Haberler-Mektuplar

Basın Açıklaması
Sayın Basın Mensupları; Dünya İşçilerinin Birlik Mücadele ve Dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta nişan alınarak polis kurşunlarıyla öldürülen, yaralanan, coplanan, tekme-tokatla ayaklar altında ezilip belki yıllarca sakat kalabilecek şekilde bir insan ıstırabını daha yaşadık.
1 Mayıs 1989 yılından önce yani Nisan ayı içindeyken 1 Mayıs gösterilerine asla izin verilmeyeceği buna kalkışanlara karşı her türlü tedbirlerin alınacağını belirten siyasi iktidarın yetkili ağızları tedbir dedikleri şey acaba kan dökmek mi oluyordu? Estirilen bu hava sonucu 18 yaşındaki işçi, Mehmet Akif DALCI’nın ölümü, 6’sı kurşun yarası olmak üzere 50’ye yakın yaralı, 500’e yakın işçi ve emekçinin gözaltına alınması ile kan, ıstırap ve gözyaşı dramı oluyordu. Bu yıl 1 Mayıs gösterilerine katılan çoğu sendikalarımıza üye olan ve emekten yana insanlarımızın kurşunlanması, gözaltına alınması ve insanlık dışı uygulamalara maruz kalmalarına karşılık aynı günün akşamı TV’de konuşan yetkili ağızlar bu insanlarımızı suçluyorlardı.
Katillerin tespit edilip, hesap vermesi gerektiği yerde, tek suçlan yüz yıldır tüm dünya ülkelerinde kutlanan işçi bayramlarının gösterilerine katılan işçiler ve emekçiler gösteriliyordu. Kanla bastırılmak istenen bu durum ibret vericiydi.
Bizler bu tür olayların yeni tanıkları değiliz. Daha 1977’de 1 Mayıs Taksim alanında 34 masum emekçimiz katledilirken de aynı şeyler söylenmişti. O günkü katillerde hâlâ ortalıklarda dolaşıyorlar. Bu yılda mı katiller korunmak isteniyordu yoksa? Korku, tehdit ve panik ortamı yaratılarak kanla bastırılmaya çalışılan 1 Mayıs böylelikle mi engellenmek isteniyor?
Unutulmamalıdır ki, 1 Mayıs zor ve şiddet yolu ile işçilerin hafızalarından silinmeyecektir. Çünkü bunun tohumları 103 yıl öncesi atılmıştır.
Daha dün Taksim alanında kanlanınız kurumadan yeni kanlar dökerek 1 Mayıs’ı engellemeye çalışan sermaye ve temsilcilerinin bu barbar tutumlarını şiddetle kınıyor. Huzurlarınızda protesto ediyoruz. Ülkemizdeki bu baskı ve terör para babalarının dikensiz gül bahçelerin yaratılması içindir.
Özellikle 12 Eylül’le sistemleşerek devam eden bu uygulamalar bu durumu en açık şekilde kanıtlamaktır. Başta işçiler olmak üzere emekçi halkımızın her geçen gün yoksullaştırıldığı bu karanlık ortamda, para babaların değil de kimler için yapılmaktadır?
Son aylarda Ekonomik ve Demokratik talepleri için sokaklara dökülen işçilerimiz 1 Mayıs’ta Taksim ve Şişli sokaklarında kurşunlanırken acaba kimler bıyık altından gülüyordu?
Aynı şekilde 1 Mayıs İşçi Bayramıdır diyen Muhalefet Partileri gösterilerin nasıl dağıtılacağını akıl hocalığını yapıyordu. Bunun yanında 1 Mayıs’ı İşçi Bayramı olarak kabullenmek istemeyen Türk-İş’li yöneticiler ve Hak-İş’li yöneticilerin Dünya işçilerinin birlik ve mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’a sahip çıkmadıklarından dolayı da kınıyoruz.
Ayrıca haftalardır mutlaka alanlara çıkacağız diyerek insanları peşinden sürükleyen ve son anda insanları alanlarda tek başlarına bırakan tertip komitesinde yer alanları da kınıyoruz.
Değerli Basın mensupları;
Bizler aşağıda imzaları bulunan sendika yöneticileri olarak 1 Mayıs 1989’da estirilen devlet terörüne dolaylı-dolaysız yardımcı olan tüm güçlerin tutumlarını, olan nefretimizle kınıyor ve protesto ediyoruz.
Ayrıca bu olayların failleri ve katillerini kamuoyu önünde hesap vermeye davet ediyoruz.
1- Belediye-İş Sendikası, Beyoğlu Yakası Şubesi, 37 Mezbaha Şubesi
2- Belediye-İş Sendikası, 1 No’lu Şubesi
3- Belediye-iş Sendikası, 2 No’lu Şubesi,
4- Belediye-İş Sendikası, İETT Şubesi,
5- Belediye-İş Sendikası, İtfaiye Şubesi,
6- Belediye-İş Sendikası, Trakya Şubesi,
7- Belediye-İş Sendikası, Gaz Şubesi,
8- Belediye-İş Sendikası, Anadolu Yakası Şubesi,
9- Yol-İş Sendikası 1 No’lu Şubesi,
10- Yol-İş Sendikası 3 No’lu Şubesi,
11- Tek Gıda-İş Sendikası, 1 No’lu Şubesi,
12- Tek Gıda-İş Sendikası, 2 No’lu Şubesi,
13- Tek Gıda-İş Sendikası, 5 No’lu Şubesi,
14- Tek Gıda-İş Sendikası, 6 No’lu Şubesi,
15- Tek Gıda-İş Sendikası, 11 No’lu Şubesi,
16- Deri-İş Sendikası, Kazlıçeşme Şubesi,
17- Deri-İş Sendikası, Beyoğlu Şubesi,
18- Çimse-İş Sendikası, İstanbul Şubesi,
19- Selüloz-İş Sendikası, İstanbul Şubesi,
20- Tez-İş Sendikası, İstanbul Şubesi,
21- Tez-Koop-İş Sendikası, 3 No’lu Şubesi,
22- Tümtis İstanbul Şubesi,
23- Toleyis Sendikası, Marmara Şubesi,
24- Kristal-İş Sendikası, Topkapı Şubesi,
25- Kristal-İş Sendikası, Gebze Şubesi,
26- Otomobil-İş Sendikası, Topkapı Şubesi,
27- Otomobil-İş Sendikası, Sefaköy Şubesi,
28- Otomobil-İş Sendikası, Mecidiyeköy Şub.
29- Otomobil-İş Sendikası, Ümraniye Şub.
30- Otomobil-İş Sendikası, Gebze Şub.
31- Belde-İş Sendikası,
32- Demokratik Tekstil-İş Sendikası,
33- Gıda-İş Sendikası,
34- Öz Gıda-İş Sendikası, Bakırköy Şubesi, İbrahim KIZILTAN, M. KILIÇARSLAN,
35- Tümtis Sendikası, Sabri TOPÇU,
36- Deri-İş Sendikası, Munzur PEKGÜLEÇ

YUNANİSTAN İŞÇİLERİ TÜRKİYE’DEKİ 1 MAYIS KATLİAMİNİ KINADI
Türkiye’de 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın kutlanmasına izin verilmemesi İstanbul’da 1 Mayıs’ı kutlamak isteyenlere polisin saldırması 1 kişinin öldürülmesi çok sayıda işçinin yaralanması ve gözaltına alınması başta işçi sendikaları olmak üzere şiddetle proteste edildi.
Yunanistan işçileri sendikası (GSEE) Atina işçi sendikaları merkezi (EKA) ve pire işçi sendikası olay gecesi yaptığı açıklamalarda. “Evren-Özal diktatörlüğünün işçilere saldırmasını şiddetle protesto” etmişlerdir. Aynı zamanda Yunanistan basını işçilere saldırıyı geniş bir şekilde kamuoyuna duyurmuşlardır.
Türkiye’de 1 Mayıs’ın kana bulanması çok sayıda işçinin yaralanması ve tutuklanması Yunanistan’da yaşayan Türk ve Kürt politik mülteciler tarafından da protesto edildi. 2 Mayıs’ta Mülteciler Atina’nın merkezinden hareketle Türkiye konsolosluğuna yürüdüler. Üzerinde Evren ve Özal’ın vampire benzetilen ve “Kahrolsun Türk cuntası” pankartın yanı sıra “1 Mayıs’a uzanan eller kırılacak” pankartı ile birlikte polis çemberine alınan Türk konsolosluğuna gidildi. Burada Evren ve Özal’ın portreleri yakıldı.
1 Mayıs işçi bayramı Yunanistan’da paskalya tatiline denk düşmesi ile 7 Mayıs Pazar gününe ertelendi. On binlerce işçinin katıldığı bu yılki 1 Mayıs gösterilerine gerek konuşmalardan, gerek sloganlarla Türkiye özel bir ağırlık konusu oldu. Yapılan konuşmalarda Türkiye işçi sınıfı ile dayanışma vurgulandı. Evren-Özal kliği lanetlendi. On binlerce işçi “kahrolsun Evren cuntası”, “1 Mayıs yasaklanamaz” şiarını haykırdılar.
1 Mayıs gösterilerinin sona ermesinden sonra 1000 kişilik mülteci ve Yunanlı Türkiye konsolosluğuna yürüdü. Burada 1 Mayıs katliamı Yunanca ve Türkçe sloganlarla kınandı.

