Haymana Cezaevi’nde Siyasi-Adli Hükümlü Dayanışması
Bizler Haymana Cezaevi’nde bulunan politik tutuklular olarak 1 Ağustos Genelgesi’ni protesto etmek için başlatılan ve iki şehit verilen açlık grevine adli mahkûmları da katarak iki gün destek verdik. (…)
Haymana’daki politik tutsaklar olarak ülkemizde yükselen mücadelede üzerimize düşeni yapacağımızı bildiririz. Bu çabamızda bizi destekleyen adli hükümlüler de her koşulda desteklerini sağlayacaklarını vaat ediyorlar.
Adlı hükümlüler şunu açıkça görüyor ve söylüyorlar: “Bizler de Eskişehir’de olabilirdik. Bugün orada yaşananlar yarın burada da olabilir. Cezaevlerinde kısmi olarak yaratılan insanca yaşam koşullarını siyasilerin sayesinde kazandığımızı biliyoruz.” Bu gerçekleri yaşadıklarıyla, gördükleriyle kavramışlar.
Biz devimci tutsaklar, bulunduğumuz her cezaevinde adli hükümlülerle diyaloga girip onlara mücadelenin gerekçesini bıkmadan izah edebilirsek ve cezaevi koşullarını ortak mücadele ile düzeltebileceğimizi anlatabilirsek mücadelenin boyutları çok daha geniş olacak ve başarıya daha kolay yaklaşabileceğiz.
Haymana Cezaevi’nden bir okur
Hak Verilmez Alınır
Bu doğru önermenin ışığında faşist diktatörlüğün cezaevlerindeki devrimci tutsaklara yönelik saldırısı bir kez daha etkisiz kılınmıştır. (…)
Cezaevlerine ve Kürt köylerine yapılan saldırılar, işkenceler ve baskılar örgütlü, sistemli ve planlı bir çabanın parçasıdır. Bu saldırılar, tek başına tutuklu, tutuklu yakını ve gazetelere verilen ilanlarla durdurulamaz. Bunu önleyebilmenin yolu, tüm emekçilerin ortak direnişinin örgütlenmesinden geçer.
5 Eylül ’89 Adıyaman Cezaevi
“ABD de Kürt Mücadelesini Kıramayacak”
Ne zaman ki Kürt ulusal hareketi kendiliğinden gelişip serpilmeye başladı, ABD’nin uykuları da kaçtı. (…) ABD bir yandan, SSCB bir yandan Kürt ulusal hareketini boğmaya ve kontrolleri altına almaya çalışmaktadırlar. Hareketin gelişmesi ABD’nin gözünü korkutmuş olmalı ki alelacele Kürt ulusal hareketine müdahale etmeye girişmiştir. ABD’nin çabaları sonuç vermeyecek.
Haydar KIZILKAYA
Cezaevlerinde Faşist Provokasyonlar
Bulunduğumuz Ceyhan Özel Tip Cezaevi’nde ’88 Ekim’inden beri MHP’li faşistlerin provokasyonları ve Adalet Bakanlığı’ndan kaynaklanan faşistlere özgü “hoşgörü” devam etmektedir. Önce Mamak’tan buraya sevk olan faşistler. Bakanlığın “cezaevlerinde açlık grevleri var” gerekçesi ile 29 Ekim günü açık görüşünü iptal etmesi üzerine camları kırdılar, yatakları yaktılar, koğuş kapılarına barikat kurarak görevlileri içeri sokmadılar. Dış korumada görevli askerlerle takviyeli cezaevi görevlileri hiçbir müdahalede bulunmayıp Adalet Bakanlığının emirleri doğrultusunda yalnızca beklemekle yetindiler. Halbuki Sağmalcılar Cezaevi’nde siyasi tutsaklar ne cam kırmış, ne de yatak yakmışlardı. Ama jandarmanın vahşi saldırısıyla onlarcası ağır yaralanmıştı. (…)
(…) Faşist katiller, ilerici eğilimli adli tutukluları yaralama, onları yıldırma, cezaevine hâkim olmaya çalışma gibi çabalara devam ettikçe ve bu cezaevinde kaldıkça provokasyonlar devam edecektir. Fakat bundan, daha çok kendileri zarar görecek, sorumluluk ise tosuncuklarına toz kondurmayan Adalet Bakanı’nın olacaktır.
Ceyhan Özel Tip Cezaevi’nden bir grup devrimci
Özgürlük Dünyası’na
Şiiri geniş kitlelere ulaştırmayı amaçlayan AYRIM ŞİİR, kitlelerin şiirden koparılmışlığını aşmak, şiirin kitlelerle bütünleşmesine, güzel dünyadan yana dönüştürücü, yeni insan kültürünü oluşturmadan yana değiştirici işlevini etkin kılmak için aylık olarak 1 Ekim’den itibaren yayın yaşamına başlıyor.
Merhabamızın duyurulması umuduyla başarılar dileriz.
AYRIM ŞİİR- P.K. 171 KONAK/İZMİR
Hamdullah Erbil’den Sosyalist Basına
Yaptıkları iş için teşekkür beklemediklerini bildiğim ve doğal yaşam alışkanlıkları arasına artık demokrasi ve insan hakları mücadelesi de girmiş bulunan Türkiye ve Kürt Sosyalist basının ve demokratik kamuoyuna, bana gösterdikleri ilgiden dolayı minnet duygularımı iletmek istiyorum.
Yaşadığım süreç, belki de tarihe güzel bir örnek olarak geçecektir; çünkü verilen, umutsuzluğa ve zamana karşı bir mücadele idi. Hastalığım, baskı ve işkencelerle dolu 12 yıllık cezaevi yaşamımın son durağı olan G. Antep Özel Tip Cezaevi’nde ortaya çıktı. İlk teşhis konduktan sonra da cezaevindeki tüm tutsaklar, beni kurtarmak için 12 Eylül öncesinin grupçu zihniyetini çoktan aşmış devrimciler olarak elbirliğiyle yoğun çabalara girdiler. Bir yandan da koğuşuma gelip bana moral ve destek vermeye çalışıyorlardı; ama koğuştan çıktıktan sonra çoğunun ağladığını hiç kimsenin ağzını bıçak açmadığını adım gibi biliyorum.
(…)
Sonuç olarak, ömür boyu hapse hükümlü biri olan benim bugünkü özgürlüğüm ve tedavimin yapılabiliyor olması, demokrasi ve insan hakları yanlılarının ortak mücadelelerinin bir zaferidir. Bu mektubu, güç birliğimizin sonucunun somut örneğini herkese duyurmak ve yaşamımın kurtarılmasında emek harcayan sosyalist basına ve herkese teşekkürlerimi iletmek üzere gönderiyorum.
9 Ağustos 1989, Hamdullah ERBİL Walddörfer Str. 398 d, 2 HH, 70- W. Germany
Revizyonist Mülteciler Teşhir Edilmelidir
Revizyonist-gerici TBKP’nin önderlerinden N. Sargın ve H. Kutlu’nun geri dönüşlerinden, daha doğrusu Türk devletine teslim olmalarından iki yıl sonra, sıra başkalarında. Yeni bir tantanalı geri dönüş eylemi gerçekleşme sürecinde, iki kişi dışında, TBKP’nin çeşitli Batı-Avrupa ülkelerinde bulunan Merkez Komite üyelerinin geri dönecekleri açıklandı. (…)
Her politik mültecinin geri dönme hakkı vardır. Önemli olan, bu hakkın nasıl bir politika anlayışı ile kullanıldığıdır. Kimi döner ve hapishane ve mahkemeleri en azından politik özgürlük savunusunun alanları durumuna getirir. Bu, saygıya değer bir politikadır. Kimi döner ve sefil çıkarlar için çalışır. Bu, aşağılanmaya ve teşhir edilmeye layık bir politikadır. TBKP’lilerin politikası ikinci türden bir politikadır.
(…) Bu politikanın sahiplerinin layık oldukları yer, teşhir tahtasıdır.
12 Eylül 1989 A. H. YALAZ
Pazarcık’ta Düşündüren Göç
Dergini(mi)zi içerik olarak (eksiklerine rağmen) beğeniyorum. Ben derginize, diktatörlüğün son yıllarda K. Maraş’ın Pazarcık ilçesindeki taktiğini anlatmak istiyorum.
(…) Evet, Pazarcık’ta bir göç yaşanıyor. Tedavi olmak için Ruhi Su ve İnkılâp Dal’a pasaport vermeyen devlet, 100 bin nüfuslu Pazarcık’ta 60.000 pasaport veriyor. Amaç, gelişecek olan mücadeleyi ertelemek, ama çabaları boşuna. (…)
Özgürlük Dünyası çalışanlarına selam.
Pazarcık’tan bir grup işsiz
THKO Halka İyice Tanıtılmalı
Mümkün olduğu sürece derginizi okuyacağım. Ayrıca dergiden istediğim bir şey de THKO’nun halka iyice tanıtılması. THKO konusunda bilmediğimiz birçok şey var. Bunları öğrenebilmemiz için gerekeni yapmanızı istiyorum. Hoşçakalın.
Hüseyin ÇELİK-BANDIRMA
Kâmil KÜPELİ-LONDRA
Bir okur olarak burada ulaşabildiğim insanlara sürekli olarak ÖZGÜRLÜK’ü tavsiye edip onlara iletmekle kendimi görevlendirmiş bulunmaktayım. Daha ileriye gitmek için Özgürlük Dünyası’nın hiçbir engele takılmadan okurlarına ulaşması arzusundayım.
Yayın hayatında başarılar.
Korkunun Suskunluğunu Utançla Taşımak
Ve bizler, ölü toprağın altında korkunun suskunluğunu acı bir utanç gibi taşıyanlar, artık yeter demeliyiz. Bilmeliyiz ki, duyarsızlığın utancı, fişlenmenin, yargılanmanın korkusundan büyüktür. Hüseyin Hüsnü Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya’yı saygıyla selamlıyor, adımlarında azimle yürüyen grevdeki arkadaşlarımızı coşkuyla selamlıyorum.
