Bulgaristan’dan göç eden Türkler sorunu, Yunanistan ve Ege gibi sorunlar, çok önemli dünya çapında olaylar kimliğine bürünmedikçe, Kürt sorunu karşısında hep ikinci dereceden sorunlar olarak kamuoyunu meşgul edecek. Artık Kürt sorunuyla yatıp, Kürt sorunuyla kalkacağız. Burası kesin…
Bu konu karşısında devletin aldığı tavır da belli ve bu tavırla bu sorun çözülemeyeceğine, Türk devleti bir çözüme, yeni bir çözüme niyetlenecek olursa, bunun hayata geçirilmesi için herhalde iş işten geçiyor olacağına göre böyle bir gündemle yaşamayı kabul etmiş demektir. Kendi bileceği iş, gündemi yaratanlar birinci olmaktan şikâyetçi değiller.
Ancak ilginç şeyler yaşanıyor. Sorunun bu kadar büyük bir önem ve aciliyet kazandığını bilmeden önce basın ve birtakım siyasal çevreler Kürt sorunu söz konusu olduğunda, Avrupai görünmek ve daha çok da Avrupa demokratik kamuoyuna yaranmak için, insani nedenlerden kaynaklanan olumlu bir tutum benimsediler. Bu olumlu tutumda gerçekten içten olan az sayıda insan da vardı ve bunların hakkını yememek gerek. Ne var ki geriye kalan kısım, daha çok, muhalif oldukları Özal ve onun partisini yıpratmak için şeytanla bile işbirliği yapmaya ve bu sorunu da Özal’a karşı kullanmaya hazırdı. Kullandı da. Suret-i haktan görünmeye çalışanların bir kesimi bunlardı. Diğer bir kesimi ise henüz işin vahametini kavrayamamıştı. Nasıl olsa diye umuyorlardı. Bölge Valiliği kurulduktan sonra pek de uzun olmayan bir erimde “bölücü terörist”lerin hakkından gelinecekti. O zamana kadar güvenlik kuvvetlerinin halka yaptığı zulme karşı çıkarak Doğu sorununun çözümünden yana olunduğu imajı verilebilirdi. Böyle bir tutum, hem demokrat görünmeyi, hem Avrupalıların gözünde şirin bir izlenim bırakmayı ve hem de Kürt halkından yanaymış mesajları vermeyi sağlayacaktı.
Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Ulusal uyanış ve direnişi bölge valisi ve onun emrindeki kuvvetler de bastıramadı. Yeni oluşturulan Jandarma alayı, Kara Kuvvetleri’nden gelen hava indirme ve destek birlikleri de başarısız kalınca ve başarısızlıklarını, direnenlerin dışarıdan aldıkları desteğe ve dağların ordu için geçit vermezliğine bağlayınca, önce Genel Kurmay Başkanlığı’nı, sonra da gerici basın ve siyasi parti temsilcilerini bir telaştır aldı. Ne oluyordu? Bu başarısızlık neden? Anlı şanlı Türk Ordusu nasıl olurdu da bir avuç “eşkıya”nın önünde bu duruma düşerdi?
Cadı kazanları hızla kaynatılmaya başlandı. Torumtay’ın hükümetin normal prosedürünü çiğneyen konuşmasını yapmasından iki-üç gün öncesinden başlayarak, o günlerde Kürt sorunuyla birlikte Türkiye gündeminin diğer bölümünü oluşturan cezaevlerine sataşmalar başladı. Günaydın’ın 8 sütuna baş manşeti “Açlık grevlerinin arkasında PKK var” idi. Kısa surede aynı görüşü hemen hemen bütün yayın organları benimsedi. Adalet Bakanı O.Sungurlu, açlık grevinde ölenlerin cezaevine düşmeden önceki yapıtlarının araştırılmasını istedi, şu bu… Bütün basın insani nedenleri bir yana bırakmıştı.
Arkasından bütün teamülleri bir yana bırakan Torumtay’ın konuşması geldi. Konuşmanın biçimi ve yapılış tarzı, üzerinde durduğu konular, hemen başka şeyleri çağrıştırmaya başladı. Darbe söylentileri bir anda ortalığı kapladı. Torumtay’ın amacı da zaten buydu. Başarısızlık, ordunun aczinden kaynaklanmıyordu, ordu isterse, bir gün içinde “bölücülük” sorununu çözebilirdi ama demokrasi vardı ve ordu demokrasiye “bağlıydı”. 12 Eylül’e yaklaşmakta olduğumuz bu günlerde ordunun amacı, darbe sopası kullanarak basını ve demokratik kamuoyunu hizaya getirmek ve Doğu sorununu kendi bildikleri yöntemlerle çözmekti.
Kaypak Basın
Hemen o dönemde Cumhuriyet gazetesinde Celal Başlangıç’ın “sağduyulu”, zehir hafiye Doğrucu Davut’u andıran yazıları yayınlanmaya başladı. Hem nalına hem mıhına vurdu. Fısıltı gazetesi “gerçeğini” açığa çıkardı sözüm ona. Tercüman gazetesinden Hüsamettin Çelebi ona takdirlerini belirtmekte gecikmedi. “Terörist”lere karşı herkes yekvücut halinde devletin yanındaydı…
O zamana kadar yanında yer almasalar da haklı birtakım olguların kullanıldığına ilişkin olarak basında yer alan haber ve yorumlar şıp diye kesildi. Hatta her gün olagelen olayların aktarımında bile azalma görüldü. Artık, daha çok güvenlik kuvvetlerinin, Bölge valisinin ve İçişleri bakanının açıklamaları en geniş yeri kaplıyordu. Askeri tedbirlere ek olarak psikolojik savaş koordineli bir şekilde yaygınlaştırılıyordu.
Demokrasi ve cunta tartışmaları yoğunlaşmaya başlayınca bu koşullarda dağdakilerle başa çıkılamayacağı, bunun için olağanüstü önlemlere başvurmak gerektiği fikri ince ince işlenmeye başladı. Buna, hayır, “demokratik rejim” zedelenmeden de bir çözüm bulunabilir diyerek karşı çıkanlar oldu. Ancak bu çözümün Kürt halkının ulusal önlemlerini karşılamaya yönelik çözümler olmadığı, esasta askeri önlemlerin yoğunlaştırılması, komşu ülkelere baskının artırılması gibi önlemler olduğunu söylemeye gerek bile yok. Demokratik çözümcülerin en ılımlıları bile, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğünden bir milim bile taviz vermiyor, demokratlıklarını bu şekilde sürdürüyorlardı. Ortada ayrı bir halk, diliyle, tarihiyle, kültürüyle ayrı bir halk yok, Türk olmaya mahkûm, ekonomik bakımdan geri kalmış ve bu durumu düzeltilmesi gereken bir topluluk var. Hepsi bu…
Toplumsal Meşruiyet
Her toplum kendi meşruiyetini kendisi yaratır. Yasalarda ve teamüllerde suç olan şeyler bir de bakarsınız ki toplumsal meşruiyet tarafından suç olmaktan çıkarılmış. Suç sayılan şeyler, “suçlu” kovalamak, kovuşturmak ve cezalandırmakla yükümlü olanlar tarafından da kullanılır olmaya başlanmış, örneğin esas görevi Kürt halkının uyanışını ve direnişini bastırmak olarak belirlenen Bölge Valisi bile, kendisi ile yapılan röportajlarda Kürtlerden “Kürt Halkı” diye söz ediyor, misyonu ondan farklı olmayan Hakkâri Valisi de. Hatta Hakkâri Valisi Kürtlerin tamamen ayrı bir topluluk olduğundan, Kürt sorununa bir çözüm aranırken bu durumun göz önünde bulundurulması gereğinden dem vuruyor, tabii onları eritmek ve Türk ulusu ile kaynaştırmak için gerekli ve etkin önlemleri sıralamayı da unutmadan. Toplumsal meşruiyet bir buldozer gibi önüne geleni, eski alışkanlıklardan koparıp sürüklüyor.
Çok değil, daha 10 yıl bile önce değil, 5-6 yıl önce Kürtlerden, hele Kürt halkından, hatta hatta Türkiye halklarından söz etmek bile bölücülükten hüküm giymek için yeterliydi. Kürtlerden, ancak alay etmek ve aşağılamak için, olmadıklarını vurgulamak için söz etmek olanaklıydı yasal açıdan… Bugünse Kürt lafı Demirel’in, İnönü’nün, hatta Türkeş’in ağzından düşmüyor. Toplumsal meşruiyet, ulusal uyanış arttıkça daha ileri taleplerde kendini kabul ettirecek.
Ne var ki bugünkü kabulleniş hem yüzeyseldir ve hem de içten değildir. Misyonu halk düşmanlığı olan kesimler için (ki bu oldukça geniş bir yelpaze oluşturur) şartlara ve zamana göre değişir. Ulusal direniş olmasaydı, kim Kürt lafını ağzına alır, Kürt sorununu -kendi gerici ve şoven anlayışlarına göre bile olsa- çözmekten söz ederdi.
Görevler
İleriki günlerde daha kritik, karar vermenin çok daha zor olduğu günlere gelinecek. Askeri harekâtların alanı ve kapsamı genişleyecek, silahlı eleştiriye maruz kalan halk kesimleri artacak. Bugünden köklü çözüm için geniş Kürt halk kitlelerinin zorla göçü sözlü olarak ifade edilebiliyor. Yarın büyük olasılıkla pratikte de uygulanacak. Toplu katliamlar hayata geçirilecek. (Dergimizi, bunu söylediğimiz için toplatanlar azıcık Şeyh Sait isyanının ve Büyük Dersim Direnişi’nin sürecini ve sonrasını incelesinler. Ayrıca Ankara’nın Haymana ilçesine Kürtlerin nasıl gittiklerini incelesinler. Sonra da gerekçelerini ona göre hazırlasınlar. Türkiye’nin resmi tarihi bile Kürtlere zorunlu göç (tenkil) ve jenosit, hele hele asimilasyonu reddetmiyor. Takrir-i Sükûn Kanunu nedir ve ne için ilan edildi ki? Yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nin o dönemlerinin reddi mirası mı söz konusu olmaya başladı kapalı kapılar ardında ki, bizim haberimiz yok?) Buna karşı tüm devrimcilerin, özellikle de Türk devrimcilerinin alacağı tavır, çok önemli. Bu konuda alacakları tavır onları ya geçmişte yapılan tenkillerin suç ortağı olmaktan kurtaracak (bu konuda Ş.Hüsnü, M. Belli vb. gibi Türk “devrimcilerinin” geçmişteki tavrının iç açıcı olmadığı herhalde genel bir kabul görüyordur) ya da bu suç ortaklığı devam edecek. Gelişmeler ve alınan tavırlar Türk devrimcilerinin namuslu ve devrimci tavır alacaklarının ipuçlarını veriyor. Ulusların kardeşliğinin olmazsa olmaz şartlarından biridir bu. Enternasyonalizmin gereklerinden biridir bu…
Bir şey daha.. Katliam ve tenkile karşı çıkmak, uygulanmadan önce engellemeye çalışmak kuşkusuz iyi ve devrimcî bir tutumdur. Hiç değilse tutum almak da bir şeydir. Ne var ki sorunun bundan ibaret olduğu ve böyle bir şeye karşı tutum geliştirmenin demokratlık ve devrimcilik için yeterli olduğu sanılmamalı. Devrimcinin, sosyalistin tutumu bundan daha ileri olmak zorundadır. Ulusal baskının her türüne, ulusal konuda burjuvazinin özellikle bugün kullandığı silahın her türüne karşı çıkmadan, uluslararasında tam hak eşitliğini savunmadan, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kendi özgülünde, yaşadığı ülkede savunmadan sosyalist olmak bir yanda dursun, devrimci de olunmaz, demokrat da…

Eylül 1989

Cezaevlerinde direniş, destekleme eylemleri ve… Babıâli’de kim nereye kadar?