Türk-İş Bir Daha Sattı
Kamu işçileri ücretlerinin yükseltilmesi için çeşitli biçimlerde eylemlerini sürdürür. Türk-İş ve diğer sendika yöneticilerine satış sözleşmesi imzalanmaması konusunda ihtar ederken sendika ağaları görüşmeler sonuçlanıncaya kadar eyleme ara verme kararı alıp mücadelenin ivmesini düşürmeye çalışıyorlardı. Bu tavır Türk-İş ve bağlı sendikacıların 1988 Kasım ayında aldıkları “İstediklerimiz ücret artışını alamazsak 600 bin kamu işçisi greve gidecektir” kararı ile bütünüyle çelişkili olmakla birlikte sendika ağalarının genel çizgisidir. Türk-İş yöneticileri nasıl 1988 Şubat’ında tabanın baskısıyla aldıkları genel grev kararını uygulamayıp hasıraltı ettilerse, Kasım kararlarını da tabandan gelen yoğun baskılar sonucu almışlardı ve kararın uygulanmaması için her şeyi yapıyorlardı. Önce Başkanlar Kurulu’nda bir “Toplu Sözleşme Koordinasyon Komitesi” kurarak görüşmeleri işçilerden kaçırdılar ve kapalı kapılar ardında hükümetle pazarlığa oturdular. Tabandan gelen eylem isteklerinde “görüşmeler sürüyor sonuçlarını bekleyelim” diyerek olumsuz cevap verdiler. İşçiler kendiliklerinden çeşitli biçimlerden eyleme geçince eylemlerin önünü alamayacaklarını anladılar ve bu kez “24 Mayıs’ta şalterleri indireceğiz” dediler. Fakat bir yandan da pazarlıklara hız verdiler.
Şalterleri indirmeye hazırlanan işçiler 18 Mayıs’ta kendilerine geçmiş yılların ücret kayıplarının bile karşılanmadığı bir sözleşmenin dayatıldığını gördüler. Tabandan gelen baskı ve eylemler nedeni ile % 400 ücret artışı istemiyle başlayan Türk-İş, önce % 170’e inmiş, % 140’a imzayı atmıştı.
Anlaşmanın imzalanmasında on yılı dolan sendikacıların durumlarının düzeltileceği ve görev sürelerinin uzatılacağı konusunda Özal’ın söz vermesinin büyük etkisi olduğu açık. Çoğu, sendika başkanlıklarında on yılı doldurmak üzere olan sendika ağalarının, koltuklarım kaybetme korkusu işçilerin isteklerine galip gelmişti.
Fakat işçilerin anlaşmayı yoğun protestolarla karşılamaları önümüzdeki dönemde sendika ağalarının hükümetle yaptıkları anlaşmanın koltuklarını korumaya yetmeyebileceğinin ipuçlarını göstermektedir.
İşçiler anlaşmayı yoğun tepkilerle karşıladılar. Burdur Şeker Fabrikasındaki işçiler anlaşmayı kabul etmedikleri için şalter indirdiler. 24 Şeker fabrikasından gelen işçilerin protestosu sonucu Şeker-İş anlaşmayı gerekli düzeltmeler yapılmazsa imzalamayacağım açıkladı.
Nisan ayında etkin bir eylemlilik içinde olan Tekel işçileri de anlaşmayı çeşitli biçimlerde protesto ettiler. Paşabahçe Rakı Fabrikası üretim durdurarak, Cevizli Sigara Fabrikası işçileri, Adana Tekel işçileri genel merkeze gelerek anlaşmayı kabul etmediklerini açıkladılar. İzmir’den bütün şube başkan ve yönetim kurulu üyeleri ve temsilciler İstanbul’daki genel merkeze geldiler.
İzmir’den gelenler karşılarında sendika genel merkez yöneticilerinden kimseyi bulamadılar. Genel Başkan Orhan Balta İstanbul’da olduğu halde Ankara’da olduğunu söylettiriyordu. İzmirli Sendikacılar “Orhan Baha 7000 işçinin önünde söz verdi, bunun hesabını sormaya geldik, fakat karşımızda kapıcı ve odacıdan başka kimseyi bulamadık” diyorlardı. Bir Şube yönetici ise, İzmirli işçilerin düşüncelerini şöyle açıklıyordu: “Bizi yine satar. Önce idari maddelerde sattılar. Disiplin kurullarının oluşması üç sendika, üç işveren temsilcisinden oluşuyor ve başkan işveren temsilcisi olduğundan oyu iki oy sayılıyor.  İşçi lehine karar çıkması mümkün değil. Kamu işyerlerinde disiplin maddeleri önceleri pek işletilmiyordu. Buralarda mücadelenin yükselmesi ile birlikte işveren bu maddeleri işletmeye başladı. Bundan sonra da işletecekler ve işçiler üzerinde bu maddeler aracılığıyla baskı ve yıldırma politikası uygulayacaklar. Bu maddeler ücret artışı kadar, hatta bazen ondan da önemlidir, mutlaka değişmeliydi. Toplu sözleşmenin eski idari maddelerle geçmesi kamu işyerlerinde mücadele eden işçileri baştan işverenin eline teslim etmektir. Şimdiki sendika yöneticileri ile bu iş, yürümeyecek. Sendika ağalarını tasfiye ederek sendikalarımıza sahip çıkacağız ve sınıf sendikaları kurma yolunda mücadelemize devam edeceğiz.”
İzmirli işçilerin geldiğini duyan İstanbul tekel işçilerinin de gelmesiyle kalabalığın büyüdüğünü gören genel merkez yöneticilerinden biri “Saat beşten sonra burada kalınmasına izinsiz toplantı “yaptığınız gerekçesiyle polis müdahale eder” diyerek işçileri ve şube yöneticilerini sendikadan dışarı çıkardı. İzmir’den gelenler “Bu hesap burada bitmez Kongrelerde görüşürüz” diyerek geri döndüler.
Tek Gıda-İş’in gerici-faşist genel merkez yöneticileri tabandan gelen seslere kulak tıkayarak toplu sözleşmeyi ilk imzalayanlar oldu. Fakat kongrelerde hesap vermekten kurtulamayacaklar.
Diğer işkollarında da protestoların ve genel merkez yöneticilerine karşı hoşnutsuzluğun artması sonucu Şeker-İş’in yanında Harb-İş, Yol-İş, Maden-İş ve Tes-İş sendikaları da sözleşmeyi bu haliyle imzalamayacaklarını açıklamak zorunda kaldılar.
4 Mayıs’ta başlayan Demir Çelik grevi sürüyor. İsdemir ve Karabük Demir Çelik işçilerinin, tabandan gelen baskısı sonuç Çelik-Iş’in gerici-faşist yöneticileri de uzun yıllardan sonra grev kararı almak zorunda kaldılar. Daha önce gerek Demir Çelik toplu sözleşmesi gereksi MESS sözleşmeleri sırasında işverenlerin uzattığı sözleşmeye itirazsız imzayı atan Çelik-İş yöneticilerinin bu kararı almasında üretimi düşürme, servislere binmeme, yemek boykotları yapma gibi tabandan başlayan işçi eylemlerinin yanı sıra hâkim sınıfların içine girdiği siyasal krizin ve bu krizden çıkış yolu bulma konusunda ANAP hükümetinin çözüm olup olmayacağı konusundaki tereddütler ve genel olarak emekçi halkın düzene karşı yükselen hoşnutsuzluğunun etkisi vardır. Yıllar önce grev kıran aynı yöneticiler şimdi grevci kesilerek metal işçilerini kandırmaya çalışıyorlar. Fakat bir yandan da kapalı kapılar ardından hükümetle pazarlığı sürdürüyorlar.
Sınıf sendikalarının yaratılması için faşist-gerici-reformist, revizyonist sendikal kliklerin sendikalardan temizlenmesi gerekliliği dayatıyor. Sendika ağalarının 1 Mayıs’tan sonra toplu sözleşmelerde aldıkları tavırlar işçilerin günlük mücadelelerin ve sendikaların direniş merkezleri olmasının önündeki en büyük engelin bu klikler olduğu gerçeğini gösteriyor. Sınıf bilinçli ileri işçiler Marksistlerin devrimci çizgisinde birleşerek kendiliğindenci örgütlenmeleri ve dağınıklığı aşmalı, sendika ağaları ve bürokratların sendikal hareket ve sendikalar üzerindeki egemenliğini yıkarak satış ve ihanet anlaşmalarım parçalayarak sınıf sendikalarını yaratmalıdırlar.

Coca Cola’lı İşçilerin Fabrika İşgali
Coca Cola fabrikasındaki işçiler enflasyonun erittiği ücretlerine ek zam almak ve işten atılan arkadaşlarının geri alınmasını sağlamak için işyerinde oturma eylemi yaparak fabrikayı işgal ettiler.
İşçiler, işverenin ek zam taleplerini dikkate almayıp sendikanın bu konudaki görüşme isteklerine cevap vermeyince 7 Nisan’da mesai yapmayı kesmişlerdi. İşverenin olumsuz tavrını sürdürmesi üzerine E-5 karayolunu keserek Holding binasına yürüdüler ve durumu protesto ettiler.
Bayramdan sonra durumu değerlendirerek yemek boykotuyla başlayan bir eylem programı yaptılar. İşveren önce fabrikada örgütlü iki sendikadan biri olan Tez Kop İş 1 No.lu Şube Üyesi bir işçiyi işten attı. Sendika bu işçinin atılışına ses çıkarmadı.
Perşembe günkü yemek boykotundan sonra biri 22 yıllık olmak üzere 5 işçi daha işten atıldı ve 60 işçinin daha atılacağı işverence söylendi.
İşçilere gözdağı vermek için aktif işçileri fabrikadan temizlemeye çalışan Coca Cola patronlarının baskılarına boyun eğmeyen işçiler, perşembe akşamı Tek Gıda-İş Cibali Şubesi’nde 250 kişinin katıldığı bir toplantı yaparak işyerinde oturma eylemi yapmaya karar verdiler. Tez-Koop İş de eyleme çekilmeye çalışılarak bütün işçilerin katılması sağlanacaktı.
Cuma günü önce kapıya oturarak içeri girişleri engelleyen işçiler cumartesi/pazarı da bütün vardiyaların katılımıyla eylemi işgale çevirdiler. Topkapı ve Maltepe işyerleri de İncirli’deki arkadaşlarını desteklemek üzere eyleme katıldılar.
3 gün boyunca temsilcileri kandırmaya çalışan işveren “gelin biz kendi aramızda anlaşalım, sendikayı işe karıştırmayalım” diye ısrar etti. Temsilciler, “muhatap sendikadır” diyerek baskıya boyun eğmediler.
Pazartesi sabahı işveren işten atılanları geri almayacağını ama bundan sonra işçi atmayacağını, 15 gün sonra ek zam talebini görüşmek üzere sendika ile toplantı yapacağını bildirdi, önce Tez Koop-İş arkasından Tek Gıda-İş öneriyi kabul ettiler ve eylem kaldırıldı.
Eylem sırasında işverenin verdiği yemekleri bile reddederek kararlı bir şekilde mücadelelerini sürdüren Coca Cola işçileri “Eğer sendikalar biraz daha cesaretli davranıp eylemi sürdürselerdi işten atılan arkadaşlarımızın geri alınmasını sağlayabilirdik” diyorlar.

Çağdışı, Zorba İnfaz Kurumları Kaldırılmalıdır
Türkiye’de cezaevleri, özellikle de siyasi tutsakların bulunduğu özel tip cezaevleri, insan yaşamının yok edilmesine yönelik uygulamalarla yeniden gündemde.
İnançları uğruna yargılanıp, cezalandırılan insanlar bu düşüncelerinden dolayı fizik ve ruh bütünlüğünü parçalamaya yönelik saldırıları göğüsleyerek dört duvar arasında var olma mücadelesi veriyorlar.
Cezaevlerindeki yaşam koşullan kamuoyunun gözlerinden saklanmaya çalışılıyor. Ülkemiz insanları 80’den bu yana cezaevlerini daha iyi tanıdı. 600.000’i aşkın insanın buralara girip çıktığı düşünülürse bunun boyutu da kestirilebilir.
İdareciler bir yargı kurumu gibi çalışıp yasalar çerçevesinde verilen cezanın dışında ve buna ek olarak akla gelmeyecek; çeşit ve yöntemde cezalan insanlar üzerinde sorgusuz denetimsiz uygulayabiliyorlar.
16.5.1989 tarihinde İstanbul kapalı cezaevinde yaşananlar bir kez daha gösteriyor ki, cezaevleri konusunda devlet politikası, insanları özgürlüklerinden bir süre için yoksun bırakmakla kalmayıp düzenle uzlaşmaları yolunda zor uygulayarak kendilerince “ıslah” etmek, uzlaşmayı reddedenleri de devlet terörüyle karşı karşıya bırakmaktır.
Savunmasız, dört duvar arasındaki insanların diyalog girişimine, taşlı sopalı saldırılarla cevap verildiği, insanların canının bu denli ucuz olduğu, yöneticilerin keyfi tutumlarının uygulama bulabildiği ve hesabının sorulmadığı infaz kurumlarının bulunduğu başka bir ülke var mıdır?
Dikkat edilecek nokta, tıpkı işkence konusunda devlet yöneticilerinin verdiği cevap gibi bütün bunların kişilere bağlı olmadığı, aksine devletin sistemli bir politikasının ürünü olduğudur. Son olayda bu gerçek gizlenememiş, tutsaklara saldırı ortamı hazırlamak amacıyla kimin nereye yerleşeceği dahi bakanlıkça saptanmış, askerler böylesi bir saldırı için “gerekli” olan psikolojik eğitime tabi tutulmuştur.
Gözlerden kaçmayan bir gerçek de, insanları bilgilendirmekle görevli olan basının, olayları bir yönüyle yansıtması, neticede tutsakları sorumlu gösterip, devletin politikasına denk düşen uygulamaları ve bunu gerçekleştirenleri açıklamamasıdır. Demokrasiye inanmış haber ve basın kurumlarının görevi bu değildir. Dünyadaki diğer örnekleri biraz olsun kendileri için yol gösterici olmalıdır.
Neydi bu vahşice saldırılara maruz kalan insanların talepleri? Temsilcilik hakkının tanınması, hücrelerden çıkarılıp koğuşlara konulmaları, havalandırmanın sağlanması, avukat ve aile görüşlerinin düzenlenmesi, yayın ve haberleşme hakkının kısıtlanmaması, kantinin fahiş fiyat uygulamaması, spor, sosyal ve kültürel çalışmalar için uygun araç ve ortamların sağlanması.
Bunlar cezaevlerini tanıyanların yabancısı olduğu şeyler değildir. Yıllarca bu uğurda mücadeleler sonucu kazanılmış haklardır. Bunlar uğruna disiplin cezaları alınmış, savunmalar yapılamamış, ailelerle haberleşilememiş, açlık grevleri sonucu sakat kalınmış ve hatta canlar verilmiştir.
Elde edilen tüm bu kazanımlar heı yeni genelgeden, her yeni şevkten ve her yeni provokasyon ortamından sonra gasp edilmiştir.
İnfaz kurumlarında çağdışı, keyfi, terörist uygulamalara son verilmesi için mücadele, sadece tutsakların değil, insan haklan ve demokrasi mücadelesinde yer alan her insanın üstlenmesi gereken bir görevdir, özlediğimiz, insanların düşüncelerinden dolayı özgürlüklerinden yoksun, dört duvar arasında yaşamadığı, cezaevlerinin olmadığı bir ülkede yaşamaktır.

