Haberler-Mektuplar

MEHMET ŞİRİN TEKİN’İ UNUTMAYACAĞIZ!
Ülkemiz 12 Eylül sonrası, çok daha yoğun bir şekilde gerici, şoven düşüncenin etkisine girdi. Neler olduğunu çoğumuz yaşayıp gördük. Birçoğumuz ise, daha yeni yeni olayın özünü kavrayabiliyoruz. Artık 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlük yüzünü maskeleyemiyor. Halkın gözünde teşhir olmaktan kurtulamıyor. Kurtulamayacak da!
İşte Mehmet Şirin Tekin’in ölümü. 12 Eylül gericiliğinin üniversitedeki en uç örneği. Üniversitedeki sivil gerici faşist eğilimlerin ortaya koyduğu acı bir gerçek.
Evet, Mehmet Şirin Tekin, 3 Mayıs Dünya Türkçüler Günü’n-de sırf oruç tutmadığı bahanesiyle katledildi. Oruç tutmamak gibi olayın dinsel nedeni de olsa, asıl nedenin bu olmadığı da bir gerçektir. Asıl neden 12 Eylül’ün üniversitelere soktuğu, geliştirmeye çalıştığı faşist eğilimlerdir.
Bu faşist dalga hâlâ devam ediyor. Hem de demokrasi havariliğine karşın. 12 Eylül, suçu kanıtlanmamış, 18 yaşını dahi doldurmayan bir insanı idam edebilmişti. Aynı kafa, yine suçsuz bir insanı öldürenlere beraat kararı verebiliyor. Çünkü arada insana bakış açısının farklılığı vardır. Birinde yargılanan, dünyayı değiştirmeyi hedefleyen, insanlar arasında özgürlük, eşitlik, kardeşlik duygularının egemen olması için çabalayan, bu düşüncesi için canını vermeye hazır bir insan. Diğerinde ise, insanlar arasında baskı ve zulmün felsefesini uygulayan, cinayet işleyen var.
Mehmet Şirin Tekin’i öldürenler beraat etti. İşte adalet! Van Sulh Ceza Mahkemesinde görülen davada 100 Yıl Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğrencisi Halil İbrahim beraat, Ferruh Bostancı, Arif Sebner 24.000 TL para cezası, firar durumunda bulunan Adnan Sayın hakkında ise gıyabi tutuklama karan alınır. İşte gerçek! Sonuçta bir insanın ölümü, bir cinayet var iken bu kararlar alınabiliyor. Belki de Adnan Sayın da firar durumunda olmasa onun da beraatına karar verilirdi.
Ama bizler olayı unutmuş değiliz. Sizler olayı öylece geçiştirseniz de, bu olayın sorumluluğundan kurtulamazsınız. Mahkemeleriniz ne tavırla ortaya çıkarsa çıksın, ne kararlar alırsa alsın. Gerçek yüzünüzü bizler biliyoruz. Bu cinayetin hesabım vermekten kurtulamazsınız. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
… Mehmet Şirin Tekin! Seni unutmayacağız!
Cumhuriyet Üniversitesi’nden Bir Grup Devrimci Öğrenci

NAMIK KUYUMCU’NUN ŞİİR KİTABI YAYINLANDI
Namık KUYUMCU’nun ilk şiir kitabı olan “TALAN BİR ÖMRÜN ORTASINDA” yayınlandı. Namık KUYUMCU şiirdeki yetkinliğini, özellikle, politik nedenlerden dolayı cezaevinde kaldığı altı yıl boyunca geliştirdi, ilerletti. Yaşamın çok yönlü gerçeklerini, sabırlı ve inatçı bir tutumla, imgelerin ince nakışlı örüntülerinden başarılı bir biçimde yansıttı. Madde-duygu ilişkisinde, duyguların anlatımını yaparken, maddeye ustaca işlerlik kazandırdı; sevginin, hüznün, heyecan ve özlemin türlü kaprislerini ağaçlara, denizlere, aynalara hiç yorulmadan çektirmesinin bildi. <iç dünyanın türlü güzellik ve zenginliklerini, dışarıdakilerle el ele verdirdi. Devrimci sanat cephesinin yeni kavgacısına, giriştiği savaşta başarılar diliyoruz.


“İŞKENCE BİLGİ FORMU”

İHD İstanbul Şubesi bünyesinde oluşturulan, ‘İŞKENCEYE KARŞI ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERİ VE UYGULAMALARI İZLEME KOMİSYONU’, Türkiye’nin de altına imza koyarak taraf olduğu işkencenin önlenmesine yönelik uluslararası antlaşmaların, bu arada geçtiğimiz yıl imzalanan Birleşmiş Milletler ‘İşkence ve Başka Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Davranış veya Cezaya Karşı Sözleşme’nin gereklerinin yapılıp yapılmadığını, uygulanıp, uygulanmadığını araştırma maksadıyla oluşturulan “İŞKENCE BİLGİ FORMU “nu hazırlamış bulunmaktadır. Form, işkence görenlerin kendilerine ilişkin soruların yanı sıra, nerede ve ne zaman, nasıl, hangi yöntemlerle işkence yapıldığını, biliniyorsa işkencecilerin kimliğine, şimdi ne iş yaptıklarına, işkence yapıldığını gösteren bir belgenin olup olmadığına ilişkin soruları içeriyor.
Form, işkence görenlerce doldurulacak. Kendi koydukları yasaları işlerine gelmediği zaman pervasızca çiğneyebilenlerin, yaptırım gücü olmayan ya da zayıf olan uluslararası sözleşmelere başvuracaklarını tahmin etmek zor değil. Ancak, her türlü baskı ve saldırıyı geriletmede olduğu gibi işkencelerin de kitlelerin zorlu mücadeleleriyle önlenebileceğinin ayrımında olarak ‘İşkence Bilgi Formu’nu işkence gören herkesin doldurmasının önemi büyüktür.
‘İşkence Bilgi Formu’ kampanyasının başarılı olmasını diliyoruz. Formun isteneceği adres: İHD İSTANBUL ŞUBESİ İZLEME KOMİSYONU Asmalı Mescit Cad. Curnal Sok. No: 4/4 80050 Tünel/İSTANBUL

PERDECİ HAYKIRDI: Geliyorlar…
PERDECİ – Mehmet ESATOĞLU

Güneşin canı mı sıkılıyordu ne, azıcık eğildi, olmadı. Bir kez daha denedi. Yine olmadı. Üçüncüde kan, ter içinde ışıklarından birinin ucunu onların prova yaptığı odaya yollamayı başardı. Gün ışığı ateş yanaklı kızın ayakucunun az ilerisine düştü. Aktör babanın ara verelimiyle oyuncular sessiz kalmıştı ki, ateş yanaklı kız kendi kendine birden coştu: “Kış yapmayı unuttu kış bu yıl İstanbul’da.” Bu sözcük bir kıvılcım gibi doğaçlama hastası bir başka oyuncunun yüreğini ateşledi; ateşler yangın halini alınca ilkçağ oyunları gibi metinsiz- kendiliğinden bir gösteri başladı prova sahnesinde.
KORO- Hey… Hey… Kıştan önce Tam da kışın başında Altın saçlı kız Ne der?
ALTIN SAÇLI KIZ- Bu gece, 21 Aralık, geceyle gündüz denkleşti. Ne gece gündüze üstün; ne de gündüz geceye. Bence baharın ucu göründü.
Oysa her mevsimin yeni yıkımlara gebe olduğu bu ülkede mevsim başı kara düşler gören bir koro: başlar uğuldamaya kış göründü… Kış göründü… Kış göründü. Acımasız bir rüzgârla koşuşma başlar. Telaşla koşuşanlar kimi zaman altın saçlı kıza da çarparak korunmaya çalışırlar kışla gelen yıkım rüzgârlarından. Altın saçlı kız bu karamsar selin ortasından biraz yükselir yukarılara doğru. Gökkuşağının kıyısına kadar. Gülümser oradan ve umutla seslenir tüm insanlara:
Baharın ucu göründü…
Baharın ucu göründüüü…
Kalabalıktan kimileri gülücük yollar ona; kimi taş fırlatır, kimi de aldırış etmez. O, yine de değişen mevsimlerin yeni mutluluklara gebe olacağı günlerin duygusuyla gökkuşağının kıyısından haykırır. Bu haykırış, kış rüzgârlarının kalabalığa saldırısını azaltmaz gerçi. Ama yine de kimilerine kış rüzgârının uğultusu içinde ılık bir papatya kokusu taşır.
KALABALIĞIN DOĞAYA YAKARIŞI
– Doğa ana güneş var
– Doğa ana doyur bizi
– Doğa ana onar bizi
– Doğa ana yeni bir insan var içimde
Altın saçlı kızın gözleri nemlenir bu yakarışa, der ki: Bu yakarış, kalmalı artık çağlar ötesinde. Çünkü insanoğlu yaşamak için verdi el ele. Üredi-üretti el ele. Bölüştü el ele. Geçti zaman, döndü devran el ele, kaldı çoook eskilerde. Öyle bir vakte erişti ki zaman, her yan zincir şakırtıları, zincir şakırtıları. Bir avuç mutluluk uğruna zincirlendi çoğunluk.
Kış yapmayı unutmuş bir İstanbul günü oyuncular ısıtmadan yoksun prova odasında güneşin yaptığı şakayla işte böyle coştular ve anlattılar çok eski ve çok yeni bir öyküyü.
Doğaçlama oyun sıcak çayların prova odasına antresiyle kesildi. Oyuncular tepsinin etrafına koştular. İki çay kırmızısı da Aktör Baba ile Perdeci’nin önüne kondu saygıyla.
Prova odasını çay şıngırtıları ve 70 doğumluların cıvıltıları kaplamışken kenardan küçücük bir kız sahneye çıkmak için mızırdanıp duruyordu. Provanın başından beri Perdeci durumu fark etti, küçük kızı yanına çağırdı, konuştular, bir süre. KUÇUK Kız sahneye çıkmak için önünde hiçbir engel görmüyordu ve henüz 74 doğumluydu. Perdeci küçük kıza acele etmemesini öğütledi, sonra kara saçlı görkemli kadının verdiği kara deftere şu satırları yazdı:
Ana rahmine düştüğün gece
Kapkaranlık taş duvar
arasındaydı
Sen daha yokken dünyayı
kucaklayanlar

Napalm bombası Vietnam’da
Savurdu toprağı yukarılara
Kim bilir belki güneşi
balçıklamaya
Taş duvarın içindekiler ve
dışındakiler
Önlerinde biriken kan denizinin
ufkunda

Doğacak kızıl bir güneşi
gözlüyorlardı

Bombanın güneşe doğru
savurduğu

Topraklar ve balçıklar
Güneşin çok uzağından
dökülürken
Savruldukları yere,
Toz bulutunun ardında
Para dağının devleri göründüler
Tırnakları kan içinde.

Taş duvar arasına düşmeden
önce, onlar
68’lerde, sarsıyorlardı her
yanını
Köhnemiş dünyanın
Bazen delicesine, bazen durgun
Güneş gözlü, nasır elliler de
katıldı
Kimi zaman bu koroya
Ama nedense hep birlikte
sallayamadılar

Hep birlik haykırmak istediler
Balyozlar indi tepelerine
Gençliklerinin yirmiyle otuzunu
Taş duvar arasında yaşadıkları
Bir gece, düştün sen
Belki de ana rahmine
Belki tahliye olduğum gün
İlk çığlığın yayıldı gökyüzüne
Şimdi bunca öyküden sonra
Sen, evet sen
Bütün sabırsızlığınla
Geliyorsun deli deli akan bir su gibi

Maviliğin ucundaki güneşi kucaklamaya

Prova bitti az sonra. Aktör baba, gördüğü hataları başladı anlatmaya. Perdeci, Aktör Baba ve oyuncular provaya ve söyleşmeye doyamadan çıktılar yürüdüler minibüslerle dolu caddeye. Tıkış tıkış bir minibüs sonrası iskelede pencerelerden içeri sızmaya meraklı güneşle yüz yüze geldiler. Çiçek satan ince boyunlu kız, gazete toplayan çocuk, jeton satan kadının ortasından geçerek metal engelleri metal yuvarlaklarla açarak boşalmakta olan gemiye yöneldiler. Kapılar henüz açılmamıştı ve yanaşan gemiden inenler varışın rahatlığıyla ağır ağır çıkışa ilerliyorlardı. Yüzü, kış ortası güneş ve ter görmüş bir iskele görevlisi, bahar gevşekliğiyle kapıya yanaştı. Birinci kapıyı ardına kadar açtı, ikinci kapıyı aralarken nedense yarım bıraktı. Kapının ardında gemiye binmek üzere birikmişler bu tek kişinin çıkabileceği aralıktan itişe kakışa geçmeye başladılar. Perdeci ve Aktör Baba bir an duralayıp bu anlamsız tepişmeye bakarken gencecik biri kapının kanadına yapışıp açıverdi kapıyı ardına kadar. Kapı önünde itiş kakış bir anda bitiverdi…
Gencecik, kapıda itişip kakışanlara yarı öfkeli bir bakış atarken arkadan zayıf bir ses “hay Allah ben de bozuk zannetmiştim” diyerek başını hayıflı hayıflı salladı. Gencecik, öfkesi boğazında kalmış bakınırken Perdeci ile göz göze geldi; “Herkes, geçmeyi düşünüyor ama geçemiyor. Hâlbuki çözüm kapıyı köküne kadar açabilmekte” Perdeci, Gencecik’in yüzüne baktı. Bir an duraladı, “Kaç doğumlusun” dedi. Gencecik pek bir şey anlamadı bu sorudan, “yetmiş” dedi.
Gemi, Marmara’ya açıldı. Ardında iskeleyi ve beyaz köpükleri bırakarak. On yılda bir kışlasıyla göz göze geldi Perdeci. Yüreğinde tuhaf bir hüzün duydu. Dudaklarının arasından GELİYORLAR sözcüğü yavaşça süzüldü, açık camdan çıkarak su üstünde bir süre uçtu. Malum kışlanın parmaklıklarından içeri girip yakın zamana dek idam saatini gözlemişlerin koğuşunun duvarına çarparak dağıldı dört bir yana.
Kızkulesi’nin açığındayken Aktör Baba, çaycının tepsisinden aldığı üçüncü çayı Gencecik’e uzatıverdi. Kapıyı bozuk zannederek hayıflanan adam bu kendiliğindenci dostluktan huzursuzlandı. Aktör Baba’ya “Teşvik etmeyin beyefendi” dedi, “Yazıktır bu gençlere.” Aktör Baba, sıcak çayla gençliği önce “Teşvik ve yazık etme” arasındaki düşünceye muzip bir anlamazlıkla bakarken Gencecik “Kapı öyle mi kalsaydı?” diye sordu. “Kalmasın” dedi adam. “Öyle kalmasını hiç kimse istemez ama ya iskele görevlisiyle birbirinize girseydiniz? “Doğrusu ben, kılımı bile kıpırdatmazdım.” Perdeci dayanamadı, “Kapının ardında siz de itiş kakış içindeydiniz.” “Evet” dedi adam “ben de. Düşündüm ki belki de memurun bir bildiği var ve böylece…” Perdeci atıldı; “Böylece, kendinizi ikna ederek siz de seyirci kaldınız itişe ve de kakışa, öyle değil mi?” Adam sustu bir an, ama içinden konuştu, hem de şöyle:

Ben de, ben de bazen
Tutuşuyorum müdahaleye
Bazen bir gazete başlığı
Bazen yanı başında bir olay
Tam davranacakken
Bir el tutuyor sanki beni
Biraz el tutuyor sanki beni
Biraz daha beklemeli mi?
Biraz daha
Derken öfke uçuyor
İçimi dolduruyor
Kuştüyü bir ferahlık
Tepkisizleşiyorum
Evde, sokakta, işte
Böyle mi olacaktı
Kadere bak kadere

Perdeci, muzip bir ifadeyle adama sokuldu. İçinden geçenleri okurcasına “Gazeteye ilan verin” dedi. Adam da kısık bir sesle sordu: “Ne diye?” Perdeci, “Şöyle bir ilan: Tepkilerimi yitirdim, imza: Her şeyin farkında bir adam.” Adam acı bir gülümseyişle, “İyi ama, hiç olmazsa farkında.” “Öyle düşünme” dedi Perdeci. “Bence, senin durumun daha trajik. Ama şimdi de koşullarım diyeceksin. Bırak örgütlü tepkiyi bireysel tepkilerini bile yitirmiş durumdasın. Bence gazete ilam gülmece değil, gerçekten gerekli. Hatta ilerde yeni bir ilan daha gerekebilir: İnsanlığımı yitirdim: İmza, yine aynı adam.
İnsan nasıl insan oldu, bilir misin? Ellerini ve aklını kullanarak. Bence çağdaş insan, insanlığa yine elleri ve aklıyla örgütlenerek ve değiştirerek ulaşacak. Bizde de bu gelenek, gelişiyordu ki bir korku virüsü attılar ortaya, suspus oldu ortalık. Bu korkuyla kimileri en sıradan hakkını bile arayamaz oldu. Kapının ardında birini ezdi millet ama kapıyı kimsecikler kucaklayamadı. Şimdi Yeni bir dönem başladı ve onlar bu anlamsız yıvışık suskunluğu parçalamasına GELİYORLAR. Üniversite bahçelerinden, fabrika avlularından.” Adam Gencecik’in yüzüne endişe ile baktı.
Aktör Baba dışarıda Mart Güneşini kaçırıyoruz telaşıyla Perdeci’nin koluna yapıştı. Malum kapı olayı yüzünden kendini yarı ahbap hisseden Gencecik, o da takıldı peşlerine. Geminin arka güvertesine yürüdüler. Güneş, tepedeki maviliğin bir ucundan suyun üzerine yayılıyordu, mavi bir sessizlikte beyaz köpüklerin türküsünü dinlediler bir süre. Güvertenin kenarında bir adam, elindeki simitten parçalar koparıp geminin ardından uçan martılara fırlatıyordu. Martılar simit parçalarını suya düşmeden kaptıkça çığlıklar atıyorlardı. Bu çığlıklara Gencecik’in çığlıkları da karıştı. Gencecik, gülüşünün tam ortasında birden sustu. Perdeci ve Aktör Baha’ya: “Ne görkemli değil mi? Güneş, çığlık atan martılar ve şu maviden çıldıran deniz. Oysa geçen hafta üniversite bahçesinde ağzında sigara, adamın biri belki görmüşsünüzdür gazetede resmini ölüm yağdırıyordu üzerimize. Ve belki de ben…” Ortalığı yeniden Martıların çığlıkları kapladı. Aktör Baba Gencecik’in saçını okşadı usulca. 70’lerde kurşunlanmış onca gencecik aşkına.
Perdeci gözünü alamıyordu denizden. Maviliğin üzerindeki pırıltılar kalabalıkları anımsatıyordu. Dalgalanan insan yığınlarının sesleri geliyordu kulaklarına. Geminin makine sesleri bu duyguyu daha da yoğunlaştırırken bir alan geldi gözlerinin önüne. Bir grup insan kafalarına ve gövdelerine iki renkli kumaşlar sarmış ellerinde yine aynı renkten bezleri havada sallıyor ve garip uğultular çıkarıyorlardı. Seviniyorlar mıydı, sarhoş muydular belli değil. Caddelerin kenarlarında kimileri bu coşkudan etkileniyor, kimileri de boş gözlerle bakıyorlardı bu insanlara. Bu insan kümesinin karşısında başka bir grup ise adeta Ortaçağ giysileriyle kuşanmışlardı. Zaman zaman dudaklarından mırıltılar yükseliyordu gök boşluğuna. Bu sesler, giderek birbirine karışırken kara çarşaftan yapılmış bir top atıldı ortaya birinciler topu tekmelemeye ve maç yapmaya, diğerleri ise ellerine geçirdikleri an başlarının üzerine koymaya kalkıştılar. Perdeci, bu iki renk giysili kalabalıkla Ortaçağ giysili kalabalığın uyumuna uzun süre bakakaldı.
Kalabalık bu acayip oyunu oynarken birdenbire ağır ağır ilerleyen bir otobüse doğru koşmaya başladılar. Büyük bir hırsla otobüsün camlarına ve kaportasına vurarak: Yürü… Yürü diyoruz… Geç kalıyoruz. Finalde milli duygular şahlanacak… Şoför, ayağını frenden bir türlü çekmiyordu. Bağırıyordu kalabalık: Çabuk ol… On beş dakika kaldı… Ezeceğiz gâvuru… Tak vitese… Haydi tak… Allah Allah…Şak şak şak… Bom bom bom… Tak vitese, tak… Haydi tak…
Gemi, iskeleye yanaşana dek kurtulamadı bu kâbustan. Aktör Baba yüzüne bakarken kendine geldi “Güneş altında kabus gördüm” dedi. Aktör Baba, “Abarttın yine, huyundur” la yanıtladı.
Perdeci akşam tiyatroda, gündüz ayaküstü gördüğü kâbusun etkisiyle huzursuz dolanıyordu. O gece, oyuna hiç kimsenin gelmeyeceğini düşünüyordu. Çünkü o gece televizyonda milli duygular baş yöneticinin amigoluğunda şahlanacaktı. Sevinmeyi ancak sünnetinde-gelinliğinde görmüş insanlar ülkesinde sokaklar dolup taşacaktı; deşarj ve eğlence uğruna.
Akşam oyuna yarım saat kala üçer beşer tiyatroya gelenleri gören Perdeci önce saygıyla selamladı onları, sonra son hızla kulise daldı ve haykırdı: GELİYORLAR.

İstanbul’da amatör tiyatro topluluklarının 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü dolayısıyla hazırladığı ve 23 amatör topluluğun imzaladığı bildiri:
Bir sevinçtir bahar, bir umut… Biliyoruz ki, daldaki çiçek söz verdiği gibi meyvesini verecek.
Bir sevinçtir 27 Mart, bir şenlik… Biliyoruz ki, direnci yüreğinin en derin yerinde saklayanlar, umudu yeşerttikleri sahnelerde bu şenliği yaşayacaklar.
Bir kez daha 27 Mart, bir kez daha şenlik…
Umudu sahnede yeşertenlerden bir kez daha merhaba!
Buradan çıktığımızda, bizi, özlemini duyduğumuz bahar karşılamayacak.
Biliyoruz ki, dışarıda karanlık, dışarıda direncimizin sınandığı baskı, dışarıda kan-can pahasına yürütülen bir kavga var.
Bahara dair ne varsa repliklerimizde gizli bizim.
Güzele dair ne varsa yüreğimizde. Biz, repliklerimizi beyninizin imbiğinden geçirdik, yüreğimizi acılardan.
Dün de bu kavganın içindeydik, bugün de.
Kim alıkoyabilir bizi bu kavgadan?
Geçtiğimiz yıl, ondan önceki yıl ve daha önceki yıllar söyledik, tekrar söylüyoruz:
“Amatör adını, bilmezliğin, acemiliğin sırasına yazanlar, enerjimizi, yaratıcılığımızı resmi kuytularda nasıl özgürce tüketebileceğimizi önerenler; şöyle bilinsin ki bizi görmek istediğiniz, bizi bizden sonra geleceklere anlatılmak üzere birer anı haline getirebileceğiniz yerlerde olmadık, olmayacağız! …”
Işıklarımızı yaşama yönelttik, onu daha iyi kavramak için. Oyunlarımız insana dair, onu değiştirmek, dönüştürmek için.
Umudumuz yarında, umudunuz baharda…
BAHARA İNANAN TÜM AMATÖR TİYATROCULARDAN BİR KEZ DAHA MERHABA!
İSTANBUL AMATÖR TİYATRO TOPLULUKLARI

“Alevilik Olayı” Üstüne
Atilla Tütüncü

Cemal Şener’in “Alevilik Olayı -Toplumsal Bir Başkaldırının Kısa Tarihçesi-” adlı kitabını aldığım gün okumaya başladım ve o gece bitirmeden bırakamadım.
Araştırmacı, Şener’i daha önce, “Çerkez Ethem Olayı” adlı araştırma kitabı ile tanımıştım. O kitabı gibi bu yeni kitabı da ülkemizde tabu sayılan bir konu üstüne nesnel ve cesaretle yaklaşılmış bir inceleme olduğunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim.
Kurtuluş Savaşında “Çerkez Ethem Olayı” gibi ülkemiz toplumsal gerçeğinin bir parçası olan Alevilik Sorunu da oldukça isabetli seçilmiş inceleme konusudur.
Ülkemizin sosyo-ekonomik sorunları üstüne, geçmişte ve günümüzde birçok şey yazıldı, çizildi. Fakat somut sorunlar üstüne fikir üretimi kanımca yeterli olmadı. Bu sorunlardan en önemlilerinden birisi de Alevilik sorunudur. Ülke nüfusumuzun % 25’inden fazla bir sayıya sahiptir. Ayrıca Aleviler ülkemizdeki her türlü ilerici demokratik hareketlerin en doğal desteği olmuşlardır. Buna rağmen Alevilik sorunu bugüne kadar ciddi bir şekilde ele alınmamıştır.
Ama Şener’in bu kitabından sonra bu sorun etrafında da tartışmalar olacağına ve araştırmalar yapılacağına dair inancımı yineliyorum.
Kitabın içeriğine gelince, bu konu oldukça kapsamlı ve yoğun bir konu. Araştırma daha derinleşebilirdi. Kitap konu başlıkları itibariyle güzel tasnif edilmiş. Ama konular çok kısa geçilmiş. Okuyucu o başlıklar altında ister istemez daha doyurucu bilgi bekliyor. O zaman daha doyurucu olabilirdi. Bir de Alevilik olayının sınıf piramidindeki yeri yeterince vurgulanmamış gibi geldi bana. Olayın bu yanı göz ardı edilmemelidir. Bu eksiklikler yeni araştırmalarla giderilebilinir.
Kitabın bence can alıcı yanı ise, ülkemizin çok önemli bir sorununun bu araştırma ile gündeme gelmesidir. Ayrıca araştırmada olaya genelinde nesnel bir perspektifle bakılmasıdır.
Ben kendi hesabıma İslamiyet içindeki, “hilafet sorunu”nu ilk defa bu araştırma ile berrak bir şekilde öğrendim. Halifeler dönemi, Emeviler, Abbasiler, İmamlar dönemi, Şiilik olayı ve Alevilik ile ilişkisi bugüne kadar bana hep bulmaca gibi gelirdi. Bu kitap ile bu olaylar benim açımdan anlaşılabilir duruma geldi.
Gene, Bektaşilik, Babailik, Yeniçeri ocağı, Alevilik ve Kürtlük sorununun ilişkisini vs. bu araştırma ile öğrendim dersem, beni bağışlayın.
Araştırmacı Şener’in, Alevilik sorunu çerçevesinde düşündürücü ve tabuları yıkıcı gözlemleri de var.
Anadolu Aleviliği ve kaynaklan, Alevilik-laiklik ilişkisi gibi konularda ileri sürülen ilginç varsayım ve gözlemler var.
Ülkemizin demokratikleşmesinin önünde bir dizi çözülmesi gereken sorun var. Bu araştırma, ezilen mezhep veya azınlık mezhep/mezhepler sorununu batı ve İran örneği ile çarpıcı bir şekilde önümüze koyuyor.
Kısacası, “Alevilik Olayı” adlı kitap soruna getirdiği yeni bilgi ve gözlemlerle yüklü, keyifle okunması gereken bir çalışma. Daha doyurucu ürünlerin verilmesi dileği ile…

27 Mart Bizim…
Dünya tiyatrolar günü, Ortaköy Kültür Merkezi, İstanbul Üniversiteleri tiyatro birimleri, BİLSAK ve Atatürk Kültür Merkezi’nde Amatör tiyatroların katılımıyla coşkuyla kutlandı.
Yıllardır yığınlara “bedava tiyatro günü” olarak belirtilmeye çalışılan 27 Mart DÜNYA TİYATROLAR GÜNÜ bu yıl da amatörlerin öncülüğünde değişik üretim birimlerinde kutlandı. Geçtiğimiz ay Ozan Hasan Hüseyin’in anısına yapılan gece bahane edilerek kapatılan ve kamuoyunun baskısı sonucu, yeniden açılan Ortaköy Kültür Merkezi’nde önce fuaye’de müzik dinletileri ile başlayan ve yirmi üç topluluğun katılımıyla gerçekleşen 27 Mart gününde ikinci olarak, Birim Oyuncuları, Emek Oyuncuları, Genç Oyuncular, Ekim Sahnesi ve İstanbul Sahnesi’nin katıldığı “Amatör tiyatroların işlevi ve birliğini” konu alan bir panel yer aldı. Panel sonrası Aslı-Erhan’ın müzik dinletisinden sonra OKM tiyatro atölyesinin, Fatih Halkevi’nin, DEMKAD’ın, Genç Oyuncular’ın, Emek Oyuncuları’nın, Petrol-İş’in ve Yapı Bölge Oyuncuları’nın gösterileri ilgiyle izlendi.


‘Yusuf Doğar’ Resim Sergisine Saldırı

Yusuf Doğar’ın Beyoğlu Sanat Galerisi’nde açtığı resim sergisi geçtiğimiz günlerde gece yarısı zabıtaca basıldı. Resimler dışarı atıldıktan sonra kapı kilitlendi. Saldırı, çevrede toplanan halktan ve devrimci-demokratlardan büyük tepki gördü. Tepkilerin büyümesi üzerine zabıta geri adım atmak zorunda kaldı. Olay yerinde toplanan halkın ve demokratların aktif müdahaleleri sonucunda sergi yeniden açıldı. Baskınla ilgili, Yusuf Doğar’la yaptığımız röportajı sunuyoruz.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Serginize zabıta tarafından bir müdahale olduğunu öğrendik, olay nasıl gelişti.
YUSUF DOĞAR: 20 Mart’ta saat 17.00’de Beyoğlu Sanat Galerisi’nde sergimizi açtık. Kalabalık toplandı. Zabıtalar geldi. Kalabalık içinde o anda müdahaleye cesaret edemediler. Ertesi gün geldiğimizde ise resimleri indirmişler, toptan caddeye yığmışlar, yerlerine başka resimler asmışlar, sanki benim sergim hiç açılmamış gibi bir görüntü vermeye çalışmışlardı. Biz geldiğimizde halk da toplandı. Zabıtaların yaptıklarını halka anlattık. Basından ve derneklerden gelenler de oldu. Olanları herkese anlattık. Büyük tepki oluştu. Geç saatlere kadar zabıtalarla boğuştuk. Bu sefer baktılar ki durum kendi aleyhlerine gelişiyor, sergi yerini terk etmek zorunda kaldılar. Daha sonra sergi tekrar açıldı.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Bu müdahaleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
YUSUF DOĞAR: Sergiyi gece basmaları ve tabloları dışarı atmaları kendilerinin bile kendi yaptıklarından utandıklarını gösteriyor. Seçim yasaklarını gerekçe gösteriyorlar. Oysa seçim yasaklan siyasi partiler için ve diğer kamu kuruluşları için geçerlidir. Söz konusu yasaklar serbest çalışan sanatçıları bağlamaz.
Halk zaten onların gerici yüzlerini görüyor: Bizim yaptığımız resim çalışmalarını ve sergimizi kendi mücadeleleriyle özdeşleştiriyorlar. Kendi katılımları sonucunda mücadele ile sergiyi yeniden açmamız onları sevindirdi. Gazetelerden okuyan insanlar, çalışan memurlar geliyorlar tepkilerini dile getiriyorlar. En sonunda, gelen tepkiler karşısında zabıtalar da geri adım atmak zorunda kaldılar.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Serginize yapılan bu müdahaleyi zabıtaların işi olarak düşünmek doğru mu?
YUSUF DOĞAR: Aslında sergiye yapılan saldırının esas sorumlusunun zabıta olduğunu sanmıyorum. Saldırı, zabıtayı, hatta belediye başkanını da aşmıştır. Bu olayı gerici güçlerin yarattığını sanıyorum. Zabıta, bu saldırıda kullanılmıştır. Zaten sonradan geri çekilmesinden de bu anlaşılıyor.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Devrimci basma, bu arada ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’na, bu tip saldırılar, devrimci sanatçılar ve ürünleri üzerindeki baskı ve engellemeler karşısında, sizce neler düşüyor, neler önerirsiniz?
YUSUF DOĞAR: Devrimci- demokrat kesim böylesi durumlar karşısında genellikle hazırlıksız… Çünkü alan hep burjuva kesime kalmıştır. Sanılıyor ki yalnızca bunlar sanat yapıyor.
Gericilik gerçek anlamdaki sanat gücünden yoksun. Sanat alanında devrimci çıkışlarla da karşılaştıklarında, baskı ve şiddet kullanarak bunu alt etmeye çalışıyorlar. Devrimci basın, toplumsal gerçekçi, demokratik sanata, kültüre sahip çıkmalı. Devrimci kültür ve sanatı hedef alan saldırıları yoğun biçimde teşhir etmelidir. Engellemeler bitmez. Onun için bunun karşısına nasıl çıkılacağı, planlı şekilde ele alınmalı, hazırlıklı olmalıyız.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Diğer sanatçılardan tepki geldi mi?
YUSUF DOĞAR: Gariptir ki kendisine ‘sanatçıyım’ diyerek mangalda laf bırakmayanlar, bu olayda destek çıkmadılar. Çünkü onlar, bağlı oldukları sınıfın ideolojisi doğrultusunda sanat çalışması yapan burjuva sanatçılardır. Bize esas destek, halkımızdan ve devrimci kamuoyundan geldi. Burjuva sanatçılar tamamen biçimle ilgileniyorlar; bu nedenle de saldırılar karşısında duyarsız kalıyorlar. Halkımız, kendi sorunlarının ve siyasal gerçeklerin ilk kez korkmadan resmedilmesini ve kendi mücadelesini gördüğü için, saldırı karşısında daha bir duyarlı davrandı. Demokrat insanlardan bazıları imza kampanyası düşünüyorlar. Sergimize yabancılar da çok rağbet etti. Resimlerin afişlerini istiyorlar, afişleri yeniden bastırmak zorunda kaldık. Yabancılar, resimleri bizim kadar araştırıp incelemişler. Sanatın Evrenselliği de bu. Dil bakımından insanlar arasında iletişim kurmak…

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Son olarak söylemek istedikleriniz…
YUSUF DOĞAR: Sanat yalnızca burjuvaların elinde kalan bir alan olmamalı. Onun için kitleleri harekete geçirecek, kuvvetli bir kurumdur. Bu nedenle devrimci kültür sanatı var gücümüzle destekleyelim, kitlelerle iletişim kuralım, kamuoyu oluşturalım. Devlete bağlı sözde sanatın gerici yüzün açığa çıkaralım.