Babıâli’yi anlatmak kolay mı? Bir yandan yumurta üreticiliğinden inşaatçılığa ticaretin her türlüsüyle iştigal eden: öte yandan silah ithalatına bulaşan gazete patronları… Bir gün Tercüman’da, ertesi gün Milliyet’te karşılaştığınız; kalemini “profesyonelce” kullanan gazete yöneticileri-yazarları… Hükümetle bir “küsüp” (genellikle kredi sorunları çözülünce) bir ‘barışan” gazeteler…
Ve bu çarkı, çoğu kez “kendilerine rağmen” döndüren muhabirler, gazeteciler…
Gazetelere her gün binlerce haber ulaşır. Dünyanın, Türkiye’nin her köşesindeki olaylar telefon, teleks ve daktilolarla haber merkezlerine akar. Sonra bu haberler ayıklanır, bazıları yeniden yazılır ve küçüklü büyüklü yüz kadarı sayfalarda yerlerini alır.
Neler yoktur ki bu haberlerde!
Bazen paragraflar boyunca kara-kuru, içi kof lakırdılar okursunuz.
Bazen sayfanın köşesine sıkışmış birkaç satırda, insanlık kadar büyük acıları sezersiniz.
Ama bazen de (aslında hiç de “bazen” sayılamayacak sıklıkta) bir haberi arar, bulamazsınız. Gazetelerin patronları, yöneticileri o haberi “istememiştir” çünkü.
Tüm bunlar, cezaevlerindeki açlık grevleriyle ilgili haberlerde yaşandı. Genç gazeteciler, muhabirler olayları izlediler, insanlarla konuştular ve tanık olduklarını gazetelerine aktardılar, ama…
İşte bu “ama”, gazetecileri 12 Eylül sonrası ilk kez, mesleki sorunlarının dışında bir konuda tavır almaya yöneltti.
15 Ağustos Salı, İstanbul’da Pera Palas:
Kendi deyimleriyle “5 yaşlı insan”; Aziz Nesin, Emil Galip Sandalcı, Mina Urgan, Mehmet Ali Aybar ve Rasih Nuri İleri, cezaevlerindeki direnişleri desteklemek amacıyla, açlık grevindeler.
Gün boyu Pera Palas dolup taşıyor. Gruplar halinde işçiler, yazarı sinema oyuncusu ressamı ile sanatçılar, öğrenciler, “bugün isyanımızın rengi siyah” diyen siyahlı kadınlar… Ve gazeteciler. En kalabalık da onlar. Hemen her gazeteden, dergiden gazeteci var. Ama başı, kalabalık bir grupla Gelişim Yayınları çekiyor. Üstelik yalnızca nicel olarak değil. Gelişim, özellikle de Nokta sözcüleri, gazetecilerin ortak sıkıntısını dile getirme öncülüğünü de yapıyor. Zaten, gün boyu gazete ve dergilere telefonlar edip Pera Palas’a çağıran da onlar. Nokta Haber Müdürü Emin Tanrıyar, toplantıyı yönetme görevini üstlenmiş, “etkileyici” bir konuşma yapıyor. Gazetecileri duyarlılıklarını kanıtlamaya çağırıyor.
Sıkıntılar gibi tespit de ortak: “Gazetelerimiz, dergilerimiz açlık grevleriyle ilgili haberlere ya yer vermiyor ya da çarpıtarak veriyor. Artık açlık grevlerinin haber olabilmesi için açlık grevcilerinin ölmesi veya konunun magazinel bir boyut kazanması gerekiyor. Bizlerin kamuoyu oluşturması gerekirken, kamuoyunun duyarlılığını bile yansıtamaz hale geldik. Mesleğimizden ve kendimizden utanmamak için bir şey yapmalıyız.”
Evet, bir şeyler yapmak gerek. Ama ne? Pera Palas’ın toplantı salonunda öneriler birbirini izliyor:
“Buradan çıkıp topluca kendimizi tutuklatalım. 100-150 gazetecinin tutuklanması her gazete için haberdir.”‘
”Patronlarımızı, yöneticilerimizi ikna etmeye çalışalım. Olmazsa işi yavaşlatalım, hatta durduralım.”
“Sembolik bir ziyafet düzenleyelim. Bizim önümüzde boş tabaklar olsun, Özal ve Sungurlu için de iki sandalye ayırıp önlerine dolu tabaklar koyalım.”
“Gazetelerden ilan yerleri alıp, yayınlatamadığımız haberleri ortak bir metin halinde yayınlayalım.”
“Müjde Ar, Taksim’de yere yatsa büyük olay olur…”
“Siyahlar giyip Karacaahmet Mezarlığında mezarların üstüne yatalım.”
Bu “iyi niyetli hafifliklerin” ardından, daha somut öneriler tartışılıyor ve iki eylem karara bağlanıyor:
– Gazeteciler, Cağaloğlu’ndan Vilayet’e yürüyecek, ellerindeki tuz ve şeker paketlerini Vilayet önüne bırakıp Sirkeci Postanesi’ne giderek Özal ve Sungurlu’ya telgraflar çekecekler;
– Sanatçıların ve demokratik kitle örgütlerinin de desteği sağlanarak Ankara’ya gidilecek. Adalet Bakanı Oltan Sungurlu ile görüşülüp istifası istenecek.
Kararlardan sonra ertesi sabah buluşmak üzere sözleşip ayrılıyorlar. Gazeteciler heyecanlı. Bu kez kendileri “haber nesnesi” olacaklar. Gazetelerine girebilecek bir haber yaratmak için kendilerini ortaya koyacaklar. Heyecanlı ve umutlular…
İlk adım, 16 Ağustos’ta Cağaloğlu yürüyüşü…
16 Ağustos Çarşamba, Pera Palas:
Açlık grevindeki 5 aydının; sendikalara, demokratik kitle örgütlerine, odalara, sanatçılara yönelik dayanışma çağrısına uyarak gelen temsilciler, Pera Palas toplantı salonunu dolduruyor.
Bu kalabalıkta bir avuç gazeteci var. Diğerleri nerede? Cağaloğlu yürüyüşü ve Ankara yolculuğunu gazetelerinde, dergilerinde örgütlüyor olmalılar. “Olabildiğince geniş katılım” kararı alındı ya!
O “bir avuç” gazeteci, toplantıya katılanlara, bir önceki gün aldıkları kararları açıklıyorlar; “bizi destekleyin” diyorlar.
Ayaküstü bir komite oluşturuluyor. Ankara’ya gitmek isteyenler komiteye adlarını yazdırıyor; kararlarını, sendikaları meslek kuruluşları ile görüşüp belirleyecek olanlar için irtibat numaraları saptanıyor…
İki gündür Pera Palas’ı dolduran ve kimi zaman “ev sahibi” tabloları çizen TBKP grubu ise bekleyişte… Ne de olsa “temkinlilik” baş ilkeleri… Hem, bakalım Ankara yolculuğu legal sınırları ne ölçüde aşacak? Hem, bakalım eyleme hangi gruplar katılacak? Hem, bakalım…
TBKP grubu bekliyor?
16 Ağustos Çarşamba, Gazete ve Dergiler:
Gazetelerde ve dergilerde yoğun bir gün. Haber trafiğine, bir de yürüyüş ve Ankara eylemlerinin tartışmaları ekleniyor. En ilginç tartışmalar ve gelişmeler ise Asil Nadir Grubu’nda cereyan ediyor. Yani Gelişim Yayınları ve Güneş Gazetesi’nde. Güneş Gazetesi’nde yöneticiler, “Cağaloğlu yürüyüşüne katılacakların gazeteye geri dönmemelerini” söylüyor.
Gelişim Yayınları’nda ise, tavır biraz daha demokratik! İsteyen yürüyüşe de katılır, Ankara’ya da gider. Ama “kişisel sorumluluğu” ile. Gelişim Yayınları’nı bir eylemin öncüsü gibi göstermek ise asla bağışlanacak bir şey değildir. Buna yeltenenler, sonucunu göze almalıdır. Hem zaten Nokta, Ekonomik Panorama ve Kadınca’da işler baştan aşkındır.
Resmi unvanı Nokta Dergisi Yayın Kurulu Başkanı olan, ancak Gelişim Yayınları bünyesinde “Asil Nadir’in sözcülüğü” görevini başarıyla yürüten Adil Özkol, bütün bunları pek de kibar olmaya çabalamadan açıklar. Ve dergilerin yöneticilerini uyarır: “Hadi bakalım, herkes işinin başına…”
Bu “zılgıt”ın ardından Gelişim çalışanları bir toplantı yapar ve “geriye çark” kararı alınır. Pera Palas’taki ateşli konuşmaların yerini “sağduyu” almıştır! Ankara’ya mesleki kuruluşların, kitle örgütlerinin temsilcilerini göndermesi daha doğru olacaktır. Herkesin gitmesine ne gerek vardır? Hem canım, zaten en doğru mücadele örgütlü mücadele değil midir? Öyleyse, görev, gazetecilerin örgütlerine: TGS, Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Gazeteciler Cemiyeti’ne düşmektedir. Bir önceki gün Pera Palas’taki toplantıda, bu kuruluşların harekete geçirilmesinin güçlüğüne; sorunun aciliyeti nedeniyle kişisel inisiyatiflerle en geniş katılımın daha doğru olacağına ilişkin konuşmalar unutuluvermiştir.
Cumhuriyet Gazetesi çalışanları da, “olmak ya da olmamak” probleminin peşine düşmüşlerdir. Haber Merkezi Müdürü Yalçın Bayer “Ankara’ya gitmeye kalkanı fena yapacağını” bildirir!
Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde ise durum çok nettir, öyle bir eyleme kalkışmak mı? Hadi canım sen de! Deneysiz birkaç genç muhabiri de ağabeyler uyarır: “Sakin ha, daha çok yenisin zaten, kapının önünde bulursun kendini.”
Bu arada, Babıâli’de bir söylenti dolaşmaya başlar: Milliyet Gazetesi’nin sahibi (ayna zamanda Koç Holding’in koordinatörlerinden) Aydın Doğan. Gazete Sahipleri Sendikası Başkanı sıfatıyla Adalet Bakanı Oltan Sungurlu ile bir görüşme yapmıştır. Rivayete göre, Sungurlu, bu görüşmede “gazete patronlarının açlık grevleri konusunda daha hassas davranmalarını, PKK’nın oyununa gelmemelerini” istemiştir.
Rastlantıya bakın ki, tam da o günlerde gazetelerde haberler ve köşe yazıları bu üsluba bürünüverir.
Hükümetin, aba altından gösterdiği PKK sopası, önce gazetelerde gazetecilerin başını hedefler, sonra da onlar aracılığıyla kamuoyunun… Üstelik yedekte bir sopa daha beklemektedir: Darbe… PKK sorunu çözümlenemezse, maazallah darbe falan olur!
Sopalar beklenen etkiyi gösterir. Haberlerde, PKK davasından yargılananların açlık grevlerinin başını çektiği, altı çizilerek vurgulanır. Köşe yazılarında, en demokrat geçinenler bile, “insani talepler bir yana, PKK’nın siyasi emelleri bir yana” diye kategoriler geliştirir. Kimisi de, soruna bulaşmamak için gözleri tavanda ıslık çalar; 12 Mart baskısından payını almış Altan Öymen gibi, günlerce Milli Piyango’nun “kazı-kazan felaketi”ni yazar.
Cağaloğlu yürüyüşüne gazeteciler işte bu koşullarda çıkarlar. Ve belki de bu yüzden yürüyüş ne planlandığı gibi gerçekleştirilebilir ne de umulduğu gibi gazetelerde yer alır…
16 Ağustos Çarşamba, Gazeteciler Cemiyeti:
Gazeteciler yürüyüşünün başlangıç yeri, Gazeteciler Cemiyeti olarak belirlenmiştir. Ancak bu, sanıldığı (ya da beklendiği) gibi, Cemiyet’in gazetecilerin mesleki kuruluşu olmasından kaynaklanmaz. Gazeteciler Cemiyeti yöneticileri, o gün, “eylemcilerle hiçbir ilgileri olmadığım” açıklamıştır nasılsa. Cemiyet’in, merkezi bir yerde bulunması ve her gazetecinin bildiği bir buluşma yeri olmasının ötesinde bir işlevi yoktur.
Bu işlevsiz, çirkin binanın içindeki “kıdemli” gazeteciler, Cefi Kamhi’nin katılacağı “AT-Türkiye İlişkileri” konulu panel için hazırlık yaparken; dışındaki genç gazeteciler de, 1 Ağustos genelgesini protesto etmektedir.
Ne var ki, gazetecilerin başında örgüt de, sürpriz de eksik değildir. Türkiye Gazeteciler Sendikası İstanbul Şubesi’nden bir yetkili yürüyüşten önce bir konuşma yaparak hedefi gösterir: Sirkeci Postanesi. Ya Vilayet? Ya vilayetin önüne bırakılacak tuz ve şeker torbaları? Vilayete gidilmeyecektir. Oysa Pera Palas’taki toplantıda, gazetecilerin çok büyük bir çoğunluğu desteklemiştir bu kararı. Kim, neden ve ne zaman vazgeçti bu karardan, anlaşılmaz. Gazeteciler birbirine bakar, homurdanmalar yayılır. Ama 250 kişi sokağın ortasında, köşeleri tutmuş polislerin ve pencereleri siper almış “kıdemli” Cemiyet üyelerinin önünde bunu tartışacak değil ya. Yüreklerinde küçük bir çentikle postanenin yolunu tutarlar.
17 Ağustos Perşembe, Pera Palas vs.:
Açlık grevlerinde 49. gün… Artık saatlerin önemi var. Akşama Ankara’ya doğru yola çıkılacak. Ama hâlâ kimlerin gideceği belli değil, Yolculuğun organizasyonu birkaç kişinin omuzlarında. Başlama düdüğünü çalan Gelişimciler, dergilerini hazırlamakla meşgul. O hafta Nokta’nın kapak konusu Sadizm. Derin bir mevzu! İşleri başlarından aşkın gerçekten de…
TBKP grubu da sırra kadem basıyor birden. Ancak, onların gerekçesi sadizm değil elbette! Malum, barışçı geçişlerden yanadırlar.
TBKP grubu, sosyalist dergilerden rahatsız. Çünkü Ankara yolculuğuna çok sayıda sosyalist dergi temsilcisi de katılacak. Pera Palas’ta ilk gün avuçlarının içinde gibi görünen hareket alanı birden ellerinden kaydı. Kişisel inisiyatifleriyle hareket eden bir grup demokrat, ilerici gazeteci ve bu grubun özelliğine saygı göstererek desteklerini sunan sosyalist dergi temsilcileri… TBKP grubu, bu ortaklıktan rahatsız. Rahatsızlığını da geri çekilerek gösteriyor. TBKP grubunun tutumu, ertesi gün Ankara’da İnsan Haklan Derneği Genel Merkezi yöneticilerinin tavrıyla daha da anlaşılır hale geliyor.
Ancak, henüz daha 17 Ağustos ve bir grup insan, Ankara’ya gidebilmenin telaşında. Her kafadan bir ses çıkıyor, bir türlü örgütlenilemiyor. Sonunda İnsan Hakları Derneği’nin İstanbul Şubesi devreye girmek zorunda kalıyor. Kendilerinin düzenlemediği, başlatmadığı bir eylemin sorumluluğunu İstanbul Şube’den birkaç kişi üstleniyor.
Sonunda yola çıkılıyor. Buluşma yeri yine Gazeteciler Cemiyeti. Cemiyet, bir kez daha “elinde olmadan” eyleme katkıda bulunuyor! İki otobüs dolusu gazeteci, sanatçı, siyasi dergi temsilcileri alkışlarla uğurlanıyor. öyle ya, gidip de dönmemek var! İçlerinden hiçbirinin Ankara’da olanlardan ve olacaklardan haberi yok çünkü…
18 Ağustos Cuma, Yol ve Ankara:
Yolculuk, böyle kısa bir sürede ve pek çok olumsuzluklar içinde örgütlenmiş olmanın getirdiği sorunlarla; ama, grubun kozmopolit yapısına rağmen bu sorunlar aşılarak sürüyor.
Sorunlara ilginç bir örnek: Gebze yakınlarında otobüs arızalanıyor. Saat 3’ü geçmiş. Sinirler geriliyor. Kimisi sağlam otobüse doluşup İzmit’e kadar gitmeyi ve orada yeni bir otobüs bulmayı öneriyor. Kimisi, sağlam otobüstekilerin Ankara’ya gitmesini, geri kalanların da kendi olanaklarıyla İstanbul’a geri dönmesini savunuyor. Ve birden bir polis aracı beliriyor otobüslerin yanında. Bir trafik otosu. Yardım öneriyor. Reddedilmesi üzerine de bir kâğıt parçası uzatıyor. Üstünde, iki otobüsün plakaları yazılı. “Kim olduğunuzu ve hangi amaçla Ankara’ya gittiğinizi biliyoruz. Size güçlük çıkarmak niyetinde değiliz. Bırakın da size bir otobüs bulalım.”
Sonuç: Ankara’ya gidebilmek için polisin bulduğu otobüse biniliyor. Ama kafalarda da sorular dolaşıyor: Bu kibarlığın nedeni ne? Birisi, “sandığımızdan daha ünlüyüz galiba” diyor. Bir başkası, “Ankara’ya gittiğimizde bize hazırladıkları (muameleden) mahrum bırakmak istemediler belki” diye ekliyor. Yol boyunca da, “kibarlığın” nedenini çözecek ipuçları aranıyor.
Ve Ankara… İki otobüs sabah 10’da Ankara’ya varıyor. Onları kentin girişinde kalabalık bir grup karşılayacak. Ama kalabalık falan yok ortalarda. Birkaç SHP milletvekili, İnsan Hakları Derneği Genel Sekreteri Akın Birdal, “olayı” izlemekle görevli gazeteciler ve kenarda köşede sivil polis arabaları.
Otobüslerin kent içine girişi yasak. O nedenle, kent içinde belli bir yerde buluşulup Adalet Bakanlığı’na yürünecek. İHD Genel Sekreteri Birdal, hazır taksiye binilmişken doğrudan Adalet Bakanlığı’na gidilmesini öneriyor. “Taksiyle eylem” önerisi ciddiye bile alınmadan geçiştiriliyor. Otobüstekiler, buluşma yeri olarak Mülkiyeliler Birliği’ni saptıyor. Gruplar halinde yola düşülüyor.
İstanbul grubu, taksi önerisini geçiştiriyor, ancak anlaşılan öneri “laf olsun” diye yapılmamış. Akın Birdal, Mülkiyeliler Birliği’nde toplanıldığında da ısrar ediyor önerisinde. Gerekçesi de, “polisin, yürüyüş yapılması halinde zora başvurup yürüyüşçüleri gözaltına alacağı” yolundaki tehdidi. Ankaralı gazetecilerden biri de ekliyor: “Ankara’nın polisi serttir. Yaparlar vallahi!” Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesinde bir tartışmadır kopuyor. İstanbul grubu yürümekte kararlı. Akın Birdal ise, polisin de gözaltına alma konusunda ne kadar kararlı olduğunu anlatmaya uğraşıyor. “Adalet Bakanlığı’na taksilerle gidin” diyor. Polis, “yürümesinler” demiş çünkü. Şu ise bakın! Ne ayıp! “Yürürlerse onları gözaltına almak zorunda kalabiliriz” demiyorlar da, tehdit ediyorlar!
Gruptakilerden birisi. Akın Bir-dal’a bir soru yöneltiyor: “İstanbul’da Ankara’ya gelirken polis bize oldukça kibar davrandı. Yani, şimdi de bizim kibar davranmamız mı isteniyor?” Birdal bu soruya yanıt vermiyor. Zaten soran da yanıt beklemiyor.
Ortada bir tek soru ve bir tek yanıt var nasılsa: “Ne yapılacak?” “Yürünecek”…
İHD Genel Sekreteri Birdal bunun üzerine, “Bizim görevimiz sizi karşılamaktı, Bu görevimizi yerine getirdik. Bundan sonrasının sorumluluğu bize ait değil” diyor. Kimse de pek şaşırmıyor bu sözlere. Günlerdir öyle çok “geri çekilmelere” tanık olundu ki!
İstanbul grubu Mülkiyeliler Birliği’nin kapısını tutmuş polislerin yanından geçip yürüyüşe başlıyor. Akın Birdal şaşkın,” Ankara’da yürütmezler abi” diyen genç gazeteciler şaşkın, “işin kibar kibar çözüleceğini sanan” polisler şaşkın…
Akın Birdal geride kalıyor. İHD İstanbul Şube yöneticileri ise, yürüyüşçülerin yanında. Birdal’ın korkuları boşa çıkıyor. Cumhuriyet Gazetesi’nin deyimiyle “genç aydınlar” Adalet Bakanlığı’na gidiyor; Adalet Bakanı görüşme talebini kabul etmiyor; yürünen yol bir kez daha kat edilerek Mülkiyeliler Birliği’ne geri dönülüyor. Programa göre, Mülkiyeliler Birliği’nde basın toplantısı var. Akın Birdal, toplantı salonundaki kürsüye geçip, eylemlerinden dolayı “genç aydınlar”ı kutluyor. O kadarla da kalmıyor. Uzun bir söylev çekiyor. İnsan haklarına sahip çıkmanın “mana ve ehemmiyeti”ni abartıyor.
Sonra… Sonrası… Sonrası, öncesinden pek farklı değil. Ertesi gün Ankara yolculuğu ve yürüyüşünü yalnızca Cumhuriyet Gazetesi geniş biçimde yansıtıyor. Kendi çalışanlarına bu yolculuğu ve yürüyüşü yasaklayan Cumhuriyet Gazetesi… Birkaç gazete de, ancak aranırsa bulunabilecek bir köşeye birkaç satır sıkıştırıyor. Evet, gazeteler cephesinde yeni bir şey yok. Ama hiç mi bir şey değişmedi?
Küçücük bir adımdı atılan. Direniş çorbasına atılan bir tutamcık tuzdu. Ama yine de baskılara, tehditlere karşı onurlu bir kalkınıştı; gazetelerin patronlarına, anlı şanlı yöneticilerine, eylem çağrısı yapıp ortadan toz olanlara karşı keyifli bir yanıttı. Yılgınlığa yenilmemişlerdi çünkü.
Ve en önemlisi, oturdukları yerden kalkıp yola çıkmışlardı bir kez…

Eylül 1989

KONUMUZ: DEMOKRASİ-3 ‘Barış ve Demokrasi’ Politikası: Yeni Soğuk Savaş Dalgasının Bir Yan Ürünü

