Eylül askeri darbesiyle bastırılan ve yenilgiye uğratılan kitle mücadelesi son yıllarda yeniden alevlenmiş, içinde bulunduğumuz günlerde ise hızla yükselme sürecine girmiştir, işçi sınıfının grev ve eylemleri, yasaların, sendika ağalarının ve iktidarın kurduğu barikatları yıkarak ilerlemekte, bir genel grevin şartları giderek olgunlaşmaktadır. Öğrencilerin YÖK’e, faşist disiplin yönetmeliklerine, üniversitelerdeki polis baskısı ve işgaline karşı yükselttikleri mücadele yeni bir ivme kazanmıştır. Gecekondu halkının, evlerini başlarına yıktırmamak için gösterdikleri direniş, zaman zaman bir savaş görüntüsünü almaktadır. Kürdistan’daki ulusal direnişin boyutları, yeni ve üst biçimler alarak genişliyor. Cezaevlerindeki siyasi tutsakların, insanlık onurunu koruma uğruna canları pahasına gerçekleştirdikleri direniş destanları 12 Eylül’den sonraki bütün dönemleri kapsar. 12 Eylül sonrasının ilk büyük öğrenci direnişi, 14 Nisan, bugün artık geniş boyutlara sıçramış bulunan kitle mücadelesinin habercisi, hatta bir anlamda esin kaynağı olmuştur.
Cunta, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin mücadelesini bastırmayı başardı ama yeniden kabarmasını önleyemedi. Baskı ve terörün en yoğun olduğu dönemlerde bile, karşı koyma ve savaşma isteği hep diri kaldı. Faşist darbenin ilk şokunun atlatılmasına bağlı olarak daha cuntanın ilk yıllarında işçi, öğrenci ve diğer demokratik kesimler içinde mücadele biçimleri tartışıldı; koşullara uygun yol ve yöntemler bulunmaya çalışıldı, ilk sıralarda öğrenciler, haklarım toplu dilekçeler vererek, fırsatını buldukları her ortamda yetkilileri uyararak v.b. yollardan aramaya koyuldular. Hacettepe Öğrenci Yurdu ve diğer yurtlarda olduğu gibi, kışladan da beter olan yurt yaşantısını ve disiplinini, baskıları özgün eylem biçimleriyle, kitlesel direnişlerle protesto ederek ağırlıklarını duyurdular. İyice kırpılmış bulunan dernek hakkım raftan indirerek kullanılır hale getirmeye çalıştılar. Ama diktatörlük, kuşa çevrilmiş bulunan bu kısıtlı hakkın bile öğrencilerce kullanılmasından paniğe kapıldı. Kendi koyduğu yasaları çiğneyerek derneklerin kurulmasını engellemeye çalıştı. Sonraki yasaların ortadan kaldırmış olması gereken YÖK’ün 59. maddesi bahane edilerek dernek kurmak rektörlük iznine tabi tutuldu. Rektörler ise topu başkalarına attı. Öte yandan dernekle ilgilenen öğrencilere türlü baskı ve işkenceler yapıldı. Ne var ki tüm bunlar öğrencileri yıldırmadı, büyük uğraşlar sonucunda ilk derneklerini kurmayı başardılar. Diktatörlük, mevcut yöntemlerle dernek kuruluşunu engelleyemeyeceğini anlayınca bu defa yeni bir yasa çıkarmaya kalktı. Yasa tasarısını hazırlayan iki milletvekilinden birisi ise, tescilli Hitler hayranı ve onun “Kavgam” adlı kitabını, önsözünü de yazarak Türkçe’ye çeviren İsmail Dayı’dan başkası değildi.