11.8.1989/GULİSOR
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NIN NOTU:
Bize şiir gönderen arkadaşlar, şiirlere çoğunlukla yerimiz elverdiğinde yer verebiliyoruz. Şiirlerine yer veremediğimiz sevgili dostlarımız (Gulisor, Kâmil Küpeli ve daha başkaları) bizi anlayışla karşılasın.
Oktay BAŞARAN -Riyad/Suudi Arabistan:
Dergimizin eski sayıları, toplatmalardan dolayı elimizde yeterince yok. Olanları 20.000 TL karşılığında adresinize gönderebiliriz. Ayrıca, önümüzdeki yıl abonesi için 52.000TL’yi Havva Aydınoğlu, Türkiye İş Bankası Cağaloğlu Şb./no 143254- İstanbul adresine göndermeniz gerekmektedir, ilgilerinize teşekkür ediyoruz.
Ünal Aydemir ve Sevgili Özgürlük Dünyası Çalışanları
Derginizin Eylül 11. sayısı da elimize geçti. Teşekkürlerimizi ve yayın yaşamınızda başarı dileklerimizi iletmek istedim.
Aziz DEMİRE L,18.8.1989, Bartın Cezaevi
Eylül Sayısı GÖRÜŞ ve Darkafalılık (Ahmet Kaçmaz’a Özgürlük Aracılığı ile)
Görüş dergisinin geçen (Eylül) sayısında Ahmet KAÇMAZ teorik sığlığını bir kere daha gösterdi. Polonya örneğinde Ahmet Bey şöyle diyor: “Batı’nın hak ve özgürlükleri, altyapısı sosyalist olan bir ülkede uygulanır mı? Evet, ama bunun adı sosyalist demokrasi olur. Neden? Çünkü taban inisiyatifine dayanmayan sosyalizm (bürokratik sosyalizm) reel sosyalizmin tersine, bugünkü kapitalist ülkelerden geri…” imiş. Bu yüzden Batı’nın âdetleri elzemmiş.
Sayın Ahmet Bey, uydurmayın, bir defa sosyalizmin “bürokratik” ve “reel” ayrıştırması atmasyondur. Bilimsel (komünizme giden proleter) sosyalizmin dışında sosyalizm, burjuva, feodal ve küçük burjuva olarak üçtür. Buna, ütopik sosyalizm de eklenerek dörde çıkarmak mümkündür. Polonya’daki ise bürokrat filan değil, bayağı bir burjuva “sosyalizmi”dir ve tabanı kapitalist üretim ilişkilerine denk düşer. Marks tüm bu sosyalizm türlerinden kendi sosyalizmini derin çizgilerle ayırmıştır. Siz dar kafalılığınızı yeni göstermiyorsunuz. Altyapı ve üstyapıyı ve bunlar arasındaki ilişkiyi anlatan eski bir yazınızda da bu açığa çıkmıştı. Bu yüzden, proleter sosyalizmi ile diğer sosyalizmleri özdeşleştirmeye çalışmanız boşuna. Hitler de nasyonal-sosyalistti ama buna faşizm diyorduk. Diğerleri de, yani sizin kötü sosyalizm dedikleriniz de kapitalizmden başka, onun varyantlarından başka bir şey değildir. Ama siz azıcık da olsa Polonya’da proleter sosyalizmin uygulanmadığını yakalamışsınız, bu da bir gelişme ama, buna Stalin dönemini de katarak bu tomurcuk halindeki sezinizi mahvetmişsiniz. Neyse, yine de Polonya’daki bürokratik burjuva iktidarı diğer gelişimlerle açıklamanız fena değildi. Anahtarı bulmuş gibisiniz. Bunu, SSCB için de deneseniz tarihsel bir adım atacaksınız.
Başarılar diliyorum burada Ahmet Bey’e. Ama dikkat etsin, neredeyse Maocu olacaktı…
17 Eylül 1989 Ordulu
Dün Tuzla, Bugün Silopi, Yarın? …
Bırakalım gizli, karanlık vs. güçleri, devletin bizzat resmi güçleri tarafından bir gün yolda giderken kurşuna dizilmeyeceğimizin güvencesinin olduğu bir ülkede yaşadığımızı söyleyebilir miyiz? Geçen yıl Ekim ayında Tuzla’da ve değişik zamanlarda birçok yerde, geçtiğimiz günlerde Silopi’de gerçekleştirilen katliamlar, bu sorunun yanıtını veriyor. İddia edildiği gibi, 12 Eylül ülkemize can güvenliğini değil, cinayetlerin, işkencelerin, katliamların daha pervasızca hem de resmi güçler eliyle yürütüldüğü vahşi bir ortamı getirmiştir.
Bir yıl önce Ekim ayında Tuzla köprüsünün bulunduğu kavşakta E-5 karayolu üzerinde kurulan faşist pusu sonucunda gencecik dört fidan polislerce kurşuna dizildi. Gençlerin bulunduğu otodan tam 283, cesetlerinden tam 152 kurşun çıktı. Olayın hemen arkasından yapılan açıklamalarda, bu kişilerin bir çatışma sonucu öldükleri bildiriliyordu. Ancak yapılan ilk otopside, gençlere 35-40 cm’den ateş edildiğinin tespit edilmesi ve diğer belirtilerden olayın silahlı çatışma değil, bir polis mizanseni olduğunu ortaya koyuyordu. Polis, işlenen cinayete bir çatışma görüntüsü vermek çabası içindeydi.
Öldürülen gençlerin aileleri, demokrat kamuoyu, hukukçuların da desteği ile açtıkları ve takip ettikleri davada olayın cinayet olduğuna ilişkin yeni ipuçları bulunmasını sağladılar. Mahkemenin katil polisleri tüm koruma çabalarına karşın cinayetin ortaya çıkması engellenemiyordu. Üstelik Emniyet Müdürü Hamdi Ardalı açıkça, “Vur emrini ben verdim” diyordu. Ancak bir türlü cinayet “sanıları” mahkûm edilmiyor, mahkemeye dahi çıkartılmıyorlardı. Alınan önlemlere karşın mahkeme, katillerin aleyhine gelişiyordu. Hem de cinayet öncesi polis olay yerinde canlı tanık bırakmamaya yönelik bütün önlemleri almıştı. İlk otopsi raporunun polis ifadelerini yalanlaması üzerine, bu kez uydurma bir ikinci otopsi hazırlanması yoluna gidildi.
Bu gelişmeler karşısında öldürülenlerin ailelerinden başka, demokrat ve resmi terörden nefret duyan geniş kamuoyu cinayetin sorumlularından hesap sorma ve bu işin peşini bırakmama kararlılığı içindedir. Kitlelerin demokrasi özlemlerini kendi koydukları yasaları bile çiğneyerek, kanla bastırmak isteyen resmi cinayet şebekelerini durdurmanın yolu, “ateş düştüğü yeri yakar” anlayışını terk ederek, katliamlara “insanım” diyen herkesin aktif olarak karşı çıkmasından geçmektedir. Bugün Tuzla’da dört gence, yakın başka suçsuz insanlara…
Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’ndan da güç alarak, onu basamak yapıp üstünden atlayarak, hem yargı ve hem de infaz kurumu rolünü oynama yetkisini kendinde bulan polisler ve onların elebaşları Hamdi Ardalı ve Metin Günay gibileri elbette yaptıklarının hesabını vereceklerdir. Bugün İsmail Hakkı Ardalı, Kemal Soğukpınar, Refa Şen ve Fevzi Yalçın’ın katillerinin ceza almasını önlemeye çalışan, onları koruyan, düzmece otopsi raporları veren makamlar ve açıkça canilerden yana tavır alan mahkemeler, bu kaçınılmaz sonun önüne geçemeyeceklerdir.
Yel Değirmenlerine Saldırı
Bu sayımızın kapağı henüz basım halinde iken matbaa, gruplar halinde değişik yerlerden gelen sivil ve resmi polislerin baskınına uğradı. Baskına gelenler arasında trafik polisi bile vardı. Dergimizin kapak basımı bir süre durduruldu.
Polisler, hışımla içeri girdikten sonra orada burada bir şeyler aramaya koyuldular. Matbaa sahibinin sorması üzerine, yasak yayın aradıklarını bildirdiler. Bir süre arandıktan sonra kapak baskımızın yapıldığı makinenin bulunduğu bölüme geldiler. İşte, “yasak yayın” bulunmuştu. Sivillerden birisi kapak üzerindeki yazılara bir göz attıktan sonra, “Tamam. Yasak yayın bu” dedi, amirine ve komiser de bunun üzerine makinelerin derhal durdurulmasını emretti.
Bu arada başka başka resmi ve sivil polis grupları telsiz haberi üzerine matbaayı doldurmuştu. Çok sayıda gazeteciden oluşan topluluk da onlarla birlikte. Polisler zafer sarhoşluğu içinde ele geçirdikleri “yasak yayın”la bir şöyle, bir böyle durarak objektif karşısında poz veriyorlardı. Flaşlar patlatıldıktan, “yasak yayın” elde çeşitli pozlar verildikten sonra sıra matbaa sahibinin 1. Şube’ye götürülmesine gelmişti. “Haydi” dediler, matbaa sahibine, “1. Şube’ye gidiyoruz.” Matbaa sahibi elbiselerini giydi. 1. Şube’ye doğru yola koyuluyordu ki, tam o anda basın bürosundan polisler içeri girdiler. “Yasak yayın” denilen dergimizin kapağını incelediler. Gerçek ortaya çıkmış dergimizin kapağının yasak yayın olmadığı anlaşılabilmişti. Basın bürosundan gelen polislerin dergimizin yasal ve imtiyaz sahibi bulunan bir dergi olduğunu açıklayıp basıma devam edileceğini bildirmesi üzerine, “yasak yayın” ele geçirme mutluluğu sona eriyordu. Bir süre sonra kapak basımına devam edildi.
Bu saldırı sonucunda bir yel değirmeni daha çökertilebilirdi.