Kazım Şeftalioğlu’nun Hastaneden Gönderdiği Açıklama
Bayrampaşa özel Tip Cezaevi’nde tünelin bulunmasından sonra cezaevinin boşaltılması söz konusu oldu. Yapılacak olan bayram açık görüşü, avukatların görüşü, normal ve görüşler havalandırmalar iptal edildi.     Yetkililerle yapılan anlaşmaya göre Bayrampaşa Cezaevi’ne nakledilecektik. Bayrampaşa cezaevine nakledilirken 12-13 saat 25-30 kişiyi arabada bekleterek en doğal gereksinimlerini bile karşılamadan, aç susuz bir şekilde beklettikten sonra bir kısmını ikişer kişilik hücrelere attılar. Fakat bu arada anlaşma dışı olmasına karşın 165 arkadaşımızı arabalardan indirmeden, saat 01’den akşamın dokuzuna dek bekleterek, Zonguldak Bartın Cezaevi’ne sevk ettiler. Amaç açıktı: Tünelin bedelini ödetmek! Bekletme sırasında birçok arkadaş baygınlık geçirdi.
Büyük koğuşlar boş olmasına karşın ikişer kişilik hücrelere konulduk. Birçok arkadaşın yatağı yoktu, camlar kırıktı. Birçok sorunumuz olmasına karşın idare görüşmek istemiyor, sorunlarımızın çözümüne yanaşmıyordu. Defalarca görüşme talebimiz iletildi. Fakat ne yapsak geliniyorlardı. Bunun üzerine idareyi görüşmeye zorlamak ve sorunlarımızın çözümünü sağlamak için koridor işgal edildi. Amaç olay çıkarmak değildi. Gönderilen yetkililere durum izah edildi, sorunlarımızın çözümü istendi, önce koğuş kapılarını kilitleyerek gittiler. Yaklaşık bir saat sonra yüzlerce asker “Allah Allah” nidaları ve küfürlerle saldırıya geçtiler, havalandırmalardan “Komando Operasyonu” düzenleyerek koğuş camlarını sopalarla kırıp tazyikli su sıkarak koğuşlara girdiler. Tazyikli suyun savurup atarak savunmasız bıraktığı insanlar, yüzlerce askerin postal ve kalas darbeleri ile karşı karşıya kalıyorlardı. Tutsakların yapacağı bir şey yoktu, tazyikli suyun etkisiyle zaten savunmasız bir durumdaydılar. Ek olarak yüzlerce askerin insanlık onurunu ayaklar altına alan, onur kırıcı, aşağılayıcı küfürlerine de muhatap olmak zorunda kalıyorlardı. Ortalık bir anda savaş meydanına dönmüş, büyük bir hırs ve öfkeyle gözü dönmüş askerler, İsrail askerlerine de taş çıkartırcasına, kol kırıyor, çene kırıyor, göz çıkartıyordu. Bir yandan kitaplar yakılıyor, eşyalar talan ediliyordu. Uzun bir süre devam eden saldırı sonucu siyasi tutsaklar tek tek alınıp tek kişilik hücrelere dörder beşer kişi konuldu. Buralarda ne cam ne yatak vardı.
Bu saldırılar siyasi tutsakların kaldığı B2, B-3, B-4, C-2, C-3 koğuşlarına yapıldı. Saldırı öğleden sonra 01.00 sularında başladı ve akşamın yedisine sekizine dek sürdü. Sergilenen tam bir vahşetti. Ve bu vahşetin planlayıcısı Binbaşı Halit Kayır ve bizzat yöneten Feridun Baran’dır.
Bu saldırının bir anda ortaya çıkan bir durum olmadığı açık. Özel Tip Cezaevi’nden şevkin başladığı andan itibaren arabalarda uzun süre bekletme ve büyük koğuşlara almama politikasıyla bu durum açığa çıkmıştı. İdare tünel kazılmasının acısını çıkarmak, tünele karşı “can” almak istiyordu. Askerlerin operasyondaki tavırları, psikolojileri unu gösteriyordu. Birçok insanın kolu, beli, çenesi kırık, kulağı kopuk, gözü çıkık; en azından hemen herkesin vücudu çeşitli şekillerde morartılmış bir durumda. Bunun dışında durumları hayati derecede ağır olanlar da çoğunlukta. Buna karşılık doktor istemleri başlangıçta önemsenmeyerek hastaneye sevk yapılmadı. Neden sonra, durumun ciddiyeti kavranarak bir kısım arkadaş baygın durumda battaniyeler ve sedyelerle Bayrampaşa Devlet Hastanesi’ne sevk edildi. Hastane bir anda savaş zamanlarında kurulan hastanelere döndü, onlarca insanın kolu askıya alındı, kafalarına, kaşlarına dikiş atıldı. Fakat onca ağır durumda gelen olmasına karşın Bayrampaşa Devlet Hastanesi’ne yatırılan topu topu 5 kişidir. Bunlar POLAT YILDIZ, Kazım Şeftalioğlu, İSMAİL YAMAN, ORHAN TİMUR, MUZAFFER GÖKALAN’-dı. Ayrıca MAHMUT EKSEN ve SİNAN KOKUL arkadaşımız CERRAHPAŞA’ya gönderilmiş bulunmaktadır.
Hastaneye hiç getirilmeyen, hiçbir tıbbi müdahalede bulunulmayan, oldukça ağır durumda olan birçok arkadaşımız şu anda yataksız tek kişilik hücrelerde aç, susuz ölüme terk edilmiş bir durumdadır. Her an bir ölüm olayıyla karşılaşmak olanaklı.
Tüm basın mensuplarını, kendine demokratım, insanım diyenleri, insanlık onurunu korumaya çağırıyorum.
Not: Şu anda ben ve benimle birlikte üç kişi Bayrampaşa Devlet Hastanesi’ne yatırılmış durumda. Buraya yatırılan arkadaşlardan öğrenebildiğim, toparlayabildiğim ağır yaralı durumda olanların isimlerini ekte belirttim.
KAZIM ŞEFTALİOĞLU 17 MAYIS 1989
SABAH SAAT: 00.03
Şu Ana Dek Bayrampaşa Devlet Hastanesi’ne Gönderilenler: İsmail YAMAN, İsmail DOĞRUEL, Cemal RAKİP, Muammer AYDIN, Ahmet ÖZER, Orhan TİMUR, Abdullah DAMAR, Sinan KUKUL, Kadir EFEGİL, Erdal KETENCİ, Mustafa SELÇUK, Mustafa Kamil UZUNER, Mehmet ÜNAL, Harun KARTAL, Fikret GÜLBAHAR, Namık Kemal CIBAOĞLU, Hüseyin KURT, Ersin TEZCANLI, Yalçın DEMİRKAYA, Kazım ŞEFTALİOĞLU, Muzaffer KÖKALAN, Mehmet KILIÇ, Mehmet EKSEN, Cemal YALVAÇ, Bedri YAĞAN, Polat YILDIZ, Hayrettin TAŞ, İbrahim ÇİÇEK, Remzi BASALAK, Hüseyin YILDIZ, İsmail ORAL, Nazif TÖRE, Hıdır DURMAZ, Hüseyin SOLGUN, Mustafa DALKIRAN, Şaban ŞEN, Şener YILDIRIM, Baba ERDOĞAN, Musa BAL, Nihat KINACI, Turan ULU, Muhittin ÖZBAY, Mehmet SÖNMEZ, Gürsel ŞAMİLOĞLU.

Siyasi Tutuklu Temsilcilerinden Bedri Yağan’ın Açıklamasından  Bölümler
16.5.1989 günü biz siyasi tutsaklar üzerinde öyle bir terör estirildi ki, saldırı öylesine boyutlandı ki, onlarca yaralının yanında ölümlerin olmaması tesadüften başka bir şey değildir.
Müdür Hayati TUNCEL, Savcı Burhanettin. YARKIN, ti Jandarma Alay Komutanı Albay Turgut İNEGÖL ve yardımcısı Yarbay Yaşar ERCAN siyasi tutsakların cezaevine gelişiyle birlikte sarsılan işkence, rüşvet ve hırsızlık düzenlerini korumak için sincice planlar hazırlamaya başladılar.
İsyan var diyerek cezaevine gelen askerler böyle bir şeyin olmadığını görünce durakladılar. Binbaşı Halit Kayır’a, Binbaşı Ferudun Baran’a ve son olarak da Yarbay Yaşar ERCAN’a durum anlatıldı. İsyan yoktu, siyasi tutuklular sadece sorunlarının çözülmesini istiyorlardı. Temsilciyi dinleyen subaylar “Tamam” deyip gittiler. Ancak bu “Tamam” deyişinin altında başka amaçlar vardı. İşkenceciler, rüşvetçiler HIRSIZLAR, düzenlerini sarsan “siyasilere bir ders verilmesini” istiyorlardı.
Birkaç subay sürekli askerlere konuşmalar yapıyorlardı, marş söyletiyorlardı, yuh çektiriyorlardı. Günlerdir uykusuz bırakılıp çeşitli yöntemlerle ezilen askerler bizim üzerimize saldırtılarak “boşaltılmak”, isteniyordu. 12 Eylül döneminde bile askerin böylesine tahrik edildiğine az tanık olmuştuk.
Daha koğuşlara girmeden atılan cam ve kalas parçalarıyla, taşlarla onlarca arkadaşımız yaralanmıştı.
Tek tek bütün hücrelere saldırıya geçtiler. Önce tazyikli su ile bizleri ıslatıp etkisiz hale getiriyor sonra hücrelere girerek gözü dönmüş bir şekilde dövüyorlardı.
Bir astsubay bas bas bağırıyordu; “Buradan ölü çıkmazsa sizin ananızın avradınızı sinkaf ederim.” Günlerdir gerginlik içerisinde tutulan askerler bu emirlerle tam anlamıyla insanlıktan çıkarak saldırıyordu.
Tüm demokratik kuruluşları, demokratları, ilericileri, işkenceye karşı olanları göreve çağırıyoruz. Sağmalcılar Kapalı Cezaevi’ndeki işkence, rüşvet ve hırsızlık çarkı bozulmalıdır. Bizler tüm işkence ve baskıya rağmen bu çarkı bozmak için mücadele edeceğiz. Üzerimizde estirilen kanlı terör, hiçbir zaman insanca yaşam koşullarını sağlama mücadelemizi durduramayacaktır.
Sağmalcılar Kapalı Cezaevi’nde Kalan Devrimci Tutsaklar Adına, Temsilci Bedri YAĞAN
Not: Yaşadığımız bu işkence, baskı ve hak gasplarım protesto etmek için ve de insanca yaşam koşullarını sağlamak için 16.5.1989 akşamından itibaren süresiz açlık grevine başladık.
Birbirlerinden ayrı bloklarda tutulan siyasi tutsaklar, birbirleriyle haberleşemedikleri için farklı tarihlerde açlık grevine başlamışlardır. Geriye kalan tutsaklar bir süre sonra gazetelere yaptıkları duyuruyla süresiz açlık grevine başladıklarını ilan ettiler.

Malatya Cezaevi’nden Ali Bitirgeç’in mektubundan:
“Gecen aylar içinde Cezaevleri Genel Müdürü de buraya geldiğinde sorunlarımızı iletmeye çalıştık, fakat adam hayatında cezaevi görmemiş gibi sağda solda bir şeyler aramaktan sorunlarımızı dinlemedi bile ve geldiği gibi çekip gitti… Ama artık sorunların bilinmesini istiyoruz. Ağır bedeller ödeyerek elde ettiğimiz kazanım-larımızın kısıtlanmaya gidildiğinde, bunlar bizim için vazgeçilmez olduğundan sessiz kalmayacağız ve kazanımı arımızı geliştirmeye çalışacağız.
Aslında cezaevlerindeki tüm sorunların kaynağı cezaevi değil, esas kaynağı tüzük ve yönetmelikler ve genelgeler.
Çağdışı kafaların ortaçağ mantığı ile hazırlayıp, anti-demokratik ve hukuk dışı olan, bütün uluslararası sözleşmeleri hiçe sayan bugünkü mevcut tüzük ve yönetmelik ve genelgeler fiili olarak ortadan kalkmış olmakla birlikte hâlâ Demokles’in kılıcı gibi başımızda sallanmaktadır. Cezaevi tüzük ve yönetmelikleri ve buna bağlı genelgeler (1 Ağustos genelgesi gibi) kaldırılmalıdır.
Bu nedenle bundan sonraki dönemde de cezaevleri sorunu genel demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak ele alınmalı, temel kazanımlar yasalarla hukuki güvence altına alınarak cezaevi tüzük ve yönetmelikleri buna göre düzenlenmelidir.”

