İşçi sınıfının en keskin mücadele araçlarından birisi olarak grev (2)

Tabiatıyla işçi sınıfının siyasal hareketi, işçi sınıfı için siyasal iktidarın ele geçirilmesi amacını taşır…
“Bununla beraber, öte yandan, işçi sınıfının sınıf olarak egemen sınıflara karşı ortaya çıktığı ve onların dışardan bir baskı ile eğmeye çalıştığı her hareket bir siyasal harekettir. Mesela tek bir fabrikada veya tek bir sanayi dalında grevler yoluyla vs. bazı kapitalistlerin çalışma saatlerini azaltmalarını sağlama teşebbüsü safi ekonomik bir harekettir. Buna karşılık, 8 saat kanunu vs. sağlamak için yapılan bir hareket, siyasal bir harekettir. (K. Marks, 1871’de F. Bolte’a yazdığı mektuptan)
K. Marks’ın, işçi sınıfının siyasal eylemi konusunda tutumunu belirttiği yukarıdaki alıntıyı aktardığımız mektubunu yazdığı yıl, Türkiye’de de ilk sendika, Amele Perver Cemiyeti İstanbul’da kurulmuştu. Bundan bir yıl sonra, 1872’de de ilk işçi grevi patlak veriyordu; tersane işçilerinin grevi.
Oysa Batı işçi sınıfı çoktan tarih sahnesine çıkmıştı. Burjuvazinin, feodalizme karşı savaştığı 17. ve 18. yy. boyunca işçiler burjuvazinin yedek gücü olarak feodalizme karşı savaşırken, daha iyi yaşama ve çalışma koşulları için de burjuvaziye karşı direnmiş, zaman zaman bu direniş Fransız Devrimi’nde olduğu gibi ileri savaşçılarının şahsında da olsa (F. Noel Gracchus Babeuf (1760-1797): İşçi sınıfının yetiştirdiği ilk kuramcı. “Eşitler Cumhuriyeti” adını verdiği düzenin kuramcısı. Direktuvar yönetimini devirmek için kurduğu gizli örgüt, ayaklanmadan önce ortaya çıkarılmış ve giyotinle idam edilmiştir. Ama mahkemede ve giyotin karşısında günümüz devrimcilerinin izlediği yolu açan ilk işçi sınıfı önderidir. Marks, onu ilk eylemci komünist partisinin kurucusu olarak niteler. Proletarya diktatörlüğü fikrini de ilk o ortaya attı.) siyasal amaçlarını da dile getirmişti. 1830 Devrimi ile gücünün farkına varan proletarya 1848’de devrimi yarıda bırakarak feodal soyluluğun kollarına atılan burjuvaziye silahını çevirerek, ilk kez kendi bağımsız tutumunu ortaya koydu. Artık burjuvazinin yedek gücü değil, toplumu ilerletecek en devrimci sınıf olarak tarih sahnesinde yerini almıştı. Ama daha 1848’e gelmeden önce de; işçiler, 1824’te ilk kez İngiltere’de olmak üzere kendi sendikalarını kurup bu haklarını burjuvaziye de kabul ettirerek, 1830’larda da Chartist Partiyi yaratıp sendikal eylemden siyasal eyleme geçmişlerdi. Dahası, Türkiye’de ilk sendikanın kurulduğu yıl, dünya işçi sınıfı için bir dönüm noktasıydı: Parisli komünarların ‘gökyüzünü fethe’ çıktıkları yıldı; Paris Komününün kurulduğu (ve yıkıldığı) yıl. Paris proletaryasının bu baş kaldırışı aynı zamanda burjuvazinin devrimci barutunun bitişini de ilan etmişti.
Öte yandan Avrupa işçi sınıfının çocukluk çağına eşlik eden ütopik sosyalist eğilimler Marksizm karşısında yenilgiye uğramış, Marksizm’in işçi sınıfı içinde tek egemen akım olacağı yılların eşiğine gelinmişti. Anarşist ve anarko-sendikalistlerin politikalarının yanlışlığına Paris Komününün yenilgisi de eklenince 1. Enternasyonal dağıtılmıştı, ama 1869’da Marks ve Engels’in öncülüğünde kurulan Alman Sosyal Demokrat Partisi, yeni bir enternasyonalin, Marksist 2. Enternasyonal’in habercisi olarak kurulmuş bulunuyordu.
Kısacası, Türkiye’de ilk sendikanın kurulup, ilk grevin patlak verdiği yıllar dünya işçi sınıfı için yeni ve parlak bir dönemin başlangıcıydı öyle olunca da, Avrupa işçi sınıfının dinamizminin ve eylemlerinin Osmanlı İmparatorluğu içindeki ulusların işçi sınıflarını da etkileyeceği normaldir. Ama incelenince görülür ki bu etkiler, Osmanlı’nın Balkan eyaletleriyle sınırlı kalır. 1889’da (İkinci Enternasyonal’in Kuruluş yılı) İttihadı Osmanlı Cemiyeti adında işçi haklarını savunduğunu iddia eden bir siyasal kuruluş kurulursa da, Abdülhamit despotizmi altında bir varlık gösterecek niteliklerden yoksundur. Öyle de olur. Pek bir varlık gösteremeden yok olur. 1895’de Tophane işçilerinin kurduğu Osmanlı Amele Cemiyeti de aynı biçimde baskılara dayanamaz.
Özellikle 1880’lerden başlayarak kapitülasyonların ağır yükü altına sokulan işçi sınıfı yoğun bir ekonomik ve siyasi baskı altındaydı. 1908’den başlayarak art arda gelen grevler bu baskıcı döneme işçilerin tepkisinin ifadesi olduğu kadar meşrutiyet hareketi ile de bir paralellik içindeydi.
Türkiye’nin kapitalist gelişme yoluna girmesinin kapitalizmin ilerici niteliklerini bütünüyle yitirdiği bir dönem oluşu ülkedeki kapitalizmi çarpık bir biçimde geliştirirken, işçi sınıfı hareketi bakımından da olumsuz koşullar yaratmıştır. Ülkenin siyasal ve ekonomik yönetimini denetimleri altına almış olan Batılı kapitalistler, sendika hareketini daha başlangıcından itibaren dumura uğratmayı amaçlamışlardır. Batıda işçi sınıfına karşı yürüttükleri mücadelenin deneylerinden de yararlanan kapitalistler, batı işçi sınıfının deneyiminden ve onların sahip olduğu araçlardan yoksun olan Türkiye işçi sınıfının mücadelesini boğmuşlar, gelişmesine olanak tanımamışlardır. Nitekim “herkese özgürlük’ vaat ederek gelen 1908 Devrimi kendisini toparlar toparlamaz işçi haklarını yok edip grevleri yasaklamaya koyulmuştur. Ama bunu Türk burjuvazi kendiliğinden yapmamış, Alman burjuvazisinin temsilcisi olarak, zamanın iktisat nazırının müşaviri olan Kont Ostrong işçi grevleri ve sendikal faaliyetlerin yasaklanmasında başlıca dayanak olan ‘Tatili Eşgal” yasasını çıkarılmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Yani, sınıfın karşısında yer alan kapitalistler işçi sınıfımızdan çok daha deneyimliydi ve bu olumsuz etken bugün de varlığını sürdürmesi bakımından önemlidir.
1908’den sonra işçi grevlerinin gündeme gelmesi Ulusal Kurtuluş Savaşı de olanaklı oldu: Bağımsızlık savaşı ile birlikte, görünüşte ekonomik ama amacı anti-emperyalist olan siyasal nitelikte grevler ortaya çıktı. İstanbul tramvay işçileri, tünel, şirketi, Hayriye, Haliç Tersane, gemi, hava gazı işçileri sürekli zam talepleri ile grev ve gösteride bulundular. Ayrıca aynı yıllarda Şark Demiryolu işçilerinin başlattıkları grevin siyasal niteliği daha da açıktır.
Daha Kurtuluş Savaşı’nın dumanları dağılmadan burjuvazi işçi sınıfına karşı düşmanca girişimlerini başlattı. Sınıfın birleşmesini engelleyecek çeşitli yollar denedi: 1 Mayıs’ta bildiri dağıtanları vatan hainliği ile suçlamaktan hükümet denetiminde sendika kurmaya kadar… Onca güç koşullar altındayken bile burjuvazinin işçi sınıfına karşı akıl almaz tezgâhlar kurması, burjuvazinin demokrasi anlayışı ve işçi düşmanlığının sınır tanımaması bakımından ilginçtir.
1925’de patlak veren Şeyh Sait isyanını bahane eden hükümet, 12 Mart 19251e çıkarılan ‘Takriri Sükûn’ yasası ile her türlü muhalefetle birlikte sendikacılığı da fiilen ortadan kaldırdı. 1933’te ceza kanununda yapılan değişiklikle grevcilere verilecek cezalar artırılırken, 1938’de Cemiyetler Kanunu ile ‘sınıf esasına göre dernek kurmak yasak’lanarak sendika kurmak olanaksız hale getirildi.
Bu dönemde, 1923-1928 arasında, bazıları doğrudan yabancı şirketleri hedef alan grevler görülür. Soma-Bandırma Demiryolu grevi, İstanbul liman işçileri grevi, Adana demiryolu işçileri grevi, tütün işçileri grevi, İstanbul tramvay işçileri grevi.
İkinci Dünya Savaşı sonunda faşist kampın yenilgiye uğraması ve dünya ölçüsünde sosyalizm ve demokrasi mücadelesinin güç kazanması sonucu olarak ülkemizdeki gerici ve faşist odakları geri adım atmış, görünüşte de olsa ‘çok parti’, ‘özgür sendika’ gibi kurumlar gündeme gelmiş, Haziran 1946’da sınıf esasına göre dernek kurmayı yasaklayan ‘Cemiyetler Kanunu’nun kaldırılmasıyla hızla sendikalar örgütlenmeye başlamıştır. Ne var ki ‘demokrasimiz’ demokrasinin göstermelik kurumlarına dahi tahammül edemeyecek kadar faşizmle içli dışlı olduğundan, aradan 6 ay geçmeden, DP ve CHP yanlısı Türkiye işçi Derneği dışındaki tüm sendika ve ‘işçi’ partileri kapatılmıştır. İnönü; ‘Bizim, kanun yoluyla da menetmeye çalışacağımız cemiyet ve partiler, kökü dışarıda yani yabancı aleti olan Cemiyet ve Partiler ve onlardan mülhem olanlardır’ diyerek, demokrasi anlayışındaki ‘derinliği’ ortaya koyarken, bir yandan da burjuva politikacılarının bugün bile sürdürdüğü “kökü dışarıda”lık edebiyatının başlatıcısı olur.