Dayı’nın ‘Dayı’lığı
İsmail Dayı, büyük bir ‘dayı’lık örneği göstererek öğrenciler için ‘çok yararlı’ bir yasa tasarısı hazırladı. Milli Eğitim Komisyonu’ndan da geçen bu tasarı öğrencileri birçok ‘zahmetten’ kurtarıyordu. Tasarı yasalaşırsa öğrencilerin kendi derneklerini kurma, yönetme ve denetleme gibi işlerle uğraşmasına gerek kalmayacaktı. Tasarı bu işleri hükümet ve rektörlere bırakıyordu. Hatta öğrencilerin derneğe üye olmak için başvurmalarına bile gerek olmayacaktı. ‘Doğal üyelik’le bu iş de hallediliyordu. Aidat ödemek de kalkıyordu. Ayrıca her üniversitede yalnızca bir dernek kurulacak. Öğrencilerin birçok dernekle uğraşarak ‘yıpranmalarının’ önüne geçilecekti. Ve artık, mevcut öğrenci dernekleri ‘yeni’leri kurulacağından kapatılacaktı. Böylece öğrenciler, dernek kurma, yönetme, denetleme, üye olmak için girişimde bulunma ve üniversitelerde ‘birden fazla’ dernekle uğraşma gibi bir sürü ‘dert’ten kurtarılıyorlardı. Bütün bu işleri YÖK ve iktidar yerine getirecek, öğrencilere de ‘kuzu kuzu’ ders çalışmak kalacaktı.
14 Nisan ve Direnişler
Ama öğrenciler, bu ‘dayı’lığı ‘yanlış’ anladılar. “Tek tip dernek yasa tasarısı”na büyük bir duyarlılıkla karşı çıktılar ve ta ki tasarı geri çekilene kadar tepki ve protestolarını inatla sürdürdüler. 14 Nisan, bu tepkilerin doruk noktasını temsil eder. Üniversite gençliği, kendilerini devre dışı bırakmakla kalmayıp, “koyun sürüsü” gibi gütmeyi amaçlayan, büyük zorlukları yenme pahasına kurabildikleri derneklerini kapatıp, yerine devlete bağlı resmî daireler kurmayı öngören bu faşist tasarıya karşı, ülkenin her yanında yükselttikleri mücadelelerini 14 Nisan’da bir üst boyuta sıçrattı.
Tasarının Milli Eğitim Komisyonu’ndan geçmesi üzerine Buca Eğitim Fakültesi’nde dağıtılan bildiri ile öğrenci derneği, öğrencilerden derneklerine sahip çıkmalarını istedi. Gerekli başvuru yapılmasına karşın bildiri nedeniyle dört öğrenci polisçe gözaltına alındı. Fakat öğrencilerin, alınan arkadaşlarının serbest bırakılması için rektörlük önünde toplanması üzerine alınmalar serbest bırakıldılar. ODTÜ’lü öğrenciler tasarıyı protesto etmek için yemek boykotu ve oturma eylemi yaparlarken jandarma tarafından azgınca dipçiktendiler; gözaltına alınanların serbest bırakılması için de eylemlerini sürdürdüler. Eylemler diğer üniversite ve fakültelere de yayıldı. Açlık grevleri, yemek boykotları, yürüyüşler birbirini izliyordu. 14 Nisan’a gelindiğinde mücadele dalgası iyice kabarmıştı. Ve 14 Nisan’da öğrenciler, İstanbul’da 12 Eylül sonrasının ilk büyük, aktif kitle eylemini gerçekleştirdiler. Birbirine kenetlenmiş 2000 kadar öğrenci, Aksaray’dan Laleli’ye doğru yürüyüşe geçtiklerinde, çevik kuvvet onları Sultanahmet’te arıyordu. Ancak bir süre sonra Laleli’ye gelen çevik kuvvet yolları kesiyor, saldırıya geçmezden önce polis şefleri arasındaki şu telsiz konuşması dikkat çekiyordu: Emniyet Müdür Yardımcısı’nın, “Dağıtın, dağılmazlarsa ele başlarını yakalayın” şeklindeki direktifine Siyasi Şube Müdürü; “Kol-kola girmişler şefim, hepsi elebaşı gibi” diye karşılık veriyordu. Daha sonra polisin ‘Dağılın’ uyarısı üzerine öğrencilerden birinin “Önce siz dağılın” demesine, yürüyüşçülerin dağılmamakta direnmesine ve türküler söyleyerek yürüyüşe devam etmelerine çevik kuvvet, saldırıya geçmekle yanıt veriyordu. Öğrencilere karşı büyük bir hısımla saldıran polis, kız-erkek ayırımı gözetmeden vuruyor, copluyor, tekmeliyor ve yerlerde sürüklüyordu. Eylemin sonunda yüzden fazla öğrenci gözaltına almıyordu. Ancak tepkiler bitmiyor, protestoların ardı arkası kesilmiyordu. Eylemlerin ülkenin her yanında büyüme ve genişleme eğilimi göstermesi üzerine, diktatörlük geri adım atıyor, fırsatını bulduğunda yeniden gündeme getirmek üzere tek tip dernek tasarısı geri çekiliyordu.
