İnsanı ve Yaşamı Savunan Edebiyatta Eylüllere Yer Yok.

Yaşamın her alanında olduğu gibi sanat-edebiyat çevrelerinde de tüm olumluluklar-olumsuzluklar Eylül’le birlikte sorgulanır, hatta belirlenir oldu. Böylesi bir yaklaşımda, Eylül’ün ülke içinde ve dışında, tarihsel işlevinin payı azımsanamaz.
Eylül sonrası talan olan soy-değerlerin ve düşünen -direnen insan erozyonunun küçümsenemeyecek boyutlarda olması, Eylül’e ilişkin yaşamın sorgulanması yaklaşımlarında, farkında olmadan Eylül’ün sonuçlarını onaylamaya götürdü insanları. Milat başlangıcı gibi alınan Eylül tarihi, sanki dokunulmazlığı olan kanıksanmış bir tarihe dönüştü. Bu da Eylül’ün saldırısının kitleselliği ve kitleler üzerindeki depolitizasyonun geçici olsa da başarılı olduğunun somut göstergesi. Eylül sonuçları, çıkarılması gereken dersler açısından elbette ki düşündürücüdür; düşünen başlar, yarının soylu dünyası adına çarpan yürekler için. Ama Eylül sonuçlan itibariyle asla kanıksanmayacak, olumlanmayacaktır.
Eylül’ün bağladığı sanılan diller, dumura uğrattığı düşünüler, beyinler çölleştirmeye çalıştığı yürekler, devlet terörüyle sindirilen yığınlar; başta üretim alanlarında, okullarda, sanat-edebiyatta yılların acısını çıkarırcasına taze ışkınlarını vermeye başladı bile Eylül’ün yığınsal saldırısının ardından bugün, faturanın, devrimciler-demokratlar ve halka ağır ödetilmesinin kaçınılmaz sonucudur, yaşamın her alanında hissedilen, görülen başkaldırı. Başka ne olabilirdi; Açlık diz-boyu. Cezaevlerinden en ücra köşedeki köylere kadar devlet terörü değişik adlar alarak insanların ensesinde. İçerde ya da dışarıda insan onurunun ve hayatının en ucuz olduğu bu ülkede, işsizler ordusuna, büyük vaatlerle davet edilen soydaşlar da katıldı. Ekonomi soluksuz. Egemenlerin Eylül bayrağı ANAP, egemenlerin tüm yamalarına rağmen görkemim yitirdi. Parlamenter muhalefet, ANAP’ın egemenlerin tüm yamalarına rağmen görkemini yitirdi. Parlamenter muhalefet, ANAP’ın yürütemediği gemiye kaptanlık için, hem egemenlere hem halka sırnaşıp duruyor. Yaşını doldurmamış bebelerden ömrünün son demindeki ihtiyarlara kadar her yaştan insanın, işkence tezgâhlarından nasibini aldığı; cezaevi ve cami yapımlarının, okul yapımların kat kat aştığı, fuhuşun, kumarın, intiharların, yok yok çürümenin kol gezdiği bir ülkede, bir şeylerin değişmesinden, insanların sanılarak kendine gelmesinden doğal ne olabilir?
Duyarlı-sorumlu insan benliğinin bentlerinde biriken acılar elbette dirence ve başkaldırıya dönüşecekti. Bilinçsiz davranış değil, bilinçli duygu olan sanat-edebiyat için de malzemeden yana bayii donanımlı ülkemizde alternatif ürünlerin semeresi alınmaya başlandı.
Özünde Eylül’le başlamayan ama Eylül’de üzerlerine düşen görevi “iyi bir biçimde” yerine getiren “sanat-edebiyat çevrelerinin” mutfaklarından yenilir aş gibi sunulan devlet edebiyatı, Eylül özgülünde Eylülist edebiyat diye anılmaya değer. Ama “Eylülist” edebiyat ile Eylül edebiyatını birbirinden ayırmak gerekir.
