“Danielle Mitterand’ın, tavırlarında olduğu kadar topladığı konferansın içeriği ve biçiminde de kanımızca eleştirilecek birçok nokta bulunuyor. Aynı türden girişimleri Fransız Baskları için bizler yapsak, … ve o konuda Bayan Mitterand’ın Kürt sorununda kullandığı dili kullansak, hanımefendinin çok hoşnut olacağını her halde kimse söyleyemez.”
(…)
“Basın dış politika sorunlarına yaklaşırken bu sorumluluğu göstermesi zorunludur. Kamuoyunun da olaylara daha soğukkanlı bakması gerekiyor.”
(…)
“Ülkelerarası ilişkiler ve dostluklar, duyguların ötesinde karşılıklı görüşmeler, kendini iyi tanıtma çabaları ve ortak çıkarları soğukkanlılıkla saptama ilişkileri üzerine oturur… en sağlıklı devlet politikasını oluşturmakta en etkili yoldur.” (abç)
Hayır! Yukarıdaki uzun aktarma kendisini devletle özdeşleştirmiş bir siyasi partinin önde gelen yöneticilerinden birine ait değil.
Evet! Yine yanıldınız! Yukarıdaki uzun aktarma, Türk Dışişleri Bakanlığının üst makamlarında yıllarca görev yapmış bir diplomata da ait değil.
Bu sözler, ünlü bir “aydın” ve “demokratımıza”, Cumhuriyet gazetesinin ünlü yazarlarından birine, Bay Ali Sirmen’e ait. 28 Ekim 1989 günü, gazetedeki kendi köşesinde yayınlanmış.
Sayın Sirmen, Paris’te, Kürt konferansı düzenlediği ve Kürt sorununa ilişkin kimi sözler söylediği için Danielle Mitterand’a ve Fransa’ya karşı “aşırı” tepki gösteren Türk basınını daha akılcı olmaya çağırıyor ve François Mitterand’ın Avrupa Parlamentosu önünde Türkiye lehine yaptığı konuşma Fransız Hükümeti’nin D. Mitterand’ın resmi bir sıfatı olmadığı yolundaki açıklamalarını örnek vererek, basını “dış politika konularında” daha sorumlu davranmaya çağırıyor. Daha da ileri giderek Bay Sirmen, devlet kurtarıcılığını amaç edinen Osmanlı aydını, izleyicileri gibi “devlet politikası”nın nasıl oluşturulması gerektiği konusunda da ilgili herkese öğütler veriyor.
Eğer yukarıdaki sözler bir Tercüman ya da benzeri bir gazetenin yazarına ait olsa “hadi be!” der geçerdik. Ama Sayın Sirmen, kendisi aydın bir demokrat olmakla övünen, üstelik ilerici kamuoyunca da öyle bilinen bir yazar. Bu da bizi, bu konuda bazı şeyleri söylemeye zorluyor.
Her şeyden önce şu unutulmamalıdır. Aydın olmanın kıstası, sanat edebiyat, politika gibi konularda “yetkin” yazılar yazmak değildir. Bugün Bay Sirmen’in sürdürücüsü olduğu için övündüğünü sandığımız 18. yy. aydınlanmacıları (ki, aydın sözcüğü de onlara izafeten kullanılıyor), bu tür konularda yazdıkları için değil, yazdıkları her konuda feodal değerleri, yerleşik otoriteleri, toprak düzenini, engizisyonu vb. vb. eleştirerek toplum yaşayışını sarstıkları için, aydınlanmacı ve aydın olma payesini hak ettiler. Eğer onlar, krallığa baş kaldıran ulusları krala boyun eğmeye yöneltseler, düzeni eleştirmeye kalkanları “aman ileri gitmeyin”lerle yatıştırmaya çalışsalar, kralın komşu devletlerle olan ilişkilerinde, bu dış politikadır öyleyse hepimiz sorumlu davranıp kralın arkasında kuyruğa girelim deselerdi, ne onlar aydın diye, ne de açtıkları çığır aydınlanma diye adlandırılmaya hak kazanırdı. Burada Bay Sirmen “Ben de, krallığın değerlerine, engizisyona, dini doğmalara vb. karşıyım” diyebilir. Herhalde öyledir, ama bugünün o günle aradan iki yüz elli yıl geçmiş olmak gibi farkı vardır ve bugün bunlar aydın olmak için hiç de yeterli olamaz. Bugün aydın ya da demokrat olmanın koşulu bugünkü yerleşik değerlere karşı çıkmak, zorbalığın devletten gelenine