1947 Şubatında çıkarılan Sendikalar Kanunu grev ve toplu sözleşmeden söz etmediği gibi, sendikaların siyasetle uğraşmasını da yasaklar. Bu yasanın bu biçimiyle çıkmasını da demokrasinin beşiği İngiltere’den gelme iki ‘uzman’a borçlu olduğumuz bilinir. ‘Aramızdaki samimi dostluğun şevkiyle, bir cemile olsun diye bu iki zatın memleketimize yolladılar. Onlar incelemeler yaptılar, yurdumuzu dolaştılar. İşçinin toplu olarak çalıştığı bölgeleri gördüler, raporlarını hazırlayıp Bakanlığa sundular. Şimdi bu uzmanların tavsiyeleri yerine getirilmektedir.’ (Ulus, Aralık 1946, aktaran A. Işıklı)
“Çok partili’ dönemle birlikte sendikal eylem de, iktidar ve muhalefet olma durumuna göre burjuva partiler arasında mekik dokuyan bir karakter kazanacaktır. Yasalar ve siyasal iktidarların desteğini arkasına alan çeşitli soydan sendika ağaları, mümkün olduğu kadar sınıfı grev ve benzeri bir eyleme çekmeden kaçınarak devranlarını sürdürmeye çalışacaklardır. Nitekim onca soruna ve hayli kalabalık bir sayıya ulaşmasına karşın sendikacılar sınıfı yasal çerçeve içinde tutmayı başaracaklardır.
1940’lı yılların sonunda muhalefette olan DP tam bir iki yüzlülükle grev ve TİS hakkının savunucusu rolüne soyunur, ama iktidara geldikten sonra bunu unutur. 1951’de DP ye CHP denetimindeki örgütlerin bir araya gelmesiyle kurulan TÜRK-İŞ de göstermelik olarak bile bir varlık gösteremez. Grev, hele de sendikaların siyasete bulaşması yasaktır. Ama 26 Temmuz 1950 ve 4 Ekim 1953’te sendikalarca, düzenlenen ‘Komünizmi Telin’ mitingleri kovuşturmaya uğramaz. Bu, o zamanki hükümetlerin ve ABD’nin başını çektiği emperyalist bloğun soğuk savaş kampanyasıyla denk düştüğünden 1 olacak kimse siyaset yasağını anımsamaz. Zaten sendikalar her zaman siyaset içinde olmuştur. Dahası, doğrudan siyasetin içinden, CHP ve DP’nin içinden çıkıp gelmişlerdir. Bu yüzden de, siyaset yasağı söz konusu olduğunda bundan anlaşılması gereken proleter siyasetin yasaklığıdır. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir.
1963’ten 12 Mart 1971’e Grevler
1960, 27 Mayıs ihtilalinden sonra, ‘ilerici’, “Kemalist” ihtilalcilerin hazırladığı anayasa taslağında grev hakkından hiç söz edilmez. Ama İstanbul işçilerinin Saraçhane mitingi sonrasında taslağa grev hakkı girer. Ancak, 1963 yılındadır ki; işçi sınıfımız grev hakkına sahip olur.
Gerçi, 1963 yılında çıkarılan 274-275 sayılı sendikalar, grev ve toplu iş sözleşmesi yasaları işçilerin inisiyatifini mümkün olduğu kadar sınırlamış, özellikle grevi çok dar sınırlar içinde kullanılır bir silah haline getirirken, lokavtı da yasallaştırarak işvereni daha da güçlendirmiştir, ama yine de 1963 sonrası işçi sınıfı mücadelesinde grevlerin rolü çok önem kazanacaktır.
* Türkiye işçi sınıfının 1960’lara kadar ki mücadelesine grevler açısından bakıldığında kendine özgü kimi özellikler gösterdiği görülür. Her şeyden önce işçi sınıfımızın özelliği Batı işçi sınıfına göre tarih sahnesine iki yüz yıl kadar bir gecikmeyle, kapitalizmin artık ilerici niteliklerini yitirip tekelci özellikler kazanmaya başladığı bir dönemde çıkmış olmasıdır. Bu da, onun ilk oluşumu sırasında bir yandan feodal Osmanlı despotizminin, öte yandan da gericileşmiş burjuvazinin baskısı altında mücadele etmesini zorunlu kılarken mücadele olanaklarını her yandan kısıtlamıştır. Avrupa işçi sınıfı ilk oluşum yıllarında burjuvaziyle birlikte feodalizme karşı mücadele içinde savaş yeteneğini kazanıp, zamanı geldiğinde de bunu burjuvaziye karşı kullanabilmişken bizim işçi sınıfımız daha baştan feodalizmle işbirliği içinde olan bir burjuvaziye karşı mücadele etmek zorunda kalmıştır. Buna ülkede kapitalizmin çok yavaş ve cılız gelişimi eklendiğinde mücadeleye katılan güçlerin hızla büyümemesi ve toplumsal yaşamı etkileme hızı da yavaş olmuştur.
* Batı işçi sınıfının oluşum süreciyle kıyaslandığında Türkiye için sınıfının oluşumunda grevlerin çok az yer tuttuğu görülür. Türkiye işçi sınıfı tarihinde ne İngiliz işçilerinin 1824’e kadar süren sendikal eylem yoğunluğunu, ne de Fransız işçilerindeki devrimlere katılma yoğunluğunu görürüz. Bu da ister istemez sınıfın kaynaşıp, ulusal çapta bütünleşmesini, öteki ülkelerin işçi sınıfıyla bir ve aynı yazgıyı paylaştığı bilincinin uyanmasını geciktirici ve güçleştirici bir rol oynamıştır. Çünkü bu yazının birinci bölümünde de değinildiği gibi sınıfı ulusal ölçüde bütünleştiren ve uluslararası alanda birlikte mücadelenin zorunluluğu bilincini uyandıran sınıfın kendi deneyleriyle bunu öğrenmesinde yatar. Bu deney de her şeyden önce grev alanlarında elde edilebilir. Ne var ki, 1960’lara kadar işçi sınıfımız, toplumsal gelişmeye damgasını vuracak ölçüde yoğun mücadeleler yaşamamıştır.
* Yukarıdaki uzunca sayılacak özetten de anlaşılacağı gibi, işçi sınıfımızın grev mücadeleleri ya 1908 ve 1923-1928 döneminde olduğu gibi grevlerin yasal olarak engellenmediği, ya da 1919-1922 döneminde olduğu gibi merkezi otoritenin zayıf olduğu, dönemlerde yoğunlaştığı görülüyor.
* Bu dönemki bir özelliği de, daha 1880’lerin sonundan itibaren adı sosyalist ya da işçi sınıfı partisi olan (cemiyet ya da fırka) partiler epeyce sayıda olmalarına karşın, Mustafa Suphi TKP’si dışında olanların ortak özelliğinin reformcu düzen partileri olmalarıdır. Bunlar sınıf hareketi içinde etkili olabildikleri ölçüde engelleyici, yasalar çerçevesinde bir mücadeleyi öğütleyici olmuşlardır. Özellikle Ş.Hüsnü sonrası TKP’si sınıf hareketini bugün bile olumsuz etkileyici bir geleneğin kurucusu olmuştur. Bu gelenek başlıca iki özelliği ile karakterize olmuştur: 1) Yasalcılık. 2) Sendikalizm.
* Zaten güçlü kitle hareketleri geleneğine, dolayısıyla da yasal çerçeveler dışına çıkma geleneğine sahip olmayan Türkiye işçi sınıfı hareketi, kendisine işçi partisi, sosyalist parti ya da komünist parti adı veren partilerce de bu çerçevenin dışına çıkılmaması için öğütlenmiştir. Özellikle TKP kendisi yasa dışı olmasına karşın, hep egemen sınıf temsilcilerine akıl veren, onların gözünde meşruiyet kazanmak isteyen bir çizgiyi esas aldığından, işçi hakları söz konusu olduğunda, bunun için mücadeleye yasaların engel olduğu, yasaların değiştirilmesi gerektiği, bunun da burjuvazinin tarihsel görevi olduğu vs. söylemekten öte bir ‘mücadele çizgisi’ benimsememiştir. Sınıf hareketinin cılızlığı ile “öncü”nün yasalara sınırsız sadakat düşüncesi birleşince, grevin yasak olduğu uzun yıllar boyunca sözü edilecek bir işçi eylemi de söz konusu olmamıştır. TKP’nin bu yetmiş yıllık yasalcılık öyküsü, bugün biçim olarak da yasalcılıkla varabileceği en son noktaya ulaşmıştır.
* Bu sözde işçi, sosyalist ve komünist partilerden bugüne kalan en köklü geleneklerden ikincisi ise sendikalizmdir dedik. Gerçekten de TKP başta olmak üzere bu partiler, işçi sınıfı içindeki çalışmayı, işçilerin zaten kendi kendilerine öğrenebilecekleri sendikacılıkla sınırladı. TKP öncesi parti ve cemiyetlerin fazlaca bir aktivitesi olmadığı için bir yana bırakıldığı düşünülse bile, TKP ve onun türevi olarak ortaya çıkan TİP, TSİP gibi ‘işçi partileri’ işçilerin dikkatlerini hep ekonomik mücadeleye çekmeye çalışmışlar, ekonomik mücadelenin şu ya da bu nedenle yasaklandığı koşullarda ise fiilen tasfiye olmuşlardır. Hele sendikalizmin yasalcılıkla birleştiği göz önüne alınırsa, son yetmiş yılda işçi sınıfının ileri atılımlarının ancak bu reformcu revizyonist mihrakın barikatlarını aştığı ölçüde olanaklı olduğu daha anlaşılır bir şey olarak karşımıza çıkar. Bugün bile, TKP, onunla ideolojik bağlantı içinde olan çeşitli siyasal gruplar hatta bu kampa karşı keskin bir karşı çıkış içinde olan pek çok “sol” grubun bile bu geçmiş olumsuz mirasın derin etkilerini taşıdıklarını, bu etkinin bilincine varanların da buna karşı amansız bir mücadele yürütmekle karşı karşıya olduklarını, kısacası bugün de tasfiyeciliğe karşı mücadelenin bu olumsuz geleneğin yenilgiye uğratılmasına bağlı olduğunu söylemek abartma olmayacaktır.
1960 Sonrası Grevleri
1961 Anayasası ile grev hakkının yasalara geçmesi, 1963 yılında da grev ve TİS yasası ile sendikalar yasasının çıkarılması işçi sınıfı için yeni olanaklar sunmuştu, ama nasıl ki işçi sınıfımız daha oluşum yıllarında işçi sınıfına karşı mücadelede çok deneyimli tekelci bir burjuvaziyle karşı karşıya kalmışsa, grev hakkını yasalara geçirtmeyi başardığı bir sırada, grev ve TİS ile serbestçe serpilip gelişmeye ihtiyacı olduğu bir aşamada, daha o aşamanın başında gelişmiş bir sendika ağalığı, politikada, ama burjuva politikasında deneyim kazanmış bir sendika bürokrasisi ile birlikte yürümek zorunda kalmıştır.