14 Nisan kendiliğinden gelişen bir eylem miydi, yoksa bir grubun kesin önderliği altında mı yapılmıştı? Kimilerine göre kendiliğinden, kimilerine göre ise kendi önderliği altında. Aslında ikisi de doğru değil. 14 Nisan direnişi, bir anda kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Gelinen noktada aktif kitle eylemlerinin gerekliliği ve mücadelenin önünü açıcı etkileri günlerden beri vurgulanıyor, böyle bir eylemin yapılabilmesinin koşulları değerlendiriliyordu. Devrimci-demokratlar, aktif kitle eylemi düşüncesine olumlu bir tavır içerisinde yaklaşırken, reformist ve revizyonistler bu tür bir eyleme açıkça karşı çıkıyorlardı. Bunlar son ana kadar eylemi engellemeye çalıştılar ve “katılım çok düşük olacak”, “polis şöyle yapacak, böyle yapacak” türünden propagandalarla insanları eyleme katılmaktan caydırma çabalarım sürdürdüler. 14 Nisan’ın bir önemi de revizyonizmin gerçek yüzünü, eylem kırıcılığını, mücadeleyi içerden hançerleyen tutumunu bir kez daha açığa çıkarmasında görülmüştür. Öte yandan şu da vurgulanmalıdır ki 14 Nisan birden fazla eğilimin katılımı ve belirgin etkinliği altında gerçekleşmiştir.
14 Nisan direnişinden çıkarılması gereken en önemli sonuç nedir? 14 Nisan, her şeyden önce, aktif kitle mücadelesinin önemini ortaya koymuştur. Demokratik hak ve özgürlüklerin mücadele ile elde edilmesi geleneğinin yerleşmediği ülkemiz koşullarında, iktidarın, kısıtlı da olsa bir hakka yönelttiği saldırının ancak kitle mücadelesi ile en iyi püskürtülebileceğini görmeye yardımcı olmuştur. Kitlelerin doğrudan girişkenliği ve kendi hakları uğruna her türlü özveriye katlanma kararlılığı olmadan ne bir hak elde edilebileceği, ne de elde bulunanların korunabileceği bu direnişle bir kez daha, açıkça görülmüştür.
Egemen sınıflar, bazı zamanlar emekçi kitlelerin herhangi bir mücadelesi ve dayatması olmadan da kâğıt üzerinde bazı hakları tanıya biliyorlar. Onlar bunu, muhtemel bir kitle hareketini daha başından önlemek, iç ve dış kamuoyunun gözünü boyamak için yapıyorlar. Ancak kâğıt üzerindeki haklar bir kez kullanılmaya başlanmaya görsün, o zaman kıyametler kopar ve gericiliğin demokratik hak ve özgürlükler karşısındaki gerçek tutumu ortaya çıkar. Yığınların doğrudan mücadelesinin ve baskısının sonucunda kazanılmayan bir kısım hak ve özgürlüklerin bir çırpıda nasıl yok edilebildiğini ve elde olan çok kısıtlı hakların ancak kan ve can pahasına kullanılabildiğini ülkemiz pratiğinde de çok kereler gördük. Ancak kitlelerin mücadele ile ‘söke söke’ elde ettiği hakları hâkim sınıflar ve onların faşist diktatörlüğü bir vuruşta alıp götürmeye cesaret edemez; etse bile neye mal olacağını bildiğinden buna kolay yanaşamaz.