Örgütsüz Bir Potansiyel Olan Sağlık Emekçileri; Hemşireler – Ebeler
(Genel Adı ile Hemşirelik Sorunu)
Günümüzde emekçi sınıflar üzerinde yoğunlaşan azgın sömürü ve baskıcı uygulamalar diğer sağlık emekçileri ile birlikte, özelde biz hemşireler üzerinde daha da artmaktadır. Öteden beri var olan sorunlarımız çözümlenemediği gibi aksine, günden güne yeni sorunlar eklenmektedir. Ülke genelinde geniş bir potansiyeli olan sağlık emekçileri, şimdiye kadar ekonomik, demokratik örgütlenmeye girememiş dağınık yapısı ile sadece yoğun olduğu bölgelerde görsel olarak var olan Türk Hemşireler Derneği ve Ebeler Derneği’ne de aktif olarak sahip çıkamamıştır.
Biz hemşireler, mevcut burjuva eğitim sistemince kişiliğimizin tam da oluşum döneminde sağlık liselerine alınıp, düzene uygun olarak yetiştirilmeye çalışılıyoruz. Üzerimizdeki baskılar, yatılı okuldaki rahibe disiplini ile geçirdiğimiz öğrencilik yıllarımızdan bugüne uzanır.
Bugün sorunlarımızın başında hemşireliğin kadın mesleği olmasının getirdiği en büyük sorun, hemşirenin hem evinde hem işinde anne olmanın getirdiği sorumlulukların da bulunduğunu belirtmek isteriz. Bu sorunları örnekleri ile açmak gerekirse; gebelik, çocuk doğurma, çocuk bakımı, kreş ve yuva sorunu bütün çalışan kadınlar gibi biz hemşirelerinde sosyal sorunudur. Çalışma saatlerinin düzensizliği, çocuklu annenin gece çalışmak zorunda kalması hem iş yerindeki verimi düşürmekte hem de çocuğun yetişmesi üzerine olumsuz etkisi olmaktadır. Kapitalist sistemde bütün sorunlara yaklaşıldığı şekilde yetkililer tarafından bu sorunumuza da kaderci yaklaşılmakta ve yetkililerce “çocuk doğurmak isteyen işten ayrılsın” gibi karşı çıkmalarla insan yaşamının en doğal ürünlerine bile karşı çıkılabilmektedir.
Kadın emekçilerin yoğun çalıştığı diğer iş kollarında, işçi statüsü gereğince çalışmaları (vardiyalar, fazla mesailer, hafta sonu çalışmaları) Çift saat ücretine hatta sendikalı işyerlerinde üç veya dört katı saat ücretine tabii tutulabilirken nispi olan bu haklar dahi hemşirelerde saat başına sadece 98 TL.dır. Bunun dışında hiçbir yan geliri olmayan (98 TL’ye kadar yan gelirse?) biz hemşireler de işçilerden hiçbir farkımız olmadığı işçi statüsüne sahip olmak ve sendikalaşmak istiyoruz.
Kadını bir meta gibi değerlendiren emperyalist kapitalist düşünce ile her türden feodal gericilik ve onların sinema, tiyatro, televizyon ve en başta boyalı basını gün geçmiyor ki yeni bir uydurmaca hemşire haberi, (hemşire skandalı) yayınlamasın, sokak kadınlarına takılmış hemşire kepiyle meslek onurumuzu, saygınlığımızı ayaklar altına alınmasın. Buna karşın devrimci demokrat hemşirelerle birlikte, bütün hemşire arkadaşlarımızı da mesleki onurumuza yapılan uydurmaca haberlere karşı aynı duyarlılıkta mücadeleye çağırıyoruz.
Hemşirelik mesleği yatılı okuma, ardından mecburi hizmet zorunluluğu getiren bir meslektir. Biz hemşirelerin büyük bir kısmı emekçi, kırsal kesimden gelmekteyiz. Ailemizden ayrı meslek hayatımıza atıldığımız için barınma, beslenme vs. sorunlar meslek hayatımızda karşılaştığımız ilk zorluklardır. Yetersiz ve sağlıksız lojmanlarda kalmaktayız. İşin diğer yanı da lojmandan atılma, çıkarılma korkusuyla karşı karşıyayız. İdare ve polis baskısı birtakım arkadaşlarımızın lojmandan çıkarılmasına neden oluyorlar. Başımızdaki yetkililer, bu ve buna benzer sorunlarımıza “ne yaparsanız yapın” gibi baştan savmaca cevaplar getiriyorlardı. Lojmanlarda, arabesk kültür giderek yaygınlaşmakta, insanların beyinleri uyuşturulup kendi sorunlarına bile sahip çıkmaktan alıkoyulmaktadır. Buna karşı devrimci demokrat hemşireler, lojmanları terk etmeye hatta meslekten ayrılmaya ya da uzaklaştırılmaya zorlanmaktadır. Bir kısım arkadaşlar ise kliniklerin içinde hasta odalarının birini lojman olarak kullanmaktadırlar. Gece gündüz hastalarla aynı ortamı paylaşıp yaşamaktadırlar. İnsan olmanın getirdiği kendine özgü ortamlar yaratma isteği engellenmekte ve ayrı bir psikolojik ortam yaratılmakta. Bu insanlar zaman zaman izinli saatlerinde dahi, orada yaşadıkları için nöbetlere çağrılıp çalıştırılmaktadır. Bütün bu saydığımız sorunlarımız ve diğerlerini dile getirmek için bütün sağlık emekçileri ile birlikte örgütlenmek istiyoruz. Ancak gerici yasalar bizi memur safsatalarıyla ne mesleki örgütlenmemize ne siyasal ne de sendikal örgütlenmemize izin verilmemektedir. Bizler devrimci demokrat hemşireler olarak, işçi statüsüne geçmeyi ve sınıf sendikaları içinde haklarımızı almayı istiyoruz. Unutmayalım ki kurtuluşumuz sadece ve sadece kendi ellerimiz-dedir. Mücadelemiz emekçi halkımızın, devrimci mücadelesiyle sürecektir. Bütün hemşire arkadaşlarımızın sorunlarımızın çözümlenmesi ve taleplerimizin gerçekleştirilmesi yönünde birlikte mücadeleye çağırıyoruz.
Çapa Hastanesi’nden Bir Grup Hemşire

Devrim Şehitlerini Anma Gecesi
Nizamettin Ariç
Mehmet Erdoğmuş
İspanyol Müzik ve Dans Grubu
Danimarka Müzik Grubu “Savage Rose”
Kosova-Alman-Şili-Afrika Müzik Grupları
Azeri-Silifke-Diyarbakır Folklor Ekipleri
Koro, Dia Gösterisi, Çocuk Folkloru
Tarih    : 6 Mayıs 89 Saat  : 15.00
Yer       : Duisburg (Hamborn)
Rhein-Ruhr-Hallee (ALMANYA.)

Yerel Seçim Sonuçları ve Ortaya Koyduğu Gerçekler

12 Eylül’cü generallerin sahneye koydukları demokrasi güldürüsüyle birlikte bir seçim ve referandumlar ülkesi haline gelen ülkemiz, bir seçimden daha çıktı. Art arda yapılan seçimler ve referandumlarla anti-demokratik rejimin ne kadar demokratik (!) olduğu, en önemsiz sorunların çözümü için bile “halkoyuna”, halkın iradesine başvurulduğu görünümü yaratılmaya, emekçilerin dikkatleri acil ve temel taleplerinden uzaklaştırılmaya, gerici düzen partileri arasındaki dalaşmaların ve seçeneklerin platformuna çekilmeye, kitleler oyalanmaya çalışıldı. Seçimler ve referandumlar aynı zamanda krizin sürmesine, kitleler arasındaki hoşnutsuzluğun artmasına bağlı olarak, 12 Eylül’cü generallerin sahneye koydukları demokrasi güldürüsü çerçevesinde, uzun erimli politik istikrarın sağlanamadığının, politik kriz öğelerinin geliştiğinin bir göstergesi ve sonucudur.
Demokrasi güldürüsünün oyuncuları olarak generallerin denetiminde kurdurulan üç partiden ikisi tarihe karıştı. Bu güldürüye 10 yıl katılmaları yasaklanan ve tasfiyeleri amaçlanan eski politikacılar ve partiler, bu süre dolmadan sahnedeki yerlerini aldılar. Başta işçiler olmak üzere, emekçiler, kendiliğinden ve derin zaaflar taşısa da, generallerin anti-demokratik rejimin figüranları olmayacakları, koyulan yasakları ve çizilen çerçeveyi delme doğrultusunda ilk adımları atıyorlar. Mevcut yasalara göre genel grev yasak olmasına karşın, sürekli gündemdeki bir sorun olma özelliğini koruyor. Grev yasağı olan işkollarında, toplu sözleşme görüşmelerinde uyuşmazlıkların gündeme gelmesine bağlı olarak, açıktan grevler patlak vermese de, yer yer üretimdeki düşüş % 70’i buluyor. İzinsiz işçi yürüyüşleri, gösterileri ve yolları trafiğe kapatma eylemleri giderek yaygınlaşıyor. Henüz öğrenci gençliğin çoğunluğunu kapsamasa da yasa-dışı öğrenci gösterileri giderek daha geniş bir katılımla sürüyor.
Seçim sonuçları, krizin yüklerini ezilen sınıfların sırtına yıkma politikası izleyen ve generallerin sahneye koydukları demokrasi güldürüsünün en kararlı ve sadık savunucuları olan, özgürlük ve halk düşmanı ANAP’ın, başta uluslararası finans kuruluşları olmak üzere emperyalistlerin ve egemen sınıfların desteğine karşın, büyük oy kaybına uğradığını göstermektedir. ANAP oylarındaki düşüş, 1983 ve 1984 seçimlerine göre % 100’ü aşmakta, 1987 genel seçimlerine göre % 50’yi bulmaktadır. 1987 genel seçimlerinde % 36 oy oranı ile oyları düşmesine karşın, seçimlerden birinci parti olarak çıkan ANAP, son yerel seçimlerde % 21.75 oy oranı ile üçüncü parti haline geldi. SHP, belediye başkanlığı seçimlerinde % 36, il genel meclisi üyeleri seçiminde % 28.71 oy alarak birinci parti durumuna yükseldi. DYP, belediye başkanlığı seçimlerinde % 20.7, il genel meclisi üyeleri seçiminde % 25.15 oranında oy alarak ikinci büyük parti oldu. Diğer partilerin oy oranı da yükseldi.
Yerel seçimler genel seçimlerden farklı olmasına ve seçmenin tercihlerinde, genel eğilimlerden farklı faktörler de etkili olmasına karşın, seçim sonuçları, burjuva partileri arasındaki güç ilişkisinde, 1987 genel seçimlerine göre önemli değişiklikler olduğunu göstermektedir. Güçler ilişkisindeki değişim, burjuva partilerinin parlamentodaki temsil oranı ile, kitlelerden mevcut rejim çerçevesinde aldıkları “destek” (daha doğrusu oy) arasındaki dengesizliği, uyumsuzluğu daha da derinleştirdi. Bu, başta işçiler olmak üzere ezilen ve sömürülen sınıflar arasında, hoşnutsuzluk ve mücadele isteğinin kabardığı ve geliştiği, gericilik ve yenilgi yıllarından çıkış sürecinin yaşandığı ve ekonomik krizin sürdüğü koşullarda, politik krizi geliştiren etkenlerden biri olacaktır.
Partilerin seçimlerde aldıkları oy oranında parlamentoda temsil edilmemeleri, seçmen azınlığının oylarını alarak parlamentoda çoğunluğu sağlamak, iktidar partisi olabilmek, 12 Eylül’cü generallerin sahneye koydukları demokrasi güldürüsünün temel özelliklerinden biridir. Nitekim ANAP, yıllardır, seçmenlerin çoğunun değil, azınlığın oylarını alarak parlamentoda ezici bir çoğunluk sağlamakta ve iktidar partisi olabilmektedir. Ancak yerel seçimlerdeki oyların dağılımı, açıkça, yürürlükte olan seçim yasasına göre bile, ANAP’ın bugün yapılacak genel seçimlerde parlamentoda çoğunluğu sağlayamayacağını, küçük bir azınlığı oluşturacağını göstermektedir. Bunun da ötesinde, generallerin demokrasi güldürüsü, seçmenin üçte biri gibi bir azınlığının desteğini alarak, parlamentoda ezici bir çoğunluk sağlamayı ve sürdürmeyi, iktidar partisi olmayı içermesine karşın, ANAP’ın yıpranması ve oylarındaki düşüş öyle bir noktaya vardı ki, ANAP iktidarı ve parlamentodaki çoğunluğunun meşruluğu, sadece kitleler ve diğer burjuva partileri açısından değil, ANAP içinde de tartışılır hale geldi. Bütün veriler, iktidar partisi olarak kaldığı sürece, ANAP’ın yıpranacağını ve oylarındaki düşüşün devam edeceğini gösteriyor. ANAP ve hükümeti, krizin tüm yüklerini halkın sırtına yıkma politikasını, özgürlük ve halk düşmanı bir politikayı kararlı bir biçimde uyguladığı için, kitleler arasında gelişen hoşnutsuzluk ve öfkenin hedefi haline geldi ve seçmen desteğini yitirme sürecine girdi. Ancak ANAP ve hükümeti, tam da böyle bir politika izlediği için, emperyalistler ve egemen sınıflar tarafından desteklendi ve diğer burjuva partilerine tercih edildi. % 20 civarındaki oy oranı ve seçmen desteği ile Özal ve ANAP, kitleleri yatıştırmak, oy oranını yükseltmek için, partilerin sınıflardan göreceli özerkliği çerçevesinde, efendilerine ve egemen sınıflara kafa tutarak, izlediği politikayı yumuşatma olanağına da sahip değildir.
Özal seçimden hemen sonra yaptığı açıklamada, yapılan seçimin genel değil, yerel seçim olduğunu, “milletin 1992’ye kadar” kendilerine yetki verdiğini, mecliste çoğunluğun ANAP’ta olduğunu ileri sürerek, 1992’ye kadar iktidarda kalacaklarını, hükümetin istifasının ya da erken seçimin gündemde olmadığını açıkladı. Son seçimlerin genel seçim olmadığı, ANAP’ın parlamentodaki çoğunluğunun devam ettiği doğrudur. Ancak, başta Özal olmak üzere ANAP’ın politik geleceğini, parlamentodaki çoğunluğunun sürüp sürmeyeceğini belirleyen, son tahlilde şu ya da bu burjuva yasası değil, politik mücadele arenasında oluşan güçler ilişkisi ve bu ilişkiye sıkı sıkıya bağlı olarak egemen sınıfların ve emperyalistlerin tercihleridir.
Özal ve ANAP’ın hızla yıpranarak kitle desteğini yitirmesi, başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen sınıflar arasında gelişen hoşnutsuzluk ve öfkenin hedefi haline gelmesi, ANAP’tan desteğini çeken egemen sınıf kesimlerinin yanı sıra, ANAP’ı bugüne kadar destekleyen egemen sınıf kesimlerinin ve emperyalistlerin de yeni seçenekler üzerinde durmalarına yol açmaktadır. Bu yönelim, son yerel seçimlerden sonra daha da gelişecektir. (Yerel seçim sonuçlarının belli olmasının akabinde, günlük basında, ABD yönetim çevrelerinde Türkiye’ye ilişkin yeni senaryoların hazırlanmakta olduğu, DYP ve SHP üzerinde durulduğu haberleri ve yorumları yer aldı.)
Parlamentarizmin, anti-demokratik politik rejimlerin en gericilerinden birini örten bir asma yaprağı olduğu ülkemiz bir yana, en demokratik burjuva cumhuriyetlerinde de, partileri, seçimleri, referandumları, temsili organları hükümetleriyle burjuva parlamentarizminin işlevi, “saf halkı” kafeslemek, burjuva partileri arasındaki ve parlamentodaki dalaşmaların platformuna çekerek oyalamak, acil ve temel talepleri için mücadeleden uzaklaştırmak, halkın ülke yönetimine katıldığı görünümü yaratarak, ideolojik ve siyasal egemenliklerini güçlendirmektir. Seçmenin iradesini ve tercihini, bileşimi itibariyle yansıtmadığı görünümünü yaratan parlamento, seçmen desteğini yitiren, kitlelerin hoşnutsuzluk ve öfkesinin hedefi haline gelen bir politik parti ve hükümeti bu işlevi tam olarak yerine getiremez. Politik istikrarın değil, istikrarsızlığın bir unsuru haline gelir. Türkiye bugün bu sürecin içindedir. Emperyalistlerin ve egemen sınıfların yeni seçenekler üzerinde durmalarına, yeni senaryolar hazırlamaya yönelmelerine yol açan nedenlerden biri de budur.
Emperyalist burjuva ve yerli müttefiki egemen sınıflar homojen ve çelişmesiz bir bütün teşkil etmemektedirler. Çatışan çıkarlar, izlenecek yöntemler ve uygulanacak ekonomi politikada ortaya çıkan çelişmeler, vb. egemen sınıfların çeşitli kliklerinin, farklı politik güçleri ve çözümleri desteklemelerine ya da tercih etmelerine yol açmaktadır. Özellikle kriz ve toplumsal muhalefet koşullarında, egemen sınıf klikleri ve politik temsilcileri arasındaki çelişmeler de keskinleşmektedir. Bu, ülkemizde de yaşanan sürecin bir yönü olup, yerel seçim sonuçlarının bütün yalınlığıyla yansıttığı sorunların nasıl çözüleceği ve hangi burjuva partisinin destekleneceği sorununda da yansımaktadır.
İçinde bulunduğumuz dönemde, ANAP yıpranır ve kitle desteğini yitirirken, düzen partilerinden hiçbiri, aralarındaki çelişmelere ve çatışmalara karşın, egemen sınıflar kliklerini etrafında birleştirebilecek bir güce ve kitle desteğine sahip değil. Askeri darbeden sonra 12 Eylül yönetimi ve 1983 seçimlerinden sonra da ANAP ve hükümeti etrafında egemen sınıfların ve gericiliğin birliği henüz gerçekleşmedi.
Son yerel seçim sonuçları, ANAP’ın yıprandığını ve kitlelerden aldığı desteğin hızla düştüğünü açıkça göstermesine karşın, muhalefetteki düzen partilerinden hiç birinin, parlamentoda çoğunluğu oluşturarak, tek başına hükümet kurmasını ve bir süre için de olsa politik istikrarı sağlayacak düzeyde seçmen desteğine sahip olmadığını göstermektedir. Kısa dönemde gerçekleşebilecek bir erken seçim, ya da parlamentodaki kombinezonlar sonucu, ANAP’ın parlamentodaki çoğunluğunu yitirmesi ve ANAP hükümetinin devrilmesi, emperyalistler ve egemen sınıflar tarafından, askeri darbe öncesi örnek verilerek, ekonomik ve politik krizin nedeni olarak ilan edilen koalisyon hükümetleri dönemini başlatacaktır. Emperyalistlerin ve egemen sınıfların karşı karşıya oldukları sorunlardan biri de budur.
Muhalefetteki burjuva partileri, ANAP hükümetinin istifası ve erken seçime gidilmesi doğrultusundaki baskılarım yoğunlaştıracak, seçimlerin kendileri açısından en elverişli zamanda yapılmasını sağlamaya ve kitleler arasında gelişen hoşnutsuzluk ve öfkeyi yedekleyerek güç toplamaya ve düzenin sınırları içine hapsetmeye çalışacaklardır. Onlar ANAP hükümetinin devrilmesi ve kendilerinin hükümeti kurmasıyla sorunların çözüleceğini ileri sürerek, işliler ve emekçiler arasında hayaller yayıyorlar.
Yıpranan bir partinin yerine, bir başka düzen partisinin (ya da partilerinin) parlamentoda çoğunluk sağlayarak hükümeti kurması, kitlelerin bir süre de, yeni bir hükümetle, ya da parlamentodaki yeni bir bileşimle oyalanması, egemen sınıfların, kitleler arasında gelişen hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele isteğini yatıştırmak için başvurdukları bir taktiktir. Emperyalistler ve egemen sınıflar, kitleleri yatıştırmak, baskı ve sönüm düzenlerini sürdürmek için sadık uşaklarını bir yana itmekten ve sanık sandalyesine oturtmaktan hiçbir zaman kaçınmadılar ve bundan sonra da kaçınmayacaklardır. Hatta bir dönem el üstünde tuttukları, toz kondurmadıkları politik temsilcilerine ve partilerine karşı, yıprandıklarında, muhalif burjuva partileri desteklemekten, kampanyalar örgütlemekten geri kalmadılar. Bir dönemin gözdesi Demirel ve AP, dün bir kenara itildi, bugün tekrar el üstünde tutulabilir, yarın tekrar bir kenara itilebilir.
Yıpranan, kitle desteğini yitiren bir partinin yerine hangi partinin a da gerici kliğin geçirileceğini belirleyen, işçilerin ve emekçilerin bilincinin ve hareketinin gelişme düzeyi, kitle desteği, vb. faktörler. Bu faktörlerin değişmesine bağlı olarak, egemen sınıfların desteklediği, hükümeti kurdurttuğu partiler değişir. Yıpranan, kitle desteğini kaybeden bir siyasal partinin ve hükümetinin yerini, kitle desteği daha güçlü yeni egemen sınıf partilerinin (ya da uzlaşan reformcu bir partinin) ve hükümetinin alması, egemen sınıfları kendi başına zayıflatmaz, aksine güçlendirir, tekrar saldırıya geçmeleri için zaman kazandırır.
Gerici-faşist kamp içindeki parçalanma ve çelişkilerin keskinleşmesi, hükümetlerin kitle temelinin zayıflaması, karşı-devrim cephesini zayıflatır, işçilerin ve emekçilerin mücadelesinin, devrimci hareketin gelişmesi için daha elverişli bir durum yaratır. Bundan öte de bir şey yaratmaz. Karşı-devrim gerileterek yeni mevziler kazanılmasını sağlayacak olan, işçilerin ve emekçilerin mücadelesi, bağımsız hareketinin gelişmesidir. Burjuva düzen partileri, işçilerin ve emekçilerin mücadelesinin, bağımsız hareketinin gelişmesini engellemede birleşmekte ve aralarındaki üstünlük mücadelesinde işçileri ve emekçileri yedeklemeye çalışmaktadırlar.
Düzen partileri arasındaki dalaşmaların ve çatışmaların özü, hangisinin kitlelerin onayını alarak, emperyalistler ve egemen sınıflar adına ülkeyi yöneteceğidir. Seçimler, egemen sınıflar adına ülkeyi yönetecek burjuva-düzen partisinin belirlenmesinden başka bir şey değildir. Erken seçimle, askeri klikle birlikte ülkeyi belli bir süre yönetecek, düzen partisi yeniden belirlenecektir. Kendi başına, seçimlerin zamanında mı yoksa 3 ya da 5 ay sonra mı yapılacağı, burjuva partilerinin, devletin ve diktatörlüğün tali bir kurumu olsa da, yıpranan ANAP hükümetinin yerine, hangisini, ne zaman geçirmesinin uygun olacağı hesabını yapan emperyalistlerin ve egemen sınıfların sorunudur.
Devrimci proletarya, karşı-devrimci kamp içindeki parçalanma ve dalaşmaların yol açtığı çatlaklar ve boşluklardan yararlanmalı, ancak, dalaşan taraflardan birinin yedeği olmamalıdır. Şu ya da bu gerici-faşist hükümete karşı mücadeleyi, diktatörlüğe, egemen sınıflara ve emperyalizme karşı mücadelenin bir unsuru olarak ele almalı, tüm halkın acil ve temel, ekonomik ve politik talepleri için mücadele etmelidir.
İçinde bulunduğumuz dönemde, düzen partileri ve gerici klikler arasındaki dalaşmaların yanı sıra, işçilerin ve gençliğin acil ekonomik ve politik talepleri için yürüttükleri mücadele de gelişmektedir. Muhalefetteki burjuva partileri, işçilerin ve tüm emekçilerin sorunlarının ancak ANAP’a dur demekle çözülebileceğini ileri sürdüler, her seçim ve referandumu ANAP’a ve kötü gidişe dur demek için bir fırsat olarak ilan ettiler. İşçilerin ve emekçilerin acil ekonomik ve politik taleplerini dişe diş bir mücadele yürüterek değil, oy kullanarak elde edebilecekleri beklentisini yaygınlaştırarak mücadelenin gelişmesini engellemeye çalıştılar. Yerel seçim sonuçlarını, özellikle ANAP’ın oylarındaki düşüşü de, kitleleri mücadeleden alıkoymak, aralarındaki dalaşmalarda yedeklemek için kullanmaya çalışıyorlar.
İşçilerin emekçilerin mücadelesi, önemli zaaflar taşısa da gelişmeye devam ederken, onlar, başka şeylerin yanı sıra bu mücadele sürecinde, kendi öz deneyimleri ile taleplerinin nasıl elde edilebileceğini öğreniyor, hükümetlerin ve anti-demokratik rejimin parlamentarizminin gerçek yüzünü süreç içinde görüyorlar. Her referandum ve seçimde ANAP’ın oylarının düşmesinin, oy kullanmayan seçmen sayısının artmasının temel nedenlerinden biri de budur.
Son yerel seçim sonuçları, ANAP’a tepki duyan kitlelerin, geçmişte ANAP’a oy veren seçmenlerin önemli bir bölümünün muhalif burjuva partilerine, özellikle de kırsal alanlarda DYP’ye yöneldiklerini göstermektedir. Ancak seçim sonuçları sadece bunu göstermiyor. Bunun yanı sıra, seçime katılmayan, oy kullanmayan seçmen sayısının da önemli boyutlarda arttığını gösteriyor.
Son referandumda para cezası olmasına karşın, sandık başına gitmeyen seçmen sayısının % 100 oranında artması ve oy kullanmama oranının özellikle işçi semtlerinde yüksek oluşu, yerel seçimlerde oy kullanmayan seçmen sayısındaki artışla birlikte ele alındığında, gelişmekte olan bir başka eğilimi de göstermekte. Son yerel seçimin dikkate alınması gereken önemli sonuçlarından biri de budur.

Nisan 1989

Geçmişe İlişkin Eleştirel Bir Yaklaşım

Eylül, Türkiye’nin siyasal yapısına köklü değişiklikler getirdi. Bu siyasal değişiklikler yalnızca gericilik cephesini ilgilendirseydi belki üzerinde çokça durulmasını gerektirmezdi. Ne var ki 12 Eylül’ün getirdiği siyasal değişiklikler, ezilen halk kitlelerini de ilgilendirmekle kalmıyor, onların bir parçası durumunda olan devrimci ve Marksist-Leninist hareketleri de geçmişlerini yeniden gözden geçirmek göreviyle karşı karşıya bırakıyor. Marksist-Leninistler yöntem olarak zaten sık sık geçmişlerini irdeleme, geçmiş deneylerden dersler çıkarma, geçmişte düşülen hataları tekrarlamamak üzere onları ve kendilerini eleştirme, geçmişte doğru ve militan olan ne varsa ona sahip çıkma ve onu geliştirme biçiminde bir yol izlerler. Her önemli darboğaz ya da ciddi dönemeçte bu tür bir gereksinim, hele Marksist-Leninist hareketler ciddi darbelere maruz kalmışlarsa bir zorunluluk halini alır.
12 Eylül, Türkiye halklarının ve işçi sınıfının, ilerici, devrimci, demokrat ve komünistlerinin karşı karşıya kaldıkları en azgın, en kapsamlı ve en gerici karşı-devrim saldırılarından biridir. 12 Eylül’de karşı devrimin saldırılarına uğrayan ilerici-devrimci-demokrat ve komünist hareketlerin büyük bir bölümü hâlâ toparlanamamıştır. Bu hareketlerin bir kısmı ya tamamen yok olmuş ya da henüz toparlanamayacakları ölçüde ağır darbeler sonucu ciddi bir dağınıklık içindedirler. 12 Eylül’ün, hiç değilse 12 Mart yarı-askeri faşist darbesinden -ve diğer birçok karşı devrimci saldırıdan da- farkı, çok kapsamlı bir ideolojik kampanya ile yürütülmüş olması ve önemli ölçüde, “ideolojik saldırısıyla birlikte” başarılı olmasıdır. Bu başarı, kendini, devrim cephesindeki ideolojik dağınıklık, bölünmüşlük, ilkelerden yoksunluk, bireycilik, halkın sorunları karşısında ilgisizlik vb. biçimlerinde gösteriyor. Polisiye ve yasal önlemler bir yana, birçok insan ve hareket, yalnızca cuntanın ve düzenin çok yönlü ideolojik saldırısı sonucu tam bir karmaşa yaşıyor. Cuntanın darbesinin bu kadar etkili olması, bir başka anlatımla devrimci-demokrat ve komünistlerin bunca kolay tasfiye edilebilmesi düşündürücüdür ve bu hareketlerin geçmişinin ciddi bir şekilde irdelenmesini gerektirir. Birçok şeyin yanı sıra, devrimci hareketlerin neden bu kadar kolay tasfiye edilebildiklerinin ortaya çıkarılması, herkese ait hataların tespit edilmesi ve geçmişten geleceği aydınlatmak üzere dersler çıkarılması açısından geçmişin bir muhasebesini yapmak gerekmektedir. Kuşkusuz bu, oldukça kapsamlı bir konudur ve bir yazının kapsamı içerisinde çok net ve kesin sonuçlar çıkarılabilmesi beklenmemelidir. Bu kapsamdaki bir yazı olsa olsa bir başlangıç olabilir ancak…

Cuntanın İşbaşına Getirildiği Koşullar
Cunta, aşağı yukarı 400.000 işçiyi kapsayan büyük bir ekonomik grev dalgasının sinyal verdiği, 80.000 işçinin ise fiilen grevde olduğu ve Türkiye’nin dört bir yanında devrimcilerin önderliğinde halkın ileri kesimlerinin kıyasıya bir anti-faşist mücadele verdiği koşullarda tezgâhlandı.
İşbirlikçi egemen sınıfların askeri diktatörlüğü, doğrudan ve tek iktidar gücü olarak devreye sokmalarının nedeni, acil ihtiyaç duydukları siyasi istikrarı sağlayarak, ekonomik istikrara ulaşmanın koşullarını sağlayabilmekti. Siyasi istikranın sağlanması, öz olarak, işçi ve halk hareketinin ezilmesi, devrimci örgütlerin dağıtılması ve egemen sınıf cephesindeki dağılma ve parçalanmalara son verilmesi, zor yoluyla karşı devrim cephesinin ve faşist diktatörlüğün sağ-lamlaştırılmasıydı. Ekonomik istikrar ise, ekonomik krizin bütün yüklerinin işçi sınıfı ve emekçi halka yıkılarak, sömürüyü olağanüstü düzeylerde artırma yoluyla kapitalist ekonominin restore edilmesi, uluslararası sermayenin ve işbirlikçi tekellerin ekonomik programlarının yerine getirilmesi anlamlarını ifade ediyor. Artı-değer sömürüsünün mutlak ve nispi olarak yoğunlaştırılması yoluyla sömürü ve soygun planlarının uygulanması, işçi ve emekçi kitlelerin mücadelelerinin ezilmesi ve devrimci ve Marksist-Leninist parti ve hareketlerin dağıtılması ile yakından ilgilidir. Burjuvazi ve gericiliğin, işçi sınıfı ve halk hareketini ezmeden ekonomik istikrarı sağlaması mümkün değildi. Cunta bu amaçla işbaşına getirildi.
Buna bağlı olarak 12 Eylül Cuntası’nın işbaşına getirilmesinin bir başka nedeni, Türkiye’de yükselen devrimci dalga ve gericiliğin saflarındaki parçalanma, dağılma ve panik belirtilerine yol açan ve tehlike olarak görülen devrim ihmali idi. Bu ihtimalin zayıf olması, henüz gerçekleşebilirliğinin tartışılabilir olması ayrı bir şey. Ancak bu ihtimal de var ve zaten, cuntanın başı, darbeden sonra yaptığı bir konuşmada “Biz darbe yapmasaydık şimdi benim yerime onlar konuşuyor olacaktı…” diyerek bu ihtimalin onlar açısından ne ifade ettiğini anlatmaya çalışıyordu. Bu da, egemen sınıfların, emperyalistlerin ve faşist diktatörlüğü, mevcut güçleriyle ve içine düştükleri kriz koşullarında, yükselen devrimci hareketi, işçi ve halk hareketini bastıramaz duruma gelmesi anlamına gelir
12 Eylül askeri darbesi, işçi ve emekçiler üzerinde yalnızca topyekûn bir silahlı terör uygulaması olmasıyla değil, üzerine oturduğu geleneksel demagojik platformu ve başvurduğu propagandayla da etkili oldu. Bu iki saldırı biçiminin birleşik etkisi yığınlar üzerinde yıldırıcı rol oynadı ve karşı devrimcilerin umduklarının ötesinde sonuçlar verdi. Faşist demagoji malzemeleri başlıca “baba devlet”, “kardeş kavgasının önlenmesi”, “milletin ve devletin bölünmezliği”, “anarşi ve teröre karşı can güvenliği”, “istikrar ve huzur”, “parlamenter demokrasiye bağlılık” gibi malzemelerdi. Tarihsel olarak kamu düzeninin şekillenmesinde bu demagojilerin ve ordunun oynadığı etkin rol ve yığınlar nezdindeki etkisiyle faşist diktatörlüğün en az yıpranmış “zinde” gücü olan askeri kliğin propagandası, halk kitleleri üzerinde pasifleştirici sonuçlara yol açtı. Özellikle halkın henüz hareketlenen ve daha geri kesimleri üzerinde bu demagojiler çok etkili oldu. Sözde ilerici bazı “aydınların, revizyonist ve reformist mihrakların, ta Ecevit döneminde ilan edilmiş bulunan sıkıyönetim, sıkıyönetim uygulamaları ve ordu hakkında yürüttükleri reformist ve uyuşturucu propagandanın işçiler ve emekçilerin en uyanmış kesimlerinin üzerinde bile ciddi uyuşturucu etkisi vardı.
Bu ve buna benzer birçok faktör, cuntanın silahlı terörünü etkin ve kalıcı kıldı. Cunta grevleri kaldırmayı, DİSK’i kapatmayı, tüm demokratik hak ve özgürlükleri yok etmeyi ciddi bir engelle karşılaşmaksızın başardı. Bu arada Cunta yalnızca soyut demagojilerle yetinmedi. İşçi ve köylülere bazı vaatlerde bulunmayı da ihmal etmedi. Köylüleri toprak reformu, demagojisiyle yanına çekmeye çalıştı. Cunta işçi sınıfı ve halkın politikleşmekte olan ileri kesimlerinin muhalefetini bazen zor, bazen faşist demagoji ve bazen de sahte vaat ve tavizlerle (ücretlere % 70 zammı gibi) durdurmayı başarırken, askerlerin yanında yer almaya çoktan hazır durumda bulunan aydın ve küçük burjuvaların bir bölümünü tarafsızlaştırmayı kısa sürede başardı.
Cunta ilk iş olarak, karşı devrimci, düzen savunucusu kampı birleştirmeyi hedefledi, işbirlikçi tekelci gruplar tümüyle askerlerin etrafında birleşti. Cunta, faşist ve reformist eski parlamenter parti ve liderlerini kendisini desteklemeye zorladı ve bu “birleştirici” tutumuna dayanarak güç toplama ve düşman ya da düşman olması muhtemel (en azından muhalif) cepheyi daraltma politikası izledi. Bu partiler, aktif ve kamuoyunca hissedilen bir destek vermemekle birlikte, generallere karşı somut bir tavır almadılar ya da tarafsızlaştılar. Faşist ve reformist partilerin yöneticilerinin yalnızca bir bölümü cuntacı generallerin akıl hocalığına ve yardımcılığına soyundular. Basın Cunta’yı “kurtarıcı” olarak ilan etmekte gecikmemişti elbette.
Süngü zoru ve demagojilerle kitle hareketinin durdurulması ve bir direnmenin ortaya çıkmaması, öte yandan karşı devrim kampındaki çelişmelerin etkisizleştirilip çatışma öğelerinin geri plana atılmasıyla, temeli çok sağlam olmasa da, Cunta bir “siyasal istikrar” sağladı. Bu durum, devrimci ve Marksist-Leninist parti ve hareketleri generallerin doğrudan hedefi durumuna getirdi. Cunta çok kısa sürede devrimci örgütlere ağır darbeler vurmayı başardı. Kimilerini tasfiye etti, kimi örgütleri önemli ölçüde etkisizleştirdi. Uluslararası sermayenin ve komprador kapitalizmin yüklerini halkın sırtına yıkabileceği, iç ve dış gericiliğin halka dayattığı “ekonomik istikrar programı”nı pervasızca uygulayabileceği sömürü ve soygun ortamını yaratmayı ve zeminini genişletmeyi başardı.
Cunta işçi ve halk hareketinin, devrimci ve Marksist-Leninist hareketin, örgütsel ve ideolojik zaaflarından yararlanarak başarıya ulaşmıştır, işçi hareketinin, devrimci demokrasi cephesinin görülebilen ve görülmeyen, ya da görüldüğü halde anlamı devrimciler ve Marksist-Leninistler tarafından kavranamayan zaafları, gerçekte göründüğü kadar güçlü olmayan askeri cuntayı güçlü kıldı, başarısının koşullarını doğurdu. Durumu tam olarak somutlayabilmek için 1980 Eylül öncesi kitle hareketinin durumunu kısaca da olsa değerlendirmek gerekiyor:

Eylül Öncesinde Kitle Hareketi ve devrim Cephesinin Durumu

– İşçi sınıfı ve halk hareketi esas olarak kendiliğinden bir karaktere sahipti. İşçi sınıfının bilinci kendiliğinden ekonomik bilinci aşamamıştı. İşçi sınıfı ve halkın içinde yer altığı anti-faşist direniş ve mücadeleler, siyasal içeriği sınırlı talepler üzerinde gelişmişti. Bu, gerçek bir siyasal deneyim ve bilince yol açamazdı. Anti-faşist halk ve gençlik hareketi, esas olarak MHP ve dönemin hükümetlerine karşı mücadeleler içinde zenginleştirilemedi, mücadele, faşist diktatörlüğe, militarist aygıtlara ve düzenin kendisine yöneltilemedi. 1980 öncesi kitle hareketi, egemen düzenin kendine değil, kitleleri doğrudan etkileyen ekonomik ve siyasal sonuçlarının bir kısmını ortadan kaldırmaya yönelik olarak gelişmişti.
– Hemen hemen bütün sendikalar revizyonist ve faşist sendika ağası kliklerin denetimindeydi. Oysa sendikalar, işçi sınıfının kapitalizme ve faşizme karşı mücadelesinin başlıca dayanaklarıdırlar. Faşizme karşı halkın mücadelesinin başarıya ulaşmasının gerçek güvencesi olan işçi sınıfının, reformist, revizyonist ve faşist etkiler altındayken, işçi sendikaları devletçi bir geleneğe sahip sendikal kliklerin dindeyken, faşizme ve kapitalizme karşı tüm güçlerini seferber edemeyeceği ve mücadelesinin kalıcı sonuçlar elde edemeyeceği açıktı. Darbe sonrası bir kısım sendika ağası, doğrudan generallerin yanında yer alırken, bir bölümü teslim olma kararı aldı. Revizyonist sendika ağaları, sendikaların kapısına kilit asarak ortadan kayboldu. (Zaten başka türlü de davranamazlardı. Ne mücadeleci bir gelenek yaratmışlar ne de mücadeleci bir gelenek yaratma perspektifine sahiptiler. Yaptıkları, yapabileceklerinin son sınırıydı.) işçi sınıfı yalnızca geri bilinç içinde değildi, işçi örgütlerini, 12 Eylülcü saldırıya teslim teslim eden sendika ağaları tarafından örgütsüz de bırakılmıştı. İşçi sınıfının en deneyimli, sosyalizme en yakın ve 15-16 Haziran direnişinin en önünde yer almış olan metal işçilerinin mücadelesi ve örgütlenmesi, bir yandan devletin ve onun gerici yasalarının saldırıları, diğer yandan onun bir başka açıdan tamamlayıcısı rolündeki revizyonist sendika ağalan tarafından öncelikle yetmişli yılların son yarısından itibaren 1980’e gelinceye kadar sürekli olarak baltalanmış ve parçalanmıştı. DGM direnişleri, metal işçilerinin etkin olduğu son mücadeleler oldu. Sendika ağaları ve revizyonist TKP bütün dönem boyunca, metal işçilerini işçi sınıfının diğer kesimlerinden soyutlamaya çalıştı, MESS grevlerinin başarısız sonuçları 1980’e gelindiğinde metal işçilerinin morali olabilecek en kötü noktasındaydı. 15-16 Haziran direnişlerinden sonra Türkiye işçi sınıfının en militan ve en büyük direnişlerinden biri olan Tariş Dermişinde de DİSK’li sendika ağaları yalnızca direnişi ve direnişin sıkıyönetim komutanlarınca ezilişini seyretmekle yetindiler. Bu da sınıfın moralinin bozulmasına yol açan bir unsur oldu.
Konuyla doğrudan doğruya bir ilgisi olmasa da 12 Eylül 1980 öncesi mücadeleleri ve işçi hareketine özellik kazandıran bir olgudan daha söz etmek gerekiyor. Altmış yıllık reformizm ve revizyonizm Türkiye sol hareketinde teorik ve siyasal yozlaşmaya yol açmakla kalmamış, bu süre boyunca aydınları, ileri işçileri, toplumun dinamik ve uyanmış kesimlerini devrim ve görevleri karşısında tavır, tutum, toplumsal ilişkiler, yaşam tarzı ve emekçi kitleler karşısında konum açısından da ciddi olarak etkilemişti. Marksist-Leninistler teorik ve siyasal bakımdan revizyonist ve reformist yozlaşmayı aştılar. Devrimci demokrat akımlar 1968’lerden itibaren nispeten revizyonizmin ve reformizmin etkilerinden sıyrılabilecek bir platforma ulaştılar. Ancak tavırda, tarih, toplum ve mücadeleyi kavrayış ve yaşam tarzında ve toplumsal ilişkiler alanında, reformist geleneklerin dönüşümünde tam bir başarı elde edemediler. 11 Eylül öncesi mücadelelerde, Marksist-Leninistlerin ve devrimcilerin olumlulukları ve olumsuzluklarıyla birlikte, tavır alış konusunda, özellikle işçi sınıfı hareketi üzerinde etkili olan reformist tutumlar bir arada, hareketin kendiliğindenci karakterinden gelen özelliklerin yanı sıra var oldu. Altmış yıllık revizyonizm ve reformizmin, devrimin ileri insan gücü üzerindeki tahribatının aşılamamış olması sonucu, 1980 öncesi devrimci hareketler, işçi ve halk hareketi, militan-devrimci özellikler açısından önemli zaaflar taşıyordu. İşçi sınıfı -elbette öncüsü aracılığıyla- bu zaafları aşma konusunda ciddi bir hesaplaşmaya girme fırsatını ele geçiremedi, işçi sınıfının generallere karşı tavırsız kaldığından söz edildiğinde, bu durum hatırlanmalıdır. Örneğin, kapsamı, biçimi ve kazandığı boyut göz önüne alındığında işçi sınıfı hareketinin doruğu sayılması gereken 1970 15-16 Haziran direnişinin militan tutum ve örgütlenme pratiğinin ne ölçüde işçi sınıfını etkilediği sorulduğunda ve bu etki araştırıldığında görülecek olan, daha çok, teslimiyetçi sendika ağalarının reformcu ve teslimiyetçi propagandalarının etkisidir. Kemal Türkler vb. sendika ağaları direniş anında direnişi kırmakla ve bu konuda devlet güçlerine yardımcı olmakla kalmamış, daha sonraları da bu direniş karşıtı tutumlarını ideolojik bakımdan işçi sınıfına empoze etmeye çalışmışlardır. İşçi sınıfı yıllar boyunca bu tür bir gerici, reformcu ve pasifist eğitim bombardımanına maruz kalmıştır. İşçi sınıfı hareketi tarihinde, sendika ağalarının teslimiyetçi tutumlarının “mücadele” tutumu olarak lanse edilmesi, reformist ve revizyonist düşüncelerin etkin olmasının yanı sıra, işçi sınıfının devrimci siyasal deneyim kazanmasına engel teşkil etmiştir. Bu türden bir eğitimin de işçi sınıfının generallerin faşist saldırısı karşısında tavırsız kalmasında rolü vardır ye tarihsel olarak oluşmuş (ya da oluşturulmuş) bu rol Türkiye devrimci hareketinin diğer herhangi bir zaafı kadar önemlidir.
– 12 Eylül öncesinde Marksist-Leninist hareketin işçi sınıfıyla bağları önemli ölçüde zayıftı. Marksist-Leninist hareket işçi sınıfını kazanma çabasında kökeninden, oluşumundan ve 60 yıllık reformizm ve revizyonizmin Türkiye devrimci hareketi üzerindeki etkilerinden tam olarak kurtulamamış olmaktan kaynaklanan zaaflar nedeniyle hatalar yaptı ve işçi sınıfını kazanma ve onu doğru ilkeler temelinde eğitme yolunda, 1980’e gelinceye kadar ciddi adımlar atamadı. Marksist-Leninist hareket uzun vadeli olmayan eylemler temelinde işçi sınıfıyla ve onun militan mücadelesiyle zaman zaman birleşmeyi başarabildiyse de bu birleşmeler, Marksist-Leninist hareketin hataları, taktik örgütlenme politikasındaki hataları ve bünyesel zaaflar sonucu, işçi sınıfı ile Marksist-Leninist hareketin bağlarının güçlenmesine hizmet etmedi. 10-24 Eylül Adana işçilerinin direnişinde, Tariş’te, Kemal Türkler’in öldürülmesini protesto eyleminde, 29-30 Nisan direnişlerinde Marksist-Leninist hareket sınıfla çok iyi bir diyalog kurdu, onun önünde yürüyebileceğinin somut örneklerini verdi, ancak bu, ne genelleştirilebildi ne de süreklilik kazandı. Yaşandı ve yaşandığıyla kaldı. Bu temelde sınıfla ciddi bağlar kurmak ve bunları ilerleterek sürdürmek mümkün olmadı.
Marksist-Leninist hareket, Eylül öncesi ve sonrası dönemde, işçilerin ileri kesimi açısından yer yer dikkatleri üstüne toplayabilen bir odak olmayı başarmakla birlikte, özellikle Eylül sonrası dönemince işçilerin gözünde yeni bir sınav dönemine girmişti. Nitekim bütün hata ve eksikliklerine karşın Marksist-Leninist hareket, dar bir çevre de olsa takındığı militan mücadeleci tutumuyla, ileri işçiler ve devrimciler açısından ciddi bir mihrak olarak görülme konumuna geliyordu. Marksist-Leninist hareket, zaaflarını tespit ederek aşma, kendini yenileyerek uzun süreli bir mücadeleye hazırlanma tutumuna giremedi. Özellikle 1981’in ilk dört ayında cuntanın ardı ardına vurduğu darbeler, Marksist-Leninist hareketin yeni sınav döneminde yetersizliğini ortaya koydu. Hareket ciddi bir yenilgiye uğradı. Marksist-Leninist hareket bu dönemde işçi sınıfı önünde iyi bir sınav veremedi.
– 12 Eylül öncesinde devrimci demokrasi güçlerinin işçi sınıfıyla bağları yetersiz ve zayıf olmasına karşın, hiç de küçümsenmeyecek bir kitleyi etkiledikleri ve harekete geçirebildikleri de bir gerçektir. Bu güçler koşullara bağlı olarak yer yer eylem birlikleri yapabilmelerine karşılık, bırakalım kapitalizmi, güncel bir tehlike olan faşizme karşı bile devrimci bir blok oluşturamadılar. Bu durum, karşı devrim kampına karşılık, emekçi kitlelerin devrimci, güven verici, güçlü bir alternatifinin yaratılamamasına ve böylesi bir alternatifin sağlayabileceği avantajdan yararlanamamasına yol açtı. Emekçi kitlelerin kafasında kendi alternatifleri düşüncesi oluşmadı. Karşı-devrim de bu yüzden daha pervasız davranabildi. Cuntanın karşısında devrimci hareketler, parçalanmış tek tek hedefler olarak kaldılar. Bu, generallerin işini kolaylaştıran bir zaaf oldu. Türkiye Devrimci hareketinin, var olduğundan bu yana aşamadığı bir zaaf… 12 Eylül’den sonra devrimci demokrasi güçleri, birleşik bir güç olarak bir yana, ortak bir mücadele, tutumu bile geliştiremediler. Birleşik bir güç olma isteği, yalnızca, muhatabı bile belli olmayan çağrılarda kaldı.
– Eylül öncesinde faşizme karşı mücadelenin zayıflamasına, kitlelerin daha geniş kesimlerinin mücadeleye çekilememesine yol açan nedenlerden biri de, bireysel terörü esas alan (ya da yaptıkları şeyler itibarıyla başka bir anlama gelmeyen) grupların bir kısmının başıboş kör terördür. Diktatörlük, geniş halk kitlelerini kitle hareketinin etkinliği dışında tutmak istiyor, bu amaç için faşist MHP’yi bir araç olarak kullanıyordu. Sonuç olarak geniş halk kitlelerinin gözünde anti-faşist mücadele önemli ölçüde resmî propagandanın da bu doğrultudaki propagandasıyla içeriğinden boşaltılmış bir “sağ-sol” çatışması anlamı kazandı. Maceracı küçük grupların başıboş ve kör terörü, gericiliğe bol bir demagoji malzemesi vermekle kalmadı, düello mantığı ile tırmandırılan terör, kitlelerin düzenden daha büyük bir hızla kopuşunu ve dikkatlerin kitle eylemine yönelmesini engelledi. Nitekim bu çatışmalardan olumsuz yönde etkilenen geniş emekçi kitleler üzerinde cuntanın demagojilerinin etkili olmasında, bu durum önemli rol oynadı. Marksist-Leninist hareketin o dönemde devrimci demokrat güçlerin bir kısmının başıboş terörünü eleştirmesi doğru olmakla birlikte, kitle hareketiyle faşistlere karşı devrimci terörü birleştirmek konusunda üstüne düşeni layıkıyla yerine getirememesi, bu alanda önderliği adeta başkalarına terk etmesi, olması gerekenin en iyi örneği olamaması, hem başıboş terörün başını alıp gitmesine ve hem de Marksist-Leninist hareketin bu alanda usta bir savaşçı haline gelememesine yol açtı. Bu zaaf üzerinde vurguyla durulmalıdır.
Genel olarak işçi ve halk hareketinin içinde bulunduğu zaaflar ve açmazlar, cuntacı generallerin başarıyla ulaşmasında başlıca faktörler oldu.

Cunta… Halk Hareketi ve Marksist-Leninist Hareketin Tutumu…
Söylenen ve söylenebilecek her şeye karşın yadsınmaması gereken bir şey var: ’80 Eylül’e kadarki kitle hareketi içinde Marksist-Leninist hareket genel olarak devrimci bir rol oynadı, devrimci bir misyon yüklendi. Kitle mücadelesini yükseltme çizgisini benimsedi, uygulamaya çalıştı, militan bir kitle çizgisi geleneği yaratmaya ve bu geleneği kalıcı kılmaya çalıştı. Marksist-Leninist hareketin hatalarının olduğu da doğru, ancak bu gerçek de doğru… Ne doğru tavır ve tutumlar atlanmalı, ne de hatalar görmezden gelinmeli. Her şey neyse o…
Eylül öncesinde faşist diktatörlük, içinde bulunduğu krizin yüklerini, işçi sınıfı ve halka yıkarak kapitalist ekonomiye ve faşist rejime istikrar kazandırma çabası içindeydi. Çok yönlü faşist saldırı ve terör, halka boyun eğdirmeyi, emekçi kitleler üzerinde gitgide azgınlaştırılmaya çalışılan sömürüye süreklilik kazandırmayı hedeflemişti. İşçi ve emekçi kitleler ya bu saldırıya boyun eğecek ya da mücadeleye atılarak bu saldırıyı püskürtecek, ekonomik krizin faturasını burjuvazi ve gericiliğe yıkarak düzeni ve diktatörlüğü daha büyük açmazlara itecek, düzeni daha da sarsacaktı. Marksist-Leninist hareket, o dönemde, kitlelerin eğiliminin; faşist ve kapitalist saldırıya boyun eğme yolunda olmadığını tespit etti. Nitekim sonraki gelişmeler emekçi kitlelerin, boyun eğme tutumunu kabullenmediklerini gösterdiler. Yetmişli yılların sonuna doğru, emekçi kitlelerin içine girdiği mücadeleler, daha etkin ve ileri mücadele biçimlerinin gündeme gelmekte olduğunu gösteriyordu. Marksist-Leninist hareket, o dönemde, faşizme, gericiliğe ve genel olarak sermayenin saldırılarına karşı, kitlelerin cepheden saldırısının hazırlanması taktiğini benimsedi. İşçi ve emekçi kitlelerin içinde bulunduğu kaynaşmaya, farklı sınıf ve tabakaların taleplerinin giderek çakışma eğilimi içine girmesine, emekçi sınıf ve tabakaların faşist saldın karşısında, karşılıklı olarak birbirini destekleme eğilimlerine bağlı olarak Marksist-Leninist hareket, faşizme ve sermayenin saldırılarına karşı genel grev ve genel direniş çağrıları yaptı ve bunları örgütlemeye girişti. Bu çağrılar ’80 Eylül’üne gelinceye kadar, nesnel toplumsal duruma uygun düştü: 24 Aralık 1979, Tekel ve Tariş direnişleri, 29-30 Nisan (1 Mayıs’a hazırlık eylemleri) genel direnişi, Çeltek madencilerinin ve Çorum halkının direnişleri ve bu direnişlerin emekçi yığınlar üzerinde yarattığı eğilimler; genel grev ve direniş çağrısının ve Marksist-Leninist hareketin benimsediği “cepheden saldırıyı hazırlama” taktiğinin o günkü siyasal ve toplumsal duruma, -sözü edilen ve daha başka bazı eksikleri ve yanlışlarıyla birlikte- uygun düştüğünü doğrulayan olgulardır.
Tüm bunlara karşılık Marksist-Leninist hareketin, 12 Eylül öncesi ve sonrasında önemli hatalar yaptığını vurgulamak gerekir. İşçi ve emekçi kitlelerin mücadelesinin sorunlarını çözmede ve önderlik görevlerini üstlenmede Marksist-Leninist hareketin, üzerine düşen görevleri yerine getirdiği söylenemez. Marksist-Leninist hareketin şahsında ve eyleminde, faşizme karşı mücadelenin önemli kazanımları olmasına karşın önemli hatalar yapıldığını, 12 Eylül darbesinin yol açtığı son sekiz yıllık dönemin şekillendirdiği devrim ve karşı-devrim arasındaki ilişkilerin yaşandığı biçimde şekillenmesinde Marksist-Leninist hareketin hatalarının da payı olduğunu görmek gerekir.
Önce Marksist-Leninist hareketin sosyal ve siyasal olgu ve olaylardan çıkardığı sonuçlar üzerinde durmak gerekiyor. Marksist-Leninist hareket, işçi ve emekçi kitlelerin anti-faşist hareketini tehdit eden karşı-devrim kampındaki gelişme ve değişmeleri izleyip değerlendirmede hatalar yaptı. Bu hataların başlıcaları şunlar: Askeri kliğin yükselişi, somut ve tehdit edici bir güç, özellikle bir başka burjuva alternatif yönetici gücü haline getiriliş süreci iyi izlenip değerlendirilemedi. Dolayısıyla da askeri kliğe ve tırmandırılan cunta tehlikesine karşı kitleler eğitilip bu güncel tehlikeye karşı seferber edilemedi. Karşı devrimci kamptaki bu değişim ve ortaya çıkan yeni olgunun görülememesi, Marksist-Leninist hareketin siyasal taktiğini -kitle hareketinin genel gelişim düzeyi ve yönüne uygun düşse bile- kaçınılmaz olarak etkileyecek ve slogan ve çağrılarında, belirlediği görevlerinde, ister istemez hatalara yol açacaktı. Cuntadan sonraki birkaç ay içinde Marksist-Leninist hareketin yaptığı siyasal durum değerlendirmesi yanlıştı ve nesnel olgu ve olaylara uygunluk göstermekten uzaktı. Üstelik bu yanlış, -aşağıda açıklanacak olan- son iki yılın siyasal olgu ve olaylarını değerlendirmede düşülen hataların bir sonucuydu. Dahası bu yanlış tahlil ve saptamalar, sonraki dönemde de düzeltilemedi. Marksist-Leninist hareket, 12 Eylülcü generallerin işbaşına getirilmesini, karşıdevrimci kampta hemen 12 Eylül öncesinden ortaya çıkan yeni gelişme ve değişmelerin basit -hiç de olağanüstü olmayan- bir sonucu olarak görmeye ve o şekilde davranmaya devam etti. Ne var ki durum farklıydı.
Oysa Marksist-Leninist hareket 1979’in ilk ayında, CHP Hükümeti eliyle sıkıyönetim ilan edilmiş olmasının anlamını doğru ve gerçeğe uygun olarak değerlendirmişti. Aralık 1978’de sıkıyönetimin ilanı ile ilgili yazılan yazı ve yapılan çağrılarda doğru tespit, tahlil ve doğru görev belirlemeleri üzerinde durulmaktadır. Ancak günlük mücadeleler ve “sıkıyönetime ve orduya karşı tavır” polemikleri içinde doğru tespit ve görev belirlemeleri kayboldu. Süreç içinde askeri kliğin tırmanışı, askeri faşist diktatörlüğe geçiş eğilim ve çabaları görülmez hale geldi. Bu durum, sıkıyönetim yasak ve uygulamalarına karşı verilmekte olan mücadelenin, ordu ve yükselen askeri kliğe karşı mücadelenin yerine geçmesine, askeri kliğe karşı verilmesi gereken mücadelenin kapsamının daralmasına yol açtı. Önceden doğru olarak saptanan perspektif daraldı ve giderek kayboldu.
Sıkıyönetimin ilanının ve faşist terörün yoğunlaştırılmasının, gericiliğin dizginsiz bir rejime geçme adımı olarak saptanması doğruydu. Yine aynı şekilde, faşist diktatörlüğü yıkma mücadelesine bağlı olarak, dizginsiz faşist askeri diktatörlüğe geçişin önünü kesme görevinin gündeme getirilmesi de doğruydu. Ne var ki bu tahlil ve tespitlerin gereği yapılamadı. Bu tespitlerden çıkan sonuçlar, kitle mücadelesinin günlü şiarları haline gelemedi.
Bu doğru tespitlerin yitirilmesinde, -darbe olasılığını akla getirmeyen- dizginsiz bir rejime geçişin yalnızca kitle hareketinin, olağanüstü önlemlere başvurulmaksızın, ezilmesi sonucu olacağı/olabileceği düşüncesi rol oynadı. O dönemin yazılı belgeleri, gericiliğin ve burjuvazinin hedefinin kitle hareketini ezip dizginsiz bir rejime geçme olduğunu tespit ediyordu. Bu tespitler doğruydu. Ne var ki darbe olasılığına değinmiyordu. Ne olacaksa, ne yapılmak istenecekse olağan rejim içinde gerçekleştirilmeye çalışılacakmış gibi ele almıyordu. Ne var ki egemen sınıflar, yükselen kitle hareketinin zaaflarından ve ihtimal ki darbenin akla getirilmemesinden doğan avantajdan yararlanarak darbeyi gerçekleştirdiler. Kitle hareketinin, artan faşist saldırılar ve sıkıyönetime rağmen yükselmeye devam etmesi, darbe olasılığını, kitle hareketinin ezilmesinden sonraki olası bir girişim olarak varsaydı ve bu yüzden de esas olarak kitle hareketini ezdirmemek için yükseltme taktiği izlendi. Ağırlık -olabildiği kadarıyla- bu noktaya verildi. Dolayısıyla da Marksist-Leninist hareketin tespitlerinde darbe olasılığı çok geri plana düştü. Marksist-Leninist hareket, diğer hareketlerden farklı olarak, faşizme karşı mücadelenin, kapsamını genişletmeye, zenginleştirmeye ve gerçek bir demokratik muhtevaya ulaştırmaya çalıştı. MHP ile sınırlı bir anti-faşist mücadele anlayışını, faşizmi, maddi temellerinden kopararak bir avuç ırkçı fanatiğin hareketi olarak görme tutum ve düşüncelerini eleştirdi. Demokrasi ve özgürlük mücadelesini, faşizmin yıkılması mücadelesi olarak gördü, buna uygun davranmaya çalıştı. Faşizme karşı mücadelenin içinde bulunduğu zaafların, bu anlayışlardan kaynaklandığını doğru olarak tespit etti.
1977 1 Mayıs, 1978 Maraş Katliamı, Ecevit’e suikast girişimi, Çorum’daki faşist saldırı, MİT ve kontrgerilla’nın provokatif eylemleri, MHP ve genel olarak faşist diktatörlükle bağlantı içinde ele alındı. Bu doğruydu. Öte yandan sıkıyönetimin ilanı, bir yanıyla mevcut düzenin içinde kitle hareketini bastırmanın bir yolu iken, bir başka yazıyla da, dizginsiz bir rejime geçişin bir adımıydı, askeri kliğin, ipleri doğrudan ele alması doğrultusunda atılmış bir adımdı. Generallerin verdiği muhtıranın anlamı da, aynı şekilde, o dönemde doğru değerlendirilemedi. Muhtıra, askeri kliğin, CHP ve AP gibi partileri birleştirme isteği olarak yorumlandı. Oysa muhtıra askeri kliğin açık bir müdahalesiydi. Gericilik aslında, o koşullarda, CHP ve AP gibi partileri -isteği bu yönde olmasına karşın- birleştirebilme olanaklarına büyük ölçüde sahip değildi. Böyle bir birleşme, gerici saflarda birliğe değil, parçalanmalara yol açabilirdi. Aslında bu partilerin birleşmeleri, karşı-devrim için bir çözüm değildi. Muhtıra, parlamenter siyasal kliklerin bir kenara itilmesi ve askeri kliğin devreye doğrudan sokulmasının bir adımıydı. Gerçekten de muhtıra, hükümet ve muhalefet partilerini ve liderlerini itibarsızlaştırdı ve generalleri “vatan kurtaran aslanlar” olarak ön plana çıkaran bir rol oynadı. Parti liderleri kendilerini savunamaz, yetkilerini kullanamaz duruma düştüler. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra geriye bakıldığında, muhtıra ile birlikte, cuntanın koşullarının o zaman olgunlaşmaya başladığı daha iyi görülebiliyor.
Eylül öncesinde ülkemizdeki toplumsal, siyasal durumun, karşı-devrimci kamptaki gelişme ve değişimin özelliklerinin doğru değerlendirilememesi, ordudaki cuntacı girişimlerin güçlenmesinin ve askeri kliğin hazırlıklarının görülememesi, faşizme karşı demokrasi mücadelesinin kapsamının dar kalmasına yol açtı. İşçi ve emekçi kitleler, yükselen silahlı saldırıya karşı uyarılıp aydınlatılamadı ve seferber edilemedi. Mücadele, bu yanıyla doğru hedeflere yönlendirilemedi. Sıkıyönetimin yasak ve baskılarına karşı mücadele, askeri kliği teşhir etse bile bu, yeterli olamazdı. Amerikancı generallerin eylemleri, yönelimleri ve faşist darbe hazırlıkları görülemediği için cuntanın planları, hazırlıkları ve girişimleri deşifre edilemedi. Generallerin saldırılarını kitlelerin karşı koyuşuyla, daha hazırlık ve teşebbüs halindeyken püskürtecek bir mücadele yürütülemedi. Askeri kliğin, emperyalistler ve egemen sınıflar tarafından öne sürülüşü, tırmandırılıp yükseltilişi ve darbe hazırlıklarının deşifre edilerek kitlelerin bu temelde harekete geçirilmesi, demokrasi mücadelesinin kapsamım genişletip zenginleştirilebilirdi. Böyle bir mücadeleyle, askeri kliğin ve darbe tehditlerinin geriye atılmasının koşulları yaratılabilirdi. 12 Eylül darbesi geriye atılamasa ve püskürtülemese bile (çünkü tarihte, hatta Türkiye tarihinde darbeden önce darbeden haberdar olup darbeyi engelleye-meme örnekleri epeyce kabarık…) darbe sonrası sürecin işçi ve emekçiler açısından farklı bir yol izlenmesine yol açacak bir deney birikimi elde edilebilirdi. İşçi ve emekçi kitleler, askeri faşist darbeye karşı, kendi öz deneyimleriyle daha hazırlıklı bir konuma çekilebilirlerdi. Yenilgi sonrası süreç, yenilgi kaçınılmaz olsa bile farklı koşullar yaratılarak yaşanabilirdi.
Marksist-Leninist hareketin siyasal ve toplumsal durum üzerine yaptığı ve büyük ölçüde doğruları içeren çözüm ve değerlendirmelerin sözü edildiği anlamda kaybedilmesi (ve benzer bir süreci hemen hemen tüm Türkiye devrimci örgütlerinin yaşaması) askeri kliğe ve darbe hazırlıklarına karşı mücadeleyi zaafa uğratmakla kalmamış, 12 Eylül darbesinin hemen öncesinde, Marksist-Leninist hareketin, MHP’yi öne çıkaran, gericiliğin krizini çözüm olanaklarım parlamenter sınırlarla esas olarak sınırlayan reformcu tahlil ve değerlendirmeler yapmasını beslemiştir. Siyasal durumun, olgu ve olayların gerçek bağlantı ve anlamlarıyla doğru tahlil edilememesi ve doğru sonuçlar çıkarılamaması, hem kitlelerin deneyimlerindeki çarpıklığın devam etmesine yol açmış, hem de Marksist-Leninist hareketin ve devrimci örgütlerin moral ve pratik olarak hazırlıksız kalmaları sonucunu doğurmuştur. 12 Eylül’ün devrimci saflarda ve kitleler üzerinde şok etkisi yaptığı bellidir ve nedeni de budur.
Marksist-Leninist hareket, askeri kliğin 12 Eylül cuntasıyla doğrudan devreye sokulmasını, karşı-devrim cephesinde hemen o günlerde ortaya çıkan değişikliklere ve çözümsüzlüklere (hiçbir partinin mecliste çoğunluk oluşturamaması, koalisyonlara gidilememesi, cumhurbaşkanı seçilememesi, AP-CHP koalisyonunun gerçekleştirilememesi, parlamentonun tıkanması vb. vb.) bağlamıştır. Oysa cuntacı generallerin açıklamaları bile tek başına, gerçeğin bu olmadığını göstermektedir. Kaldı ki, askeri kliğin, sıkıyönetimin ilanı ile birlikte devreye sokulması, sıkıyönetim öncesi ve sonrası dönemde, emperyalistlerin, burjuvazinin ve gericiliğin 1977’den itibaren, planlarını, askeri diktatörlüğe geçiş hedefine göre düzenlediklerini açıkça gösteriyor. MC hükümetlerinin ve CHP reformistlerinin iflası, gericilik açısından askeri kliği tek alternatif haline getirmişti. 1980’de gerçekleştirilebilecek bir erken seçim ve bu seçimlerle ortaya çıkacak bir AP-MHP koalisyonuna dayalı bir hükümetin, Türkiye’de çözebileceği hiçbir şey yoktu ve zaten bu hükümet biçimi daha önce denenmiş, kitlelerin ileri kesimlerinin kitlesel mücadeleleri karşısında çökmüştü. Gericiliğin sorunu, parlamento ya da yasa çıkarılamaması sorunu değil, kitlelerin yasalara karşın fiili direnişlerinin ezilememesi sorunudur. AP-MHP hükümetlerinin ve seçimlerin bu konuda burjuvazinin elinde ciddi bir silah olamayacağı açıktır, 1979 başlarından itibaren MHP’nin kendisini değil sürekli olarak askeri kliği alternatif göstermesi, terör ve katliam planlarını buna göre yapması ve MHP eylemlerinin büyük patronlar ve generallerin yönettiği örgütler tarafından desteklenmesi bile karşı devrimin o dönemdeki yönelimini açıklamaya yeterlidir.
Bu noktada önemli olan sorun cuntanın darbe tarihinin tespit edilip edilememesi değildir. Sorun, Marksist-Leninist hareketin, sınıf-güç ilişkilerini, karşı devrimci kampın ilişkilerini ve bu ilişkilerdeki değişimi, değişimin doğrultu ve özelliklerini, karşı devrimci kamptaki değişim ve gelişmeleri, devrim ve demokrasi cephesini hangi biçimlerde ve nasıl etkileyebileceğini, devrim ve demokrasi cephesinin dinamiklerini ve bu değişim ve gelişmelerden doğan sorunlarını tahlil edip doğru sonuçlara varıp varamama sorunudur. Bir Marksist-Leninist hareket, yaşayan dönemi belirleyen olay ve olguları, gerçek bağlantı ve özellikleriyle doğru değerlendiremez ve doğru sonuçlar çıkaramazsa, yolunu şaşırmaktan kurtulamaz.
Gelecek sayıda, kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Nisan 1989

Mayıs Öncesi Bahar Şenliği! Üretimi Aksatan Eylemler

Geçen Mart ayında sınıfın tek gündemi:
Eylemler… Eylemler…
On binlerce işçi, yemek ve servis boykotları, sakal bırakma eylemleri, toplu viziteye çıkışlar, fazla çalışmaya/mesaiye kalmama ve iş yavaşlatmalarla, üretimi büyük ölçüde engellemekte.
İşyerleri içinde ve dışında gerçekleştirilen işçi eylemlerinde, polisin engellemeye yönelik girişimleri geri teper: yine de eylemler sürer.
Eylemler… Eylemler… Grev Ertelemesi/Yasaklaması
’80 sonrasında yeniden yasal düzenlemede işçilerin mücadelesini bastırmak amacıyla emeğin aleyhine ve sermayenin lehine ne gerekiyorsa eksiksiz olarak, o yapılır. Çünkü bir yönüyle de sermayedar olan devletin varlık koşulu bunu gerektirir.
Pek çok işkollarına yönelik grev yasağı ve uygulamada işlevsiz kalacak biçimde (grev sırasında üretimin yapılması) grev hakkı, 2822 sayılı Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Yasası’nda yer alır.
’84 sonrasında özellikle ’87 ve ’88 yıllarında yasaya karşın çıkılan grevler, sınıfın mücadelesinde ve gündeminde etkin olur.
Bu sebeple iktidarın girişimleri, salt grevi kırmaya yönelik olmayıp, aynı zamanda O’nu ertelemeye yönelik de olur.
İşte bunun gereği, işvereni devlet olan İsdemir ve Karabük’te 24.000 işçinin greve çıkmasına 8 saat kala, gece yarısına doğru hükümet tarafından “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelenir (22 Mart).
Bu, erteleme değil; yasaklamadır.
2822 sayılı yasada grev “genel sağlık ve milli güvenlik” sebebiyle 60 gün süreyle erteleneceği (Md: 33) ve bu süre içinde anlaşmaya varılamaması halinde, uyuşmazlığın Çalışma Bakanlığı tarafından (doğrudan işçilerin karşısında ’80 Eylül’den beri çalışan “demoklesin kılıcı”) Yüksek Hakem Kurulu’na götürüleceği (Mad: 34) hükmü yer alır; yani “zorunlu Tahkim”.
Belirtilen haliyle grev ertelemesinden bahsedilemez, fiili olarak yasaklamadır ve Özal da bunu yapmıştır!
Hem de komik! “Milli Güvenlik” gerekçesiyle…
Grevi yasaklama kararının çıktığı 21 Mart günü Bakanlar Kurulu toplanmadığı gibi kararnamenin altında imzalı bulunan bakanların büyük çoğunluğu o gün Ankara’da değildir; İmren Aykut ve Kazım Oksay Bolu’da, Cemil Çiçek Yozgat’ta, Mesut Yılmaz Rize’de yerel seçim çalışmalarında bulunurlar.
Demek ki önceden hazırlanan kararname, sonradan yayınlanıyor.
Kararnamede imzası olan Bakan İmren Aykut, işçilerin protesto yürüyüşü sonrası İskenderun’da işçilere yaptığı konuşmada “sizinle birlikteyim, masa başında haklarınızı alamadığımız zaman ne yapacağınızı biliyorsunuz. Grev hakkınızdır” der (6 Mart). Yine Eylül çocuğu Özal da “ertelemeyeceğini” söylemişti.
Fakat erteleme ya da yasaklama kararnamesini de imzalayan yine bunlar.
Şaşırtıcı değil; belirtilen derecede ilgilenmelerinin araksında bir çapanoğlu çıkacağı bekleniyordu.
Öyle de oldu!
Erteleme, geçmişte Özal’ın da başkanlığını yaptığı MESS tarafından destek görür.
Evet; devlet ve MESS’in ideolojik birliği ya da sermayenin (devlet ve özel sektör) birliği…
Emeğe yani işçi sınıfına karşı!
Yasaklama ile sınıfın gelişen mücadelesinin boyutunu görmek mümkün…
Bununla bu yıl içinde kamu işyerinde yapılacak toplu sözleşme görüşmelerinde işçilere ve örgütlü güçlü sendikalara gözdağı verilmek isteniyor.
Daha önce de gündeme geleceği haberi yayılır; işçinin istemediği ama greve birkaç saat kala sendikanın “evet” diyerek imzaladığı “satış sözleşmesi ile greve çıkılmadığı için erteleme de uygulanmaz, Türkiye Kömür İşletmeleri’nde…
Grevler ve grev dışı eylemleriyle “ekmek ve özgürlük” mücadelesine sahiplenen işçi sınıfı, grev yasaklamalarını da işlevsiz kılabilecektir.
Çünkü sınıfın yaratıcılığı hiçbir sınırlama tanımıyor!
Bir yanda gösteri yaparken, diğer yanda üretimi aksatan eylemler yapıyor…
Bunun gereği olarak toplu sözleşmede uyuşmazlık sonrasında yani grev öncesinde fazla mesaiye kalmama, gösteri yürüyüşü yapma (9 Mart’ta, İskenderun’da 8500 işçi “MESS uyarı yürüyüşü” yapar) ve işi yavaşlatma eylemleri, grevi yasaklama sırasında da devam eder. Bunun üzerine üretimin yüzde 40 oranında düştüğü ve daha önce her vardiyanın ortalama 18-24 döküm yaptığı çelikhanelerde 2-3 döküm yapıldığı basında yer alır (23 Mart).
24 Mart’ta İskenderun’da 8000 işçinin katıldığı grevi yasaklamayı protesto gösterisi yapılır.
Grevi yasaklama sonrası işveren/devlet her işçiye 250.000 TL avans verme, yani bir parmak bal çalma girişimini işçiler: “sadaka değil, sözleşme istiyoruz” diyerek reddederler.
’80’li yıllarda bir aylık ücretiyle, bir ton demir alan işçi, bugün ancak yaklaşık 8 aylık ücretiyle alabiliyor; “çağ atlayan Türkiye’den” manzaralar. Bugün işçinin aylık ücreti ortalama 130.000 TL iken, demirin tonu piyasada 900000 TL aşıyor.
Yasaklama sırasında hem sınıf içi hem sınıflar-arası dayanışmanın örneği yaşanır.
Grevi yasaklamayı protesto için Karabük’te yaklaşık 7000 esnafın katıldığı kepenk indirme eylemi yapılır (24 Mart).
Demir-Çelik işçilerinin eylemleri sınıftan ve halkın diğer sınıf ve tabakalarından destek görür ve grev yasaklaması protesto edilir.
Böylece sermayenin artan saldırısı ve birliği karşısında, sınıfın yükselen mücadelesi ve birliği yaşanır.
Eylemler… EyIemler…
’89’un ilk iki ayına göre Mart ayı, sınıf mücadelesi açısından yoğun ve öğretici geçer. Özellikle Mart’ın ikinci haftası sonrasında bir dizi grev dışı eylemler yaygınlaşır.
Çalışma hayatıyla ilgili mevzuatın kabul ettiği tek eylem grev olup, bu da ancak menfaat uyuşmazlığı halinde uygulanabilir. Hatta o derece etkin uygulanır ki, yasada yer aldığı halde grev sırasında üretim yapılmaz.
Taleplerinin çözümü açısından mücadelesine sahiplenen işçiler, grevle sınırlı kalmayarak pek çok eylem türü geliştirir.
Grev dışı eylemler, mevzuatta yer almaz; fakat buna karşın sınıf tarafından genel kabul görür ve yaşatılır.
Geçen yılın Mart ayında 1.500.000’i aşkın işçinin katılımıyla uygulanan yemek boykotu eylemi; ’88’de en çok kabul gören eylem olur.
Bunu diğerleri izler.
Toplumsal mücadelenin gelişme boyutuna uygun olarak eylem çeşitleri sınıfın yaratıcılığı sayesinde sürekli artar.
Eylemler… Eylemler…
Yemek boykotları, sakal bırakma eylemleri, fazla çalışmaya/mesaiye kalmama, oturma ve yol kapatma eylemleri, iş yavaşlatma, toplu viziteye çıkışlar ve yürüyüşler…
Sınıf kendi efendisi olduğu sisteme bu yaratıcılığı sayesinde güvenle yürüyor.
Geçen yıl da grev dışı eylemler esas olarak direkt üretimi aksatmazken, bu dönemde etkin olarak kullanılan toplu viziteye çıkma eylemi ve diğerleri üretim kapasitesini düşürür.
Bu yaşanılanlar, geçen yıl da sınıfın yaşadığı tıkanıklığı her anlamda zorlayan bir gelişmedir.
Toplu vizite eyleminin uygulanması direkt üretimi etkiler; binlerce çalışanın sıraya girmesi vizite kâğıdı alması ve gösteri/yürüyüş yaparak dispansere gitmesi ve orada muayene için yine sıraya girmesi işyerlerinde birkaç gün sürer.
Eylemlere sendikalar, yemek boykotunda olduğu gibi etkin rol almazlar, fakat sınıfın zorlaması sonucu, pek azı destek verir.
Türk-İş 1. Bölge Temsilcisi Vahap Güvenç, toplu sözleşme uyuşmazlığını protesto eden işçilerin eylemlerinin Türk-İş’i aştığını ve imzalanan sözleşmelerin günün koşullarını cevaplayamaması halinde toplu grevlerin gelebileceğini açıklar.
Beklenebilecek, yalın gerçeğin ifadesi!
Eyleme katılım, sorunun genelleşmesine bağlı olarak artar.
Bu yılın başında 650 bin işçiyle ilgili kamu işyerlerinde görüşmelere başlanır. Toplu sözleşme görüşmelerinin tıkanması ve bu işyerlerinde grev yasağının olması üzerine, grev dışı eylemler gündeme gelir.
Askeri işkolu ve tersanelerde yoğunlaşan eylemler; Petro-Kim-ya, Toprak ve Cam, Metal İnşaat ve diğer işkollarında yaygınlaşır. Bu işkollarına ait işyerlerinde (tespit edebildiğimiz kadarıyla) 124.234 işçi çalışır ve bunların hepsi yüzde 100 katılımlarıyla eylemleri, başarıyla gerçekleştirir.
Yapılan bütün eylemler dikkate alındığında, aynı işyerinde eylemin birkaç gün sürmesi ve birden fazla eylemin yapılması birlikte düşünüldüğünde, katılım yüz binleri geçiyor.
Bu koşullarda, eylemlerin sebep olduğu üretim kaybının büyük miktarlarda olduğu tahmin edilebilir.
Eylemlerde sınıf içi dayanışmanın örnekleri de yaşanır.
Gölcük’te gelişmeleri yakından izleyen Haliç Tersanesi çalışanları, sorunlarının ortaklığını da dikkate alarak destek eylemi yaparlar.