Grev Kararı Yürürlüğe Konuldu
Ambarlardaki 106 işyerinden 9’unda fiilen, 32’sinde de hukuken, önceden alınan grev kararı yürürlüğe konuldu. Tüm-Tis, Ankara ve İzmir’de bulunan taşıma işçilerinin toplu sözleşme görüşmeleri sırasındaki haklarını güvenceye alabilmek için böyle bir yola başvurdu, özellikle İzmir ve Ankara bağlantılı işyerlerinde fiilen olmasa da hukuki anlamda greve başlandı. Eğer toplu sözleşme görüşmelerinde işçilerin istekleri dikkate alınmazsa, 9 işyerinden başka kalan 32 işyerinde de fiilen greve başlanacak.
İzmir ve Ankara’daki taşıma işçilerinin toplu sözleşme görüşmelerinden önce Tüm-Tis’le işveren kuruluşu Nak-İş arasında İstanbul’daki işyerlerindeki işçilerin istemleri konusunda anlaşma sağlandı ve Tüm-Tis’in belli başlı istemleri kabul edildi. Buna rağmen ambarlarda 9 işyerinde fiilen, 32 işyerinde hukuken, toplam 41 işyerinde greve gidilmesinin nedeni, İzmir ve Ankara’daki taşıma işçileriyle toplu sözleşme görüşmeleri boyunca dayanışmak.
Harb-İş Gölcük Şube Kongresi
Türk-İş’e bağlı Harb-İş Sendikası Gölcük Şubesi’nin 8. olağan genel kurulu yapıldı. Genel kurul, reformist ve revizyonist şube yöneticilerinin sınıfın eylemliliği karşısında takındığı gerici tutumun ve faşist cuntanın teşhir edildiği, yargılandığı bir kürsüye dönüştürüldü.
Kongre’de gerici sendika tüzüğü, konuşmacı işçiler tarafından madde madde sorgulandı ve anti-demokratik özellikleri deşifre edildi. Sınıf sendikacılığının savunulması temelinde işbirlikçi burjuva sendikacılığı mahkûm edildi.
Bahar eylemleri ve sonrasında mücadelenin önüne set çekmeye çalışan, eylemleri engelleyemeyince onlara göstermelik biçimde sahip çıkarak işçilerin tepkisine hedef olmamaya özen gösteren şube yöneticilerinin bu tavırları işçilerce eleştirildi.
Yunan “K” Partisi’nin iflası
YKP Gençlik Örgütü (KNE) Sinaspispas ve Glasnosta Karşı Çıkıyor
Uzun zamandır beklenen oldu. Yunanistan Komünist Partisi, on binlerce üyeli KNE’yi feshetti. Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka politikaları ile başlayan KNE (Yunanistan Komünist Partisi Gençlik Örgütü)’nin itirazları revizyonist şeflerin en büyük ihanetlerinden sonuncusu olan gerici Yeni Demokrasi Partisi ile ortaklıktan vazgeçilmesi vb. konularda yoğunlaştı. Revizyonistler bugüne kadar demagojilerle durumu idare etmeye çalıştılar. Fakat gençliğin muhalefeti azalacağına artarak devam etti. Ne zaman ki revizyonist şefler gençliği artık kontrol edemeyince, fetvayı bastılar: “KNE’yi feshettik”. Fakat kazın ayağı hiç de sanıldığı gibi çıkmadı. Gençlik karara karşı direndi. Atina ve Selanik’te KNE’ye ait binaları işgal ederek direnişi sürdürüyor.
KNE şu an başarılı, örgütlü muhalefetini şimdiye kadar ayakta tutmayı başardı. Onun için revizyonist şefler harcayacak tek tek kişiler bulamadılar. KNE, bir bütün olarak revizyonist şeflere karşı çıktı. Şefler de çareyi bütün gençlik örgütünü feshetmekte buldular. KNE, on binlerce üyesi bulunan en büyük gençlik örgütü.
Yunanistan’da devrimci komünistler alternatif olmaktan uzak. Çok az bir güçleri var. Bu olumsuzluğun diğer yanı. Eğer devrimci komünistler bir alternatif oluşturmuş olsalardı hiç şüphesiz bu bölünme onları güçlendirecekti. KNE revizyonizme belli tepkiler duymasına rağmen, bugünkü, yapısıyla M-L ideolojiyi yakalayacak durumda değil. Çok az sayıda insan devrimci komünistlere katılsa da sonuçta revizyonist şefler belli ödünler vererek KNE’yi kazanmaya çalışacaklar. Ya da YKP’nin açık reformcu-gerici çizgisinde çeşitli düzeltmelerle yeni bir revizyonist parti kurabilirler. KNE’nin kopması YKP’nin yok olması demektir. Onun için YKP ne pahasına olursa olsun KNE’yi tekrar kazanmaya çalışacaktır. Sonuçta ne olursa olsun, hangi ihtimal gerçekleşirse gerçekleşsin, YKP her geçen gün güç kaybını önleyemeyecektir. Gerici YDP ile hükümet kurmanın faturasını ödeyecektir.
KNE merkez komitesi son yaptığı açıklamada, YKP’nin kararını tanımayacaklarım ve yeni bir kongre hazırlayacaklarını bildirdi. Ayrılıkları: 1- Perestroyka ve glasnost, 2-Sinaspispas olarak ilan edilen sol birliği tanımadıklarını, politika ile radikalizmden sapıldığını, 3- Yeni Demokrasi Partisi ile hükümeti onaylamadıkları her iki taraf da birleşmeme konusunda kararlı görünüyorlar.
S. TOPRAK/ATİNA
Özal-Miçotakis Pazarlığı ve H. Hami Özsomar’ın iadesi
Yunanistan’da H. Hami Özsomar’ın Türkiye’ye iadesiyle başlayan olaylar devam ediyor. PASOK hükümeti zamanında ekonomik nedenle olduğundan kuşkulanılan ilticacılar iade ediliyorlardı. Fakat idamla yargılanan siyasi birinin iadesi şerefi ilk kez içişleri Bakanı “Komünist Parti”li olan yeni hükümete düştü.
Yunanistan kamuoyunda büyük tepkilere yol açan Özsomar’ın iadesi, aynı zamanda hükümet ortağı YKP’yi de karıştırdı. “Yüz karası bir olay” vb. gibi açıklamalar durumu kurtarmaya yetmeyince, YKP, “Özsomar iltica talebinde bulunmadı” gerekçesine sığındı. Üstelik Özsomar’ın üstünde herhangi bir belge de yokmuş.
H. Hami Özsomar’la aynı karakolda kalan bayan “H. Hami Özsomar iltica için başvurdu buna rağmen onu geri verdiler” diyor. Ayrıca, idamla yargılanan kısa bir süre önce cezaevinden kaçan Özsomar, Yunanistan’a turistik bir gezi için geldiği mi iddia ediliyordu. Üzerinde belgelerin olmaması ise son derece olağan. Cezaevinden kaçan ve idamla yargılanan birinin üzerinde belge bulundurabilmesi ihtimali son derece zayıftır. Ayrıca, durumu öğrenmek ve Özsomar’ın açıklamaların doğru olup olmadığını araştırmak Yunanistan hükümeti için zor olmasa gerek.
Özsomar olayı, günlerce manşetlerden inmedi. Hükümet ve ortağı YKP olayı demagojilerle geçiştirmeye çalışıyordu ki, yeni iadelerin olduğu ortaya çıktı, Özsomar’dan sonra biri 8 yıla hükümlü 5 kişi daha çeşitli zamanlarda iade edilmişti.
Bunun üzerine iadelere tepkiler büyüdü. Demokratik kuruluşlar, barolar, insan Hakları Komitesi, Mülteciler Komitesi ve tek tek gruplar, iadeleri protesto etmek ve yeni iadeleri engellemek için çalışmalarını sürdürüyorlar. 500 kişilik Yunanlı bir grup, olayı protesto etmek için meclise yürüdü. Kamu Düzeni Bakam hakkında dava açılması için bir komite kuruldu. Konu bir soru önergesiyle yolsuzluk skandalları ve birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya atmakla yoğun bir şekilde meşgul olan parlamentoya getirildi.
Yunanistan’da basın da olayın çeşitli yönleri üzerinde duruyor. Genel eğilim, iadelerin Özal-Miçotakis anlaşmasının ürünü olduğu yolunda. Hatta “Bir Türk bakanın Atina’yı gizlice ziyaret ettiği ve iade Atina’daki toplantıda görüşüldü” iddiasını ileri sürenler var. Bütün bu iddialar yalanlanmadı.
STOP Diyebilmek İçin
Perdeci – Mehmet ESATOĞLU
PERDECİ, Ekim rüzgârı kokan caddede yürürken, kafasının içi kıpır kıpır merak duygusuyla çalkalanıyordu. Sokağa girerken yüzüne ve bakışlarına ilgisiz bir ifade vermeye uğraştı. Kafası o kadar karışıktı ki, ayağının ucuna düşen o sarı sonbahar yaprağını bu kez göremedi.
Yaprak dayanamadı ardından “hışırt” diye bağırdı. Perdeci hafifçe durdu, “hayır” dedi, “Hayır sarı yaprak bu kez ben de bilmiyorum. Ne oynayacağımız hâlâ belli değil.” Ne zaman o yönetmen olacak şişkoyu sıkıştırırsam iki eliyle, kellenmeye çeyrek kalmış kafasını gösteriyor. ‘Burada’ diyor, ‘bak oyun burada’ hınzırca gülümsüyor. Huzursuz oluyorum. Uzatma, metni ve biz de hazırlığımızı şimdiden yapalım, diyorsam da dinlemiyor. Ve konuyu kapatıyor. Geçenlerde yeni dönemin ön toplantılarından birinde yönetmeni seksen üçlerden beri tanıyan oyunculardan biri kara saçlı görkemli kadın ‘oyun metni oynanmaya bir hafta kala mı gelecek?’ diye saldırımsı bir soru yolladıysa da bildiği bir şey var. Yönetmen yeni oyun üzerine birkaç sayfalık henüz hiçbirimizin görmediği bir özet dışında hiçbir şey yazmış değil. Kimileri ‘yazamayacak’ dese de, karasaçlının bu konudaki telaşsızlığı bazı şeylerin hazır olduğu imajını içimizde güçlendiriyor.