1960’ların başında Türk-iş’in başında bulunan ağalar bugünküleri aratmayacak kadar egemen sınıf yanlısıdırlar. İşçi sınıfının mücadele aracı olan grevlere yaklaşımları da farklı değildir. Üstelik Marksizm’e karşı da hayli bağışıklı görünmektedirler. Öyle anlaşılmaktadır ki, Marksizm-Leninizm konusunda o günün “Marksistlerinden” daha bilgilidirler. O günlerde Teksif’in Genel Başkanı olan Bahri Ersoy sendikacılık anlayışını açıklarken tutumlarını ve hangi sınıftan yana olduklarını pek açık sergilemekte: “… Biz grevi Lenin’in anladığı anlamda, iktidarı devirmek için işçi eğitim ekolü veya üniversitesi olarak telakki etmiyoruz. Bu telakkiyi de şiddetle reddediyoruz. Bizce grev, sanayide sulhu tarsin eden bir faktör, bir kuvvettir, iktisadi manada işçi ve işveren münasebetlerini tanzim eden sosyal bir mesele olarak kabul ediyoruz. Biz tahripkâr sınıf mücadelesini asla düşünmüyoruz. İnanıyor ve kalıbımızı basıyoruz ki istikbalde de emek ile sermayenin mücadelesi olmayacaktır…”
İşte işçi sınıfımız grev hakkına sahip olduğunda bu hakkı kullanmanın aracı olan sendikaların başında böyle işçi düşmanı bir anlayış vardır ve bu anlayış o günden bugüne grev mücadelelerine damgasını basa geldi. Ama sendika ağalarının sendika yönetimlerini ele geçirmiş ve grevleri sınıfı eğiten savaş okulları olarak kullanmama çabalarına karşın grevler çoğu zaman sendika ağalarının karşı çıkmasına rağmen birbirini izledi. Mücadelenin yükselen bir seyir izlemesi, artan ekonomik sorunlarla birlikte işçi hareketinin sendika ağalarının engellerini yıkarak ilerlemeyi sürdürmesi değişik burjuva fraksiyonlara mensup sendika ağaları arasındaki çatışmayı keskinleştirdi. Nitekim Paşabahçe Cam Fabrikalarında Kristal iş’in yürüttüğü grevleri Türk-İş merkezinin karşı çıkmasına rağmen destekleyen bazı sendikalar 1966 yılı sonlarında Türk-İş’ten geçici olarak ihraç edildiler. Bu sendikalar ile Türk-İş egemen kliği arasındaki gerginlik giderek tam bir kopuşa vardı ve 1967nin 12 Şubat’ında DİSK kuruldu. Bu DİSK ağalarının reformcu niyetlerinden öte Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde yeni bir etken oldu. 1960’ların son yılları Türk-İş’ten DİSK’e geçme eylemlerinin yoğunlaştığı yıllar oldu.
1963’ten başlayarak grevlerin sayısı artık burada sayılamayacak kadar çok olur. Ama dönemin karakteristiği olan işçi eylemleri 1967den itibaren yoğunlaşır ve 12 Mart darbesine kadar sürer.
1967 sınıf hareketinin ileri atılımı için kimi olumlu etkenlerin bir araya geldiği bir yıldır: Her şeyden önce emekçi sınıfların mücadelesi ve öğrenci gençlik hareketi belirli bir yükseliş dönemi yaşamaktadır. Türk-İş’in partiler üstü politikası ve sınıf işbirlikçi politikasına görünüşte de olsa karşı çıkan DİSK işçi sınıfı için yeni bir mücadele alternatifi olarak görülür. Anti-emperyalist mücadele gençlik ve aydın çevreleri taşarak emekçi yığınların da gündemine girmektedir. Bütün bunların yanı sıra ülke tarihinde ilk kez Marksizm kendi kaynaklarından öğrenilme olanağı elde edilir ve Marksizm’i TKP yorumu olmadan okuyan bir gençlik kuşağı, anti-emperyalist ve anti-faşist mücadelenin önünde yer alabilecek bir birikime sahip olarak, 1960’lı yılların sonunda siyasi mücadeleye damgasını vurmak için politik arenaya girer.
1960’lı yılların sonlan, bir yandan grev hakkını kullanan çok sayıda işçinin greve çıkmasına sahne olurken, üretici mitingleri (haşhaş, tütün, pancar, pamuk, fasulye, üretici mitingleri vb.), öğrenci gençlikte ise, başlangıçta salt akademik taleplerden kalkan ama giderek anti-emperyalist yanı öne çıkan boykot, işgal, miting, gösteri, çatışma vb. çok değişik eylem türleri yaşanır.
Hiç kuşkusuz bu yılların şöyle bir panoramasını çizmek bile bu yazının boyutlarını aşar. Zaten konumuz göz önüne alındığında buna gerek de yoktur. Bu yüzden de biz burada grevlere katılan yeni öğelere değinerek bu mirasın bugüne taşınan unsurlarını öne çıkaracağız.
1960’ların ortasından başlayarak 12 Mart’a uzanan süreçte, sadece grevlerin sayısı ve grevlere katılan işçilerin sayısı önceki yıllarla kıyaslanamayacak biçimde artmaz, aynı zamanda amaç ve konularında da çeşitlilik görülür. Dahası yasadışı grev, direniş ve işgal gibi eylemler sık sık gündeme gelirken dönem 15-16 Haziran ile taçlanır.
Yasa dışı grev, direniş ve gösterilerin hemen tümü işçilerin Türk-İş’ten DİSK’e geçmek için, patron-hükümet-Türk-İşli ağalar üçlüsünü dize getirmek için başvurulmuş eylemlerdir. Ancak bu eylemler sıradan bir sendika değiştirme eylemi ya da, Türk-İş ve DİSK arasındaki rekabetten dolayı DİSK’in kışkırttığı eylemler olarak değerlendirilirse yanlış olur. Çünkü her şeyden önce, bu geçişlere karşı sadece TÜRK-İş değil patron ve hükümet de direndiğinden, geçişi kapsayan süreç boyunca sendikalar yasasından grev yasasına, gençlik eylemiyle dayanışmaktan polis ve jandarmayla çatışmaya pek çok şey sorgulanmakta ve yaşanmaktaydı. Bu yüzden de sendika değiştirmek isteği ile başlayan olaylar, fabrikanın işgaline, başka fabrikaların da destek eylemine girmelerine, dahası, fabrika çevresindeki kadınlı erkekli tüm emekçilerle öğrenci gençlik ve devrimci demokrat güçlerin eylemlerine yol açıyordu.
Bu eylemler bir yandan dönemin karakteristiği olması, öte yandan bugünde yararlanılması gereken ipuçları içermesi bakımından önemlidir. Bu yüzden de burada özellikle üstünde durmak gerekmektedir.
* 1967’de DİSK’in kuruluşundan sonra gelişen ve görünüşte bir sendika değiştirme eylemi olarak ortaya çıkan eylemler aslında, Türk-İş’in patronlara yaltaklanarak hak almayı amaçlayan, sınıf işbirlikçisi “partiler üstü sendikacılığına” bir tepkiydi. Bu yüzden de Türk-İş bürokrasisi nezdinde kendiliğinden olarak tüm bürokratik sendikacılığı hedefliyordu, işçilerin iradesi karşısında patron-hükümet-sendika ağası üçlüsü ittifakının direndiği her yerde de olaylar genişliyor, çoğu zaman da işçiler isteklerine ulaşıyorlardı. Kendi başına fazla önemli görülmeyecek başarılar isteklerine ulaşıyorlardı. Kendi başına fazla önemli görülmeyecek başarılar sınıf için önem taşıyordu. Çünkü art arda gelen başarılar öteki fabrikalardaki işçileri de cesaretlendiriyor, hatta şu fabrika başardıysa biz neden başaramayalım diyen işçiler bir yarış içinde mücadeleye atılıyordu. Dahası, daha önce mücadeleyle isteklerini elde eden fabrika işçileri yeni direnişlere kayıtsız kalmıyor, onlar da çeşitli destek eylemleriyle mücadeleye katıldığından her sendika değiştirme eylemi geniş bir çevrede, pratik değerinin çok ötesinde, bir etki uyandırıyordu. Özellikle, Singer, Sungurlar, Demir Döküm, Kavel gibi mücadeleye önderlik eden fabrika işçileri işçi sınıfı içinde büyük bir prestije sahip olmuşlardı ve diğer fabrika işçileri eyleme geçecekleri zaman, sendika (DİSK) merkezinden önce bu fabrikaların işçileriyle bağlantı kuruyorlar, onların desteğini alarak hareket etmeye özen gösteriyorlardı. Bu, sınıf içinde inisiyatifli bir kesimin çıkması olayı, mücadelenin ileri atılışında (başka ülkelerdeki işçi sınıfı mücadelelerinde olduğu gibi) büyük bir inisiyatif sağlıyordu. Çeşitli fabrikaların işçileri arasında doğan bu dayanışma duygusu ve yakınlaşma sınıfın birleşip kaynaşmasında önemli bir rol oynadığı göz ardı edilemez.
*Türk-İş ağalarının patronlarla açıkça işbirliği içinde olduğu bu eylemler içinde sınıfın en geri unsurlarınca bile görünür hale geldi. Patronların işçileri Türk-İş’te kalmak için zorlamaları, sendikacıların patronlarla birlikte gelip işçilerle konuşmaları işçilerin gözünde hem eylemlerinin haklılığını açıklığa kavuşturdu hem de Türk-İş’in konumu konusundaki tüm şüphelerini giderdi. Ayrıca; direniş, grev, işgal gibi eylemlerde polis ve jandarmanın devreye girmede gösterdiği heves, devletin tarafsızlığı düşüncesinin yıkılmasına zemin hazırlarken, hükümetin DİSK’e karşı düşmanca tavrı ve Bölge Çalışma Müdürlüklerinin işçilerin iradesini belirlemede Türk-İş’ten yana olması, işçilerin karşısındaki patron/Türk-İş/Hükümet tablosunun tamamlanmasını kolaylaştırdı.
* Yukarıda sözünü ettiğimiz cephenin, işçilerin kendi sendikalarını kendilerinin seçmesinin engellediği pek çok yerde, işçiler kaderlerine boyun eğip oturmadılar. Özellikle İstanbul’da, büyük iş yerlerinde bugün bile sınıfın anılarından silinmeyen direnişler oldu. Özellikle fabrika işgalleri sınıfın kapitalizme öfkesinin bir ifadesi de oldu. Ama bu eylemlerin daha önemli yanı her seferinde işe polis ve jandarmanın katılmasıyla, patron ve sendikaya karşı olarak başlayan eylemlerin siyasal bir karakter kazanarak hükümeti de karşısına alan bir konuma yükselmesiydi. Türkiye işçi sınıfı için işgal eyleminin kendisi kadar polis ve jandarma ile çatışmak da yeni bir şeydi. Daha önce öğrenciler devlet denen ‘kutsal gücün’ silahlı güçlerine karşı gelmişlerdi ama bu işçiler için henüz yeniydi. Yeniydi, ama işçiler de daha başından itibaren, öğrenci gençliğin verdiği moral desteğin de katkısıyla bu güçlere karşı başarıyla direndiler. Üstelik de öğrenci gençliğin başaramadığı bir şey başararak; semtteki tüm emekçileri, ev kadınlarını ve çocukları da mücadeleye çekerek… İşçilerin, polis ve askerle çatışmaları, onların bilincindeki devletin niteliğine ilişkin burjuva hayalleri sarsarken, aynı zamanda kişisel ve kitlesel olarak daha militan bir tutum kazanmalarına da yol açtı. Özellikle de çatışmalarda küçük zaferler kazanılması hem kitlelerin kendi güçlerine güvenlerini artırdı hem de direnişlerin yaygınlaşmasına katkıda bulundu.