Eylül edebiyatım nitelik açısından ikiye ayırmak gerekir. Birincisi; Eylül’lere kan damarı olan, hem içerikte hem biçimde bayağılığın, alçaklığın, inkârın, pişmanlık yasasının “edebi” biçimi. Hiç de ihtiyaçları olmadığı halde Milan Kundera rehberliğindeki Eylülist edebiyat. İşlevi; Eylü1 ün kültürel alandaki eksiklerini gidermek.
İkincisi; Eylülü beyinleri ile yürekleri, tüm bedenleri ile hissetmekten de öte yasayanların yarattığı, direncin sesi, insanı ve hayatı savunanların savunacak olanların edebiyatı. Kaba estetikten, slogancılıktan arınmaya çalışan ama henüz devrimci estetikten yana da eksiklikler taşıyan başkaldırı özlü, Eylülist edebiyata tavır olarak gelişen edebiyat. Kimi aydınlarca “cezaevi edebiyatı” nitelemesiyle küçümser bir yaklaşımla söz edilen edebiyat birazda. Direniş edebiyatının en güzel ürünlerinin yapı taşlan olacak olan bu edebiyatın ürünlerinin genel olarak ya da sayıca ağırlıklı olarak cezaevlerinden çıkması ne tesadüftür, ne de şaşılacak küçümsenecek bir şeydir. Ne için kim için, nasıl bir edebiyat sorularına bir yanıyla iyi bir yanıttır cezaevi edebiyatı, kaldı ki inşam ve yasamı savunan edebiyat ürünleri cezaevleriyle sınırlıdır gibi sığ bir yaklaşım söz konusu da değildir. Ama eylül özgülünde özel bir yere ve öneme sahiptir cezaevleri taşıdığı ve yarattığı değerler açısından. Dün de bugün de edebiyatı, güzel bir dünya için yücelten ürünler, sahipleri ve okuyucu kitleleri Türkiye cezaevlerine çok şey borçlular.
Eylülist edebiyatı da kendi içinde aynı işlevi yüklenseler de, biçimsel olarak, iki kategoride ele almak mümkün.
Birincisi; insanın yücelişi olan sanat-edebiyatı, inşam ve yaşamı aşağılamaya, bayağılaştırmaya doğrudan alet eden Eylül’ün gayri-resmi devlet edebiyatını gönüllü temsil eden Ahmet Altan, Latife Tekin’in “ürünleri” Uluslararası karşı-devrimin son edebi temsilcisi Milan Kundera’nın kitapları da Eylülist edebiyatın uzun bir zaman başucu kitabı oldu. Kundera’nın edebiyat “dehasının” böylesine keşfedildiği başka talihsiz bir ülke hangi ülkedir diye düşünmeye değer.
Eylülist edebiyatın gerçekliği neydi?
Yarını hiç yok, dünü ile bugünü arasında kendini arayan kimliksiz, çözümsüz, yorgun, ruhsuz “devrimci karakterlerin” hayali “devrimci yaşam” biçimlerinde. Cinlerin, perilerin cirit attığı, yazarın, çocukluğundan belleğinde kalan metafizik demagojilerde. En bayağı erotizmle resmedilen “sevgilerde” kişiliksiz insan üreten hayali “örgüt yaşamlarında”, bir yığın yaşam dışı kurgu olay dizileriyle “işte görün devrimci-sosyalist olmaya özenenlerin sefaleti” bildirileri sunan ölüme hayranlıkta, yani “kahramanları” ölü bir gerçeklikten başka bir şey yoktur Eylülist edebiyatın gerçekliğinde. Yazarları yaşamayan ürünlerin yaşayan kahramanları olabilir mi?