Evet, herkeste aynı sancı. Perde bu yıl hangi oyunla açılacak?
Geçenlerde yönetmen aniden tiyatroya geldi. Hiçbirimizle bir şey konuşmadan Kürt’ü bir kenara çekti. Bir saate yakın bir şeyler konuştu. Kürt birkaç ağıt mırıldandı. Çalışma bitiminde yönetmen gittikten sonra başına ekşidik. Kapkara saçlarının altından hepimize bir bakış attı. Önce her zamanki kendisine has ketumluğu denemek istedi. 20 çift meraklı bakış üzerine bakla ortaya çıktı. “Anladığım kadarıyla yöresel bir oyun”. Yöresel mi? Birden bir çığlık koptu. Tiyatronun bin kez delinmiş davulu elden ele geçti ve oyuncular geçmiş oyunlardan birinin finalindeki türkünün son dörtlüğünü söylemeye çalıştılar.
“Sanmam artık olanlar böyle olsun
Yeni çağda mızrak çuvala girsin
Vergi dersin, ümük dersin, can dersin
Aldılar mı, verdiler mi bellolmaz.”
Türkü tiyatronun alt koridorlarında dolandı durdu bir süre, sonra basamak basamak merdivenlerden sokağa taştı. Kapının önünde oyunculara bin milyon simit satmış simitçi bile dağıldı bu yerin altından gelen buram buram coşkuya. Hafifçe mırıldandı: “Perdenin açılmasına az kaldı.”
Tiyatroda ne idüğü belirsiz bir ip muhabbeti, ipler geliyor, ipler gidiyor. Halatlar kaytan ipleri salata soğan bağlamaya yarayan ince ipler…
Perdeci biri bir şey söylesin diye sürekli iplerle ilgili. Sağda solda çizili örümcek ağı misali sahne eskizleri. Derken yönetmenin çöp sepetinin kenarında bulunmuş birkaç satır.
“Nereden gelir bu ipler Bulutlar nereye gider Kiminin eline, kiminin diline Kiminin boynuna mı dolanır…”
Gece geç vakit. Oyuncular sanki bir örümceğin kurduğu ağın içinde dans ediyorlar. Her yan iplerle donanmış. Ortadan kalınca bir ip sahne tavanından aşağı doğru inmeye başlar. Oyuncular bir müzikal oyunun nağmeleriyle ipi birbirlerine fırlatmaya başlarlar. Müzik yükselir, sahne dans ve uçma birbirine karışmıştır. Coşku büyüdükçe sahnenin ortasında kara bir çukur belirir. Herkes çukuru fark eder ve düşmemek için dikkatini toplar. Dansın bir yerinde, bütün önlemlere karşın içlerinden biri uçar çukurun içine ve yok olur.
Dans yanda kesilir, oyuncular çukurun etrafında toplanırlar. Çukurun içindeki oyuncu ağır ağır çukurun içinden çıkar. Benzi sapsarıdır. Yüzünde büyük bir hüzün vardır. Ağır ağır sahneyi terk eder. Ve çukurun büyüsü bozulana dek sarartı yok olmayacak ve sahnedeki yerini alamayacaktır.
Perdeci her sonbahar tiyatronun yakınında öyküye dalmaktan bıkmayan sarı yaprakla söyleşiyi bir yana bırakıp hızla kara saçlı görkemli kadının evine doğru yürümeye başladı. Zilin dindongu ve telaşla açılan kapı ve içten bir gülümseyiş içeri buyur etti onu. Dar koridordan odaya girerken şöyle bir görüntüyle karşılaştı.
Odanın orta yerinde bir daktilo, etrafa saçılmış kâğıtlar, kâğıtlar ve yine kâğıtlar. Yatağın üzerinde şiir kitapları, parça bölük notlar. Oturacak bir yer bulma kaygısıyla sağa sola bakınırken bundan kısa sürede vazcaydı. Ve kâğıtsız kitapsız bir halı parçacığına bir mülteci gibi sığındı. Odada yarı gülücüklü bir hal hatır faslından sonra kara saçlı görkemli kadın teybin kulaklığını kulağına yerleştirerek çalışmaya koyuldu. Kısa sürelerle teybi çalıştırıyor, tekrar durduruyor, bandın üzerindeki sözcükleri sökmeye çalışıyordu. Perdecinin gözleri bir an duvarlara takıldı. Duvarda onlarca yılın emeği küçük küçük fotoğraflar, ortada kocaman bir afiş, afişin kenarına ve civarına birikmiş onlarca rol dağılım çizelgeleri. Çizelgelerde dudaklarında hafif bir gülümseyişle eski oyunlar arasında dolaşırken, kara saçlı ile göz göze geldiler. “Onca umutsuz günlerde ne çok umutlu iş üretmişiz değil mi?” dedi. Kara saçlı, “Çünkü” dedi, “Sınıflar doğuşunun beş dakika arası yoktur. Beş dakika ara verilince ve ara uzayınca on, hatta on beş dakikaya çıkınca kayıplar da o Ölçüde büyür. Sanki sen ara verdin diye seni yok etmeye yönelmişler, kıyımlarım erteleyecekler… Aptalca bir düşünce bu.”
Kara saçlı görkemli kadın odadan yavaşça çıktı. Çıkarken “Hesaplaşma” dedi. “Dokuzuncu yılda hâlâ hesaplaşma.?
Mutfakta kimi şakırtıların arasından içeri seslendi: “Kahve içer misin?” Perdeci yakınmalı bir sesle, “Nihayet bir şey sunmak aklınıza geliverdi.” Kara saçlı bu alınganlığa dayanamadı. Kapıda belirdi. “On iki parmak bölgenizi sütlü mü sütsüz tahrip edeceksiniz?” Perdeci, “süt bence” dedi. “Kahveye alçakça bir ihanettir. Ancak şu ağrılar, ah şu ağrılar… Eylül kalıntısı ağrılar. Ekim geldi, ağrılar hâlâ berdevam. Onlar kadar ikna edici bir şey yok. Doldur bakalım sütü kahveye. Ne kahvenin kahveliği kalsın, ne sütün sütlüğü. Huzurlarınızda yeni bir olay. Sütlü kahve. Ama benimde bir gün bu anlamsız ağrılarım geçecek. Ben de gözlerimin renginde kahve içebileceğim.”
Kara saçlı, alaycı baktı. “Bu öfkeyle biraz zor canım… Çok zor…”
Kara saçlı görkemli kadın yeniden teyp daktilo ilişkisine dönerken, perdeci civardaki kâğıtları kurcalamak isteğiyle kara saçlı kadının oturduğu koltuğa hafifçe yaklaştı. Bir süre başında durdu. Teypten cımbızla sökülmüş daktiloya aktarılmış birkaç satırdan sonuç çıkaramayınca, parmağının ucuyla hafifçe omzuna dokundu.
Kara saçlı, saçlarım savurarak döndü, “Hayır” diye bağırdı. “Okuma, meraklı moruk. Çünkü daha pişmedi.”
Perdecinin bakışlarındaki ısrarı fark edince, birden sertleşerek, “Nereden geldin?” dedi. “Rahatsızsın değil mi? Amaan beni görmek ya da kahve içmek değil. Neler oluyor, neler bitiyor, özetle bu dönem oynanacak oyun…” Perdeci, yüzündeki ifade hiç değişmeden aynen bakıyor. Kara saçlı görkemli kadın öfkesini tutamayarak ayağa kalktı, “Hayır” dedi. “Veremeyeceğim. Çünkü yönetmen istemiyor. Ve daha pişmedikçe yazdığı satırların, sizin, içinde bakla ıslanmaz düşük çenenize düşmesini istemiyor. Meraklanın bakalım. İçi kurtlu ihtiyarlar. Meraklanın.”
Perdeci, bu ağır saldırıya dayanamadı. “Senin ayrıcalığın ne? Sen de okuma bakalım” diye saçmalayınca kara saçlının yüzündeki sert ifade birden yumuşadı. “Biliyor musun?” dedi. “Siz çocukluk çağını aşamadan bir gün yaşama veda edeceksiniz. Ben aktör baba, küçük dev adam, Kürt ve diğer oyuncular. Kendi işinizle uğraşacağınıza kafanızı takmışsınız önümüzdeki oyuna. Hem de daha konusunu bile bilmeden. Akşamlan sanki örgütlenmiş gibi içinizden biri ya telefonu açıp anlamlı bir ‘Naaber’ çekiyor ya da senin gibi ‘geçerken uğradım’ kompozisyonunda… Yemezler yavrum, yemezler…”
Perdeci son kozunu oynamaya karar verip yarım fincan sütlü kahvesini göstere göstere gitme pozisyonunda hafifçe doğruldu. Kara saçlı, “Ne kötü” dedi. “Bunca yıl tanışıyor olmak. Yemiyorum canım. Hiçbir numaranızı yemiyorum.” Perdeci sonunda patladı. “Bari ne yaptığım anlat. Öleceğim yoksa meraktan.” Kara saçlı sakin bir tavırla koltuğuna oturdu ve anlatmaya koyuldu.
“Evet, bu yeni bir oyun. Bu teyp-daktilo ilişkisine gelince, yönetmen şu anda bildiğin gibi çalışıyor ve o anlamsız işte çalışmasından ötürü de oyunu oluşturamıyor. Bu yüzden biz güreyi geçirmemek için zaman zaman buluşuyoruz. Yönetmen bana ve bu alete oyunu anlatıyor. Ben notlan toplayıp ona iletiyorum. Böylece oyunun ön-öyküsü oluşuyor. İşte bu kez çalışmamız bu ön öykü üzerinde oluşacak. Kesinleşmiş oyun metni çalışmaların sonunda ortaya çıkacak.”