Katliamlara Öğrencilerden Gelen Sert Yanıt
Diktatörlük ile demokrasi güçleri arasındaki çatışma son günlerde giderek sertleşen bir seyir izledi. 1 Mayıs’a ön gelen günlerde işçi sınıfının eylemleri kapsam ve çeşitlilik bakımından genişler ve zenginleşirken öğrenciler de işçi sınıfı hareketinden ayrı düşmemeye özen gösteriyor, gerici baskı ve faşist terör karşısında atak ve militan bir tutum izleyerek daha etkin ve kitlesel eylemlere yöneliyorlardı. Kaynaşma ve hareketlilik toplumun diğer kesimlerine de yayılıyor, grevler ve gösteriler yalnızca büyük kentlerle sınırlı kalmıyordu. Çanakkale, Diyarbakır, Van, Adana, Kayseri ve Sivas gibi birçok ilde kitle mücadelelerindeki önemli gelişmelere sahne oluyordu. 1 Mayıs’ın etkileri ülkenin her yanında yaşandı. Gerek 1 Mayıs’ta gerekse izleyen günlerde faşizmin baskı ve saldırıları daha da şiddetlenirken işçilerin ve özellikle de öğrencilerin direnişlerinde yeni ve üst boyutlar yaşandı. Cezaevlerinde insanlık dışı baskı ve saldırılara maruz kalan devrimci siyasi tutukluların da en aktif biçimlerde direnmeleri can güvenlikleri ve insanlık onuru bakımından kaçınılmaz görünüyordu, öte yandan ezilen Kürt ulusu üzerinde uygulanan soykırım politikası her geçen gün daha vahşi biçimler alarak, onlarca yurtseverin bir çırpıda katledildiği toplu katliamlara dönüşüyordu.
Kısacası diktatörlük halka ve devrimcilere kan kusturuyordu. Saldırı ve cinayetlerini fütursuzca sürdürürken “parlamenter demokrasi”, “hukuk devleti” gibi lafları da ağzından eksik etmiyordu. Ama ne saldırı ve cinayetler ne de türlü demagojiler yükselen kitle mücadelesini durdurmaya yetmiyordu. Aksine kitleler ve özellikle de öğrenciler direniş çizgisini daha gelişkin düzeylere çıkararak saldırıları püskürtüyorlardı.
1 Mayıs’ta Mehmet Akif Dalcı’nın öldürülmesi onlarca işçi ve emekçinin yaralanması, yüzlercesinin gözaltına alınması, işkenceye çekilmesi, bu azgın terör ve işkencelerin sonraki günlerde de aralıksız sürdürülmesi kitlelerde büyük öfke ve tepkilere yol açtı. Çeşitli protesto eylemleri, direnişler birbirini izledi. Başta İstanbul Üniversitesi olmak üzere birçok üniversitede katliamlar ve polis terörü geniş ve etkin biçimlerde protesto edildi. Öğrenciler “katil yuvalan” adını verdikleri kapı girişlerindeki polis kulübelerine ve buradaki baskı ve işkence uygulamalarının temsilcilerine yönelik eylemlerini, direnişlerini sert ve enerjik biçimlerde ortaya koydular. Kulübelere saldıran öğrenciler buraları tahrip ettiler, katilleri sembolize eden çeşitli eşyaları ve giysileri ateşe verdiler. Kenan Evren’in İÜ yemekhanesindeki büyük boy portresini yere indiren öğrenciler, resmi önce parçaladılar sonra da ateşe verdiler, öğrencilerin “katil yuvaları”na karşı gerçekleştirdikleri direniş eylemleri sırasında polisler her seferinde olay yerinden hızla uzaklaşmak zorunda kaldılar. Bu arada üniversite kapısına çok sayıda çevik kuvvet yığılması ve panzerlerin bekletilmesi de öğrencileri yıldırmadı. Ayrıca devrimci öğrenciler üniversite içerisinde faşist ve işkenceci polislere karşı yürüttükleri teşhir ve propaganda faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Bol miktarda el ilanı, kuşlama, yazılama, bildiri ve amfi konuşmalarıyla faşizmi lanetlediler ve öğrencilerin “genel bir boykot “la saldırı ve baskıları en iyi biçimde püskürtebileceklerini geniş ve sabırlı bir biçimde anlattılar, bunun çalışmasını yaptılar. Sonuçta 1 Mayıs katliamını izleyen günlerde öğrencilere yönelik bir eylem sloganı haline gelmiş bulunan “genel boykot” çağrısı olumlu bir yankı buldu, öğrencilerin oldukça geniş bir kesimi tarafından desteklendi. İstanbul Üniversitesi’nde yapılan boykotlara çok sayıda öğrenci katıldı. Açlık grevi vb. eylemler de aynı günlerde yapılanlar arasında önemli bir yer tuttu, öğrencilerin bu eylemleri bazı devrimci grupların ortak katılımları sonucunda gerçekleşti. Gelişen bu son eylemlerde, kendilerini tek devrimci hareket gören, kendilerine yapay bir üstünlük atfederek dışındaki eğilimlerin çalışmalarına ambargo koymaca ve engellemeye çalışan, “kargadan başka kuş” tanımayan, ne oranda olursa olsun katıldıkları her eylemi yalnızca kendilerine mal eden, başka grupların eylem içindeki yasal olmayan bazı faaliyetlerini “provokasyon” vb. nitelendirmelerle tıpkı Türk Ceza Kanunu’na hakim olan mantık gibi “suçlu” ilan eden anlayışların, grupçu, sekter, ben merkezci nitelikleri daha iyi ortaya çıktı.
Geçtiğimiz günlerin önemli öğrenci eylemleri arasında Adana’da Çukurova Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi, Çanakkale’de Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin gözaltına alınan arkadaşlarının serbest bırakılması için yaptıkları yürüyüş, oturma vb. gibi eylemler de vardı.
11-12 Nisan günleri Dicle Üniversitesi’nin çeşitli fakültelerinde okuyan 21 öğrenci, 21 Mart Nevroz bayramını kutlayıp Kürtçe slogan attıkları gerekçesiyle gözaltına alındılar. Hukuk, Tıp, Fen-Edebiyat Fak. Öğrenci Dernekleri yaptıkları açıklamada arkadaşlarının bir an önce s alınmaması halinde kitlesel eylemlere geçeceklerini belirttiler. Ertesi gün 13 kişi serbest bırakıldı. İçerdeki 8 kişinin serbest bırakılması ve genelde öğrencilere yönelik resmi-sivil faşistlerin saldırılarının protesto edilmesi amacıyla Dicle Ü.den 400-450 dolayında öğrenci kampusta sloganlı yürüyüş yaparak rektörlük binası önünde 3 saatlik bir oturma eylemi yaptılar. Yürürken ve oturma eylemi esnasında öğrenciler coşkulu ve kararlı bir biçimde “göz altılara son, idare-polis işbirliğine son, yaşasın haklı mücadelemiz, baskılar bizi yıldıramaz” biçiminde sloganlar attılar.
Gözaltındakiler bunun üzerine serbest bırakıldılar. Fen-Edb. Fak. Öğrenci Derneği yöneticisi bir öğrenci DGM’ce tutuklandı.
14 Nisan günü öğrenciler İHD Diyarbakır şubesinde baskıların, haksız göz altıların kınandığını içeren bir basın bildirisi okudular.
1987 Aralık ayında kurulan Dicle Ü. Hukuk Fak. Öğrenci Der. 8 Nisan 1989 günü 65’i dernek üyesi olmak üzere 300 kişilik coşkun bir katılımla ilk genel kurulunu yaptı. DÜHFÖD kurulduktan çok kısa bir süre sonra anti demokratik bir şekilde kapatılmış ve bütün yöneticileri gözaltına alınarak işkenceden geçirilmişti. Polis ve idare gitgide güçlenen DÜHFÖD’ü susturmak için her yolu denediler, yöneticileri üç ayda üç kez gözaltına aldılar.
Fakülte binasında yapılan genel kurula iki liste aday oldu. Eylemcilikle suçlanan Geçici Yönetim Kurulu’nun desteklediği liste ezici bir çoğunlukla yönetime geldi. Yeni yönetim vize sorununa ilişkin bir dilekçe kampanyası başlattı. Kampanyaya 750 kişilik okuldan 450 öğrenci katıldı.
Öte yandan 14 Nisan’da Çanakkale Meslek Yüksek Okulu öğrenci derneğince düzenlenen Dayanışma ve Moral gecesinden soma 9 öğrenci derneği yöneticisinin gözaltına alınmasının ardından, ertesi günü Vali Muzaffer Ecemiş ile görüşmek üzere vilayete gittikleri sırada güvenlik güçleri tarafından engellenen ve daha sonra giriştikleri oturma eylemi sırasında zor kullanılarak, coplanılarak dağıtılan öğrenciler, olayları protesto etmek amacıyla SHP Merkez İlçe Binası’nda açlık grevine başladılar. SHP ilçe yöneticileri öğrencilerin bu eylemine karşı çıktılar ve onları binadan çıkarmaya çalıştılar. 65 öğrencinin katıldığı valilik önündeki eylemin ardından 12 öğrenci polis tarafından gözaltına alındı. Bunun üzerine başlatılan açlık grevine ise 40 kadar öğrenci katıldı.
Diğer yandan Sivas’ta Cumhuriyet Üniversitesi öğrencilerinin 14 Nisan 1987 gerçekleştirilen öğrenci direnişinin yıldönümünde bu önemli günü kutlamak amacıyla yaptıkları sazlı, sözlü, türkülerin ve marşların topluca coşkulu bir şekilde söylendiği etkinliğe 300 civarında öğrenci katıldı. Yapılan toplantıda 14 Nisan direnişi üzerine konuşmalar yapıldı, 14 Nisan’ın öğrenci gençliğin mücadelesinde bir dönüm noktası olduğu vurgulandı.
Yine Cumhuriyet Üniversitesi öğrencileri, 83 öğrencinin katılımıyla 1 Mayıs’ı coşkulu bir şekilde kutladılar. Eylemde yapılan konuşmalarda 1 Mayıs’ın anlamı ve sınıf bilinçli işçiler ve devrimci proletarya tarafından nasıl değerlendirilmesi gerektiği üzerinde duruldu. Şiirler ve marşlar okundu. “YAŞASIN 1 MAYIS”, “1 MAYIS ENGELLENEMEZ”, “BIJI YEK GULAN” sloganları haykırıldı. Ertesi gün polis-idare işbirliği sonucunda 30 öğrenciye uyarı cezası verildi. 1 Mayıs öncesinde Sivas ve Tokat’ta toplam 11 öğrenci gözaltına alındı, ancak polis istediğini elde edemeyince gözaltına bırakılanlar serbest bırakıldı.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın 6 Mayıs 1972’de idam edilmelerinin yıldönümünde yapılan bazı eylem ve etkinlikler militan mücadele çizgisinin geliştiğinin göstergeleri niteliğinde idiler. Bu çerçevede yapılan eylemlerden İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin 6 Mayıs günü üniversite bahçesinde sembolik anlamda bir darağacını yakmaları ve eylemlerini açıklayan bir konuşma yapmaları öğrencilerce coşkuyla karşılandı.

Ankara Tabip Odası Nisan 1989 Ara Genel Kurulu Kararları
Nisan 1989 günü 700 üye hekimin katılımıyla toplanan Ankara Tabip Odası Ara Genel Kurulu, hekimlerin şu ana kadar sağlık hizmetleri ve sağlık çalışanları adına öne sürdükleri vazgeçilemez ve ertelenemez talepleri konusunda gösterdikleri bütün iyi niyetli çabalarla, diyalog arayışlarına karşılık yetkililerin umursamaz tavrını protesto etmiş, aşağıdaki kararları almıştır:
1- Genel Kurul, yetkililerin boş vaatler dışında hiçbir adım atmamaları karşısında bu oyalamalara artık hekimlerin tahammül edemeyeceklerini ve somut kazanımlar elde edilene kadar daha da etkin, sürekli ve örgütlü mücadele etme, hekimlerin talepleri ve hastaların sağlık hakkı konusunda kamuoyunu aydınlatmaya devam etme kararlılığında olduklarını ilan eder.
2- Yaşadığımız koşullarda hekimlerin köklü çözüm arayışları ve Genel Kurul’dan etkin mücadele beklentilerini dikkate alır, eylemlerin meşruluğunu haklılığımızda taşıdığı görüşünü temel alarak;
a. Çağdışı koşullarda karşılıksız nöbet tutan arkadaşlarımızla dayanışma amacıyla, 15 Mayıs’-tan itibaren belirlenecek günlerde Ankara’da her hastanede birer gün TOPLU HALDE NÖBET tutulmasını kararlaştırır.
b. Mesleğimizin gereğini yerine getirmek amacıyla; bunun bir eylem değil, hastanın sağlık hakkı olduğunu unutmaksızın, 15 Mayıs’tan itibaren kademeli olarak yaygınlaştırılmak üzere tüm hekimleri, hastalarına yeterli zaman ayırmaya ve böylece yıllardan beri aslında hekimin hekimliğinden ve halkın sağlığından vazgeçilerek hangi açıkların kapatılmakta olduğunu kamuoyunun gözleri önüne sererek hastalara layık oldukları çağdaş bir sağlık hizmetinin sunulmasını gerçekleştirecek bir sürecin ilk adımını atmaya çağırır.
c. Hekimlerin ve tüm sağlık çalışanlarının taleplerini elde etmek konusundaki kararlılıklarım ifade etmek üzere mümkün olan en kısa sürede Türkiye’deki tüm hekimlerin ve sağlık çalışanlarının çağrılı oldukları bir yürüyüş ve miting düzenlenmesini kararlaştırır;
d. Kamuoyunun desteğini alacak meşru eylem biçimlerinin ve nöbet ücretleri için yasa çalışmaları dahil olmak üzere her türlü mücadele yönteminin bulunarak hayata geçirilmesi konusunda Oda Yönetim Kuruluna yetki ve görev verir.
3- Ara Genel Kurul, hekimlerin daha iyi çalışma ve yaşama koşullarına ulaşabilmesinin temel güvencesinin diğer kamu çalışanları ile birlikte grevli toplu sözleşmeli sendika kurma hakkı olduğunu belirtir ve önümüzdeki dönemde sendikalaşma ile ilgili daha somut adımların atılması için “Sendika Girişim Komisyonu”nun kurulmasını kararlaştırır.
4- Genel Kurul, Ankaralı hekimlerin bu çabalarını ülkemizdeki tüm hekimlerle dayanışma içinde yürütme beklentisini Türk Birliği Merkez Konseyi’nin de dikkate alarak ülke çapında örgütlü, sürekli ve programlı bir mücadele önderlik etmesi için çağrıda bulunur.
5- Ara Genel Kurul, kamuoyunu sağlık sorunları konusunda yanlış yönlendirildiği hedeflere saldırmak yerine, kendi sağlık sorunlarına, hekimlere ve diğer sağlık çalışanlarına sahip çıkmaya ve bir kez daha onların haklı mücadelesini desteklemeye çağırır.