TOPLU İŞ SÖZLEŞMELERİNDE SON DURUM (24 MART 1989)
Türk-İş        Hak-İş        Bağımsızlar        Toplam
Uyuşmazlıkta
Olan İşyerleri        230615    3432        1450            235497
Grev Kararları        40030        –        108            40138
Grev Uygulama
Kararları        5941        –        2213            8514
Grevdekiler        3064        321        408            3793
Toplam        279650    3753        4179            287582
Not: 349315 işçinin toplu sözleşme görüşmeleri sürüyor.

Ayrıca sınıf dışı toplumsal sınıf ve tabakalardan da destek görür. Demir-Çelik’te grevin ertelenmesi üzerine yaklaşık 7000 civarında esnaf da Karabük’te kepenk indirir: dükkânlarını kapatır. Gölcük’te 1000’e yakın işçi eşi kadın, eşlerine destek vermek amacıyla kapalı salonda yapılan toplantıda Bakan İmren Aykut’u protesto ederler.
Bu eylemlerin yapılması nedenleri?
Toplu sözleşme görüşmelerinde beklenen gelişmenin olamaması, görüşmelerin tıkanması ve işverenin saldırgan tavrı başta olmak üzere, devlete ait işyerlerinde iktidarı teşhir etmek sayılabilir.
Salt bunlarla sınırlı kalmaz; Dok Gemi-İş üyesi işçilerin Pendik ve Kasımpaşa Şubelerinin delege seçimlerini boykot etmesi, Teksif üyesi 2500 imzalı bir protesto metninin Türk-İş 1. Bölge Temsilciliği’ne verilmesi ve toplu sözleşme görüşmelerindeki tıkanıklığı protesto etmek için yaklaşık 1000 kadar Türk-Metal üyesi işçinin sendika binasını basması gibi, bürokratik sendikal anlayışa karşı da eylemler yapılır.
Karşı cephe netleşiyor; burjuvazi ve onun sınıf içinde uzantısı sendikal bürokratlar olarak.
Bu cephenin netleşmesi, emek cephesini güçlendirir ve sınıfın yarınlara güvenle yürümesini sağlar.
Biliniyor ki devlet siyasi yapılanımı olan bir örgütlenme olması yanında, pek çok yatırımlar sebebiyle de, emek karşısında bir sermayedar. O halde devlet, sınıflar-üstü bir kurum olmayıp, sınıfsal içeriği olan sermayeyi korumayı ve bunun karşısında emeği baskı altında tutmanın aracı; diğer bir anlatımla bugünkü devlet, sermayenin çıkarını korumanın zor aleti.
Eylemlere hâkim yön direkt sermayeyi yani kapitalizmi hedef alma olmayıp, onun uygulamalarının sonuçlarına yönelik olması anlamında, sınıfın kendiliğindenci tepkisidir.
Bu koşullarda önderliğin gündeme gelmesiyle kapitalizme karşı olmanın tohumlarını taşıyor…
Eylemlerin çoğunlukla devletin sermayedar olduğu kapitalist işletmelerinde gündeme gelmesi ve Demir-Çelik’te grevin yasaklanması, devletin sınıfsal içeriğini kitlelere tanıma olanağı veriyor; yaşayarak ve görerek…
Bu temelde, toplu sözleşme görüşmelerindeki son durum da dikkate alındığında; gelecekte bu tür eylemlerin daha da çeşitleneceği ve yaygınlaşacağı beklenilebilir.
Devletin işveren olduğu ve o sebeple toplu sözleşme görüşmelerinin sürdürüldüğü işyerlerinde, yapılan eylemler bir yönüyle de, siyasi iktidara karşıdır.
Genel olarak toplu sözleşme görüşmelerinde devletin fiilen engelleyici tavrının olduğu görülüyor.
Tavırların bazıları: iktidar bunu Çalışma Bakanlığı kanalıyla çoğunluk tespit kararlarına geç cevap vermesi ve ilk oturum tarihlerini geciktirmesi, görüşmelerde kilitlenmeyi sağlaması biçimlerinde engelleme yapar.
Çoğunluk tespiti için 2822 sayılı yasanın öngördüğü hükmüne göre, Bakanlığın 6 işgünü içinde cevap vermesi gerekirken (Md: 13). bu süre keyfi olarak uzatılır. Tek Gıda-İş Sendikası’nın çoğunluk tespiti için 5 Eylül ’88’de yapılan başvuruya Bakanlık ancak 1,5 ay sonra 24 Ekim’de cevap verir.
Burjuvazinin kendi yasalarına bile keyfi yaklaşım!
Neyin telaşı?
Eylemler her yerde, ateş alarak genişleyen yangın halini alır.
Kısa sürede yaygınlaşır; eylemler yalnız bir işkolu ile sınırlı kalmayıp Metal, İnşaat, Gemi, Askeri, Gıda, Denizcilik, Petro-Kimya ve diğer işkollarını kapsar.
Eylemlere hâkim yön direkt sermayeyi yani kapitalizmi hedef alma olmayıp, onun uygulamalarının sonuçlarına yönelik olması anlamında, sınıfın kendiliğindenci tepkisidir.
Bu koşullarda önderliğin gündeme gelmesiyle kapitalizme karşı olmanın tohumlarına taşıyor…
Eylemlerin çoğunlukla devletin sermayedar olduğu kapitalist işletmelerin de gündeme gelmesi ve Demir-Çelik’te grevin yasaklanması, devletin sınıfsal içeriğini kitlelere tanıma olanağı veriyor; yaşayarak ve görerek…
Bu temelde, toplu sözleşme görüşmelerindeki son durumda dikkate alındığında; gelecekte bu tür eylemlerin daha da çeşitleneceği ve yaygınlaşacağı beklenilebilir.

Mayıs Öncesi Eylemler
Askeri İşyerleri 15 MART – Balıkesir 1012 Ağır Bakım Ana Tamir Fabrikası’nda çalışan 500 işçi de iş çıkışında servis otobüslerine binmeyerek şehir merkezine yürürler, işçiler, işverenin toplu sözleşme görüşmelerinde tutumunu protesto için daha başka eylemler yapacaklarını açıklarlar.
15 MART- Toplu iş sözleşmesi görüşmeleri çıkmaza girdiği için geçtiğimiz hafta sonu 50 işçinin iki günlük açlık grevi yapmasından sonra Harb-İş Sendikası’na bağlı (grev yasağı olan işkolu) Eskişehir Hava ikmal Bakımı Merkezi’nde çalışan 2700 işçi şimdi de süresiz “sakal bırakma ” ve “toplu vizite” eylemlerine başlar. Harb-İş Sendikası Eskişehir Şubesi Sekreteri Yaşar Gir: “Bize insanca yaşayabileceğimiz ücreti vermeyenlere sonuna kadar mücadele etmeye kararlıyız” der.
Eskişehir’de (’89-Şubat) iş kazasında iki işçinin ölümü üzerine, yaklaşık 40.000 işçinin katıldığı yemek boykotu yapılır.
Eskişehir’de örgütlü 11 sendikanın bölge temsilcileri Türk-İş Genel Merkezi’ne, 24 Mart’ta çektikleri telgrafta “Eskişehirli sendikacılar eyleme hazırız” diye belirtirler.
Tabii, ses alabilirlerse… MART- Gölcük Askeri Tersanesi ve çeşitli askeri işyerlerinde Harb-İş üyesi işçiler, toplu sözleşme görüşmelerindeki gelişmeler üzerine 13 Mart’tan itibaren bir dizi eylem yaparlar. Bu işyerleri işvereni Milli Savunma Bakanlığı şahsında, devlet olup, işçilerin ortalama aylığı 130 ile 140 bin TL arasındadır. İşçiler, toplu viziteye çıkma ve sakal bırakma eylemlerine başlarken, yaptıkları açıklamada; eylemlerinin siyasal iktidara yönelik olduğunu, toplu sözleşme uyuşmazlıklarının esas sorumlusunun masa başlarındaki şahıslar olmayıp, doğrudan işçiler karşısında işçi düşmanı bilinçli politika uygulayan siyasal iktidar olduğunu söylerler. Toplu viziteye çıkma eylemine 6000 işçi katılır ve 4 gün sürer; bu eylem sebebiyle, doktor ihtiyacını gidermek için dispanserde doktor sayısı 6’ya çıkarılır.
Eylemlerin sürdüğü işyerleri işvereni Milli Savunma Bakanlığı yetkilisi yaptığı açıklamada: “İyi niyetle başlatılan görüşmelerin sürmekte olduğu şu sıralarda, bazı askeri işyerlerimizde çalışan işçilerimizin sakal bırakma, toplu viziteye çıkma gibi günlük çalışmayı yavaşlatıcı davranışlara girmeleri üzüntüyle karşılanmaktadır” der.
Eylemler karşısında işveren, timsah gözyaşları döküyor.
20 Mart’ta yerel seçim çalışmalarında bulunmak üzere, Gölcük’e gelen Bakan İmren Aykut Hanım, düğün salonunda düzenlenen bir toplantıya katılır. Ancak toplantıyı izleyen tersanede çalışan işçilerin eşlerinden oluşan yaklaşık 1000 kadın ellerinde tencere ve tavaları vurarak bakanı protesto ederler: “Açız, eşlerimize hak ettikleri ücretleri veren, mutfaklarımız bomboş duruyor” diye bağırarak salonu boşaltırlar. Bakan kısa konuşmak zorunda kalır ve salondan çıkarken, kapı önünde de protesto edilir; böylece Gölcük’te sadece 10 dakika kalır.
Gölcük’te dalgalanan mücadele bayrağı, İstanbul’u etkiler.
İstanbul’daki Haliç Tersanesi başta olmak üzere çeşitli askeri iş yerlerinde çalışan 8000 işçiyi temsilen 1500 kadar işçi Harb-İş Sendikası merkezine gider, orada sendika yöneticileriyle uzun süre tartışmak durumunda kalırlar. İşçiler grev haklarının bulunmaması sebebiyle, toplu sözleşme görüşmelerinin sürdüğü sırada hem işverene karşı ve hem de Gölcük’teki aynı işkolunda çalışan işçileri desteklemek amacıyla bir dizi eylem yapak isterler. Tartışılan konu budur. Ve eylem kararı alınması üzerine işçiler, sendika binasından ayrılırlar. İşçiler, 17 Mart’tan itibaren süresiz olarak sakal bırakma ve yemek boykotu eylemlerine başlarlar.
Yine Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı Kartal-Cevizli ‘deki Kara Kuvvetleri Komutanlığı 1 Nolu Askeri Dikimevi’nde çalışan 2000 işçi toplu sözleşme görüşmelerindeki gelişmeler sonucu olarak 16 Mart’ta önce yemek boykotu yapıp arkasından fabrika önünde İstanbul’u Anadolu’ya bağlayan E-5 Karayolu’nu iki yönden 20 dakika süreyle keserler. Eylem sırasında işçiler: “İşveren (yani sermayedar, devlet), bizi köle gibi çalıştırıyor ve aylığımız 90 ile 150 bin TL arasında. Artık alın terimizin karşılığını almak istiyoruz” diye açıklama yaparlar; 5 işçi polis tarafından gözaltına alınır. Eyleme, bir gün sonra da devam edebilir. 17 Mart’ta yine yemek boykotundan sonra saat 12’de E-5 Karayolu’nu trafiğe kapatırlar. Eylem sırasında açıklama yapan işçiler, halen gözaltında tutulan 5 işçi arkadaşlarının serbest bırakılmasını isterler. Eylem, işçilerin serbest bırakılması üzerine saat 15’e kadar sürer.
Mart ayında Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı işyerlerinde toplu sözleşme uyuşmazlığı nedeniyle, bir dizi eylem yapılır. Sendika yöneticileri, eylemlerin taraflarınca düzenlenmediği açıklamasını yapmayı da ihmal etmezler.
Tersaneler
13 Mart- 1200 işçinin çalıştığı Haliç Tersanesi’nde işçilerin büyük çoğunluğu 12 Mart’ta yapılan delege seçimlerim boykot ederler. Bu sebeple örgütlü sendika Dok Gemi-İş’in Kasımpaşa Şubesi önüne siyah çelenk koyarlar.
19 MART- Dok Gemi-İş, Pendik Şubesi genel kuruluna katılacak delegelerin belirlenmesi için Pendik Tersanesi’nde 19 Mart’ta yapılan seçimleri, işçilerin çoğunluğu boykot eder, 1047 işçinin çalıştığı tersanenin önüne, üzerinde “Yargı Denetimsizliğine Son Verilsin” yazılı siyah çelenk bırakarak, protesto ederler. Yaptıkları ortak açıklamada: “Dok Gemi-İş Yönetimi aynı işyerinde çalışan işçileri dört gruba bölüp, birbirimize oy vermemizi engellemiştir. Yaptığımız bütün başvurulara karşın sendika yönetimi, sendika tüzüğü ve seçim yönetmeliğini bizlere vermiyorlar, kaç delege seçileceğini bilmiyoruz. Bu nedenle delege seçimlerine katılmıyoruz” derler.
20 MART- Toplu İş Sözleşme görüşmelerinin kesilmesi üzerine, 3000 kadar Camialtı, Haliç ve İstinye Tersanesi işçisi, toplu viziteye çıkma eylemi yapar. Toplu olarak işyerlerinden yürüyerek SSK Dispanseri’ne giden işçiler, “Sendikal hak ve özgürlüklerin yok edildiğini” söyleyerek devamında “bizler 150.000.-TL civarında maaşla yaşamaya çalışan işçileriz… Bizi temsil eden sendikaların, Türk-İş’in de durumu ortadır. Onlar için koltuk kavgası, bizim ekmek kavgamızın üstündedir. Uzlaşmacılığın ötesinde teslimiyetçilerdir” diye açıklamada bulunurlar.
21 MART- Haliç ve Camialtı Tersaneleri’nde çalışan yaklaşık 2000 işçi yemek boykotu yapar ve Kasımpaşa parkında toplanıp “YAŞASIN İŞÇİLERİN BİRLİĞİ” ve “işçiler el ele genel greve” sloganlarını atarlar. Toplananlar içinden bir işçi: “Açız; milyonlarca insan kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla aç. Daha ne kadar suskun kalacağız… Açlığa, sefalete karşı mücadele edenlere selam olsun” diye konuşur.
Aynı işkolunda İstinye Tersanesi’nde çalışan 1000’i aşkın işçi yine 21 Mart günü, hem işverenin toplu görüşmelerindeki tutumunu ve hem de sendikanın delege seçimlerini protesto için yemek boykotu yapıp, topluca caddedeki fırına gidip, ekmek alırlar ve yol boyunca yavan yiyerek gösteri yürüyüşü yaparlar.
22 MART- Pendik Tersanesi’nde çalışanlardan 1500 işçi, siyasi iktidarı ve sendikayı protesto için toplu viziteye çıkarlar, SSK Hastanesi’ne kadar yürürler. Eylem sebebiyle üretim, öğleden sonraya kadar engellenir.
Yine 22 Mart’ta İzmir-Alaybey Tersanesi’nde çalışan 400 işçi toplu halde viziteye çıkar.
Toprak ve Cam İşkolu
15 Aralık 1988 tarihinde başlayan toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine 11 Ocak 1989’da uyuşmazlık zaptı tutulur. Anlaşma sağlanamayan maddelerden bazıları “1 yıllık sözleşme”, “fiilen çalışılan yarım saatlik ara dinlenmelerini de çalışma süresinden sayılması” ve diğer parasal hükümler.
Örgütlü sendika Kristal-İş’in aylık yayın organında (Ocak 1989, sayı: 19), ’83 yılında yüzde 355 olan sömürü oranı ’87’de yüzde 521’e yükselir ve gerçek ücret endeksi (1983: 100) ’85 ve ’87 yıllarında 90 ve 75,4 olurken geçen yıl 58’e geriler. Toplam maliyet içinde işçilik payı ’83’de yüzde 11,9 iken, ’88’de yüzde 5’e iner. Bunlar, Cam işçisinin yoğun sömürü ve sefalet içinde olduğunun göstergeleridir.
Uyuşmazlık sonrasında, 15 Şubat günü Paşabahçe, Topkapı, Gebze, Lüleburgaz, Sinop, Mersin ve Bursa’daki işyerlerinde çalışan 13.000 işçi “BİR YILLIK SÖZLEŞME İSTİYORUZ” yazılı şapkalarıyla, servisten inerek fabrikalarına ya da fabrikalardan sendika şubelerine kadar yürüyüş yaparlar. Yürüyüşler polisin engelleme girişimlerine karşın, yine de sürdürülür.
13 Mart’ta 20 işyerinde 13.000 işçiyi kapsayan grev kararı alınır.
23 Mart’ta Trakya ve Kırklareli Cam Fabrikaları’nda 1500 işçi greve çıkar, grev yerini ziyaret eden 1000’i aşkın işçi “İŞÇİLER EL ELE, GENEL GREVE” ve “BİR YILLIK SÖZLEŞME” sloganlarını atarak, şenliklerini kutlarlar. Diğer işyerlerinde grevler peyderpey uygulanacak ve belirlenen plana göre 3 Nisan’a kadar greve çıkacaklar, böylece toplam grevci işçi sayısı 7000’e yükseleceği açıklanır.
Fakat Mart sonunda grup sözleşmesinin imzalanmasıyla belirlenen eylem planı da, böylece gündemden kaldırılır. Petro-Kimya İşkolu ” 1 MART- Derby Lastik Fabrikasında çalışan 1350 işçi Laspetkim-İş’te örgütlü olup, toplu sözleşme görüşmelerindeki gelişmeleri protesto etmek amacıyla, yemek boykotu ve servise binmeme eylemi yaparlar.
20 MART- Devlete ait işyerlerinde Petrol-İş Sendikası, kilitlenen toplu sözleşme görüşmelerinde siyasal iktidarı uyarmak amacıyla bir dizi eylem yapar. Bunlar; yemek boykotu, fazla çalışmaya kalmama, servislere binmeme ve toplu viziteye çıkma biçimindedir. Tüpraş’a bağlı Aliağa ve İzmit tesislerinde 7000 işçiyi kapsayan eylemler, Türkiye çapında uyuşmazlık içinde olunan diğer işyerlerine yayılır; bunun gereği olarak 22 Mart’ta Sümerbank, MKE, TPAO ve SSK işyerlerinde çalışanların da eyleme başlamalarıyla eylemci işçi sayısı 11.000 çıkar. Ve bu toplamın üçte birinin katılımıyla işçiler, toplu viziteye çıkarlar. Ayrıca işçiler fabrikaya yakın yerde servisten inip, yürüyerek çalışma ünitelerine gitmelerini polisin engelleme girişimleri sonuçsuz kalır.
Diğer taraftan YHK tarafından imzalanan toplu iş sözleşmesini protesto etmek için açlık grevine başlayan 100 işçi eylemlerini sürdürür.
Metal İşkolu 15 MART- MKE bağlı işyerlerinde çalışan 5000 Türk Metal-İş üyesi, yemek boykotu yapar.
Kırıkkale-MKE’de çalışan işçilerden yaklaşık 1000 tanesi, iş çıkışında toplu sözleşme görüşmelerindeki gelişmeleri protesto için sendika binasını basar; masa ve sandalyeleri kırarlar.
22 MART- MKE işyerlerinde 3500 işçi yemek boykotu yapar.
24 MART- Yine MKE çalışanlarının toplu viziteye çıkma ve sakal bırakma eylem kararlarına uygun olarak, 3500 işçi topluca viziteye çıkar.
Genel İşler İşkolu
İETT İşvereni İstanbul Belediyesi ile Belediye-İş Sendikası arasında ’89 Ocak ayında başlayan toplu sözleşme görüşmelerinde işveren, ekonomik taleplerle ilgili maddelerin görüşülmesine yanaşmaz. Bunun üzerine bir dizi grev dışı eylemler yapılır.
Aynı işkolunda ve İstanbul Belediyesinde örgütlenme çalışması yapan Belde-İş Sendikası’ndan Nazmi Kale, gelişmeleri şöyle açıklar: “Belediye-İş kapalı kapılar ardında sözleşme imzalamak istiyordu; fakat bu, işçilerin kendi oluşturdukları Toplu Sözleşme Komiteleri aracılığıyla engellendi. Zaten bir dizi eylemin de bu komite sayesinde gerçekleştiğini” söyler.
Eylemler şoförler açısından “gaz kesme” yani hız düşürme ve diğer çalışanlar açısından da iş yavaşlatma ve toplu viziteye çıkma biçiminde sürdürülür.
7 Mart günü 2 saat geç işbaşı yaparlar ve bu eyleme toplam 7852 işçi katılır. Yani yüzde 100 katılım. Bunun üzerine sabık Belediye Başkanı Dalan, “kanunsuz eylemler bulunanlar karşılarında yasaları bulurlar” der. Fakat eylemin başarıyla gerçekleştirilmiş olması üzerine, Dalan’ın aba altından sopa göstermesi hiçbir sonuç vermez.
Özellikle şoförlerin hız düşürme eylemi, tüm şehirde toplu taşımacılığı felç eder. Buna karşılık yolcuların şoförlere ve eylemlerine yaklaşımı sevindiriciydi. Kendi aralarında yolcuların “bugünkü koşullarda insanın 150.000 TL ile geçinmesi mümkün değil” yorumuyla açık desteklerini veriyorlardı. Böylece Toplu İş Sözleşme görüşmeleri toplum gündeminde tartışılır.
Toplu Sözleşme imzalanması öncesinde Belediye-İş’in önderlik etme isteğiyle bir dizi eylem planı, 10 Mart Cuma günü açıklanır.
Bir İETT çalışanı bu planı şöyle değerlendirir; 13 Mart Pazartesi günü tüm çalışanların aileleriyle birlikte, yanlarında tencere ve tavalarla gelmeleri ve ayrıca komplo niteliğinde olan toplu istifa yapılması istenir. Çünkü toplu istifa eylemiyle, mücadelede önder durumda olan işçilerin dışlanması esas amaçtı diye ekler.
Sendika eylem planını yayınlarsa da, toplu iş sözleşmesi 11 Mart gecesi imzalanır.
Böylece Belediye-İş’in gerçek amacının ne olduğu daha iyi anlaşılmış olur!
İmzalanan sözleşmenin, işçilerin geniş katılımıyla sağlanan taslaktan çok farklı olduğunu söyleyen Nazmi Kale, bu bir “satış sözleşmesidir” diye ekler. Devamında Belediye-İş’e bir baskı unsuru olan İETT Şoförleri Derneği aidatları bugüne kadar Check-off Sistemine göre ödenirken, yeni imzalanan sözleşmede bu sistem kaldırılır; bununla uzun vadede, Derneğin Sendika üzerindeki işçiden yana olumlu baskısının yok edilmek istendiğini söyler. Ayrıca İETT çalışanı ise Belediye-İş üyesi olmayanların dayanışma aidatı ödeyerek sözleşmeden yararlanması 2822 sayılı yasanın 9. maddesinde “işçi sendikasının muvafakati aranmaz” diyen hükmünden geri düzeyde “aranır” diye hüküm koyması, sözleşmenin eleştirilecek bir başka yönü olduğunu ekler
8 MART- Urfa’nın Birecik ilçesi Belediyesi’nde çalışan 132 işçi, 8 aydır ücret ve sosyal haklarının ödenmemesi üzerine 9 gündür süren “işe gitmeme” eylemine, alacaklarının ödenmesi üzerine son verirler.
Diğerleri
16 MART- Dokuma işkolunda işçi çıkarmaların artması üzerine işten çıkarılan 2500 işçinin imzasını taşıyan bir protesto metni Türk-İş 1. Bölge Temsilciliği’ne verilir.
MART- Deniz-İş Sendikası’na bağlı 16.000 işçi şehir hatları deniz taşımacılığında ve diğer işyerlerinde işi yavaşlatma eylemi yaparlar.
20 MART- Yetkili Yol-İş Sendikası 42.000 işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde uyuşmazlığa gittiğini bildirmesinden sonra eylemler yaygınlaşır: eylemler yemek boykotu, toplu viziteye çıkma biçimlerinde sürer. İstanbul 17. Bölgede 600 işçinin toplu viziteye çıkması polis tarafından engellenmesi üzerine, işyerinde oturma eylemi yaparlar. Mart’ın sonuna doğru yaklaşık 75.000 işçi içinde uyuşmazlık zaptı tutulacağı açıklanır.
23 MART- Malatya Tekel Fabrikası’nda çalışan 210 işçi topluca viziteye çıkar.

Nisan 1989

Öğrenci Eylemleri ve 14 Nisan Ruhu

Eylül askeri darbesiyle bastırılan ve yenilgiye uğratılan kitle mücadelesi son yıllarda yeniden alevlenmiş, içinde bulunduğumuz günlerde ise hızla yükselme sürecine girmiştir, işçi sınıfının grev ve eylemleri, yasaların, sendika ağalarının ve iktidarın kurduğu barikatları yıkarak ilerlemekte, bir genel grevin şartları giderek olgunlaşmaktadır. Öğrencilerin YÖK’e, faşist disiplin yönetmeliklerine, üniversitelerdeki polis baskısı ve işgaline karşı yükselttikleri mücadele yeni bir ivme kazanmıştır. Gecekondu halkının, evlerini başlarına yıktırmamak için gösterdikleri direniş, zaman zaman bir savaş görüntüsünü almaktadır. Kürdistan’daki ulusal direnişin boyutları, yeni ve üst biçimler alarak genişliyor. Cezaevlerindeki siyasi tutsakların, insanlık onurunu koruma uğruna canları pahasına gerçekleştirdikleri direniş destanları 12 Eylül’den sonraki bütün dönemleri kapsar. 12 Eylül sonrasının ilk büyük öğrenci direnişi, 14 Nisan, bugün artık geniş boyutlara sıçramış bulunan kitle mücadelesinin habercisi, hatta bir anlamda esin kaynağı olmuştur.
Cunta, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin mücadelesini bastırmayı başardı ama yeniden kabarmasını önleyemedi. Baskı ve terörün en yoğun olduğu dönemlerde bile, karşı koyma ve savaşma isteği hep diri kaldı. Faşist darbenin ilk şokunun atlatılmasına bağlı olarak daha cuntanın ilk yıllarında işçi, öğrenci ve diğer demokratik kesimler içinde mücadele biçimleri tartışıldı; koşullara uygun yol ve yöntemler bulunmaya çalışıldı, ilk sıralarda öğrenciler, haklarım toplu dilekçeler vererek, fırsatını buldukları her ortamda yetkilileri uyararak v.b. yollardan aramaya koyuldular. Hacettepe Öğrenci Yurdu ve diğer yurtlarda olduğu gibi, kışladan da beter olan yurt yaşantısını ve disiplinini, baskıları özgün eylem biçimleriyle, kitlesel direnişlerle protesto ederek ağırlıklarını duyurdular. İyice kırpılmış bulunan dernek hakkım raftan indirerek kullanılır hale getirmeye çalıştılar. Ama diktatörlük, kuşa çevrilmiş bulunan bu kısıtlı hakkın bile öğrencilerce kullanılmasından paniğe kapıldı. Kendi koyduğu yasaları çiğneyerek derneklerin kurulmasını engellemeye çalıştı. Sonraki yasaların ortadan kaldırmış olması gereken YÖK’ün 59. maddesi bahane edilerek dernek kurmak rektörlük iznine tabi tutuldu. Rektörler ise topu başkalarına attı. Öte yandan dernekle ilgilenen öğrencilere türlü baskı ve işkenceler yapıldı. Ne var ki tüm bunlar öğrencileri yıldırmadı, büyük uğraşlar sonucunda ilk derneklerini kurmayı başardılar. Diktatörlük, mevcut yöntemlerle dernek kuruluşunu engelleyemeyeceğini anlayınca bu defa yeni bir yasa çıkarmaya kalktı. Yasa tasarısını hazırlayan iki milletvekilinden birisi ise, tescilli Hitler hayranı ve onun “Kavgam” adlı kitabını, önsözünü de yazarak Türkçe’ye çeviren İsmail Dayı’dan başkası değildi.
Dayı’nın ‘Dayı’lığı
İsmail Dayı, büyük bir ‘dayı’lık örneği göstererek öğrenciler için ‘çok yararlı’ bir yasa tasarısı hazırladı. Milli Eğitim Komisyonu’ndan da geçen bu tasarı öğrencileri birçok ‘zahmetten’ kurtarıyordu. Tasarı yasalaşırsa öğrencilerin kendi derneklerini kurma, yönetme ve denetleme gibi işlerle uğraşmasına gerek kalmayacaktı. Tasarı bu işleri hükümet ve rektörlere bırakıyordu. Hatta öğrencilerin derneğe üye olmak için başvurmalarına bile gerek olmayacaktı. ‘Doğal üyelik’le bu iş de hallediliyordu. Aidat ödemek de kalkıyordu. Ayrıca her üniversitede yalnızca bir dernek kurulacak. Öğrencilerin birçok dernekle uğraşarak ‘yıpranmalarının’ önüne geçilecekti. Ve artık, mevcut öğrenci dernekleri ‘yeni’leri kurulacağından kapatılacaktı. Böylece öğrenciler, dernek kurma, yönetme, denetleme, üye olmak için girişimde bulunma ve üniversitelerde ‘birden fazla’ dernekle uğraşma gibi bir sürü ‘dert’ten kurtarılıyorlardı. Bütün bu işleri YÖK ve iktidar yerine getirecek, öğrencilere de ‘kuzu kuzu’ ders çalışmak kalacaktı.
14 Nisan ve Direnişler
Ama öğrenciler, bu ‘dayı’lığı ‘yanlış’ anladılar. “Tek tip dernek yasa tasarısı”na büyük bir duyarlılıkla karşı çıktılar ve ta ki tasarı geri çekilene kadar tepki ve protestolarını inatla sürdürdüler. 14 Nisan, bu tepkilerin doruk noktasını temsil eder. Üniversite gençliği, kendilerini devre dışı bırakmakla kalmayıp, “koyun sürüsü” gibi gütmeyi amaçlayan, büyük zorlukları yenme pahasına kurabildikleri derneklerini kapatıp, yerine devlete bağlı resmî daireler kurmayı öngören bu faşist tasarıya karşı, ülkenin her yanında yükselttikleri mücadelelerini 14 Nisan’da bir üst boyuta sıçrattı.
Tasarının Milli Eğitim Komisyonu’ndan geçmesi üzerine Buca Eğitim Fakültesi’nde dağıtılan bildiri ile öğrenci derneği, öğrencilerden derneklerine sahip çıkmalarını istedi. Gerekli başvuru yapılmasına karşın bildiri nedeniyle dört öğrenci polisçe gözaltına alındı. Fakat öğrencilerin, alınan arkadaşlarının serbest bırakılması için rektörlük önünde toplanması üzerine alınmalar serbest bırakıldılar. ODTÜ’lü öğrenciler tasarıyı protesto etmek için yemek boykotu ve oturma eylemi yaparlarken jandarma tarafından azgınca dipçiktendiler; gözaltına alınanların serbest bırakılması için de eylemlerini sürdürdüler. Eylemler diğer üniversite ve fakültelere de yayıldı. Açlık grevleri, yemek boykotları, yürüyüşler birbirini izliyordu. 14 Nisan’a gelindiğinde mücadele dalgası iyice kabarmıştı. Ve 14 Nisan’da öğrenciler, İstanbul’da 12 Eylül sonrasının ilk büyük, aktif kitle eylemini gerçekleştirdiler. Birbirine kenetlenmiş 2000 kadar öğrenci, Aksaray’dan Laleli’ye doğru yürüyüşe geçtiklerinde, çevik kuvvet onları Sultanahmet’te arıyordu. Ancak bir süre sonra Laleli’ye gelen çevik kuvvet yolları kesiyor, saldırıya geçmezden önce polis şefleri arasındaki şu telsiz konuşması dikkat çekiyordu: Emniyet Müdür Yardımcısı’nın, “Dağıtın, dağılmazlarsa ele başlarını yakalayın” şeklindeki direktifine Siyasi Şube Müdürü; “Kol-kola girmişler şefim, hepsi elebaşı gibi” diye karşılık veriyordu. Daha sonra polisin ‘Dağılın’ uyarısı üzerine öğrencilerden birinin “Önce siz dağılın” demesine, yürüyüşçülerin dağılmamakta direnmesine ve türküler söyleyerek yürüyüşe devam etmelerine çevik kuvvet, saldırıya geçmekle yanıt veriyordu. Öğrencilere karşı büyük bir hısımla saldıran polis, kız-erkek ayırımı gözetmeden vuruyor, copluyor, tekmeliyor ve yerlerde sürüklüyordu. Eylemin sonunda yüzden fazla öğrenci gözaltına almıyordu. Ancak tepkiler bitmiyor, protestoların ardı arkası kesilmiyordu. Eylemlerin ülkenin her yanında büyüme ve genişleme eğilimi göstermesi üzerine, diktatörlük geri adım atıyor, fırsatını bulduğunda yeniden gündeme getirmek üzere tek tip dernek tasarısı geri çekiliyordu.
14 Nisan kendiliğinden gelişen bir eylem miydi, yoksa bir grubun kesin önderliği altında mı yapılmıştı? Kimilerine göre kendiliğinden, kimilerine göre ise kendi önderliği altında. Aslında ikisi de doğru değil. 14 Nisan direnişi, bir anda kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Gelinen noktada aktif kitle eylemlerinin gerekliliği ve mücadelenin önünü açıcı etkileri günlerden beri vurgulanıyor, böyle bir eylemin yapılabilmesinin koşulları değerlendiriliyordu. Devrimci-demokratlar, aktif kitle eylemi düşüncesine olumlu bir tavır içerisinde yaklaşırken, reformist ve revizyonistler bu tür bir eyleme açıkça karşı çıkıyorlardı. Bunlar son ana kadar eylemi engellemeye çalıştılar ve “katılım çok düşük olacak”, “polis şöyle yapacak, böyle yapacak” türünden propagandalarla insanları eyleme katılmaktan caydırma çabalarım sürdürdüler. 14 Nisan’ın bir önemi de revizyonizmin gerçek yüzünü, eylem kırıcılığını, mücadeleyi içerden hançerleyen tutumunu bir kez daha açığa çıkarmasında görülmüştür. Öte yandan şu da vurgulanmalıdır ki 14 Nisan birden fazla eğilimin katılımı ve belirgin etkinliği altında gerçekleşmiştir.
14 Nisan direnişinden çıkarılması gereken en önemli sonuç nedir? 14 Nisan, her şeyden önce, aktif kitle mücadelesinin önemini ortaya koymuştur. Demokratik hak ve özgürlüklerin mücadele ile elde edilmesi geleneğinin yerleşmediği ülkemiz koşullarında, iktidarın, kısıtlı da olsa bir hakka yönelttiği saldırının ancak kitle mücadelesi ile en iyi püskürtülebileceğini görmeye yardımcı olmuştur. Kitlelerin doğrudan girişkenliği ve kendi hakları uğruna her türlü özveriye katlanma kararlılığı olmadan ne bir hak elde edilebileceği, ne de elde bulunanların korunabileceği bu direnişle bir kez daha, açıkça görülmüştür.
Egemen sınıflar, bazı zamanlar emekçi kitlelerin herhangi bir mücadelesi ve dayatması olmadan da kâğıt üzerinde bazı hakları tanıya biliyorlar. Onlar bunu, muhtemel bir kitle hareketini daha başından önlemek, iç ve dış kamuoyunun gözünü boyamak için yapıyorlar. Ancak kâğıt üzerindeki haklar bir kez kullanılmaya başlanmaya görsün, o zaman kıyametler kopar ve gericiliğin demokratik hak ve özgürlükler karşısındaki gerçek tutumu ortaya çıkar. Yığınların doğrudan mücadelesinin ve baskısının sonucunda kazanılmayan bir kısım hak ve özgürlüklerin bir çırpıda nasıl yok edilebildiğini ve elde olan çok kısıtlı hakların ancak kan ve can pahasına kullanılabildiğini ülkemiz pratiğinde de çok kereler gördük. Ancak kitlelerin mücadele ile ‘söke söke’ elde ettiği hakları hâkim sınıflar ve onların faşist diktatörlüğü bir vuruşta alıp götürmeye cesaret edemez; etse bile neye mal olacağını bildiğinden buna kolay yanaşamaz.
14 Nisan, ayrıca mevcut siyasi ortamda, siyasi otoritenin sertliğini ve acımasızlığını gerekçe göstererek, aktif eylemlerin yapılamayacağını ve böyle eylemlerin şartların ‘uygun’ olacağı bir zamana ertelemek gerektiği yolundaki iddialara da bir darbe indirmiştir. Siyasi iktidar ne kadar gaddar ve sert tutum alırsa alsın, kitle mücadelesinin baskısı karşısında geri adım atabileceği görülmüştür.
14 Nisan, işçi sınıfı ve aydınlar arasında, ilerici-demokrat çevrelerde geniş yankılar uyandırmış, sempatiyle karşılanmış ve yaygın biçimde desteklenmiştir. Nasıl ki 15-16 Haziran şanlı işçi direnişi demokrasi mücadelesinde bir dönüm noktasıdır; aynı biçimde 14 Nisan direnişi de hem demokrasi mücadelesi ve hem de öğrenci hareketi açısından bir dönüm noktası önemindedir.
Öfkenin Tetiği
14 Nisan’la birlikte öğrenci gençliğin eylemleri, yem ve üst boyutlar kazandı. Artık, siyasi iktidarın tepkisini fazlaca çekmemeye özen gösterilen, 8’er metre aralıklarla, tek sıra halinde, tenha yollarda yapılan yürüyüşler devri kapanmış; olaylar karşısında sıcağı sıcağına, anında harekete geçilen, aktif kitlesel eylemler dönemi başlamıştı. Çünkü daha geri düzeydeki eylem biçimleri hiç kimseyi “gıdıklamaz” olmuştu. Kuşkusuz 14 Nisan’dan önce de sıcağı sıcağına konulan eylemler oldu. Öğrenciler birçok olay karşısında anında, yiğitçe ve kitlesel niteliklerde direniş ve tepkiler ortaya koydular. Ve bunların her biri, yapıldıkları dönemde büyük yankılar uyandırdı, mücadeleyi geliştirdi. Örneğin Bornova Öğrenci Yurdu’nda ihmal nedeniyle yaşamını yitiren Altan DURMUŞ’un göz göre göre ölümü karşısında binin üzerinde öğrencinin katılımıyla yapılan protesto eylemi… 44. madde yüzünden intihar eden İsa TANRIVERDİ’nin ölümünden sonra günlerce devam eden tepkiler, protestolar, eylemler, Sultanahmet direnişi… 9 Eylül Üniversitesi kampusunda bir kız öğrencinin askılı elbise giydiği gerekçesiyle polis tarafından dövülmesi üzerine yüzlerce öğrencinin rektörlük binasına yürüyüşleri… Şirin TEKİN’in dinci faşistler tarafından oruç tutmuyor gerekçesiyle öldürülmesini protesto… Bir öğretim görevlisinin öğrencilerden birini haksız yere sınav salonundan atması üzerine öğrencilerin hep birlikte sınav salonunu terk etmeleri… Açlık grevleri… Ve benzer nitelikteki diğer eylemler, öğrencilerin 12 Eylül’den sonra, 14 Nisan’a gelinceye kadar gerçekleştirdikleri, kitlesel nitelikli, olaylar karşısında anında yapılan, belli başlı eylemler arasındadırlar. Ama henüz bunların hiçbirinde, 14 Nisan’daki, sınırları çiğneme kararlılığını, düzeni koruma güçleriyle gırtlak gırtlağa boğuşma ruhunu görmek olası değildir. 14 Nisan, mücadeleye yepyeni bir dinamizm kazandırmıştır. En azgın saldırıları yiğitçe karşılama cesaret ve kararlılığı, 14 Nisan’ı karakterize eden başlıca özellikler arasındadır. 14 Nisan bu niteliği ile kendisinden sonraki bütün eylemleri etkilemiştir. Artık 14 Nisan gözü pekliğini taşımayan hiçbir tutum, hiçbir hareket, ilgi ve sempati toplayamamıştır.
14 Nisan’dan bu yana öğrenciler daha pek çok önemli direnişler gerçekleştirmişlerdir. Baskı ve zorbalık karşısındaki tavırlar giderek daha aktif biçimler almaya başlamıştır. Artık baskı unsurlarına, yer yer onların anlayacağı dilden cevaplar da verilebiliyor.
Ama bu cevaplar da farklı cevaplara yol açıyor; milletin eli ‘çiçek’ tutmuyor ya… Milletin eli her ne kadar çiçek tutmuyorsa da pekâlâ tabanca tutabiliyor. İşte kanıtı: Şubat’ın sonuna doğru Yıldız Üniversitesi’nde yaşananlar… Yıldız’daki gelişmeleri, öğrenci eyleminin bugünkü durumunu anlamak açısından, kabaca da olsa değerlendirmekte yarar var.
Sınav yönetmeliğinde yapılan bir değişikliği protesto etmek isteyen öğrenciler, dilekçe vermek için topluca rektörlüğe yürürler. Tabii bizim ‘işgüzar’lar olaya müdahale etmeden duramazlar. Dilekçe vermek için toplanan öğrencileri videoya almak isterler. Böyle bir “film”in çekilmesini istemeyen öğrenciler, buna karşı çıkarlar. Fakat ‘kameraman’lığın zevkine bir kere kendilerini kaptırmış olan ‘sivil işgüzarlar’ uyarılara aldırış etmezler. Bu da kavgaya yol açar. Kavga bu ya, ya döversin ya da dövülürsün veya hem döver hem dövülürsün. Neyse bunların hepsinden de birazcık oluyor tabii. İşte olanlar o zaman oluyor; ‘bizimkiler’den biri “artistliği siz yapamıyorsanız, ben yaparım. İşte böyle…” dercesine gerçek kovboyları aratmayacak bir manevra ile silahını çekiverir ve havaya ateş eder. Polisin bu silahlı gösterisi de geniş tepkilere neden olur. Gerçekte polis, sadece tabancasının değil, aynı zamanda gençliğin öfkesinin de tetiğini çekmiştir. Olayın yankıları giderek büyür. 14 Nisan’dan sonraki en büyük protesto gösterilerinden biri bu olay üzerine yapılır. Gençliğin öfkesi dinmek bilmez, protesto eylemleri günlerce devam eder. Polisin öğrencilere silah çekmesi yalnızca protestolara neden olmaz, Doğramacı başta olmak üzere, resmî ağızlar bu saldırıyı destekleyici açıklamalarda bulunurlar.
Polisin, Yıldız’da öğrencilere silah çekmesi ve onun bu saldırganlığının iktidar ve YÖK Başkanı tarafından desteklenmesi, gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Bu olay da açıkça gösteriyor ki polis, üniversitelerde öğrenim özgürlüğünü ve can güvenliğini korumak için bulunmuyor. Tam aksine, öğrenim hayatım tam bir kontrol altında tutması ve öğrencilere pervasızca silah çekebilmesi, polisin, öğrenim özgürlüğünü de, can güvenliğini de doğrudan doğruya ortadan kaldırdığım gösterir. Bugün havaya ateş eden polisin, yarın, öğrencileri kurşuna dizmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Bu nedenle öğrencilerin kendi can güvenliklerini korumaya yönelmelerinde anlaşılmayacak bir yön olmasa gerek.