Perdecinin gözleri parlamaya başladı. Yüreğinde bütün üretenlerin üretirken duyduklarına benzer bir heyecan rüzgârı esmeye başladı. Eli sigarasına gitti, bir tek sigara aldı, sigarayı burnunun kenarında gezdirirken ıslık çalmaya başladı. Kara saçlı, “Eyvah” dedi. “Dağıldı. Perdeci lütfen kendine gel. Belki de çekiyi bir oyun olmayacak”.
“Sus” dedi Perdeci, “Bir tadımlık balı bile çok görüyorsun. Lütfen üç saniyelik keyfime müdahale etme. O kadar çok şeye müdahale ediliyor ki… Bu benim çok özel bir duygum.” Kara saçlı müstehzi, “Aşk gibi mi?” dedi. “Evet” dedi Perdeci, “Aşk gibi. Gerçek bir aşk. Yaşa başa bağlı olmayan, dokuz ile doksan dokuz arasında her an duyulabilecek bir aşk. Dünyanın değişiminin hazzını bilir misin? Bu aşk gibi çok soylu bir duygu. Madem ki ürettiğimiz her çalışmanın ana hedefi dünyayı değiştirmek, o zaman üretilen her oyun bir ayaklanma benim için. Ben şimdi bütün duygularımla o ayaklanma anını bekleyen bir militan gibiyim. O militan, kapatıldığı hücrede nasıl bekler, nasıl düşler bilir misin ayaklanmayı? Belki de çektiği bütün acılar bütün işkenceler, bütün zindanlar, bütün idamlar o an içindir. Göremeyecek bile olsa mutlak gelecek değişimin o görkemli anı.”
Kara saçlı görkemli kadın karşısında heyecandan tir tir titreyen adama baktı. “Belki” dedi içinden, “Ancak böyle bir aşkla yapılabilir.. Kültürün, sanatın soluk bile alınmasına izin verilmediği bu ülkede. Bilinç. Evet, bilinç ayrılmaz bir parçası ama ya aşk? Hangisinin önceliği reddedilebilir?”
Kara saçlı görkemli kadın, artık dönülmez bir yere geldiğini hissetti. Yönetmenin bütün uyarılarına karşın perdeciye oyunu çıtlatmaya karar verdi. Uzun bir sessizlik oldu. Kara saçlı, odanın orta yerine yürüdü, “Olay” dedi, “Yaşamı ve sanatı üzerine çok şey konuşulan ve hâli yasak olan birine dair. Bir sinema ustası.” Odanın bir köşesinde sanki filmleriyle güneş gibi yüzüyle onu görür gibi oldular. Uzun bir süre bu görünmez görünürlüğü seyretmeye koyuldular. Kara saçlı anlattıkça, bir yürek gümbürtüsü odayı sarmaya başladı. “Davul” dedi Perdeci, “Onun Çukurova düşünün fonunda ince ince gümbürdemeli.” Kara saçlı anlayamadı. “Nasıl hem ince hem de gümbür gümbür?” Tıpkı onun sineması gibi dedi perdeci. Gümbür gümbür ama ince. Anadolu kadınının elindeki kaba-sabalığın ardındaki incelik gibi. Erkeğinin baskısının hüznündeki gibi. Güneş nasıl bir güneştir onun filminde. Toprak nasıl bir toprak?”
Perdeci,’ ‘Bence oyun onu ve yaşadığı dönemi irdelemek için erken. O dönemin ipuçları var yalnız elimizde. Ama dönemi dört dörtlük irdeleyebilmek için süreye de ihtiyaç var. Yine de bu, ona dair söylenecek şarkıların önünde engel değil. Ona dair yazılar yazıldı. Ona dair kitaplar derlendi. Ona dair filmler çekildi. Biz de tiyatromuzun sahnesinden katılacağız bu koroya. Bu koro ona dair oluşacak oratoryonun bir parçası olmalı, özgürlüğe dair…”
Gece yönetmen üç kez aradı kara saçlı görkemli kadını, tik ikisinde “Çalışıyorum, yalnızım” dediyse de yönetmen, üçüncüde ses tonundan her bir şeyi anladı. “Perdeci mi yoksa aktör baba mı?” dedi. Kara saçlı, “Küçük dev adam olamaz mı?” dedi. “Hayır” dedi yönetmen. “O burada ve benim ağzımdan kapmak üzere öyküyü.” “Eyvah” dedi kara saçlı kadın. “Ne olacak şimdi?” Yönetmen, “Telefonun ses yükselticisini sonuna kadar aç ve teybe Mozart’ın Requem’ini koy” dedi. “Dinleyin, ben özeti yazıp bitirdim.”
Yönetmen özeti okuduktan sonra, “Perdeci” dedi. “Sinemayı bilirsin. Onlar bizim gibi aylarca prova yapıp hazırlanmazlar. Sahneyi oluşturup çekmeye koyulurlar ve olumsuz en küçük bir şeyi yeniden düzeltmek üzere stop ederler. Bizim koca usta çektiği filmlerde her şeye (top diyebilmişken, köhnemiş Yeşilçam’ı stop çekişiyle hizaya sokmaya çalışırken, gel gör ki yaşamın akışına stop diyememiş.” Perdeci, “bu çok trajik” dedi. “Peki, insan gidişata nasıl stop diyebilir?” Yönetmen hafif bir es verdi, “örgütlenerek” dedi. “Ancak ve ancak örgütlenerek.”
Gecenin geç saati, yeni bir ekim sabahım doğuruyordu. Perdeci pencereden göğün üzerindeki hafif kırmızılığı seyrederken, kara saçlı görkemli kadın, üzerinde abartılı bir sabahlıkla yeniden daktilonun başına geçti. Daktilo tıkırtıları yeni bir oyunun muştucusu gibi kimi zaman bir davulun güm gümü, kimi zaman bağlamanın incecik hüznüyle akıyordu. Sayfalar da odaya saçılıyordu. Pencerenin önünde bulutlar Ekim güneşinin önünü kapatmaya çalışırken, bir kuş sanki oyunun giriş müziğini mırıldanıyordu…
Buyrun Yeni Oyunlara
– Ferhan Şensoy, “Ferhangi Şeyler” adlı oyununu 28 Eylül’de Küçük Sahne’de sergilemeye başlıyor.
– Dormen Tiyatrosu, “Kaç Baba Kaç” adlı güldürüyü 15 Ekim’e kadar Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde sergileyecek.
– Hadi Çaman ve Yeditepe Oyuncuları, Pierrette Bruno’nun yazıp Asude Zeybekoğlu’nun
Türkçeye çevirdiği “Pepsi” adlı oyunu, K. Halk Eğitim Merkezi’nde sergileyecek.
– Şehir Tiyatroları 4 Ekim’de perdelerini açıyor. Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nda Aristophanes’in “Kuşlar”, Harbiye Cep Tiyatrosu’nda Sait Faik Abasıyanık’ın “Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye”, Üsküdar Musahipzade Celal Tiyatrosu’nda Sam Shepard’ın “Aç Sınıfın Laneti”, Fatih-Reşat Nuri Tiyatrosu’nda Musahipzade Celal’in “Kafes Arkası’nda” ve Kadıköy Haldun Taner Tiyatrosu’nda “Sarah Bernhardt Anılar” adlı oyunlar izlenebilir.
– İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde Ekim ayı boyunca Rossini’nin “Sevil Berberi”, A. Adnan Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu”, F. Poulanc’ın “İnsan Sesi”, H. Schmidt’in “Fantastik Müzikali” İ. Stravinski’nin “Askerin Öyküsü” adlı gösteriler sergilenecek.
Buyurun Yeni Filmlere
– Kadıköy Kültür ve Sanat Merkezi’nde Beatles grubunun kurucusu John Lennon’u anlatan “İmagine” adlı filmi izlenir.
– Judie Foster’ın En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ı aldığı filmi “Sanık” İstanbul’daki çeşitli sinemalarda gösteriliyor. Kadıköy Reks’te, Cine: 4:30’da ise Meryl Streep ve Jack Nicholson’ın başrollerini paylaştığı “Sonsuz Matem” gösterimde…
– Beyoğlu Dünya Sineması’nda ise Çin Filmleri Haftası bünyesinde Pekin Kebapçıları, Kadın, Şeytan, Aşk, Kahraman Futbolcular, Son Çılgınlık ve Mai’nin Aşkı filmleri gösterime giriyor.
– Ortaköy Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Politik Filmler Haftası’nda Von Trotta’nın “Rosa Luxemburg”u, Romm’un “Sıradan Faşizm”i, Bondorçuk’un “Meksika Alevler İçinde”si, Verhoven’in “Beyaz Gül ve Eisenstein’in “Potemkin Zırhlısı” izlenebilir.
Yılmaz Güney’î Anma Geceleri Avrupa’da Coşku Yarattı
DİDF tarafından düzenlenen Yılmaz Güney’le Bir Gün isimli kültür gecelerinde oyunlarıyla büyük başarı elde eden İstanbul Sahnesi oyuncuları, Köln, Amsterdam, Stuttgart Mannheim’da oynadıkları oyunlarıyla Yılmaz Güney’in yaşamını bir bütün olarak bir kez daha canlandırmayı başardı. Hamburg, Bremen, Bielefeld, Duisburg’da gecelere katılanların sayısı 5 bini buldu.
“Yılmaz Güney’le Bir Gün” isimli gecelerde tiyatro oyununun yanı sıra Arif Sağ, Ali Ekber Eren, Şivan, Mehmet Erdoğmuş sazları ve türküleriyle geceye renk kattılar. Aylıca, genç ozanlardan Dilan ve Berivan da gecelerde gençliğin gür sesini izleyicilere başarıyla ulaştırdılar.
Gecelerde yazar A. Kadir Konuk da Yılmaz Güney ve devrimci sanat üzerine kısa konuşmalar yaptı.
Çeşitli teknik olanaksızlık ve eksikliklere karşın büyük bir başarı ve coşku ile oyunlarını sürdüren İstanbul Sahnesi’nin genç oyuncuları, oyunlarını önümüzdeki günlerde Bremen, Bielefeld, Bochum, Hamburg, Berlin ve İsviçre’nin çeşitli kentlerinde izleyicilerin beğenilerine sunacaklar.
