Stalin savunulmadan Marksizm-Leninizm savunulamaz Anti-Stalinizm ve Alman-Sovyet ‘Gizli Protokol’ü

Sosyalizm ile kapitalizm arasındaki dünya ölçüsünde yürüyen mücadeleye bakıldığında, sosyalizme karşı burjuvazinin zaman zaman kampanyalar örgütlediğini, bunu da sosyalist maskeli yandaşları ile her zaman dirsek teması içinde, hatta bugün olduğu gibi kol kola yaptığını herkes görebilir: 1920-1930 ve 1940’lı yıllarda emperyalist burjuvazi, sosyalizmin ve devrimlerin engellenmesi için, trotskistlerle kol kola savaştı, trotskistlerin SB’ndeki uygulamalara ve Stalin’e yönelttikleri saldırıları kapitalizmin sosyalizme üstünlüğünün malzemesi olarak kullandı, trotskistlere yapılan “haksızlıklara” karşı çıktı, her bakım dan trotskistlerle (daha doğrusu trotskistler, emperyalistlerle) ortak bir strateji izlemeye özen gösterdi. Onun bu desteğine karşılık trotskistler de emperyalistlere sadece ideolojik destek sağlamakla kalmadı, siyasi işbirliğinden, gizli haber alma örgütleriyle ortaklığa varan bir tutum izlediler, 1945’den sonraki soğuk savaş yıllarında da anti-komünist kampanya, giderek anti-Stalinist kampanyaya dönüştü. Avrupa halklarının gözünde, kendilerini faşizm belasından kurtaran lider olarak Stalin imajı karalanmaya çalışıldı. Bu kampanyada da trotskistler emperyalist burjuvazinin baş destekçisiydi, onlara titocular ve kruşçevciler de satılınca, emperyalist burjuvazi için pahalıya mal olan kaba soğuk savaş kampanyaları örgütlemek gereksiz hale geldi. Stalin’e karşı Kruşçev’i, Stalin’in uygulamalarına karşı, Tito ve Kruçşev’in reformlarını övmek sosyalizm ve devrim mücadelesini boğmak için, yeterli hale geldi. Çünkü virüs, sosyalist sistemin kalbine, onun partisine bulaşmış, sadece bulaşmakla kalmamış onu ele geçirmişti. Bugün, 1980’li yılların son birkaç yılında sürdürülen anti-komünizm kampanyası ise; Stalin sonrası SB ve Doğu Avrupa ülkelerinde uygulamaya sokulan kapitalist restorasyon sonucu “sosyalist sistemin ekonomik, siyasi ve toplumsal bakımdan tam bir bunalıma yuvarlanması sonucu ortaya çıkan durumda, liberalizm erdemlerinin tekelci kapitalizm çağında yeniden piyasaya sürülmesiyle başlayıp, Gorbaçovcuların anti-Stalinist kampanyası ile birleştirilen, bir tür soğuk savaştır. Malzeme trotskistlerin köhnemiş malzemeliğinden ve emperyalist çevrelerin en gericilerinin, en şovenistlerinin cephaneliğinden sağlanmaktadır.
Gelinen noktada anti-Stalinist, anti-sosyalist kampanya; Stalin’in bir görüş ya da uygulamacının bir başka perspektiften eleştirisinin çok ötesindedir: Türkiye gibi, sosyalizmin lafzına bile fanatikçe karşı çıkan bir ülkede, en gerici çevreler dahi Stalinist ve Leninist olmayan bir “komünist partisi”nin kurulmasında fayda gördüklerini artık açıkça söyleyebilmektedirler. Bu yeni tür “sosyalist çevreler”, anti-sosyalist yasaların yürürlükte olmasına karşın polis ve mahkemelerden büyük hoşgörü görmektedirler. Geçmişte şu ya da bu biçimde devrimci bir konumda bulunmuş, ama bugün nedamet getirerek o konumu terk etmiş olan birisi ya da birilerinin burjuvazinin gözünde meşruiyet kazanması için Stalin’i eleştirmesi VG Stalinizme saldırması yeterli olmaktadır. Bunu pekiyi bildikleri içindir ki; düzene uyum sağlamak isteyen ama bir türlü gemisinden kurtulamayan birisi “ben artık uysal bir yurttaş oldum” mesajını kamuoyu önünde Stalin’e saldırarak veriyor. Burjuvazi de böylesi özür dilemeleri daha makbul karşılıyor.
Bugün sürdürülen kampanya, sosyalizmin anavatanı ve bir dizi eski halk cumhuriyeti ülkede; sosyalizmin içerden çökertildiği, daha da kötüsü dünya ilerici çevrelerin çoğunun gözünde bu ülkeler hala sosyalist görüldüğü koşullarda anti-komünist kampanya geçmiştekine göre daha yıkıcı olabilmektedir. Ama bugün, özgürlük ve sosyalizm mücadelesi veren halkların gözünün açılması için bu gelişmeler yeni ve önemli olgular sunmakta, revizyonizm ve revizyonistlerin “kötü sosyalistler” değil anti-sosyalistler oldukları daha geniş çevrelerce görülür hale gelmektedir. Dahası kendileri de prestijini iyice ayaklar altına aldıkları sosyalizmi artık maske olarak bile kullanmaya ihtiyaç duymayacak kadar saf kapitalizm yanlıları olduklarını saklamamaktadırlar. Partilerinin sadece işlevlerini, amaçlarını değil isimlerini bile değiştiriyorlar: Egzotik bir doğu ülkesinde gördükleri karşısında şaşkına dönmüş avanak bir Avrupalı turistin hayranlığı ile kapitalizmin köhnemiş değerlerine kapitalistleri bile güldüren övgüler diziyorlar.
Revizyonist ülkelerde, gün geçmiyor ki yeni bir “darbe” haberi gelmemiş olsun. Burjuva basının ağzıyla söylenecek olursa, revizyonist ülkeler “bomba patlatmakta” sıraya girmiş gibidirler. Bir gün önce en tepede tuttukları yıllanmış bir “revizyonist” “önder”, bakıyorsunuz ki; ortadan kaybolmuş. Ertesi gün bir başka ülkenin 40 yıllık yöneticisi, “biz kırk şu kadar küsur yıl önce zorla sosyalist yapılmıştık” gibi aklı başında birisinin asla kabul edemeyeceği bir “gerçeği” ciddi ciddi öne sürüyor. Ya da birisi kalkıp, “bu sınırları Stalin zorla çizdirmişti illa da eski sınırlara dönülmelidir”, diyor.
Bütün bu gelişmeleri de emperyalist burjuvazi ei ovuşturarak izliyor; izlemekle de kalmıyor, maddi ve manevi olarak destekliyor, geliştirme programlar sunuyor, olası engellere karşı plânlar hazırlayıp finansman için Dünya Bankası ve IMF gibi finans kuruluşlarını doğrudan devreye sokuyor, buralarda “yardım fonları” oluşturuyor Revizyonistler ise, bir yandan vatandaşlarını Deutche Bank’ın önünde “100 Marklık” “kişisel kredi” kuyruklarına sokarken kendileri de emperyalist finans kurumlarının kapılarında avuç açıyorlar. Borçlanacak olanla borçlandıracak olanın birbirine böylesi muhabbetle yaklaştıkları tarihte nadir olaylardan olsa gerekir.