Nisan 1989

Sosyalizme Giden Yolda Zor, Zorunluluktur”

Gorbaçov’dan sonra, Türkiye’de de “yeni sosyalizm modeli” arayışları görülüyor. “Arayışçılar”ın başında TBKP geliyor. M. Belge yeni ortaya atılan bir arayışçı. Aranan başka siyasal grup ve kişiler de var. Proletaryasızlaşma, toplumsal gelişme ve kapitalizmin yerini sosyalizme bırakmasında zorunluluğun, tarihsel materyalizmin reddi, “barışçıl geçiş”, proletarya önderliği ve partinin rolünün yadsınması, yasallık ve tasfiyecilik, açık Stalin ve açık ya da üstü az-çok örtülü Lenin karşıtlığı, sosyal demokrasiyle birleşmeye varan geniş “birlikçilik” çok partili “çoğulcu sosyalizm”de özel milliyetçilik “yeni model”in unsurları arasına. Arayışçılar sosyal demokratlaşma durumunda; “Avrupa komünizminden, onun Bernstein gibi öncellerinden esinleniyorlar.
Geçen sayımızda M. Belge’nin sosyal demokrat yeni kitabının lanse edilmesine yönelik olarak Nokta’nın onunla ve T.Ak-‘çam, Aybar, Aren ve Perinçek gibi benzer “modelciler”le yapılan röportaj üzerinde durmuştuk. İdeolojik ve siyasi olarak “Avrupa komünizmi” ve onunla birleşen Gorbaçovcu çizgide bütünleşme durumunda olan “arayışçılar”, örgütsel olarak da bloklaşma girişimleri içindeler.
Çeşitti görüşlerde olan devrimcilere bu reformcu arayış ve oluşumun belirgin tezlerine ilişkin sorular sorduk. Yaptığımız karşı-röportajları yayınlamaya gelecek sayımızda da devam edeceğiz.
Sorularımız:
1) İşçi sınıfının toplumsal durumu ve mücadelede rolü konusunda “elveda proletarya ” diyen düşünceyi değerlendirir misiniz?
2) Gorbaçov ‘ta birlikle yeniden yoğunluk kazanan “sosyalizmde çok seslilik” ve “çoğulcu sosyalizm” konusunda neler düşünüyorsunuz?
3) Sosyalizme giden yolda zorun rolü?
4) Tarihsel materyalizmin sosyalizmin zorunluluğu öngörüsünün reddi ve “sosyalizme mutlak varılacaksa niye mücadele ediliyor” görüşünü değerlendirir misiniz?
5) Son zamanlarda küskün ikiz kardeşler TBKP ve Aydınlık arasında görülen “birlik” konulu dirsek temaslarıyla ilgili düşünceleriniz?

Eylül sonrası devrimci çalışma içinde yakalanan ve yıllardır çeşitli cezaevlerinde tutulan, devrimci ve sosyalist fikirlere sahip Açan. Son olarak Çanakkale E-Tipi Cezaevi’nde ve kendisi hakkında kısaca şunları söylüyor: “20 yıldan beri devrim ve sosyalizm kavgasının bir neferiyim. Marksist-Leninist’im ve Marksist-Leninist kalacağım. TİKB mensubu olmaktan ve çeşitli basın davalarından dolayı şimdilik toplam 333 yıllık bir hapis cezasına mahkûmum. “

1- Proletarya, burjuvazinin eşref saatinde boş bulunup şapkasından çıkardığı tavşan değildir ki, üstelik çok denenmiş oportünist okus-pokuslarla şimdi onun varlığını veya devrimci niteliğini ortadan kaldırmak mümkün olsun… O, kapitalizmin nesnel bir ürünü, kapitalizmle birlikte kendiliğinden ortaya çıkan bağımsız bir sınıftır. Kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkmadığı sürece de yok olması, başka sınıf veya tabakalar içinde eriyip kaybolması ya da devrimci karakterini yitirmesi mümkün değildir. Burjuvazi ve uşakları buna rağmen neden ikide bir O’nun ölüm ilanlarını verir, mezara gömmek için birbirleriyle niçin böylesine gayretkeş bir yarış içindedirler? Kapitalizmi yıkarak insanlığın büyük rüyası ve kurtuluşu olan sömürüşüz ve sınıfsız bir dünya kurma hedefine, bunu başarma güç ve yeteneğine sahip olan tek sınıf proletaryadır da ondan. Proletaryanın bu tarihsel görevi ve devrimci niteliği, doğrudan doğruya onun kapitalist üretim süreci içindeki yerinden, bu sınıfın ekonomik varlık koşulları ve toplumsal konumundan kaynaklanır. Marks’ı Marks yapan, her şeyden önce işte bu temel gerçeği açığa çıkarması, kapitalizmin bilimsel bir çözümlemesini yaparak bunu ortaya koymasıdır. Bilimsel sosyalizm bu temel taşı üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla proletaryaya “elveda” demek, tek bir vuruşta sosyalizm ve sınıfsız-toplum idealine, Marksizm-Leninizm’e, devrime, proletarya partisine ve proletarya diktatörlüğüne toptan “elveda” demektir. Bu yüzden bayağı bir reformizmin ifadesi ve bilinen bir sloganıdır bu.
Yalnız, proletaryaya “elveda” diyerek kendilerini burjuvazi ve gericiliğin “güçlü” kollarına atanların sonu, nedense (!) pek iç açıcı olmuyor. İşte, bunun son örneği olarak “Avrupa Komünizmi” denilen revizyonist ihanet akımının hali… Bir zamanlar o da, Marcuse ve özellikle Garaudy’den “esinlenerek”, “elveda proletarya” sloganı ile yola çıkmıştı. Başlarda burjuvazi ve gericiliğin “gözdesi” idi. Şimdilerde ise içi geçmiş bir kaldırım yosması gibi, ideolojik olarak zaten saflarına iltihak ettiği sosyal demokrasiye örgütsel olarak da yamanabilmenin yollarını arıyor.
2- Türkiye’de burjuva ve küçük burjuva aydınlar arasında 1960’lı yılların “modası” sosyalizm idi. 12 Eylül sonrasının “modası” ise demokratizm… Zaten hiçbir zaman tutarlı Marksist-Leninist, kararlı ve içten proleter devrimci olamamış bazı “yol arkadaşları”, 12 Eylül’ün yarattığı korku, yılgınlık ve döneklik havası içinde şimdilerde “demokrasiye” tapınıyorlar. “Demokrasi” ve “diktatörlük” kavramları, tam da burjuvazi ve uşağı gerici siyaset bilimcilerinin yaptığı gibi, sınıfsal özünden ve anlamlarından kopartılıyor, soyut bir biçimde karşı karşıya konuluyor, sonuçta da “sınıflar-üstü” ve “zor içermeyen” bir demokrasi (sanki varmış ve olabilirmiş gibi!), her derdin devası olarak kutsallaştırılıyor. “Sosyalist demokrasi” veya “sosyalizmde çokseslilik” adı altında gerçekte burjuva demokrasisi, siyasal çoğulculuk ve parlamentarizm gibi kapitalizmin kurum ve kavramları savunuluyor. Proletarya diktatörlüğüne ve devrimde ve sosyalizmin inşasında proletaryanın öncü komünist partisinin kimseyle paylaşılmaz önder ve yönetici rolüne kılıç sallanıyor. Öyle ki, “ayrım yapılmaksızın her türlü siyasi çizgiye, dini ya da etnik azınlıklara, partileşebilme de dâhil her türlü özgürlüğün tanındığı bir sosyalizm” savunuluyor. Sosyalizm şöyle dursun, Marks öncesi burjuva filozofların bile kabul ettikleri sınıf gerçeğini dahi “unutacak” kadar kendilerinden geçen bu sözde sosyalist, gerçekte ise sosyal demokratlara sormak gerekiyor: Proletaryanın dışında sosyalist bir sınıf var mıdır? Sınıflar-üstü bir sosyalizm olabilir mi? Belli bir sınıfın ideolojisinden ve sınıf çıkarlarından bağımsız bir siyaset ve siyasi çizgi hele parti olabilir mi? Hiçbir ayrım yapmadığınıza göre sizin “sosyalizminizde” burjuvazi ve onun siyasi partilerine de yer var mıdır? Öte yandan hangi din veya dinsel akım sosyalizm için savaşır, en azından ona sadık kalır? “Vatansız” proletarya, etnik her türlü ayrım ve ayrıcalıkları da ortadan kaldırarak mı yoksa bunları koruyup, kurumlaştırıp, ebedileştirerek mi sınıfsız toplum hedefine varacaktır? … Bütün bunlara “evet” yanıtını içeren görüşlerin sahiplerine yapılması gereken şey konusunda Lenin bir öneride bulunuyor: “… onu hemen bir kafese koyup Avustralya kangurusu ya da benzeri bir şeyle (örneğin, bu görüşlerin atası olan Kautsky olabilir-nba) birlikte sergilemek…”
3- Sosyalizme giden yolda zor, tek kelimeyle zorunluluktur. Zorun zorunluluğu, proletarya ve devrimci öncüsünün şiddete olan “merakı” ya da “zorba” bir karaktere sahip olmasının sonucu değildir. Bizi şiddete başvurmak zorunda bırakan karşımızdaki sınıf düşmanlarımızdır; sömürücü egemen sınıfların gerek ellerindeki iktidarı yitirmemek gerekse yitirdikten sonra tekrar ele geçirebilmek için kaçınılmaz olarak başvuracakları en çılgın, en öfkeli direnci kırmanın zor dışında başka bir yolunun olmayışıdır. Proletaryanın ülküsü, elbette ki, insanlara karşı zor kullanmanın her türlüsünü ortadan kaldırmaktır. Ancak zorun kaynağını kurutmak, sınıfları ortadan kaldırmak ve sosyalizmin dünya çapındaki zaferini sağlamakla mümkündür. Her kim ki, bundan daha önce proletaryanın sınıf düşmanlarına karşı zora başvurma hakkını ve bunun zorunluluğunu reddeder, ona silahlarını bırakmasını öğütlerse o, sosyalizme bile bile ihanet ediyor demektir. Proletaryanın kendi öz devrimini yapma hakkını inkâr ederek burjuvazinin saflarına geçmiştir. Çünkü ellerindeki iktidarı hiç direnmeden, en kıyıcı yollara başvurmak da dâhil ellerinden geleni yapmadan, “tevekkül” içinde ezilen sınıflara terk eden bir egemen sınıfı tarih ne göstermiş, ne de gösterecektir. Hele burjuvazi ve gericiliğin proleter devrimine karşı dişinden tırnağına kadar silahlandığı, militarizmi ve bürokratik devlet cihazını tarihte görülmedik ölçüde geliştirip yetkinleştirdiği günümüz koşullarında, proletaryanın “zor” dışında, barışçıl yollarla iktidarı ele geçirebileceğini ve kendi diktatörlüğünü kurmaksızın sosyalizmi rahat rahat inşa edebileceğini ancak ahmaklar veya burjuvazinin uşakları düşünebilir.
4- “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihteki belirleyici etken, son kertede, gerçek yaşamın üretim ve yeniden üretimidir… Eğer biri bu görüşü iktisadi etken tek belirleyicidir anlamında bozarsa, böylece onu boş, soyut, saçma bir söze dönüştürmüş olur” der Engels, J. Bloch’a yazdığı ünlü mektubunda. “Sosyalizme mutlak varılacaksa o halde niye mücadele ediliyor” diyen bir görüş ise, Marksist materyalizmi, tam da Engels’in sözünü ettiği şekilde “bozan”, bayağılaştıran gerici bir söz yığınıdır. Toplumların tarihi gelişiminde ekonomik temelin son tahlilde belirleyici etken oluşunu, idealist bir tutumla tek yanlı olarak mutlaklaştıran kaba materyalizmin, ekonomizmin bilinen eski bir felsefe döküntüsüdür bu. Amacı, tarihin yaratılmasında sınıfların ve sınıf savaşımının rolünü, özellikle de sosyalizm için mücadele etmenin zorunluluğunu, bu mücadelede öncü komünist partisine sahip olmanın, Marksizm-Leninizm’in yol göstericiliğinde yürümenin, devrimin ve proletarya diktatörlüğünün proletaryanın zaferi açısından taşıdığı hayati önemi inkâr ve unutturmaktır.
Yöntem açısından da, devrimci diyalektiğin tam zıddı olan gelişmenin derece derece evrim yoluyla, basit ve mekanik kavranışını ifade eder. Hâlbuki tarihin gelişimi de “tıpkı doğanın ve hayatın gelişimi gibi yavaş yavaş evrimi ve sıçramaları, sürekliliğin bölünmesi eğilimlerini birlikte kapsar”. Tarihsel gelişmenin kaba materyalist kavranışında ise devrim ile evrim arasındaki ayrım çizgisi yoktur, kaybolmuştur. O bunu bilinçli olarak yapar. Çünkü kaba materyalizm, politikada kendiliğindenciliğin, ekonomizmin ve reformizmin felsefesidir.
Yalnız, tarihte bütün reformcu revizyonist sapmaların teorik temelini oluşturan bu bayatlamış felsefi bayağılığın, bugün ülkemizde yeniden piyasaya sürülmek istenmesinin altındaki amacı doğru tespit etmek gerekir. Bu görüşler, “sosyalizmin kaçınılmazlığı”na dair tarihsel materyalist zorunluluğun kavranması maskesi altında uç veren kendiliğindenci miskinliğe, eylemsizliğe ve reformizme karşı savaş amacıyla değil tam tersine “kapitalizmi ancak ve kaçınılmaz olarak sosyalizmin izleyeceği” bilimsel gerçeği konusunda kuşku ve güvensizlik yaratarak daha koyu bir reformizme, edilgenlik ve dönekliğe zemin hazırlamak amacıyla gündeme getiriliyor. Bundan dolayı bu döneklik teorilerinin gözüne, asıl olarak “proletaryanın özgürleşmesinin (yani sosyalizmin) gerekli maddi koşullarını (hani, tarihsel gelişmenin yönünü ve akışını belirleyen o “zorunluluk etkeni”ni) kapitalist üretim sürecinin (neden ve nasıl) kendiliğinden yarattığının” kanıtlarını sokmak gerekiyor.
5- Özde aralarında zaten bir ayrılık ve fark olmayan revizyonist ihanetin Sovyetçi ve Cinci türünün ülkemizdeki bu iki temsilcisi arasında son dönemdeki yakınlaşmada başlıca iki etken rol oynuyor. Bunlardan “dış” etkeni oluşturan birincisi, bunların ağababaları arasında dünya çapındaki yakınlaşmadır. “İç” etkeni oluşturan ikincisi ise, revizyonizmin zaten mayasında bulunan “mezhep genişliği”nde en sınırsız ifadesini ve zeminini bulan “birlikçilik” ya da “geniş cephe modası”nın, 12 Eylül sonrası tasfiyecilik koşullarında yeniden hortlamasıdır.

“Sosyalizme Giden Yolda Zorun Rolü Tartışılmazdır”
Devrimci ve sosyalizmi savunan fikirlere sahip Altınoğlu, Çanakkale cezaevinde yatıyor. 20 yılı aşkın bir süredir fiilen politikayla uğraşıyor. Eylül döneminde devrimci çalışması nedeniyle tutuklanıyor ve o zamandan bu yana cezaevlerini dolaşıyor. TKP/ML Hareketi davasından çeşitli illerde yargılandı ve hakkında idama hükmolundu.

Garbis ALTINOĞLU
1- Kapitalizmin ortaya çıkışından ve egemen üretim biçimi haline gelişinden bu yana işçi sınıfı da bir dizi değişiklik yaşamıştır. Basit işbirliği ve manifaktür dönemlerinin küçük üretimle bağlarını tam olarak koparmamış olan yarı-zanaatkâr ve yarı-köylü “işçi”si, ancak büyük-ölçekli sanayi koşullarında modern proleter durumuna gelir. Modern proletaryanın oluştuğu büyük-ölçekli sanayi döneminde de üretici güçlerin ve tekniğin gelişmesine bağlı olarak işçi sınıfının yapısında bir dizi değişiklik görüldü. Ancak bu, üretim ilişkilerinin özel niteliğiyle üretici güçlerin toplumsal niteliği, başka bir deyişle üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip kapitalistlerle bunlardan yoksun proleter yığınları arasındaki çelişmeyle karakterize edilen kapitalist toplumun temel özelliğini değiştirmedi. Üretim sürecinde her türlü makina kullanımının giderek daha fazla yaygınlaşması, proleterlerin eğitim, kültür ve beceri düzeylerinin giderek yükselmesi ve kafa emeğinin görece önem kazanması vb. kapitalist toplumun bir yanda proletaryanın ve diğer emekçilerin sırtından dev boyutlarda artık değer sağlayan kapitalistler ve diğer yanda kapitalistlerce acımasızca sömürülen kol ve kafa emekçileri, yani proletarya olmak üzere iki düşman kampa bölünmüş olması olgusunu ortadan kaldırmıyor. Tersine bu durum, üretim etkinliğinin kapitalistler olmaksızın, -hem de çok daha rasyonel bir biçimde- sürdürülebileceğini ve mülk sahibi sınıfların asalak karakterini açıkça gözler önüne sererek burjuva toplumsal düzenine son verilmesi için gerekli nesnel koşulları daha da olgunlaştırıyor.
2- “Sosyalizmde çok seslilik” ya da “sosyalist çoğulculuk” vb. her renkten revizyonistlerce, hiziplerin varlığıyla bağdaşmayan parti anlayışına ve proleter devrimci parti dışında siyasal partilerin varlığıyla bağdaşmayan proleter diktatörlüğü anlayışına karşı savaşım amacıyla geliştirilmeye çalışılan kavramlardır. M-L’ler ilke olarak gerek parti içinde, gerek parti-yığın ilişkileri düzeyinde ve gerekse yığınlar içinde en geniş devrimci ve sosyalist demokrasiden yanadırlar. Proleter devrimci partilerin ve proleter diktatörlüğü yönetimlerinin genellikle karşı karşıya bulundukları zor koşullar (yani, sömürücü sınıfların ve emperyalistlerin çok yönlü ve yıkıcı saldırıları) onları sosyalizm koşullarında demokrasiye belirli sınırlar koymaya zorlayabiliyor. Ancak, gene de proleter diktatörlüğü, burjuvazinin ve özellikle büyük burjuvazinin acımasız diktatörlüğünü demokratik formlar altında gizleyen burjuva demokrasisinden çok daha demokratiktir. Gorbaçov kliğinin uygun ortam yaratmasıyla son yıllarda yaygınlaşan “çok partili sosyalizm” tezi, M-L proleter diktatörlüğü öğretisinin ve kapitalizmden sınıfsız topluma geçişe ilişkin bilimsel doğruların açıktan reddi anlamına geliyor. Sosyalizm koşulları altında, kural olarak, birden çok parti olamaz. Kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş sürecini ancak ve ancak en ileri teori ile donanmış proleter devrimci parti başarıyla yönetebilir. Bu koşullarda kurulabilecek olan diğer herhangi bir parti, zorunlu olarak kapitalist restorasyonun partisi olacak ya az ya da çok hızlı bir biçimde böyle bir partiye dönüşecektir. Bazı ülkelerde proletaryanın iktidarı ele geçirmesinden sonra kısa bir süre yoksul köylülüğü vb. temsil eden partilerin varlıklarını sürdürmeleri, hatta hükümette yer almaları, bu kuralla çelişmeyen geçici bir fenomendir. Öte yandan, burjuva ve revizyonist ideologların savlarının tersine, sosyalizm koşullarında tek bir partinin varlığının, sözcüğün gerçek anlamında çok sesliliği engellemediğini belirtmek gerekir. Proleter diktatörlüğü, kapitalizm koşullarında burjuvazinin ideolojik ve kültürel cenderesi altında tam bir düşünsel yoksulluğa mahkûm edilen emekçi yığınları uyandırır, harekete geçirir, eğitir ve onlara geniş ufukları açarken aydınları sermayeye kölece bağımlılıklarından kurtarır. Ve böylece toplumun yaratıcı güçlerini serbest bırakarak kültürel gelişmeyi hızlandırır.
3- Sosyalizme giden yolda zorun rolü tartışılmazdır. Çoğu kez en sıradan hakları, en basit düzeydeki ödünleri alabilmek için sömürücü sınıflara karşı dişe diş bir savaşım vermek zorunda kalan proleterler ve diğer emekçiler, siyasal iktidarı barışçı yollardan ele geçirebileceklerini hayal bile edemezler. Yaşam burjuva ve revizyonist ideologların ortaya attığı kapitalizmden sınıfsız topluma barışçı geçiş tezlerini ve onun çeşitli varyantlarını yüzlerce kez çürütmüştür ve daha yüzlerce kez çürütecektir. Sosyalizmin dünyanın görece küçük bir bölümünde egemen olduğu ve kapitalist emperyalist kuşatmanın sürdüğü koşullarda, burjuva askeri-bürokratik aygıtın zor yoluyla yıkılması, devrimin evrensel bir kuralı ve mutlak bir yasası olarak kalmaya devam edecektir. Kapitalist emperyalist kuşatmanın yerini sosyalist kuşatmanın aldığı koşullarda, dünya proletaryasının ve bağlaşıklığının birleşik gücünün en azından bazı ülkelerde iktidarın barışçı yollardan el değiştirmesine olanak sağlayıp sağlayamayacağı sorusunaysa bugünden yanıt vermek zor. Uzun sözün kısası, uygulanış tarzı yere ve zamana göre değişmekle birlikte, daha uzun süre zor, Marks’ın dediği gibi, yeni topluma gebe olan eski toplumun ebesi olmaya devam edecek.
4- Nesnel koşullar insanlığın kapitalizmden sınıfsız topluma doğru gittiğini ve gideceğini göstermekte, hatta bir bakıma bunu güvence altına almaktadır. Ancak bu saptama bir genel eğilimi tanımlar. Hiçbir şekilde, kapitalist üretim biçiminin ve burjuvazinin egemenlik aygıtının kendiliğinden yıkılacağı anlamına gelmez. Çağımızda üretici güçlerin ve üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin gelişme düzeyi, özellikle proleterlerde ve tarihsel gelişmenin yönünü kavrayabilecek düzeydeki ilerici aydınlarda sosyalizm doğrultusunda kendiliğindence bir eğilim, deyim yerindeyse sosyalist bilincin tohumlarını yeşertmektedir. Fakat nesnel koşulların, insanın bilincinde bir yansıması olan bu eğilimin sosyalizme varmak için yeterli olduğunu düşünmek, kişiyi felsefede nesnelciliğe, pratikte ise eylemsizliğe götürür. Yıkılmasının nesnel koşulları uzun süredir oluşmuş olmasına karşın, kapitalist-emperyalist sistem çeşitli ekonomik, siyasal ve ideolojik saldırı ve “savunma” yöntemlerine başvurmak ve çok sıkıştığında belirli ölçülerde ödünler vermek suretiyle varlığını sürdürebilmektedir. Ama bu, yığınlara büyük acılar çektirmek, üretici güçlerin gelişmesini frenlemek ve onları büyük ölçüde yıkıma uğratmak, çeşitli yerel savaşlara yol açmak, insanlığı yeni bir dünya savaşı tehlikesinin Demokles kılıcı altında tutmak ve doğal çevreyi geniş ölçüde kirletmek vb. pahasına olmaktadır. Tarihsel materyalizmin, toplumsal gelişmenin pratiğiyle de doğrulanmış olan öğretisi bize, nesnel koşulları oluşmuş olan toplumsal dönüşümlerin, çıkarları bu dönüşümden yana olan sınıfların ve toplum katmanlarının bilinçli ve örgütlü eylemi olmaksızın meydana gelmeyeceğini öğretmektedir. Bunun kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş için daha da geçerli olduğu açıktır: İşçi sınıfı, en ileri teoriyle donanmış, doğru bir siyasal çizgiye sahip öncüsünün yönetimi olmaksızın ve tüm emekçileri kendi çevresinde toplamaksızın ne kapitalizme son verebilir, ne de sosyalizmi kurarak sınıfsız toplum doğrultusunda yürüyebilir. Köleci, feodal ve kapitalist üretim ilişkileri, sırasıyla ilkel komünal, köleci ve feodal toplumların bağrında oluşabilmiş ve bu gelişmenin belirli bir aşamasında köle sahipleri, feodal senyörler ve burjuvazi siyasal iktidarı ellerine geçirmişlerdir. Proleter devrimiyse tersi bir yol izler. Sosyalist üretim ilişkileri kapitalist toplumun bağrında oluşmazlar; onlar proletaryanın iktidarı ele geçirmesinden sonra, onun partisinin önderliği ve gözetimi altında geliştirilirler. Bu, sınıfsız topluma, kendinden önceki toplumlardan farklı olarak, işçi sınıfının önderliği altında sömürülen çoğunluğun sömürücü azınlık üzerindeki diktatörlüğünü temsil eden devrimci bir geçiş aşamasından geçilerek ulaşılabileceği anlamına gelir. Bütün bunlardan, bilinç ve istenç öğesinin sınıfsız topluma geçiş ve sınıfsız toplumun kurulması süreçlerinde, daha önceki toplumsal dönüşüm dönemlerinde olduğundan çok daha önemli olduğu ve çok daha büyük ağırlık taşıdığı sonucu çıkar.
5- TBKP ve Aydınlık arasında proletaryanın davasında düşmanlık temelinde bir ortaklık ve benzerlik bulunmasına karşın, bu iki revizyonist odağın yakın gelecekte, hatta orta erimde ciddi bir yakınlaşma yaşayacaklarını sanmıyorum. Birbirleri hakkında daha yumuşak bir dil kullanmaları, kısmen Sovyet-Çin ilişkilerinde yaşanmakta olan göreli yumuşamayla, kısmen de 12 Eylül sürecinin yarattığı atmosferle ilgilidir. Bakış açılarında meydana geldiğini ileri sürdükleri değişikliklere karşın, bu iki çevrenin Sovyet ve Çin revizyonizminin sözcüleri olmaları, farklı geçmişlere ve geleneklere sahip olmaları, yakınlaşmaları ve birleşmeleri önünde önemli birer engel oluşturmaktadırlar. Ülkemizde sınıf savaşımının giderek keskinleşmesine koşut olarak TBKP ve Aydınlık çevrelerinin anti-proleter ve revizyonist çizgileri daha belirgin duruma gelecek ve bu iki revizyonist odak arasındaki geçici bahar havası da giderek ortadan kalkacaktır. Ancak bu iki çevrenin özde aynı niteliği taşıyor olması, onların özgül yanlarını ve evrimlerinin yönünü görmemize engel olmamalıdır. TBKP’nin kadroları giderek açık açık bir teslimiyet çizgisine sürüklenirken, 1978-80 döneminde nesnel olarak siyasal gericiliğin bir parçası durumuna gelmiş bulunan Aydınlık çevresinin son yıllarda, sınırlı da olsa, olumlu yönde adımlar attığı ve hâlihazırda reformist-bürokratik bir çizgide yürüdüğü gözden kaçırılmamalıdır.