* 1967 ve onu izleyen yıllar işçi sınıfıma içinde dayanışma duygusunun geliştiği yıllar oldu. Bir yandan fabrika işçilerinin kendi aralarında dayanışma eğilimi gelişirken, bir yandan da, öteki şehir emekçileri ve öğrenci gençlikle dayanışma bilinci gelişti. Özellikle mücadelenin çevreyi etkileyecek kadar yükseldiği (örneğin fabrika işgali) koşullarda, öğrenci gençliğin ileri kesimleri, fabrika işçilerini desteklemek için ellerindeki hiçbir olanağı esirgemediler. Bilinç düzeyleri, yapılmak istenenle yapılan arasında (bugün) bir çelişkinin varlığı bir yana, gençlik işçi sınıfı mücadelesine katılmak için fedakârca çalıştı. Gençliğin bu çabası, DİSK ağalarının gençlikle işçiler arasına nifak tohumları ekip, grev yerlerine eli sopalı adamlarını yerleştirinceye, bu yetmeyince de polise başvurmalarına kadar sürdü. Genç devrimcilerin işçi grevlerine ilgisi bundan sonra da sürdü, ama artık bir gençlik eyleminin devamı olarak değil daha başka bir biçimde.
Dönem için karakteristik olan bir diğer şey de, grevde olan işyerlerinin işçilerinin aileleri ve fabrikanın bulunduğu semtteki ‘ emekçilerin grevcilerle dayanışma eylemleridir. Öyle ki; grev yerlerinin etrafı her gün en az birkaç toplantı ya da yasa dışı gösteriye sahne oluyordu. Somaki yıllarda çok kötü örnekleri yaşanacağı gibi grevci işçiler limon satmaya ya da sakin bir kahve köşesine gitmiyor, sürekli olarak fabrikanın yakınlarında bulunuyordu. Dahası, diğer fabrikaların vardiya çıkışlarında işçiler grevcileri ziyaret etmeden evlerine gitmiyordu. Semtteki diğer sektörlerdeki emekçiler de grevde olup bitenlerle yakından ilgileniyordu. Gençlik örgütleri, kültür demekleri, amatör tiyatro, folklor vb. etkinliklerle grev yerlerini şenlendiriyordu. Ama bütün bu ilişkilerin en uç biçimleri, o zaman en uç eylem olan fabrika işgallerine kendini gösteriyordu: İşgallerde işçiler, bir yandan polis ve jandarmanın makineleri tahrip ederek provokasyon ortamı yaratmasını önleyecek önlemler alırken, bir yandan da öteki işyerleri, öğrenci gençlik ve semt halkının desteğini sağlamaya çalışıyordu. Gerçekten de o koşullarda mücadele ancak bütün bu güçlerin dayanışması ile olanaklı olabilirdi; öyle de oluyordu. İşgal edilmiş fabrikayı saran güvenlik kuvvetleri de dışarıdan kendilerinden çok daha fazla olan kadın-erkek, yaşlı-genç, hatta çocuk, yüzlerce insanla sarılmış olara, büyük bir psikolojik baskı akına alınıyordu. Sadece psikolojik de değil, çatışma başladığında çocuklar ve yaşlılar bile ‘düşmana’ saldıracak bir şeyler buluyordu. Bu yüzden de sonunda işçiler fabrikayı terk etse bile büyük bir moral üstünlükle, isteklerini başlangıçta düşündüklerinden daha ileri bir düzeyde elde etmiş olarak çıkıyorlardı.
* İşçi sınıfımızın o güne kadar uzun ve mücadeleci bir eylem geçmişi olmadığı, olduğu kadirinin yetiştirdiği öne çıkan unsurlarının da çok büyük çoğunluğunun Türk-iş tarafından kendi kadrosu yapılarak nötralize edildiği düşünülürse, Türk-iş ağalarına karşı başlayan hareketin yeni sınıf önderleri yaratması gerekeceği ortadadır. Gerçekten de öyle olmuştur. Yaşanılan mücadeleler, birkaç yıl, hatta birkaç ay öncesinin sıradan Ali ya da Mehmet ustasını, günün işçi temsilcisi, bir fabrikanın değil, bütün komşu fabrika işçilerinin, bazen de çok daha geniş bir kesimin saygınlıkla söz ettiği bir işçi önderi durumuna getirmişti. Doğrusu o gün öne çıkan işçiler, bu işçi önderliği, payesini hak etmiyor da değillerdi. Çünkü sadece kendi fabrikasında bir şeyler yapmakla kalmıyor, başka fabrikalar ve oturduğu semtte de bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Bunlar, o gün işçi sınıfımızın yetiştirebileceği en iyi unsurlardı. DİSK bunların omuzlarında yükseldi. Nitekim 1970’lerdeki DİSK kadrolarının çok büyük bir çoğunluğunun 1967-1970 eylemleri içinden çıkan işçi önderlerinden meydana geldiğini biliyoruz. Ancak burada bir şeye işaret etmeden geçersek gerçeğin yarısını görmezden gelmiş oluruz. O da; bu dönemde sendikal bürokrasiye karşı savaşarak ortaya çıkan işçi önderlerinin sonraki birkaç yıl içinde DİSK bürokrasisi içinde eritildiği, daha doğrusu bu bürokrasiye eklendiği gerçeğidir. 1967-68-69’un Türk-İş ağalarına karşı mücadele eden işçi önderleri, önce DİSK’in işyeri temsilcileri olarak DİSK’in fanatik savunucuları oldular; sonra da, şubede ya da merkezde profesyonel görevler alarak DİSK ağalarının emirlerine uyan, onlar için çalışan kişiler haline geldiler. Böyle bir çizgiye girmeyenler ise, artık yerine oturan DİSK bürokrasisi tarafından, patronla işbirliği içinde tasfiye edildi. Birkaç yıl öncesinin, grev alanlarının, direnişlerin, mitinglerinin militan işçilerinin birkaç yılda DİSK’in birer bürokratı haline gelmesi ebette düşündürücüdür, ama açıklanamaz değildir. Çünkü kendiliğinden işçi hareketinin ortaya çıkardığı önderler tıpkı kendiliğinden işçi hareketinin kendisi gibi, her türden etkiye açıktır. Bunlar işçi önderleri olarak proleter bir mücadele çizgisinin militanları da olabilirler, burjuva ideolojisinin, ama özellikle onun reformcu ve revizyonist eğilimlerinin etkisiyle bir burjuva sendikacılık akımının yetenekli temsilcileri de olabilirlerdi. Ne yazık ki o günün koşulları ikinci etkileşim için uygundu ve niyetlerinin ötesinde bu işçi önderleri DİSK’in reformcu-revizyonist çizgisi tarafından şekillendirdiler. Eğer o koşullarda bu işçiler sınıf sendikacılığı çizgisine çekilmiş olsaydı hiç kuşkusuz ki, yozlaşıp sendika bürokrasisinin birer elemanı olma durumuna düşmeyeceklerdi. Bugün de birçok fabrikada sendikal mücadele içinde ortaya çıkan önder nitelikli işçilerin kısa bir süre sonra herkesi hayal kırıklığına uğratarak şu ya da bu sarı sendikanın hizmetkârı durumuna gelmesinin nedeni, o kişinin niyetinden öte, ideolojik olarak değişememesidir. Onu yaratan ve ileri iten yığın hareketi de bir nedenle ortadan kalkınca kişiler tümüyle ne yapacağını, nereye gideceğini bilemez hale gelmektedir. Tam bu anda ortaya çıkan ‘usta’ sendika bürokratları ona yeni ve henüz etkisi altında olduğu burjuva dünya görüşüne göre de akılcı gözüken bir yol çizmektedirler. Böylece işçi, yeni bir yönelişe girdiğini sanarak eski yolda yürümekte, bir süre iyi niyetle kişiliğini korursa da, bir süre sonra konumu onu, önce kişi olarak işçi kitlesinin karşısına dikmekte, sonra da bu maddi temel niyet olarak bile bozulup yozlaşmasına yol açmaktadır. Ama bugün, 1960″lardan farklı olarak işçilerin bir seçeneği vardır. Proleter bir mücadele çizgisini benimseyerek sınıf sendikacılığı yolunu izleyebilirler. Zaten, sınıf sendikacılığı da bu mücadelenin ortaya çıkardığı önder işçileri etkilediği ölçüde sendikal hareketi kucaklayabilir, önder işçiler de sınıf sendikacılığı çizgisini izledikleri ölçüde sınıfın gerçek önderleri olma şansına sahip olabilirler. Bugün yaşanan zorlukların altında da bunun henüz yeterince olmuyor olması yatsa gerekir.
1960ların sonunda işçi eylemlerinin sendika değiştirme ile ilgili yanına ilişkin bu saptamalardan sonra, artık işçi hareketinde o yıllarda ortaya çıkan başka unsurlara dönebiliriz.
1960’ların ortalarından itibaren gündeme gelen şeylerden birisinin de anti-emperyalist mücadelenin yükselişi olduğunu belirtmiştik. Bu o günlerin hareketli ortamında kulağı her şeye açılan işçileri etkilemezlik edemezdi. Öyle de oldu: işgal, grev, direniş gibi eylemlerde anti-emperyalist istemler de dile getirildi; özellikle işçilerle öğrencilerin ortak eylemlerinde anti-emperyalist sloganlar öne çıkıyordu. ABD emperyalizmini protesto eylemlerinde çok sayıda işçi yer aldı. Kanlı Pazar olarak bilinen ve Amerikan 6. Filosu’nun protesto eylemlerine 30 bin dolayında işçinin katıldığı düşünülürse işçi sınıfımızın anti-emperyalist eyleme katkısı için bir ölçü çıkarılabilir.
Bu yıllarda işçi sınıfının bir yandan kapitalistlere karşı verdiği daha iyi yaşama ve çalışma koşulları için mücadelenin yükselişi, öte yandan Türk-iş’in sendika bürokrasisi ve çizgisine karşı çıkışla başlayıp fabrika işgalleri ve sokak çatışmalarına uzanan mücadeleler, bir yandan da Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana ilk kez işçilerin anti-emperyalist mücadele içinde yığınsal yer alışları, hele bunlar “yaşasın sosyalizm, kahrolsun emperyalizm ve kapitalizm” sloganları eşliğinde olunca, uzun yıllar sessiz sakin, patronların verdiği ile yetinen işçi görüntüsüne alışan burjuvaziyi tedirgin etmezlik edemezdi. Bu yüzden de, burjuvazi, Türk-İş ağalarının çabaları Bölge Çalışma Müdürlüklerinin DİSK’in yetkisini engelleme gayretleri, polis, jandarma ve mahkemelerin patron yanlısı tutumlarına karşın sınıf hareketinin yükselişi önlenemeyince; hükümet, 274-275 sayılı yasalarda değişiklik yaparak DİSK’İ ve onun neden olduğunu düşündüğü işçi sınıfı hareketini durdurmayı hesaplıyordu. Bu amaçla 274-275 sayılı yasada değişiklik teklifini Meclis’e verdi.