SB ve Doğu Avrupa’daki gelişmelere paralel olarak anti-Stalinist ve anti-sosyalist kampanya da genişletiliyor; kamuoyunun ilgisini canlı tutmak için yeni iddialar, “yeni bölgeler” sunuluyor. Belge sunmanın bu yılki vesilesi ise: 2. Dünya Savaşı’nın 50. yılı olmasıydı; “Belge” böyle bir “altın yıldönümüne” uygun olmalıydı. Ama öylesi bir belge yoktu. O zaman uydurmak gerekirdi. Eğer gereğince süslenir ve “itibarlı” yayın organlarında yayınlanırsa sahtesi de gerçek bir belge kadar etkili olabilirdi! Revizyonistler de desteğini esirgemeyeceğine göre, yalana inanılmasa bile gerçek kuşkulu hale gelebilirdi. Revizyonistlerin Stalin dönemine yönelik kampanyaları ve sosyalizmin tarihini yeniden yazma çabalarına “güçlü bir destek” sağlayan yeni “belge” “Alman-Sovyet Saldırmazlık Pakt”ına ek olarak yapılan bir “gizli protokol”dur! Avrupa’nın “en itibarlı” üç gazetesi Le Monde, Liberation ve Der Spiegel’de yayınlanan habere göre: 23 Ağustos 1939 tarihinde Alman Dışişleri Bakanı Ribbendrop ile SSCB Bakanı Molotov arasında Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerini SSCB ve Alman nüfus bölgelerine ayıran bir anlaşmanın varlığını reddetmişler. Savaş başlayınca iki tarafında bu “gizli protokolü” (her nedense) imha ettiği sanılıyormuş, ama Alman devlet arşivlerinde “protokolün” ve Stalin imzalı bir haritanın fotoğrafı bulunmuş! Bu muteber yayın organlarında Hitler ve Stalin’in resimlerinin yan yana konularak yayınlanan “belge” ve “bilgiler” de bundan ibaret.
Hiçbir ciddi temele dayanmayan yalan ve çarpıtmalardan oluşan bu iddiaların ortaya atılışı yeni değil. Bir yandan Hitler’in günahlarını azaltmayı, öte yandan da Stalin ve SB’nin dünya halkları gözündeki prestijlerine gölge düşürmek için emperyalist propaganda kaynakları, 1940’lardan buyana, Hitler’i, Sovyet-Alman Saldırmazlık paktının cesaretlendirdiği, Stalin’in Doğu Avrupa ve Baltık’ta hegemonya için Hitler’le işbirliği yaptığı yolunda asılsız yorum ve haberler yayıp dururlar. Bu sefer değişiklik; kampanyaya revizyonistlerin de destek vermesidir. Son zamanlara kadar böyle bir protokolün varlığını kesin bir dille yalanlayan revizyonistler, şimdi, bir “ek protokol”ün “imzalanmış olabileceğini” öne sürerek ortalığı karıştırmaya katkıda bulunuyorlar. Ama bunlar batılılar kadar “becerikli” olmadıklarından aslı değilse de “bir fotoğrafı” bile “belge” olarak sunamıyorlar.

Emperyalistleri ve revizyonistleri anti-Stalinizmde birleştiren nedenler:
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasının kazandığı başarılar ve kapitalizme vurduğu darbelerden Stalin’i sorumlu tutan (trotskistler de öyle düşünüyor) Batı burjuvazisinin, 1930’iardan bu yana anti-sosyalizmle anti-Stalinizmi birlikte götürdüğünü biliyoruz. Trotskizm başta olmak üzere her türlü sapmanın da emperyalizmin bu politikasına destek vermek, onun dümen suyuna gitmeden öte bir işlev yerine getirmediği biliniyor. Bugün de, anti-Stalinizmde birleşenler emperyalist burjuvazi revizyonistler ye trotskistlerdir. Ancak ayrıntıda gerekçeleri farklı gözükmektedir.
Bugünkü anti-Stalinist kampanyanın nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
* Sosyalizme karşı soğuk savaş: Bu emperyalist burjuvazi için açıkça itiraf edilen bir gerekçe iken, revizyonistler için dolaylı saldırı biçimindedir, .Revizyonistler tarafından eski sosyalist ülkelerin tam bir çıkmaza sürüklenmiş olması Batılı emperyalistleri cesaretlendirdi, ellerindeki maddi araçların yanı sıra ideolojik planda da saldırıya geçtiler; serbest pazar ekonomisi ve liberalizmin değerlerini iki yüz yıl sonra yeniden göklere çıkarmaya başladılar ve revizyonistlere sosyalizme saldırmaları için destek sundular. Adam Smith yeniden büyük peygamber oldu. Sadece Batılı burjuvazi için değil, Doğulusu için de. Batılılar, revizyonistlerin dejenere ederek kapitalistleştirdikleri, berbat hale getirdikleri sosyalist ekonomilerin bugünkü açmazlarını propaganda ederek sosyalizmin daha çok gözden düşürülmesini amaçlayan bir propaganda yürütürken, revizyonistler de Batılı burjuvazisinin propagandasını onaylayan, bazı noktalarda daha da ileri giden sinsi bir anti-sosyalist propagandayı örgütlediler. Anti-Stalinist kampın ortak özelliği; sosyalizmin kapitalizmin karşısında yenilgiye uğradığı, kapitalist değerlerin (kar, rekabet, değer, mülkiyet vb.) ebedi olarak yaşayacağı, burjuva demokrasisinin insanlığın er. son ve en ideal özgürlük sistemi olduğu vb. konularında birleşmesidir. Bu temeller üstüne yükselen kampanya bir tür ‘soğuk savaş’tan başka bir şey değildir.
* Batı, gerek SB’deki ulusları, gerekse Doğu Avrupa’yı Stalin’in zorla ilhak ettiği propagandasını yaparak, bir yandan sosyalizmin ulusların özgürlük mücadelesine verdiği desteği kırmak isterken, bir yandan da sosyalizmi milliyetçi ve baskıcı bir sistem olarak tanıtmak istiyor. Yakın amacı ise; SB ve Doğu Avrupa’daki milliyetçi eğilimleri kışkırtmak, bu bölgedeki çözülmeyi hızlandırmaktır. Gorbaçov ise; uygulamaya soktuğu liberalizme olası tepkileri önlemek için yığınların dikkatlerinin “Gizli Protokol”e çekilmesinden fayda umuyor. Dahası, SB ve Doğu Avrupa’daki milliyetçi kaynaşmalara “Stalin’in ilhak ve zorla bir arada tutma politikasında bir dayanak arıyor ve bugünkü olumsuzlukları Stalin’e yıkarak kendini ve uygulamalarını kurtarmayı amaçlıyor.
Polonya, Romanya, Macaristan, D. Almanya gibi ülkelerdeki revizyonist yöneticiler ise; yığınların dikkatini pakta, gizli protokol”e çekerek, kendi günahlarını gözden saklayabileceklerini sanıyorlar. “Sınırlar sorunu” gibi “ulusal sorunlar”ın insanların gözünü kör edebilecek en iyi örtüler olduğunu bildiklerinden emperyalizm propagandasına, “gizli protokol”ün varlığı konusunda destek veriyorlar.