Nisan 1989

4. Ölüm Yılında Enver Hoca ve “Avrupa Komünizmi Anti-Komünizmdir”

Eserleri, saptama ve öngörüleriyle aramızda olmaya devam eden Enver Hoca’yı, Arnavutluk Devrimi ve AEP’nin önderi, revizyonizmin her türüne karşı mücadelenin yol gösterici neferi, sarsılmaz iradeli, yılmaz Marksist-Leninist, sahte “insanlık” edebiyatı yapan sapkınlık karşıtı bu gerçeklerin insanını, mücadeleci, insanlığın kurtuluşunun sınıfın kurtuluşundan geçtiğini bilen ve insanın gerçek özgürleşmesinin yolunda yürüyen ve yürüten örnek insan Hoca’mızı 11 Nisan 85’de beden olarak kaybettik.
Dakika heder etmeden tüm ömrünü sınıf ve insanlık için, devrim ve sosyalizm için ve bunun gereksindiği Marksizm-Leninizm’in saflığını korumaya hasrederek değerlendiren, Sovyetler Birliği ve diğer eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonundan çıkardığı derslerle ardında sağlam bir örnek bırakan Arnavutların ve dünya proletaryasının sevgili evladı, yoldaşı, ulusal ve sosyal kurtuluşları için mücadele eden halkların güvenilir dostu Enver adı proletarya ve devrim ve sosyalizm davasıyla, Marksizm-Leninizm’le kopmazca kaynaşmıştır. Enver Hoca denince akla proletarya, parti, devrim ve sosyalizm gelir ve tersi…
Önce zorlu anti-faşist ve işgale karşı savaş yılları.. İtalyan ve Alman emperyalizmi ve işbirlikçilerine karşı. Zaferin yarattığı koşulları değerlendirerek, Yunanistan, Fransa vb. örneklerinin tersine iktidar hedefine bağlanmış ulusal ve anti-faşist mücadeleyi proletarya devletinin kuruluşuyla taçlandırma. Anglo-Amerikan emperyalizminin baskıları ve yerli gericilik ve burjuvaziye boyun eğmeyiş ve iktidardan vazgeçmeyiş… Kurtuluştan sonra, gerilik ve gelişmemişlik gerekçesiyle “önce kapitalist gelişme ardından sosyalizm” teziyle özel mülkiyet ve sermayeye izin ve burjuvaziyle birleşme, “kapitalizmle sosyalizmin bütünleşmesi” yolunu izleyen Mao ve “ÇKP”si ve “Avrupa Komünizmi”nin bu yöndeki “teorileri” tersine, ekonomik, sosyal ve kültürel yönden geri kalmış, endüstriden yoksun, üretici güçlerin son derece aşağı düzeyde olduğu bir tarım ülkesi olan Arnavutluk’ta, bu durum, sosyalist üretim ilişkilerinin kurulmasının “gayet tabii çok önemli bir engeliydi, ama aşılmaz değil. Partimiz, üretici güçlerin yüksek bir düzeye ulaşmasını ve ondan sonra sosyalist ilişkilerin kurulmasına başlamayı bekleyemezdi” tavrıyla yabancı sermayenin tasfiyesine, toprak reformu ve kooperatif hareketinin geliştirilmesine, ana üretim araçlarının kamulaştırılmasına girişme… 76 Anayasasında ifadesini bulmak üzere, kentte ve kırda sosyalizmin ekonomik temelinin kurulmasıyla sınıf olarak burjuvazinin tasfiyesi ve yalnızca kardeş iki sınıf, işçi sınıfı ve kooperatif-çi köylülük ile sosyalist aydınlardan oluşan sosyalist Arnavutluk toplumunun yaratılışı…
Tüm bu dönem boyunca AEP ve Arnavutluk’u doğru yolundan döndürmek, parti ve devlet iktidarını ele geçirerek kapitalizm yolunu açmak isteyen çeşitli türden sapma ve revizyonist saldırı ve müdahalelere, emperyalizmin komploları ve kışkırtmalarına karşı koyuş, uyanıklık ve yorulmaz bir mücadele. Önce Tito’culuğun entrikalarıyla uğraşma, ardından Kruşçev’ciliğin yüzünün açığa çıkarılması, tehdit ve müdahale girişimlerinin üstesinden gelinmesi. Sonra Mao’culuğun burjuva ve demokratik, liberal, anti-Marksist pozisyonunun deşifre edilmesi ve Troçkizme karşı sürekli bir mücadele. Enver Hoca demek, revizyonizmin her türü için tam bir bela demektir.
Hoca’nın mücadele ve eserlerini sayarak sürdürmeyeceğiz yazımızı. Onun değerli bir eserini tanıtmayı seçtik: “Avrupa komünizmi anti-komünizmdir”. Enver Hoca’nın bu kitabını Türkçeye kazandırmakla YURT kitap-yayının Türkiye’de Marksizm’in mevzilerinin güçlenmesine katkısını kutluyoruz. Çevirinin, bazı yerlerde anlam bozukluklarına yol açan kötülüğü ve işin daha ciddi tutulması gereği ise, eleştirimiz.
“Değişen Kapitalizm”, “Eskimiş Marksizm”!
Enver Hoca’nın, Browderizm, Tito’culuk, Kruşçev’cilik ve Mao’culukla bağlantıları ve ortak özellikleriyle de Bernstein’cilik ve Kautskist klasik revizyonizmle birleşmişliği içinde gerçek içeriğini ortaya serdiği “Avrupa Komünizmi” üzerine eseri, yalnızca çeşitli bağlantılarıyla revizyonist Avrupa partilerinin yüzünü açığa çıkarmakla kalmıyor; eserin önemi, aynı zamanda, Kruşçev’ciliğin kaçınılmazlıkla ulaşacağı noktayı, henüz Gorbaçov döneminden çok önce, büyük bir öngörüyle ortaya koyuşundadır da. Ve eser, Türkiye açısından da ek bir önem taşıyor: Gericilik yıllarının burjuvaziyle birleşmeye, sınıf uyumuna, bireysel özgürleşmeye, proletarya, parti, devrim ve sosyalizm karşıtlığına ittiği, demokratizm modasına kapılan ve düzene entegrasyona yönelen liberalize solculuğun temel yönelimleri, Gorbaçov’culuğun yanı sıra, ona da belirgin bir temel sunan “Avrupa Komünizmi”nden özellikle philisten sürgünlük koşullarında etkilenmeye bağlı olarak şekillenmiştir. Aybar, Belge, T. Akçam, S. Aren gibileri, politik-ideolojik çoğulculuk savunucusu, Gorbaçov karşısında kayıtsız, geniş birlikçi-kanatlı partici “Yeni Öncü” gibi çevreler ve sınıf işbirlikçisi, yasalcı-parlamentarist, liberal-demokratik, reformcu TBKP ve SP (Aydınlık) gibi revizyonist akımlar, kimi tam ve açık olarak kimi bazı yönleriyle kendilerini gizlemeyi sürdürerek “Avrupa Komünizmi”nin izini sürüyorlar, Troçkizm, Mao’culuk ve Gorbaçov’culukla bulanmış halde. Ve doğal ki Bernstein’a, Kautsky’ye, Proudhon, hatta Bakunin’e yaslanarak ve sosyal demokrasiye övgüler düzerek… Hoca’nın eseri tümüne iyi bir yanıt oluşturuyor.
İspanyol revizyonist Carillo: “Leninizm’i günümüzün Marksizm’i saymak kabul edilemez”. Parti, “Marksist-demokratik devrimci” olmalı!
Togliatti’ci İtalyan revizyonistlerinin 15. Kongresi: “Marksist-Leninist deyimi, kuramsal ve ideolojik mirasımızın tüm zenginliklerini ifade edememektedir”.
Ve Fransız revizyonistler, parti belgelerinden Marksist-Leninist terimini çıkarmayı önerdiler.
“Böylece ‘Avrupa komünist revizyonistler’ uygulamada yıllar önce gerçekleştirdikleri Marksizm-Leninizm’le son bağlarını da koparıyor ve bunu kesmen ve açıktan açığa onaylamış oluyorlardı” diyor Enver Hoca. “Avrupa komünistleri, bugün Gorbaçov ve Türkiye’de örneğin M. Belge’nin yaptığı gibi, “burjuva toplumun Marks, Engels, Lenin ve Stalin zamanından sonra çok geliştiğini söyleyerek, bugünkü kapitalist toplumun ve çelişkilerinin yanlış bir görüntüsünü vermeye ve böylece de onların temel tahlil ve öğretilerinin ‘aşılmış ve çürümüş’ olduğunu göstermeye çabalıyorlar. Onlar bugünkü kapitalist toplumu birleşmiş olarak görüyor, bu toplumda proleter ve burjuva kutuplaşmasını ayırt etmiyor, bu iki sınıf arasındaki çelişkiyi artık temel çelişki olarak görmüyor, buradan hareketle, sınıf mücadelesini bu toplumun temel itici gücü olarak mülahaza etmiyorlar. Avrupa komünistleri ‘gelişme’den, ‘ilerleme’den, ‘refah’tan, ‘demokrasi’den vb. kaynaklanan bazı çelişkileri kabul etmekle yetiniyorlar. Onlara göre bu çelişkiler, eski çelişkilerin, özellikle de emek sermaye çelişkisinin yerini almışlardır.”
Bu “değişmiş kapitalizm” ve “eskimiş Marksizm” saldırısının 2. Dünya Savaşı sonlarına doğru Amerika’da ortaya çıkan ve modern revizyonizmin ilk belirişi olan Browderizmin tezlerinden kaynaklandığını söylüyor Hoca. Browderizm, “çeşitli biçimlerde batı Avrupa’nın, Avrupa komünistlerinin yanında, Çin ve Yugoslav revizyonistlerinin ideolojik ve siyasal platformlarının temelinde yatmaktadır” ve Kruşçev’ci çizgi, “başka formüllerle ifade edilse de Browder’in çizgisinin aynısı”dır, saptamasını yapan Enver Hoca, bu kaynak görüşü şöyle açıklıyor: “Amerikan emperyalizminin komünist partilere ve devrimci hareketlere zorla kabul ettirmeye çalıştığı teslimiyetçi ideolojik ve siyasal yolun ilk habercisi Browder’di. O, kapitalist gelişmenin tarihsel koşullarının ve uluslararası durumun değiştiği bahanesi ile Marksizm-Leninizm’i ‘çürümüş’ ilan etti ve onu katı dogma şemalardan oluşan bir sistem olarak niteledi. Sınıf mücadelesinden vazgeçmeyi savunarak ulusal ve uluslararası planda sınıf uzlaşması çağrısı yaptı. Amerikan emperyalizminin artık gerici olmadığını, burjuva toplumun yaralarını sarabileceğini ve emekçilerin iyiliği için demokratik yollarla gelişebileceğini sanıyordu. Sosyalizmi bir ideal, erişilecek bir amaç olarak görmüyordu artık… Ona göre büyük tekeller, bu emperyalizmin dayanakları, ülkenin demokratik ve sosyal gelişmesi için ilerici bir güç oluşturuyordu. Browder, kapitalist devletin sınıflı karakterlerini reddediyor, Amerikan toplumunu birleşmiş, uyumlu, sosyal düşmanlıkların olmadığı, sınıf işbirliği ve anlayışıyla donanmış bir toplum olarak görüyordu”.
“Proletaryasızlaşma” ! …
Bu “değişiklik” ve “eskimişlik” gerçek-üstücülüğünün temel bir gereksinimi ve sonucu proletaryanın da yapısı, niteliği, rolü ile değişmiş olmasının savunulmasıydı. Öyle oldu; bugünkü “elveda proletarya” ilanı, toplumun proletaryasızlaşması, sömürülen, ezilen bir sınıf olarak proletaryanın yok olması ve kapitalizmin doğurduğu mezar kazıcısı olarak onun burjuvaziyle uzlaşmaz karşıtlığına dayanmayan “yenilenmiş kapitalizm”de artık en ilerici ve devrimci, toplumsal alt üst oluş için yetenekli bir sınıf olmaktan çıkması doğrultusunda görüşler, örneğin M. Belge’nin proletaryaya ve ona dayanmaya itiraz eden görüşleri, yeni ortaya çıkmıyor; Browder’den bu yana savunula-geliyor. Yeni Müslüman eski komünist, revizyonist ideolog Graudy ile başlayarak FKP, Carillo’yla İspanyol revizyonizmi ve Togliatti ve Berlinguer ile İtalyanlar tarafından “Avrupa Komünizmi”nin bir temel tezi olarak yıllardır işlendi toplumun proletaryasızlaşması.
Carillo’nun “Avrupa Komünizmi ve Devlet” adlı sapkınlık savunusuna göre, “proletarya, bugün artık, sosyalizm için mücadeleyi yöneten toplumun en devrimci sınıfı değildir ve çeşitli derecelerde, bu rol tüm sınıflara aittir, özellikle de aydınlara, bu hain, Lenin devrinde, proletaryanın geri kalmış bir sınıf olduğunu, oysa bugün işçi sınıfının çok ilerlemiş bir sınıf olduğunu ve yanında da aydınların bilinç seviyelerini çok yükselttiklerini iddia ediyor.” Georges Marchais ise, “artık, Fransız proletaryasından değil, ancak Fransız işçi sınıfından söz edilebilir” diyor.
“Değişen” ve “tüketim toplumu”, “ileri endüstri toplumu” haline dönüşen kapitalist toplum “sınıfları da bir düzeye getirmişti”! ‘Tüm revizyonistler, Amerikan proletaryasını kafasında canlandırırken, ‘üst seviyede endüstrileşmiş’ Amerikan toplumunda Marks’ın anladığı anlamda bir proletarya olmadığını ‘kanıtlamaya çalışan Marcuse’nin yolunu izliyorlar. Ona göre bu proletarya artık tarihe karışmıştır” diyen Enver Hoca, “halen diye iddia ediyorlar, proletarya Marks ve Lenin zamanındaki proletarya değildir, sınıflar değişti, bu sınıflar artık, Marks ve Lenin’in tanıdığı ve konu ettiği sınıflar değildir. Bugün diyorlar, Avrupa komünistleri, burjuva sınıfı, sınıf olarak ’emekçiler’in içinde ergimiş, onlarla özdeşleşmiştir ve zenginlik küçük bir kapitalist kliğin elinde toplanmıştır, bunlar da mülkiyeti koruyup savunuyorlar. Örneğin Marchais, şunu ‘keşfetti’: Fransa’da halihazırda ‘hesaba katılan’ burjuvazi 25 endüstri ve finans grubunda toplanmış, geri kalansa ’emekçiler’denmiş! Avrupa-komünist revizyonistler için bugün kapitalist toplumun tüm sınıf ve tabakaları, özellikle de aydınları proletarya ile özdeşleşmiştir. Onlara göre bu bir avuç kapitalist bir yana, ayrım yapmadan tüm ötekiler, toplumu, burjuva toplumundan sosyalist topluma dönüştürmek isteyeceklerdir.” diye ekliyor. Marchais ve FKP’nin görüşlerini, revizyonizm suçuyla partiden atılan Garaudy’ye bağlayan Hoca: “Şimdi, öteki revizyonistlerce de yinelenen ve uygulanan Garaudy tezlerinde: ‘Bugünkü koşullarda devrime gerek yoktur, çünkü işçiler artık burjuva mülk sahipleri tarafından değil, fakat onların yerini alan teknisyenler tarafından yönetilen büyük kapitalist teşebbüslerin kârını etkin bir şekilde tedricen bölüşüyorlar’ diyordu.” görüşünü aktarıyor O’nun.
Enver Hoca, “Günlük yaşam, işçi sınıfının mücadelesi bu teorilerin maskesini indirmeye devam ediyor” diyor, Türkiye’de de örneğin M. Belge’nin proletaryayı ve rolünü reddeden yazısının mürekkebi kurumadan tırmanışa geçen ve yasal sınırları zorlayarak ilerleyen proletaryanın eylemi aynı şeyi yapmıyor mu? Hoca, Marks’ın bir temel tezine değinerek, “Marks’ın tezi, yani her işçinin ne ölçüde zenginlik üretirse o ölçüde yoksullaşacağını, ne denli çok meta üretirse, bir meta olarak kendi değerinin o denli azalacağını, proletaryanın üretim araçlarını kamulaştırmadan ve burjuva devlet iktidarını devrimle alaşağı etmeden sömürüden kurtulamayacağını açık bir şekilde kanıtlıyor” diyor ve devam ediyor: “Bugün Marchais, Berlinguer, Carillo ve yandaşları gibi revizyonistler, Marks’ın bu bilimsel görüşünü reddediyorlar. Günümüzde diyorlar, bilimsel ve teknik devrimin gelişmesi, işçilerin reformlar yoluyla elde ettiklerinden dolayı, proletaryanın göreli ve mutlak yoksullaşması süreci artık ortadan kalkmıştır. Bununla da, proletaryaya, tüm istek ve gereksinimlerinin kapitalistlerce verilen sadakalar ile yerine geleceğini, bu yüzden devrime gerek kalmadığını söylemek istiyorlar.”
“Değişen kapitalizm” ve “proletaryasızlaşma” tezlerinin ortaya atılış nedeni açıktır: proletaryadan söz edildiği yerde kutuplaşmanın geçerli olduğu kapitalist bir toplum ve proletaryanın sömürücü ve baskıcı burjuvaziye karşı mücadelesi var demektir. Bu mücadele nesnel olarak burjuvazinin ekonomik egemenliğinin yanında siyasal egemenliğini, iktidarını hedefler ve revizyonizmin “eskimiş dogmalar” olarak göstermeye çalıştığı Marksizm’le birleştiğinde bu mücadele sosyalizme ve sınıfsız topluma yönelir. Enver Hoca bu gerçeği de vurguluyor:
“Emekçiler baskı ve sömürüden kurtulup özgürce yaşamak ve kendi emeklerinin meyvelerini tatmak amacıyla ‘patronları’ ve ‘tiranları’ yıkmak için Marksizm-Leninizm’i bilmeden de mücadele edebilirler. Fakat Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in öğretileri sayesinde bu mücadeledeki doğru yolu, kendilerine vahşi kapitalist ormanda yol gösteren pusulayı bulur ve güvenli sosyalist geleceği gösteren ışığa kavuşmuş olurlar.”
Burjuvaziyi ve varlıklarıyla geleceklerini ona bağlamış revizyonistleri ürküten ise tam da budur. Sınıf zıtlığıyla kapitalizmin ve ezilen, sömürülen, geleceği kurmaya yetenekli, en devrimci sınıf olarak proletaryanın geçersizleştiği tezlerinin amacı, sınıf mücadelesi ve devrimin reddidir.
“Marksizm’in en büyük değerlerinden birisi, proletaryada sadece ezilen ve sömürülen bir sınıfı değil, zamanın en ilerici, devrimci sınıfını, tarihin kapitalizmin mezar kazıcılığı görevini verdiği sınıfı da görmesidir. Marks ve Engels bu görevin, sosyo-ekonomik koşulların kendisinden, proleter sınıfın üretim sürecinde ve sosyo-politik yaşamda aldığı yer ve oynadığı rolden, gelecekteki sosyalist toplumun yeni ilişkilerinin taşıyıcısı, yolunu aydınlatan kendi bilimsel ideolojisinin, kendi yönetici kurmayı komünist partisinin sahibi olması gerçeğinden doğduğunu ortaya koydu” diye yazar Enver Hoca ve dikkatlerin revizyonistler tarafından bilinçli olarak ekonomik egemenlik koşullarından, sömürüden, sınıf zıtlığının bu temelinden uzaklaştırılmaya çalışıldığını söyler: “Burjuva toplumda asıl olan, kapitalizmin işçi sınıfına vurduğu ekonomik zincirlerdir. Tüm kapitalist sistem bu tutsaklık üzerine kurulmuştur… Bu büyük gerçeği reddetmeye güçleri yetmeyen burjuva revizyonist teorisyenler, Marks’ın sözünü ettiği asıl ekonomik sömürü sorununu karartmaya, uydurma tezlerle yanlış olarak yorumlamaya çalışıyorlar. Emelleri, dikkatleri, ‘tüketici toplumun iyilikleri’ üzerinde toplamaya çalışarak, işçi sınıfını, kapitalizme karşı mücadelesinden caydırmaktır… Özellikle de, işçinin ‘tüketim toplumunda’ çok şeyden yararlandığı için ekonomik sorunlarının en sonda geleceği tezini överler. Onlara göre işçinin tüm kaygısı, salt dinsel sorunları, ailesi, karısı, televizyonu, arabası vb.dir. Sonuç olarak da, ekonomik sömürü sorunu, sözde artık sınıf mücadelesi ve devrimin temel sorunu değildir. Gerçekte burjuvazi tüm bunları, sorunu yumuşatmak, çalışan kitleleri burjuva düzeni yıkma mücadelesinden caydırmak için yapmaktadır.”
Revizyonizmin “Yeni Sosyalizm Yollan”
Peki, “değişen kapitalizm” ve ‘”proletaryasızlaşan” toplum karşısında “Avrupa komünistleri” ne tür bir “sosyalizm” öngörüyorlar? Türkiye’deki “yeni sosyalizm modeli” arayışları kuşkusuz yeni değil, “yem modeller” öteden beri aranıyor. Marks zamanında Proudhon” federalizmi”, “federalist sosyalizm” vardı, aranmış; Bakunin, sonradan Tito’culuğun ve “Avrupa Komünistlerinin” devraldığı “işçi öz-yönetimi”ni bulmuştu arayıp; Bernstein, yine “Avrupa Komünistlerinin” savunmayı sürdürdüğü “yapısal reformlar”ı öngörmüştü; Mao’nun bulduğu model “Çinlileştirilmiş sosyalizm”di; Dubçek “güler yüzlü sosyalizmi” aramıştı; son olarak Gorbaçov ise “insancıl sosyalizm”de karar kılmıştı. Bizim liberallerle, aynı, “değişen kapitalizm” ve “proletaryasızlaşma” dejenerasyonundan yola çıkan Avrupa komünistleri, onlara da örnek sunan “yeni modeller” yaratmışlardı: “İtalyan yolu”, “Fransız yolu”, “Üçüncü yol”, “Özyönetim sosyalizmi” gibi… Değişik terimlerle ifade edilen aynı öze sahip “yollar” ve “modeller”: kapitalist “sosyalizm modelleri”. Enver Hoca’nın deyişiyle bu “sosyalizmler” hâlihazırdaki kapitalist sistemdir.
2. Savaş sonrası “yeni sosyalizm modeli”ni ilk ortaya atan Browder’dir. O, ” ‘Komünizm yirminci yüzyılın Amerikanizmidir’ diye ilan ediyordu. Düşüncesine göre, tüm gelişmiş kapitalist ülkeler, Amerikan demokrasisinin örnek alınacağı burjuva demokrasisini uygulayarak tüm çelişkilerini çözebilir ve yavaş yavaş sosyalizme ulaşabilirdi.”
“Sosyalizmin İtalyan yolu”, sosyal demokratların ve Ekim Devriminin yolundan farklı bir “üçüncü yol”du. “Bu üçüncü yol İKP’nin 15. Kongresinde: ‘Çağın ulusal çizgilerine ve koşullarına, Batı Avrupa ülkelerinde bugün olduğu gibi parlamenter demokratik kurumlar üzerinde temellenen gelişmiş endüstri toplumlarındaki ortak önemli özellik ve istemlere uyarlanmış bir çözüm’ olarak sunuldu.” “FKP’nin 22. Kongresinde Marchais, sosyalizme sınıf mücadelesi olmadan gideceklerini, artık bu toplumu kurmak için proletarya diktatörlüğüne gerek kalmadığını açıkladı.” Carillo’ya göreyse, “komünistler bugün iktidarı şiddet yoluyla değil, burjuva iktidarı yıkıp proletarya diktatörlüğünü kurarak değil, kapitalist sistemin geçirdiği değişiklikleri göz önüne alarak, buna uygun başka biçimlerden yararlanarak almalıdır. Hâlihazırdaki burjuva toplum, kendi bünyesinde sosyalizmin tohumunu taşımaktaymış ve bu yüzden de proletarya sosyalizmin kurulmasıyla ilgilenen tek sınıf değilmiş.”
“Dönek Carillo’ya inanılırsa, çalışan kitlelerle günümüz burjuva devleti arasındaki anlaşmazlık özünden değişmiştir. Bu artık eski anlaşmazlık değildir, neden ki günümüzde burjuva devlet artık bir tüm olarak burjuvazinin değil, sadece onun küçük bir kısmının, büyük tekel gruplarını kontrol eden kısmının çıkarlarını savunan bir girişimci olmuştur. İşte bunun için de, şimdi devlet salt ileri proletaryaya değil, bizzat burjuvazinin büyük bir kesimini kapsayan geniş toplumsal sınıf ve tabakalara da doğrudan karşıdır. Büyük finans oligarşisine ve girişimci devlete karşı olan çeşitli sınıflardan elemanlar, devlet aygıtına nüfuz edebilir, girmiştir de. Bu ‘ilerici elemanlar’ sayesinde, reformlar yoluyla iktidarı ele geçirmek mümkündür.” “Devrimcilerin şimdiki stratejileri diyor Carillo, burjuvazinin devlet iktidarını yıkmak değildir, neden ki bunlar iktidarı ellerinde tutmamaktadır; bu strateji burjuva üretim ilişkilerini de yıkmak değildir, çünkü zaten değişmiştir bu ilişkiler. Yapılması gereken tek şey, ideolojik ve politik kurumları reformlar yoluyla ve kademe kademe, onları toplumsal gerçeğe uygun kılmak ve halkın yararına dönüştürmek için değiştirmektir.”
İtalyan ve Fransız revizyonistler de benzer terimlerle Carillo’nun formülasyonunu kullanıyorlar. Marchais, 25 tekel grubunun dışında burjuvazi tanımıyor, tüm geri kalan burjuvaları “emekçiler” ve “sosyalizm güçlen içine” dâhil ediyor; İtalyan revizyonistler ise polis ve papazlardan oy almakla, onları sosyalizme kazanmakla övünüyorlar.
Fransız revizyonistler, toplumun sosyalizm için devrim ve proletarya diktatörlüğünü gereksinmeyecek ölçüde olgunlaştığını, gelişen üretici güçlerin kendiliğinden sosyalizme götürmekte olduğunu iddia eden “teoriler” geliştiriyorlar. “Onların ağızlarına bakarsak, toplumdaki her sınıf, hatta her birey bir sosyalist olarak düşünmektedir. Onlara göre, sosyalizm, insanların bilincine öylesine etkin bir şekilde nüfuz etmiştir ki, bu bilinçle özdeşleşmiştir. FKP’nin 23. Kongresinde kabul edilen sonuç bildirisinde şöyle denmektedir: ‘Sosyalizm daha şimdiden gerçekleşiyor ve gelecekte de bir çok şekiller allında daha da ger çekleşecektir.”
“Sosyalizmin İtalyan yolu” ise, İtalyan revizyonistlerine göre, “Cumhuriyet anayasasında belirtilmiş çizgidir, bu da İtalya’yı siyasal demokrasi üzerine kurulmuş sosyalist bir topluma dönüştürmek için ülkeyi bu yola angaje etmektir”. Togliatti şöyle diyor: “Anayasanın belirlediği ve öngördüğü demokratik özgürlükler ve ilerici toplumsal dönüşümler alanında yer alan sosyalist bir gelişme amaçlamak uygundur… Bu anayasa şimdilik sosyalist bir anayasa değildir ama çok geniş bir birleştirici hareketin ifadesi olduğundan, öteki burjuva anayasalarından temelden değişiktir ve İtalyan toplumunun sosyalizme giden yolda gelişmesinin etkili bir temelini oluşturur.” Rus Kadetlerinin “anayasal demokratizminden” sonra “yeni model” “anayasal sosyalizm”! İktidarda değişikliğe gerek yok, anayasa çerçevesinde sosyalizme gidilebiliyor! Bizde de liberal “sosyalistlerimiz” aynı şeyi öngörmüyorlar mı? Aybar’dan Aren’e, Belge’ye dek. Ve modelleri “yeni” oluyor!
10. Kongrelerinde İtalyan revizyonistler, Togliatti “sosyalizmin İtalyan yolu”nun “yapısal reformlar yolu” olarak tanımladı. “Bu ‘yapısal reformlar’ teorisine göre, sosyalizme geçiş barışçı yollarla koparılacak tedrici reformlar yoluyla olacaktı. Bu tedrici reformlar, tekelci kapitalistlerin ülkenin tüm zenginliğini, silahlarını ve parlamentonun işletim ve yönetimini ellerinde tuttukları gerçeğine aldırış etmeden, sadece parlamentarizm aracılığıyla, yani oy gücüyle olacaktı. İtalyan revizyonistlerine göre, burjuva devlet çerçevesinde yürütülmesi güya mümkün olan ‘sosyo ekonomik yapısal reformlar’ sömürüyü ve sınıf eşitsizliklerini silip süpürecek ve giderek yönetenlerle yönetilenler arasındaki ayrılığın üstesinden gelmeyi, insanın ve toplumun tümden kurtuluşuna götüren ilerlemeyi gerçekleştirebilecektir.” Enver Hoca, Togliatti’nin “yapısal reformlar yolu”nun Berlinguer tarafından geliştirilerek “tarihsel uzlaşmaya” dönüştürüldüğünü, bu yolla tekelci burjuvazi ve yüksek ruhban hiyerarşisinin temsilcisi Hıristiyan demokratlara devleti kurtarmak amacıyla işbirliği sunulduğunu belirtiyor. İtalyan revizyonistler diyor Hoca, Hıristiyan demokratlarla işbirliğine gitmeden hükümet olan ve başarısızlığa uğrayarak “sosyalizmin barışçıl yolu”na gölge düşüren Allende’nin Şili deneyinden ders çıkararak, “sol koalisyon hükümetinden” vazgeçip Hıristiyan demokratlarla “tarihsel uzlaşmaya” yöneldiler. “Sosyalizme karşı” artık gerici sağ güçlerle koalisyonla gerçekleştirilecekti!
Avrupalı revizyonistlerin burjuva devleti savunmalarının adı, “sosyalizme gidişin demokratik yolu”dur. “Avrupa komünistleri, kapitalist toplumdan sosyalist topluma dönüşme yolunu, burjuva siyasi demokrasisinin en uç noktaya kadar ulaşmış bir gelişmesi olarak, niteliksel değil niceliksel bir değişikliğe götüren barışçı bir yol olarak gösteriyorlar. İtalyan revizyonistleri: ‘Siyasal demokrasi, bir devletin, hatta sosyalist bir devletin en yüksek bir örgütlenme kurumu olarak kendini gösterir’ diyorlar… Öte yandan İspanyol revizyonistler de ‘siyasal ve toplumsal demokrasi ne kapitalist, ne sosyalist bir üçüncü yoldur, kapitalizmle sosyalizm arasında geçici bir aşamadır’ diye iddia ediyorlar. ‘Demokrasi değişimlerin hem amacı hem aracıdır’ diyor Marchais. “Saf” sınıflar üstü demokrasi anlayışı, Gorbaçov’a ve bizim liberal demokratlarımıza Avrupa komünistlerinden, onlara da Bernstein ve Kautsky’den aktarılıyor. Ve demokrasi ne denli çok savunulur, ne denli demokratik araçlar kullanılırsa sosyalizme o denli gidilebiliyor! Geliştiriliyor, demokrasi ve sosyalizm oluyor, dönüşüme gerek kalmıyor! Amaç burjuva demokrasisini korumak ve genişletmek oluyor. Sosyalizm mi? Böylelikle zaten “sosyalizme” gidilecek!
“Yeni Yollar”ın Özel Mülkiyetçiliği
“Sosyalizmin” bu İtalyan, Fransız, İspanyol “yollarında yürümek ve bu tür “model “sosyalizmler” kurmak için mülksüzleştirmelere, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasına gerek yoktur. Avrupalı “komünistlerimiz” bu tür önlemlere, onlardan öğrenen Belge ve Aybar gibi, hiç tevessül etmediklerini ilan ediyorlar. “Avrupa komünistlerinin düşledikleri sosyalizm, içinde sosyalist ve kapitalist öğelerin birleştiği, ekonomi ve siyasette, temelde ve üst yapıda beraberce yer aldığı bir toplumdur. Onların “sosyalizminde’ hem ‘sosyalist mülkiyet’ hem de kapitalist mülkiyet olacaktır. Öyleyse sömüren ve sömürülen sınıflar da olacaktır” diyerek nitelik belirlemesi yapan Enver Hoca, “Avrupa Komünistleri”nden şu burjuva liberal görüşlerini aktarıyor: ” ‘Sosyalist bir toplumu gerçekleştirmek için, üretim araçlarının tümüyle ulusallaştırılması gerekmez’ diye ilan ediyorlar, İtalyan revizyonistleri. ‘Halk sektörünün yanı sıra… özel girişim de çalışacaktır… serbestçe ortaklaşmış köylü mülkiyeti… esnaflar, küçük ve orta endüstri… üçüncü sektördeki özel girişim…lerin oynayacağı özel bir rol vardır. Toplumun sosyalist anlamda değişimi sürecinin bu anlayışında, ekonomik sistem programlama ve pazar arasında, kamu girişimiyle özel girişim arasında bütünleşmeyi garanti edecek bir şekilde bağıntılı çalışmalıdır. ‘Fransız revizyonistleri de işte bu cins bir ‘sosyalizm’ iddia ediyorlar. Diyorlar ki: ‘Bu toplum, toplumsal mülkiyetin diğer biçimlerinin ve özel mülkiyete dayalı ekonomik bir sektörün yanı sıra, demokratik ulusallaştırmaların yeterli bir bütünlüğünü ister.’ Carillo’ya gelince, o ‘Ekonomik planda karma bir karakteri olacak olan bu sistem, mülk sahiplerinin sadece ekonomik planda değil, çıkarlarını simgeleyen bir ya da daha fazla siyasi partide de örgütlendikleri bir siyasi rejimde ifadesini bulacak, bu durum siyasal ve ideolojik çoğulculuğun öğelerinden biri durumuna gelecektir’ diyor.”
“Avrupa Komünistleri”, “kamu sektörü” ya da ulusallaştırılarak kapitalist devlet mülkiyeti haline getirilmiş kolektif mülkiyet biçimini sosyalist kolektif mülkiyet olarak gösteren aldatıcılık yanında, üretim araçlarının özel mülkiyetinin varlığını kabullenen ve hiç değilse bir ayağıyla ona dayanan bir “sosyalist model”, insanın insan tarafından sömürülmesinin sürdüğü ve süre-gideceği, bir kutupta zenginlikleri ellerinde tutan sömürücü bir azınlığın diğerinde yoksunluk ve işgücü meta durumunda, sefalete mahkûm kılınmış çoğunluğun bulunduğu kapitalist toplumun savunuculuğuna soyunmuşlardır. “Daha önce de kanıtlanmıştır ki, kapitalist mülkiyet ve burjuva devlet yok edilmeden sosyalizm var olamaz. İstisnasız tüm sektörlerde üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti ve proletarya diktatörlüğü kurulmadan sosyalizm kurulamaz”.
“Avrupa Komünistleri”, klasik revizyonistlerle, Kruşçev, tito ile özel mülkiyetçilikte birleşmelerinin ve Kruşçev’in yanı sıra Gorbaçov’un bugünkü özel teşebbüsçülüğüne yol vermelerinin yanında Mao Zedung ve ÇKP’si ile de tam bir birlik içindedirler. Japon emperyalizmine karşı mücadelenin zaferinden sonra Çin’de kurulan burjuva demokratik “Yeni Demokrasi” düzeni, “Avrupa komünistlerinin’ savundukları “sosyalizmle kapitalizmin bütünlüğü” ve “özel ve sosyalist mülkiyetin bir aradalığı” türünden orijinalliğin, kapitalist düzenin bir örneği olarak ortaya çıkmıştı. Çin’de kapitalizmin serbest ve sınırsız gelişmesinden yana olan ve sözde -üretici güçler teorisi uyarınca- “sosyalizme” ancak böyle gidilebileceğini savunan Mao Zedung, ÇKP 7. Kongresinde “bazıları” diyordu, komünistlerin özel girişimin, özel sermayenin gelişmesine, özel mülkiyetin korunmasına karşı olduklarını sanıyor. Bunun gerçekle bir ilgisi yoktur. Kurmaya çabaladığımız yeni demokrasi düzeninin görevi, geniş Çinli kitlelerinin toplumda özel girişimlerini, özel kapitalist ekonomiyi serbestçe geliştirmelerini garantilemektir.” Mao’yu, bir burjuva demokrat olmanın ötesinde benimseyip, Marksizm’i ondan öğrenmeye çalışanlar, bugünkü Gorbaçov’cu özel girişimcilik furyasında, hâlâ, O’nun Gorbaçov ve “Avrupa Komünizmi”nin açık kapitalist yolculuğuyla, giderek Bernstein ve Proudhon’la, Tito’yla birleştiğini görmemekte ayak direrlerse, bu konuda, kendilerini olsun ikna edebilirler mi? Kapitalizmin savunulacak yanı olmadığı açıktır ve bu konuda konuşup yazmaya da gerek yoktur.
“Avrupa komünistleri”, bizdeki Aybar ve M. Belge örneği “aşırı demokrat”, “devlet müdahaleciliği karşıtı” ve “sivil toplumcu”durlar. Bu görüşleriyle “özyönetim sosyalizmi”ni savunmaya yönelirler. “Halk sektörü”, halkın kapitalizmde kendi kendini ekonomik ve buradan hareketle siyasal olarak da yönetmelerinin temelini oluşturan “özyönetim” birimleridir. Marchais, Belge ile hemen aynı sözcükleri kullanarak (Belge’den öğrenmiş olmalı, tersi değildir herhalde!) devletçiliğe karşı çıkar: “Bugün, bu otoriteciliğe, boğucu merkeziyetçiliğe karşı mücadele ediyoruz… tersine biz, ulusallaştırılmış müesseselerin özyönetim otonomisiyle yönetilmesini, çalışanların -işçiler, memurlar, mühendisler ve kadroları- giderek bu yönetime daha etkin katılmalarını istiyoruz. Aynı şekilde, belediyelerin, bakanlıkların ve bölgelerin gerçek demokratik özyönetim karar merkezleri olmasını istiyoruz.” Özel mülkiyet ve özyönetim, bu ikisi birbirine pek uygun, ama yanlarında “sosyalizm” sözcüğünün kullanılması, ne denli güçlü bir yapıştırıcı bulunursa bulunsun olanaksız.
“Avrupa Komünistleri”nin “sosyalist devleti” de, kuşkusuz proletarya diktatörlüğünden başka her şey olabilirdi. Onlar gerçi proletarya diktatörlüğünü açık olarak reddetmişlerdir, ama bu açıklığa ulaşmamış olsalardı da, örneğin Mao Zedung gibi onu laf olarak kullanmaya devam etselerdi, şimdiye dek anılan görüşleriyle, aslında savundukları tam da burjuva devlet olurdu. Ama “Avrupa Komünistleri” ve özellikle Carillo, Enver Hoca’nın deyişiyle “eldivensiz revizyonizmdir” ve burjuva devleti savunmada oldukça açık bir tutum içindedirler. Anayasasıyla, parlamentosuyla savunuyorlar onu. En çok, “herkesin” olacak bir devlet istiyorlar. Finans oligarşisinin tahakkümünü engellemek genel olarak burjuvazi, küçük burjuvazi, esnaflar, papazlar, polisler, yargıçlar ve bu arada da proletarya, devleti ele geçirdiler mi sosyalizm davası kazanılmış olacaktır; Onlar, Hoca’nın dediği gibi Lassalle’ın “özgür halk devleti”ni savunma durumundadırlar. Ve böyle bir devlete, herhangi bir kırıp parçalama eylemi olmadan, anayasal çerçevede, düzen partileriyle birlikte, hatta “tarihsel uzlaşma” yoluyla gidilecek, sosyalizm de, bugünlerde dünyada ve Türkiye’de pek moda olduğu üzere çoğulcu bir toplum olacaktır: parlamenter çoğulcu demokrasi devleti.
“Revizyonistler kendi ‘sosyalizmlerinde’ partilerin ‘münavebe’ ile hükümet olabileceklerini ve birden fazla parti olacağını ilan ediyorlar. Bu konuda tutarlı olduklarını söylemek uygun olacaktır. İçinde uzlaşmaz sınıfların, burjuvazinin çeşitli tabakalarının, özel çıkarlı kapitalist grupların bulunacağı bir toplumda başka başka partiler de olacak ve orada kapitalist toplumun durumuna ve gereksinmeye göre, çeşitli partiler nöbet değiştirecektir. Fakat Avrupa komünistlerinin konuyu bilerek çarpıttıkları nokta şurada: onlar bu çoğulculuğu, burjuva devlet arabasının atlarının değiştirilmesi uygulamasını demokrasinin doruk noktası, bütün toplumsal sorunları çözme olanağını yaratan koşullar olarak sunmaktadırlar. Amaçları, gerçek sosyalist toplum anlayışını bile saptırmak, burjuva devletini ve onun kurumlarını, devrime ve eski burjuva devletini parçalamaya gerek kalmadan, sanki sosyalist amaçları gerçekleştirebilecek güç ve yetenekte göstermektir” diyor Enver Hoca.
Proletarya Hegemonyasını Ret ve Partinin Tasfiyesi
Ve “Avrupa komünistleri”, “değişen kapitalizm” ve proletaryasızlaşma” tezlerinden yola çıkıp, çeşitli burjuva katmanlarla birlikte “tarihsel uzlaşmayla” geçileceğini söyledikleri “anayasal sosyalizm”de, üstelik siyasal-toplumsal örgütlenme çoğulculuk esasına dayalı olacağından, kuşku yok ki devrimde proletarya önderliği ve hegemonyası diye bir şey tanımıyorlar. Bir yandan işçilerin köylülerle ittifakı yerine burjuvaziyle, onların temsilcisi partilerle “tarihsel uzlaşmayı” ve ittifakı geçiriyor; diğer yandan, doğal olarak, proletaryayı sosyalizmin güçlerinden yalnızca biri olarak saptıyorlar, o da proletarya değil, “emekçiler” olmak üzere, çeşitli burjuva katmanlarıyla bir arada. Hegemonya yerini uzlaşmaya, bir diğer deyişle burjuvazinin kuyruğu oluşa bırakıyor.
“Tüm dönemlerde, işçi sınıfına ve onun yönetici rolüne ilişkin tutum, devrimci bilincin mihenk taşı olmuştu. Devrimci harekette proletarya hegemonyasının yadsınması reformizmin en kaba şeklidir diyordu Lenin. Ama bu kabalık İtalyan revizyonistlerini hiç mi hiç endişelendirmemektedir. Reformizmlerini o denli kabaca övmektedirler ki, gerçekten, gülünç duruma düşmektedirler, ‘kapitalizmi arkada bırakıp, sosyalizmi kurma sürecinde işçi sınıfının yönetici rolü, tüm anayasal partilerin, kuşkusuz her zaman demokratik anayasal kurallara bağlı kalırken, toplumun sosyalist dönüşümünü istemeyen, buna karşı çıkan partilerin bile, tüm haklara sahip olduğu demokratik sistem çerçevesinde, sosyalizmi isteyen farklı parti ve gruplar arasında işbirliği ve anlaşma yoluyla gerçekleştirilebilir ve gerçekleştirilmelidir’ deyip duruyorlar.” diye yazıyor Enver Hoca.
Sosyalizmi kurmaya yetenekli tek güç ve kapitalist toplumun en devrimci sınıfı olarak proletaryayı ve onun hegemonyasını yadsıyan “Avrupa komünistleri”, Browder ve Tito’nun peşinden ve Kruşçev’le birlikte proletaryanın sınıf partisini de tasfiye etmişlerdir.
Browder, “komünistler, diye yazıyordu, pratik politik amaçlarının uzun bir süre ve tüm temel sorunlarda komünist olmayan büyük bir kitlenin amaçlarıyla uyuşacağını öngörüyorlar, bu olguyla siyasal eylemlerimiz bu cins büyük hareketler içinde eriyecektir. Bu nedenle komünistlerin ayrı bir siyasi partisinin varlığı uygulamada bir yarar sağlamaz, tersine daha büyük bir birliğin önünde engel teşkil edebilir. Bunun için komünistler ayrı siyasi partilerini dağıtıp, bugünün görevlerine, bu görevlerin yerine getirilmesinde kullanılacak siyasi yapıya daha iyi uyan yeni ve değişik örgütlenme biçimleri bulacaklardır.”
Titocular’a gelince, onlar da “önce, Marksizm-Leninizm’i, onun sosyalist toplumdaki devrimci gücünün, komünist partinin rolü ve görevi konusundaki prensiplerini değiştirdiler. Proletarya diktatörlüğü sisteminde komünist partisinin yaşamın her alanındaki rolü hakkındaki Marksist teze saldırdılar… Browder örneğinde olduğu gibi, sadece partinin ismini komünistler birliği olarak değiştirerek değil, amaçlarını, işlevini, devrim ve sosyalizmin kurulmasında oynayacağı rolü değiştirdiler ve onu tasfiye ettiler. Titocular partiyi bir eğitim ve propaganda derneğine çevirdiler.”