de, “bu dış politika, bu ulusal sorundur” demeden, en önemlisi de kendi ulusun için layık görmediğini hiçbir ulus için layık görmeden doğru bildiğini savunabilmektir. Eğer Fransa Basklar’ın kendi kaderlerini tayin hakkını çiğniyorsa, Fransa ile Türkiye’nin ilişkileri bozulur mu demeden Basklar’ı destekleyen tavır almadan aydın olunamaz. Bayan Mitterand’ın hatırı için bile buna göz yumulamaz. Bu gereklidir, ama acaba yeterli midir? Elbette değildir. Aynı tutumu kendi hükümeti için atamıyorsan henüz 20. yy aydını olma payesine erişemezsin. Burada Bay Sirmen, “Ben Kürtlerin haklarının çiğnendiğini aynı yazı içinde yazmadım mı?” diye itiraz edebilir. Evet, Kürtlerle ilgili bazı şeyler söylüyor: “Evet, ülkemizde bazı insan hakları sorunları olduğu, ekonomik güçlüklerin bunları zaman zaman daha da keskinleştirdiği ve herkesin ana dilini kullanması karşısındaki tepkilerin, insan hakları açısından kabul edilir bir durum olmadığı açık seçik ortadadır.” diyor Sayın Sirmen. Ama Sayın Sirmen’e şöyle bir soru yöneltelim. 1920-1921 yıllarında, bir Yunanlı, bir Fransız ya da İngiliz kalksa da “Türkiye’de bazı insan hakları sorunları var, ekonomik durumları da çok kötü, bizim yönetimimiz adamların kendi dillerini konuşmasına bile engel olmaya çalışıyor, bunlar insan hakları açısından kabul edilemez bir durumdur” dese, Bay Sirmen bu kişileri bir aydın, bir demokrat olarak kabul eder miydi? Hatta Amerikan ya da İngiliz mandasını destekleyen bir Amerikalı ya da İngiliz’e (1920’lerde) aydın diyebilir miydik? Öyleyse, Kürt sorunun bir ana dil sorununa, ekonomik güçlükler ve bazı insan haklarına indirgeyen, üstelik de devletin dış politika sorunlarına ve tabii ulusal sorunlara, bir eski diplomat edasıyla yaklaşan birisi nasıl aydın, nasıl demokrat olacaktır?
Bu da “Demokrat”:
“Vatandaşlar arasında ayrılık yaratacak politika izlemeyi kabul etmiyorum… bölge esasına göre, mezhep esasına göre, ana, dil esasına göre ayrılık, fikirlerini destekleyip parti içinde ya da ülkenin iç politikasında başarı sağlanmaya çalışılmasını kabul etmiyorum. Bu yolu reddediyorum.
“Türkiye Cumhuriyetinin resmi dili Türkçedir. Eğitim Türkçedir ve Türkçe ile yapılmalıdır. Ama ana dile kimse yasaya göre karar veremez. Doğduğu zaman annesinden, babasından ana dilini öğrenir. Bu onun hakkıdır. Bunu istediği zaman kullanabilir.”
Hayır! Yukarıdaki sözler, ANAP ya da DYP’nin önde gelenlerinden birisine ait değil.
Evet! Yine yanıldınız! Yukarıdaki sözler, yıllarca şovenizmin, ırkçılığın sözcülüğünü yaptıktan sonra son anda “demokrasi” trenine atlayan sonradan dönme bir eski faşiste de ait değil.
Bu, sözler, ülkemizin “en demokratik” hatta “sosyal demokratik” partisi SHP’nin, aydın ve demokrat çevrelerimizin hümanizmin ve demokratlığın simgesi olduğunda hem fikir oldukları, Genel Başkanı E. İnönü’ye ait. Paris’te, Danielle Mitterand’ın “himayelerinde” toplanan Kürt Konferansına katıldıkları için 7 Kürt milletvekilinin Parti’den atılmaları nedeniyle ortaya çıkan bunalımı bastırmak amacıyla 24 Kasım 1989’da yaptığı konuşmadan alınmış sözler.
Doğrusu, SHP bugüne kadar öylesine “demokratik” bir parti performansı sergiledi ki, Genel Başkanı da tam ona layık! Ulusal sorun ve resmi dil konusunda söyledikleriyle, Ortadoğu ve Balkanlarda ancak Jivkov’la yarışabilir. Belki, “ana dili kimse yasaya göre karar veremez” derken, Jivkov’dan biraz geri kalıyor gibidir, eh bu kadar kusura da SHP katlanmalıdır.