* Nasıl ki, bizim gibi ülkelerde yolunu şaşırmış eski devrimciler burjuvazinin gözünde “temiz ve uysal vatandaş” payesini kazanmak için Stalin’e saldırmayı en kestirme ye geçerli yol sayıyorlarsa; bu, uluslararası ve devletlerarası ilişkilerde de geçerli. Stalin’e saldırmakla başlayan bir yol uzun zaman sosyalizm ülkesinde kalamaz. Gidiş kapitalizme doğrudur; Tito, Kruşçev, Brejnev vb. örneğindeki gibi. Bunu revizyonistlerde biliyorlar ve burjuvazinin gözünde, sosyalizmin gerçek düşmanları payesini kazanmak içinde Stalin dönemini yeniden “sorgulayıp” yeni bir tarih yazma” çabasına girerken, bu çabayı destekleyecek her olanağı da kullanıyorlar. Ama sunulan olanak dayanaktan yoksun, her biri yalanmış, bunun hiç mi önemi yok onlar için. Kısacası, revizyonist dünyanın önderleri için ferlerinde kalmanın koşulu emperyalist burjuvazinin desteğine layık olup olmadıklarını göstermelerine bağlı, bunun yolu da burjuvazinin anti-Stalinist kampanyasına katılmaktan geçiyor: Onlar da bu görevlerini kusursuz yapmaya çalışıyorlar.
Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı ve “Ek Protokol” Yalanı
Yazının başlangıç bölümünde de belirtildiği gibi, “Pakt” konusunda burjuva emperyalist spekülasyonlar
Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın yapılmasından bu yana vardır. Bugün yeni olan “gizli protokol” vesilesiyle eski iddiaların, revizyonistlerin de zımni katılımıyla piyasaya sürülmesinden ibarettir. Aslına bakılırsa; öne sürülen “belge”nin bir ciddiyeti yok: Çünkü belge denilen şey ne amaçla, kim tarafından ne zaman yapıldığı bile belli olmayan bir fotoğraftır. Olmayan bir şeyin belgesi olmayacağına göre de “böyle bir şey olmamıştır” diye kimse bir belge çıkaramaz. Öyleyse, öne sürülen belgenin” sahteliğinin kanıtı o zaman SSCB’nin izlediği politikaların böyle bir “gizli protokol” imzalamalarına elverip vermediğinin belirlenmesine kalmaktadır. Ki; bu da her şeyden önce Savaş öncesi süreci değerlendirmek tutumuyla yakından ilgilidir. Biz de burada, daha çok Batılı kaynaklara dayanarak, Sovyet politikasının böyle bir “gizli protokol”e uygun olup olmadığını ortaya koymaya çalışacağız.
Her şeyden önce, 1930’ların başında, Almanya’da Hitler’in iktidarı almasıyla başlayan faşist kampın güçlenmesine paralel olarak, Stalin, konuşmalarında, SB devleti dış politikasında ve Komünist Enternasyonal maliyetlerinde yükselen faşizm tehlikesine dikkat çekti. 1935’lerden sonraki gelişmeleri tahlil eden Stalin, Faşist Almanya’nın SB’ne saldıracağını kesin olarak söylüyordu. Hitler de bunu saklamak zahmetinde bulunmuyordu:
“Biz Nasyonal-Sosyalistler, savaş öncesi dönemimizin dış politik doğrultusunu bilinçli olarak kapatıyoruz. Biz, altı yüz yıl önce son verilen yerden başlıyoruz. Avrupa’nın güneyine ve batısına yapılan Cermen seferlerine son veriyoruz ve bakışlarımızı Doğu’daki ülkeye çeviriyoruz. Savaş öncesi dönemin sömürge ve ticaret politikasından nihai olarak kopuyoruz. Ve geleceğin toprak politikasına geçiyoruz. Ama bugün Avrupa’da yeni topraktan söz ettiğimizde, öncelikle yalnızca Rusya ve ona bağımlı sınır devletlerini düşünebiliriz. Bizzat kaderin bize burada bir işaret vermek istediği görülüyor.” ( A. Hitler Kavgam)(abç)
Marksist-Leninistler 2. Dünya Savaşı sürecini başlıca üç ayrı döneme ayırarak ele alıyordu:
1) Savaşın tek taraflı yürütüldüğü, faşist ülkelerin dünyanın çeşitti yörelerinde ilhaklar ve işgaller gerçekleştirdiği 1931-1939 dönemi.
2) Savaşın topyekûn bir emperyalist savaşa dönüştüğü 1939-1941 dönemi.
3) Hitler Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırdığı ve savaşın faşizme karşı bir savaş karakteri kazandığı 1941 sonrası dönem.
Savaşın birinci döneminin özelliği tek taraflı, faşist kamp tarafından yürütülen bir savaş olmasıydı. 1931 yılında Japonya Mançurya’ya saldırdı ve ele geçirdi, İtalya 1936’da Habeşistan’ı ele geçirdi. Almanya Avusturya ve Çekoslovakya’nın belli bölümlerini ele geçirdi. Her geçen gün faşist devletler yeni topraklar kazandı, kazandıkça da iştahları arttı. Faşistlerin eline geçen bu topraklar, İngiltere, Fransa, ABD gibi emperyalist ülkelerin etki alanıydı ve bu güçler bütün olup bitene karşı adeta seyirci kalıyordu. Emperyalistlere bakılırsa; “savaş istememeleri”, “sorunları barış içinde çözmek” istedikleri için seyirci kalıyorlardı. Oysa gerçek öyle değildi; İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Halifax, 1937’de Alman Dışişleri Bakanı Von Neurath’a şöyle diyordu:
“O (Lord Halifax) İngiliz Hükümetinin diğer üyeleri Başbuğun (Hitler) yalnızca Almanya’da büyük şeyler başarmakla kalmadığını; aynı zamanda kendi ülkesinde komünizmi yok ederek ona Batı Avrupa yolunu kapattığını ve bundan dolayı Almanya’nın haklı olarak Batı’nın Bolşevizm’e karşı kalesi olarak görülebileceğinden emindiler.” (Tarihi Çarpıtıcılar, İnter Yay. s.30) İngilizler Hitler’i kışkırtmakla da yetinmez, ona somut teklifte de bulunur, Fransa ve İngiltere’nin de Berlin Roma mihverine katılmasını önerir, Hitler ise; böyle bir anlaşma için “Versay Anlaşması’nın lekelerinin” silinmesini ister. Halifax bu isteği şöyle yanıtlıyor:
“İngilizler gerçekçi bir halktır… Versay diktesinin hatalarının düzeltilmesi gerektiğine emindirler. İngiltere geçmişte de nüfuzunu bu gerçekçi doğrultuda kullanmıştır, (age s.32) Aynı konuşma sırasında İngiliz Hükümeti’nin Hitler’in Danzig, Avusturya ve Çekoslovakya sorunlarında da Hitler’in iştahını kabartacak kadar tavizkar bir tutum takınır ve Halifax İngiliz Hükümeti’nin tutumunu şöyle açıklar:
“Diğer bütün sorunlar Avrupa düzenini de muhtemelen er ya da geç ortaya çıkacak değişiklikleri ilgilendiren sorunlar olarak nitelendirilebilir. Danzig, Avusturya ve Çekoslovakya, bu sorunlar arasındadır. İngiltere, yalnızca bu değişikliklerin barışçıl evrim yoluyla v gerçekleştirilmesine… ilgi duymaktadır.” (age, s.33) (abç) Almanya, komşularından Alman azınlığın oturduğu bölgelerin Almanya’ya ait olduğu gerekçesi arkasında komşu küçük devletleri yutmaya hazırlanırken, İngiltere Başbakanı Avusturya’ya Milletler Cemiyeti’nden gelecek koruma isteğine güvenilemeyeceğini söylüyordu:
“Kendimizi aldatmaya çalışmamalıyız, aynı şekilde, küçük ulusları, Milletler Cemiyeti tarafından saldırıya karşı korunacakları inancına ve buna denk düşen eylemlere, böyle bir şeyin beklenemeyeceğini bildiğimiz yerde, sürüklemeyelim.” (4) Bunun anlamı, Hitler ve diğer faşist ülkelerin önderlerine, “küçük ülkeleri ilhak edin, Milletler Cemiyeti ya da başka bir güç size engel olamaz” demektir.