Burada uzunca bir parantez açmamız gerekiyor. Ele aldığımız konunun normal akışını keserek araya girmemiz, araya ara bir bölüm koymamız gerekiyor, Türkiye’de demokrasi sorununun ele alınışında üretilen günce teoriler ile uluslararası platformdaki güncel siyasal süreçler arasındaki bağlantıya dikkati çekmek ve örneğin TBKP’nin bugünkü ‘barış ve demokrasi’ reformcu çizgisinin hangi tarihsel-siyasal birikimin mirası üzerine oturduğunu irdeleyebilmek için, ara bir bölüm, bir ihtiyaç olarak kendini dayatıyor.
Doğada veya toplumsal olaylarda, bir olgunun tarihsel gelişmesi, hem sürekliliği, hem de kopuşu içeriyor. Tarihsel gelişme ve düşünsel süreçler süreklilik ve kopuş diyalektiği ile açıklanabiliyor. Eski ile yeni, önce ile sonra arasında hem sürekliliği (devam), hem de kopuşu (inkâr-sıçrama) içeren ve bunların bütünlüğünde temsil olunan diyalektik bir bağ olduğu görülüyor. Bir olgu veya düşünsel bir süreç, kendi tarihsel gelişmesi içerisinde, uygun koşullarda yeni bir olguya dönüşüyor, gerekli nesnel ve özgül koşulların bir araya gelmesi yeni bir olgunun şekillenmesine yol açıyor, yeni bir süreç başlatıyor. Yeni, eskinin yadsınması, inkârı olarak ortaya çıkıyor, yeni eskiden kopuyor. Mutlak değil, mutlak olmayan bir kopuş gerçekleşiyor. Yeni olgu, eski olgunun dönüşümü, değişimi üzerinde ortaya çıkıyor ve eski olgunun ‘olumlu’ yanları yeni olguda sürüyor. Yeni, eskinin içinden çıktığı kadarıyla bir yenilik taşıyor. Mutlak olmayan kopuş, süreklilik terimi ile ifade ediliyor. Gelişmede meydana gelen niteliksel sıçramalar, sürekliliği mutlak anlamda sona erdirmiyor.
Var olan sistemin radikal dönüşümünü amaçlayan siyasal örgütler, sistemi değiştirme mücadelesinde, aynı zamanda kendilerini de değiştirip dönüştürebiliyorlar. Devrimci-demokrat veya sosyalist siyasal örgütler, değişme-dönüşme potansiyeli taşıyorlar. Süreklilik ve kopuş diyalektiği, bu değişim-dönüşüm sürecinde kendini gösteriyor. Ve süreklilik, bir olgunun aynı düzlemde tekrarı olarak ortaya çıkmıyor. Kopuş ve süreklilik diyalektiği başka bir düzlemde, daha üst bir düzlemde kendini yeniden-üretiyor. Sistem-dışı olma olgusu, kopuş ve süreklilik diyalektiğinin hareket noktası oluyor. Sistem-içi olgular ise, kendini aynı düzlemde yeniden-üretiyor. Sistemin, sistem-dışı güçlerin baskısı ile giderek çürümesi ve tarihsel anlamda miadını doldurmuş olması, aynı temelden beslenen ideolojik ve siyasal materyalin, sistemin ihtiyaçlarına uygun olarak kendini tekrarlamasının maddi zeminini oluşturuyor.
Tarihsel ve siyasal oluşumu itibariyle TKP ve TİP, sistem-dışı olma potansiyelini taşımıyorlar, sistemin sistemli bir siyasal gücünü oluşturuyorlar. TBKP oluşumu, TKP-TİP olguları açısından, kopuş ve süreklilik diyalektiğini temsil etmiyor. TBKP çizgisi, TKP ve TİP çizgilerinin, sistemin ihtiyaçlarına da bağlı olarak, aynı düzlemde yeniden üretilmesine dayanıyor. TBKP çizgisi, TKP ve TİP’in ideolojik ve siyasal çizgisinin devamı olarak ortaya çıkıyor. TBKP çizgisi ve politikaları ile TKP ve TİP politikaları arasında var olan süreklilik, yeni bir düzleme sıçramıyor, aynı düzlemde sürüyor. TBKP, ideolojik ve siyasal gıdasını, geçmişin gerici-reformcu mirasından alıyor.
Bir de uluslararası platformdaki yeni gelişmeler ve revizyonist dünyanın global politikaları, TBKP’nin güncel politikalarına kaynaklık ediyor. TBKP, SSCB’nin uluslararası politikalarının uygulanmasında ulusal bir işlev görüyor, yansıtma işlevini yerine getiriyor. Yansıyan zahiridir, varlığı ve kişiliği yansıtılana bağlıdır. Aynadaki görüntünün bir kimlik taşıması mümkün olmuyor. Mültecilik yılları sığıntı ideolojisi yaratıyor, sığıntı kimliksizleşiyor. Mültecilik yılları TKP’yi kimliksiz hale getiriyor. Mülteci bir statüye erişmeden önce, TKP, ‘Kemalizm’in sol kanadı’ olarak, sistem-içi bir işlev yerine getiriyor. ‘Dış-TKP’ kendi kimliğini bırakıyor, kimliksizleşiyor, sahibinin sesi oluyor. İsim değiştiriyor ama TBKP, TKP’nin kimliksizlik mirasını sürdürüyor. Dün Brejnev’in her söylediğini tekrarlarken, bugün Gorbaçov’la birlikte Brejnev’in ve Brejnev döneminin kötülüklerini sayıp dökebiliyor. Dün Brejnev Doktrinini savunurken, bugün Gorbaçov’la birlikte barış havariliği yapabiliyor. TKP-TBKP, Türkiye egemen sınıflarının doğrudan taraf olduğu Kıbrıs gibi, Ortadoğu, Kürt ulusal sorunu gibi sorunlarda, dahi SSCB devletinin güttüğü politikalara göre politika belirleyecek düzeyde siyasal bir kişiliksizliği temsil ediyor. Bulgaristan’da Jivkov faşizminin ezilen milliyetlere karşı uyguladığı kitlevi asimilasyon ve sınır-dışı etme politikası ile ilgili olarak dahi, ancak SSCB’nin dolaylı yeşil ışığını aldıktan sonra ve biraz da Türk egemen sınıflarının egemen politikasının çok fazla uzağına düşmemek için, yarım ağızla bunun ‘sosyalizmle bağdaşmaz’ bir tutum olduğuna dair açıklama yapmak durumunda kalıyor. TKP-TBKP’nin ‘iç’ politikaları, SSCB-SBKP’nin dış politikalarının, birebir düzeyde olmasa bile, yansıması ile oluşuyor. TBKP, aynadaki görüntü demek oluyor.
Ulusal ve uluslararası politik sorunların ele alınışında ve çözüm yolları arayışında dış faktör, egemen kültürün tarihsel şekillenmesinde, önemli bir yere sahip. Tarihsel şekillenme ve maddi zemin dış faktörün rolünü öne çıkarıyor, dış faktörün rolünün abartılmasına neden oluyor. ‘Batının katkısı ile Batı’ya yetişme’ Cumhuriyetin ve kendine güvensiz cumhuriyet aydınının ideolojisi oluyor ve bugüne aktarılıyor. TKP, ‘sol’dan bu aydın geleneğinin sürdürücüsü olma işlevini üstleniyor ve iç faktörlerle tutunamayınca bütünüyle dış faktörlere yaslanıyor. TBKP, bu geleneği sürdürüyor ve Avrupa Topluluğu’ndan esen demokrasi rüzgârlarını arkasına alarak, Avrupa normlarına uygun bir demokrasi savaşımı ve yasal parti girişimi için, iki genel sekreterini Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne gönderiyor. Ankara’dan hiç ayrılmayan demokrasi heyetleri ile dış-faktör, kendisinden beklenen önemli tarihsel rolünü sürdürüyor. TBKP, varlığını ve geleceğini Batı Avrupa kaynaklı dış-faktörün yeterli derecede olgunlaşmasına ve etki gücünün artmasına bağlamış gözüküyor, öyle anlaşılıyor. İdeolojik ve siyasal gıdasını da Gorbaçov’un ismi ile anılan SBKP’nin yeni güncel politikasından, ‘barış ve demokrasi’ politikasından alıyor. ‘Barış ve demokrasi’ politikasının temel tezleri, ulusal öğelerin de hesaba katılmasıyla, ‘Barış ve Demokratik Yenilenme Programı’ olarak, programatik düzeyde yeniden formüle ediliyor.
TBKP, devrime karşı yasal bir dalgakıran olmaya soyunuyor. ‘Barış ve demokrasi’ politikası, yeni soğuk savaş dalgasının eteklerinde, onun bir yan-ürünü, türevi olarak şekilleniyor.
Eski Soğuk Savaş Dalgasının Sıcak Tezleri ‘Sol’ Cepheden Yeniden Üretiliyor
İkinci emperyalist savaşın hemen arkasından, dünya, soğuk savaş dalgasının içine düşüyor.
Soğuk savaşın sıcak dalgaları, yirmi yıla yakın bir süre dünyayı etkisi altına alıyor ve hızını giderek kaybediyor, birinci soğuk savaş dalgası geri çekiliyor, ama savaşlar sürüyor, sıcak veya soğuk savaşlar devam ediyor. İkinci savaştan bu yana, dünya yeni bir genel savaşa sahne olmadı, emperyalizm pazarları ve hegemonya alanlarını yeniden paylaşmak için, dünya ölçeğinde, üçüncü bir sıcak savaşa başvurma ihtiyacı duymadı. Ama bölgesel-yerel savaşlar, çatışmalar hiç bitmedi, silahlanma yarışı, bu yarışa dev nükleer silah stoklarının da katılmasıyla, artarak sürdü, sürüyor.
Şimdi nükleer silah depolarının üzerinden yeni bir soğuk savaş dalgası ilerliyor. Dünya, ilan edilmemiş yeni bir soğuk savaş dönemini yaşıyor. Yeni soğuk savaş rüzgârları, daha başlangıcında Batı ve Doğu yönlerinden esmeye başladığı için, çok daha etkili oluyor, etkili olduğu görülüyor. Özgürlük ve insan haklarının gerçekleştirilmesine yönelik istemler, Tienanmen meydanında, soğuk savaş dalgaları altında kana bulanıyor.
Soğuk savaşın özünde anti-sosyalizm var, özgürlük karşıtlığı var.
Birinci soğuk savaş dönemi, özellikle ilk evresinde, anti-Sovyetizm anlamına geliyor. Emperyalizm, sıcak savaşla başaramadığını, soğuk savaşla denemeye çalışıyor. Veya şöyle de söylenebilir: Emperyalist sistem pazarları yeniden paylaşmak, fiili bir güç olarak yerleşmeye başlayan sosyalizmi ortadan kaldırmak için, sıcak savaşa başvuruyor. Sıcak savaş emperyalist cepheyi yarıyor, emperyalist sistemden yeni halkalar kopuyor. Savaşın bitiminde Doğu Avrupa ülkelerinde, Alman faşizmine karşı Kızıl Ordu desteğinde kazanılan zafer, tek başına veya belli demokratik partilerin katılımıyla komünist partilerin iktidara gelmesiyle tamamlanıyor. Devrimin ayak sesleri Berlin’den duyulmaya başlanıyor. Batı Avrupa sosyalizmin ‘tehlike’ çemberine giriyor. SSCB’nin anti-faşist savaşta kazandığı ve Amerikan Kıtası’na kadar uzanan prestij ‘tehlike’yi artırıyor. Tek (ilkeli sosyalizm çok ülkeli hale geliyor, klasik deyimiyle sosyalist kamp, emperyalist sistemin karşısına yeni bir güç olarak dikiliyor.
Devrimin alevleri, emperyalist sistemi Doğu’dan ve Güney’den kuşatma altına alıyor. Çin’de ABD’nin desteklediği Çan Kay-Şek gericiliğine karşı ulusal ve demokratik devrim 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanıyor. Kore’de iç-savaş başlıyor, Hindi-Çin yarımadasında sürüyor. Biliniyor. İran’da 1945’te Pişaveri Ayaklanması ile başlayan süreç, Tebriz’de muhtar Azerbaycan Cumhuriyeti’nin ilanına yol açıyor. Azerbaycan Cumhuriyeti’ni, kısa bir süre sonra Mahabad bağımsız Kürt devletinin kurulması izliyor. ‘Tehlike’ Ortadoğu’ya kadar yayılıyor. Ve Avrupa’nın Güney-kanadında, Yunanistan’da, Varkize Anlaşması ile Yunan Komünist Partisi, silahlarını İngiliz emperyalistlerine ve iç-gericiliğe teslim ederek ve bu suretle, 1945 karşı-devrim terörünün, devrimin en militan kadrolarını biçmesine yol açarak, olgunlaşmış devrim meyvesini dalından uzanıp almaya cesaret edememiş olsa da, Yunan iç-savaşı sürüyor. Kapitalist dünya için ‘tehlike’ bitmiyor ve Fransa, İtalya gibi Batı Avrupa ülkelerinde, sistem, siyasal istikrarsızlık nüveleri taşıyor. Sistem için artık hayati bir tehlike oluşturmasalar da, bir yıl sonra hükümetten kovulacak olan Kominform üyesi FKP ve İKP, biri Savunma Bakanlığı olmak üzere, 1947’de iktidar ortağı olarak hükümette yer alıyorlar. Üstelik İtalya’da işçi hareketi gelişiyor ve New Deal düşünün ölmeye başlaması ile ABD yaygın grev hareketlerine sahne oluyor.
Savaş, emperyalist sistemin cephe gerisinde de bozguna uğramasını doğuruyor. Eski sömürge sistemi hızla çözülüyor. Savaş öncesinde emperyalizmin cephe gerisini oluşturan sömürge ve bağımlı ülkeler, şimdi anti-emperyalist mücadelenin geliştiği cephelere dönüşüyor, ikinci savaş sonrasında Asya, Afrika ve Latin Amerika’yı büyük bir devrim fırtınası, ulusal kurtuluş fırtınası sarıyor. Elliden fazla Asya ve Afrika ülkesi, devlet bağımsızlığını ilan ediyor.
Emperyalist sistem dört bir yandan sarılıyor, sarsıntı geçiriyor. Savaşa uzaktan ve daha çok da sosyalizmin Avrupa’daki yürüyüşünü durdurmak amacıyla katılmış olan ve savaş bilançosunu zararla değil Batılı müttefiklerinin zararına karla kapamış olan ABD emperyalizmi, hem Kızıl Tehlike’yi önlemek, hem de elde kalan alanlara egemenliğini yaymak veya pekiştirmek görevi ile karşı karşıya kalıyor. ABD savaşın hemen sonrasında, sistemin yaralarını sarma görevinden kaçamıyor. Marshall Planı, Truman Doktrini ve Eisenhower Doktrini, ABD’nin karşı karşıya kaldığı ekonomik, siyasal ve askeri yükümlülüklerin doktrin düzeyinde, isimlendirme düzeyinde ifade edilmesi oluyor. ‘Sosyalist tehlike’nin karşısına Marshall Planı ile çıkılıyor ve Batı Avrupa’nın yeniden inşasına başlanıyor. Truman doktrini Yunanistan ve Türkiye’yi ABD’nin nüfuz bölgesine dahil ediyor. Truman Doktrinini Eisenhower Doktrini izliyor ve Ortadoğu, kısa da sürse, Amerikan nüfuz bölgesinin içerisine alınıyor. Batı ve Güney Avrupa’nın askeri varlığı, Atlantik ötesini de içine alacak şekilde, NATO şemsiyesi altında toplanıyor. Devrimci fırtınanın, durdurulması ve emperyalist sistemin yeniden ayakları üzerine dikilebilmesi için, sistem, ön-hazırlığını, uluslararası örgütlenmesini tamamlıyor. ‘Sovyet yayılması’nın ve ‘demir perde’nin karşısına “hür dünyanın savunulması’ stratejisi ile çıkılıyor. Sistem ‘kızıl tehlike’ propagandasını öne çıkararak ahlaki-moral değerlerle kendini takviye ediyor. Sistemin varlığını ve vahdetini sürdürebilmesi için, insani ve ahlaki değerler propagandasına sarılıyor. ‘Sovyet yayılması’ ve ‘demir perde’ kavramları ile eşitlenen sosyalizmin ve devrimin dünyada artık gelişmiş maddi bir güç olarak varlığı, sosyalist sisteme ve devrime karşı emperyalist sistemin yeni ve topyekûn bir Haçlı Seferi başlatması için uygun bir gerekçe oluşturuyor. Ama yeterli bir neden olmuyor. ABD ve emperyalist sistem, yeni bir sıcak savaşa yönelmenin, maddi ve moral koşullarının uzağında.
ABD, sosyalizme ve devrime karşı topyekûn bir haçlı seferine ihtiyaç duyuyor, ama sıcak savaşa yönelemiyor. Sosyalizmi ve devrimi soğuk savaşla durdurmaya çalışıyor, dünya egemenliğini gerçekleştirmek için, soğuk savaş dalgalarını bir araç olarak kullanıyor.
Dünya konjonktürü ancak soğuk savaş çıkarmaya uygun bir ortam sunuyor. Emperyalizm, sosyalizm ve devrim dalgalarının karşısına, dış politikada, soğuk savaş dalgakıranı ile çıkıyor. Soğuk savaş dalgakıranı, ABD iç-politikasında, en sıcak etkisini, liberal ve demokratlardan komünist türetilerek, McCarthyizm ile gösteriyor.
Sıcak savaşın sona ermesinden iki yıl sonra, 1947’de, ABD emperyalizmi, sosyalist kampı, soğuk savaş dalgakıranı ile muhasara altına alıyor.
Muhasaranın sonuç almada etkisiz kaldığı söylenemez. Soğuk savaşın orta yerinde, SBKP 20. Kongresi’nde, Kruşçev tarafından dile getirilen yeni global tezlerle, SBKP, soğuk savaş kampanyasına katılıyor. Kruşçev’in ağzından, soğuk savaşın sıcak tezleri, ‘sol’ cepheden yeniden üretiliyor. Soğuk savaşın orta yerinde, SSCB, soğuk savaşın nesnesi olmaktan kurtuluyor, dolaylı yoldan soğuk savaşın öznesi konumuna yükseliyor. Soğuk savaşta yeni bir taraf olarak, emperyalist muhasarayı ‘yarıyor’. Zaman zaman ortaya çıkan ama artık gerici bir platforma kayan belli sürtüşmelere ve gerginliklere karşın, iki sistem ‘barış içinde yan yana’ yaşayabiliyor.
Kruşçev’in tezleri, iki sistemin barış içinde yan yana yaşaması ve mevcut dünya statükosunun korunması gerektiğinin formüle edilmesi demek oluyor.
Sovyet modern revizyonizmi, Kruşçev’in ağzından dile getirilen tezler bütünlüğü ile iç-politikada bir restorasyon süreci başlatıyor. Devrimci değerlerin, Marksist politik tezlerin ve ideolojinin yerine, burjuva değerleri, gerici değer yargılarını koyuyor. Uluslararası planda, devrime ye devrimci-radikal hareketlere karşı tavır alıyor, parlamenter geçiş ve barışçıl yol tezleri, temel bir politika düzeyine yükseliyor. Yeni-sömürgeciliğin meşrulaştırılması ve yeni-sömürgecilik statüsünün korunması, SSCB’nin global politikası oluyor. Yeni-sömürgeciliğin sürdürülmesi konusunda, SSCB politikaları ile ABD politikaları arasındaki fark kapanıyor. Kruşçev Birleşmiş Milletler Örgütü’nün, eski sömürge statüsünün kaldırılmasına öncülük etmesini istiyor. Yeni-sömürgelere, ‘uygarlık’ ve ‘özgürlük’ taşınması için, SSCB, ABD ile barışçıl işbirliğine, yeniden paylaşılan dünyadan pay kapmak için rekabete yöneliyor. SSCB’nin de artık bir taraf olarak körüklediği soğuk savaş dalgaları, geri ülkelere, sömürge ve yarı-sömürgelere silahların uygarlığını taşıyor, ‘özgürlük’ şarkıları, kan ve ateş dalgaları arasında boğuluyor.
Kruşçev 1959 son yazında Washington’da gazetecilerin sorularını yanıtlarken, ulusal kurtuluş savaşlarını da kapsayan ‘yerel savaş’larla ilgili Sovyet politikasını samimiyetle dile getiriyor: “… yerel savaşlar çok tehlikelidir”, “savaş alevlerini tutuşturabilecek kıvılcımları söndürmek için elimizden geleni yapacağız.”
SSCB’nin bir ‘kıvılcımı söndürmek’ amacıyla, elinden geleni yapması için fazla beklemesine gerek kalmıyor. Kruşçev’in bu demeci vermesinin üzerinden daha bir yıl bile geçmeden, Kongo ulusal kurtuluş mücadelesinin alevleri, 1960 yazında, soğuk savaş dalgasının iki devinin, ABD ve SSCB’nin politik ve askeri işbirliği ile boğuluyor.
Tek örnek olmamakla birlikte, trajik ve uç bir örnek oluşturduğu için, kısa ayrıntılarından sözetmek gerekiyor.
1950’li yıllar biterken, Kongo’da sömürgeciliğe karşı gelişen silahlı ulusal mücadele, emperyalizmin müdahalesi ile karşılaşıyor. ABD emperyalizmi, Kongo’ya karşı saldırıya geçiyor. Saldırı SSCB tarafından da destekleniyor. Sadece desteklenmiyor, saldırı ve katliamda işbirliği de yapılıyor. 13 Temmuz 1960’da Güvenlik Konseyi’nin Kongo’ya Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin gönderilmesi kararına SSCB, ABD ile birlikte oy kullanıyor. Dahası Birleşmiş Milletler’in saldırgan askeri güçlerine lojistik destek, ulaşım araçları sağlıyor. Kruşçev, Kasavuon ve Lumumba’ya çektiği telgrafta, Birleşmiş Milletlerin yaptığı ‘faydalı işi’ övüyor. Kongo bağımsızlık mücadelesi eziliyor ve kukla bir parlamento kuruluyor. SBKP yöneticileri, 1961 yılında Gizengo’yu, Birleşmiş Milletler birliklerinin ‘himayesi’ altında toplanan Kongo parlamentosuna katılmaya ve kukla hükümette görev almaya ikna ediyor. İkna politikası trajik sonu da hazırlıyor: Lumumba katlediliyor, Gizengo hapse atılıyor, pek çok ulusal bağımsızlıkçı sürülüyor. Kongo ulusal bağımsızlık mücadelesi geriliyor.