DİDF 7. Olağan Genel Kurulu 24-26 Mart 1989’da Yapıldı.
Duesseldorf

Kısa adı DİDF olan, F.Almanya Türkiyeli Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu, 24-26 Mart ’89 tarihlerinde 7. Olağan Kongresi’ni yaptı. Kongrede DİDF Yönetim Kurulu’nun kongreye sunduğu geçmiş iki yıllık dönemin faaliyet raporu ve ayrıca DİDF Program taslağı ele alınıp tartışıldı. Üç gün süren kongre tartışmalı ve canlı geçti. Tartışmaların sonunda gelecek dönem ilişkin çeşitli kararları alındı. Kongreye yurt dışından çeşitli kuruluşların yanı sıra Türkiye’den gelen Özgürlük Dünyası, Leman Fırtına vb. mesajları özellikle coşkuyla alkışlandı.
DİDF, 1980 yılının Aralık ayında F.Almanya’nın çeşitli kentlerinde kurulmuş ve daha önceden çeşitli faaliyetler yapan derneklerin giderek birleşmesi ve federasyonlaşması sonunda kurulmuş demokratik bir örgüttür. Çoğunluğunu Türkiyeli işçilerin oluşturduğu DİDF kuruluşundan sonra bir program çıkardı ve başta Türkiyeli işçilerin yabancı olmalarından kaynaklanan sorunlar temelinde kazanılması ve Türkiye’deki bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin desteklenip omuz verilmesi olmak üzere bir dizi sorunları ve talepleri içeren bir mücadeleye yöneldi. Başlardan programına aldığı bazı temel sorun ve taleplerin asıl temel kitle örgütlerinin görevi olduğunun tespit edilmesi nedeniyle, kendisini sendikalar vb. kuruluşların yerine koyduğu için özeleştiri verdi ve programını netleştirip gerçekten neye hizmet etmesi gerektiği doğrultusunda sonraki yıllarda sürekli tartışmalar yürüttü.
DİDF kuruluşundan bu yana yurt dışında etkileyebildiği ölçüde kitleyle ve kamuoyunun desteğiyle, Türkiye halkının bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini kararlılıkla destekledi. Kuruluş yılı 12 Eylül generallerinin yönetime geldiği dönem olduğu için, zindanlardaki siyasi tutuklularla dayanışma daha da öncelik kazandı ve dayanışma eylemlerinde, cuntanın Avrupa demokratik kamuoyunun nezdinde teşhiriyle birlikte, cezaevlerindeki her türlü direniş ve eylemlerin desteklenmesi ön plana çıktı. Bunun yanı sıra Alman işçi sınıfı emekçi halkının savaşa ve silahlanmaya, faşizme ve gericiliğe karşı ve sosyalizm için sürdürdüğü mücadeleyi destekledi. Ayrıca Almanya’daki yabancı düşmanlığına karşı ve yabancıların en temel demokratik hakkı olan seçme ve seçilme hakkı için aynı dönemlerde yoğun bir faaliyet yaptı. Özellikle yabancılara seçim hakkı ve yabancı düşmanlığına karşı yürütülen mücadele sayesinde kısa sürede demokratik kamuoyunda haklı bir prestij ve saygınlık kazandı. Çünkü o zamana dek ne yerli ne de yabancı diğer kuruluşlar böyle bir sorunu gündeme getirmediler ve DİDF bu sorunları ele alıp ileriyi görerek buna zamanında parmak basması ve buna uygun faaliyet yapması çok önemli siyasal bir yaklaşımdı. Nitekim daha sonda seçme hakkıyla birlikte diğer konular demokratik kamuoyunda gündeme geldi ve giderek sendikalar başta olmak üzere tüm kuruluşlar bu sorunları tartışmaya başladılar. Sınırlı bir gücü olmasına karşın sorunu zamanında tespit etmesi elbette ileriye yönelik olarak alman önemli bir karardı. Daha sonra da buna uygun olarak çalışmalar yapıldı. Kısaca bilgi vermek gerekirse: Tüm Almanya çapında kampanya faaliyeti olarak başlatılan eylemler sonunda 200.000’i aşkın imza toplandı. Yabancı düşmanlığına karşı mücadeleyi hedefleyen ve halkların dostluk ve dayanışmasını içeren 500.000’e yakın pul ve rozet tüm Almanya çapında dağıtıldı, tanıtıldı. Buna bağlı olarak da toplandılar, yürüyüşler ve bir dizi eylemler örgütlendi. Tüm uluslardan işsizlerle gücü oranında dayanışma içine girdi.
Ülkemizdeki bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin desteklenmesi, cuntanın teşhir edilmesi ve zindanlardaki her yeni gelişmenin anında yurt dışında yapılan eylemlerle desteklenmesi ise Türkiye’ye yönelik olarak yapılan faaliyetlerdi.
Almanya’da yaşayan, ekonomik ve siyasi sürgüne gönderilmiş bulunan Türkiyeli emekçilerin özgül durumundan ortaya çıkan bu örgütlenme içinde bu hedeflerin sosyal ve kültürel çalışmalar da sürdürülmektedir. Kültür alanındaki var olan büyük boşluğun doldurulması ve her türden gerici, emperyalist, yoz kültüre karşı emekçilerin kültürel değerlerinin, halkın geleneksel ve devrimci kültürel değerlerinin yaşatılması amacıyla da kültürel, sosyal faaliyetler yürütülmektedir.
DİDF Türkiyeli işçilerin Almanya’da yabancı işçiler olmasından ortaya çıkmıştır. Türkiyeli işçiler yabancı bir ülkede çalışmasalardı, böyle bir örgütlenme ortaya çıkmayacaktı.
DİDF en son yaptığı kongrede geçmişte ele alman program sonuna daha da berraklık getirdi ve ne için hangi perspektifle ve nasıl bir işlevle mücadele edeceği konusunu bu son kongresiyle somutlaştırmaya çalıştı.
Önümüzdeki dönemde tüm ayrıntılarıyla programa ilişkin konular sonuçlandırılacak. Şimdiki dönemde programının asıl çerçevesini şu üç temel hedef oluşturuyor.
1. Bulunduğumuz ülkedeki demokrasi ve sosyalizm mücadelesine katılmak, ülkemizdeki devrim ve demokrasi mücadelesini desteklemek için ajitasyon propaganda ve teşhir faaliyeti sürdürmek, buna bağlı etkinlikler örgütleyip, kamuoyu oluşturmak…
2. Yabancı ve yurtdışında olmamızdan dolayı karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar konusunda propaganda ve teşhir faaliyeti sürdürmek ve aktif mücadele etmek, yabancı emekçilerin gasp edilen hakları konusunda faaliyet yürütmek, demokratik hakları ve mevzileri savunup, diğer uluslardan emekçilerle birlikte halkların dostluğu ve dayanışması için, karşılıklı saygıya dayalı, gönüllü kaynaşmadan yana bir politika sürdürmek ve onun özüne uygun faaliyetler yapmak…
3. Yurt dışındaki bu özgül durumumuzdan dolayı bugün hemen tüm üye derneklerde yürütülen kültürel, sportif, sanatsal (koro, tiyatro, futbol, folklor vb.) etkinlikleri devrimci bir tarzda ele alarak devrimci ve demokratik etkinlikler yürütmek… İşte DİDF yukarıda özet olarak sunulan bu program hedefleri doğrultusunda bundan böyle çalışma yapacak ve buna uygun faaliyetler örgütleyip ajitasyon, propaganda faaliyeti sürdürecek…
Daha sonra yeni yönetici organların seçimleri yapıldı. İki kadın arkadaşın görev aldığı 7 kişilik bir Yönetim Kurulu seçildi. Yeni yönetim kurulunun önümüzdeki dönemde yürütmek üzere önüne çeşitli görevler konuldu ve ileriye yönelik önemli kararlar alındı.


3000’i aşkın kitle büyük bir devrimci coşku ve heyecanla haykırdı:
“Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!.”

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının 6 Mayıs 1972 yılında idam edilmelerini protesto ve devrim şehitlerini anmak için 6 Mayıs 1989 günü, F.Almanya’nın Duisburg kentinde görkemli bir toplantı düzenlendi. Yurt dışında yaşayan ve çalışan Türkiyeli emekçilerin her yıl devrimci bir gelenek olarak düzenledikleri anma toplantısı bu sene yapılan toplantıda daha kitlesel olarak gerçekleşti.
Devrim şehitleri için saygı duruşu ile başlayan toplantı, gecenin önemi ve anlamı üzerine yapılan konuşmaların dışında kültürel programla sürdürüldü.
Türkiyeli devrimci ve komünistlerin, ülkemizdeki, dünyadaki ve özel olarak da Avrupa’da yaşayan Türkiyeli emekçiler açısından bulundukları ülkedeki siyasal durumları, emperyalist-kapitalistlerin emekçilere yönelik saldırılarım, buna karşı yürütülen mücadeleyi anlattıkları konuşmaların yanı sıra, toplantı ayrıca uluslararası dayanışmanın anlamlı ve dayanışmacı bir örneği oldu. Başta F.Almanya olmak üzere, Fransa, Yukarı Volta, Hollanda, Danimarka, Surinam, İspanya gibi ülkelerden devrimci parti ve kuruluşların temsilcilerinin yanı sıra, Türkiye zindanlarından siyasi tutsaklardan başka birçok tanınmış kişi ve kuruluş dayanışma mesajları ve kısa konuşmalar sundular. Her dayanışma mesajı ya da konuşmanın ardından salondaki kitle hep bir ağızdan, “Yaşasın Uluslararası Dayanışma”, “Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet”, “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” vb. sloganları coşkuyla haykırdılar. Çocukların hazırlayıp sundukları halk oyunlarının dışında Silifke ve Diyarbakır yöresinden halk oyunları ilgiyle izlendi. Kosovalı emekçilerin dayanışma için müzik gruplarıyla sundukları türküler, İspanyol müzik grubunun İspanyol dansları eşliğinde çalıp söyledikleri şarkı ve türküler büyük beğeni topladı. Gecede ayrıca Türkiyeli gençlik adına Türkiye’den gelen genç devrimci bir kız arkadaşın konuşması sık sık alkışlarla ve sloganlarla kesildi. Büyük bir ilgiyle izlenen ve Türkiye’deki devrimci mücadeleyi, gericiliğin saldırılarını ve buna karşı işçi ve emekçilerin dişe diş direnişlerini anlatan slayt gösterisini soluk soluğa izleyen izleyiciler tepkilerini güçlü sloganlar atarak dile getirdiler. Geceye katılan tüm izleyicileri yerlerinde durdurmayan ve harekete geçiren Danimarkalı müzik grubu Savağa Rose, militan ve coşkulu müzik parçalarını çalmaya başladıklarında herkes kol kola halay çekmeye başladı. Ellerinde bayrakları, Savage Rose’nin Filistin halkı ve direnişçileri için söyledikleri devrimci şarkıda binlerce izleyici tüm salonun etrafında büyük bir coşkuyla halay çekiyor, slogan atıyor ve ortaklaşa şarkı söylüyorlardı. Gecenin kültürel bölümünde büyük bir ilgi ve coşkuyla izlenen bir başka sanatçı ise Nizamettin Ariç oldu. Kürt halkının direniş ve ezilmişliğinin türkülerini, isyanını ve boyun eğmeyen karşı koyusunu dile getiren Nizamettin Ariç (Feqiye Teyra) sazı ve flütüyle özellikle salonda bulunan Kürt işçi ve emekçileri coşturdu. Devrimci ozan Mehmet Erdoğmuş’un gür sesinde militan ve devrimci marşlar, türküler izleyicilerin de yer yer katılmasıyla salonda koroya dönüştü. Köln’den genç devrimcilerin büyük bir emek vererek hazırladıkları koro 6 Mayıs ve diğer devrim şehitlerinin anısına marşlar söylerken, Şah Turna da sazıyla, sesiyle gecenin sonuna doğru bu büyük anma toplantısına katkıda bulundu.

BREMEN RADYOSU: “Özgürlük Dünyası’na Savcı Darbesi!”
Türkiye’de aylık olarak çıkan ve yurt dışında da önemli bir okuyucu kitlesine ulaşan Özgürlük Dünyası adlı derginin Mayıs sayısının “Komünizm propagandası yapılıyor” gerekçesiyle toplatılması protesto edildi. Derginin Yurtdışı Temsilciliğini üstlenen Bre-men Redaksiyonu’ndan yapılan basın açıklamasında, Özgürlük Dünyası adlı dergiyle birlikte Türkiye’de yayınlanan diğer sol dergilerin de toplanılması, bu dergilere yönelik ekonomik ve siyasi baskı şeklinde yorumlanıyor. Demokratik kamuoyunu bu tür girişimlere karşı duyarlı olmaya çağıran dergi, toplatma kararını protesto ettiğini açıkladı. (11.5.89 tarihli Bremen Radyosu yayınından alındı.)
Özgürlük Dünyası Y. Dışı Tems. Notu: Basına ve kamuoyuna yaptığımız açıklamayı esas alan Bremen Radyosu yukarıdaki tarihte yaptığı yayınında açıklamaya yer verdi. Bremen ve çevresinde yaşayan 100.000 Türkiyeliye yönelik yayın yapan Bremen Radyosu her gün akşam 35 dakikalık magazin ve haber içerikli programlar yapıyor.