Almanya’nın Çekoslovakya’yı işgalinden sonra bile İngilizler (ki bu Avrupa savaşının başlaması için ileri bir adımdı) Hitler’le işbirliği içindeydi.
Temmuz 1938’de Londra’daki Alman Büyükelçisi Dirksen Berlin’e, İngiliz politikası ile ilgili olarak şöyle bilgi veriyordu:
İngiltere, “Almanya ile uyuşmayı, en özsel program noktalarından biri yaptı; bundan dolayı, Almanya’yı, bir kabine oluşumu için söz konusu olabilecek İngiliz politikacılar kombinasyonu içinde gösterilebilecek en büyük anlayışla karşılamaktadır.”
“İngiliz Hükümeti özsel noktalarda, Almanya tarafından savunulan ilkelere yaklaştı: Sovyetler Birliği’nin, Avrupa’nın kaderinin tayin edilmesinden dıştalanması; Milletler Cemiyeti’nin aynı görevden dıştalanması; ikili görüşmelerin ve anlaşmaların amaca uygunluğu” (age. s. 37)
Alman Elçisi’nin de açıkça bildirdiği gibi savaşın hemen öncesinde Almanya ile İngiltere aramda büyük ölçüde bir uyum sağlandığı, Almanya’nın Avrupa’daki ilhak ve işgallerine Londra’nın yeşil ışık yaptığı açıkça belli olmaktadır.
İngiltere ve Fransa’nın Hitler’in Avrupa’daki ilhak politikalarına karşı (ki buna “karışmama politikası” adı veriliyor) Stalin şunları söylüyordu:
“Karışmama siyaseti… şöyle nitelendirilebilir: ‘Her ülke kendini saldırganlara karşı istediği ve savunabildiği gibi savunsun, bu bizi hiç ilgilendirmez; biz hem saldırganlarla, hem de onların kurbanları ile ticaret yapacağız. Oysa gerçeklikte, karışmama siyaseti, saldırıyı özendirme, savaşı zincirlerinden boşandırma ve dolayısıyla onu dünya savaşı haline dönüştürme anlamına gelir.” (age. s,28) Stalin, aynı zamanda “karışmazlık politikası” yandaşlarını çok tehlikeli bir oyun oynadıkları ve bu oyunun fiyasko ile biteceği konusunda uyarılar yaptı ama Hitler’i SB’ye yönelteceğini uman İngiliz ve Fransız hükümetleri “karışmazlık politikalarını” sürdürdüler.
1939’lara kadar olan dönemde İngiltere, Fransa ve ABD ödünler vererek Hitler’i SB’ne yöneltmeye çalıştılar. Bu bir yandan İngiltere, Fransa ve ABD’de emperyalist burjuvazi içinde Hitler’ci kesimlerin güç kazanmaya başlamasından ve ülke politikasını etkilemesinden olduğu kadar, bir yandan da bütün olarak emperyalist burjuvazinin çıkarlarının Almanya’nın SB’ne saldırmasında görülmesiydi. Nitekim bu durumu, henüz soğuk savaşın başlamadığı günlerde Batılı devlet adamları da itiraf ediyordu. Bunlardan birisi de anti-komünistliğinden revizyonistlerin bile kuşku duyamayacağı o dönemin ABD Dışişleri Bakanlığı temsilcisi Summer Welles, o günlere ilişkin şöyle yazıyordu:
“Savaş öncesi bu yıllarda, Batılı demokrasilerin yanı sıra Birleşik Devletlerin de mali ve ticari çevreleri, Hitler Almanya’sı ile Sovyetler Birliği arasındaki bir savaşın tümüyle kendi çıkarlarına hizmet edeceği düşüncesindeydiler. Onlar, Rusya’nın mutlaka yenileceğine ve böylece komünizmin yok edileceğine, Almanya’nın da, artık uzun yıllar dünyanın diğer bölümlerini ciddi olarak tehdit edemeyecek ölçüde zayıflayacağına inanıyorlardı. (Summer Welles, Jetz o der nie, Şimdi veya hiçbir zaman s. 294)
İngiltere’nin muhafazakâr ve anti-komünistliği tescilli başkanı Winston Churchill 2. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda şöyle diyordu:
“Tarihsel perspektiflerin ışığında İngiltere ve Fransa’nın Rusların önerilerini kabul etmek zorunda olduklarının aksi söylenemez.” (Winston Churchill, Der zweite welt krieg cilt. 1. s. 325) Daha savaş bitmeden ABD Başkanı olacak olan H. Trumann o zaman da ABD Senatosunun önde gelen üyelerinden biriydi ve Almanya’nın SB’ye saldırısının ertesi günü şöyle dedi:
“Almanya’nın kazandığını gördüğümüzde Sovyetler Birliği’ne; Sovyetlere Birliği’nin kazandığını gördüğümüzde Almanya’ya yardım etmeliyiz ki, bu şekilde birbirlerini mümkün olduğundan çok kırsınlar” (24.6.1941 tarihli “New York Times”)
Yukarıda, böyle bir yazı için sıkıcı olacak kadar alıntıdan ve kütüphaneler dolusu kitaplardaki (anı, biyografi, tarih vb.) pek çok belgeden de anlaşılacağı gibi Batılı emperyalistleri savaş başlayıncaya kadarki dönemde bütünüyle emperyalist çıkarlarına uygun olarak, Hitler’i SB’ye saldırtmak için kışkırtmışlardır. Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı gibi onlar, Hitler’den korktuklarından ya da halkların başına savaş belası açmaktan çekindikleri için değil, o anki çıkarları Hitler’i, kadim düşmanları SB’ye yöneltmek için o politikayı izlediler. Bir savaşın kaçınılmaz olduğunu onlar da biliyordu, ama bu savaş SB ile Almanya arasında çıkmalı, Almanya SB’yi yenmeli, komünizmi yeryüzünden silmeli bu arada kendisi de, savaştan yorgun düşeceğinden, İngiltere, Fransa ve ABD için rahat bir lokma olmalıydı. Bu yüzdendir ki; Batılı emperyalistler Hitler’i ilhak ve emperyalist amaçlarından caydırmaya asla yanaşmadılar. Sovyetler Birliği’nin Hitler saldırganlığını önleyebilecek somut öneri ve isteklerini ya reddettiler ya da savsakladılar.