SBKP’nin, soğuk savaş politikasına aktif bir taraf olarak katılması, Kongo ulusal bağımsızlık mücadelesini, sıcak savaş dalgaları içerisinde eritiyor.
Ama Cezayir ulusal bağımsızlık mücadelesi, SBKP’nin soğuk savaş tezlerine ve FKP’nin gerici politikasına karşın, zafere ulaşıyor. SSCB, Fransız emperyalist burjuvazisine karşı yürüyen Cezayir ulusal bağımsızlık mücadelesinde, fiilen Fransa’nın yanında yer alıyor. Cezayir halkı, elde silah Fransız işgalcilerine karşı savaşırken, Kruşçev, Fransız burjuvazisinin uluslararası destek arayışına destek oluyor. Kruşçev, Cezayir ulusal bağımsızlık sorununu, “Fransa’nın bir iç sorunu” olarak gördüklerini, “SSCB’nin, başka devletlerin içişlerine karışmama” politikası izlediğini açıklıyor. Cezayir ulusal bağımsızlık mücadelesinin yaklaşan zaferi, Fransız Birliğini küçültürken, Kruşçev, 1958’de, “… biz Fransa’nın zayıflamasını istemiyoruz, onun daha da büyümesini istiyoruz” mesajı ile De Gaulleci burjuvaziye moral aşısı yapıyor. İkinci sıcak savaş sırasında ve sonrasında, savunduğu tezlerle ve izlediği millici-politikalarla, neredeyse De Gaulle’cü politikanın bir eklentisine dönüşen Fransız Komünist Partisi, “Cezayir’in Fransa’nın ayrılmaz bir parçası olduğu”, “Fransa’nın şimdi olduğu gibi, gelecekte de Afrika’da büyük bir güç olması gerektiği”, Cezayir’in “et kıtlığı ve tahıl açığı” sorunlarının çözümünde Fransa için “gerekli” olduğu yolundaki emperyalist tezleri, ‘sol’ cepheden yeniden üreterek. De Gaulle’cü burjuvazinin ziyafet sofrasına sunuyor. Cezayir Komünist Partisi, SBKP ve FKP’nin, Fransa yanlısı  politikası karşısında, savaşın dışında kalmayı tercih ediyor. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın alevlerinin Cezayir’in dört bir yanını sardığı bir dönemde, Cezayir Komünist Partisi Genel Sekreteri, Çekoslovakya dağlarında kış sporları yaparak boş zamanını değerlendirmeye çalışıyor. Cezayir halkının ulusal zaferi, Cezayir topraklarından sadece Fransız askeri varlığını denizaşırı topraklara sürmekle kalmıyor, Cezayir Komünist Partisi’ni de, Cezayir halkının siyasal yaşamından siliyor. Zafer sonrasında, SSCB, bağımsız Cezayir devletini tanımak için, önce Fransa’nın tanımasını bekliyor.
Emperyalizmin soğuk savaş dalgaları ve SBKP’nin soğuk savaş tezleri ve soğuk savaş politikası, yalnızca Cezayir Komünist Partisi’ni siyasal yaşamdan silmekle kalmıyor, belirli birkaç istisnayı ve eski partilerden kopan, ama ülkenin siyasal yaşamını etkileyebilecek kadar etkinlik gösteremeyen yeni komünist partileri dışında tutarsak, komünist partilerin büyük çoğunluğunun ya sistemle bütünleşme sürecini hızlandırıyor, ya da fiilen tasfiye olmalarına yol açıyor.
Tasfiye süreci Irak’ta trajik bir şekilde noktalanıyor. Kruşçev’in ‘barışçıl geçiş’ tezlerine sarılan Irak Komünist Partisi, reformcu çizgisinin diyetini, önderliğini, karşı-devrimci askeri darbeye kurban vererek ödüyor. Mısır’da ise, yarı-siyasi bir komedi sahneleniyor. SBKP, Mısır Komünist Partisi’ni, ülkenin tek politik örgütü olan Nasır’ın Arap Sosyalist Birliği’ne katılmaya zorluyor. Mısır Komünist Partisi, Nasırcılığın yaldızının en çok parladığı bir dönemde, 1965 yılında, Arap Sosyalist Birliği’ne katılıyor. Parti yöneticilerinin bir kısmı, katıldıkları partinin Merkez Komitesi’ne giriyorlar ve milletvekili yapılarak ödüllendiriliyorlar. Artık MKP, Nasırcılığı ve ‘kapitalist olmayan yolu’ dışarıdan değil, içeriden destekliyor. Hindistan Komünist Partisi de bir kliğiyle, Nehru’nun ‘kapitalist olmayan kalkınma yolu’nu izleyerek siyasal varlığını gereksiz görüyor, toprak ağalarının ve büyük burjuvazinin siyasal bir aleti haline geliyor. Amerikan Komünist Partisi’nin, soğuk savaş öncesinde, 1943 Tahran konferansı’nın hemen arkasından kendi kendini tasfiye ederek McCarthyizmin gelişmesi için toprağı temizlemesinin ve savunduğu görüşlerle Kruşçev’in soğuk savaş tezlerinin bir esin kaynağı olma şerefini haklı olarak taşımasının kısa öyküsü, ek başlık içerisinde veriliyor. ABD Komünist Partisi, Küba ve Kolombiya Komünist Partilerine kötü örnek oluyor. Küba ve Kolombiya Komünist Partileri, ABD örneğini izleyerek siyasal tasfiye sürecine giriyor. 1946’da parlamenter avanaklığa soyunarak burjuva partiler koalisyonuna katılmasına karşın, 1948’de hükümetten atılarak yeniden yasadışına itilen ve burjuva iktidarını ‘halkın demokratik hükümeti’ olarak ilan eden Şili Komünist Partisi’ni dışında tutarsak, Küba Komünist Partisi, Latin Amerika’da, SBKP’nin soğuk savaş tezlerinin en hararetli izleyicisi olarak ün salıyor. 1953 Moncado isyancıları, ilk zaferlerini, gerici Komünist Partisi’ne karşı kazanıyorlar. 1959 Küba Devrimi, sadece Batista Rejimini devirmekle kalmıyor, Fidel Castro iktidarının SSCB’nin uluslararası politikalarının bir eklentisi durumuna yükselmesi süreci öncesinde, gerici Küba Komünist Partisi’ni de bir kenara itiyor.
TKP’nin ise, ABD Komünist Par-tisi’nden ve Latin Amerika’nın gerici partilerinden de önce davranarak, daha ikinci sıcak paylaşım savaşı öncesinde, faşizme karşı mücadelenin selameti açısından, siyasal faaliyetine son verdiği, hep yazılıp çiziliyor. Öyle anlaşılıyor. Ara başlıkta, izlenen çizginin ve siyasal taktiklerin böyle bir likidasyon hareketi ile noktalanmasının, doğal bir siyasal sonuç olmasının kısa bir tahlili yapılıyor.
Daha evrensel anti-faşist savaşın, bütün hızıyla sürdüğü dönemde, burjuva demokrasisi karşısında çeşitli ideolojik-siyasal yalpalamalara uğrayan ve savaş sonrasındaki süreçte sosyal-demokrasinin eğik düzlemine girmeye başlayan ve kendi doğal evrimi içerisinde,  bugünkü anti-komünist Avrupa Komünizmine ulaşan Fransa, İtalya ve İspanya’nın başını çektiği Batı Avrupa komünist partileri, ‘yapısal reform’ tezleriyle, SBKP’nin anti-komünist soğuk savaş kampanyasına Batı yakasından katılıyorlar. Batı Avrupa partileri, sınıf mücadelesinde işgal ettikleri tarihsel yerle ve ikinci sıcak savaşta kazandıkları prestijle ters orantılı olarak, savaş sonrasında, devrimin tahribatında, en az SBKP revizyonizmi kadar olumsuz bir rol oynuyorlar. Savaş sonrasında ve savaş sırasında anti-faşist hedeflerden sosyal hedeflere doğru evrilen sınıf hareketinin önüne, Batı Avrupa partileri, dalgakıran olarak dikiliyorlar. Birinci soğuk savaş dalgası, Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da siyasal istikran bütünüyle sağlamak için yeterli olmuyor, belli bir düzeyi aşamasa bile sınıf hareketi durmuyor. Savaş sonrası İtalya’sında gelişen işçi hareketi ve ABD’deki işçi grevleri sadece iki örnek. Batı Avrupa komünist partilerinin evrimci partilere dönüşmeleri ve sınıf hareketinin yönünü, sistem-içi ekonomik istemlerin elde edilmesine çevirmeleri, sınıf hareketinin törpülenmesi ile sonuçlanıyor.
Birinci Soğuk savaş dalgasının kendisi değil, SBKP’nin başını çektiği komünist partilerin soğuk savaş tezleri ve devrimci partilerin ideolojik-siyasal ve örgütsel likidasyon süreci, devrimi tasfiye ediyor, alttan alta kemiriyor. Sınıf hareketi ve devrim dalgaları, sistem içerisinde eriyor. Soğuk savaş dönemi, aynı zamanda, komünist partilerin ehlileşmesi ile sosyal-demokratlaşma sürecine girmesi ile sonuçlanıyor. Komünist partileri, anti-komünist düzen partilerine dönüşüyor. Devrimi savunma görevi, zaman zaman sağ, zaman zaman sol eylem biçimlerine savrulan devrimci-demokrasiye düşüyor. Küçük-burjuvazi, devrimin hedeflerini daraltıyor. İşçi sınıfına ideolojik öncülük görevi veriliyor. Fiili önderlik kırlara kayıyor. Anti-komünist komünist partilere artık burjuvazi ile birlikte, devrimi engelleme görevi düşüyor. Avrupa-dışı örneklerden söz edildi. 1968 Fransa başkaldırısında, Fransa Komünist Partisi’nin, devrimin yenilgisinde oynadığı karşı-devrimci rol biliniyor. FKP, ayağa kalkan Paris’e karşı, düzeni ve istikrarı savunuyor. Devrim yeniliyor, Paris komününün bir ikincisi tekrarlanmıyor. Düzenin yeniden yerine oturmasında FKP, tarihsel bir rol oynuyor. FKP, düzenin eğik düzlemine giriyor.
‘Devrimsiz-Başkaldırısız Bir Dünya’ Özlemi, Teorik İfadesini SBKP’nin Yeni Soğuk Savaş Tezlerinde Buluyor
Yönelimleri ve istemleri şüphesiz farklı öğeler taşıyor, farklı koşullarda ortaya çıkıyor, ama dün Quartier Latin’de söylenen özgürlük şarkılarının, bugün Tienanmen Meydanı’nı dolduran milyonların isyan çığlığına dönüşmüş olmasından şüphe duyulmuyor. Dün Fransız Devrimi’nin yenilgisinin arkasından timsah gözyaşı dökenler, bugün Tienanmen Meydanı’nı zapta çıkmış milyonların özgürlük şarkılarına, sevinçlerine ve umutlarına tank paletleri ile mitralyöz sesleri ile karşı koyuyorlar. Özgürlük çığlıkları kan banyosu içinde boğuluyor. Kan banyosu, yeni kurulan ‘İstiklal Mahkemeleri’ zincirinin yeni idam kararları ile sürüyor. Yeni Çin kapitalizmi, yeni Çin faşizminin siyasal barbarlığı ile, Çin bozkırını temizlemeye çalışıyor. 1980’li yıllar biterken, Çin barbarlığı, dinci-faşist Humeyni rejiminin resmi vahşetine yetişmeye çalışıyor. Tienanmen Meydanı’nın kana bulanması karşısında, timsahın gözyaşlarını dökme görevini, bu kez, Batı’nın emperyalist haydutları üstleniyor. SSCB, Çekoslovakya, Doğu Almanya ve Küba daha samimi davranıyor. Castro rejimi, Çin’deki katliamı açıkça desteklediğini ifade etme gereğini duyuyor, Tienanmen Meydanını dolduran milyonlarca işçi ve öğrenciyi karşı-devrimci ilan ediyor. Gorbaçov ise, demokrasi istemlerinin tank paletleri altında ezilmesine, sessiz kalarak, yorum yapmayarak destek veriyor. Ama SBKP yönetimi, milliyetler mahpushanesinde demokratik bir muhteva taşıyan ulusal hareketlerin gelişmesi, ulusların kendi kaderlerini yeniden tayin etme çabası karşısında sessiz kalmıyor. Ulusal hareketler çeşitli yollardan baskı ve denetim altına alınmaya çalışılıyor. SBKP yöneticileri, en çok, ulusal hareketleri bir işçi sınıfı hareketinin izlemesinden, izlemesi olasılığından çekiniyor. Ekonomik ve siyasal reformlar politikası ile Sovyetler Birliği’nde yeni bir Polonya örneğinin tekrarlanmasının önüne geçilmek isteniyor. Polonya’daki askeri rejim, Dayanışma Hareketini, resmi bir muhalefet gücü olarak sisteme dâhil etmek suretiyle, işçi hareketinin radikal taleplerini törpülemeyi amaçlıyor. Ama reddedilemeyen bir gerçek var: Polonya’dan Çin’e kadar revizyonist dünya, kapitalizmin, kapitalist restorasyon politikalarının sonuçlarına karşı yeniden yönelen kendiliğinden kitle hareketlerine sahne oluyor.
Tienanmen Meydanı’nın kana boyanmasından sonra, Çin Genelkurmay Başkanlığı yayınladığı bir bildiride, ayaklanmacıları ‘serseri’ olmakla, ‘solcu’ ve ‘Dörtlü Çete artıkları’ olmakla suçluyor. Barikatların arkasında milyonların demokratik taleplerinin, silahsız bir ayaklanmanın kan ve ateşle ezilmesi, eli kanlı generaller çetesine madalya getiriyor. ‘Muhteşem zafer’ şenlikleri ilan ediliyor. Barikatların yıkıntıları altında ve bir kan banyosu içinde, düzen yeniden yerine oturuyor. Çin Genelkurmay Başkanlığı’nın, ayaklanmacıları, ‘serseri’ ve ‘solcu’ olarak nitelendirmesi de bir anlam kazanıyor. Burjuvazinin ve soğuk savaş politikacılarının, kapitalizme veya kapitalizmin sonuçlarına yönelen kitlevi eylemlere karşı sürdürdüğü propaganda kampanyası, kavramlar düzeyinde dahi tekrarlanıyor.
Çin Genelkurmay Başkanlığı’nın bildirisi, bir soğuk savaş politikasının ifade edilişine resmi tanıklık yapıyor.
Eski soğuk savaş dalgasının etkisinden arınmadan, dünya, yeni bir soğuk savaş dalgasına şahne oluyor.
Birinci soğuk savaş dalgakıranı, dünya çapında, sosyalizmin prestijinin en yüksek olduğu bir dönemin ürünü olarak sahneye çıkıyor ve özellikle de birinci evresinde sosyalizm dalgasına çarparak kırılıyor. 1950’li yılların ortalarından itibaren sosyalist dalganın çekilmesi ve revizyonizmin soğuk savaş kampanyasına katılması, soğuk savaş dalgalarının tahrip gücünü artırıyor. Yeni soğuk savaş dalgası ise, birincisinin devamı olarak ortaya çıkıyor ve dalgalar, şimdilik zayıf gözüken engelleri aşarak ilerliyor. Kapitalist ve revizyonist gericilik, yeni soğuk savaş dalgası etrafında birleşmiş gözüküyor. Sosyalist düşünceye karşı, sosyalizmin teori ve pratiğine karşı tam bir haçlı seferi açılmış durumda. Komünizmin iflas ettiği ve devrimler çağının sona erdiği ilan ediliyor. Soğuk savaş dalgaları, sevinç dalgalan eşliğinde ilerliyor.
Farklı tarihsel koşullarda, ama paralel öğeler taşıyarak, ideolojik değer yargıları ve siyasal platformda, 19. yy.ın ilk restorasyon dönemi, 20. yy.ın son basamağında sanki yeniden tekrarlanıyor.
Yeni bir restorasyon dönemi, adeta dünya çapında yaşanıyor.
Muhafazakâr bir dalga ideolojiden kültüre, siyasetten ekonomiye kadar her alanda etkisini gösteriyor. Eski kapitalist dünyanın ve yeni kapitalist-revizyonist dünyanın, neredeyse her noktasından, muhafazakâr-liberal değer yargıları pompalanıyor. Ekonomik platformda pazar ekonomisi ile ifade edilen sağ-muhafazakâr politikalar genel bir uygulama ortamı buluyor. Faşist partilerden klasik muhafazakâr partilere, sosyal-demokrat veya ‘demokratik-sol’ partilerden anti-komünist komünist partilere kadar egemen siyasal yelpazenin sağlı-sollu bütün mihrakları, liberal-pazar ekonomisinin savunulmasında, rakiplerinin önüne geçmeye çalışıyor. Ekonomik programlar, liberal-pazar ekonomisi mantığı çerçevesinde yeniden şekilleniyor, devletçilik ve sosyal politikalar formülasyon düzeyinde dahi terk ediliyor. Muhafazakâr sağ politikalar, muhafazakâr veya muhafazakârlaşmış hükümetler eliyle uygulanıyor. Sosyal politikaların terk edilmesi, ‘sosyal-kapitalizm’ demagojisinin iflas ettiğinin itirafı anlamına da geliyor. Sosyal politikaların terk edilmesi ve bütünüyle liberal-pazar ekonomisi politikalarına yönelmesi ile sistem, krizden kurtulmaya ve kâr oranını yükseltmeye çalışıyor. Ekonomik politikaların sürdürülebilmesi ve sistemin istikrarının korunabilmesi için, siyasal devlet mekanizması yasal ve fiili yollarla takviye ediliyor. Yığınların uyuşturulması için muhafazakâr bir ideoloji dinsel değer yargıları ile takviye ediliyor, Darwin Kuramı bile ‘yaradılış’ efsanesine feda ediliyor. İnsanlık uzaya çıkabilecek ve nükleer enerjiyi kullanabilecek kadar bir gelişmişlik aşamasına ulaşmıştır. Kapitalizm, göktaşları ve yıldız kümeleri arasında Tanrıyı yeniden keşfederek insanlığın hizmetine sunuyor. Materyalizmin karşısına, yeniden nesnel-idealizm çıkarılıyor. Bir yandan ‘komünizmin iflası’, ‘materyalizmin iflası’ propagandası yapılıyor, bir yandan da materyalist dünya görüşü, materyalist dalga, dinsel dalgakıran ile durdurulmaya çalışılıyor. Yeni bir nükleer savaşın, dünyanın sonu demek olduğunun propagandası ve bu propagandanın yeni bir tanrı arayışına tahvil edilmesi çabası, yeni bir sanayi sektörü doğuruyor. Dini otoritelere, dini kurumlara yeniden itibar aşısı yapılıyor. Yeni bir itibar aşısı yapılması gerekli hale geliyor. Kapitalizm ve burjuvazi, yığınları dünya zevklerinden soğutma, cennetin nimetlerini yeniden övme ihtiyacı duyuyor. Dini otoriteler insana cennetin yolunu gösteriyor. Bugün artık Moskova’da, Varşova’da, Latin Amerika’nın herhangi bir başkentinde veya Washington’da anti-komünist parti şeflerini veya devlet başkanlarını kardinallerin, patriklerin veya Papa’nın önünde uzayıp giden el öpme kuyruklarında görebilmek mümkün hale geliyor.
El öpmenin ve iç-politika manevralarının dışında kalan zamanlarını, Gorbaçovlar, Reagan veya Bush’lar nükleer silah depolarının azaltılması ve dünyadaki mevcut statükonun sürdürülmesi görüşmelerinde, el sıkışmaya ayırıyorlar. Emperyalist bloklar sistemi arasındaki rekabet, dünyanın yeniden paylaşılmasının ötesine geçiyor, u/ayın paylaşılmasına yöneliyor. Yıldız Savaşları Projesi ABD’ye üstünlük sağlıyor ve ‘barış’ masasında konvansiyonel silah stokları arasındaki dengesizliğin giderilmesinde bir koz olarak kullanılıyor. Silahlanma propagandası ve orta menzilli nükleer silahların indirilmesi görüşmelerinin hızlanması, ‘barış ve yumuşama’ beklentilerine kaynaklık ediyor, özellikle SSCB, dünyadaki mevcut dengenin, mevcut statükonun korunması, aynı anlama gelmek üzere “barış’ın sürdürülmesi politikasını izliyor. ABD emperyalizmine, geçici de olsa, hegemonya alanlarının korunması ve meşruluğunun tanınması politikasını dayatıyor ve Afganistan’dan çekiliyor. Gorbaçov, ABD emperyalistlerinden ve Batılı emperyalistlerden ‘barış’ desteği istiyor. Taşlaşmış ve tıkanmış bir ekonominin, pazar ekonomisinin ve özel mülkiyetin yaygınlaştırılması, rekabet kanallarının genişletilmesi gibi kapitalizmin evrensel güncel yöntemleriyle aşılabilmesi için SBKP, emperyalizmin desteğine ihtiyaç duyuyor. Güçlerin iç ilişkilerin düzenlenmesine seferber edilebilmesi için, geçici bir süre de olsa, dış-ilişkilerde var olan keskinliğin törpülenmesine, silahlanma yarışına ve askeri fonlara ayrılan harcamaların azaltılmasına ihtiyaç duyuyor. Dış ilişkilerde istikrar arayışı ve dünya dengelerinin ‘barış içinde’ korunması çabası, Gorbaçov’un ‘barış politikasına’ kaynaklık ediyor.
SBKP, Batılı emperyalist blokla ekonomik, askeri ve siyasal ilişkilerinde ‘barış politikası’ izliyor.