DİSK’in varlığına yönelik bu tekliflere DİSK ve ilerici kamuoyu açıkça karşı çıktı. İşçi sınıfının içinde bulunduğu kaynaşma durumu ise bu karşı çıkışın daha radikal olması için elverişliydi. Bu yüzden de DİSK’in Cumhurbaşkanı, Meclis vb. yerlere başvurularını işçiler biraz da küçümseyerek izlediler. Çünkü onlar, DİSK’ten daha sert tepkiler bekliyorlardı. Ama DİSK, eski DİSK değildi. Artık epeyce “oturmuş” “kadrolaşmış”, sınıfı saflarına toplamak olarak da kapitalistler gözünde meşrulaşmak gerektiğini düşünen bir konumda olduğundan, artık böyle bir aşamaya geldiği tespitini yapmıştı. Bu yüzden, işçileri son ana kadar devreye sokmaktan özel olarak kaçınmıştı. Ta ki, oylamanın yapılacağı ana kadar. Nitekim eylem kararı verildiğinde de, işçilere DİSK’in verdiği kesin talimat “herkes tezgâhının başında oturacak” biçimindedir ve “yasalara aykırı eylemlere izin verilmemesi” temsilcilerden isteniyordu. Ne var ki gelişmeler hiç de DİSK ağalarının istediği gibi olmadı: Şalteri indiren işçiler sokağa döküldü ve ancak işçi sındında görülebilecek bir kararlılıkla her adımda çoğalarak şehir merkezlerine doğru yürüdü. Sadece DİSK’e bağlı olan işçiler değil, Türk-İş üyesi işçilerin çalıştığı fabrikalar da şalter indirip sokağa dökülmüştü. Gerçi hiç kimse onlara sokağa çıkın şöyle yapın demedi, ama onlar sınıf içgüdüsüyle ve ortak duygularla ortak bir davranış içine girmeyi başardılar. Sendikacılar, her adımda işçileri engellemeye çalıştılar, ama bu boşa bir çabaydı. Devrimci gençliğinde mücadele içinde yer almasıyla sloganlar ve istemler daha çeşitli ve yüksek sesle söylenir oldu. Önce toplum polisinin sonra da askerlerin barikatları aşıldı. Ölen ve yaralananlar oluyordu, ama panik ya da kitlenin ilerleme isteğinde bir azalma yoktu. Dahası, 27 Mayıs’tan beri her ilerici kitle eyleminin bir sloganı olan “Ordu işçi el ele”, “Ordu gençlik elete” sloganı ilk kez söylenmiyordu. Çünkü ordunun kiminle el ele olduğu apaçık ortadaydı. Ordu barikatın karşı tarafındaydı.
16 Haziran akşamı, İstanbul ve İzmit’in 70 bin dolayındaki işçisi ertesi gün Taksim’de buluşmak üzere dağılıyordu, ama o gece saat 21’de hükümet sıkıyönetim ilan ederek, ertesi gün olabilecekleri önlüyordu.
1960’ın son yıllarında işçi sınıfı hareketini karakterize eden etkenlerden birisi fabrika işgallerinde uçlaşan sendikal özgürlük mücadelesi ise, öteki 15-16 Haziran olaylarında uçlaşan kitlesel ve siyasal muhtevalı gösterilerdi. Bu yüzden de sınıfın eyleminin bu yanının özellikleri üstünde de kısaca durmak gerekir. Tutumlar uç noktalarca bütün özellikleriyle ortaya çıktığından biz de burada gerçeği 15– 16 Haziran olaylarının yüze vurduğu biçimiyle sergileyeceğiz.
* Şu pek açık bir gerçek ki, bu yıllarda işçi sınıfımızın burjuva siyaset alanı dışına çıkmasa da siyasal eylemlere katıldığı yıllardı: Bir yandan anti-Amerikan, anti-emperyalist gösterilerle bir yandan da fabrika işgalleri vb. kendiliğinden siyasal karakter kazanan eylemler, bir yandan da 15-16 Haziran’da uçlaşan doğrudan hükümeti hedef alan eylemler. Bu eylemlerde genellikle DİSK’li işçiler yer aldığı ve DİSK bu eylemler içinde aktif olarak yer alıyor gibi görüldü. Ama bu görüntü gerçeği yansıtmaz.
* DİSK, sendika değiştirme eylemleri içinde, 1969’a kadar etkindir. Bu yolla Türk-İş’ten DİSK’e kayışı destekler. Yine bu döneme kadar anti-emperyalist eylemlerde de en azından ayak sürüyerek de olsa yer alır. Ama 1969’la birlikte, DİSK’e geçiş için bile olsa, “yasa dışı” eylemlere başvurulmasına karşı çıkmaya başlar. Önce, öğrenci gençlik eylemlerini TİP ve TKP ağzıyla suçlamaya başlar; “Maceracılık” ve “goşistlik”tir öğrencilerin yaptıkları, “işçi sınıfına yabancıdır bu eylemler”, “öğrenciler küçük burjuvadır”, öyleyse “işçiler onlardan uzak durmalıdır”. Sadece bu tanımlamalarla da kalınmaz, öğrencilerin (tabi devrimci olanların, yoksa işçilere akıllı olmayı öğütleyen TİP’lilere vb. bir sınırlama yoktur) grevleri ziyaretleri, hatta bir işçi eylemini desteklemeleri bile yasaklanır. Öğrenci gençlik ve devrimci çevrelerle ilişkisini kesmeyen ileri işçiler önce sendika çevresinden dışlanır, sonra da işten çıkarılır. 15-16 Haziran’a işte bu olumsuz öğelerin epeyce ilerlediği koşullarda gelinir.
* DİSK’in sonraki çizgisine bakıldığında açıkça görülür ki; DİSK ağalarının 1967-1969 arasında fabrika işgallerini desteklemeleri anti-emperyalist eylemlere karşı hayırhah bir tutum takınmaları, tümüyle DİSK’i güçlendirme, bunun için de toplumdaki ileri atılış ve devrimcilerden yararlanma taktiğine dayanmaktadır. Nitekim ayakları yere bastığında, yaptıkları ilk iş, işçileri yasal çerçeveye çekmek, her ileri atılışın önüne sendika tüzüğünü ve yasaları dikmek olacaktır. Bir süre içinde DİSK içine mevzilenen revizyonistler, sonraki yıllarda, devrimci mücadeleyi engellemek için bu mevzileri kullanacaklardır.
* Bugün bile devrimci demokrat çevrelerde 15-16 Haziran deyince akla DİSK gelir. Sonraki yıllarda reformcu ve revizyonist ağalar bu işi kendilerinin yaptığı yollu öğünmelerde bulunmuşlarsa da, gerçek çok başkadır. Bu yüzden, konumuzla, grev ve direniş mücadelelerine yön veren çizginin önemi açısında ilgili olan sorunun bu yanı üstünde durmak gerekecektir. Yukarıda da bir vesileyle belirttiğimiz gibi 15-16 Haziran’da DİSK son ana kadar işçi sınıfını mücadelenin içine çekmekten şiddetle kaçınır, parlamento ve cumhurbaşkanına dilekçeler yazarak sorunu çözmeye çalışır. Bütün bu yollar çıkmayınca işçilere “eylem çağrısı” yapar, ama sadece tezgah başında oturarak yapılacak bir eylemdir, çağrısı yapılan. Ama işçiler bildikleri gibi bir eyleme girişirler. Nitekim 16 Haziran günü işçiler polis ve askerle çatışırken, o zaman DİSK ve Maden-İş Sendikası’nın Genel Başkanı olan Kemal Türkler, saat 13.00 haber bülteninde uzun bir konuşma yapar: işçilere, işlerinin başına dönmesini, Türk askeri ve polisine direnenlere uyulmamasını, onların işçilerin arasına katılmış ajanlar, provokatörler olduğunu (devrimci gençleri kastediyor) DİSK’in bu eyleme karşı olduğunu vb. açıkça söyler. Ama kimse O’nun çağrısına uyacak durumda değildir, çünkü herkes (durmadan hükümet ve askeri yetkililerle görüşen DİSK ağalarından başka) büyük bir coşkuyla asker ve polis barikatlarını aşmak, dövüşmek, yaralanmak vb. ile meşguldü. Kimi “kurnaz” revizyonistler bu çağrıyı “DİSK’i yasalar karşısında temize çıkarmak için yaptı’ deseler de, taktik olarak bile böylesi rezil bir konuşmanın yapılmayacağı bir yana, DİSK ağalan savcılık ve sıkıyönetim mahkemelerinde de genç devrimcileri ve fabrikadaki işçi temsilcilerini suçlayarak gerçek konumlarını açığa vermişlerdir. Cezaevindeki yaşantıları da bütünüyle oradaki yüzlerce işçi ve gençten ayrıdır. ‘Ağalar Koğuşunda’ tam anlamıyla imtiyazlı bir yaşam sürerek sınıf konumlarını belli etmişler, işçilerin gözünde de yerli yerine oturmuşlardır.
* 15-16 Haziran, 1960’lı yılların ortasında başlayan yükselişin zirvesi, aynı zamanda DİSK için aşağıya düşmenin başlangıcıdır. Öyle görünmektedir ki; DİSK ağaları artık, patronların gözüne girerek, iddia edildiği gibi DİSK’in devrimci bir sendika merkezi olmadığını kanıtlayarak meşruiyet çabasındadır. Nitekim, 15-16 Haziran’ın anıları henüz taptazeyken gerçekleştirilen 12 Mart darbesini revizyonist-reformcu DİSK ağaları coşkuyla karşılarlar. DİSK Yürütme Kurulu’nun darbenin aynı günü yayımladığı bildiri şöyledir:
“Parlamentodan çıkarılan Anayasaya aykırı kanunlar ve hükümetin ısrara yürüttüğü Anayasa dışı uygulamalar, sosyal patlamalara yol açan tutum ve davranışlar memleketi bir kardeş kavgasının eşiğine getirmiştir.