1939 yılında Mart, Temmuz ve Ağustos aylarında SB’nin çabalarıyla, SB, İngiltere, Fransa arasında bir dizi görüşme oldu: SB; Romanya, Polonya, Battık ülkeleri gibi ilk hamlede Almanya’nın saldırı hedefi olacak ülkelere garanti verilmesini, her üç ülkenin belirlenmiş miktarda asker, tank, tep vereceği bir askeri güç oluşturulmasını istedi ve kendisi de bu kuvvete ne kadar asker ve araç vermeye hazır olduğunu bildirdi. Ama emperyalistler 20 Eylül 1938’de Hitler’le imzaladıkları Münih Anlaşmasına sadık kaldılar ve SB ile bir ortaklık paktından şiddetle kaçındılar. Emperyalistler bir yandan SB’ni oyalayarak onun kendince önlemler almasını engellerken kendilerini bir taahhüt altına sokmamaya da özen gösteriyorlardı. Nitekim 1930’lu yıllardaki Fransa’nın Konsey Başkanı Paul Reynaud 14 Mayıs 1947 tarihli France-soir gazetesine verdiği demeçte: “Sovyetlerle işbirliği için yollar Sovyetler tarafından tıkanmadı. Aksine onlar bize önerdiler. Ancak biz reddettik.” diyordu. Batılı demokratik çevreler de emperyalist ülkelerin çevirdiği dolapların farkındaydı. Bu çevrelerin önde gelenlerinden Sayers ve Kahn ABD’de yayınlanan “Büyük komplo”, Sovyet Rusya’ya karşı Gizli Savaş adlı yapıtlarında, Münih Paktı için şöyle yazıyorlardı.
“Nazi Almanya’sının faşist İtalya’nın, İngiltere ve Fransa’nın Hükümetleri Münih Paktını; dünya gericiliğinin 1918’den bu yana rüyasını gördüğü Sovyet düşmanı ‘kutsal ittifak’ı imzaladılar. Pakt Rusya’yı müttefiksiz bıraktı. Fransız-Sovyet Paktı, Avrupa’daki kolektif güvenliğin köşe direği, mezara gömüldü. Çek Sudet bölgesi, Nazi Almanya’sının bir parçası haline geldi. Wehrmacht’ için. Doğu kapıları ardına kadar açıldı.” (Tarih Çarpıtıcıları, s.41) Hitler faşizmini emperyalist Batılı ülkelerce SB’ye saldırtmak için kışkırtıldığı gerçeğinin anlaşılması için yukarıdaki belge ve bilgilere bile ihtiyaç yoktur. Çünkü Hitler faşizminin ilhak ve işgal politikası Aman-Sovyet Saldırmazlık Politikayla ortaya çıkmadı. Tersine onlar Batılı emperyalistlerin göz yummasıyla 1931’den itibaren tek taraflı bir savaşı zaten yürütüyorlardı. Bu durumda SB için bir tek yol kalıyordu; kaçınılmaz bir Alman-Sovyet savaşını geciktirmek; Alman faşizmini mezara gömebilmek için zaman kazanmak.
“Saldırmazlık Paktıyla” kazanılan zaman SB’ne Batı’da Almanlara karşı bir savunma kuşağı oluşturmasına askeri bakımdan daha iyi hazırlanmasına olanak tanıdı. Bu yüzdendir ki; birkaç haftada Moskova’ya varacağını sanan Alman kuvvetleri her çukurda, her tümsekte, her ev ve çiftlikte canla başla direnen, “genç tezgâhları geriye, genç işçileri ileriye” gönderen bir halk; her mevzide kanının son damlasına kadar savaşan bir Kızılordu ile karşılaştılar. Oysa Batılı Emperyalistler, SB’nin iç karışıklıklar içinde çırpındığını ekonominin çöktüğünü, bütün halkın Alman saldırılarıyla birlikte Almanlara katılacağını propaganda ederek Almanları kolay bir zafere inandırmıştı. Ama hiç de öyle olmadı. Öyle olmamasında da; Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın çok büyük önemi vardı.
“Gizli Protokol” ya da “Sovyet İlhakçılığı” iftirası
Son birkaç aydır sürdürülen anti-Stalinist kampanyanın malzemesinin yukarıda sözünü ettiğimiz “Gizli Protokol” iddiası olduğunu söylemiştik. Bu iddiaya göre; Almanya ve Sovyetler Birliği, bir “gizli protokol” yaparak, Doğu Avrupa ve Ballık ülkelerini aralarında nüfuz alanlarına bölmüşler! İddianın saçmalığını görebilmek için gelişmelere kısaca göz atmak yeterli olacaktır:
“Münih Anlaşması”ndan güç alan Almanya 1939 yılında Doğu Avrupa’da ilerliyordu. Çekoslovakya’nın Südetler bölgesini İngiliz ve Fransızların göz yummasıyla kolayca elde eden Almanya, 15 Mart 1939’da Prag’a yürüyerek bütün Çekoslovakya’yı işgal etti. Artık Hitler’in amacının besbelli Polonya olduğu koşullarda, Polonya Hükümeti Sovyetlerin tüm işbirliği önerilerini reddetti. Sovyet yönetiminin, Almanya ite savaş için, Sovyet ordularının Polonya’nın batı sınırına geçiş izni verip vermeyeceği sorusuna, Polonya Hükümeti; “Almanlarla özgürlüğümüzü kaybetme riskine gireriz. Ruslarla maneviyatımızı yitiririz” diye yanıt vererek, Sovyetlerle işbirliğini reddetti.
Alman Orduları 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırdı, 13 Eylül’de de Polonya hükümeti Londra’ya kaçtı. Polonya hükümetinin kaçışından 4 gün sonra, 17 Eylül’de Sovyet birlikleri Batı Ukrayna ve Belarusya’ya girdiler.
Bugün, Sovyet ordusunun bu hareketini işgalcilik, emperyalist amaçlarla yapılan bir saldırı, Hitler’le yapılan anlaşmanın sonucu girişilen bir ilhak hareketi olarak niteleyen emperyalistler o gün hiç de böyle demiyordu: Winston Churchill, 1 Ekim’de yaptığı radyo konuşmasında; “Sovyetler, Nazileri, Doğu Polonya’da durdurdular; tek dileğim, bunu bizim müttefikimiz olarak yapmış olmalarıdır “diyordu. Bernard Shaw, London Times’da “Hitler’i ilk kez gerileten Stalin oldu; bravo” diye yazıyordu. Hitler’i Sovyetlere karşı kışkırtma kampanyasının lideri, İngiliz Başbakanı Chamberlain bile, Avam Kamarası’nda, 26 Ekim’de asık bir yüzle şunları söylemek zorunda kalıyordu: “Kızıl Ordu’nun, Almanya’ya karşı korunması için Polonya’nın bir kısmını işgal etmesi gerekliydi.” O sırada Romanya yoluyla kaçmakta olan Polonya Hükümeti, bir hafta sonra Londra’ya ulaştı. Sovyetlere karşı düşmanca bir tutum içinde olan bu sürgün hükümeti bile hiçbir zaman Sovyetleri işgalcilikle suçlamadı.