Özgürleş(eme)mek Üzerine
Namık KUYUMCU

Birçok yazı ve tartışmalarda 12 Eylül bir başlangıç olarak ele alınır oldu. Bu yanıyla kimilerinin de miladı -doğuşu-… Ya da kimilerinin Rönesans’ı -yeniden doğuşu-… 12 Eylül’ün getirdiklerini de götürdüklerini de yadsımıyoruz. Alt üst oluşların yasama izdüşümlerini de. Ne ki ateşin ve küllerin öyküsü yeni değil. Zeus ve Premetheus’tan da eski… İnat ve kavga, çelişki ve ölüm… Kiminde çelik gagalı bir kartal, kiminde pas tutmuş zırhlar altındaki generallerin kanlı pençeleriyle de olsa…
Kuşkusuz ki 12 Eylül, ülkemiz tarihi açısından, sosyalist hareketin de önemli bir dönemeci olmuştur. Pervasız baskı ve terörün ardından; şaşkınlık ve hazırsızlık, çözülme ve dağılma, çeşitli siyasal yapılanmaların fazlasıyla payına düşeni aldığı olumsuzluklardandır. Sistemli baskılar karşısında umutsuzluğa düşen devrimci ve demokratların bir kısmı can pazarım yaşarken, bir kısmı da kaçışın fırtınasından reddiye’nin limanına demir atmak da buluyorlardı çözümü. Ne ki pusulası bozuk bir gemiyle yol almak ne denli zor ise, yanlış bir limanda demirlemek de o kadar tehlikeliydi…
Ardından korku, inkâr ve tükeniş! Ve reddiye’nin felsefesel-ideolojik inşası… Bir şeylerin içinden gelenlerin, umutsuzluk ve kaçışı önce rasyonalize ve estetize etmeleri, sonra da davranış ve yaşama biçimi olarak savunuşları derinlik(!) ve boyut taşımalıydı elbet. Hem de tüm bunlar ‘özgünlük* ve ‘özgürlük’ adına yapılıyorken. Kendini aşmak adına yabancılaşmanın, bireyselleşme adına bencilliğin ve egosantrizmin, ‘açık yüreklilik’, ‘korkusuz eleştiri’, ‘yanlışa karşı amansız olup gelecek adına geçmişi kararlılıkla sorgulama’ vb. adına nihilizmin ve yadsımacılığın ideolojik konsolidasyonu ve siyasal-bireysel dışavurumu nicedir ortalarda.
12 Eylül’e dek uzanan verili koşulların pek çok anlamda eleştiriyi gerekli kılması gerçeği, bu anlayışlar tarafından son sınırına dek kullanılmıştır. Hem de eleştirilerin odak noktası halinde olanların -içeride ya da dışarıda- kendilerini saran kıyımdan başlarım kaldırıp bir şey yapmama gerçeklerine rağmen. Baştan eşitsiz gelişen bu pervasızlık, birçok genel doğruyu da kullanarak çoğu yerde burjuvazinin değirmenine su taşımakla kesişmiştir. Dekadans dönemlerinin kendine özgü bu variete’si (çeşitlilik-türlülük) karmaşık değişim dinamiklerine ters düşmese de, özgürlük, bilinç, etkinlik kavramları ülkemiz ve günümüz gerçeğiyle ele alınmak zorundadır.
Karşı koyuşların başına özgürleşmek, ya da diğer bir deyişle özgürleşememek, yanı başına da bireyselleşme olgusu getirilmektedir.
Özgürleşmek:
Bireyin özgürlüğü, tarihsel süreç içinde gerçekleşen toplumsallaşmanın biçim ve sonuçlarından-dır. Bu tarihsel süreç ise insanın toplumsallaşmasının mücadelesidir, özgürleşme son tahlilde, toplumsallaşma sonucunda elde edilen bir hak olmakla birlikte, bu uzun erimli mücadele yolunda bireyin giriştiği-girişeceği öznel ve nesnel etkinlikleri de özgürleşme sürecinin koşuludur. Birincisi, bireyin farkında olarak ya da olmayarak, gereksinmeleri nedeniyle giriştiği etkinliklerinin kendi özgürleşmesinin nicel sürecini oluşturmasıdır. İkincisi ise herhangi bir düzeyde toplumsal-siyasal bir örgütlenmenin içerisinde yer alarak; bireyin kendi öznel sürecinin bir parçası olduğu kadar, giriştiği-girişeceği etkinlikleri önceden tasarlayıp, belirli amaçlara (nesnel-tarihsel sürece) uygun ve gelişmiş, araç ve yöntemlerle dönüştürebilme edimi ve eylemidir.
Bu saptama da, temelsiz bir biçimde getirilen ‘devrime dek özgürlüğümüzü erteleyelim mi’ yaklaşımım da karşılamaktadır.
‘HAYIR ERTELEMEYELİM’
‘SAVUNALIM VE BUNUN İÇİN ŞİMDİDEN MÜCADELE EDELİM’.
..
Ancak yapılan bir eylemin hesaplanmaya bazı sonuçlar üretebilmesi de mümkündür. Belli bir amaca yönelik bir eylemde bulunduğumuzda, bu eylemin aslolan amacı aşıp, bireysel gelişim surecimizde çok önemli olumsuz sonuçlar doğurabilmesi de söz konusu olabilir. Yani özgürleşme adına girilen bir eylem, görece olarak insanı tutsaklaşmaya da götürebilmektedir. Burada önemli olan insanın söz konusu eylemi, gereklilik olarak algılayıp algılamadığıdır. Belirli bir amaca yönelik olmasından bilinçliliktir. Gerçek anlamda özgürleşme; bu gerekliliği kavramakla, söz konusu amaç için bilinçli etkinlikle gerçekleştirilebilir.
Öznel olarak bir takım haklı gerekçelerle yürütülüyormuş gibi gözüken eylemlerin, nesnel olarak sonuç anlamda nereye hizmet ettiğinin anlaşılması, yani tarihsel zorunluluğunun açıklanması gerekmektedir. Eylemin, nesnel olarak kimlerin yararına, kimlerin zararına olduğu saptanabilmelidir. Eylemin nesnelliği ile özelliğinin birbirine denk düşebileceği kadar birbiriyle örtüşmeyebileceği de unutulmamalıdır.
İnsanın özgürlüğünden söz edebilmemiz için, o insanın toplumsallığından, toplumsal olarak örgütlülüğünden söz etmek gerekir, özgürlük hiçbir koşulda, bir insanın sadece kendisine değin bir süreç olarak var olamaz. Ki insanın doğaya karşı vermeye başladığı özgürleşme mücadelesi, onun toplumsal ilişkiler ile örgütlenmesinden başlıyordu. Bu anlamda özgürleşme, toplumsallaşmanın ta kendisi, toplumsallaşmanın ifadesidir, özgürleşmiş bireylerden söz edebilmemiz için, özgürleşmiş bir toplumdan söz etmemiz gerekir. Bireylerin en gelişmiş ve geniş bir biçimde kendilerini gerçekleştirebilmesi, toplumsallaşmanın tarihsel olarak örgütlenebildiği mücadele alanlarıdır.
Eylül Sonrası Özgürleşmek Üzerine:
Eylül soması, özellikle ‘belirli bir geçmişin içinden’ gelenlerin, geçmişi sorgularken en çok üstünde durdukları nokta ‘birey-selleşmeden toplumsallaşmak istemenin’ ve ‘özgürleşme mücadelesi verirken, tutsaklaşmanın’ olumsuzlanmasıydı. Genel anlamda bir doğruyu içeren ve felsefesel-ideolojik düzeyde irdelenmesi gereken bu konuya, günümüzde ‘nasıl’, ‘hangi yöntemle’, ‘ne için’ yaklaşıldığı önemlidir.
Nesnellik; ülkemizde sosyalizmin tarihsel-toplumsal-düşünsel olarak gelişim, etkileşim seyrine bağlı dinamiklerin nabzım yakalayabilmeyi de dayatır. Konuya ilişkin çeşitli zaafları öznel olarak tespit etmek, bu yaklaşımla örtüştürülemediğinde, reaksiyonel bir tutumla tüm değerlere karşı olmak düzleminde boyutlanabilir. Farkında olunamayan, iyi niyetli bir eleştiri olarak başlasa da yöntem eksikliği ve hedef şaşkınlığıyla marjinalizmin herhangi bir türüne demir atmayla sonuçlanabilir.
Nitekim umutsuzluğun kol gezdiği bir dönem için Liberterizrn, Feminizm, Yeşil ve Sivilizasyoncu görüşlerin yaygınlaşması, bu yanlış yönelim ve gelinen sonuç için, yanlış nedenlerin sorgulanmasının sonuçlarındandır. Bu akımları eleştirmek başka bir yazının konusu olmakla birlikte, son tahlilde sosyalizmin dışında, karşısındadırlar.
Sonuç olarak; kendi özgürlüğünden vazgeçemediği, onu yitirmeyi göze alamadığı, ona sahip çıkmadığı sürece insanın özgürleşebilmesi olanaklı değildir, ‘özgürlük doğa yasalarından bağımsızlık düşü değildir… İnsanın beden ve ruh varlığım yöneten yasalardan da bağımsızlık düşü değildir’. Tarihsel-toplumsal yasalılığın dışında ele alınan özgürlük, kavramı, düşünsel anlamda anarşizmle varlığım gösterir. Gerekliliğin ve zorunluluğun kavranmasından geçen özgürlük, arayışların çeşitliliği dışında, ilgili tarihsel toplumun uzam içinde, materyalist felsefenin diyalektik yöntemiyle ifadelendirilmelidir.
Bu önemli konu, felsefesel-ideolojik bağlamda uzun süreçlerin getirdiği bir mücadeleyi taşımasıyla birlikte, içinde yaşadığımız koşullarda, yaşamın pratiğine aktarılması ve gündemi saptarken atlanılmaması gereken bir zorunluluktur.
Çünkü bu devrimci sorumluluktur.

Düzeltme
Geçen sayımızda yayınlanan KPD ve Almanya’daki sınıf mücadelesi (1919-1980) başlıklı yazının başındaki açıklama teknik bir hata sonucu düşmüştür. Açıklama şöyle;
“1980 yılında Roter Morgan’da Türkiyeli okurlar için yayınlanan yazının özetini, KPD ve Almanya’da sınıf mücadelesinin tarihinin öğrenilmesinde yararlı olacağı için yayınlıyoruz.”
Ayrıca dergimizin 4. sayısında yayınlanan Politeknik Direnişi başlıklı yazıyla ilişkili olarak Süleyman Toprak’tan bir düzeltme mektubu aldık. Mektup şöyle: “Özgürlük Dünyası’nın Ocak-Şubat 4. sayısında Politeknik direnişi başlıklı yazıda sayfa 23’te “o tarihten itibaren Zahariyadis’ten haber alınmadı. 1957 yılında Sovyetler Birliği Zahariyadis’in kalpten öldüğünü açıkladı” kısmı tercüme sonucu yanlış çıkmıştır.
Doğrusu “Sovyet revizyonistleri 1957 yılında Zahariyadis’i partiden zorla ayırdılar ve Sibirya’ya sürgüne gönderdiler. O tarihten sonra Zahariyadis’ten hiç haber alınamadı.1 Ağustos 1975’te Sibirya’da öldüğü ve ölüm nedeninin kalp yetmezliği olduğunu Sovyetler Birliği kısa bir açıklama ile duyurmuştur” olacaktır.
Düzeltir özür dileriz.