Edebi yanıyla; bireycilik, karaktersizlik, kaba erotizm, biraz amuda kalkmış romantizm, edebiyat yoksulluğu… Sosyal-toplumsal yanıyla, panzerlere siren görevini üstlenen Eylülist edebiyatın edebiyatçılarının başka türlü “ürünler” verebilme şansları da yoktu herhalde. Ait oldukları dünyanın sesi olmak, özellikle kimi dönemlerde bazı sanatçılar için kaçınılmaz olur. Yazdıkları utanç belgeleriyle her daim hak ettikleri sıfatlarla anılmaya değerler Eylülist edebiyata doğrudan isim babası olanlar. Bu konu da Yalçın Küçük’ün Estetik Hesaplaşma ve Küfür Romanları adlı çalışmaları, zamanında gereğini yerine getiren ayrıntılı, özlü güzel bir çalışma. Bunun içinde gerek Gece Dersi gerekse, Var olmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Sudaki İz üzerine fazlaca bir şey söylemeye gerek yok. Yalnız; Eylülist edebiyatçıların “ürünlerini” beğenenlerin örneğin, Ahmet Altan’ın Sudaki İz’ini görebilen, Sudaki İz’in hayali “kahramanları” kadar, soysuz inanç dönekleri düzeyinde olduğu gerçeğini belirtmekte yarar var.
İkincisi; Eylülist edebiyatın dolaylı sesi olan anlayışları savunan edebiyatçılar ve ürünleri… Batıda ömrünü yıllarca önce tüketmiş olan bazı sanat edebiyat anlayışlarının, yeni keşfedilmişçesine, her bunalım döneminde olduğu gibi Eylül’le birlikte edebiyatta arz-ı endam ettirilmesi Eylülist edebiyata gıda yardımında bulunmakla kalmamış zaman zaman diğerinden daha zararlı olabilmiştir. Doğrudan Eylül’ün yanında yer alan birinci türdeki Eylülist edebiyatın kimliği çok net, etkisi kültürel anlamda daha vurucu ama kimliğinin netliğinden dolayı da kitleler üzerindeki gücü ve etkisi daha kısa.
“Yeni”lik adına sunulan sembolizm, gerçeküstücülük, yapısalcılık (estetik planda esas olarak) gibi anlayışlar beraberlerinde “seçkinciliği”, “bunalıma ek bunalımı”, bireyciliğin katıksızını ve yabancılaşmayı beraberinde taşıdı. Her biri bu anlayışların vazgeçilmez öğeleri. Bu anlayışlar Batı’da en son II. Dünya Savaşı’nın yarattığı bunalımlı yıllarda yaygınlaştı. Sözde hümanizm, özünden soyut özgürlük, sanatın ve sanatçının bağımsızlığı tarafsızlığı adına hem faşizmi hem komünizmi lanetleyen edebi bildiri ve makalelerle, bir türlü yerini belirleyemeyen küçük burjuva sanatçıların, krizlerini aşmaya yönelik sözde, “sınıflar üstü” bir edebiyat için çıkıştan ve doğası gereği de iflas eden bu anlayışlara “hem komünizme hem faşizme karşı” kolları sıvayan Eylül, kapıları ardına kadar açmıştı. Bu hastalıklı anlayışlar Eylülist edebiyatta daha geniş bir taban buldu kendine. Eylül gençliği edebi gıdasını daha çok da bu akımlardan aldı. Yalnız Eylül gençliği değil elbette. Sözde ilerici geçinen yazar-çizerler seçkinciliği, örtülü imgelerle gizemciliği, topluma ve kendine yabancı bir dil kurgusuyla sanat adına anlaşılmadığı biçim edindiler, İşi daha da ileri götürerek, popülizme taviz vermeme adına, gerçek sanat eserinin bir yüzyıl sonra anlaşılabildiğinde ancak gerçek bir sanat eseri olabileceğini iddia edebiliyorlar. Çernişevski’ye özeniyor olmalılar ama Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı’sı yazdığı yaşadığı çağda anlaşılmaz olsaydı, Rusya Halkları gelecek güzel dünyalarını Nasıl Yapmalı’da nasıl görebilirlerdi…
Aslında, topluma, kendilerine bile yabana olan, yaşamdan ve üretimden köpük yaşam biçimlerine bir de edebi soluksuzlukları, melankolik bireycilikleri eklenince, eskimiş edebi kuram ve biçimleri harmanlayıp harmanlayıp “yenilik” adına sunmaları da bu kesim sanatçıların alınyazısı.
Sanat, işlevi gereği içinden çıktığı toplumun devamıdır.