Dünya halklarına karşı, ulusal kurtuluş savaşları ve sosyal devrim olasılığı karşısında ise, soğuk savaş politikası güdüyor. Yeni soğuk savaşın sıcak tezleri ile ezilen yığınların devrimci başkaldırısı durdurulmaya çalışılıyor. ‘Devrimsiz-başkaldırısız-isyansız-sorunsuz’ bir dünya yaratılması özlemi, teorik ifadesini, yeni soğuk savaş tezlerinde buluyor. Veya şöyle de söylenebilir: Yeni soğuk savaş tezleriyle çerçevesi çizilen ve uygulama alanı bulan SBKP politikaları ile dünyadaki mevcut durum korunmak isteniyor, dahası bu durumu sarsacağı düşünülen halk devrimlerine, anti-emperyalist ulusal kurtuluş savaşlarına, her türden karışıklığa açık bir tavır alınıyor.
Saptama ve tahliller evrensel düzeyde teorileştiriliyor, ek başlıkta görülüyor: Devrimler çağının sona erdiği, her türden devrimci başkaldırının, her tür sosyal karışıklığın, sadece insan neslinin, sadece uygarlığın değil, aynı zamanda yeryuvarlağının sonunu hazırlayacak bir nükleer savaşın patlamasında bir ‘ilk kıvılcım’ rolü oynayacağı ilan ediliyor. SBKP insanlığı ve uygarlığı kurtarmaya soyunuyor. Yeni soğuk savaş tezleri ‘elveda başkaldırı’, ‘elveda proletarya’, ‘elveda Marksizm’ karşı-sloganlarında örneklenen, ‘elveda’Iı yeni bir edebi akımın doğuşuna kaynaklık ediyor. Yeni soğuk savaş dalgasının sıcak tezleri, ‘elveda’Iı diziler atacılığı ile best-seller listesine giriyor. Nükleer Felaket Tellalı Partiler de, bir nükleer savaşın doğuracağı cehennemi ortamın ‘bilimsel’ tablolarım çizen SBKP’nin soğuk savaş tezlerini, daha da trajik bir biçimde yorumlayarak, dergilerinde basarak, devrimci görevlerini yerine getirmiş oluyorlar, insanlığa ve uygarlığa son bir hizmet sunuyorlar.
Birde gelişme potansiyeli taşıyabilecek halk hareketlerinin, ulusal kurtuluş hareketlerinin ‘askersel bir çatışma’ya yol açmasını önleme gibi tarihsel bir görevi yerine getirmeye, bu konuda burjuvaziye, egemen sınıflara yardımcı olmaya soyunuyorlar. “Ulusal çaptaki mücadelenin aşırı biçimlerini” önleme önemli bir görev, hatta tek görev olarak ortaya çıkıyor. Bugün yeni bir Kongo, yeni bir Cezayir örneğinin tekrarlanması gerekmiyor. Hem eski tipte sömürgelerin iyice azalmasından dolayı gerekmiyor, hem de ulusal karakterli savaşlar rakip emperyalist güçlerin veya yerel gerici rejimlerin birbiri aleyhine devreye girmesi ile ulusalcı güçlerin arkasına geçmesiyle sonuçlanıyor. Emperyalizm klasik taktiklerini sürdürüyor. “Emperyalist çevrelerin özgürlüğüne kavuşmuş ülkeleri soymak” gibi bir politikası artık tarihi olarak sona erdiği için, eski ilişkiler sistemi, yerini, Batı ile üçüncü dünya arasındaki karşılıklı işbirliği ilişkisine terk ettiği için, anti-emperyalist karakterli savaşların maddi zemini de ortadan kalkıyor. Devrimler çağı sona erdiği için, ‘kapitalist olmayan yol’ tezi de teorik ve pratik önemini kaybediyor. Nasırcılığın ve Nkrumahçılığın artık tarihsel olarak ömrünü tamamladığı, siyasal olarak yeniden tekrarlanamayacağı görülüyor. Kruşçev-Brejnev çizgisinin, ‘kapitalist olmayan yol’u yarı-sömürgelerce, ‘kapitalist olan yol’u hızlandırdı ye geri ülkelerin emperyalizme olan bağımlılığını artırdı. Afganistan’ın askeri işgali ile Etiyopya’da ulusal kurtuluş mücadelesini kan ve ateşle boğmaya yönelen kukla bir askeri rejimin kurulmasıyla sonuçlandı. ‘Kapitalist olmayan yol’ tezinin yerini, bugün, “uluslararası istikrarın korunması için üçüncü dünya ile işbirliği” politikası alıyor. “Ulusal uzlaşma” politikası ile geri-kapitalist ülkelere, yarı-sömürgelere daha evrensel, daha global görevler yükleniyor.
SBKP’nin yeni soğuk savaş tezleri Filistin’de, Kürdistan’da, Afrika’da, Latin Amerika’da süren ulusal başkaldırıları durdurmak, Burma’daki demokratik ayaklanmayı bastırmak için yeterli olmuyor, olamıyor. SBKP’nin soğuk savaş tezleri ile bir halk hareketinin, bir ulusal kurtuluş mücadelesinin yönelim ve hedefleri arasında teorik ve pratik bir ‘uzlaşma’ sağlanması mümkün olmuyor. SBKP’nin ‘barış programı’ ve ‘barış politikası’ ancak geri kapitalist ülkelerin egemen sınıflarının, gerici ‘demokratik’ rejimlerinin, ‘barış ve ulusal uzlaşma’ politikaları ile uyum sağlıyor. ‘Ulusal uzlaşma’ya yanaşmayan devrimci-demokratik ulusal güçlerin, ‘uzlaşma’ zeminine sokulması çabası Filistin Direnişi veya Kürt hareketi örneklerinde yaşandığı gibi, sıcak savaş yöntemleriyle mümkün olabiliyor. Soğuk savaş tezleri uygulamada, sıcak savaş yöntemleriyle başarıya ulaşıyor.
Soğuk savaş tezleri iç-politikada, sıcak savaşa dönüşüyor. Polonya örneğinde olduğu gibi, nesnel olarak emek-sömürüsüne karşı yönelen işçi hareketinin gücü, yoğunluğu ve yaygınlığı karşısında sıcak savaş, belli üretim birimlerinde işçi grevleri mevzi,-sapmalar, olarak zaman zaman kendini göstermesine karşın, “ulusal uzlaşma’ ile sonuçlanıyor! Serbest seçimlerle belirlenen parlamento ve senato üyeliklerinin hemen hemen tümünü kazanarak, toplumsal platformdaki gücünü ve ağırlığını, belirli ölçüde yasama organına da taşıyan ve hükümete katılmayı da düşünebileceğini açıklayan Dayanışma Hareketi, resmi bir muhalefet hareketi olarak, siyasal sisteme dâhil oluyor, rejimin resmi güçleri arasında hak ettiği yere yükseliyor. Anti-komünist komünist partisi ile anti-komünist Dayanışma Hareketi bürokrasisinin ‘ulusal uzlaşma’ya varmaları ve bu uzlaşmanın uzlaşma koşullarında sıralandığı gibi, hükümetin yanında, Dayanışma Hareketinin kendisinin de, ekonomik ve siyasal politikaların uygulanmasında sorumluluk taşıyacağını taahhüt etmesi ve ücretlerin enflasyon oranına göre endekslenmesi, İMF politikalarının uygulanması, ‘kemer sıkma’ politikalarının sürdürülmesi gibi öğeleri kapsayan ‘Ekonomiyi Kurtarma Programı’ üzerinde, her iki tarafın da ‘aynı taraf olarak mutabakata varması, ‘ulusal uzlaşma’nın yeniden bozulabilmesine ve yarın yeni bir işçi dalgasının kabarabilmesine potansiyel zemin oluşturuyor. Sovyetler Birliği’nde ise, ulusal hareketlerin yanına, bir işçi dalgasının da katılmasından korkuluyor. Pazar ekonomisinin özünü, kitlesel işgücünün fiyatının düşürülmesi oluşturuyor. Uygulanan yeni ekonomik politika, sömürünün, artı-değer oranının artması ile sonuçlanıyor. Sömürünün artması olgusu, bizzat SBKP yöneticilerince kabul ediliyor. İşçi sınıfı üzerindeki sömürünün Sovyetler Birliği’nde kapitalist Batı ülkelerinden daha ağır olduğunu, Glasnost politikasının önde gelen mimarlarından ekonomist Şmelyev açıklıyor. Açıklama uluslararası kamuoyuna yapılıyor. Sınıfsal sömürü, Polonya’da yirmi yıldır yaşanan örneğin gösterdiği gibi, işçi grevleriyle dışa vuruyor, SBKP, sınıfsal sömürünün ağırlaşmasının dışa vurmaması için, Glasnost ve reform politikasına yöneliyor. Reform politikası, yığınların siyasal iktidar aracılığı ile denetim altına alınmasının ötesine geçmiyor. Resmi sendikal örgütleriyle, resmi komünist partileriyle mevcut statü korunuyor, Glasnost ve Perestroyka politikalarının sınırları, işçi sınıfının, yığınların özgürce örgütlenme hakkına gelince kapanıyor. SSCB’deki yeni özgürlük ve demokrasi dalgası, gericiliğin artık yasallaşmış yeni odaklarını kapsıyor, bürokrasinin taban kesiminin haklarını genişletiyor, dinsel gericiliğin önünü açıyor. Sosyalizme, sosyalist değerlere yeni küfür kanalları açılıyor. Parti de, sosyalizme karşı küfür ve saldırı dalgasının örgütlenmesine ve uyum içerisinde yürütülmesine öncülük ediyor, yol gösteriyor. Edebiyattan felsefeye, siyasetten ekonomiye kadar bütün alanlarda ortaya çıkan basılı eserlerde, artık sosyalist düşünceye, Marksist ideolojiye karşı, liberal-burjuva değerlerin övgüsü, propagandası yapılıyor. Komünizm, farklı tarihsel koşullarda ve farklı bir mekânda, bir zamanlar sosyalizmin ilk anayurdu olma şerefini uzun yıllar taşımış bir ülkede, McCarthy engizisyonu tarafından yeniden yargılanıyor. Ama tarih tekerrür etmiyor, liberal aydınlardan komünist imal edilmiyor, komünizm yargılanıyor, On yedi dinamizmi, On yedi Devriminin evrensel değerleri mahkûm ediliyor. McCarthyizm, soğuk savaşın iç-politikadaki şiddetini temsil ediyor. Yeni soğuk savaş kampanyası, Sovyetler Birliği’nde ulusal hareketlere karşı zaman zaman politik şiddeti de reddetmeden, şimdilik ideolojik şiddet araçlarıyla yürütülüyor. Çin’de ise, ‘barış ve istikrar’ isteyen yeni milyonerlere ve ayrıcalıklı parti bürokrasisine karşı, rüşvet ve yolsuzluklara karşı, emek sömürüsüne ve politik baskıya karşı, Çin kapitalizminin sonuçlarına yönelen bir tepkiyi temsil eden halk hareketi, özgürlük ve politik demokrasi istemleri, politik şiddet araçlarıyla bastırılıyor.
Yeni soğuk savaş kampanyası, iç-politikada, yığınların muhalefetinin düzeyi ile orantılı olarak, sıcak savaş yöntemleriyle başarıya ulaşıyor. ‘Barış ve istikrar’ için sıcak savaş yöntemleri gerekli oluyor.
İç-politikada politik şiddete kadar varan yöntemlerin, dış politikada, şimdilik terk edildiği görülüyor. Şiddete dayalı devrim ihracı yerine, kapitalizmin sosyalleşmesi için, ‘sosyal-kapitalizm’ hayaline erişmek için, artık ‘devrimci tezler’ ihraç ediliyor. Kapitalizmin yüzyıllık pratiği, tezler düzeyinde formüle edilip, SBKP tarafından yeniden gündeme getiriliyor: Hisse senedi sahiplerinin niceliksel artışı… “Marksistlerin emekçilerin elinde ve kontrolünde bulunan hisse senetli sermayenin rolünü değerlendir-meleri”nin, “şirketlerin yatırım politikasına etkide bulunabilecek demokratik etki araçlarını yaratmaları”nın gereği vurgulanıyor. SBKP ideologları, kapitalizmde, ‘demokratik alternatif arayışı’na yöneliyor ve ‘hisse senetli sermayenin yatırım politikalarının’, ‘Marksistlerce etkilenmesinin’, “sosyalist toplumsal ilişkilerin öğe ve önkoşullarının olgunlaşması” anlamına geldiğini saptıyorlar. Çünkü “muhtemel geçiş, kopma ya da parçalanma biçiminde değil”,”kapitalizmin diyalektik olarak aşılması biçiminde olacaktır.” Kapitalizm aşılmıyor, ama açık ki, Y. Karasin, siyasal bir komedi metni kaleme almıyor veya Batılı kapitalistlere, kapitalizm konusunda ders vermeye de çalışmıyor, tereciye tere satmak gerekmiyor. Sovyet ideologları, hisse senetli şirketler tahlili ile, kapitalizmin, artık, artı-değer sistemine dayalı sömürücü özelliğini kaybettiğini, dolayısıyla emek sömürüsünü ortadan kaldırmayı amaçlayan bir siyasal iktidar mücadelesinin maddi zemininin artık mevcut olmadığının teorisini yapıyorlar. İşçi sınıfını sadece siyasal açıdan sisteme bağlamak için teoriler icat etmekle yetinmiyorlar, işçi sınıfının bir bölümüyle de olsa, ekonomik olarak da kapitalizme ‘ortak’ olmasının, kapitalizmin bir eklentisi konumunu korumasının gereğine işaret ediyorlar. Kapitalizmin doğrudan ideologları, belki bir yüzyıldan bu yana, fonlar ve hisse senetleri yoluyla, sermayenin halka yayıldığının, kapitalizmin artık ‘sosyal-kapitalizm’ aşamasına evrilerek, ‘sosyalizmi’ gereksiz hale getirdiğinin propagandasını yürütüyorlar. Batı Avrupa’nın anti-komünist komünist partileri ise, fonlu ve hisse senetli ‘sosyal-kapitalizm’ teorisinin eski savunucuları. Bu konuda SBKP’den daha ileri bir konumda oldukları biliniyor. SBKP yeni olarak, fonlu, hisse senetli ‘sosyal-kapitalizm’ teorisine, geri-kapitalist ülkeleri de kapsayacak şekilde, evrensel bir boyut kazandırmak istiyor. Başarılı olacağından şüphe duyulmuyor. Batı Avrupa komünistleri, geri-kapitalist ülkelerdeki yasal veya yasadışı komünistlerden farklı olarak, organik ilişki içerisinde oldukları sendikaların mali sermaye ortaklıkları, doğrudan yatırımları ve sendika fonları aracılığıyla, yönetimlerindeki belediye fonları ve yatırımları aracılığıyla, ‘kızıl milyarderleri’ kanalıyla, işçi sınıfının emek sömürüsünden, artı-değer gaspından pay alıyorlar. Sadece savundukları siyasal tezleri ile, sadece mevcut kurumların siyasal bir uzantısına dönüşmüş olmalarıyla değil, aynı zamanda, ‘sosyal-kapitalizm’den pay almalarıyla da, Batı Avrupa komünist partilerinin, taşıdıkları isimler dışında, sistemin doğrudan ve vazgeçilmez unsurları oldukları biliniyor. Batı Avrupa komünistleri, siyasal platformda, bazı konularda sosyal-demokrat partilerden daha geri bir konuma düşüyorlar ve kapitalizme daha sıkı sarılıyorlar. Resmi ve resmi-olmayan muhalefet güçlerinin dışına düşüyorlar. Yeniden inşa edilmiş komünist partileri, ML partileri saymazsak, kapitalizmin sonuçlarına karşı yönelen reformcu bir kitle tepkisini ifade eden Yeşiller Hareketi, Barış Hareketi vb. gibi heterojen oluşumlar, Avrupa’da, artık, resmi olmayan ve en geniş örgütsüz muhalif güçleri harekete geçirebilen siyasal dinamizmi temsil ediyor. Sistem-içi küçük burjuva alternatif oluşumlar, kapitalizmin olumsuzluklarının dışavurumu demek oluyor. Avrupa sosyal-demokrasisi artık, siyasal yaşamda, yerel parlamentoda ve Avrupa parlamentosunda, hem sosyal-demokrat partiler, hem de komünist partilerle temsil ediliyor. Sosyal-demokratlar varken ve her beş-on yılda bir, en azından bir dönem için iktidar partisi olarak görev aldıklarına ve hatta bazı ülkelerde nadir olarak parlamentoda muhalefet sıralarına indiklerine göre. Batı Avrupa’da, “komünist parti”lerin, artık tarihi ve siyasi işlevlerini tamamladıkları yaygın bir kanı. Bu konuda sosyal-demokratlarla komünistler arasında başlamış olan diyalog, artık sadece ideolojik platformda tartışılıyor ve siyasal birliğin koşulları ve biçimleri üzerinde pazarlıklar yapılıyor. Bu gerçek Gorbaçovca da teslim ve teşvik ediliyor: “Komünistlerle sosyal-demokratlar arasında başlamış olan diyalog, bunlar arasındaki ideolojik anlaşmazlıkları ortadan kaldırıyor. “Batı Avrupa’nın anti-komünist komünist partileri isim ve cisim olarak artık, siyaset sahnesinde bir ‘fazlalık’ oluşturduklarına ve sosyal-demokratlarla birleşmeleri gerektiğine karar vermiş gözüküyorlar. Batı’nın en güçlü iki komünist partisinden İtalyan Komünist Partisi, İtalyan Sosyalist Partisi ile 1992 yılına kadar birleşerek Sosyalist Enternasyonal e katılma hazırlığını sürdürüyor, Fransız Komünist Partisi ise, Mitterand’ın Sosyalist Partisi ile birleşmeyi düşündüğünü açıklıyor. Şimdi bütün gericilik, bu eğilimlerin bir an önce gerçeklik düzeyine yükselmesi için çabalarını birleştirmiş gözüküyor. Birinci soğuk savaşın başlattığı süreci, yeni soğuk savaş dalgası tamamlamak istiyor.
Birinci soğuk savaş dalgası içerisinde, geri ülkelerdeki komünist partilerin bir bölümü, örgütsel düzlemde de tasfiye olurken, soğuk savaş dalgalan Batı Avrupa komünist partilerini ehlileştirmiş, ideolojik ve siyasal entegrasyon sürecine sokmuştu. Şimdi bu süreç, örgütsel platformu da kapsayacak şekilde tamamlanma aşamasına gelmiş gözüküyor. Yeni soğuk savaş dalgası, birinci soğuk savaştan arta kalan boşlukları doldurmaya çalışıyor. Birinci soğuk savaş Kruşçev’in dolaylı katkıları ile başarıya ulaşmıştı, yeni soğuk savaş, Gorbaçov’un ve Deng-Siao Ping’in aktif katkılarını gerektiriyor. Daha yeni soğuk dalgasının ilk dalgaları su yüzüne çıkmadan, 1970’li yılların sonunda, ÇKP’nin, geri ve ileri bütün kapitalist ülkelerdeki ‘Maocu’ partilerle var olan bağlarını, organik ve inorganik ilişkilerini kestiği, onları oto-likidasyona ikna ettiği biliniyor. Cüce Deng’in cüce partilerinden on yıl sonra, oto-likidasyon sırasının, şimdi, bir zamanlar Avrupa tekelci burjuvazisinin korkulu düşü olan Avrupa’nın güçlü partilerine geldiği gözüküyor. Avrupa-Komünizminin örgütsel miadını da, artık doldurduğu anlaşılıyor.
Avrupa-komünizminin örgütsel platformda da miadını doldurmaya başladığı tarihi koşullarda, TBKP, Gorbaçov’un yeni soğuk savaş tezlerine sarılarak, Türkiye’de, yeni bir Avrupa-Komünizmi yaratmaya soyunuyor. Sovyet kaynaklı soğuk savaş tezleri, Yeni Açılım gibi dergi sayfalarında, bazen sözcüğü sözcüğüne tekrarlanarak yeniden üretiliyor. Sisteme entegrasyon sürecini hızlandıran yeni soğuk savaş tezleri, ‘barış ve demokrasi programı’ olarak yeniden formüle ediliyor. Tekelci burjuvazinin iç-savaş korkusu. Yeni Açılım sayfalarına, ‘atom ve uzay çağının’ ‘devrimci’ bakış açısı olarak yansıyor. “Barışçıl devrim yolunun kural olması için çalışma”nın hem “zorunlu”, hem de “olanaklı” olduğu belirtiliyor. TBKP, ideal ve soyut hedeflere değil, “gerçekçi hedeflere” yöneliyor. “… devrimci yolun bir iç-savaşa dönüşmeden gerçekleşmesini amaç edinmek artık gerçekçi bir hedef olmaktadır.” Burjuva gerçekçiliği, ‘devrimsiz-başkaldırısız’ bir dünya özleminde ifadesini buluyor. TBKP, Türkiye halkasının da bu özlem zincirinin dışında kalmasını istemiyor.
Burjuvazinin ‘barış’ özlemi ve SBKP’nin evrensel ‘barış ye istikrar’ politikası, ancak, ‘devrimin barışçı yolu’ teorisinin savunulması ile, ‘ulusal uzlaşma’ çizgisinin pratiğe aktarılmasıyla ‘gerçeklik’ kazanabilir. ‘Devrimin barışçıl yolu’nun ve ‘ulusal uzlaşma’nın gerçekleşeceği meşru zemin parlamentodur. Yasallaşmak ve meşrulaşmak TBKP açısından ilk hedef oluyor. Seçimler yoluyla parlamentoya girmek ve parlamentoda bir güç olabilmek de tek hedef veya son hedef… Çünkü iktidar, artık, “… süreç boyunca değişik devlet kurumlarının emekçi halka adım adım mal edilmesiyle değiştirilecek.” Parlamento ’emekçi halka adım adım mal edilecek’, ‘devlet kurumları’nın başında yer alıyor. Belediyeler vb. gibi yerel yönetim organları ise en başında…
Parlamentoya sarılan TBKP, aslında, siyasal sisteme ve kapitalizme sarılmış oluyor, parlamentoya sarılarak düzene biat ettiğini göstermek istiyor.
Biat politikası ‘Barış ve Demokratik Yenilenme Programı’nın formüle edilmesiyle gösterilmiş oluyor.
‘Barış ve Demokratik Yenilenme Programı’ SBKP kaynaklı global yeni soğuk savaş tezlerinin, lokal olarak formüle edilmesi demek oluyor.
TBKP’nin ‘barış ve demokrasi politikası’, yeni soğuk savaş dalgasının bir yan-ürünü olarak şekilleniyor.
İkinci olarak da, TBKP, TKP’nin gerici-reformcu mirasını sürdürüyor.