Faşizm ve İnsan
Perdeci-Mehmet Esatoğlu

Mayıs’la alevlenen günlerde kimi sorulara cevaplar ararken geçmiş tartışmaları yeniden gözden geçiriyorum. 1935 yılında Paris’te toplanan Yazarlar Kongresine dünyanın birçok ünlü sanatçısı ve aydını katıldılar ve faşizm döneminde kültürün savunulması konusunda görüşlerini açıkladılar. Aşağıdaki yazı Brecht’in kongrede yaptığı konuşmanın, çevirmen Orhan SUDA tarafından yapılmış bir çevirisidir:
“Faşizmin saldırısına uğramak ya da başkalarının çektikleri acıları yüreğinde duymak ve bundan dolayı büyük bir öfkeye kapılmak, yazarların faşizmle mücadele etmeleri için yeterli bir sebep değildir. Faşizmin, kötülüklerini anlatmanın yeterli olduğunu sanan bir sürü yazar var. Aslında, anlattıkları şeyler önemlidir de: “Zulüm sona ermelidir, insanlara işkence edilmemelidir”. Kısacası, zulüm görenler bir toparlanmaya görsünler, zalimlerin işi bitiktir diyorlar.
Evet, dostlarım, açıklamalar gereklidir. Belki de insanlar toparlanacaklar ve bu, bir hayli kolay olacaktır. Ama zalimlerin yakasına yapışmak sanıldığı kadar kolay değildir, öfke iyice bilenmiştir, faşist zalimler bellidir. Ama nasıl hakkından gelmeli onların?
Yazar, benim görevim haksızlığı dile getirmektir diyebilir ve zalimlerin hakkından gelmeyi okurlara bırakır. Fakat o zaman yazar için ilginç bir deney başlayacaktır. Öfkenin de, tıpkı merhamet gibi, geçici bir duygu olduğunu ve kitlelerin, en gerekli anlarda bile öfkelenmediğini fark edecektir. Arkadaşlarım bana şöyle diyorlardı: Bazı dostlarımızın öldürüldüklerini haber verdiğimizde, önceleri herkes büyük bir öfkeye kapılmış ve son derece üzülmüştü. Sonra yüzlerce arkadaşımız öldürüldü, öldürülenlerin sayısı bini bulduğunda ve artık bunun hep böyle devam edeceği anlaşıldığında herkes sustu. Gerçek bir durumdur bu. Cinayetler arttıkça kimse sesini çıkarmaz. Istıraplar dayanılmaz bir hal alınca bağrışmalar duyulmaz. Bir insana işkence edildiğini görenlerin elinden buna karşı bir şey gelmez artık. Normal bir şeydir bu. Cinayetler arttı mı önü alınamaz artık.
Budur işin gerçeği. Nasıl çare bulmalı buna? İnsanları yılgınlıktan kurtarmanın bir çaresi var mıdır? İnsanlar niçin yılgın olur? İnsan, müdahale edecek güçte değilse, bir başkasının felâketiyle ilgilenmez. Darbelerin ne zaman, nereye ve niçin ineceği bilinirse karşı konulabilir. Darbeler önlenebiliyorsa, bunları önlemek için en ufak bir imkân varsa, zulüm görene işte o zaman açınabilir.
Bazıları barbarlığın, insanoğlunun eğitilmemesinden ileri geldiğini söylüyorlar. Barbarlığı önlemenin çaresi, karşımızdakine iyi davranmaktır, iyilik etmektir diyorlar. Yuvarlak sözleri tekrarlamakla, özgürlükten, insanlık onurundan, adaletten söz etmekle faşizmin önlenebileceğine inanıyorlar. Faşizmin barbar bir rejim olduğu belirtilince, barbarlığı göklere çıkarır faşizm. Barbarlığın bağnazlık olduğu söylenince, faşizm övgüler düzer bağnazlığa.
Oysa faşizm de kitlelerin eğitiminin ihmal edildiğine inanır. Aklı ve duyguları köreltmek için bu çareye (barbarlığa) başvurur. İşkence odalarındaki barbarlığının yanı sıra, okullara, gazetelere, tiyatrolara karşı da barbarca davranır. Milleti eğitmeye koyulur.
Sabahtan akşama kadar iş edinir bunu. Kitlelere verebileceği bir şeyi olmadığı için onları bol bol eğitmesi gerektir.
Ekonomisini düzene sokamaz faşizm. Savaşlara ihtiyaç duyması bundandır. Kaba kuvveti önerir. Kurbanları feda etmek ihtiyacını duyduğu için körükler fedakârlık duygusunu. İdeal haline getirir bunları.
Oysa bütün bunların neye yaradığım, eğiticinin kim olduğunu ve bu eğitimden kimin yararlanması gerektiğini biliyoruz. Felâketin, kötülüğün barbarlıktan ileri geldiğini görenlerimiz bile eğitmekten, düşünceleri (ama sadece düşünceleri) etkilemekten, insanlara iyiliği öğretmekten dem vuruyorlar. Ama hangi şart altında ve ne pahasına olursa olsun iyiliğin gerekliliğinden söz etmenin bir sonuç vermeyeceğini bilmiyorlar.
İnsanların ille de iyilik yapmalarım beklemekten sakınalım. İmkânsız hiçbir şey istemeyelim onlardan, güçlerin yetmeyeceği fedakârlıklar yapmalarını, yani korkunç bir duruma, yüce erdemler sayesinde, katlanmalarını beklemeyelim.
İlle de kültür diye tutturmayalım. Kültürün ayaklar altına alınmasına acıyalım, ama insanlara daha çok acıyalım. İnsanlar kurtulunca kültür de kurtulmuş olacak. Uygarlık insanlar için değil, insanlar uygarlık için yaratılmıştır demeye kalkışmayalım hiçbir zaman.”
Dostlar, felâketin, kötülüğün sebeplerini iyice düşünelim. Bilim bize, bütün felâketlerimizin mülkiyet ilişkilerinden ileri geldiğini öğretmekte. Gün gibi açık olan bu gerçek, mülkiyet ilişkilerin ve barbarlıktan en çok zarar gören kitlelerce her gün biraz daha benimsenmektedir.
Faşizmin cinayetlerini gören ve bunun acısıyla sarsılan yazarların birçoğu henüz bu gerçeği anlamış ve barbarlığın sebeplerini keşfetmiş değil.
Faşizmin zulümleri bir sonuç vermeyecektir diye düşünmek daima tehlikelidir. Çünkü bu yazarlar böylece, mevcut mülkiyet ilişkilerine bel bağlamış oluyorlar. Faşizmin barbarca davranmaya ihtiyaç duymadığım sanıyorlar. Oysa faşizm, mevcut mülkiyet ilişkilerini devam ettirmek için şiddete başvurmak zorundadır. Mevcut mülkiyet ilişkilerinin devamım isteyen ya da buna kayıtsız kalan yazarlar, barbarlıkla kesin bir şekilde ve uzun bir süre mücadele edemezler, çünkü onlar, barbarlığa yer vermeyen sosyal bir düzenin kurulmasını istemiyorlar, ya da bu gücü kendilerinde göremiyorlar.”
Bertold BRECHT


“Toplum Bir Çark ise Resim de Bu Çarkın Dişlilerinden Biri Olmalıdır”

Sadık ÖZTÜRK1954yılında Zile ‘de doğdu. 8 defa kişisel, 3 defa karma olmak üzere 11 sergi açtı. 1979yılında Gazi Resim Bölümü’nden mezun oldu. Amblem yarışmalarında ödüller aldı. Kitap kapakları, kaset kapakları ve kartpostal çalışmaları yaptı. Özel koleksiyonlarda resimleri bulunmaktadır.

Ö. DÜNYASI: Sizce resim nedir, nasıl yorumluyorsunuz?
S. ÖZTÜRK: İfade olarak o kadar fazla ki, sınırlayabilmek olanaklı değil. Hepsi de birbirini tamamlayan yaklaşımlar. Yaklaşımların kaynağı sanatçının bulunduğu yer ve coğrafi bölgeye, gelişmişlik ve geri kalmışlık sürecine göre değişir. Bana göre insanlar yaşadıkça sönmeyen bir alev, vazgeçilmesi olanaklı olmayan bir sevdadır. Bu sevda topraktır, emeğe saygıdır, özgürlüğe özlemdir.

Ö. DÜNYASI: Resim anlayışınızı bize anlatır mısınız?
S. ÖZTÜRK: Dünyada her şey hareket halinde. Bu durum olumlu veya olumsuz olarak her zaman var. Olumsuzluklar topluma olumlu olarak anlatabilmek, kültürel eksikliğimizi tamamlayabilmek için, renk, leke figür ve doku bütünselliği içerisinde ileriye sürükleyebilecek bir eleman olarak görebilmekteyim. Toplum bir çark ise resim de bu çarkın dişlilerinden birisi olmalıdır. Bir de yaşadığımız halde hissedemediğimiz eksikliklerimizi izleyici resmi izlerken duyabilmeli ki kendine yön verebilsin. Meksika’da duvar resimleri toplumuna yön veren büyük emek ürünleridir. Franko’nun azlettiği Picasso ölüm yıldönümlerinde gerek köyünde gerek Guernico’da, gerekse değişik yörelerde saygı ile coşku ile anlayabiliyorsa, resimleri ile toplum yaşayışım bütünleştirmesindendir.

Ö. DÜNYASI: Resimlerinizde görebildiğimiz kadarı ile genelde sıcak renkler kullanıyorsunuz, nedenini nasıl açıklayabilirsiniz. İstediğiniz konuları rahatlıkla çalışabiliyor musunuz? Konuları nasıl seçiyorsunuz?
S. ÖZTÜRK: Sıcak renkler sanırım benim özgürlüğe, barışa, sevgiye olan özlemimden kaynaklanıyor. Afrika örneği, gelişmiş ülkelerin utancı olarak, kocaman bir kıtayı açlığa mahkûm ediyor. İnsanları bir deri bir kemik olarak çizerken yakın mekândaki fonda bulunan koyuluk bu insanları açlığa mahkûm edenleri anlatıyor. Bu konudaki umut beklentisini ise aydınlık geleceğin habercisi olarak ışıkla anlatmak istedim. Toprak, emek ve insan ilişkilerinde yine bu anlatı açıkça görülebilir. Çağdaş bir sanatçının eserlerinde karamsarlık, olmaması gereken bir durum. Bir bilim adamı araştırmasını ne kadar rahat yapabiliyorsa! Bir yazar ne kadar rahat yazabiliyorsam. Ben de o kadar rahat çalışıyorum. Konu seçimi biraz da ressamın birey-toplum, doğa ve dünyadaki gelişen olayları izlemesine bağlı. Bir ressam okuduğu sürece üretir, dünyadan değişik iletişim araçlarıyla haber alır. Kaybolan özgürlük 1. ve 2. resimlerimde olduğu gibi Hiroşima’da yok edilen insanlarla bütünleşip onları günümüze, çağımız insanına anlatabilmek, benim için birer mutluluk simgesidir. Bu mutluluğu ülkemde, Anadolu insanının yozlaşmamış yaşam biçimiyle bütünleştirerek yaşamaya çalışıyorum.

Ö. DÜNYASI: Son zamanlarda bazı sergilere yapılan saldırılara ne diyorsunuz?
S. ÖZTÜRK: Sergilere saldırıların bireysel öfkeden kaynaklandığına inanasım gelmiyor. Saldırıyı yapanların Ortadoğu patentli belirli merkezden yönetildiklerine inanıyorum. Bu saldırılar ressamları yıldırmaz, tam tersine daha çok çalışmalarını sağlar. 1984 yılında Türkiye’de en güzel bulvarlardan birisi olan Adapazarı bulvarının ortasında bulunan bir mermer çeşme de böyle gerekçelerle oradan kaldırılıp belediyenin çöplüğüne konulmuştu.

Ö. DÜNYASI: Bir de resimlerinizde kadın konulan ağırlıkta.
S. ÖZTÜRK: Adapazarı’nda bulunduğum beş yıl içerisinde, özellikle fındık bahçeleri ve tarlalarda çalışan hep kadınlar. Meyilli bir arazide sırtında beşik, beşikte bebe fındık kökü bazen kadınlar, tarlada çapa yapan kadınlar, Sait Faik çocuk kütüphanesinde sergilendiğinde izleyicilere çok ilginç gelmişti. Hac dönüşü hacdan bekleyen çarşaflı kadınlar, hacıların dönüşünü unutmuş, resimlerle birlikte yaşamaya başlamışlardı. Bunlar benim için ilginç malzemeler. Yer ve mekân ilişkisi kadın konularının seçilmesinde etken olabilir.

Ö. DÜNYASI: Sergiler sizler» ekonomik olarak da bir katkı sağlıyor mu?
S. ÖZTÜRK: Bir sonraki çalışmalara elbette katkısı oluyor, fakat bu temel sorun değil, izleyici bir futbol maçında deşarj oluyor ama hiçbir zaman şarj olmayı düşünmüyor. Resmin amaçlarından en önemlisi izleyiciyi düşünmeye sevk etmektir. Bugünkü koşullarda sanatçıların yazgısını da sanırım tüccarlar belirliyor. Öldükten sonra Van GOGH örneğinde olduğu gibi ressamın kemikleri üzerine fiyatlar biçiliyor. Aç yaşayıp aç ölen ressamın sürekli öldürülmesi sağlanıyor.

Ö. DÜNYASI: Biz de sizlere ömür boyu üretken, sağlıklı bir yaşam diliyoruz.
S. ÖZTÜRK: Bütün aydınlıklar, güzellikler, üretken düşünceler yaşam boyu uzun ömürlü olsunlar.