Sayın İnönü, “bölge; mezhep, ana dil esasına göre ayrılık”a karşı olduğunu söylüyor ve birden bire yığınların gözünde halkın çıkarlarını savunan bir emekçi dosta olarak görünüyor. Sanki ortada tartışılan bir ulusal sorun yokmuş, SHP’deki bunalım da bundan çıkmamış ve Sayın İnönü bu nedenle konuşmuyormuş gibi. O; soyutta halk yığınları arasına ayrılık sokulduğunu ve buna karşı olduğunu söylüyor. Oysa ortada herkesin bildiği bir sorun var ve artık o sorun da, anadili kullanıp kullanmama, insan hakları “gibi ne idüğü belirsiz bir kavram ya da bölücülük vb. arkasına saklanamayacak kadar açık. Ve gerçekte de Sayın İnönü, demokrat çevrelerimizin onu göstermek istediği gibi değil de, gerçek bir sosyal-demokrat partinin (tarihsel misyonu neyse öyle) başkanı gibi, “duygusal tepkileri anlıyorum, ama devletin temel niteliklerine aykırı davranış hüsran getirir.” diyerek, sadece politik bir tutum sergilemekle kalmıyor sopanın ucundan da tutuyor. Böylece, burjuva hümanizmasının ve demokratlığının kimler için ve nereye kadar olduğu bir kez daha görülüyor. Sadece bir konferansa katıldı diye milletvekilleri yıldırım hızıyla partiden kovuluyor, “hiç bir oy kaygısı gözetilmeksizin açıkça şovenizmin saflarında yer alınıyor ve atadan kalma bir “devlet partisi olarak” yer alması gereken saflara katılmıyor. Elveda özgürlük! Elveda demokrasi! Ve de, Elveda hümanizma! Sen nelere kadirsin sınıf çıkarı!
Ve bir “diktatör”
“Leninizm… beyazı siyahtan, Avrupalıyı Asyalıdan, emperyalizmin “uygar” kölesini “uygar olmayan” kölesinden ayıran duvarı yıkmış ve böylece ulusal sorunu, sömürgeler sorununa bağlamıştır.
“Leninizm, ulusların kendi kaderlerini tayin kavramını, bağımlı ülkelerin ve sömürgelerin ezilen halklarının egemen devletten tamamıyla ayrılma hakkı, ulusların bağımsız devlet olarak yaşama hakkı biçiminde yorumlayarak, bu kavramı genişletti.
“Egemen ulusların proletaryasının, ezilen ve bağımlı halkların ulusal kurtuluş hareketini bütün azmi ile ve etkin olarak destekleme zorunluluğu (vardır.)”
Evet! Tahmin edileceği gibi, yukarıdaki sözler ne bir “demokrat”a ne de bir “aydın’a ait. Ama İnönü, Sirmen ve günümüzün pek çok “aydın” ve “demokrat”ın ağızlarını açtıklarında “despot, diktatör”, gibi bildikleri bütün kötü sözcükleri sıraladıkları J. V. STALİN’e ait. Ne gariptir ki, “demokrat”lıklarına toz kondurmayanlar, bütün baskı, terör ve zorbalığın kaynağı devletin çıkarlarını koruyor, bir halkın ulusal kimliğini yok sayıyor, “bağımsızlık” “özgürlük” gibi konularda tam bir iki yüzlülükle ezen ulus şovenizminin bayraktarlığını yapıyor; ama onların diktatör dedikleri, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, ana dil, kültür vb. özgürlüğü ötesinde kendi devletini kurma hakkına kadar uzatıyor. Bunu sadece sözde de söylemekte kalmıyor, yaşamı boyunca da bunu uyguluyor. Ama bir konu da tam da bizim “demokratlardın tırnak içinden kurtulup demokrat oldukları konuda bir diktatör olarak davranıyor: burjuvaziye, emperyalizmin ajanlarına, toprak beylerine ve her türden gericiye karşı.
Elbette, bu ne bir paradoks, nede tarihin cilvesidir. Sadece, demokrasi ya da diktatörlüğün -bizim aydınlarımızın iddialarının tersine- sınıfsal olduğundandır. Bu yüzden de kaçınılmaz olarak burjuvazi ve gericilik için demokrasi, emekçilere ve ezilen halklara karşı diktatörlük. Tersi de doğru: emekçiler için demokrasi, ezilen halklardan yana olmak, burjuvaziye ve gericiliğe karşı diktatörlük, ezen ulus şovenizmine karşı savaş anlamına gelir. Çünkü tarihte, “aydınlarımız ve demokratlarımızın iddia ettiği biçimde herkese demokrasi hiç olmadı, olmayacak da. Oldu, oluyor ya da olacak diyenler, burjuvazinin ve gericiliğin savunucusu ikiyüzlülerdir.
Aralık 1989