Bölge halkı da Sovyet birliklerini bir kurtarıcı olarak karşıladı. O tarihte ABD’nin Polonya Büyükelçisi Biddle de bunu doğrular ve hükümetine gönderdiği mesajda; “halkın Rusları inzibat ve güveni sağlayıcı bir güç” olarak gördüğünü yazar.
Alman ve Sovyet birliklerinin Polonya’da karşı karşıya gelmesinden sonra sınırın belirlenmesi görüşmeleri de önceden bir taksim anlaşmasının, bugünkü iftiracı emperyalist ve revizyonistlerin söyleyişiyle, bir “gizli protokol”ün olmadığını göstermektedir. Her şeyden önce; Almanlar ile Sovyetler arasındaki sınır, 28 Eylül’de kesinleşinceye kadar üç kez değişmiştir. Öte yandan her iki ordu da harekât sırasında, kendi güvenliklerini sağlayacak en geniş alanları ele geçirmek için saldırıyı büyük bir hızla sürdürmüştür. Dahası; daha sonra, Sovyetlere saldırıdan hemen önce Hitler’in de açıkça itiraf edeceği gibi, Hitler’in Polonya saldırısı, sadece bir başlangıçtı ve amacı bu saldırıyı Balkanlar ve Baltık üzerine genişletmekti/Sovyetlerin, Polonya’nın doğusunu ele geçinmeleri, Hitler’in bu harekatını geciktirdi. Nitekim Hitler’i bekleyen Romanya’daki Hitler’ci “Demir Muhafızlar”, Romanya’da büyük bir ayaklanma düzenlediler; Başbakan Calinescu öldürüldü. Ama nehrin karşı kıyısındaki askerlerin Almanlar değil de Ruslar olduğunu anladıklarında, faşistler ayaklanmadan vazgeçmek zorunda kaldılar. Bu da; Romanya’daki Hitler’cilerin (Romanya faşistlerinin Almanya’dan ve stratejisinden bağımsız bir ayaklanma düzenleyemeyeceği düşünülürse) ayaklanmanın hemen ertesinde Alman işgalci birliklerini beklediği anlamına gelir Eğer, “gizli protokol”de Doğu Polonya Sovyet nüfuz bölgesi ise; Romen faşistleri bir ayaklanmaya nasıl kalkışabilirdi?
Ayrıca, 28 Eylül tarihti sayısında New York Times, Londra’nın görüşünü “Sovyet harekâtının, Hitler’in Romanya üstündeki planlarını bozduğu” biçiminde olduğunu duyuruyordu. Aynı gün AP ajansı da, Doğu Avrupa kaynaklı haberinde, “Ruslara karşı duyulan saygı büyük ölçüde arttı; köylüler sınır boyunca muhakkak ki Rusları Almanlara yeğ tutuyorlar” diye bildiriyordu.
Bütün bu veriler de göstermektedir ki; Sovyetlerin Polonya harekâtı, bir “Gizli Protokol”e değil, daha sonraki yıllarda Batılı politikacı ve savaş uzmanlarının da kabul edeceği gibi; tamamen, Hitler Almanyası ile olması kaçınılmaz büyük bir savaş için stratejik konumunu güçlendirmeye yönelik girişimlerdir. Bunu, Hîtler de bildiğinden, Sovyetlere savaş ilan ettiğinde; Sovyetler Birliği’nin Almanya’ya karşı düşmanca hareketlerini sayarken, Sovyetler Birliği’nin Polonya, Finlandiya ve Baltık ülkelerinde konumunu güçlendirmeye yönelik girişimlerini de saymıştır. Eğer bu bölgedeki Sovyet harekâtı bir “Gizli Protokol” la anlaşmaya bağlanmış bir girişim olsaydı, her halde Hitler, bu girişimleri bir savaş nedeni, Sovyetler Birliği’nin Almanya’ya karşı düşmanca girişimlerin bir örneği olarak göstermezdi.
Bir Sovyet-İngiliz-Fransız paktının olanaksızlığı ve İngiliz-Fransız politikasının “Münih Anlaşması” çerçevesinde, Almanya’nın Doğu’ya yöneltilmesi olduğunun iyice açığa çıkmasından sonra, Sovyet politikasının esası Baltık’tan Karadeniz’e uzanan bir güvenlik halkasının oluşturulması, bir Alman saldırısının bu hat üzerinde karşılanması biçiminde olmuştur. Doğu Polonya’dan sonra halka Kuzey’e ve Güney’e doğru tamamlanmıştır.
Baltık ülkeleri, Litvanya, Letonya ve Estonya ile olan anlaşmalar da bu çerçevede ele alınmıştır. Sovyetler Birliği, bu güvenlik halkasını oluşturan, söz konusu devletleri tehlikenin nerden geldiğine ikna ederek onlarla savunma işbirliği anlaşmaları imzalamıştır. Sovyetler Birliği ile Baltık ülkeleri arasındaki anlaşmalar 10 Ekim 1939’a kadar tamamlanmış, böylece SB ilk kez Baltık’ta, birbiriyle bağlantı içinde deniz üslerine sahip olmuştur. Hemen arkasından da bu ülkelerdeki 500 bin Alman’ın sürgün edilmesi gerçekleşti. Bu Almanlar, yıllardan beri Baltık ülkelerinde karşı-devrimci faaliyeti örgütleyen; yukarı sınıflardan, tüccar, toprak sahibi baron, tefeci, banker vb. unsurlardı ve Hitler’in beşinci kolu olarak faaliyet gösteriyorlardı. Hitler, daha sonra, Sovyetlere savaş ilan ettiğinde Sovyetlerin bu hareketine çok öfkelendiğini söyleyecektir ki; bu da, Battıktaki Sovyet harekâtının Hitler’le yapılan “gizli protokol”e bağlı olmadığının bir başka kanıtıdır.