Düzenlenen gecelerden herkes bir şeyler öğrendi elbette. Kültür ve sanatta gelişmenin zorunluluğu ve gerekliliği bir kez daha ortaya çıktı.
İstanbul sahnesi oyuncularına ve geceye güç katan tüm devrimci demokrat ozan ve sanatçılara başarılar diliyoruz.
Kültür ve Sanat Üzerinde Sam Yelleri
Günlük gazetelerin “Kısa… Kısa…” köşelerinde küçük bir haberle duyduk, Grup Yorum tahliye edildi. Topluluk yaklaşık iki ay önce Mersin’de verdiği konserde gözaltına alınmıştı. Büyük sinemacı Yılmaz Güney’i ölüm yıldönümünde “Yılmaz Güney için toplanan mezar paraları TİKKO’ya gitmiş” başlıklarıyla andık. Ruhi Su’nun gömütünden bile rahatsız olan zihinler, kinlerinin sürdüğünü Mimar Sinan Üniversitesi öğrencilerinin sergilerine saldırarak, heykellerini kırarak kanıtlıyorlar. Yiğit devrimci Ernesto Che Guevara Devlet Tiyatroları sahnesinde bir şaklaban iken, Eva Peron bir kahraman oluvermiş… Kitap hâlâ baş düşman. Mis Sokak’ta kitaplar yakılırken “fedakâr Türk Polisi” nedense her zaman tetikte beklediği köşe başından uzaklaşıvermiş.
Bu görüntüler 1989 Türkiye’sinde küçük bir detay yalnızca. Muhalif kültür ve sanat üzerinde estirilen sam yelleri, 9 yıl sonra yeniden yeşeren filizleri kavurmak duygusuyla dolu. Yaşamın tüm boyutları gibi kültür de egemenlerin isteklerine göre biçimleniyor. İktidara sahip olanlar iktidara destek veren bir sanattan yanalar. Muhalif olan ya da yurt dışında ya da cezaevinde en zor koşullarda yaşamaya mahkûm. Şu yaşlı dünyamızda ürettikleriyle yaşayanlarsa vatandaş bile kabul edilmiyorlar. Ancak böyle gelmiş, böyle “gitmez”. Tarihin akışı bugüne dek ileri gitmeyi, yeniye ulaşmayı isteyenlerin yanında oldu. Arada bir (10 yılda bir mesela) zafer çığlıklarıyla sarhoş olsalar da zorbalar olmadı finalde kazananlar.
* *
Grup Yorum 9 Temmuz’da Mersin’deydi. Konsere bir saat var henüz. Kapıda kalabalık ufak ufak artmaya başlıyor. Mersin halkı bir konser coşkusuna hasretle sabırsız. Salonda ses düzeni provaları yapılıyor. “Ses… Bir, ki… Ses…” Her şey hazır, problem yok gibi… Derken polis salona giriyor, gayet keyfi Grup Yorum elemanlarını gözaltına alıyor. Gerekçeye gerek yok.
Halkların kardeşliğini yinelercesine, dünyanın sınıflar üzerine kurulu olduğunu bir kez daha anlatırcasına bir topluluk katıldı aramıza Danimarka’dan: Savaje Rose, (Vahşi Gül) Grup Yorum üzerindeki baskıları protesto ettiler. Vahşi birer güldüler gerçekten. En zor koşullarda açan Japon Gülü gibiydiler. Dilimize yabancı bir tek sözü bile salonu dolduranlarca anlaşılmayan şarkılar insanların yüreklerini yerinden hoplatmaya yetti. Anette’nin dans eden ayaklarına eşlik eden sloganları müziğin evrensel diliyle, militan devrimci ruhun kusursuz kaynaştırılmasına çarpıcı bir örnekti konserde. Çağına duyarlı insanlar gecekondu mahallelerini gözlemlediler, Migros işçilerinin grevlerini desteklediler. Enternasyonalizmin soluğunu duyduk şarkılarında.
17 Eylül’de düzenlenen Grup Yorum’la dayanışma gecesi, Grup Yorum’un tahliyesiyle birlikte bir kutlamaya dönüşüverdi. Yakılan ateşler, çekilen halaylar, “Bize türkülerimizi söyletmiyorlar”a, “Biz türkülerimizi söyleriz”Ie karşılık verdi.
Yılmaz Güney’in 5.ölüm yıldönümünde anılmasına “başvuruda eksiklik bulunduğu” gerekçesiyle izin verilmedi. Eksiklik başvuruda değil, başvurulan yerin zihinsel özürlü olmasında, tarihin ve doğanın akışını bu “zeki özrü” nedeniyle olsa gerek (!) algılayamıyor olmasında idi.
Aydınlarımızın bulduğu çözüm Taksim Sanat Evi’nde yemek vermek ve “geçen yıl Yılmaz Güney için toplanan paraların TİKKO’ya gidip gitmediğini” tartışmak oldu. Boyalı basının duyduğu en küçük bir haberi bile magazin boyutlarında aktardığı düşünülürse, ekmeklerine bir kaşık yağ da aydınlarımızdan gitti. Yılmaz Güney’in sanatçı kişiliğini, devrim inancının ve sanatçı yanının nasıl bir etkileşim içinde olduğunu, filmlerini görememiş kuşaklara ulaştırmanın yollarını araştırmak gerekirken, konuşulanlar cemiyet haberlerini aratmayacak nitelikte.
Yürekleri ısıtan bir haber de gerçekleşme olanağı bulamadı. Yılmaz Güney’i “Umut”la anmak hâlâ bir derin özlem içimizde. Filmi sansür kurulu tarafından denetlenecek. Belli ki “umut” sansürü aşamadı. Gövdesinde makas yaralarıyla da olsa bize ulaşma olanağı bulamadı.
***
“Sinek küçüktür, ama mide bulandırır”. Yeniden korkanların, 600 yıl öncesinin Asr-ı Saadet dönemlerinin ütopyalarıyla yaşayanların saldırıları da küçük… Bir sinek kadar küçük… “Gâvur icadıdır” deyip heykel yıkanlar, sanatı at gözlüğüyle salt çini hattatlık, ebru vb. olarak görüp, “urun düşmana” diyenlerin bizzat kendileri, köhnemiş bir eski anıt gibi çürüyüp, cüzamlı bir deri gibi pul pul dökülecek, tükenecekler. Michel Angelo’nun heykelleri hâlâ yaşıyor olacaklar ve gülecekler bıyık altından.
Bu kara tablo ürkütmesin kimseyi. Sanat adına yozluk, güzel adına çirkin, yeniden yana olanın karşısında gericilik görmek umutsuzluk açtırmasın zihinlerde. Çünkü yüzyıllar önce şunu dedi Heraklit : “Her şey değişip akmada bu hal beni hayran bırakmada.” Ve Heraklit’ten yüzyıllar sonra şöyle yazdı Nazım Hikmet:
“Gebedir her sükût bir yükselişe…
Ne mümkün karşı koymak bu köpürmüş gelişe…
Heraklit, Heraklit!
Akarsuya kabil mi vurmak kilit?”
Röportaj
A. Kadir Konukla Üçüncü Romanı Üzerine Söyleşi
Özgürlük Dünyası: Romanında açık olarak yazılmazsa bile, 1980 Gültepe ve Taris direnişleri anlatılıyor. O dönemin yalnızca tanığı değil, aynı zamanda sanığısınız da. “Gün Dirildi” kendi yaşantın olarak değerlendirildi. Sıcak Bir Günün Şafağında ve Tariş olaylarının romanı olarak, sanki bir belgesel gibi değerlendirilecek, tartışılacak. Bize bu romanı yazmakla amaçladıklarınızı anlatabilir misiniz?
A. KONUK: Bugüne kadar ülkemizde en çok “köylü”lüğün romanı yazıldı dersem, sanıyorum yanlış bir değerlendirme yapmamış olurum. Gecekondularda yaşayan insanların romanları, işçilerin romanları olarak adlandırılırsa işçi sınıfının romanı da yazıldı denebilir. Ama ben böyle bir tespitin doğru olmayacağını sanıyorum. Ülkemizdeki işçi sınıfının yaşamım ve mücadelesini konu alan, onları doğru bir perspektifle koyabilen roman hemen hemen yok denecek kadar azdır. Yazılanların çoğu sorunu iktidar mücadelesinden koparıp sadece “ekmek” isteme düzeyinde ele almakta ya da yoksulluğun “edebiyatı” yapılmakta. Bence sorunun bu şekilde ele alınması işçi sınıfı açısından bir haksızlıktır. “Sıcak Bir Günün Şafağında” isimli romanımı yazarken, ülkemizde yaşanmış somut olaylardan yola çıktığım açık bir gerçektir. Ama hemen belirtmeliyim ki, bunlar birer belgesel değildir. Zaten öyle olsaydı adı roman olmazdı.
Son romanın “Tariş Olayları”nın romanı olduğu şeklinde bir değerlendirme olacağını biliyordum. Orada 1980’li yıllarda İzmir’de gerçekleşen olaylardan yararlandığım da doğrudur. Ama hiçbir şey olduğu gibi alınıp romana yerleştirilmedi, örneğin, Tariş fabrikalarında çalışanlar yazılanları okuduklarında kendi yaşamlarından parçalar bulacaklar ama belki hepsi “Filo”nun kim olduğunu, “Gülden”in nişanı gibi bir olayı yaşamadıklarını söyleyecektir. Roman, öncelikle bir kurgu olayıdır. Bu kitapta da gerçek kahramanların yanı sıra kendi yaratımım olan kahramanlar yer aldı. Kendi yaşamımdan da bölümler var romanda. Ama Öteki iki romanda da olduğu gibi kitapların hiçbiri benim bütün yaşamım değildir. Romanı işçi sınıfının mücadelesindeki direniş ve dayanışmanın önemini kazanmak için mücadelenin şartlılığını dile getirmek için yazdım. Bunun için çok düşünmem gerekmiyordu. Çünkü ülkemizde işçi sınıfının mücadelesi iyi incelendiğinde, bu türden yüzlerce romanın yazılması için malzeme bulmak olanaklıdır.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Şenol’un eşiyle ilişkileri, fabrikadaki kadınların durumu, mücadele içindeki kadınlar… Amaçladığın yalnızca hayatı tüm alanlarıyla anlatabilmek mi, kadınları gündeme getirmekle, yoksa bu konuda ne vermek istediğin, iletmek istediğin mesajlar var mı?