Antep Direnişi ve Öğrettikleri

1976’nın Haziran günlerinden birisi… Antep’in Düztepe semti. Kerpiçten yapılmış eski ve tek katlı bir evi binden fazla polis ve asker kuşatmış durumda. Bütün faşist elebaşılar, asker ve polis şefleri orada.
Yaşamlarını devrim ve sosyalizme adamış iki yiğit savaşçı, “Teslim ol” çağrılarına, bombalarla, panzerlerle, otomatik silah ve tanklarla yapılan azgın saldırıya “Faşizme ölüm halka hürriyet” sloganlarıyla karşılık veriyor ve aynı zamanda silahlarını da ateşliyorlar.
Haziran’ın sekizinde saat 13.30 sıralarında İlhan Emre ve Mehmet Ali Özpolat’ın içinde bulunduğu ev 30 kadar polis tarafından sarılıyor. Evde arama yapmak isteyen polise, orada oturan yaşlı kadının oğlu kapıyı açıyor, arama iznini sorduğunda da polislerce yaka-paça götürülüyor. Ancak, İlhan ve Mehmet Ali çoktan silahlarını ateşlemiş olduklarından eve girmeyi başaramıyorlar, bu defa takviye alarak saldırıya geçiliyor. Bini aşkın zırhlı tugay birliği, polis ve askerin yanı sıra, uzman katiller etrafında iç içe çember oluşturdukları eve karşı mevzileniyorlar; tank, bomba, panzer ve diğer modern silahlarla eski ev saatlerce dövülüyor, fakat 3 makineli, 4 tabanca ve 500 mermiden ibaret olan silahlarıyla yiğitçe direnen bu gözü pek iki savaşçıyı durduramıyorlardı. Direnişi bir türlü ezeme-yen faşistler, Kara Kuvvetleri Komutam, İçişleri Bakam ve Vali saatler ilerledikçe çılgına dönüyorlardı.
İki proleter devrimcinin kaldığı ev gecenin geç saatlerine kadar aralıksız kurşun, roket ve el bombası yağmuru altında tutuluyor. Saat 22 sıralarında, yoldaşı Mehmet Ali’nin geriden sağladığı ateş desteğinde çemberi yarmaya çalışan İlhan Emre kahpe pusulardan bir anda üzerine yağdırılan kurşunlarla şehit düşüyordu. Mehmet Ali, sevgili yoldaşın ölümü ardından büyük bir öfkeyle ateşi yoğunlaştırıyordu.
Bu arada çevrede toplanan Antep halkı arasında protestolar büyüyor, hatta halktan bazılarının katillerin üzerine ateş ettikleri görülüyordu, öte yandan sokaklarda biriken halk yer yer sloganlar atıyordu.
Eve yaklaşmaya cesaret edemeyen katiller, direnişi bir türlü kıramayınca çareyi duvarları tanklarla yıkarak eve girmekte görüyorlardı. Sonuçta 9 Haziran saat 14.30’da Mehmet Ali’den ve silahından gelen sesler duyulmaz oluyor, O’da sevgili yoldaşı İlhan Emre gibi geride devrimci mücadelenin kızgın ateşinde yoğrulmuş, işçiler arasında onları örgütlemek ve mücadelelerine önderlik etmekle geçmiş örnek bir yaşam ve direniş destanı bırakarak ölümsüzleşiyordu.
Antep Direnişinden Çıkarılması Gereken Bazı Dersler ve Çıkarılamayanlar
Parti sırlarını koruma, davaya ve örgüte bağlılık, faşizme karşı direniş biçimleri ve silahlı mücadelenin bazı koşulları bakımından Antep direnişi zengin derslerle dolu bir kaynaktı. Ancak bundan yeterince ders çıkarılamadığı bir gerçektir.
Devrimci parti ve O’nun önceli, militan mücadeleci bir örgüttü, 12 Eylül öncesinde ve sonrasında yüz elliye yakın şehit verdi, çok sayıda devrimci, sosyalist 12 Eylül faşist cuntası tarafından darağaçlarında, işkencelerde veya kurşunlanarak katledildi. O’nun çatısı altında yer alan devrimciler Erdal Eren, Ekrem Ekşi, Cafer Dağdoğan’ın da aralarında bulunduğu sosyalizm savaşçıları, yüce idealleri uğruna teslim olmadılar, yiğitçe direndiler ve canlarım seve seve verdiler, en ağır işkencelere dayanarak parti sırlarını korumasını bildiler. Ancak yine de 12 Eylül koşullarında örnek bir sınav verilmediği belirtilmelidir.
Generallerin pek de zorlanmadan yönetime el koymasının ardından sürdürülen yoğun faşist teröre karşı silahlı bir direniş olmadan uğranılan yenilgi, ülkemizde devrimci hareketlerin direnme çizgisini ve geleneğini yerleştirememiş olduğunu ortaya koyuyordu. 12 Eylül öncesinde de kitlelerin gelişen, uç veren silahlı mücadele eğilimlerini örgütlemede önemli ihmaller oldu. Kökleri, geçmişte, ideolojik bakımdan PDA’ya yaklaşmaya dayanan sağa kayma ve liberalizmin sonucu olarak, merkezi bilgi ve belgelerin karşı devrimin eline geçmeyecek biçimde korunmasının gereklerinin yerine getirilmemesi zaafların en önemlileri arasındaydı, örgüt surlarım korumak için ölümü göze alarak silaha sarılma örneği bir yanda dururken, kitle mücadelesini savunmak adına uzlaşmacılık bu şekilde ifadesini buldu.
Reformist, revizyonist ve diğer gerici ideolojiler karşı-devrimci şiddetten başka, onun dışında, halk güçlerinin kullandığı her türlü şiddete karşı çıkıyorlar. Silahlanmayı geleceğin bir sorunu olarak değil, bugünün sorunlarından biri olarak görmek, miskinliğe, uyuşukluğa karşı enerjik bir biçimde mücadele yürütmek, liberalizmin köklerine darbe indirmek, sıkı bir gizliliği esas alarak örgütlü birlikteliği geliştirmek, faşizme karşı militan bir direniş geleneği yaratmak devrimci yaklaşımın ve İlhan ile Mehmet Ali’yi gerçek anlamda anmanın bir gereğidir.

AÇIK MEKTUP
Halka dönük SOSYALİST REALİZM sanat anlayışının savaşçı ressamlarımızdan AVNİ MEMEDOĞLU’nun basında ve özellikle yoz burjuva düşün ve sanat çevrelerinde yankı ve tepki uyandıracak: KENDİSİNİ GERÇEK AYDIN SANAN KARANLIK BİR KİŞİYE YANIT’ı yakında ÖNCÜ KİTABEVİ’nde satışa çıkacaktır. Tlf: 526 55 13

Basın Saldırı Altında…
1 Mayıs sözcüğü toplatma nedeni!

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI Mayıs sayısı toplatıldı!
Mayıs burjuvazinin saldırganlık ayı. Şimdilik böyle bu. 1 Mayıs diyor saldırıyor, 6 Mayıs, 18 Mayıs diyor saldırıyor. ’89 Mayıs’ının ise karakteristik bir yanı vardı. İşçi hareketi, kendiliğindenlik alanında gelişse de önemli boyutlar ve yaygınlık kazanmış, destekler sağlamıştı: Rejimi, koyduğu yasaklarla birlikte açmaza dayatmıştı. Burjuva muhalefetin kayıkçı dövüşçülüğünün ötesinde toplumsal muhalefetin kendisini ortaya koyamayışı, sessizlik, boyun eğiş ve yasaklar ve mevzuattan sınır kabul edişten, açık muhalefete, toplumsal eyleme, sesini yükseltme ve karşı çıkışa, yasakları aşmaya geçiş ’89’un özelliği oluyordu. Korku ve yasaklarla engellenen iş yerini engel tanımamaya bırakıyordu.
Bu geçiş kolay yaşanmıyor. Burjuvazi kendi meşruluğunu dayatan işçi eylemlerine cepheden tavır alıp saldıramadı. Ancak durumu kabullenemiyor da. Özellikle muhalefetin kendisini siyasal düzlemde ifade edişi karşısında hayâsız, saldırganlık tutumu benimsiyor. Eylül örgütlenmesi, “güvenlik”iyle, “hukuku”yla saldırganlığını yaşatıyor. Polis işkence tezgâhının başında gibi davranıyor her yerde; Eylül terörcülüğü ve saldırganlığı ruhuna sinmiş. “Alışkanlık”! Doğal ki dönüşecek. Ama geçişte ayak diniyor. İşkence devam etmekle kalmıyor.
1 Mayıs gösterilerinde, şehit M. A. Dalcı’nın cenazesinde gözaltına alınanlar işkenceden geçirildi, özellikle siyasal tutumlarını gösteriler vs. ile ortaya koyanlar aşırı saldırgan bir tutumla karşılaşıyorlar. Fatih’in “kardeş katli vaciptir” kararnamesi ANAP yöneticileri tarafından savunuluyor ve polise ölümüne saldırma talimatı veriliyor. Sağmalcılar Cezaevi’ne saldırı, saldırıyı yöneten Albayın “cezaevinden en az bir ölü çıkacak” emriyle ve isyan vb. gibi herhangi bir nedenle değil, kaçma girişiminin öcünü almak için gerçekleştiriliyor.
Basın ve gazeteciler de bu dönemin özel saldırganlığından nasibini alıyor. “Hukuk” Eylül’den kalma “alışkanlığı” içinde hukuksuzluğunu ortaya koyuyor. Yayınlar önce toplatılıyor, gerekçe sonradan açıklanıyor. Yeni Çözüm 1 Mayıs özel sayısı 1 saat içinde, Yeni Demokrasi özel sayısı iki saat içinde toplatıldı. Bu süreler içinde gerekçe yazmak ve mahkeme kararı çıkarmak bir yana dergileri okumak, yazıları yasal açıdan incelemek bile olanaksız. Ama toplatma kararları alınıyor. Kararların önceden hazırlandığı açık.
1 Mayıs ile ilgili yazılara yer veren toplatılmamış dergi yok. 1 Mayıs’a ilişkin yazı başlıkları toplatma için yeterli neden oluşturdu. ÖZGÜRLÜK DÜNYASI Mayıs sayısı bir gün içinde toplatıldı. Kararda yalnızca iki yazının başlığı gerekçe gösterilmişti. 2 gün sonra toplatma nedenleri arasına yine yalnızca başlıklarından söz edilerek 4 yazı daha katıldı, ama bu bugüne dek henüz dergimize resmen bildirilmiş değil. “Hukuk” işliyor, nerede “suç işlendiği” açıklamasına bile gerek görülmeden! Bu “hukuk” işlerini yerine getiriyor, dergiler toplatılıyor, yayın engelleniyor ve yargılama sonunda toplatma konusu edilen yazıda “suç unsuru” bulunamazsa ne gam! ÖZGÜRLÜK DÜNYASI 3. sayısının “Hukuk macerası” böyleydi. Toplatılmış ve dağıtımı engellenmişti. Gerekçe Arnavutluk Devriminin yıldönümüyle ilgili yazıydı. Sonunda hakkında dava açılan eski yazı işleri müdürümüz beraat etti.
Toplatma ve yayını engelleme tutumu günlük gazetelere yönelik olarak da gündemde. “Basın özgürlüğü” düşkünü (!) Özal tehditler, kâğıt tahsisinde ve ilanlarda kolaylık ya da zorluklar ve başka tür çıkarlar sağlama yollarıyla yönlendirmeye çalıştığı basını bu yöntemleri yetmeyince yayın durdurma ve toplatmalarla hizaya getirme tutumunu benimsiyor. Özal ve desteklediği yayın tekelleriyle çıkar çatışması içinde olan ve 21.75’ten sonra daha çok Özal muhalifi bir yön tutturan Sabah gazetesinin “Hasbahçe’de Sonbahar” dizisinin yayını durduruldu, bir gün sonra gazete “Saltanat kayığı” yazısı nedeniyle toplatıldı. Burjuva muhalefetine bile hayat hakkı tanımama şeklindeki Eylül çizgisi şöyle ya da böyle sürme durumunda. Doğal ki zaman değiştikçe gülünçlüklere yol açıyor ve eski etkisini gösteremiyor, uygulayıcılarını daha çok yıpratıyor. Ama toplumsal muhalefetin gelişmesine bağlı olarak yasakçı çerçeve tüm alanlarda zedelense de saldırganlık ruhu tüm kurumlarda ayak direyip yaşıyor.
1 Mayıs gösterilerinde haber ve fotoğraf kovalayan gazeteciler aynı saldırganlığın hedefi oldular. Dövüldüler, fotoğraf makinaları, kolları-kafaları kırıldı. Basın özgürlüğü düşmanlığı “güvenliğimizin temel bir politikası. Basının özgür olmadığı bir ülkede polis kendisinde gazeteci dövme hakkını doğal şey olarak görüyor. Basın çalışanlarının saldırıyı protesto için Valilik önündeki yürüyüşüne yine saldırabiliyor. Saldırı nereye kadar? Devrim her yerde her zaman gericiliğin saldırganlığının artışıyla birlikte gelişir. Bunda kuşku yok. Ama yine kuşku yok ki, toplumsal muhalefetin yükselişi birçok alanda muhalefetin kendini ifade edişini meşrulaştıracaktır. İşçi eylemlerinin yarattığı meşruluk gibi 1 Mayıs da, basın özgürlüğü de kendi meşruluğunu sağlayacaktır. Bugünden yarın böyle görünüyor. Bu meşruluğun gerçekleşmesi için uğraşmak, boyun eğmeyi reddetmek, pratik tutumlar geliştirmek gerekiyor.

Haziran 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