EK-1
Yeni Soğuk Savaş Dalgasının Sıcak Tezleri
Eskiden strateji anlayışı, doğrudan toplumsal güçler oranında bu- değişikliği amaçlaması içerirdi. Bu genellikle köklü değişiklik anlamında devrim amacıyla ifade edilirdi. Günümüzde Marksistlerin politik stratejisi doğrudan değil, dolaylı bir strateji olmak durumundadır. Politik strateji politik güçler oranında bir değişikliği amaçlarken, ancak dolaylı bir biçimde toplumsal güçler oranında bir değişikliği öngörmelidir.”
(Yeni Bir Politik Stratejinin Kaynaklan, O. Kerim, Yem Açılım, Sayı: 2, sy. 21)

“Patlayan savaşlardan devrime yol açmak için yararlanmaya amaçlayan bir yaklaşım artık tarihe karışmıştır. Buna karşılık, bölgesel ya da dünya çapında bir savaşı önleme, barışı koruma mücadelesinin bizzat kendisi, toplumsal ilerlemenin yolunu açmak bakımından belirleyici bir önem kazanmıştır. Buradan çıkartılacak stratejik bir sonuç, devrimin barışçıl yoldan geliştirilmesi için her türlü çabayı göstermenin yalnızca elverişli bir seçenek olmaktan çıkıp, vazgeçilmez bir gereklilik durumuna gelmesidir.
Marksistlerin politik stratejisi, bu nedenle, aynı zamanda devrimin barışçı yolunu kazanma stratejisi olmalıdır.”
(Yeni Bir Politik Stratejinin Kasnakları, O. Kerim, Yeni Açılım, s.2, sy. 23-24)