“İşte böyle bir ortamda memleketin beceriksiz ellerde emekçi halkımızdan perişanlığını artıracak bir yuvarlanmayı gören ve Türk milletinin bağrından oluşan Silahlı Kuvvetleri bu vahim durum karşısında aldığı kararlar işçi sınıfımızın devrimci kesiminde büyük bir ferahlık yaratmıştır. TC Anayasasının tanıdığı hakları en cesur şekilde kullanan Türk Silahlı Kuvvetlerinin… görev başında olduğunu radyolardan ilanı karanlık ufukları aydınlığa kavuşturmuştur”. DİSK’in ‘meşruiyet’ çabaları meyvesini verir:
1973’te, büyük patronların bir yemeğinde Vehbi Koç, öteki patronlara, fabrikalarındaki işçilerin DİSK’e geçmesinden korkmamalarını söyler. Tersine, kendi fabrika işçilerinin DİSK’e geçmesinden beri daha huzurlu olduğunu söyler. V. Koç bu teşhisinde pek haklıdır. Çünkü çoktan beri DİSK için devrimci sendikal eylem çizgisi tu kaka’dır. Bunu da Kemal Türkler, 1972’de işçi temsilcileriyle yaptığı bir toplantıda şöyle ifade edecektir: Bana, bu fabrikanın işçileri devrimcidir, sosyalizmden yanadır diye gelmeyin, bana, bu fabrikanın işçileri sendikanın tüzüğüne harfiyen uyuyor, diye gelin deyerek, nasıl bir mücadele çizgisi arzu ettiğini ortaya koyar.
Bu gelişim çizgisinin çıktığı yerin, yani sınıfın yükselen kendiliğinden hareketinin kaynağının çok gerisine düşmesi ve istemlerin tam tersi bir amaca ulaşmasının nedeni önemlidir. Ki, bu neden de bu yazının başından beri vurgulamaya çalışıldığı gibi işçi sınıfını “kendisi için” sınıf yapacak unsurun, işçi sınıfının kendi siyasi partisi ve onun çizgisinin izlenmesinin eksikliğidir. Bu reformcu ve revizyonist sendikacıların sorumluluğunu azaltıcı bir etken değildir, ama M-L benimseyenlerin saptaması, ama aşmak için saptaması gereken bir etkendir.
* İşçi sınıfının 15-16 Haziran’da uçlaşan eylemi işçi sınıfımızın başka ülkelerin işçi sınıflarına göre daha pasif, daha az eylem yeteneği olduğunu iddia edenlere bir yanıttır. Sonraki gelişmeler ve DİSK ağalarının işçi sınıfını çektiği reformcu revizyonist çizgi ise, sınıfın kendiliğinden proleter bir mücadele çizgisine ulaşacağını iddia edenlere bir yanıttır.
1973’ten 1980 12 Eylül’üne Grevler
1963 sonrasında grevin işçi sınıfımız için artık olağan bir eylem haline geldiğini belirtmiştik. Bu bakımdan, 1971 ve 1972de 12 Mart darbesinin ve 1974’de Kıbrıs’ın işgalinin yarattığı şovenizm dalgasının etkisiyle bir gerilemeyi saymazsak 1970’li yıllar boyunca grevler olağan eylemler olarak sürüp gitti. Ama 70’li yılların sonlarına doğru da bazı özellikler kazandı ki, bunlar daha önceki yıllarda olmayan özelliklerdi. Bunlardan birincisi MESS grevlerinde görülen özellik, diğeri ise, TARİŞ derinişinde uçlaşan, değişik nedenlerden kalksa da, sonunda yükselen anti-faşist mücadeleyle birleşen yasa dışı grev ve direnişler.
Konumuzu doğrudan ilgilendiren grev ve direnişlerin özelliklerine geçmeden önce, bu grev ve direnişlere yol açan gelişmeleri ana çizgileriyle de olsa belirlemek gerekiyor. Ancak o zaman grev ve dilenişlerin kazandıkları özellikleri anlamaları yerli yerine oturtmak olanaklı olacaktır.
12 Mart darbesinden yasal bakımdan hayli zayiat verilerek çıkılmıştı. Üstelik henüz yeni kurulan devrimci örgütler de ağır darbe yemişti ama daha sonra 12 Eylül’de görüleceği boyutlarda bir yıkıntı yaşanmamış, tersine başta işçi sınıfı ve gençlik hareketi hemen kendisini toparlayıp mücâdeleye atılmıştı. Hızla yükselişe giren emekçi sınıf hareketlerinin rüzgârını arkasına alan CHP 1973 seçimlerini “sol” adına kazanabilmişti. 1974’teki Kıbrıs’ın işgali ve bu vesileyle ilan edilen sıkıyönetim yasakları, (ama esas olarak emekçi sınıfların şovenizmin etkisine girmesi) emekçi sınıf hareketinde bir durgunluğa yol açarsa da bu kısa süreli olur ve emekçi sınıf hareketi, 1974 sonrasının artın yaşam güçlüklerini de sorunları arasına katarak yükselişini sürdürür.
1960’lı yılların ortalarından itibaren, bir yandan devletin gayri resmi desteği öte yandan da burjuvazinin bir kesiminin her tür desteği ile örgütlenen dinci ve ırkçı faşist güçler 1970’lerin başından itibaren devrimci gençlik kesimlerinden başlayarak süreç içinde genişlettikleri planlı bir saldırı içindeydiler. Özellikle de 12 Mart dönemi içinde hem devletin üst kademeleri içinde hem de gerici faşist partiler ve dernekler içinde örgütlenmişlerdi. 1970’lerin ortasından itibaren, devrimci gençliğin yoğun olarak bulundukları öğretim kurumlarına ve işçi hareketi içinde etkili olan fabrikalara çeşitli saldırılara başvuracak kadar güçlenmişlerdi.
1970’lerin ortasından itibaren gerek sendikal mücadele alanında, gerekse siyasal mücadele alanında karşıt güçler son derece kesin bir biçimde ayrılmıştı. Bu yüzden de sonraki süreçteki çatışma çok sert bir biçimde gelişti. Mücadele kesinleştikçe de aradaki tarafsızların sayısı azaldı. Metal işkolu işçilerinin MESS’e karşı yürüttükleri grevler ve giderek yoğunlaşan yasa dışı grev ve işçi direnişleri bu gerilimli ortam da gelişti. Her çözümsüzlük ortamı daha da gerginleştirdi, gerginlik küçük sorunları bile çözülemez sorunların safına dâhil etti.
Hiç kuşkusuz böyle bir dönemden söz ederken dönemi simgeleyen anti-faşist mücadeleyi göz ardı etmek söylenecek şeyleri anlaşılmaz yapar. Ama bu yazı içinde anti-faşist mücadeleyi değerlendirmek hem amaçlanmıyor hem de bu çerçevede değerlendirmek olanaksız. Bu yüzden de burada grev ve direnişleri değerlendireceğiz ve sadece, bunların anti-faşist mücadeleyle kesişmeleri oranında da anti-faşist mücadeleye değineceğiz.
Konumuz açısından dönemi karakterize eden grevler MESS’e karşı metal işçilerinin (pratikte DİSK ve Maden-İş’in ) yürüttüğü grevlerdir. Bu grevlerde yiğitçe bir direniş, işçilerin aylarca aç sefil direnmesi vardır, ama sonuçta adım atan burjuvazi olmuştur. Sınıf içinde en mücadeleci kesim olarak bilinen metal işçilerini grup sözleşmesine razı etmeyi başarmıştır. 1976-77’deki ilk MESS grevlerinde en önemli anlaşmazlık maddesi, sözleşmenin iş yeri işyeri, ayrı ayrı patronlarla mı yapılacağı yoksa MESS’le Maden-İş’in bütün işyerleri ve bütün işçiler için bir sözleşme mi yapacağı konusunda idi. Burada Metal-İş haklı olarak, grup sözleşmesinin patronları birleştireceğini, özellikle çabuk uzlaşmaya yanaşacak kesimlerin MESS’in desteği ya da tehdidi ile uzlaşmaya yanaştırılamayacağını yüksek fiyatlarla sözleşme yapmanın bu koşullarda imkânsız olacağını öne sürerek bu grup sözleşmesine evet elemenin işçi sınıfına ihanet olacağını söylüyordu. MESS ise, işçilerin işverenleri birer toplu sözleşmeye zorlayarak işyerlerini kaldıramayacakları yükler altına soktuğunu, yönetime ilişkin kimi talepleri kabul ettirerek (işten atılma vb. konularda işçilerin de bulunduğu disiplin kurulunun karar vermesi gibi) mülkiyet hakkına saldırıldığını iddia ederek, eski sözleşmelere göre daha geri haklar içeren bir sözleşme için grup sözleşmesinde direndiklerini söylüyorlardı. Patronlar kartlarını açık oynuyorlardı. Bunu yaparken de, hükümetin ve kapitalist sınıfın öteki kesimlerinin arkalarında olduğunu, stokların zaten başlarına beta olduğunu ve bunu bu sürede eriteceklerine, uzun bir greve artık eski mücadeleci hüviyetini yitiren Maden-İş’in dayanamayacağına vb. güvendikleri besbelli idi.
Grev mücadelesinin deneyimleri, grevlerin başlamamasının önemli, bazen de grevin başarısı için belirleyici olduğunu göstermektedir. Ama Türkiye’deki grev yasaları, işçilere grev “an’ını seçme şansı tanımamaktadır. Belirli bir sürecin sonunda grev hakkı doğmakta ve bir süre içinde de bu hakkı kullanmak gerekmektedir. Bu yüzden de sendikacılar, elbette, neden stokların had safhada olduğu bir zamanda greve gittiler diye eleştirilemez. Ama bu durumun patronlar lehine bir faktör olduğu da unutulmamalıdır. Grevlerin öylesi uzun sürmesinde stok faktörünün de rolü olsa gerekir. Ancak, grevlerin seyrine bakıldığında çatışmanın uzamasının gerçek nedeninin ekonomik çıkarın çok ötesinde, sözleşmenin grup mu yoksa tek tek işyerlerine göre mi olacağı yaklaşımında olduğu görülmektedir. Aylarca süren grev sonunda nedense, birden bire DİSK ağalan ‘grup sözleşmesi’nin işçi lehine olan içeriğini keşfettiler! “Grup sözleşmesi”nin, burjuvazi karşısında işçileri birleştireceğini, bu yüzden de grup sözleşmesi yapmanın sınıf açısından daha yararlı olacağı propagandasını başlattılar. Böylece; Türkiye işçileri, Gorbaçovun sosyalizmini desteklemek için ellerinden geleni yapan ahmak Batılı kapitalistleri tanımadan önce, işçilerin çıkarına şeyler için aylarca greve direnen kendi kapitalistlerinin ahmaklığına tanık oldular! Bu olacak şey değildi, ama DİSK’in ağaları bir yenilgiyi zafer olarak gösteriyor, üstelik de işçi sınıfı tarihinde en nefret edilen sözleşme tipi olan grup sözleşmelerini yüceltmenin teorisini yapıyorlardı.