Hitler’in, Batı’da, Fransa ve Belçika’nın işini bitirdikten sonra tekrardan Doğu>a yöneldiği görülüyor: Amaç, Baltık ve Balkanlarda sağlam dayanaklar kazanmaktı. Sovyetlere üs veren üç küçük Baltık ülkesinde ise; hükümet ve devletin üs kademesindeki Alman yanlıları, Hitlerin Baltık’a müdahalesini kışkırtıyorlardı. Bu yüzden üç Baltık Ülkesi tam bir kargaşa içindeydi. Avrupa’daki gelişmeler nedeniyle, SB, bu ülkelerde büyük birlikler üstlendirmek istediğini bildirdi ve 15 Haziran 1940’ta, oldukça büyük sayıda Sovyet Birliği bu ülkelerdeki üslere yerleşti. Hitler yanlısı yüksek memurlar kaçtılar, (Alman yanlılarının kaçmaları da “Gizli Protokol”e dahil miydi yoksa!) ilericilerin ülke yönetimlerindeki ağırlıkları arttı. Burada sözü, o sırada Litvanya’da olan, uzun süre SB’de yaşayan Amerikalı gazeteci Anna Strong’a bırakalım. Strong gördüklerini şöyle anlatıyor:
“Berlin’den Moskova’ya geçiyordum, Litvanya’da olanları öğrenince kaldım… Şaşırtıcı manzaralara tanık oldum. Alman yanlısı cumhurbaşkanı kaçınca… Siyasi mahkûmlar serbest bırakıldılar, sendikalar özgürce örgütlenmeye başladılar. Bütün sivil örgütler yeniden canlandı. Başkent Kaunas’ın sokaklarında gece gündüz şarkı sesleri kesilmedi. Bir “hak hükümeti” için yeni seçimler yapıldı. Seçime katılma oranı çok yüksekti. Yeni meclis toplandı ve Litvanya’yı Sovyet Cumhuriyeti olarak ilan etti SB’ye katılma isteğini de bildirdi” (Anna Strong. Stalin Dönemi, Onur Yay. s. 131-132)
Gerek Strong’un anlattıkları, gerekse tarih, Baltık ülkelerinin tamamen kendi halklarının özgür iradeleri ile seçilmiş temsilcilerin verdiği kararlar doğrultusunda SB’ye katıldığını gösteriyor. Bugün, bu Battık ülkelerindeki revizyonist yöneticilerin, SB’ye Kızıl Ordu’nun zoruyla katıldıkları iddiası gülünçtür. Onlar bununla, kendi şovenizmlerine gizlemeye çalışırken anti-Stalinizim kampanyasına katılarak da sosyalizm dışına çıkışlarına gerekçe uydurmaya çalışıyorlar.
Hitler Almanya’sına karşı oluşturulmaya çalışılan kuşağın en Kuzeyi Finlandiya idi ve Finlandiya, bağımsızlığını Ekim Devrimi’ne borçlu bir ülke olmasına karşın, Baltık ülkeleri içinde SB’ne karşı düşmanca emeller besleyen bir ülkeydi. 1930’ların son yıllarında İse; Fin askeri makamları içinde SB’ne saldırı için Almanlarla işbirliği eğilimi hayli taraftar toplamıştı. Dahası, İngilizlerin yardımıyla yapılan ünlü “Mennerheim Hattı” Leningrad’ın sadece 32 kilometre uzağındaydı. Alman işbirliği ile kurulan Fin askeri hava alanları ise; Finlandiya’nın 150 uçağı olmasına karşın (herhalde başka amaçlar için gerekli olur diyet) 2000 uçağa hizmet verecek biçimde yapılmıştı. Sovyetler ise; Finlandiya’ya dostça yaklaştı. Sovyetler, Finlandiya’yı ikna etmek için; İngiliz-Alman savaşı yüzünden kapanan Baltık yolu nedeniyle, mahvolan Finlandiya ekonomisinin düzelmesi için Leningrad-Murmansk Demiryolu’nu kullanmayı ve sınırı daha kuzeye çekerek kaybedeceği toprağın iki misli genişlikte toprak vermeyi önererek, Finlandiya’yı bir uzlaştırmaya yaklaştırmaya çalıştı. Finlandiya, bu teklifler karşısında olumlu bir tutum aldı ve bir anlaşmaya yaklaşıldığı sırada Finli görüşmeciler, görüşmeleri yarıda keserek ülkelerine döndüler. Bunda, Amerikalıların ve İngilizlerin parmağı olduğu besbelliydi. Çünkü Sovyet güvenlik çemberinin güçlenmesi demek Hitlerin Doğu*ya yönelişini caydırıcıydı ve bu da Batılı emperyalistlerin planlarına ters düşüyordu. Nitekim görüşmelerin kesilmesinin ertesi günü New York Times Washington’dan görüşmelerin kesilmesinde, ABD’nin Finlandiya’ya “ödünç para vereceği” vaadinin rol oynadığı haberini verdi.
Sovyetlerle Finlandiya’nın arası gerginleşmişti; Fin sınır birliklerinin Sovyetlere topçu ateşi açması ye Kızıl Ordu askerlerinin ölmesi sonucu Sovyetler Finlandiya’yı protesto etti. Finlandiya bu protestoya aldırmayınca Kızıl Ordu birlikleri Finlandiya’ya girdi. Finlandiya SB’ye savaş ilan etti ve dış yardım istedi İngilizler ve Fransızlar 150 bin kişilik bir orduyla Finlandiya’ya yardıma koşmak istediyse de onlar aralarında anlaşıncaya kadar Finlandiya teslim oldu. Ama Sovyetler, ne tazminat istedi ne de yeni koşular öne sürdü. Üstelik zor durumda olan Finlandiya’ya yiyecek yardımı yaptı.
Molotov Yüksek Sovyet’in 29 Mart 1940 tarihli oturumunda Sovyet tutumunu şöyle açıklar:
“Fin ordusunu yenilgiye uğratan ve tüm Finlandiya’yı işgal etme tam olanağına sahip olduğu halde bunu yapmayan Sovyetler Birliği başka bir gücün mutlaka yapacağı gibi savaş giderleri için hiçbir tazminat talep etmedi, tersine taleplerini minimum düzeyde sınırladı…”
“Leningrad’ın, Murmansk şehrinin ve Murmansk demiryolunun güvenliğinin güvence altına alınması dışında, barıs anlaşmasına başka bir hedef koymadık.” (Tarih Çarpıtıcıları, s. 67) Nitekim Moskova’daki İngiliz Büyükelçisi Sir Stafford Cripps, kendi emperyalist mantığından Sovyet tutumunu safça bulur; “Ruslar ellerine fırsat geçmişken deha fazlasını almadıklarına bir gün pişman olacaklardır” der.
Günümüz revizyonistleri de aynı emperyalist mantığa sahip olduklarından, ama bugün konumları elvermediği için; tersten, aynı mantıkla, Sovyetlerin Finlandiya’ya karşı savaşını emperyalist amaçlara bağlıyorlar. Çünkü onlara göre bu tür çıkarlar dışında bir savaş yoktur. Hele amaç da Stalin’i karalamak varsa, burjuva hümanizmi ve “savaş karşıtlığında” sınır tanımıyorlar. Ama o sıralarda Donanma Başkanı olan W. Churchill bile Sovyetlerin amacını anlıyor, Hitler’in planlarını bozmak için bu önlemleri askeri açıdan zorunlu görüyordu:
“Sovyet ordularının bu hatta durması, Alman tehlikesi karşısında Rusya’nın güvenliği için mutlak zorunludur. Her halükarda mevzilere yerleşilmiş ve Nazi Almanya’sının saldırmağa cesaret edemediği Doğu Cephesi yaratılmıştır. Bay Von Ribbenrop geçen hafta Moskova’ya çağrıldığında, bu; gerçeği öğrenmesi ve Nazilerin Baltık devletlerine ve Ukrayna’ya saldırma niyetlerine bir son vermeleri gerektiği konusunda bilgi sahibi olması için yapılmıştır.” (Tarih Çarpıtıcıları, s.66) Nihayet, 1989 Kasım ayı sonunda, Romanya halkının dikkatlerini sınır sorunlarına çevirerek iç sorunların üstünü örtmek isteyen Çavuşesku’nun; Basarabya’nın Romanya’dan zorla alındığını ve geri verilmesinin gerektiğini söylemesiyle, Basarabya sorunu da tartışma içine çekilmiş oldu. Bu yüzden burada kısaca da olsa Basarabya ile ilgili tarihi verilere değineceğiz.