14 Nisan, ayrıca mevcut siyasi ortamda, siyasi otoritenin sertliğini ve acımasızlığını gerekçe göstererek, aktif eylemlerin yapılamayacağını ve böyle eylemlerin şartların ‘uygun’ olacağı bir zamana ertelemek gerektiği yolundaki iddialara da bir darbe indirmiştir. Siyasi iktidar ne kadar gaddar ve sert tutum alırsa alsın, kitle mücadelesinin baskısı karşısında geri adım atabileceği görülmüştür.
14 Nisan, işçi sınıfı ve aydınlar arasında, ilerici-demokrat çevrelerde geniş yankılar uyandırmış, sempatiyle karşılanmış ve yaygın biçimde desteklenmiştir. Nasıl ki 15-16 Haziran şanlı işçi direnişi demokrasi mücadelesinde bir dönüm noktasıdır; aynı biçimde 14 Nisan direnişi de hem demokrasi mücadelesi ve hem de öğrenci hareketi açısından bir dönüm noktası önemindedir.
Öfkenin Tetiği
14 Nisan’la birlikte öğrenci gençliğin eylemleri, yem ve üst boyutlar kazandı. Artık, siyasi iktidarın tepkisini fazlaca çekmemeye özen gösterilen, 8’er metre aralıklarla, tek sıra halinde, tenha yollarda yapılan yürüyüşler devri kapanmış; olaylar karşısında sıcağı sıcağına, anında harekete geçilen, aktif kitlesel eylemler dönemi başlamıştı. Çünkü daha geri düzeydeki eylem biçimleri hiç kimseyi “gıdıklamaz” olmuştu. Kuşkusuz 14 Nisan’dan önce de sıcağı sıcağına konulan eylemler oldu. Öğrenciler birçok olay karşısında anında, yiğitçe ve kitlesel niteliklerde direniş ve tepkiler ortaya koydular. Ve bunların her biri, yapıldıkları dönemde büyük yankılar uyandırdı, mücadeleyi geliştirdi. Örneğin Bornova Öğrenci Yurdu’nda ihmal nedeniyle yaşamını yitiren Altan DURMUŞ’un göz göre göre ölümü karşısında binin üzerinde öğrencinin katılımıyla yapılan protesto eylemi… 44. madde yüzünden intihar eden İsa TANRIVERDİ’nin ölümünden sonra günlerce devam eden tepkiler, protestolar, eylemler, Sultanahmet direnişi… 9 Eylül Üniversitesi kampusunda bir kız öğrencinin askılı elbise giydiği gerekçesiyle polis tarafından dövülmesi üzerine yüzlerce öğrencinin rektörlük binasına yürüyüşleri… Şirin TEKİN’in dinci faşistler tarafından oruç tutmuyor gerekçesiyle öldürülmesini protesto… Bir öğretim görevlisinin öğrencilerden birini haksız yere sınav salonundan atması üzerine öğrencilerin hep birlikte sınav salonunu terk etmeleri… Açlık grevleri… Ve benzer nitelikteki diğer eylemler, öğrencilerin 12 Eylül’den sonra, 14 Nisan’a gelinceye kadar gerçekleştirdikleri, kitlesel nitelikli, olaylar karşısında anında yapılan, belli başlı eylemler arasındadırlar. Ama henüz bunların hiçbirinde, 14 Nisan’daki, sınırları çiğneme kararlılığını, düzeni koruma güçleriyle gırtlak gırtlağa boğuşma ruhunu görmek olası değildir. 14 Nisan, mücadeleye yepyeni bir dinamizm kazandırmıştır. En azgın saldırıları yiğitçe karşılama cesaret ve kararlılığı, 14 Nisan’ı karakterize eden başlıca özellikler arasındadır. 14 Nisan bu niteliği ile kendisinden sonraki bütün eylemleri etkilemiştir. Artık 14 Nisan gözü pekliğini taşımayan hiçbir tutum, hiçbir hareket, ilgi ve sempati toplayamamıştır.