MESS’e karşı ikinci büyük grevler 1980’deki ve tekstil işkolundaki grevlerle eş zamanlı başladığı için de greve katılan işçi sayısı Nisan sonunda 40 bini aşmıştı. TİS taslağındaki isteklere bakılırsa kapitalistler için karşılanamaz şeyler değildi, ama ne MESS ne de Tekstil İşverenler Sendikası en küçük uzlaşmaya yanaşmıyorlar, dahası bir TİS yapmak için gayret içinde olduklarını gösteren küçük bir belirti bile yoktur. Ancak, grevi sendikanın ideolojik amaçlarla uzattığı, işçileri politikaya alet ettiği konusundaki yoğun bir kampanya TİSK ve MESS aracılığı ile sürdürülmektedir. Bu tutumu TİSK ve MESS 1977’deki MESS’e karşı yürütülen grevler sırasında da takınmış ve sürekli olarak grevin ideolojik olmadığını, sadece TİS taslağındaki anlaşmazlık nedeniyle sürdüğünü iddia eden DİSK ve Maden-İş’i yenilgiye uğratmıştı. Geçmişten ders alan patronlar, aynı taktikle, hükümet ve burjuva sınıfının diğer kesimlerini arkalarına alırken, DİSK ve Maden-İş eski yanlışlarında (tabi yanlış yaptıklarını bile bile yapmıyorlarsa) direnerek grevleri ekonomik çerçevede tutmada, daha doğrusu grevlerin ekonomik grev olduğunu söylemekte direniyorlardı. Oysa var olan krizin derinliği karşısında iki önemli iş-kolundaki grevler zaten ekonomik amaçlarını aşan bir öneme sahip olacağı bir yana, kapitalistler, hükümetle açıkça işbirliği sonucu bir sınıf tutumu, siyasal bir tavır alıyorlardı. Burada yapılması gereken, grevin kazandığı siyasal niteliği görüp, bunu sınıfa ve ilerici güçlere açıkça ilan edip, burjuvazi karşısında sınıfı ve devrimci demokrat güçleri birleştirmek olması gerekirken, DİSK yöneticileri grevci işçileri bile grev atmosferinden uzaklaştırmalar, işçileri geçim kaygısı içine iterek onlara, geçici süre için bile olsa, memleketlerine gitmelerini, pazarda limon vb. satarak ‘grev stresinden’ uzaklaşmalarını öğütlemişlerdir. Sendikacıların her iki grevdeki tutumu da, işçileri grev ortamından uzaklaştırmak için çaba harcamak olmuştur. Oysa bu sınıfa birazcık inancı, birazcık sınıf bilinci, mücadele deneyimi olan bir sendikacının yapacağı bir şey değildir: Çünkü grevin gücü katılan işçilerin grevin havasını solumasından, grev mücadelesi içinde deneyim kazanarak burjuvaziye karşı kinini artırmasında, arkadaşlarıyla zor günleri birlikte yaşamanın getirdiği duygusal kaynaşma ve nihayet grevin getirdiği duyarlılıkla kendi sınıfının bilincini almak için elde edeceği fırsatı değerlendirmesinde yatar. 1960’ların deneyimi de açıkça gösteriyordu ki, grev ve direnişlerin başarısı, grev alanından uzaklaşmada değil, grev alınım fabrikaya, semte, yakın fabrikalara, kahvelere, grevci evlerine taşımak, grevi sınıfı iler götüren bir mücadele aracı yapabilirdi. Çoğu bu mücadele içinden çıkıp, ama DİSK bürokrasisine eklenen 1970’lerin DİSK yöneticileri bu olumlu birikimin tam tersini yaparak grevleri tecrit etmeyi politikalarına daha uygun buldular.
Burada şu eklenmezse patronların tutumu anlaşılmaz kalabilir: 12 Eylül’den sonra çeşitli vesilelerle patronların ve generallerin pek çok itiraflarından da anlaşılacağı gibi, 1978 sonlarından başlayarak büyük patronlar ve generaller bir Cunta senaryosu hazırlamışlardır ve 1980’de artık oyunun finali tezgâhlanmaktadır. Yaygın ve ideolojik amaçlı grevler hem generaller için iyi bir darbe vesilesidir, hem de sözleşme yapılmadan gelecek bir darbe patronlara ekonomik bir yarar sağlardı. Bu yüzden de DİSK ne kadar uzlaşıcı davranırsa patronların o kadar sorunları çıkmaza sokup büyütmesi rolleri gereğidir ve tam da burada grevlerin siyasal niteliğini açığa vurarak hedefleri ve talepleri siyasal taleplerle ve hedeflerle değiştirmek mücadelenin ilerlemesi için bir zorunluluktu. Sınıfın gücünü burjuvazinin karşısına dikmek, devrimciye demokratların güç ve hedefleriyle işçi sınıfının güç ve hedeflerini birleştirmek için sınıf mücadelesine önceden tahmini olanaksız atılımlar kazandırabilir, en azından cuntacılar için caydırıcı bir etken olarak rol oynayabilirdi.
Bu gelişmenin olası sonuçlarının kavranabilmesi için o günlerin koşullarında ortaya çıkan direnişlerle (işçi ve öteki emekçi kesimlerin başvurduğu direnişle) anti-faşist mücadelenin kesişmesi ve o günlerde gündeme gelen “Bütün Çalışanların Genel Grev ve Derinişi” sorunu üstünde biraz durmak gerekecek:
1977’den itibaren, bir yandan faşistlerle devrimciler arasında bir çatışma biçimini almaya başlayan anti-faşist mücadele keskinleşirken, artık patronlarla açıkça işbirliği içinde, işçi sorunlarıyla görünüşte bile ilgisini kesen Türk-İş’in örgütlü olduğu işyerlerinde işçiler sendikayı da hedefleyen direnişlere baş vurmaya başladılar. Bu direnişler yasa dışı olarak iş bırakmak biçiminde görülüyordu daha çok. Türk-İş’in sendikacıları ve patronların Ülkü Ocakları ve MHP ile işbirliğine giriştikleri yerlerde ise işçiler faşist militanların saldırması ile yıldırılmaya çalışılıyor, bu tür yerlerde direnişlerle, artık okullardan taşıp kasaba ve semtlerdeki gündelik faaliyete dönüşen anti-faşist mücadele bütünleşiyordu, özellikle 1979 sonunda AP’nin azınlık hükümeti ile birlikte devlet ve büyük kooperatiflerdeki ilerici işçilerin atılıp yerlerine faşist militanların yerleştirilmeye başlanmasıyla direnişlerin anti-faşist mücadele ile kesişme noktaları arttı. TARİŞ direnişi bu örneğin uç noktası olarak ortaya çıktı ve anti-faşist mücadelenin zaaflarını da sergilemesinin yanı sıra sendika ağaları ve CHP yöneticilerinin sınıf hareketini boğmada burjuvazinin başyardımcıları olduğunu da dost düşman herkese gösterdi.
Öte yandan patronların her vesileyi bir anlaşmazlık gerekçesi sayarak işçi haklarına karşı saldırgan bir tutum içine girmesi (Ki, bunun gerekçesinin artık yakın gelecekte bir Cunta beklentisi olduğunu biliyoruz) bir bir iş yerlerindeki direnişleri ve aynı işverene ait işyerleri arasında dayanışma eylemlerini artırdı, örneğin 12 Eylül geldiğinde Adana’da Sabancı’ya ait, altı işyerinde 10.500 işçi ile böyle bir direniş sürmekteydi.
1980’lere yaklaştıkça işçi eylemlerinde anti-faşist karakter belirginleşiyordu ve bu eylemlerin kendiliğinden olarak anti-faşist hareketle kesişme noktaları çoğalıyordu, ama gerek M-L hareketin gerekse devrimci demokrat hareketlerin sınıfla bağlarının cılızlığı (buna amatörlük, sendikalizm, legalizm gibi hastalıkları da eklemek gerek) sendika ağalarının, reformcu ve revizyonist siyasi eğilimlerin barikatlarını aşarak işçi hareketi ile anti-faşist mücadele arasında sağlam köprüler kurulmasını engelliyordu. Bu nedenle anti-faşist hareket her geçen gün daha çok yığın hareketinin uzağına düşüyor, bir faşist-devrimci çatışması görünümü kazanıyordu.
Kısacası, bir yandan işçi sınıfının sendikal eylemi, öte yandan anti-faşist hareket birbirinden bağımsız olarak ilerleyebileceği kadar ilerlemişti. Daha ileri bir adım ancak bu iki ayrı gücün tek bir çizgide birleşerek burjuvazi ve gericiliğe karşı direnmesiyle mücadele önündeki engelleri yıkarak ilerleme şansına sahip olabilirdi.
İşte bu gelişmeler değerlendirilerek 1979 ortalarında ‘Bütün Çalışanların Genel Grev ve Direnişi’ gündeme getirildi. Bekleneceği gibi önce değişik sol gruplardan itirazlar geldi. Kimi bu görüşün ‘genel grev ile devrim yapılacağı’ anlamına geleceğini iddia ederek, genel grevle ayaklanma arasındaki farklar üzerine teorik spekülasyonlara girişti, kimisi bunu ‘sübjektivizm’ olduğunu söyleyerek işçilerin böyle bir şeye yanaşmayacağı üstüne ‘mantıklı’ açıklamalar getirdi, kimisi de anakro-sendikalizmin genel greve yüklediği mistik özelliklerle bu somut öneri arasında paralellikler keşfederek öneriyi ileri sürenleri anarko-sendikalizme kaymakla suçladı. Ama çok geçmeden bütün bu ‘derin’ tartışmalara yanıt grev ve direniş alanlarından geldi. Grev ve direnişe başvuran her işyerinde işçiler pankartların en başına “genel grev” çağrısını koyuyorlardı; çünkü, kendi yaşamlarında tek tek işyerlerinde küçük gündelik başarıların bile olanaksızlığını görüyorlardı. Memur, öğretmen, sağlıkçı, PTT çalışanları, yüksek ve orta öğrenim öğrencileri de aynı çağrıya katılıyor, her direnişte direnişçiler taleplerinden önce, bu işin ancak bir genel grev ve genel direnişle “çözüleceğini” dile getiriyorlardı. Bu gelişmelerden ilk rahatsız olan da önerinin muhataplarının başında gelen DİSK oldu ve işlerlerinde genel grev sloganı atanları ve grev yerlerine “genel grev” pankartı asanları ve astıranları, anarşist, anarko-sendikalist, sendika düşmanı vb. sıfatlarla suçladı. Tarih 1979’un Eylül’ü.
Ne DİSK’in bu ideolojik saldırısı, ne Türk-İş çevrelerinin bilinen saldırıları, ne de sol grupların artık sessizliğe dönüşen direnişleri “genel grev” isteğinin işçi ve emekçiler içinde yayılmasını, bu isteğin dile getirilmesini önleyemedi. 1979’un 24 Aralık’ı, Maraş Katliamının bu, birinci yıldönümünde, emekçilerin öfkesi had safhadaydı ama bu çağrıyı yapabilecek olanlar (bunu o gün yapmaya cesaret edebilecek tek odak M-L odaktı) sınıfla ve sendikalarla bağlarının yetersizliği nedeniyle bunu yapamazken, yapabilecek durumda olanlar (örneğin DİSK) ise, buna yanaşmıyordu. Ama istekler öyle büyük bir kabarış göstermişti ki, reformculuk ve revizyonizm tarihsel misyonunu yitirebilirdi, bunu yitirmemek için misyonlarına uygun karar aktılar 1980 Ocak başında toplanan DİSK Yürütme Kurulu ve sendika başkanları, gelişmeler böyle sürerse bir genel grevin kaçınılmaz olacağı, “böyle bir durumda da DİSK’in -her zaman olduğu gibi- üstüne düşeni yerine getireceğini” kamuoyuna ilan edip kulaklarının üstüne yattılar. Ta ki, 1980 Şubat’ında TARİŞ işçilerinin bütün ülkedeki işçilerin ve ilerici ve demokratların gözlerini ve yüreklerini İzmir’e çeviren başkaldırılarına kadar.