“Nereden biliyoruz, devrimci süreç içinde birden fazla nitel dönüşümün, devrimci ‘sıçramanın’ evrensel gelişmelerle, reformlarla içice geçmeyeceğini? Belki iktidar, geçen dönemlerin devrimlerinde olduğu gibi bir seferde değil de, süreç boyunca değişik devlet kurumlarının emekçi halka adım adım mal edilmesiyle el değiştirecek. Niçin devlet yapısında, üretim ilişkilerinde ve toplumun moral-kültürel değerlerinde değişimler yan yana, art arda adını adım gerçekleşmesin?”
(Atom ve Uzay Çağında Sınıf Mücadelesi ve Devrim, O. Mertol, Yeni Açılım-s.3, sy.41)

“Önümüzdeki dönemde, iç savaş yolunun istenmeyen, ama olağanüstü durumlarda sınıf karşıtımızın ya da emperyalizmin dayatabileceğim hesaba katmamız gereken ‘istisna’, barışçıl devrim yolunun ise ‘kural’ olması için çalışmak hem zorunludur, hem de olanaklıdır. Her mücadele biçimine hazır olmak, ama devrimci yolun bir iç savaşa dönüşmeden gerçekleşmesini amaç edinmek artık gerçekçi bir hedef olmaktadır.”
(Atom ve Uzay Çağında Sınıf Mücadelesi ve devrim, O. Mertol, Yeni Açılım, s.3, sy.41)

“Açıktır ki işçi hareketi ve onun devrimci kanadı sosyo-ekonomik ve politik gelişmenin hangi varyantının ağırlık kazanacağı ve girilecek yolun temelini belirleyeceği konusuna hiçbir şekilde kayıtsız kalamaz. Onun seçmek durumunda olduğu alternatif yeterince açıktır: Çabaların ana yönü, en aşırı biçimleriyle tutucu-teknokratik modelin gerçekleşmesini önlemeye, liberal-demokratik varyantın ilkelerine en uygun düşen bir politikanın uygulanabilmesi için liberal-reformist öğelerin güçlenmesine yardımcı olmaya yönelmelidir.
(Yeni Politik Düşünce ve İşçi Hareketinin Sorunları, A. Galkin, Yeni Açılım, s.5, sy. 61)

“Emekçi örgütleri tarafından kontrol edilen fonların ve hisse senedi sahipleri sayısının niceliksel artışı, artışı, niceliğin niteliğe dönüşü için koşullar yaratmıyor mu? Belki de Marksistlerin emekçilerin elinde ve kontrolünde bulunan hisse senetli sermayenin rolünü değerlendirmeye dönmeleri gereklidir. Bu alanda şirketlerin yatırım politikasına etkide bulunabilecek demokratik etki araçlarının yaratabilmeleri mümkün olabilir.” (Demokratik Alternatif Arayışı ve İşçi Hareketi, Y.Karasin, Yeni Açılım, s.9, sy.65)

“Muhtemelen geçiş modeli, kopma ya da parçalanma biçiminde değil de, kapitalizmin yarattığı tekno-ekonomik temelde, sosyalist toplumsal ilişkilerin öğe ve önkoşullarının organik olgunlaşması sonucunda, kapitalizmin diyalektik olarak aşılması biçiminde olacaktır.
(Demokratik Alternatif Arayışı ve İşçi Hareketi. Y.Karasin, Yeni Açılım, s.9, sy.69)

“Genel olarak politik istikrarsızlıkla devrimci durumun oluşması arasında doğrudan bir bağıntı yoktur. Bu nedenle de komünist partisinin politik stratejisi, genellikle politik istikrarsızlığı derinleştirmeye yönelik olamaz. Stratejik yönelim, istikrarsızlaştırma ya da otoriter istikrar çabalan karşısında demokratik istikrarı hedeflemelidir.”
(Yeni Bir Politik Stratejinin Kaynaklan, O.Kerim, Yeni Açılım, s.2, sy.11)

“Yeni politik strateji, eski tür ‘hegemonya’ ve ‘öncülük’ anlayışını bir daha gelmemecesine silip ortadan kaldırmalıdır. Birincisi günümüzde bir devrim stratejisi söz konusu değildir, devrim sürecinde ‘hegemonya’ ya da ‘öncülük’ gibi bir sorun bu aşamada teorik ve pratik olarak gündemde yoktur.”
(Yeni Bir Politik Stratejinin Kaynakları, O.Kerim, Yeni Açılım, s.2, sy.23)

“Günümüzde işçi sınıfının mücadelesinin politik stratejisi, bölgesel ya da uluslararası alanda emperyalist sistemin desantralizasyonuna (istikrarsızlaştırılmasına) kesinlikle yönelemez. Uluslararası ya da bölgesel güçler oranının barış ve tarihsel ilerleme güçlerinden yana değiştirmek için günümüzde iktidarsızlık, olanakları genişletici değil, daraltıcı bir işlev görmektedir. Bu nedenle uluslararası ya da bölgesel olarak gerginlik ya da çatışmadan yarar sağlamaya, bunlara yol açmaya yönelik bir strateji, komünistler için söz konusu olamaz.
(Yeni Bir Politik Stratejinin Kaynakları, O. Kerim, Yeni Açılım, s.2, sy.23)

“Değişimlerin aşın, zora dayak biçimlerde gerçekleştirilmesinin uluslararası duruma istikrarlaştırıcı bir etkide bulunması ve dış güçleri iç karışmaya özendirmesi durumunu, bu açık, belirgin yasallığı görmezlikten gelmek de olmaz. Böylesi değişiklikler, uluslararası kamuoyunun yanıltılmasını kolaylaştırıyor ve sağcı, yayılmacı güçlere müdahale için ek gerekçeler, sağlıyor. Ve aynı zamanda söz konusu ülkenin iç işlerine karışmayı ilk bakışta meşrulaştırıyor. Sosyal dönüşümlerin tercih edilen yöntem ve biçimleri kararlaştırılırken, aynı koşullarda barışçıl, demokratik araçlara öncelik vermenin önemi, bu yüzden çok fazladır. İnsanlığın, yok edici bir askersel çatışmayı önleme ihtiyacı ne kadar ivediyse, sosyal dönüşümlerin yöntem ve araçlarının seçiminde dış faktörün hesaba katılması da o kadar önemlidir. Bu, ulusal çaptaki mücadelenin asın biçiminin, yani iç savasın ve bu savasın dış güçleri çatışma içine çekmesinin, satranç oyunundaki pat’ durumuna götürdüğünün görülmesidir.”
(Yeni Politik Düşünce ve İşçi Hareketinin Sorunları A. Galkin, Yeni Açılım, s.5, sy.59-60)

“Sosyalist devletlerde devrimci Perestroyka, demokrasi ve açıklık, yeni ekonomik düzen mücadelesi ve bir dizi “Üçüncü Dünya” ülkesinde ulusal uzlaşma politikası ‘dünya ekonomisi ve demokrasisi’ için mücadele ve gelişmiş kapitalizm alanında derin, yapısal reformlar… İşte günümüz gerçekleri için bu tür doğrultularda yapılacak pratik faaliyetler ve teorik çalışmalar, ayrı ayrı ülke ve bölgelerin önüne dikilen özgün sorunlarda perspektifli ve umut verici başlangıçlardır.”
(Günümüz Dünyasında Toplumsal İlerleme-Tartışma İçin Tezler, SBKP Toplumsal Bilimler Akademisi, Yeni Açılım, s.4, sy.40)

“Komünistlerle sosyal demokratlar arasında başlamış olan diyalog, bunlar arasındaki ideolojik anlaşmazlıkları ortadan kaldırıyor.”
(M. Gorbaçov, Perestroyka, Güneş Yayınları, sy.220)

“Sovyet toplumunda hiçbir kesim,, yabancı sermayenin sömürüsüne hedef değildir. Dolayısıyla Sovyet toplum kesimleri önlerindeki temel sorunları ’emperyalizme karşı mücadele’ ile çözümleyemez. Çözüm için tek bir yol vardır: İçeride sosyalizmin devrimci yenilenmesi ve dünyayı ‘uluslararası sınıf savaşı’ alanı olarak gören tarih hatasından vazgeçmek.
Bu arada değişik sosyal sistemlere sahip ülkeler arasında uzlaşmaz çıkarların bulunduğunu ileri sürmek de bir garipliktir.
Emperyalizme karşı mücadelede gelişmekte olan ülkelerle sosyalist ülkelerin sınıfsal çıkarlarının aynı doğrultuda olduğu efsanesi, eleştiriye dayanabilecek güçte değildir. Gelişmekte olan ülkeler, eski sömürge merkezlerine karşı mücadele ile ilgilenmiyorlar. Onlar kendi istikrarları ile uluslararası istikrarı korumak için işbirliği yapmakla ilgileniyorlar. İşte bizim de Üçüncü Dünya ile işbirliğimizin hedefi bu olmalıdır.
Son olarak, emperyalist çevrelerin özgürlüğüne kavuşmuş ülkeleri, soymak istediklerine ilişkin klişeleri artık düzeltmeliyiz. Ayrıca gelişmekte olan ülkeler, Batı ile ekonomik ilişki kurmaya karşı giderek daha fazla ilgi duyuyorlar.”
(Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanlığı Uluslararası örgütler Masası Şef. Yardımcısı A.V.Kozyrev, Cumhuriyet Gazetesi, 11-12 Ocak 1989)

“Karşıt sınıfsal güçlerin savaşımı, nükleer çağda sürmektedir. Ancak bizzat çağın kendisi, devrimci proletaryaya askersel cepheleşmelerden kaçınmayı, savaşımın uzlaşmacı biçimlerini işlemeyi ve geniş olanaklar kullanmayı öğretmektedir.”
(Yeni Düşünce ve Dünyanın Sosyal Yenilenmesinin Perspektifleri, Y. G. Plimak, Yeni Açılım, s.1, sy.51)

“Özellikle savaşımın barışçıl biçimlerine yönelmede Üçüncü Dünya’da-ki devrimci güçler olarak geç kalmaktadırlar. Onlar nükleer çağın genel koşullarından görece özerk davrandılar, pek çok açıdan ‘nükleer öncesi’ cağın tasavvurları ve konsepsiyonları ile yaşadılar.
(Yeni Düşünce ve Dünyanın Sosyal Yenilenmesinin Perspektifleri, Y. G. Plimak, Yeni Açılım, s.1, sy.51)

EK-2
Gorbaçov Tezlerinin Esin Kaynakları
Kruşçev SBKP 20. Kongresinden başlayarak, ‘barışçıl geçiş’ yolunun, ‘parlamenter yoldan sosyalizme geviş’ yolunun propagandasını yapmaya başlıyor.
İşçi sınıfı (…) emekçi köylülüğü, aydınları ve yurtsever güçleri etrafında toplayıp kapitalistlerle ve büyük toprak sahipleriyle anlaşma siyasetinden kopamayan oportünist unsurlara tayin edici bir darbe vurarak gerici, halk düşmanı güçleri yenilgiye uğratabilir, parlamentoda sağlam bir çoğunluk kazanabilir.”
Parlamentoda istikrarlı bir çoğunluk kazanmanın “bir dizi kapitalist ülkenin ve bir zamanlar sömürge olan ülkelerin işçi sınıfı için, köklü toplumsal değişiklikleri gerçekleştirmenin şartlarının yaratılabileceğinin” propagandası yapılıyor.
SBKP’nin yeni Programında burjuva diktatörlüğü altında, belirli ülkelerde, “temel üretim araçlarını satmaya razı olmanın burjuvazi için tercih edilebilir olacağı” bir durumun ortaya çıkabileceği belirtiliyor.
Bununla kalınmıyor. Soğuk savaşın sıcak tezleri çok yönlü geliştiriliyor ve uygulama alanı buluyor
SBKP, “tek bir kıvılcımın bile bir dünya savaşına yol açabileceğine” ve dünya savaşının mutlaka nükleer bir savaş olacağına, bunun da insanlığın imhası anlamına geleceğine hükmediyor. Kruşçev “günümüzde yerel savaşlar çok tehlikelidir. (…) savaş alevlerini tutuşturabilecek kıvılcımları söndürmek için elimizden geleni yapacağız” diyor.
SBKP, Kruşçev’in ağzından, ezilen ulusları yeni sömürgeciliği benimsemeye teşvik ediyor. Kruşçev, ezilen uluslarla uygar emperyalizm “barış içinde bir arada yaşamasının”, “ulusal ekonominin hızla kalkınmasına” yol açacağı, bu politikanın ezilen ülkelerin iç pazarlarını “geliştireceği”, “sınai bakımdan gelişmiş ülkelerin ekonomisinin ihtiyaç duyduğu hammaddeleri ve çeşitli ürün ve malları sağlayacağı” ve aynı zamanda “çok gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşayanların hayat düzeyini büyük ölçüde yükselteceği ” düşüncesinin reklamına yöneliyor. Ezilen uluslara şiddet kullanmayı yasaklıyor.
ABD Savunma Bakanı Dulles, 1956’da, şiddeti yadsıyan Kruşçev’i selamladığını açıklıyor: “Sovyet iktidar sahipleri şimdi şiddet kullanımını yadsıyacaklarını söylüyorlar. Bu gelişmeleri selamlıyoruz ve teşvik edeceğiz.”
ABD emperyalistleri SBKP’yi teşvik ediyor ve devrime karşı iki süper devlet, Kongo örneğinde görüldüğü gibi, işbirliğine yöneliyor.
Dünyadaki mevcut statükoyu sürdürmek ve “barış içinde’ yarışmak, dünyayı hiç değilse bir dönem ‘barış içinde’ yeniden paylaşmak için, ezilen ulusların devrimci başkaldırısından kaynaklanan ‘tehlikeyi’ önlemek için, bu işbirliği zorunlu oluyor.
SBKP, 11. Enternasyonalin revizyonist tezlerinin, Kautsky ve Bernstein’in tezlerinin yeniden üretilmesini üstleniyor.
Birinci emperyalist savaşın hemen arkasından Kautsky, muhtemel yeni bir savaşın kaynağının ezilen Doğu ulusları ve Sovyetler Birliği olacağını öngörüyor:
“Emperyalizm dünya barışını artık, pek az tehdit etmektedir. Doğu’daki ulusal çabaların ve çeşitli diktatörlüklerin yarattığı tehdit, daha büyük görünmektedir.”
Kautsky, devrimlere kalkışılmaması için felaket tellallığına soyunuyor:
“Gelecek savaş, beraberinde sadece mahrumiyet ve sefalet getirmekle kalmayacak, aynı zamanda bütün uygarlığı temelinden yok edecek ve en azından Avrupa’da, dumanı tüten yıkıntılardan ve çürüyen cesetlerden başka bir şey kalmayacaktır.”
“Son savaş bütün dünyayı uçurumun kenarına getirdi; gelecek savaş, dünyayı bütünüyle yok edecektir. Salt yeni bir savaş hazırlığı bile dünyayı mahvedecektir.”
“Bugünkü koşullar altında, genel olarak uluslara, özel olarak proletaryaya felaket getirmeyecek hiçbir savaş yoktur. Biz, tehdit eden bir savaşı hangi araçlarla önleyeceğimizi tartışıyoruz, yoksa hangi savaşın yararlı, hangisinin zararlı olduğunu değil.” Bernstein ve Kautsky, sömürgeci egemenliğin ilerici olduğunun, emperyalizmin sömürge ülkelere yüksek düzeyde uygarlık getirdiğinin ve üretici güçleri geliştirdiğinin propagandasını yapıyorlar. Hatta “sömürgelerinin tasfiyesinin barbarlığa dönüş olacağını” iddia edecek kadar ileri gidiyorlar.
Bernstein ve Kautsky, gönüllü birer sömürge valisine dönüşüyorlar.
SBKP’nin yeni soğuk savaş tezleri, kullanılan terimler düzeyinde dahi 11. Enternasyonal revizyonizminin eski tezlerinin yeni bir tekrarı oluyor.
SBKP’nin soğuk savaş tezleri 11. Enternasyonal revizyonizminin yanında, Browderci revizyonizmin, ‘yapısal reform’ teorisinin ve Titocu revizyonizmin birbirine yamanıp başka bir kılıkta ortaya çıkması anlamına geliyor.
Browder, 1960’larda şunları yazıyor: “Kruşçev şimdi benim 1945’te Komünist Partisi’nden atılmama neden olan ‘zındıklığı’ benimsemiş bulunuyor.” Ve şunu ekliyor: “Kruşçev’in yeni siyaseti neredeyse kelimesi kelimesine benim 15 yıl önce savunmuş olduğum çizgidir. Dolayısıyla benim günahım -en azından şimdilik- yeni doğru iman haline gelmiştir.”
Browder revizyonizmi, ABD Komünist Partisi’nde 1935’te ortaya çıkmaya başlıyor. Parti Genel Sekreteri Earl Browder, burjuva demokrasisine tapıyor, burjuva hükümetini gerektiği gibi eleştirmekten vazgeçiyor ve burjuva diktatörlüğünü komünizm için iyi bir şey olarak görüyor. “Komünizm 20. yüzyılın Amerikanizmidir” diyor. Browder SB-ABD ve İngiltere arasında 1943 Tahran Deklarasyonu’nun, kapitalizm ile sosyalizm arasında ‘uzun vadeli güven ve işbirliği’ çağı başlattığı ve ‘kuşaklar boyu sürecek sağlam bir barışı’ garantilediğine inanıyordu.
Uluslararası anlaşmaların ‘dünyadaki istisnasız her ulusun ve her halkın en can alıcı çıkarlarını’ temsil ettiğinin ve ABD’de bir iç kaos perspektifinin ‘uluslararası alanda nizam perspektifi ile bağdaşmaz’ olduğunun propagandasına yöneliyor. Bu nedenle ülke içinde, ‘bir sınıf çatışması patlamasına’ karşı çıkmak ve içteki sınıf mücadelesini ‘en aza indirgemek ve ona belirgin sınırlar çizmek’ gerektiğini açıklıyor.
Browder, yeni bir savaşın, “dünyanın büyük bir bölümünün gerçekten felaketli bir yıkımı” olacağına ve “dünyanın büyük kısmını 50 ya da 100 yıl barbarlığa geri götürebileceğine” ve savaş felaketini ortadan kaldırmak için “tüm sınıfsal ayrımları aşan bir anlaşmayı vurgulamanın” gerekli olduğuna inanıyor. Bununla da kalmıyor, Browder, sosyalizmi gerçekleştirmek için ‘yalnızca demokratik ikna ve inanca dayanılması’ gerektiğini ve ikinci sıcak savaştan sonra bazı ülkelerin ‘sosyalizme barışçıl bir şekilde geçmesinin mümkün hale geldiği koşulları elde ettiğini’ savunuyor.
Proletarya partilerinin bağımsız rolünün artık gereksizleştiği ilan ediliyor. “Komünistlerin güttükleri pratik siyasi hedeflerin, komünist olmayanların çok daha büyük kütlesinin hedefleri ile tüm özsel noktalarda çok uzun bir zaman için uyum içinde olacağı” iddia ediliyor.
Bu düşünceleri temel alarak, ABD Komünist Partisi kendini lağvediyor. Onun yerine kamuoyunu etkilemek ve var olan hükümetler üzerinde baskı gücü oluşturmak için dernekler kurmaya yöneliyor. Parti, silahlı kuvvetler içinde 10 bin, silahlı kuvvetler dışında kalan 80 bin üyesini, Roosevelt’i destekleme derneklerine kaydırıyor. Soğuk savaşın en sıcak döneminde McCarthy engizisyonunun engelsiz çalışabilmesinin ortamı, on yıl öncesinden bu şekilde hazırlanmış oluyor.
II. sıcak savaş öncesinde, ABD Komünist Partisi, Kruşçev revizyonizminin doğuşuna teorik temel hazırlıyor. Savaş sonrasında ise, revizyonist çizginin en tipik ifadesi, kendisini Togliatti’nin ‘yapısal reform’ teorisinde buluyor: Burjuva demokrasisinin yasal yolları aracılığıyla, proletaryanın devlet yönetimini kazanması ve tekelci sermayeye hizmet eden ‘devletleştirme’ ve ‘planlama’ ile ulusal ekonominin sosyalist dönüşümü… Burjuva devlet aygıtını parçalamadan, yeni sosyalist üretim ilişkileri kurulabilir, sosyalizme geçiş gerçekleştirilebilir. Gerçekte sosyalizm ile sosyal-demokrasi arasındaki ideolojik ve siyasal farklılık siliniyor.
Daha sıcak savaşın alevleri sönmemişken, Tito kliği açık bir şekilde şiddete dayalı devrimin, ‘toplumsal çelişkileri çözmenin aracı olarak gittikçe gereksiz’ hale geldiğini ve burjuva parlamentosu aracılığı ile ‘sosyalizme doğru evrimcil bir gelişme sürecinin’, ‘yalnızca mümkün değil, aynı zamanda bir gerçek haline gelmiş olduğunu’ açıklıyor.
Aynı tezler, on yıl sonra, SBKP 20. Kongresinde Kruşçev’in ağzından soğuk savaş tezleri olarak yineleniyor.
Bütün bu tezler bütünlüğünün sentezi, bugün Gorbaçov’un yeni soğuk savaş tezlerine ilham kaynağı oluşturuyor.