14 Nisan’dan bu yana öğrenciler daha pek çok önemli direnişler gerçekleştirmişlerdir. Baskı ve zorbalık karşısındaki tavırlar giderek daha aktif biçimler almaya başlamıştır. Artık baskı unsurlarına, yer yer onların anlayacağı dilden cevaplar da verilebiliyor.
Ama bu cevaplar da farklı cevaplara yol açıyor; milletin eli ‘çiçek’ tutmuyor ya… Milletin eli her ne kadar çiçek tutmuyorsa da pekâlâ tabanca tutabiliyor. İşte kanıtı: Şubat’ın sonuna doğru Yıldız Üniversitesi’nde yaşananlar… Yıldız’daki gelişmeleri, öğrenci eyleminin bugünkü durumunu anlamak açısından, kabaca da olsa değerlendirmekte yarar var.
Sınav yönetmeliğinde yapılan bir değişikliği protesto etmek isteyen öğrenciler, dilekçe vermek için topluca rektörlüğe yürürler. Tabii bizim ‘işgüzar’lar olaya müdahale etmeden duramazlar. Dilekçe vermek için toplanan öğrencileri videoya almak isterler. Böyle bir “film”in çekilmesini istemeyen öğrenciler, buna karşı çıkarlar. Fakat ‘kameraman’lığın zevkine bir kere kendilerini kaptırmış olan ‘sivil işgüzarlar’ uyarılara aldırış etmezler. Bu da kavgaya yol açar. Kavga bu ya, ya döversin ya da dövülürsün veya hem döver hem dövülürsün. Neyse bunların hepsinden de birazcık oluyor tabii. İşte olanlar o zaman oluyor; ‘bizimkiler’den biri “artistliği siz yapamıyorsanız, ben yaparım. İşte böyle…” dercesine gerçek kovboyları aratmayacak bir manevra ile silahını çekiverir ve havaya ateş eder. Polisin bu silahlı gösterisi de geniş tepkilere neden olur. Gerçekte polis, sadece tabancasının değil, aynı zamanda gençliğin öfkesinin de tetiğini çekmiştir. Olayın yankıları giderek büyür. 14 Nisan’dan sonraki en büyük protesto gösterilerinden biri bu olay üzerine yapılır. Gençliğin öfkesi dinmek bilmez, protesto eylemleri günlerce devam eder. Polisin öğrencilere silah çekmesi yalnızca protestolara neden olmaz, Doğramacı başta olmak üzere, resmî ağızlar bu saldırıyı destekleyici açıklamalarda bulunurlar.
Polisin, Yıldız’da öğrencilere silah çekmesi ve onun bu saldırganlığının iktidar ve YÖK Başkanı tarafından desteklenmesi, gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Bu olay da açıkça gösteriyor ki polis, üniversitelerde öğrenim özgürlüğünü ve can güvenliğini korumak için bulunmuyor. Tam aksine, öğrenim hayatım tam bir kontrol altında tutması ve öğrencilere pervasızca silah çekebilmesi, polisin, öğrenim özgürlüğünü de, can güvenliğini de doğrudan doğruya ortadan kaldırdığım gösterir. Bugün havaya ateş eden polisin, yarın, öğrencileri kurşuna dizmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Bu nedenle öğrencilerin kendi can güvenliklerini korumaya yönelmelerinde anlaşılmayacak bir yön olmasa gerek.
Nisan 1989