Kruşçev, partinin adını değiştirmedi, prestijinden yararlanmaya çalıştı bu adın, ama içini öncü boşalttı sonra burjuva revizyonist cürufla doldurdu; Kruşçev’in proletarya partisinden “bütün halkın partisi”ne dönüştüğünü ilan ettiği parti, “ordu, polis ve burjuva diktatörlüğünün öteki örgütleri gibi kitleleri baskı altına almak için bir örgüte dönüştü.”
“Avrupa komünistleri”ne, örneğin İtalyan revizyonistlerine bakıldığında, Togliatti, daha 1956’da, Kruşçevci Kongrenin hemen ardından, sosyalizmle kapitalizmin bütünleşmesi görüşünü ortaya atıp, komünist partinin zorunlu olarak sosyalizme ulaşmak için proletaryanın mücadelesinde tek yönetici olmadığı tezini geliştirmişti. Moskova dönüşü, “Togliatti, Napoli’de, sınıfsal bileşimiyle, ideolojisi ve örgütsel yapısıyla Leninist bir partiden farklı ve ‘kitlelerin yeni partisi’ diye adlandırdığı düşüncesini, hatta platformunu ileri sürdü. “Togliatti’nin istediği gibi bir prensipsiz birleşmeler siyasasının, bir reformlar siyasasının, reformist, geniş, sınırsız, herkesin dilediği anda girip çıkabileceği bir parti gerektirmesi çok doğaldı.” diyor Enver Hoca. Bizim sahte “birlikçiler”, “geniş birlikçiler”, Browder örneğini izleyerek “birliğin” selameti için kapılarına kilit vurmaya ne zaman sürüklenecekler dersiniz? Kehanet mi? Hayır, bugün yasala çıkmak için fedakârlıktan kaçınmayanlar, Berktay gibi “birlik” uğruna “programatik tavizler” öngörenler, teorik pazarlıklarla “birlik” oluşturanlar, “kanatları” ve doğal olarak teoride sınıf dışı unsurlarla bir aradalığı, “her türden düşüncenin içinde barınacağı” partiyi savunanların bu noktaya varacaklardır. Reformcu, sınıf işbirlikçisi temel yönelimleriyle varacaklardır bu noktaya. Uzlaşmacılığın sonu yoktur. Ve zaten her türden düşüncenin partide barınması yanlılarının, örgütsel açıdan sınırlayarak alsak bile, partiye ilişkin tutum konusunda İtalyan revizyonistlerinden ne farkı var? Aynı Aydınlık ve TBKP gibi proletarya diktatörlüğü retçisi, burjuva cumhuriyet ve anayasa ve anayasal çerçeve savunucusu İtalyan revizyonist partisinin tüzüğünün üyeliğe ilişkin maddesi şöyle: “İtalyan Komünist Partisi, felsefi görüşlerine, kökenlerine ve dini inançlarına bakmadan, siyasi programını kabullenen, parti örgütlerinden birinde çalışarak onu başarmaya çalışan 18 yaşından büyük, tüm yurttaşlara açıktır.” Marksizm dışı felsefeler ve dinsel öğretilerle donanmış, “her türlü düşünceyi” özgürce” savunabilen üyelerle, kuşkusuz ancak anayasal çerçeve savunulabilir ve zaten bu üyelik koşulu ve ileri sürülen üyeliğe ilişkin örgütsel ilke “anayasal sosyalizm” reformizminin gereksindiği şeydir. Bizim “anayasacılar”ın, yasala “sosyalistlerimiz”in, programlarında işçi yerine “emekçilerin” sözünü edip proletarya devleti sorununa hiç değinmeyenlerin TBKP, SP ve benzerlerinin “her türlü düşüncenin içinde barındığı kanatlı parti” savunuculuğu yapmalarında ilginç ve anlaşılmaz bir şey yoktur.
“Avrupa komünistleriyle” birleşme halindeki Maoculuğu, onun “yüz çiçek açsın, bin fikir yarışsın” liberalizmi, Marksizm, parti ve proletarya retçiliğini benimseyip savunan, onun en gerici yanlarına sahip çıkan Aydınlıkçılarla, “Avrupa komünizmine” cesaret verip yol açan ve yine onunla birleşme halindeki Kruşçevciliği daha da liberal bir pozisyonda savunup sürdüren Gorbaçovcu TBKP, hiç şüphesiz “Avrupai” olmak durumundadırlar. Ve “en geniş birlikler” peşinde, bu akımların, önce kendi konum ve nitelikleriyle pek bir farklılık göstermeyen sosyal demokratlarla ve giderek burjuvazinin diğer akımlarıyla birleşmeye ve partilerini de daha “geniş birlikler” uğruna feshe, Browder’in izini sürmeye yönelmeleri şaşırtıcı olmayacaktır.
Bunun ilk “adımları görülüyor: sosyal demokratlarla birlik, tartışma gündemine sokulma yolunda. M. Belge, sorunu Türkiye’de ilk ortaya atan olma şerefini kazandı, İsmail Cem de olurluyor bu olasılığı. İlham, “Avrupa komünistleri”nden. İtalyan revizyonistleri Alman sosyal demokratlarıyla birlik konulu görüşmeler yapıyorlar ve ortak yayına yöneldiler. Bu tutumun kökleri eskide; ne,”insanlığın önünde duran global sorunların çözümüne dünya toplumunun birlikte çabalarıyla temel hazırlamanın şimdiye kadarki en geniş sosyal ve politik tabanı oluşmaktadır”, “komünistlerle sosyal demokratların somut istemleri birbirinden çok farklı değildir” diyerek en önce sosyal demokratlarla birleşmeye yönelen Gorbaçovculuk, ne de Türkiye’de “cesurca” filizlenmeye başlayan sosyal demokratlarla birlikçilik özgündür, “ilklik” şerefine nail olabilmiştir. Her türlü gerici, anti-Marksist sapkınlığı zincirinden boşanmışçasına savunan, “eldivensiz” Carillo’ya değil de, İtalyanlara müracaat edilirse, partilerinin son Kongresinde, İtalyan Parlamentosu’nun eski başkanı ve parti yönetim kurulu üyesi İngrao, “sosyal demokrasiden öğreneceğimiz çok şey var” diyordu. Bu “değerli bir itiraftı”, çünkü gerçekten, “Avrupa komünistleri” tüm düşünsel ve eylemsel durumlarıyla, çizgi ve taktikleriyle, örgütsel yapılarıyla sosyal demokrasiden ayırt edilemez bir noktaya varmayı başarmışlardır. Onlar, modern revizyonizmin klasik revizyonizmle, sosyal demokrasiyle birleşip bütünleşmesinin ifadesidirler. Enver Hoca’nın saptaması şöyle: “Sosyal demokrat tipteki klasik revizyonizm, çağdaş revizyonizmle bütünleşmiştir. Bernstein ve Kautsky’nin kuramları, bazen açıkça, bazen değişik biçimde, revizyonist Browder’de, Kruşçevci revizyonizmde, Titocu revizyonizmde, Fransız revizyonizminde, Togliatti’nin İtalyan revizyonizminde, sözde Mao Zedung düşüncesinde ve tüm revizyonist akımlarda vardır.” Ve: “Batı Avrupa revizyonist partilerinin programları aynı nakaratı yineleyen sosyalist, sosyal demokrat ve burjuva partilerinden farklı olmayan tipik reformist programlardır. Gerçekte revizyonistlere esin veren bu sosyal demokratlardır.” Enver Hoca’nın konuyla ilgili bir başka saptaması da, “sosyal demokratlar, bugün yalnız ideolojik ve siyasal olarak değil, aynı zamanda toplumsal olarak da ‘büyük burjuvazi’ ile kaynaşmışlardır” şeklinde. Sosyal demokratlarla birleşme girişiminde olanlar, aslında büyük burjuvaziyle, tekellerle birleşme girişimindedirler Avrupa’da, Türkiye’deyse orta burjuvaziyle, hatta onun üst kesimiyle, tekellerle yakın bağlara sahip kesimiyle…
Stalin’e Saldıran, Lenin’e Saldırmak Zorundadır.
Enver Hoca “Avrupa komünizmi”nin bir önemli özelliği olarak da, Stalin karşıtlığından Lenin karşıtlığına evrilişin üzerinde duruyor.
“Bugün, Avrupa komünistlerinin güya gerçek sosyalizmin hiçbir zaman hiçbir yerde gerçekleşmediği, Lenin’in ve Stalin’in Sovyetler Birliği’nde kurdukları sosyalist toplumun güya ‘sosyalizmin çarpıtılması’, gerçekteyse Marks ve Lenin’in sosyalizm hakkında anlayış ve düşüncelerinin bir ‘başarısızlığı’ olduğunu ‘kanıtlamak’ için harcadıkları çabalar, onların komünizm düşmanlığının, bugünkü burjuva toplumunu el değmemiş olarak koruma arzularının ifadesinden başka bir şey değildir.
“Fransız, İtalyan, İspanyol revizyonistleri sosyalizmi yadsıma noktasına gelinceye dek uzun bir yol kat ettiler. Önce, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin iyi, adaletli, fakat Çarlık Rusya’sının özel tarihi koşullarına bağlı, bu yüzden de gelişmiş kapitalist ülkelere uygun olmayan “Leninist-sosyalizm’ ile, güya, bunun bir çarpıtılmışı, bozulmuşu ve bürokratlaştırılmışı vb. gibi nedenlerle kötü olan ‘Stalinci sosyalizm’ olarak ikiye ayrıldığını ileri sürdüler. Yargılardaki bu evrim rastlantısal değildir. Eğer ‘Leninci deneyim’ ihtiyatla bile olsa kabul edilseydi, eğer iktidarın ele geçirilişinde devrimci şiddetin kullanılışı kabul edilseydi, o zaman Avrupa komünistlerinin sosyalizm modeli geçersiz olacaktı. Marks’ın öğretilerini geliştiren Lenin’in devrim ve sosyalizmin kuruluşu teorisi öylesine bir bütün, öylesine uyumlu, bilimsel ve uysaldır ki, ya olduğu gibi kabul ya da reddedilmelidir. Bu öğreti uzlaşmaz çelişkilere, mantık planında saçmalıklara düşülmeden parçalanamaz.
“Böylece, Avrupa komünistleri, Stalin’e karşı olmakla yetinmeyerek şimdi, bundan kendilerini kurtardıklarını ve Avrupa komünizmini kurmak için yolu bulmalarına izin verdiğini düşünerek Leninizm’i de terk ettiler.”
Peki, önce neden Stalin? “Avrupa komünistleri”,ve sosyalizme düşmanlaşma yolundaki tüm eğilimler, tüm kişiler neden öncelikle Stalin’e saldırıyorlar, saldırmaya niçin Stalin’le başlıyorlar ve neden kaçınılmazlıkla sonra sıra Lenin’e geliyor? Enver Hoca açıklıyor:
“Son zamana kadar, batının revizyonist partileri, Kruşçevci-emperyalist, anti-komünist kampanyada, Stalin’e karşı birleşmişlerdi. ‘Stalinizmden kurtuluş’tan, kendi düşüncelerine göre Stalin’in çarpıttığı Leninizm’e ‘dönüş’ten söz ediyorlardı büyük bir hevesle şimdilerdeyse, ‘bilimsel sosyalizmin’ kurucularına, Marks ve Engels’e dönmek için, Leninizm’i bir yana bırakmayı vazediyorlar.
“…Kruşçevci de olsa, ‘Avrupa komünisti’ de olsa, tüm revizyonistler Stalin’e, Lenin’e, Marks’a da aynı ölçüde vahşice ve kurnazca saldırıyor.
“Saldırılarının o zaman için Lenin’i geçici olarak dışarıda bırakması ve Stalin’e karşı yoğunlaşması sadece bir taktik gereğiydi. Çünkü sınıf mantıkları, revizyonistlere ve emperyalistlere, o zaman için, Sovyetler Birliği’nde-ki sosyalizmi ortadan kaldırmanın ve Marksizm-Leninizme, onun ilk uygulandığı yerde saldırmanın daha iyi olacağını öngörmüştü…
“Stalin’in adı ve eserleri, Sovyetler Birliği’nde, proletarya diktatörlüğünün gerçekleşmesi ve ülkede sosyalizmin kurulması ile doğrudan bağlantılıydı. Gericilik ve tüm anti-komünist çirkef, Stalin’i ve onun tüm yaşamı boyunca, uğruna mücadele ettiği sosyal sisteme çamur atarken, yalnız sosyalizmin en güçlü, en büyük tabanını değil, aynı zamanda tüm dünyadaki yüz milyonlarca insanın komünist düşlerini de yıkmak istemekteydi. Stalin’e ve eserine saldırılarıyla, devrim savaşçıları arasında karamsarlık ve bilinçsizce, yanlış bir ülküyü izleyen bir insanın acı düş kırıklığını yaratmak istiyorlardı.
“Şimdiyse, revizyonistler toplarını Leninizm’e çevirdiler. Peki, Leninizm’e bu saldırı niçin gündeme geldi? Niçin özellikle Avrupa komünistleri bu saldırının bayraktarlığını yapıyorlar?
“Stalin’e saldırırken, sosyalizmin kurulmasının kuram ve uygulamasına saldırmak isteyen Kruşçev gibi, Avrupa komünistleri de, Lenin’e saldırırken proletarya devriminin kuram ve uygulamasına saldırmak istiyorlar.
“Lenin’in eseri çok geniş kapsamlıdır, ancak devrimin hazırlanması ve tamamlanmasına sıkı sıkıya bağladır. Bunun için de, Stalin’den kurtulmadan Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi yıkamayan Kruşçev gibi, Avrupa komünistleri de Lenin’i emekçilerin aklından ve gönlünden söküp atmadan devrimi tümden zayıflatıp sabote edemezler.”
İlk proletarya diktatörlüğünün uygulayıcı önderi, SB’nde sosyalizmin inşasının yürütücüsü Stalin’e saldıranlar, kara çalanlar, eskilerin yanında, yeniler, Gorbaçovlar, bizdeki uzantılar, TBKP ve yandaşları, troçkistler, hızla troçkizme kayan, her ağız açış ve ele kalem alışta Stalin’e saldıran “Yeni Öncü” ve “İşçiler ve Toplum” gibi çevreler, sözde Stalin’e sahip çıkar görünüp, O’nu “aşma”ya çalıştıklarını iddia ederek saldırısını daha dikkatli sürdürmeye yönelmiş Aydınlıkçılar, liberterler, Belge, Aren gibi liberal aydınlar Lenin’e de saldıracaklardır. Aybar bugünden saldırıyor. Belge, “hala Marksist” oluşumu yalnızca “gelenek”e bağlıyor, yoksa bugünden sadece Lenin’e değil Marks’a bile saldırıyor, hem de temelinden, diyalektik materyalizmi açıktan reddederek. SBKP MK üyesi A. Çipko da daha bugünden “Stalinizmi Marksizm’in uzantısı” ilan ederek, saldırısını Marks’a kadar vardırdı. Bu durum gelişecek ve genelleşecektir. Modern revizyonistler, Enver Hoca’nın belirttiği gibi, Lenin’e açıktan saldırmadan edemeyecek, şimdi içlerinde az-çok sakladıklarını ortaya dökeceklerdir. Her şeyin ötesinde, çünkü proletarya ve proletarya devrimi ve diktatörlüğü reddedilerek ne Lenin’in ve ne de Marks’ın adı ağza alınabilir. Stalin’le başlamak ve en çok kini Stalin’e duymak doğaldır, çünkü tüm gözlerin üzerinde olduğu ilk proletarya diktatörlüğünün uygulayıcısı olan, burjuvaziye, revizyonist ve oportünistlere, her türlü geriye dönme eğilimine göz açtırmayan, proletarya ve sosyalizme eylemli saldırıya geçenleri yargıya yollayan, sosyalizmin inşasını durmaksızın ilerleterek her geçen gün geri dönüşün umutlarını kıran, liberalizme, bireyciliğe, burjuva özgürlükçülüğüne karşı sosyalizmi, toplumculuğu ve çoğunluğun demokrasisini teori ve pratikte savunup uygulayan Stalin’dir. Fikirler görmezden gelinebiliyor, işe gelmeyince atlanabiliyor, örneğin Marks barışçıl geçiş yanlısıydı ve zaten proletarya diktatörlüğü sözcüğünü bir kez (!) kullanmıştı diye geçiştirilebiliyor, ama eylemler, proletaryanın demir yumruğu görmezden gelinemiyor, burjuvaların, revizyonistlerin, burjuvaziyle birleşme eğilimindeki aydınların öfkesini çekmezlik edemiyor, sınıf kinini biriktiriyor. Stalin’e karşı duyulan, sınıf kinidir. O’na gösterilen düşmanlık, proletaryaya ve ilk proletarya demokrasisine duyulan düşmanlıktır. Ama onun teorisini Marks yapmış ve Lenin geliştirmiştir. Her şeyin bir sırası var: Stalin’den sonra sıra Lenin’de ve daha sonra Marks ve Engels’e gelecek.
Ama modern revizyonistler, inkârlarını yeni koşullara uygularken yeni şeyler keşfetmiyorlar. Bizdeki “liberal sosyalistler”, Gorbaçovcular, hep eski cephaneliği kullanıyorlar, Mao’nun, Tito’nun, Troçksy’nin, “Avrupa komünistlerinin” vb. “silahlarım” aldıkları cephaneliği. Proudhon’ların, Bernstein’ların, Kautsky’lerin cephaneliğini. Enver Hoca şunları söylerken tamamen gerçeği vurgulamış oluyor: “Eskimiş olduğu bahanesiyle Marksizm-Leninizm’i reddetme çabalarında ve hep birlikte sosyalizme geçmek için yeni teori arama adına burjuvalar, papazlar ve polisler, sınıf mücadelesi olmadan, devrim olmadan, proletarya olmadan sosyalizme geçme iddialarıyla Avrupa komünistleri yeni hiçbir şey icat etmemiş, yeni bir şey yapmamışlardır.” Ne Gorbaçov, TBKP, ne Belge, ne Aydınlıkçılar ve diğerleri yenilik yaratabildiler “yeni model” kurgulamaları ve “eskimişlik” iddialarıyla.
“Avrupa Komünizmi”nin Evrimi
Enver Hoca, eserinde, “Avrupa komünizmi”ni, ortaya çıkış koşulları ve komünist partilerin taşıdıkları zaaflarla revizyonizme evrimi süreciyle birlikte inceliyor.
“Fransız Komünist Partisi’nin revizyonizme evrimi bir günde olmadı. Nicelik nispeten uzun bir dönemde niteliğe dönüştü” diyor. Kuşkusuz, İtalya ve İspanya’da da revizyonizmin egemenliği bir günde sağlanmadı. Bu partiler, böyle bir evrime elverişle koşullarda, taşıdıkları belirli temel zaafları gelişmesiyle dönüştüler. “Bu partilerde ideolojik, örgütsel bozulma, zaten daha önceden değişik düzeylerde ve farklı biçimlerde başlamıştı. Uzun bir süreden beri içlerinde sahte-devrimci teori ve pratik uygulanmaktaydı.”
Bu dönüşüm nasıl oldu? “İkinci Dünya Savaşı’nda, Avrupa’da anti-faşist savaşın köklü halk devrimlerine dönüşmesini gerekli ve mümkün kılan birçok etken oluşmuştu… Faşizme karşı savaş, yalnız ulusal kurtuluş amacıyla değil, demokrasinin korunması, geliştirilmesi amacıyla da bir savaş olacaktı ve komünist partiler, bu iki amacın gerçekleşmesi mücadelesini sosyalizm mücadelesiyle birleştirmeliydiler… Batı Avrupa komünist partileri, 2. Dünya Savaşı’ndan ve faşizme karşı zaferin yarattığı uygun koşullarda yararlanacak nitelikte olmadıklarını gösterdiler… komünist Enternasyonal’in 7. Kongresi… partilere, belirli koşullarda her zaman faşizme karşı çıkarak, onunla mücadele ederek sosyal demokrat hükümetlerden tamamen farklı olan tek cephede birleşmiş hükümetler olanağını yaratmayı öneriyordu. Bunlar, faşizme karşı savaş aşamasından demokrasi ve sosyalizm için savaş aşamasına geçmeye hizmet edeceklerdi. Buna karşın İtalya ve Fransa’da faşizme karşı verilen savaş, Komintern’in önerdiği biçimde hükümetlerin kurulmasına neden olmadı. Savaş bitince burjuva tipi hükümetler iktidara geldi… İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar genel olarak doğru yolda yürüyen FKP bile, başka şeylerin yanı sıra, iç ve dış koşulların gerçekçi bir analizinin yapılmasını engelleyen yanlışlarının, sapmalarının, zayıflıklarının üstesinden gelemedi.”
Ve Enver Hoca, bu “yanlışlık, sapmalar ve zayıflıklar”ın neler olduğunu, elinde adaletin terazisi, bu partilerin doğrulan ve olumluluklarını da belirterek ortaya koyuyor:
“FKP, ülkede halk cephesinin kurulmasında öncü bir rol oynamış, ..Halk Cephesi sloganını atmıştı. Ancak FKP koşullardan yararlanmayı, işçi sınıfının çıkarma kullanmayı bitmemiş., bilememişti.
“Fransa’yı tehdit eden iç ve dış faşizm tehlikesi konusunda FKP açık konuşmuş, tehlikeyi haber vermiş, sokaklarda gösteriler yapmış, ne var ki, faşizme karşı önlemleri ve başka şeyleri ‘meşru’ hükümetlerden, burjuva parlamentosunun oluşturduğu burjuva hükümetlerden beklemişti. Kitle mücadeleleri, grevler, gösteri ve eylemlerin yerini, Leon Blum’un evinde Thorez ve Duclos ile yapılan haftalık görüşmeler almıştı.
“FKP, eylemlerini sonuna kadar götürmedi, çünkü faşizme ve gericiliğe karşı gerçek bir mücadele amacıyla örgütlenmemişti. Yaptığı propaganda ve ajitasyon, yönettiği grev ve gösteriler, iktidarı burjuvaziden alma çizgisinde değildi. Gerçekte Marksizm-Leninizm’in temel tezlerini reddetmiyorlardı, ancak, partinin etkinlikleri ve mücadelesi, bilinçsiz bir şekilde ve istemeden, reformları ve sendikal düzeyde istemleri amaçlayan bir mücadele niteliği kazanmıştı.
“İspanya’da savaş başladığında, FKP, propaganda, ajitasyon, araç gereç yardımıyla İKP’ye ve İspanyol halkına, Franko’ya karşı verilen savaşta etkin olarak yardım etti.
“Fransız komünistleri ve işçi sınıfı İspanya savaşında, muharebelerde yeni deney kazandılar. Bu da Fransız proletaryasının eski devrimci mücadele geleneğini zenginleştirdi… Bu devrimci birikim, 2. Dünya Savaşı’nın ve Fransa’nın işgalinin kritik zamanlarında partiye hizmet etmeliydi, ancak bu deneyimlerden yararlanıldığı söylenemez.
“Daladiers ve Bonnet’nin… Münih politikasını FKP gösterdi. Kararlılıkla, Sovyet-Alman saldırmazlık paktını savundu, burjuvazinin iftira ve zulmüne karşı koyup direniş çağrısı yaparak, Alman işgalciler ve Vichy gibi işbirlikçilerine karşı savaşta yüreklilikle ilerledi. Grevler, eylemler gösteri ve sabotajlarla başlayan bu mücadele durmadan büyüdü. De Gaulle’cü örgüt… Gizli Servisin bir şebekesinden başka bir şey değildi ama KP’nin kurduğu FTP (Fransız Partizan Güçleri) işgalcilere karşı savaşan tek kuruluştu. De Gaulle’cüler, bir çıkarma beklenilmesini, eyleme geçilmemesini savunurken, KP ülkenin kurtuluşu için kahramanca savaştı.
“Kurtuluş Savaşı’ndan, işgalcilere karşı direnişi FKP örgütledi ve geliştirdi. Anti-faşist cephenin oluşması için çalıştı ve bazı başarılar sağladı. Ancak, olayların da gösterdiği gibi, iktidarı ele geçirmeyi düşünmemiş ya da planlamamıştı. Planlamışsa bile bu düşünceyi terk etmişti.
“Parti, savaş sırasında ulusal kurtuluş için birçok komiteler oluşturmuş, ancak bu komitelere gerekli özeni göstermemiştir. Bu komitelerin kendilerini devlet gücünün çekirdeği olarak ileri sürmeleri için hiçbir önlem almamıştır. Başından sonuna kadar, partizan örgütleri birbirleriyle bağları olmayan küçük kuruluşlardı. Parti, büyük çapta gerçek bir kurtuluş ordusu oluşturulması sorununu hiçbir zaman gündeme getirmemişti.
“FKP, bizzat önderlik ettiği anti-faşist bir kurtuluş savaşını yürüttü, fakat onu tüm halkın devrimci mücadelesine döndüremedi. Bu da yetmiyormuş gibi, temsilcilerinden birisini, ‘öz gür Fransa’ komitesine kabul etmesi için de Gaulle’e yalvarmayı daha uygun ve daha ‘devrimci’ buldu.
Fransız komünistleri böyle davranırken, burjuvazi, İngiliz-Amerikan dostları Fransa’ya girdiklerinde, iktidarı ele geçirmek için güçleri örgütlüyor, hazırlıyordu.
“Bu FKP’nin doğru olarak değerlendiremediği, yorumlayamadığı ya da sorunu derinlemesine düşünmediği nazik bir durumdu. Ülkeye ayak basmış olan müttefiklerle partiden kaynaklanan bir anlaşmazlık çıkmasından, de Gaulle’den, onun kendisine bağladığı güçlerden, iç savaştan ve özellikle de Anglo-Ameri kanlarla çıkacak bir savaştan korktu.
“KP, Bismarck’ın Alman birlikleriyle savaşırken bile, Marks’ın deyişiyle ‘göklere başkaldırarak’ Versay’a karşı direnen ve Paris Komününü yaratan yiğit komüncüler örneğini unutmuştu… Komüncüler örgütsüz, partisiz, köylülerle, Fransa’nın öteki bölümüyle bir bağları olmadan, yabancı, işgal güçleri tarafından kuşatılmışken başkaldırmış ve iktidarı ele geçirmişlerdi; Fransız işçi sınıfı da, başında partisi, savaşta çelikleşmiş, Marksizm-Leninizm’le aydınlanmış olarak, emekçi kitlelerinin ve gerçek yurtseverlerin başında olduğu mücadelesinde, SB gibi büyük ve güçlü bir müttefike de sahip durumdayken, komüncülerin ölümsüz esirini yüz kez daha başarıyla gerçekleştirebilirdi.
“KP yönetimi, tümden ele alınırsa, Hitler’ci işgalcilere karşı yiğitçe ve inatla savaşan Fransız komünist militanlarının ve proletaryasının istek ve esinlerini yerine getirmede mütereddit ve zayıf olduğunu gösterdi. Marksist-Leninist yolda, devrimci mücadele yolunda ilerlemedi, komüncülerin izinden gitmedi.”
Enver Hoca, FKP’nin savaş sırası ve sonrası durumuyla benzerlik gösteren İtalyan KP ve yanı sıra İspanyol KP’nin durumları üzerinde de durarak devam ediyor, biz FKP örneğini izlemekle yetinelim.
“Kuşkusuz, FKP’yi ne işgalci Almanlar ne gericiler tasfiye etmiştir. Ama ülkenin kurtuluşuyla birlikte partinin yönettiği partizan güçlerinin burjuvazi tarafından silahsızlandırılması ya da daha ziyade parti yönetiminin, vatan kurtulduğuna göre, kendini bizzat silahsızlandırma kararı almış olması gibi kötü bir olgu ortaya çıktı.
“Ülkenin kurtuluşundan sonra burjuvazi iktidarı ele geçirdi ve komünistler de ziyafete kabul edilmediler. Alan, de Gaulle için hazırlandı ve Fransız halkının kurtarıcısı ilan edildi. Düş kırıklığına uğramış ve ayaklanmış işçilerin direniş ve grevlerini kırmak için de Gaulle, hükümete Maurice Thorez ve bir iki başka komünisti çağırdı.
“KP, burjuvazinin, masanın alt ucunda sunduğu bu yeri, Fransız işçi sınıfının menfaatlerine ve isteklerine aykırı tutumlara kendini uydurarak ödedi. Bir yanlış bir yanlışı doğurur. 10 Kasım 1946’da seçimlerde ulusal meclisteki sandalyelerinin mutlak çoğunluğunu komünist ve sosyalistler elde etti. Bu başarıdan başı dönen FKP yöneticileri reformizm yolunu daha da genişlettiler… Thorez: “2. Dünya Savaşı’ndan sonra demokratik güçlerin dünya çapında gelişmesi ve kapitalist burjuvazinin zayıflamasının kendisini Fransa’nın ‘sosyalizme geçişte Rus komünistlerinin 30 yıl önce izledikleri yoldan farklı bir yol izleyeceğini’ düşünmeye yönelttiğini” söyledi.
“… Fazla zaman geçmeden, zamanın sosyalist başbakanı Ramadier, basit bir genelgeyle komünistleri hükümetten kovdu… FKP MK, o dönemdeki yanlış tutum ve eylemlerini, güçler oranını, sosyalist parti siyasetini vb. yanlış değerlendirdiği için özeleştiri yapmak zorunda kaldı… Böylece 1947 sonundan başlayarak FKP bazı sorunları daha doğru bir tarzda irdelemeye ve görmeye başladı, işçi sınıfını, 1947 ve 1948 grevlerinde olduğu gibi, burjuvazide paniğe yol açan ve belirli bir siyasi karakteri olan önemli sınıf kavgalarına ve büyük grevlere yönlendirdi… Fransa’nın ‘Marshallaştırılmasına’ ve Amerikan emperyalizminin yeni sömürge savaşlarına karşı mücadele etti. Fransa’da Amerikan üslerinin kurulmasına muhalefet etti ve Fransız emperyalizminin yeni sömürgeci savaşlarına karşı direndi… İşçi sınıfını Vietnam’daki sömürgeci savaşa karşı çıkmaya çağırdı.
“FKP, Yugoslav KP’deki durumu inceleyen Araştırma Bürosu toplantısına aktif olarak katıldı. Tito ve yandaşlarının ihanetini ciddi olarak ilan etti ve maskelerini aşağı indirdi.
“Kruşçev ve Kruşçevciler… 20. Kongrelerinde Stalin’e karşı hücuma geçtiklerinde, genelde FKF’nin Kruşçevci revizyonizme ve İtalyan KP’ne muhalif oldukları görüldü. Thorez ve parti yönetimi, SB’nde olagelen değişikliklere kuşkuyla bakar gibi görünüyorlardı… Bu, Stalin’e karşı takındıkları tavırda, bu konuda Kruşçev’in iftiralarına katılmadıklarında gözlemlendi. Bu, Polonya ve Macar olayları sırasında 1956’da görüldü, genellikle de doğru bir tutumları vardı.
“Ama Kruşçev ve grubu Molotov’u, Malenkov’u, Kaganovitch vb.lerini tasfiye ettikten, parti içinde ve devlette dizginleri ele geçirdikten ve durumlarını sağlamlaştırdıktan sonra, Thorez başkanlığındaki FKP yalpalandı. Beklenmedik bir şey miydi bu?”
Enver Hoca Hayır, diyor. FKP’nin tutumlarındaki gelişmeyi yukarıdaki şekilde özetledikten sonra ve revizyonizme yönelmenin, önce ondan etkilenmenin ve sonra da birleşmenin nedenlerine geçiyor:
“Eski revizyonizminki gibi çağdaş revizyonizmin doğuşu da çeşitli tarihsel, ekonomik, siyasal vb. nedenlere bağlı toplumsal bir olaydır. Bir bütün olarak düşünüldüğünde, burjuvazinin emekçi sınıf ve onun mücadelesi üzerindeki baskısının bir ürünüdür” saptamasını öncelikli olarak yapar, Enver Hoca ayrıntıya giriyor:
“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Batı Avrupa’da meydana gelen siyasal ve ekonomik koşullar, Fransa, ispanya, İtalya Komünist Partilerinin yönetimlerinde daha önce de var olan, daha sonra da giderek burjuvazi ile uyuşma ve ona teslimiyet anlayışına dönüşen, yanlış oportünist görüşlerin sağlamlaşması ve yayılması için çok elverişli durumdaydı.
“(Savaş sonrası)… burjuva demokrasisinin az-çok daha geniş ölçüde yerleşmesi, KP’lerin yönetimleri arasında birçok reformist hayallerin doğmasına neden oldu. Parti yöneticileri, savaştan en güçlü, en etkili siyasal, örgütleyici ve eyleme geçirici güç olarak çıkan komünistlerin, burjuvaziyi, demokrasiyi daha da genişletme ve işçi sınıfının ülke yönetiminde daha büyük oranda yer almasına izin verme yolunda zorlayacağını, seçim ve parlamento yoluyla iktidarı barışçı yoldan ele geçirme olanaklarının olacağını, daha sonraları da toplumun sosyalizme dönüşeceğini düşünmeye başladılar. Bu yönetimler, Fransa ve İtalya’da savaş sonrası hükümetlerinde iki ya da üç komünist bakanın yer almasını, burjuvazinin onlara verdiği son ödün olarak değil de, komünist bakanlardan oluşacak bir hükümetin oluşumuna doğru yavaş yavaş atılan bir adım olarak görüyorlardı.”
Barışın yanı sıra uzlaşma ve teslimiyet yönünde baskı unsuru oluşturmak üzere Amerikan emperyalizmi Japonya’ya atom bombası atmış, SB’ne karşı haçlı seferinin ve içerde komünistler, devrimci ve demokratlar, ilerici insanlar üzerinde baskının unsuru olarak “soğuk savaş”a yönelmiş, Marshall planıyla ülkeleri ekonomik olarak “soğuk savaş”a yönelmiş, MarshalI planıyla ülkeleri ekonomik olarak baskılama yanında NATO’nun kuruluşuna girişmişti.
“Öte yandan, savaştan sonra Batı’-da ekonomik atılım, komünist partilerde oportünist ve revizyonist görüşlerin yayılmasını etkiledi. MarshalI planıyla Avrupa’ya akıtılan Amerikan sermayesi, fabrikaların kurulmasını, ulaşımın ve tarımda üretimin hızla artmasını sağladı… Devasa kârlar sağlayan bu durum, burjuvaziyi kesenin ağzını açmaya ve çalışma anlaşmazlıklarını köreltmeye itti. Sosyal sigorta, sağlık, eğitim, iş yasası gibi işçi sınıfının uğrunda zorlu mücadeleler verdiği alanlarda bazı önlemler aldı… endüstri ve tarımın yeniden kurulması… üretimin hızla artması… tümden istihdam gibi olgular, kapitalizmin, sınıf çatışmaları olmadan da gelişebileceği, krizleri önleyebileceği, işsizliği ortadan kaldırabileceği vb. gibi düşünceleri… yer edebildi… Bu dönemde oldukça büyüyen işçi aristokrasisi tabakası, oportünist ve reformist düşüncelerle, partide, önderlik saflarında hep olumsuzluk yarattılar.
“Bu koşulların baskısıyla, komünist partilerin programları daha demokratik ve reformist asgari programlara indirgendi, sosyalizm ve devrim düşüncesi bir yana bırakıldı. Toplumun devrimci değişiminin büyük stratejisi yerini günlük işlerin küçük stratejisine bıraktı ve bu işler kesin öncelik kazanarak genel siyasal ve ideolojik çizgi oldu.
“Böylece 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İtalyan, Fransız, İngiltere ve arkasından da İspanya komünist partileri yavaş yavaş Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmaya, revizyonist görüşler ve tezler edinmeye, reformizm yoluna bağlanmaya başladılar. Kruşçevci revizyonizm sahnede gözükünce, ortam benimsenmeye ve Marksizm-Leninizm’e karşı mücadelede sımsıkı birleşmeye meydan hazırlanmıştı. Ülkelerindeki burjuvazi ve sosyal demokrasinin baskılarından başka, SBKP 20. Kongresi’nin kararları da onlara tümden anti-Marksist, sosyal demokrat çizgiye itmede etkili oldu.
“SBKP 20. Kongresi’nden sonra, çağdaş revizyonizm FKP’de de yayılmak için uygun bir ortam buldu. Bu partinin yönetiminde, parlamentarizm düşüncesi sosyal demokrasi ve burjuvazi ile ‘birleşme’ düşüncesi, mücadelenin reformlara kaydırılması düşüncesi uzun süreden beri kökleşmişti.
“FKP, duvarlarına şiddetle saldıran, onları delen ve kendisine büyük zararlar veren burjuva, revizyonist, trotskist, anarşist siyasal ve ideolojik bir ortamla kuşatılmış olarak yaşıyordu.
“Uluslararası büyük olaylar da FKP’nin bünyesinde büyük sarsıntılara neden oldu… Kruşçev’in Stalin hakkındaki gizli raporunun yayınlanması partide çalkantılara sebep oldu. Partinin Polonya ve Macaristan olaylarına karşı tutumu parti içindeki ve dışındaki oportünistlerin olduğu gibi, Fransa büyük burjuvazisinin, orta burjuvazisinin, liberal aydınların sert tepkisi ile karşılaştı. Cezayir savaşı sırasında Fransa’da meydana gelen olaylar da, aynı şekilde, eski oportünist anlayış ve tutumların KP’de yeniden su üstüne çıkmasına ve hakim duruma gelmesine neden oldu.
“Tüm bu nedenler bir arada, FKP’yi, revizyonist reformist, sosyal demokrat bir parti haline getirdi.”
Stalin “Suçlanabilir mi?”
Özellikle Trotskistler, Yalta’da Yunanistan’ı Batılı emperyalistlere terk etti ve sözüne sadık kalarak Yunan partisine yardım etmedi ve Yunanistan devriminin yenilgisine neden oldu diye Stalin’e saldırırlar. Stalin’in bir enternasyonalist olmayıp “ulusal sosyalizm” savunucusu olduğunu, her şeyi “Sovyet sosyalizmi” gözüyle değerlendirdiği ve buna göre tutum aldığı, başka partiler üzerinde hegemonya kurduğu ve onları “sosyalizmin tek ülkede zaferini sağlayabilmek” için kendi burjuvazileriyle birleşmeye, sınıf işbirliği ve uzlaşma çizgisi izlemeye ittiği iddialarını ileri sürerler.
Başka tür bir iddia olsa, belki üzerinde düşünülebilirdi! Ama Stalin ve burjuvaziyle uzlaşma… Bu bir şaşkınlık belirtisi! Bu sözcükler yan yana yazılmaya, söylenmeye, ne türden olursa olsun bir arada bulunmaya isyan halindedir. Bir kez, birbirlerine yakışmıyorlar. Stalin, aslında uzlaşmazlıkla, proletarya davasına zararlı çeşitli türden gerici, revizyonist vb. kişi ve gruplara karşı diktatörce davranmakla, hatta gaddarlıkla, sınıf düşmanlarına karşı amansızlıkla suçlanır, ama, böyle, teoriye uydurmak için uzlaşmacılık önermekle de suçlandığı oluyor, mantıksızlık oluşturup oluşturmadığına bakılmaksızın.
Kara çalıcılar, nedense yalnızca Yunanistan’ı konu edinir, durumu hemen aynı olmasına karşın Fransa’nın hiç sözünü etmezler. Genel laflar ardında yiter gider Fransa’nın durumu ve FKP’nin savaş sırasındaki ve sonrasındaki tutumu. Nedeni, Stalin’in “Yalta’da satamayacağı kadar uzakta olması”dır Fransa’nın!
Oysa sorun, ne Yalta’dır, ne de Stalin’in tutumu sorunu. Sorun, tamamen ve yalnızca, bu iki ülke KP’lerinin iktidarı almaya cesaret edememeleri, buna uygun bir mücadele yürütememeleri, anti-faşist savaşı, milli kurtuluş savaşıyla birlikte sosyalizm mücadelesine bağlamakta ve iktidar hedefine yöneltmede zaafa düşmeleridir. İki parti de, avuçlarının içinde olan iktidarı almak için ileri atılmamış, burjuvazi, gericilik ve Anglo-Amerikan emperyalizmi karşısında tutarlı bir tutum alamamış, anti-faşist savaşın zaferinin yarattığı olağanüstü uygun koşullardan proletaryanın iktidarı için yararlanamamışlardır. Bu, “Avrupa komünizmi”ni geliştiren başlıca başlangıç noktasıdır. Uzlaşmacılık ve reformcu eğilim, Stalin’-de değil, Komintern 7. Kongresi’nin Halk Cephesi Hükümetlerine ilişkin açık tutumuna ve önerisine rağmen, faşist diktatörlüklerin çalışamaz hale gelme ve yıkılış koşullarında proletarya iktidarına ve sosyalizme geçişe hizmet etmek üzere, hem de iki ülkenin hemen her yerinde kurulmuş anti-faşist komiteler komünistlerin ezici etkisi altındayken, bunlar iktidarın çekirdekleri olarak ele alınmayarak, pratiğe geçirilemeyen, geçirilmeye girişilmeyen hükümet olmaya ve iktidara uzanmaya talip olmayan FKP ve YKP’dedir. Onların, burjuvazi, gericilik ve Anglo-Amerikan emperyalizmiyle uyuşmaya değil çatışmaya ve çatışmayı göze almaya dayanması gereken iktidar, devrim ve sosyalizm perspektifine yeterince sahip olmayışların-dandır. Yoksa bu perspektife salip örneğin AEP’nin Arnavutluk’u sosyalizme götürmesini ve ama diğer iki ülkenin burjuvazinin egemenliği altında kalmasını izah pek sofistçe olur.
Yunanistan KP’si ve Zahariadhis, henüz Yunanistan’da savaş sona ermeden, belirtilen temelde AEP tarafından eleştirilmiş ve iş işten geçtikten sonra bu eleştiri kabullenilmiştir.
“YKP yönetimiyle olan ayrılığımız… YKP tarafından imzalanan ve bir kapitülasyondan, bir teslimiyetten başka bir şey olmayan Varkize (iktidarın Yunan burjuvazisine, gericiliğine ve onların destekçisi emperyalistlerin yol göstericiliğine bırakıldığı ve silahlı güçlerinin Yunanistan’daki varlığının kabullenildiği antlaşma-ÖD.) anlaşmalarına dayanır. AEP bu eylemi YKP’ye ve kardeş Yunan halkına karşı bir ihanet olarak kabul etmiştir.” (Enver Hoca Stalin’i Anlatıyor, s. 114, AEP, YKP ve SBKP yöneticilerinin tartışmasından)
Ve sonradan modern revizyonizmin bir temel tezi haline gelen “barış içinde bir arada yaşamayı, burjuvazinin iktidarda olduğu ülkelerde onunla işbirliği ve uyuma, iktidardan uzak durmaya kadar genişletme” ve 2. Savaş sırasında Sovyet-İngiliz-Amerikan ittifakından hareketle bu emperyalistler ve işbirlikçileriyle çatışmazlık noktasına varma konusundaysa, Enver Hoca şunları söylüyor: “Partimiz Sovyet-İngiliz-Amerikan ittifakını destekledi, çünkü bu ittifakı Nazileri ezmek amacı taşıyan anti-faşist bir koalisyon olarak gördü sonuna dek. Bununla birlikte, hiçbir zaman emperyalist İngiliz ve Amerikalıların, Arnavut halkının sadık dostları olacağı aldatmacasına asla kapılmadık. Tersine tümü itibariyle bu ittifakı desteklerken, Sovyetler Birliği ile Anglo-Amerikanlar arasında temel bir ayrım yaptık… Partimiz, ordumuz ve onun genelkurmayı, İngilizlerin ve Akdeniz Müttefik Komutanlığı’nın kabul ettirmek istediklerinden uzak durmamız bir yana, ender olarak bize vermelerine izin verdiğimiz öğütlerini bile büyük bir uyanıklıkla karşılıyorduk… YKP yöneticisi yoldaşlarımızı, büyük bir ilke hatası yaptıkları için, Yunan halkının kurtuluş mücadelesini Anglo-Amerikan stratejisine dayadıkları ve bu mücadeleyi hemen hemen tümden Akdeniz Müttefik Komutanlığı emrine bağladıkları için politik bir hata olarak eleştirdik.” (Age, s. 110, 112).
Ve Stalin: “Varkize konusunda Arnavutlar haklı, Yunanlı yoldaşlar anlamalısınız ki, Varkize anlaşmaları yaptığınız büyük bir hataydı. Bu anlaşmaları ne imzalamalı ne de silahlarınızı bırakmalıydınız…”
Enver Hoca, işte böyle, hiç bükülmeden, Marksizm’den her sapışın amansız muhalifi olarak, emperyalizme, burjuvazi ve gericiliğe, her türden revizyonizme, oportünizm ve reformculuğa karşı durmaksızın mücadele ederek yaşadı. Böyle bir yaşam, bitimsizdir.