“Burjuva toplumda ilişkiler, insan arasındaki ilişki biçimi olarak reddedilip insan ve şey arasındaki ilişki, mülkiyet ilişkisi biçimini almıştır, bu ilişki de hükmedici okluğu için insanın özgürleştiğine inandır. Ancak bu bir yanılsamadır. Mülkiyet ilişkisi, günümüzde bilinçsiz ve anarşik olduğu halde, hâlâ insanla insan arasında, özellikle sömürenlerle sömürülenler arasında olan ilişkiler için bir kılıftır.
İşte, burjuva kültüründeki sanatçıdan da aynı şeyi yapman beklenilir. Sanat eserine bitmiş bir mal, sanat sürecine de kendisi ile pazarda kaybolacak olan eseri arasındaki bir ilişki olarak bakması istenir. Sanat eseri ile aha arasındaki bir sonraki ilişkiyle ise yakından ilgilenmez. Burjuva toplumunun tüm baskısı sanat eserini temel görüp onunla ilişkisini pazar İçin üreten üretici düzeyinde alması doğrultusundadır.
Bu iki sonuç doğurabilir:
1- Yaşamını bu somut, temel varlığının mülkiyet hakkını-telif hakkı, resim, heykel satarak kazanmak zorunda olması sanatçıyı, bir sanatçı olarak eserini pazarın koşullarında bu mülkiyet hakkı için en yüksek geliri getirecek bir şey olarak görmeye sürükleyebilir. Bu ya sanatın ticarileşmesine ya da kabalaşmasına yol acar.
2- Sanat aslında hiçbir durumda bir şey’le ilişki değil, insanlar arasındaki sanatçıyla izleyici arasındaki ilişkidir, sanat süreci ise, işlemin bir parçası olarak kavranılması gereken bir makineye benzer. Sanatın ticarileşmesi belki dürüst sanatçıyı isyan ettirebilir, ama ne yazık ki isyanı burjuva kültürünün sınırları içinde kalır. Pazarı tamamen unutup sanat eseriyle ilişkisinde yoğunlaşmaya yeltenir, o zamansa sanat eseri kendi içinde varlık olarak daha da temelleşir. Artık sanat eseri pazar bile unutularak tümüyle kendi varlık olmuş, sanat süreci ise son derece bireysel bir ilişki haline gelmiştir. Sanat biçiminde bulunan toplumsal değerler, örneğin; söz dizimi, gelenekler, kurallar, teknik, biçim kabullenilmiş ses dizileri, artık önemlerini yitirirler. Çünkü sanat giderek daha çok yalnızca birey için var olmaktadır. Sanat eseri zorunlu olarak eski bilinçli formülasyonlarla -“Sanatın biçimi”- bilinçli kılınan yeni bireysel deneyim, sanatın “içeriği” ya da sanatçının “bildirisi” arasındaki gerilimin bir ürünüdür. Bu sentez, yaratma eyleminin en zor görevidir. Oysa sanat eseri bir erek olarak temel alınınca giderek eski bilinçli formülasyonların önemi azalır ve bireysel deneyim giderek önem kazanır. Sonuç sanat Dada’cılık, gerçeküstücülük ve Steincılık’da görüldüğü gibi giderek daha biçimden uzak, kişisel ve bireye özgü olur. Burjuva sanatı, böylece burjuva kültürünün aynı özelliğinden kaynaklanan iki kuvvetin gerilimi altında çözülür. Bir yanda pazar için üretim yüzünden kabalaşma ve ticari]eşme vardır, öte yandaysa sanat işleminin ereği olarak sanat eserinin temelleştirilmesi ve eserle birey arasındaki ilişkinin yüceltilmesi yer alır. Bu zorunlu olarak söz konusu edilen sanatı toplumsal bir ilişki yapan toplumsal değerlerin yok olmasına, böylece sanat eserinin sanat eseri olmaktan çakıp yalnızca özel fantazya olmasına yol açar.
Ne denli güzel olursa olsun bireysel fantazya ya da hayal sanat değildir. Ne de güzel bir gün batımı. Her ikisi de yalnızca sanatın hammaddesidir”

Eylül 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