Basarabya, 1918 yılında, genç Sovyetler Birliği’nin içinde bulunduğu güçlüklerden yararlanan Romanya tarafından işgal edilmiş bir bölgeydi. Sovyetler Birliği, bu ilhak eylemini hiçbir zaman tanımamıştı, ama bunun için Romanya ile savaşmak da istememişti, öte yandan Basarabya halkının büyük çoğunluğu Romen değildi ve onlar da her fırsatta Romen hükümetine başkaldırıyorlardı Nitekim 1940’tan önceki son altı yıl içinde tam 153 kez ayaklanmışlardı. Ama bütün bunlardan daha önemlisi, Basarabya’nın Hitler’e karşı oluşturulacak güvenlik kuşağını Karadeniz’e bağlayan halka olmasıydı. Sovyetler isteklerini bildirince, Romen Hükümeti direnme göstermeden Basarabya’yı SB’ye terk etti. Böylece, Sovyet gemileri Tuna’da yüzme olanağına kavuşurken Sovyetler Birliği Güney’den sürpriz saldırılara karşı Tuna engelini kullanabilecek bir konuma geldi.
Kendi başına Basarabya önemsiz bir bölge gibi gözükebilir; ama Hitler’e göre SB’nin Basarabya’yı ele geçirmesi Almanya’nın İngiltere’yi işgalini engelleyen bir harekât olmuştur. Doğu Cephesinde sürekli yapılan tahkimat ve Sovyetlerin toprak kazanımı, Hitler’in yeniden Doğuya dönmesini zorunlu kılmıştır. Hitler, Sovyetler Birliğine savaş ilan ederken şöyle diyordu:
“Erlerimiz 5 Mayıs 1940’tan beri Batı’da, Fransız-İngiliz gücünü kırarken, Rusya’nın askeri yayılması gitgide tehdit edici olmaya devam etti… Bu nedenle 1940 Ağustos’unda, bizim doğu eyaletlerimizin korumasız kalmasına artık izin vermemeyi Reich’ın çıkarına olduğunu düşündüm. Doğuda böylesi güçlü kuvvetli başlayan ve Batıda savaşın radikal sonuçlanmasına izin vermeyen İngiliz-Sovyet işbirliği böyle başladı ve Alman Yüksek Komutanlığı bu duruma artık razı olmazdı.” (Aktaran, A. Strong, Stalin Dönemi, s. 130) Hitler’in bu sözlerinden de anlaşılacağı gibi Sovyetler Birliği’nin Baltık ve Doğu Avrupa’daki politikası bir “gizli protokol”e bağlanmış olamaz. Eğer öyle olsaydı, Hitler’in Doğu Avrupa ve Baltık ülkeleri üstünde SB’nin “nüfuz sahibi” olmasından rahatsız olmaması gerekirdi. Ama tersine; Hitler, bu bölgede Sovyet etkinliğinin kırılması için savaşın yönünü değiştiriyor, baş düşman ilan ettiği İngiltere’nin işgalini bile Sovyetler Birliği’nin dize getirilmesinden sonraya erteliyor.

***
Yukarıdan beri söylenenler ve öne sürülen kanıtlarla birlikte, “Sovyet Alman Saldırmazlık Anlaşması”nın üstünden geçen yarım yüzyıl içinde, emperyalistlerin, sözü edilen “gizli protokolü” bunca anti-Stalinist kampanya içinde, şimdiye kadar açıklamamış olmaları düşündürücüdür. Baltık ülkeleri, Polonya, Romanya gibi ülkelerin revizyonistlerinin aradan geçen 40 yılı aşkın süre içinde, ülkelerinin zorla SB’ye katıldıklarını, ya da bazı topraklarının SB tarafından ilhak edildiğini söylememiş olmaları da emperyalistlerin “Gizli Protokol”ü saklamaları kadar düşündürücüdür. Ama Baltık ülkeleri ve Doğu Avrupa ülkelerindeki milliyetçi başkaldırılarla “Gizli Protokol” yalanının piyasaya sürülmesinin zamandaşlığı öncekilerden daha da düşündürücüdür. Ama sadece gerçeği arayanlar için… Yoksa emperyalistler ve revizyonistler, sahte belgeler imal ettiklerini, ihtiyaçları olduğunda eskiden de bu yol kullandıklarından zaten biliniyorlar.
Batılı emperyalistler daha 2. Dünya Savaşı bitmeden bile “yanlış düşmanla” savaştıklarını düşünüyorlardı. Kimi militarist çevreler daha da ileri giderek, savaş bitmeden, Sovyetlere yönelik olarak savaşın sürdürülmesini isteyecek kadar ileri gidiyorlardı. Ama, Stalin’in Avrupa halkları gözünde kazandığı prestij, Kızıl Ordu’nun Alman Orduları karşısında gösterdiği ve hiçbir kapitalist ülke ordusunun gösteremeyeceği direngenlik ve savaş yeteneği emperyalistleri hemen bir savaştan caydırdıysa da; onlar, Stalin’e ve onun şahsında sosyalizme karşı mücadeleyi “soğuk savaş” biçiminde sürdürdüler. Sovyetler Birliği”nin savaştan önce ve savaşta izlediği politikaların zaferini asla hazmedemediler, bu yüzdende o politikaları halkların gözünden düşürecek karalama kampanyaları yürüttüler. Bugün Alman-Sovyet Paktının Ek Protokol’ü olduğu ve bu “protokol”le Hitler ile Stalin’in bir harita üstünde nüfuz bölgeleri ayırdıkları yolundaki yalanlar da bu eski iftira kampanyasının sürmesinden başka bir şey değildir.
Ama ne tür “belgeler” uydururlarsa uydursunlar, Sovyetler Birliği’nin; izlediği politikalarla, faşist kampın ve Batılı emperyalist ülkelerin sosyalizmi yok etme ve sosyalizmin ana yurdunu yıkma planlarını boşa çıkardığını, faşizmi yenilgiye uğratarak Avrupa halklarını faşizmin boyunduruğundan kurtardığını hiçbir sağduyulu demokrat görmezden gelemeyecektir. Çünkü: Hitler’in yenilgisini hazırlayan, Doğu Avrupa’da sosyalizmin kuruluşuna giden yolu açan (revizyonistler buralarda kapitalizmi yeniden kurmuş olsalar bile) bugün emperyalistlerin ve revizyonistlerin karalamaya çatıştıkları politikalardır. Ne sahte belgeler, ne revizyonistlerin tanıklıkları ve tarihi yeniden yazma çabaları, bu gerçeği değiştiremez.

Aralık 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