Kuşkusuz TARİŞ direnişi kendi başına sınıfa pek çok dersler sunan, bu nedenle de, ayrıca değerlendirilmesi gerek bir direniş, ama konumuz açısından önemi; o günlerde anti-faşist hareket ve sınıf hareketinin birleşmesinin uç noktası, olmasında, ülkede uyandırdığı duyarlılıkla da bir genel grev için ideal bir ortamı yaratacak etkiyi uyandırmasındadır. Öyle ki daha ilk günden itibaren, ülkenin her yanında destek eylemler çıkıp ve giderek de yaygınlık kazanırken, daha bir ay önce “gerekirse bir genel grev” yapılacağı kararı alan DİSK daya müdahale ediyor, dışardan müdahalesi de yetmeyince, CHP milletvekillerini yanlarına alan iki DİSK Yürütme Kurulu üyesi gidip işçilerle (sanki hükümet üyesiymiş gibi) teslim şartlarını’ konuşup, işçileri direnişi bırakmaya ‘ikna’ ediyorlar. Sonra olanlar biliniyor: DİSK’e karşı öfke ve hayal kırıklığı…
Ama bu kırıcılık bile mücadele üstüne ölü toprağı dökmeye yetmiyor. Genel grev istekleri sürüyor. 1980 Nisan’ında Türk-İş Başkanlar Kurulu bile toplanarak, ‘gerekirse bir genel grev’e gidileceği konusunda karar almak zorunda kalıyor. Ama onun aldığı kararın da tıpkı DİSK’in kararı gibi, olası bir genel grevi önlemek, önleyemezse içini boşaltmak için olduğunu, o gün bilenler biliyordu, bugün ise pek çok kişi biliyor. Ve bu tartışma “bir genel grev ve direniş gereklidir, yapılmalıdır” biçiminde 12 Eylül’e kadar sürecektir.
Elbette gerçekleşememiş, daha doğrusu gerçekleşmesi revizyonist ve reformcu çevrelerce ve sendika ağaları tarafından engellenmiş bir genel grevin olası sonuçları üstünde ayrıntılı tartışmalara girmek spekülasyona açık olacaktı. Bu yazının böyle bir amacı da yok zaten. Ama konumuz açısından önemli bazı öğeler de yok değil. Şöyle ki ‘genel grev’in gündeme getirilmesi bir siyasal odağın inisiyatifi ile olmuştu, ama bu öneri kısa zamanda öylesi destek buldu ki, DİSK ve Türk-İş gibi kulakları devrimcilerin önerilerine kapalı kuruluşlar bile bu öneri doğrultusunda karar almak zorunda kaldılar. Bu devrimcilerin, M-L’lerin sınıf mücadelesine müdahale çabaları içinde nadir olaylardan, ama gerçekten ders çıkarılması gereken olaylardan biridir. Müdahalenin zamanında toplumsal ve siyasal koşulların doğru tahlil edilerek yapılmış olması, önerinin işçiler ve öteki emekçiler için de uyandırdığı yankıların zamanında değerlendirilerek ajitasyon ve propagandanın yönünü anında uygun yönlere yöneltilerek, bildiri, gazete ve benzeri yazılı araçlar ve sözlü ajitasyonla, yığınlarla tam bir diyalog sağlanması, yaygın deyimiyle yığınların nabzının elde tutulabilmiş olması (tabi burada saymaya gerek olmayan birçok zaafın olmadığını söylemek istemiyoruz, ama sadece bir genel grev çalışması değil de, bütün olarak sınıf içindeki çalışma böylesi bir anlayışla sür-dürülebilseydi, sözü edilen pek çok zaaf o çalışma içinde görülüp aşılabilirdi), önerinin yaygın kabul görmesinin başlıca nedenleriydi. Demek ki; politikaların belirlenmesinde sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarından kalkılır ve bu politikaların yaşama geçirtmesi için eldeki olanaklar uygun bir biçimde yönlendirilir (belki en önemlisi de, gelişmeler doğru izlenir ve müdahaleler zamanında yapılır, eksik ve yanlışlar zamanında düzeltilirse), yığınların o politikaları benimsemesini kimse engelleyemez. Dahası o politikaların etkisi fiziki gücün çok ötesinde bir etkiye sahip olarak, politikaları öne sürenin sayısal gücünden bağımsız olarak siyasal gündemi belirleyici olur ki, M-L çalışma tarzının gücü de burada yatsa gerekir.
Bugün de, gerek sendikal mücadele gerekse siyasal mücadelenin ayrı ayrı kanallarda yürüyor olmasının sıkıntıları, burjuvazinin işçi sınıfını her vesile ile köşeye sıkıştırarak onun nefes almasını bile sınırlama çabaları var. Memur, öğretmen, sağlıkçı vb. kesimler rahatsız, ama kıpırdayamaz durumda, gözlerini işçi sınıfının bir ileri atılımına dikmişler. 12 Eylül’ün sınıf hareketi, üstüne attığı ölü toprağı kalkmış ama tortularını temizlemek için topyekûn silkiniş zorunlu. Sendika ağaları her yandan sendikal mücadeleyi denetim altına almış, sendikalar var olan biçimiyle sınıfa dar geliyor, ama bir türlü ağalar silkelenip atılamıyor. Enflasyon, hükümetin skandal sayılabilecek uygulamaları, parlamentonun rezaletleri, muhalefet partilerinin “muhalefeti” gericiliğin gemi azıya almış olması vb. vb. pek çok şey, emekçi halkın öfkesini artırıcı öğelerdir. Bütün bu olumsuzluk mücadelenin önündeki fiili ve yasal engellerle birleşince, mücadelenin bir ileri atılışı, ilerleme önündeki engellerin kaldırılması için bir genel grev ve derinisin, ya da bir dizi genel grev ve direnişin bir zorunluluk olarak gündeme geldiğini göstermektedir. Bu da; 1980’e doğru ortaya çıkan durum ve genel grevle ilgili çalışmanın derslerinden öğrenilecek çok şeyin olduğu anlamına gelmektedir.
Genel grev deneyine ilişkin bu kısa değerlendirmeden sonra, 1973’ten 12 Eylül’e gelen süreçte grevlerin özelliklerine tekrar dönebiliriz:
* 1973 grevlerinin en göze çarpan özelliği, bu grevlerde 1960 sonlarında yapılan grevlerdeki coşku görülmez. Grev yerlerinde yasalara tam uygun olarak grev gözcüsü ve sendikaların (edelerinden başka kimse yoktur. Ziyaret bir protokol ziyaretine dönüştürülür. Sendika ağasının yakınlık duyduğu siyasi grupların dışında kimse grev yerine sokulmadığı gibi grevdeki isçilerin de devrimcilerle ilişkileri denetim altına alınmaya başlar. Burada yazının içinde de sözünü ettiğimiz DİSK’in kapitalistlere kendisinin tehlikeli bir sendika olmadığını kanıtlaması olduğu kadar örgütsel bakımdan da, 1960’larda henüz kuruluş halinde olan ve tabanını denetleyemeyen DİSK bürokrasisinin artık yerine oturmuş, kendi statükosunu kurmuş, bunu bozabileceğini düşündüğü unsurlara karşı da tavır alacak kadar güçlendiğini göstermektedir.
* Grev alanlarındaki reformcu ve revizyonist ağaların tam denetimi semtlerde de sürer. 1960 sonlamın grevlerinin semti, kahveleri, emekçi evlerini, grevde olmayan isçilerini saran coşkulu havası yoktur. Bürokratik bir hava içinde süren görüşmeler gibi grevler de tam bir bürokratik hava içindedir. Sendikalar bu yıllarda işçilerin grev ve sorunlarıyla ilgilenmesini adeta istemezler. Her şey gibi grev ve sorunlarıyla da ağalar ilgilenecektir, işçi beklesin grev bitti deyince işbaşı yapsın. Çünkü sendim ağasının gözünde işçi grevi yürüten, onun dayanacağı bir güç değil rastladıkça “ne var, ne oluyor neden şöyle yapılmıyor” vb. sorularıyla kendisini rahatsız eden bir kalabalıktır. Özellikle uzun grevlerde, memleketine, gönderilerek baştan atılan, aile sorunlarıyla uğraşmaya teşvik edilen, limon sattırılarak esnaflık duygusu, bireysel çözümler için yönlendirilen, ayak akında dolaşmaması gereken bir güçtür!
* Türk-İş’ten DİSK’e kayış 70’li yıllar boyunca da sürer, ama ne eski yoğunluk vardır ne de eski coşku, özellikle devrimci siyasal grupların etkisiyle taşrada, 1960 sonlarının coşkusunu anımsatan geçişler olursa da, sendikacıların müdahalesi ile bunların DİSK’in görüntüsüne ‘leke sürecek boyuta’ varması engellenir. 1970 sonlarında ise, DİSK’ten kopuşlar da görülmeye başlanır. Özellikle Seydişehir, İskenderun ve Ereğli’deki büyük işyerlerinde Maden-İş kesin yenilgiye uğrar. Bu haliyle DİSK’le Türk-İş arasındaki farklılık da giderek azalır.
* Sendikacılar grev alanlarını devrimci demokratlara ve M-L’lere kapatmak için ellerindeki her olanağı kullanırlar. Ancak aradan geçen yıllarda devrimciler de 1960’ların saf amatörleri değildir. M-L konusunda ilerledikçe, sendikal mücadele ve sendika ağalığı konusunda da bilgiler artar, bu alanda da az çok deneyim sahibi olurlar. Pek çok işyerinde sendika ağalarına, izlenen reformcu revizyonist çizgilere muhalif gruplar oluşur ve bu tür grev ve direnişlerde, olumlu bir etken olarak rol oynar. Devrimcilerin bu biçimde sınıf içinde örgütlenmeye girişmeleri sınıf hareketini bu yıkarda olumlu etkileyen önemli unsurlardan birisi olur.
* 1970lerin sonunda kendiliğinden pek çok noktada çakışma göstermesine karşın işçi sınıfı hareketiyle an ti faşist mücadele ayrı ayrı kanallardan ilerler. Bunun birleştirilememesi nem işçi grev ve direnişlerinin en zayıf yanı olur hem de anti-faşist mücadeleyi zayıflatır, yeni zaaflarının kaynağı dur. 12 Eylül darbesiyle grevlerin birden durmasında, ileride söylenecek kimi etkenler ve anti faşist mücadelenin Ülkü Ocakları ve MHP’ye karşı mücadeleye indirgemesinin yanı sıra (buna devletin sıralar üstü ve demokratik olduğu revizyonist yorumu da eklenince) anti-faşist mücadele ile işçi sınıfı hareketinin birleştirilememesi de rol oynamıştır.

Ocak 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