A. KONUK: Romanda kadın kahramanlara ağırlıkla yer vermemin iki nedeni var: Bunlardan birincisi, kadınların “yaşamın yarısı” olarak işçi sınıfının mücadelesinde de önemli bir yerleri olduğunu göstermek ve bugüne kadar onlara yaklaşımda sergilenen sekter davranışları eleştirmek, ikincisi ise kadınların katılmadığı bir mücadelenin başarıya ulaşamayacağı gerçeğini bir kez daha dile getirmekti. Hepimiz feodal yanları yaşamakta olan bir toplumun içinde şekillendik. Her ne kadar devrimci düşünceleri ve doğruları savunuyorsak da, bunları günlük yaşamda uygulamakta önemli eksiklik ve zaaflarımızın olduğu bir gerçektir. Ben romanı sadece okunup geçilen bir yazı türü olarak ele almıyorum. Roman kendisini tartıştırabilmeli, öğretebilmeli ve yeni şeylere yöneltebilmeli diye düşünüyorum. Kadınların devrimdeki yeri de romanların sık sık işleyebileceği bir konu olarak hep gündemde olacak. Olumlu ve olumsuz tiplerin de romandan çıkarabilecekleri dersler olduğuna inanıyorum.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Romanında çok az yer kaplamakla birlikte hele hele bu dönemde gözden kaçmayacak bir yanda aynı örgüt içindeki örgütün ileri kademelerindeki insanların tavırları; (örn. bir Celal, örneğin Hasan’ın, Şenol’un kişisel sorunlarına ilgisizliği), sonra düzeltiyor bu tavrını… Özellikle Celal’le hangi sorunu ortaya koymak istediniz?
A. KONUK: Mücadele içinde olumsuzluklar sergileyen insanların ele alınıp değerlendirilmesinin gelecek açısından olumlu sonuçlar yaratabileceğine inanıyorum. Devrimci mücadele içinde olumsuzluklar da oldu kuşkusuz. “Eylülist”ler bu olumsuzluklarından kalkarak devrimci mücadeleyi bir bütün olarak karalamanın yollarını araladılar. Oysa biz olumsuzlukları eleştirirken daha iyiyi nasıl gerçekleştirebileceğimizi öğrenmeyi amaçlıyoruz. Eğer hiç eksiği olmayan, her şeyiyle tıkır tıkır yürüyen bir mücadele imajı vermeye çalışsak insanlar haklı olarak, “Peki o zaman başarısızlıklar nereden kaynaklanıyor?” sorusunu yöneltecekler. Tek tek kişilerin, başarısızlıkların tüm faturasını yüklenmeleri düşünülemez elbette. Ama tek tek kişilerin davranışlarının mücadelede önemli bir yerinin olduğu da bir gerçektir.
Romanda olumsuzluktan sergilerken parti çalışması içinde yer alan insanların sıradan insanlar olmadıklarını, yoldaşlık, ilişkilerinde sınırsız bir sevgi ve saygıyı taşımaları gerektiğini, açık gönüllülüğün bir zorunluluktan çok mutlak gerçekleştirilmesi gereken gönüllü bir davranış olduğunu, yanlışlardan korkmanın değil, onları düzeltmenin yollarının araştırılmasının gerektiğini vurgulamaya çalıştım.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Romanda İskender (Gül), Cemil, İlyas, Budak gibi asıl isimleriyle geçenler. Özellikle İskender, Cemil ve İlyas’la ilgili dönemin o isimsiz kahramanlarıyla ilgili bir şeyler söyleyebilir misiniz?
A. KONUK: Romanımda kullandığım isimlerden birkaçı gerçek kahramanların isimleridir. Onlar şimdi aramızda yok. İskender Gül ve Cemil Oral, Tariş direnişinin şehitleri olarak yüreğimizde hep yaşayacaklar. Hıdır Aslan 1984’te asıldı. O da Gültepe olaylarına katılmakla suçlanmıştı. Kendisiyle yakın bir dostluğum vardı. Cezaevinde de aynı havayı soluduk uzun bir süre. Burdur’da üstümüzdeki odada idam edildi. Romandaki kısa bölümler, kuşkusuz bu arkadaşları tam olarak anlatmamak tadır. Ama böyle bir direniş romanında onların mutlaka bulunmasını istedim. Çünkü onlar işçi sınıfının mücadelesinde canlarını seve seve verdiler. İşçilerle ilgili yazdığım ilk romanda onların yer almasını sağlamak bir yerde onlara karşı görevlerimden birini yerine getirmek olacaktı.
İlyas’ın Tariş olaylarından yargılanıp asıldığı gibi yanlış bir bilgilenme var. İlyas Has, İzmir’de bir bekçinin öldürülmesi olayıyla suçlanıp alelacele idam edildi. Onu da çok yakından tanıyorum. Ama İlyas bu romanda yer almıyor. Ben Hıdır ve İlyas’ın romanının ayrıca yazılmasından yanayım. Onların hak ettikleri özeni ve saygıyı görmediklerini düşünüyorum. Gençliklerini, çocukluklarını kendi anlatımlarıyla az da olsa biliyorum. Ama yazmak için bunu yeterli bulmuyorum. Darağacında halkının türküsünü söyleyebilen Erdal’ın, İlyas’ın, Hıdır’ın ve tüm asılmışların romanını yazarken birçok şeye özel dikkat göstermenin gereğine inanıyorum. Bu konuda belge ve ilgiye sahip olan herkesin desteğini beklediğimi de belirtmeliyim.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Cezaevlerinden direnişin ve kavganın içinden çıkıp gelen birçok yeni yazar ya da ozanın yapıtlarına, “ilerici, aydın ve kendilerini yazın dünyasının söz sahibi bilen” kimseler burun kıvırarak bakıyorlar ve eleştiri getiriyorlar. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
A. KONUK: Yazdıklarımızla ilgili olarak bizleri geliştirmeye yönelik bütün eleştiri ve önerileri saygıyla karşılıyorum. Ama derdi “üzüm yemek”ten çok “bağcı dövmek” olanların söylediklerine de hiç aldırmıyorum. Onlar bir zamanlar burjuvaziyle birlikte urgan yağlamakla meşguldüler. Bir kadın yazar bizleri eleştirmek için yazdığı bir yazının girişteki ilk sözünde, “Kitap satışları düştü” diye yazmıştı. Hiç sanmıyorum. Bizim kitaplarımız satıyor. Ama onunkilerin düştüğü doğrudur. Çünkü okur artık kendi sorunlarının romanlarını, öykülerim okumak istiyor. “Paşa torunları”nın “yalı” sefalarını okumaktan bıktı insanlar. Ve kıyısından köşesinden bile bulaşmadıkları devrimci mücadeleyi karalamaya çalışanların bize öğretebilecekleri hiçbir şey yoktur.
Yazdıklarımızın “müthiş” şeyler olduklarını iddia etmiyorum. Ama insanlarımız yazdıklarımızı okuyup bizleri sokaklarda kucaklayabiliyor, yüreklerini bize açabiliyor ve bizleri gururla savunabiliyorlarsa -ki bu onur duyduğum bir gerçektir- doğru yapıyoruz demektir. O zaman burjuva borazancılarının sesleri kulaklarımızı hiç rahatsız etmeyecek demektir.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Bunda sonraki çalışmaların konusunda söyleyeceklerin var mı?
A. KONUK: Yeni bir roman üzerinde çalışıyorum, ayrıca yayınevinin koşulları uygun olursa, şiirlerim bir kitapçık haline getirilecek. Şiir, öykü ve roman çalışmalarıma devam ediyorum. Benim için değişen tek şey haritanın bir başka noktasında yaşıyor olmaktır. Ülkemden, ülkemdeki mücadeleden kopuk değilim. Çalışmalarımla bu mücadeleye güç katabilirsem, en büyük mutluluğu yaşıyorum demektir.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: A. Kadir, bundan sonraki tüm çalışmalarında sana başarılar diliyoruz. Yolunu şaşırıp da bize gelen mektuplar olursa onları da sana ulaştırırız. Söyleşi için sana teşekkür ederiz.
A. KONUK: Yazışmak istediğim ama bir türlü kendilerine ulaşamadığım çok sayıda dostum var. Onların beni anlayışla karşıladıklarını biliyorum. Bu konuda siz bana yardımcı olabilirseniz sevineceğim. Teşekkür ederim.
(Söyleşiyi Ö. Dünyası adına F. Almanya’dan kadın okuyucumuz Semra Ulusoy yaptı.)
Kavga Zamanı
Süssüz gösterişsiz bir kavgada
Mavi alevler gibi giysileri
Ellerinde umut bayraklar
Ve kan göllerinde boğulmuş çiçekleri
Mitralyözler çığlık kusuyor
Kasatura kesiklerinde kinli bakışlar
Çaylaklar üşüşüyor üstlerine
artık ayağa kalkıyor umut
Ayağa kalkıyor haykırış
zorbalık namına
Hey kavganın suskun kahramanları
Her yaşamın can damarları
Vurun nasırlı ellerinizi vurun
Çatlasın zulmün gözbebekleri
Vurun yıldırımlar aşkına
Aç çocuklar
yerde sürünenler
gebe kadınlar aşkına
Vurun
işsizlikler
itilmişlikler
horlanmışlıklar aşkına
Vurun yıkılsın sırça saraylar
Vurun çöksün zulmün tahtları
Vurun dökülsün halkın sırtından
kanı su gibi içen asalak
Vurun bre can kardeşler
Şimdi kavganın tam da zamanı
Düşürülmüş genç kızların
gelemeyen gözleri için
bir tohuma yalvartılan
Aç sefil köylü için
Coplanan sürüklenen
Gencecik öğrenci için
Vurun halk aşkına, sınıf aşkına
Dağılsın şu kara bulutlar
Onlar ki ekmeklerini
batırıp al kanlara
umutları zehir ettiler
Sokun top yumrukları
gırtlaklarına
Bu çılgın sömürü
son bulsun artık.