Eylül 1989

Yaşayan sosyalizmin biricik kalesi ve özgürlüğün simgesi Arnavutluk Gezi İzlenimleri

Geçtiğimiz Temmuz ayı sonunda 24 kişilik (9 Alman ve 15 Türkiyeli) bir gezi grubuyla birlikte Özgürlük okurları ivin “Yaşayan Sosyalizm -Arnavutluk’u” daha yakından tanımak, görmek ve anlatmak için bir gezi grubuyla birlikte Arnavutluk’a gittik. Ses alma cihazları, fotoğraf makineleri, not defterleriyIe birlikte yola çıkarken çok heyecanlıydık. Arnavutluk üzerine bunca kitap okuyup, bir o kadar da anlatılanları dinlemiş olmamıza rağmen, yine de daha bilmediğimiz birçok şey olduğunu düşünerek başladık gezimize. Sosyalist toplum nasıl kurulmuş? 45 yılda yoktan var edilme nasıl gerçekleşmiş? Sosyalist toplumun yapısına derinlemesine bakmak… Sosyalist toplum kurulurken ne gibi sorunlar yaşanmış? Bu ve buna benzeyen yüzlerce soruya yanıt aramak için çıktığımız inceleme gezisiyle ilgili tüm izlenimleri, yapılan görüşmeleri ve tüm gözlemlerimizi bu sayıdan başlamak üzere Özgürlük Dünyası okuyucularına sunmaya çalışacağız. Ara başlıklarla anlatmaya geçmeden önce, geziyle ilgili birkaç noktaya daha değinmek istiyoruz. İki haftalık inceleme-dinlenme gezisi boyunca Kadınlar Birliği, Gençlik Örgütü, Devlet Çiftliği’nden bir temsilci ile görüşme, Halk Meclisi’nin bir üyesiyle yapılan görüşmelerin yanı sıra, bir ampul fabrikasını ziyaret ve aynı zamanda fabrika yöneticisiyle yapılan bir görüşmeyi de soru ve yanıtlarıyla sunacağız. Ayrıca tatillerini geçirmek için gelmiş bir işçi dinlenme/tatil evinde kadın ve erkek işçilerle yapılan bir görüşmeyi, hem gezimizin danışmanlığını, tercümanlığını yapan hem de parti adına gezi ve her türlü konudaki sorularımızı yanıtlayan bir görevliyle yapılan bir söyleşiyi sunacağız. Bu görüşmelerin yanı sıra gezi ile ilgili tüm izlenimlerimizi, gözlemlerimizi anlatacağız. Bir de herkesin yine ilgiyle okuyacağını umduğumuz, Arnavutluk’ta yaşayan Yunanlı azınlıkla ilgili bir röportajı ve bu azınlık halkın durumuyla ilgili gelişmeleri anlatacağız.
45 yılda yapılanları elbette iki haftalık bir geziyle anlatmak olanaksız. Ama hiç olmazsa bu konuda bir adım atmak istiyoruz ve gelecekte daha da artacağına inandığımız Arnavutluk’u yakından tanıma ve Arnavutluk’a yeni dost kazanma çalışmalarına da katkıda bulunmak istiyoruz. Gezi grubumuzdaki bir Alman arkadaşa, “Biz ilk kez gidiyoruz, sen daha önce hiç gittin mi?” diye soruyoruz ve ondan şu yanıtı alıyoruz: “Ben tam 20 yıldır gidiyorum, ama her gittiğimde yeni yeni şeyler öğreniyorum.” Arnavutluk’u anlatmakla bitiremeyeceğimize inanarak bu geziyle ilgili izlenimlerimizi anlatmaya başlıyoruz:
Arnavutluk ve Turizm
Arnavutluk’a gruplar halinde gezi yapılabiliyor. Gelen gruplara daha önceden bildirdikleri isteklerine bağlı olarak istedikleri yerler gezdiriliyor. Otobüs ve tercüman veriliyor. Bize iki tercüman verdiler. İngilizce ve Fransızca bilen ve olimpiyat komitesinde görevli tercüman aynı zamanda gezi organizesiyle de ilgileniyor, diğeri de Almanca bilen bir tercüman.
Arnavutluk, turizme revizyonist ülkelerde olduğu gibi, hemen döviz ya da ticaret kaynağı bir iş olarak bakmıyor. Bu konudaki temel ve öncelikle gelen ilke, halklar arasındaki dostluk ve kardeşliği derinleştirmek ve kök salmasını sağlamak. Yoksa örneğin Doğu Almanya’da olduğu gibi ne döviz bozdurma zorunluluğu var, (Doğu Almanya’ya giden birisi belli miktarda parayı bozdurmak ve onu da içerde harcamak zorundadır), ne de birçok ülkede olduğu gibi, turistik yerlerde fahiş fiyat uygulaması var. Örneğin otellerdeki fiyatlar, Arnavutluk işçilerinin de ödeyebileceği kadar ucuz ve diğer yerlerdeki satış fiyatı düzeyinde: Etli yemekler 4-7 Lek arasında; salata, komposto, yoğurt vb. ise 1 Lek.)
Turist olarak gelenler, istiyorlarsa önceden bildirmek koşulu ile her yere gidebilirler ve gezip görebilirler. Parti, turizmden Arnavutluk’a yeni dostlar kazanmayı anlıyor. Bulgar ya da Yugoslav revizyonistlerin yaptığı gibi, gelenleri “döviz kaynağı” görüp soyup soğana çevirmeye ya da kaba deyimiyle “kazıklamaya” girişmiyor. Revizyonist ülkelere gidenler anlatırlar hep: Gizli gizli, kaçak döviz bozdurmak; belli bölgenin dışına turistler giremez ya da bulundukları yerden çıkamazlar vb. Kapitalizmin yeniden inşa edilmesi bu revizyonist ülkelerde ne kadar korkunç tahribatlara ve rezilliklere yol açmıştır, bunu artık herkes biliyor. Kara yoluyla Arnavutluk’a gidenler, Yugoslavya’dan geçtikleri için, gümrükte nasıl didik didik arandıklarını, hele bir de Arnavutluktan hediye olarak kitap vb. yanlarında varsa nasıl el konulduğunu önceki yıllarda gidenler anlatmıştı. Hatta Kosovalı olup da Arnavutluk’a gidenler, gümrükte üzerlerinden Marks, Engels, Stalin veya E.Hoca’ya ait kitap çıktığı için tutuklanıp cezalandırılmışlardır bile.
Arnavutluk halkı çok konuksever, özellikle Türkiye’den gelenlere “ayrıcalıklı” bir sevgi ve sempati gösteriyorlar: “Sizlerle çok ortak yanlarımız var, sizleri kardeş gibi biliyoruz” diyorlar. Arnavutluk halkının konukseverliği partinin turizm anlayışını, Arnavutluk’a yeni dostlar kazandırma anlayışını pekiştiriyor ve besliyor. O yüzden her gittiğimiz kentteki, “Yaşasın Proleter Enternasyonali/mi” yazılı dövizler hemen dikkati çekiyor ve halkların dostluğuna ve dayanışmasına verilen önemi insan yaşıyor ve görüyor.
Burjuvazi, tüm dünya çapında Arnavutluk’la ilgili olarak anlaşmış gibi bir propaganda yapıyor: “Arnavutlar yurt dışına çıkamazlar!” Buradan yola çıkarak da halkın özgürlüğünün olmadığını, serbestçe gezemediğini kanıtlamaya çalışıyorlar. Gerçekten öyle mi? Aslında her yıl binlerce Arnavut dünyanın birçok ülkesine gitmekte. Ama bunu kişisel olarak kendisi için değil, ülkesi için yapmakta. Kültürel, sportif, bilimsel, herhangi bir meslekle ilgili olarak ya da politik-diplomatik görüşmelerden ticari amaçlı ziyaretlere kadar her yıl tam 103 ülke ile yapılan anlaşma ve ilişkilere dayalı olarak gidip gelmeler oluyor. Örneğin otobüsümüzün şoförü Aryan, 3 defa sadece Türkiye’ye gitmiş, ama özel olarak kendisi için değil, Tiran-Dinamo futbol takımını götürüp getirmiş. Sözün kısası: Arnavutlar özel ya da bireysel turist değiller, aksine ülkelerini temsil eden, tanıtan temsilci ve tanıtıcılar. Tüm masrafları devlet tarafından karşılanan bu temsilci ve tanıtıcılar, her yıl dünyaya dağılır ve görevlerini başarıyla yapar gelirler. Bugüne dek revizyonist ülke vatandaşlarının yaptığı gibi, yurt dışına çıkanlardan geri dönmeyen ya da iltica eden olmamıştır. Arnavutluk halkının kişisel olarak gezi ve dinlenmesi ülke içinde çözümlenmiştir, yurt dışına gezi yapmamalarının bir nedeni daha var: Arnavutlukta devlet, ihracat yaparak elde ettiği dövizleri özel geziler için kullanmak istemiyor, bunun yerine ülkenin ve halkın ivedi gereksinimleri için bu dövizleri harcamak istiyor ve halkın böylece her türlü gereksinimini karşılamak istiyor. Yoksa bu dövizleri özel kişisel yurtdışı gezileri için harcayıp, Yugoslav revizyonistleri gibi gırtlağına kadar borçlanmak ve sonra da emperyalistlere el avuç açmak istemiyor. Arnavutluk’ta yaşamın her alanıyla ve yaşamdaki her sorunun çözümü ile ilgili olarak adeta halkın avucuna yazılmış bir ilke var: Kendi gücüne güven!
İşte turistik alandaki düşünce de, halkın özel ve kişisel amaçlı olarak yurt dışına geziye, tatile gitmemesi de bu ilkeye tamamen uyuyor ve bu alanda da bu ilke yol gösteriyor. Arnavutluk halkı zaten ülkenin gelişimi ve daha zenginleşmesi için gecesini gündüzüne katıyor, bir yurt dışı gezisi şimdilerde akıllarından bile geçmiyor. Çünkü tatil ve izin sorunu ülke içinde en ucuz ve en güzel bir şekilde çözümlenmiş.
Sosyalist devlet emekçilerin izin yapmasını destekliyor ve bunu teşvik ediyor, yardımcı oluyor, olanak sağlıyor, örneğin bir işçi ülkenin en güzel sahilinde, en güzel işçi dinlenme evlerinde, tam pansiyonlu olarak aylık ücretinin altıda biriyle dilediği gibi tatilini yapabiliyor.
Tatillerde ve tatil evlerinde ayrıca devlet duruma göre, masrafların dörtte üçünü karşılıyor, emekçilerin çıkarına uygun olarak toplumun yaşama düzeyini yükseltip her türlü gereksinimin en ucuz ve en mükemmel şekilde çözümlenmesi her zamanki hedefleridir.
Arnavutluk’un soyutlanıp kendi başına kaldığı ve yalnız olduğunu söyleyenler, yalan söylüyorlar. 103 ülkeyle her türlü ilişkisi olan Arnavutluk’u ayrıca her yıl 20.000’e yakın dünyanın çeşitli uluslarından insanlar gelip ziyaret ediyorlar. Eski tarihi eserlerden sağlık alanına, bilimdeki gelişmelerden tarım ve sanayideki gelişmelere varıncaya kadar her şey, gelen yabancıların büyük ilgisini çekiyor ve bir de bunların 45 yıl içinde sıfırdan başlayarak gerçekleştirilmiş olması herkesi şaşırtıyor ve hayranlık uyandırıyor.
Gelen Turistlerin Bir Türlü İnanamadıkları Bir Sorun: Vergi!
Arnavutluk dünyada ilk kez olarak, 1969 yılında vergi denilen bir sistemi ortadan kaldırdı ve bunu da 1976 yılında Anayasasına geçirdi (Anayasa, Madde 31). İşte sadece bu alanda bile Arnavutluk kapitalist-revizyonist ülkelerle kıyaslanamayacak bir durumdadır. Teknik olarak bile Arnavutluk’tan daha ileri olan ülkeler, örneğin F.Almanya İngiltere, ABD vb. ne var ki, böyle tarihsel bir ilerici gerçeğin daha çok uzağındadırlar, çünkü onlar sömürücü sınıflar olarak vergi ve her türlü sosyal kesintilerle emekçileri yağmalayıp her yıl milyarlarca parayı tekellerin kasalarına akıtmaktadırlar, sadece faizinden bile milyarlarca vurgun vurmaktadırlar. Ancak proletarya diktatörlüğüne sahip olan Arnavutluk böyle bir sorunun üstesinden gelmeyi başarabilmiştir. O nedenle ülkeyi ziyarete gelenler bunu duyup da inceleme yapınca ve doğruluğunu da görünce kara kara düşüncelere dalmaktadırlar.
Enflasyon Yok – Fiyatlar Düşüyor
Birçok kapitalist ve revizyonist ülkede her yıl enflasyon oranı yükselir ve bunun sonucu olarak da reel ücretler de düşme söz konusudur. Arnavutluk’ta ise sürekli olarak reel ücretlerde bir yükselme görülür, ortalama yılda 1,5-2 arasında bir yükselme (% 1,5-2).
Fiyatlar ise ya istikrarlı olarak aynı kalır ya da düşürülür. En son 1982 yılında fiyatlar düşürüldü; 1958 ve 1978 arasında ise 14 kez fiyatlar düşürüldü. Kapitalist-revizyonist ülkelerde olduğu gibi işletmelerin ya da herhangi birisinin fiyatları belirleme diye bir hakkı yoktur, merkezi olarak devlet tarafında belirlenir, bu Anayasa’da da (Madde 27) yer almıştır.
(Gelecek sayıda: Parti ve kadrolar, ayrıca Halk Meclisi ve Kadınlar Birliğinden Temsilcilerle Görüşmeler)

Eylül 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