ABDUL KADİR KONUK
Yarı Aydınlıkta Sacco ile Vanzetti
Aynur SARICA
Ankara Sanat Tiyatrosu, Howard Fast’in eserinden Mino Roffi’nin oyunlaştırdığı ve Seçkin Cılızoğlu’nun çevirdiği Sacco ile Vanzetti’yi Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nda 22 Eylül-1 Ekim tarihleri arasında sergiledi.
1920’ler Amerika’sında yaşanan gerçek bir olayı gündeme getiriyor oyun… Sacco ile Vanzetti iki İtalyan’dır. Amerika’da yabancı düşmanlığının körüklendiği yıllar… Sacco ile Vanzetti en “aşağı” tabakadan insanlardır. Biri balıkçı, diğeri ayakkabı tamircisi… Dünyanın hal ve gidişinin farkındadırlar ve politik seçimleri vardır. Amerika’da devletin en küçük muhalif düşünceden bile korktuğu yıllardır. Dünya bir savaştan çıkmış, yeni bir savaşa doğru gitmektedir. “Sermayenin egemenliğine son” diyen Ekim Devrimi kapitalistlerin gözünü iyice korkutmuştur. Daha sıkı kalıcı tedbirler gerekmektedir. Bir “istibdat dönemi” yaşanmaktadır ABD’de sisteme “hayır” diyen insanlar sorgulanmakta ve sorgu sonrası “intihar süsü” verilerek yok edilmektedirler. Bu insanlardan biri de Sacco ve Vanzetti’nin arkadaşıdır. Arkadaşlarının öldürülmesi olayıyla ilgili çalışmalar yaparken yakalanırlar. Polis Sacco ve Vanzetti’yi tutuklar. Ellerinde politik anlamda bir delil yoktur. Onları yok etmek için cinayet ve soygunla suçlanırlar. Aksi takdirde Amerika’da düşünce ve özgürlüğünün olmadığı gibi “yanlış” bir kanı uyanacaktır.
Öykü kısaca bu… Sacco ile Vanzetti’nin onurlarını koruma mücadelesi, yaşamı savunur tavırları ve bu tavrın 1980 sonrasında Türkiye’de yaşananlarla paralellikleri oyunun seçimini haklı kılıyor. Ancak oyunun klasik bir trajedi gibi sahneye konup, duygusal atmosferin yoğunluk kazanması, tekstten gelen eksikliklerle bütünleşince ortaya şu tablo çıkıyor: “Zavallı Sacco ile Vanzetti.” Ah şu kötü yargıç!
Olay biraz daha irdelense, Sacco ile Vanzetti’nin kahramanlaştırılması yerini bir parça da Sacco ile Vanzetti’nin eleştirilmesine bırakabilirdi. Şöyle ki Sacco ve Vanzetti savaşa ve şiddetin her türüne karşı. Kanlı bir savaştan çıkmış bir dünyada bu tavrın maddi koşulları mevcut. Ancak oyun bugün oynanıyor. 1989’un penceresinden bakılarak Sacco ve Vanzetti’ye şu soru sorulabilir: Hangi savaşa ve hangi şiddete karşı olunmak zorunda.Sacco ve Vanzetti üzerlerine yüklenilen cinayet suçunu kabul etmiyorlar. Ancak kabul etmedikleri sadece suçu kendilerinin işlemediğidir. Yoksa “cinayet bir suçtur elbette”. İnsanların neden adam öldürdüğü ve hırsızlık yapmak zorunda kaldığı konusu oyun metninde ve metnin yorumlanışında gürültüye gitmiş görünüyor. Finalde cinayeti işleyen kişi suçunu itiraf ettiğinde, Sacco ve Vanzetti’nin ziyaretçileri gelirken, “suçlu” kötü adam olmanın cezasını yalnız kalarak çekiyor.
Oyun, iktidar-ekonomi-hukuk bağlantısı yapmakta da yeterli olamıyor. Görülen o ki salt hukuk adaletsiz. İşadamında simgeleşen ekonomik faktörün yoğun baskısı ve bunun kişiler üstündeki etkisi nesnel bir zorunluluktan çok, iradi kişilerin vicdani kanaatlerine kalmış bir sorumsuzluk gibi anlatılmakta. Metindeki yoğun hümanizmanın kaynağı yüzlerce Sacco ve Vanzetti’nin yok edilişinin hüznüyle anlaşılabiliyor. Ancak tiyatro sahnesi sanatçının kürsüsüdür ve sanatçı sahnede salt destan oynamaz. Sacco ve Vanzetti’yi destansı bir anlatımla oynamak günümüz Türkiye’sinin gündemine denk düşmüyor. Sahneden ve elimizin uzandığı her yandan sorular sormak ve tartışmalar açmak zorunluluğu var. Oyun bu anlamda her ne kadar zorlama bir yorumla güncel olarak nitelense de, bu klasik sahnelenişle güncelliği yakalayamıyor. Yıllar öncesinden bir öykü anlatıyor adeta. Oysa Türkiye yıllarca sürüp beraatla sonuçlanan mahkemeleri oldubittiye getirilen idamlar, gözaltında kaybolan insanları yaşadı. Dün bizi çok ilgilendiriyor, evet. Ancak ilgilendirme sebebi bugünü yorumlayabilmek ve yarını öngörebilmek içindir. Olay bu anlamda güncelleştirilmeye çok yatkın. Sahnede iki proleter… Birinin teorisyen özellikleri öne çıkarken, ötekinin canlı karakteri coşkuyu, inancı anlatıyor. Tam da bugünlerde bir işçi sınıfı soyutlaması yapması beklenirdi AST’tan. Teknik malzemenin kullanımına gelince, projektör ışıklarının yoğun kullanımı metnin dramatik yorumlanışının önemli bir aracı. Yarı karanlık sahne ışıklandırmaları, metnin ve oyunun yan aydınlık yorumlarını yansıtırcasına sahneyi iyice bulanıklaştırıyor. İzleyicinin sokulduğu “ağıt” havasıyla göremediği, salt hissedebildiği metnin iç söylemlerinin net konmaması, sahnenin yarı aydınlıklığıyla koşut. Velhasıl-ı Kelam “yarı aydınlık” bir oyun oluvermiş Sacco ile Vanzetti. Sistem içinde profesyonel bir tiyatro yapmanın zorluklan su götürmez bir gerçek. Amma ve lakin, ilericiliği seçilen oyun metinleri dışına çıkmayan bir profesyonel tiyatro yapmaktansa, sanatı iki kat daha efor harcayarak amatörce yapmak çok daha saygıdeğer. Ticaretin pençesine takıldığı anda sanatın sanatçılığından neler yitirdiği 2×2 = 4 kadar net. Bundan dolayıdır ki, bu örümcek ağına kapılmayı reddedip, sanatı da bir mücadele biçimi olarak görenlere selam olsun. Söylenecek söz de sahne de onlarındır.
F. Almanya’da Son Yılların En Büyük Politik Davası Ekim’de Başlıyor
“17 Kürt Siyasi Tutuklu Alman Yargıçları Önünde”
Batı Alman gazeteleri bu ay içinde (Ekim) günlerce uğrayacakları bir konuda daha şimdiden yayın ve yazılara başladılar. 7 milyon markı bulan mahkeme hazırlık giderleri, bu ay içinde F. Almanya’nın Duesseldorf kentinde başlayacak mahkemenin önemini bir kez daha açıklıyor. Bu davayla birlikte F. Almanya’da Alman Ceza Yasası’nın ünlü 129/a maddesi ilk kez bir yabancı örgüt için uygulanmış olacak. F. Almanya tarihinde bu kadar geniş kapsamlı ve bir yabancı örgütle ilgili olarak açılan ilk davada, koruma ve güvenlik giderlerinin milyarları bulduğu, mahkemenin ise eski zamanlardaki korumaya alman şatolara benzediği ileri sürülüyor. PKK örgütüne üyelik ve terörist bir örgüt için çalışmak vb. gerekçelerle acılan davanın en az iki veya üç yıl devam edeceği ileri sürülüyor. Buna benzer bir dava da Almanya’da RAF örgütü olarak bilinen bir örgüte, sadece çalar saat aldı diyerek bir kadın gazeteci, teröristlere yardım etti gerekçesiyle üç yıla mahkûm edilmişti.
Kamuoyunda büyük bir ilgi ve dikkatle izlenecek olan bu mahkemenin avukatlarından olan Hans Eberhard Schultz, şu anda yoğun hazırlıklar içinde olduğundan, kendisini telefonla arayan yurt dışı temsilcimize Ekim ayında başlayacak mahkemenin gelişmesi ve bu konudaki düşüncelerini açıklayacağı özel bir söyleşiye hazırlanacağını söyledi. Türkiye cezaevleriyle dayanışma çalışmalarından yakından tanıdığımız ve birkaç kez heyetle Türkiye’ye de giden Avukat E. Schultz ile okuyucularımız için ileride görüşmeye çalışacağız. Telefonla birkaç cümle olarak söylediklerine gelince; “Şu anda mahkeme hazırlıklarına bakılırsa, daha mahkeme başlamadan önce kamuoyunda bu davarla ilgili korkunç ve ürkütücü bir imaj yaratılmaya çalışılıyor ve bu zemine bağlı olarak da mahkemenin sürdürülmesi amaçlanıyor. Başsavcı Rebmahn, kendisince devlet teröristler tarafından tehdit ediliyor diyerek bir işe başlamış bulunuyor. Ülkemizdeki kamuoyunun Kürt halkına karşı son yıllardaki sempatisinin ve onların haklı davasını destekleme isteğinin bu davanın gidişinde kısmen de olsa etkili olacağı görüşündeyim.”
Ekim 1989