Nisan 1989

DKP/ML: Sınıf işbirliğine Hayır!

10. Mücadele yılına giren, Danimarka işçi sınıfının siyasi örgütü, DANİMARKA KOMÜNİST PARTİSİ/ MARKSİST LENİNİST adına Joan Pedersan’la Parti, uluslararası hareket, Danimarka işçi sınıfının günümüzdeki durumu ve Parti’nin görevleri ile yerli revizyonizm hakkında görüştük.
Kuruluşundan bu yana, genç bir parti olmasına rağmen, kısa sürede engin bir teorik birikim ve demokratik kitle örgütlerinde etkin bir güce sahip olan DKP/ML bu başarısını bilimsel sosyalizmin ustalarının öğretileri doğrultusunda kararlı adımlarla ilerlemesine borçlu. Bugün Danimarka işçi sınıfı ve enternasyonalist yabancı işçiler, DKP/ML genel sekreteri Klaus Ris ve Parti Merkez Komitesi’nin önderliğinde sınıf çıkarları için savaşımlarını sürdürüyorlar. Beş milyonluk Danimarka nüfusu AET’nin ve Ortak Pazar’ın ağababaları İngiltere, Fransa ve Almanya ile USA’nın mali bombardımanı altında yüklü dış borç açığı ve muhafazakâr hükümetin kısıtlama politikalarıyla kapitalizmin kefareti ödetilmeye çalışılan ülkelerden biri durumunda. Ancak başta genç işçiler olmak üzere işçi sınıfı ve şehir küçük burjuvazisi, işsizler tekellerin azgın saldırısı karşısında direnmekte ısrarlı gözüküyor. Başta başkent Kopenhag’ın işçileri olmak üzere birçok büyük kentin sanayi bölgelerinde aralıksız olarak yerel görev ve protesto eylemleri sürüyor. 1985 yılında gerçekleşen ülke çapındaki genel grevin ardından bağıtlanan toplu sözleşmelerle elde edilen güdük ekonomik haklar ve iş saatlerinin aşamalı olarak 1990 yılına kadar çeşitli iş kollarında değişerek 38 ile 36 saate düşürülmesi hakkı, muhafazakâr hükümetin zamları ve işverenlerin fabrikalarının kapısına kilit vurarak sermayelerini ucuz iş gücü bulunan İspanya, Portekiz, Türkiye ve Ortadoğu ülkelerine kaydırmalarıyla yeniden geri alınıyor.
Alınan buluşma tarihi üzerine parti kitapevinde Joan Pedersan ile buluşuyoruz. Oldukça sıcak bir karşılama ve Türkiye hakkındaki bilgisiyle bize yabancılığımızı unutturuyor. Önce dergimiz hakkında kısaca bilgilendiriyoruz kendisini. Böylesi bir yasal yayının, genel doğru düşünceleri kitleler içersinde yaygınlaştırmasından önemini vurguluyor.
Sözü uzatmadan ilk sorumuzu soru veriyoruz.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI – DKP/ML ne zaman ve nasıl doğdu?
J. PEDERSEN – DKP/ML 1978 yılının sonlarında ülkenin çeşitli yerlerinden toparlanan küçük bir Marksist-Leninistler grubu olarak bir araya geldi. Danimarka Komünist Partisi’nin devrimci çizgiyi reddederek Kruşçev’in revizyonist ve sınıf işbirlikçisi çizgisine girmesiyle, Danimarka’da onlarca yıl hiçbir devrimci parti bulunmadı. DKP/ML’in var olmasından önce çeşitli sol partiler arasında (Euro-komünist, Maoist ve her çeşit oportünist) çizgi mücadeleleri sürdü. 1970’li yılların ekonomik ve siyasi kriziyle birlikte mevcut koşullar devrimci düşüncelerin de doğmasına ve gelişmesine hizmet etti. Bu dönemdeki ilk yaklaşımlar burjuvazinin kriz politikasının bombardımanına karşı işçi sınıfının iktidarı için NATO ve AET’den bağımsız Sosyalist bir Danimarka istemi temelinde gelişti.
DKP/ML sol gücün içerisinde bu kriz koşullarında azınlık bir akım olarak doğdu. Parti politikası ve partinin alternatif şiarları işçi sınıfı tarafından tanınmıyordu ve bunu sınıfa acilen ve geniş olarak taşımak gerekiyordu. Mücadele, sadece burjuva partileri ve Sosyal Demokratlara (1) karşı değil, aynı zamanda eski sol partilere karşı da sürüyordu. Bu, işçi sınıfına doğru devrimci önderliği götürebilmek için irili ufaklı eylemlerle gerçekleştirilen sağlıklı bir inşa dönemiydi ve önderliğe doğru yoğun bir kaynaşmayla ilerleniyordu. Partinin önderlik rolü sadece resmi açıklamalarla yetinmek değil ama aynı zamanda, önderlik ve politik-ekonomik mücadelede Marksizm’i-Leninizm’i savunmayı da zorunlu kılıyordu.

ÖD – Partinizin ulusal platformda doğuşunu bizlere böylece özetledikten sonra yine kısaca uluslararası hareketteki yeri hakkında bilgilendirir misiniz?
JP – ML hareket, sadece Danimarka’da değil, aynı zamanda, uluslararası olarak başlayan bir hareketin devamı olarak doğdu, gelişti ve güçlendi. Bu sizin ülkenizde de yaşandı. Sosyalist Arnavutluk kapitalizme karşı mücadelede bizler için dünyanın tek sosyalist ülkesi olarak yolumuzu her zaman aydınlattı. DKP/ML uluslararası ML hareketin bir parçası olarak her şeyden önce ve ilk olarak ulusal platformda (ülkemizde) sosyalizmin kurulması için mücadele veriyor.

ÖD – Sınıfın şu anki durumu ve DKP/ML’in önüne koyduğu gündelik görevler nedir?
JP – Partimizin 4. Kongresi sınıf işbirliği hayalinin dışında bir sol yelpaze ve bunun içinden çıkacak ML hareketin daha geniş boyutlarda örgütlenmesi toparlanması görevini önümüze koyuyor. Biz sınıfın malı olan ve bütün güvenilir unsurların mücadeleci bir meslek hareketi yaratmayı ve sosyal demokrasinin egemenliğindeki sendikal hareketin sınıf işbirlikçisi temsilcileriyle hesaplaşmayı arzu ediyoruz.
Ayrıca gençliğin geniş bir örgütlülük içerisinde bir “Kızıl Gençlik” olarak, kendi çıkarları doğrultusundaki mücadelesinde kısa vadeli ve bireysel eylem ve mücadelelerle yıpranmaması için doğru önderliğin götürülmesi zorunluluğuna inanıyor ve bu anlamda çalışıyoruz.
Yeni bir sol birlik yaratmak üzere değişik inisiyatiflerimiz ve eylem birliği ve örgütlenme modeli alternatiflerimiz bulunmakta.
Buna bağlı olarak, “eski sol partilerin” sürekli olarak kitleler nezdin-de itibar kaybeden ve esas olarak kendi partilerini bir iç dağılmaya karşı ayakta tutmak için gündeme getirilmiş içi boş bir planlamalar çalışması olan “ortak listeye” karşı, ML’lerin diğer sosyalistlerle ortak bir seçim listesinde birliğinin yaratılması için çalışıyoruz. Biz böylesi bir birliğin oluşmasıyla belediye ve halk meclisi seçimlerine girmenin doğruluğuna inanıyoruz. Ancak “yeni sol birlik”in gelişmesi, güçlenmesi, mevcut politik kargaşayı ve muğlâklığı ortadan kaldırarak olanaklı olacaktır. Bu yeni gelişim ise AET’ye, NATO’ya karşı, daha iyi yaşam şartlarının ve demokratik hakların elde edilmesi mücadelesiyle elde edilebilir. Bu mücadele elbette başta iki süper devlete, ABD ve Sovyet emperyalizmine karşı mücadeleyle birleştirilmelidir.

ÖD – Bizleri DKP/ML ile revizyonizm arasındaki mücadele konusunda aydınlatabilir misiniz?
JP – Eski revizyonist partiler gündemlerinden yalnızca devrim ve sosyalizm sorununu kaldırmakla yetinmiyorlar ve fakat onlar aynı zamanda pasifizmi ebedileştirmeyi de görev ediniyorlar. Bu çaba sürerken aynı anda Sovyetlerden Gorbaçov’un mesajı: ” sınıf mücadelesinin sonsuza dek zamanı doldurduğu” şeklinde duyuluyor. Onların politikası yalnızca sınıf işbirliğini değil, sıradan insanlık ve külliyat sorunlarını politikalarının merkezine oturtarak kapitalistlerle işçiler arasındaki çelişkinin artık uzlaştığı ve aralarında ortak sorunların doğduğu iddiasına dönüşüyor.
Biz de soruyoruz: Uluslararası monopolleri ülkeye taşımaktan ve onun bir uzantısı olmaktan kimlerin çıkarı olabilir. Bu bir tesadüf değildir ve Marksist teori tek vücut olarak yaygınlaşmalı şimdi; çünkü işçiler, suçsuz işsizler, sakat ve emekliler çocuk ve yaşlıların istemlerine yanıt vermeyen burjuvazinin kriz içersindeki politikasını köşeye sıkıştırmak gerekmektedir.
Büyük bir çoğunluğun karşısında kapitalin ne gibi süslü kehanetlerde bulunacağını beklemek özünde ona yardımdır.
DKP/ML bu revizyonistlerin gerici karakterini açığa çıkarmaya çalışıyor ve bu anlamda bugün ideolojik sınıf mücadelesi oldukça sertti. Düşman, sosyalizme, bizim devrimci teorimize, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in yüce öğretisine bugünkünden daha fazla hiçbir zaman saldırgan olmadı.

ÖD – Türkiye’deki sınıf mücadelesi ve uluslararası arenada kardeşiniz olarak gördüğünüz parti üzerine son olarak söylemek istedikleriniz var mı?
JP- Türkiye işçi sınıfının biricik önderi de bizim partimizle aynı yaşta ve o da 1989 yılında 10 yaşına girerken bu yılı mücadele ve atılım yılı olarak ilan etti. Bizim arzumuz
Türkiye işçi sınıfının biricik partisinin kendi mücadelesinde sonsuz başarısıdır. Türkiye proletaryasının öncü müfrezesinin ve partimizin mücadelesi ortaktır. Türkiye’de mücadele ağır ve zor şartlar altında sürüyor, ancak her zaman başarı “ve gelecek vaat ediyor. Biz Türkiye işçi sınıfının öncüsünün güçlü bir parti olduğuna inancımızı koruyoruz. Danimarka işçi sınıfı Türkiye’de hangi hayat şartlarının sürdüğünü biliyor.
Derginizin izinli koşullarda geniş yığınlara doğru düşünceleri ve uluslararası durumu aktaran bir araç olarak yayımlanması sevindirici. Bizim partimizin de altı yıldır yayımladığı günlük bir gazetesi bulunuyor. Merkez yayın organımız olan Arbejderen (işçiler) gazetesi izinli olarak yayınlanıyor.

ÖD – Söyleşiniz için size ve partiniz DKP/ML’e dergimiz adına sosyalist selamlarımızı sunarım.
JP – Ben de tüm çalışanlarınıza ve okurlarınıza komünist selamlarımı iletirim.

Dipnot:
(1) Danimarka Komünist Partisi ikinci emperyalist paylaşım yılları ve Hitler Anayasasının işgal günlerinin ardından mecliste ve sınıf içersinde uzun yıllar etkin rol oynamış ancak, Kruşçev’ci ihanetle birlikte bu etkinliğini yitirmeye başlayınca Sosyal Demokrat hareket sulandırılmış sosyalist düşüncelere sahip çıkarak sınıf ve kitleler içersinde etkinlik kazanmış, bu etkinliğini de 1980’li yılların başlarına dek sürdürmüş.

Danimarka Komünist Partisi Marksist-Leninist’in yayın organı günlük Arbejderen (İşçiler) gazetesi yazı işleri Müdürü S. Henriksen’den ÖZGÜRLÜK DÜNYASl’nın üçüncü sayısının toplatılmasına ilişkin bir mesaj aldık. Mesaj şöyle:
“Özgürlük Dünyası yazı işleri ve tüm çalışanlarına,
Sosyalizmin gelişimi üzerine bir makale yayımlaması nedeniyle, ilerici ve geleceği vaat eden derginizin yayımının yasaklanarak yazarlarınızdan biri hakkında bir buçuk yıl hapis cezası istendiğini öğrendik.
Türk Ceza Kanunu’nun sosyalizmden geleceğin toplumu olarak söz edilmesini yasaklaması ve sosyalizm ve demokrasi sözcüklerini dahi baskı allında tutması kabullenilmez ve bu, Türk devletinin en alt düzeydeki demokratik hakları bile kaba bir şekilde reddinin ifadesidir.
Burada, Türk hükümeti, diğer NATO ve AET ülkeleriyle Danimarkalı politikacıların, demokratik basının ağır baskı altında tutulduğu koşullarda Türkiye’de “demokratikleşme”den nasıl söz edebildikleri sorulabilir?
Arbejderen günlük gazetesi yazı işleri ve çalışanları olarak bu saldırıyı kınıyoruz. Sözümüzü burada sonlarken Özgürlük Dünyası’nın bir yasal dergi olarak yasaklanması kararının yürürlükten kaldırılmasını diliyoruz.
Sizinle dayanışmamızı bir kez daha vurguluyor, yargılanan arkadaşınızın -arkadaşımızın- bir an önce özgürlüğünün tanınmasını ve beraat etmesini diliyoruz.
En sıcak dayanışma selamlarımızla.
Yazı İşleri Müdürü
S. Henriksen.

Dergimiz Danimarka muhabiri E. Selim’in girişimi üzerine, yine 3.sayımızın toplatılmasıyla ilgili olarak Danimarka Sol Sosyalist Partisi Jyland sekretaryası ve çeşitli sendikaların protesto mektuplarını aldık. Yanı sıra, Uluslararası Af örgütü yayın organlarından Action (Eylem) dergisinin Mart sayısında arkadaşımız E. Selim’le yapılan konuya ilişkin ayrıntılı bir söyleşi yer aldı.

Nisan 1989

İşçi Sınıfı Hareketi, Sendikalar ve Sendikal Mücadele-2 Türkiye İşçi Sınıfı Hareketi ve Sendikal Hareket

1. İŞÇİ SINIFI HAREKETİNİN TARİHİNE BAKIŞ AÇISI ÜZERİNE
İlerici, sol kamuoyunda genel olarak egemen olduğu söylenebilecek bir düşünceye değinerek başlayalım. Genel olarak kamuoyunda ve sol ve devrimci çevrelerde, işçi sınıfı hareketi ve sendikal hareketin tarihinin özgürlük ve demokrasi mücadelesi açısından çok cılız olduğu düşünülür. Genellikle, Türkiye işçi sınıfının özgürlük ve demokrasi talep ve geleneklerine fazlaca sahip olmadığı düşünce ve inancı yaygındır. Özellikle yenilgi ve gericilik yıllarında, bu tür düşünce ve inançların yenilenip tazelenmesi, yeni teorik malzemelerle geliştirilip yaygınlaştırılması, Türkiye’de gelenek halindedir.
Liberal, burjuva reformist aydınlar, tarihçiler, sendikal uzmanları, yenilgi ve gericilik yıllarında “arayışçılık”ta atılım yaparlar, “yeni” araştırma, inceleme ve tarih “çalışmalarına” yönelirler: işçi sınıfının nasıl Marks ve Le-nin zamanındaki işçi sınıfı olmaktan çıktığı ve tarihsel rolü ve işlevini yitirdiği bir araştırma alanıysa, bir diğer önemli araştırma alanını da, işçi sınıfının ne denli “çaresiz”, “demokrasiye sahip çıkmaktan ne denli uzak”, “mücadele ve atılım dinamiklerinden ne denli yoksun olduğu”nun “kanıtlanması” oluşturur. Revizyonist reformist akımların yanısıra yenilgi ve gericilik yıllarında yeni atılımlar yapan inkarcı tasfiyecilik akımları, ikisi bir arada, işçi sınıfına inançsızlığı, güvensizliği ve sınıfın devrimci dinamiklerinin baltalanmasını geliştirmek üzere bu inanç ve düşüncelere dört elle sarılırlar. Faşizmin her azgınlaşmasının ardından tek yanlı yaklaşımlarla bu düşünce ve inançları “teori” düzeyine yükselterek bu temelde “yeni çizgiler” geliştirmeye çalışırlar.
1971 devrimci hareketinin yanısıra 80 EylüPünde yenilgiye uğrayan devrimci işçi ve halk hareketinin bastırılmasının ardından ortaya çıkıp gelişen inançsızlıklar, eski konumundan burjuva ve gerici platformlara savrulmalar, işçi sınıfının demokrasi ve özgürlük mücadelesi geleneğinin ve potansiyelinin, onun devrimci dinamiklerinin “zayıflığı”, hatta daha da ileri gidilerek “yokluğu” ile izaha çalışılıyor.
Bütün bu “düşünce” ve “açıklamalar” aslında gericiliğin ideolojik ve siyasal saldırıları karşısında mücadele gücünü ve inancını yitirmiş, arkasını burjuvaziye yaslamış aristokrat aydının düşünce ve açıklamalarıdır. Türkiye toplumunun gelişme dinamikleriyle uygun bir tutum benimsemesi olanaksız olan bu tür düşünce ve açıklamalar, proletarya ve halktan koparak toplumsal dinamiklerin merkezine gerici egemen sınıfları alırlar ve proletaryanın tarihsel mücadelelerini ve devrimci rolünü kavrayamazlar.
Türkiye sınıf mücadelesi tarihine bakıldığında, bu tutumun Türkiye aydınların, sözde “devrimci” sendikacıların, yine sözde ilerici ve “sosyalist” bilim adamlarının teori ve pratiklerinde tümüyle gelenekselleştiği söylenebilir.
Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde demokrasi mücadelesi, bu çevrelere göre yok gibidir. Onlara göre, işçi sınıfı hemen hiçbir demokratik hak ve özgürlükler için mücadele etmemiş, var olan demokratik hak ve özgürlük kırıntıları burjuvazi ve gericilik tarafından “Yasalarla” verilmiş; gerek görüldüğünde ise yine burjuvazi ve gericilik tarafından geri alınmıştır. Bu çevreler 1961 Anayasası ile işçi sınıfı ve halka özgürlükler burjuvazi tarafından “verildiği, bunlar işçi ve emekçilerin mücadelesi ile elde edilmediği için burjuvazi ve generallerince kolaylıkla geri alınmıştır! Onlara göre aynı şey Türkiye tarihinde sürekli görüle-gelmiş, demokrasi ve özgürlükler Kemalistlerce “verilmiş” ya da Kemalist devletle ve işbirliği ile elde edilebilmiştir! Bu, bütün zamanlar için, geçerlidir, şimdi de yine böyle olabilir! Faşizmin azgınlaştığı, proletarya ve halktan kopmayan, hatta ona düşmanlaşmanın geliştiği her dönemde atılım yapan inançsızlığın açıklaması olan “düşüncelerin” tüm içeriği budur.
Türkiye proletaryası ve emekçi halkın hiçbir zaman demokrasiyi yaşamadığı bir gerçektir. İşçi ve emekçilerin mücadelesi burjuva demokrasisi ve özgürlüklerini elde edecek düzeye bile ulaşamadı. Türkiye proletaryasının mücadele ve tecrübesi, batının ileri proletaryasının konum, demokrasi tecrübesi ve mücadelesinden bu anlamda ayrılmaktadır ve ondan geridir.
Ancak açıktır ki tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de elde edilmiş tüm özgürlüklerin, fiilen var olan ve kullanılan tüm hakların temelinde işçi sınıfının, emekçilerin, gençliğin mücadelesi yatar. Egemen sınıflar ve devlet tarafından, zorda kalınmadan bahşedilmiş hiçbir hak ve özgürlük kırıntısı yoktur. Bu gerçeğin reddedilmesi, ancak burjuvazi ve faşizmin egemenliğini sürdürmesine yardımcı olmak anlamına gelebilir. İleri sürülen, Türkiye proletaryasının demokrasi ve özgürlük mücadelesi vermediği ya da bu yönüyle mücadele geleneğine sahip olmadığıdır. Bu, doğru kabul edilebilir mi? Daha ileri durumda olan Batı proletaryasıyla farkları koyulduktan sonra, böylesi görüşlerin yanlışlığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Zaten bilindiği gibi, sosyal, ekonomik ve tarihsel nedenlerden ötürü Türkiye proletaryası tarihsel bakımdan geç oluşmuş, genç bir proletaryadır. Fakat, şu ya da bu şekilde bir asrı aşan süreden beri gitgide daha büyüyen ve etkin bir şekil alan mücadeleyle demokrasi ve özgürlük mücadelesinin içindedir. Bu durumda bu mücadeleleri tek tek saymaya gerek yok. Bunların örnekleri çeşitli yerlerde söz konusu edildi. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca birçok kereler işçi sınıfının siyasal mücadele yapılanma ve örgütlenme özgürlüklerine keskin sınırlamalar konulmuş, küçük bir kıpırdanma bile kanla ezilmeye çalışılmış; düzen partileri, faşistler ve revizyonistler kısacası tüm burjuva akımlar, işçi sınıfının mücadelesi konusunda gerici strateji ve politikalar oluşturmuş; bu konular, gericiliğin ve onların siyasi akımların bellibaşlı mücadele alanı haline gelebilmişse; bunun nedeni, sınıfın demokrasi ve özgürlük kavgasında işgal ettiği konumun, sahip olduğu birikimin egemen sınıflar üzerindeki çeşitli baskılarının bir sonucudur. Bu inkâr edilemez.
61 Anayasası’nda belirtilen kısmi demokratik hak ve özgürlükler ile 1963 İş Yasası’nda belirtilen kimi hak ve özgürlük kırıntılarının, çoğu zaman egemen sınıfların ve orduda yer alan “ilerici aydın” unsurlarla diğer aydın Anayasa yapıcılarının bir armağanı olduğu iddia edilebiliyor. Ayrıca, CHP’nin ve 27 Mayıs darbesini düzenleyenlerin de demokratik hak ve özgürlükleri bahşettiği savunulabiliyor.
Gerçeklere baktığımızda bunun doğru olmadığı görülüyor. Egemen sınıflar ve faşizmin sendikal haklan yok etmelerine rağmen, grev gibi haklar olmamasına karşın işçilerin, 61 Anayasası’ndan önce Türk-lş türünden bir sendikaya yönelmesi yine bu görüşü yalanlamaktadır. Ayrıca, Bayar-Menderes faşizminin, ismet Paşacı rejim karşısında yaptığı “muhalefet”in, çeşitli göz boyayıcı davranış ve sözlerinde işçilerin “sendikal sorunlarına” çok çok yer verme gereksiniminde olması ve yine her türden faşist ve gerici partilerin “işçi birlikleri” ya da “işçi büroları” vb. kurma ihtiyacını hissetmesi bilinen olaylardandır. Cumhuriyet tarihi sürecinde sınıfın bazen girdiği, ister yasal isterse yasadışı mücadele ve örgütlenmeler, işçi sınıfının giderek güçlenen mücadele eğilimini ve birikimini ortaya koyuyordu. Egemen sınıflar bunu anlamıştı. Artık 1960’a doğru ve ’60’larda Türkiye işçi sınıfının hiçbir politik hesabın içerisinde yer almaması düşünülmezdi. Yine 61 Anayasası’nda bazı hak ve özgürlüklere yer verilmesi, gericiliğin ve çeşitli türden savunucularının isteklerine karşın işçilerin, emekçilerin, karşı devrimcilerin arasındaki çelişkileri, mücadeleleri sonucunda daha da keskinleştirmesi ve karşı devrim cephesinde bazı gedikler açması sonucunda ortaya çıktı. Emekçilerin mücadelesi ve demokratik talepleri, gericiliğin ve burjuvazinin savunucuları tarafından budandı ve mümkün olduğu kadar kullanılmaz hale gelecek şekilde yasalaştırıldı. 61 Anayasası’nda da belirtilen, işçi sınıfı ve emekçilerin yasa sınırlarını zorlayarak kullandıkları özgürlükler, faşist diktatörlüğün kurumlarıyla kitlelerin verdiği mücadelelerinin ürünü olarak ortaya çıktı.
Kemalist gelenekten gelen ya da onun etkisi altında bir kısım aydın “sosyalist” çeşitli ideologlar şu tür düşünceler ileri sürdüler: İkinci Dünya Savaşı sonrası toplumsal ve politik konjonktüre! durum Türkiye’yi “demokrasiye yöneltiyordu”; devletin “demokrasi yönelişi” işçi ve emekçi kitlelerin birtakım “yasal” haklar kazanmasına yol açıyordu; fakat işçi sınıfı ve halk politik geçmiş ve kültürden yoksun olduğu için bu hakları kullanamıyordu. Bir noktada duramayıp daha ileri gidenler emekçi kitlelerin, “devletin demokratik yönelişine” karşı çıkıp gerici bir direniş içine girdiği düşüncesini savunmaya varıyordu. Bu düşünceler asker-sivil “aydın” kesimlerin bir bölümünün teorik araştırmalarının ana temasını oluşturuyordu. Bu görüşlerde doğruluk payı var mıdır?
Bu görüşlerin de ülkenin somut tarihsel gelişimi, yaşanan olaylar ve Marksizm’in sınıf mücadelesi ve tarihe bakışıyla herhangi bir ilgisinin olmadığı açıktır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist burjuvazi kendi kampını “Hürriyet ve demokrasi” kampı olarak ilan etti. Bu, kuşkusuz Türkiye gericiliğinin tutumunda da bazı politik değişikliklere yol açtı. Ancak savaş sonrası süreç, Türk devleti ve egemen sınıflarının “demokrasi”ye yönelmesi süreci değil, tam tersine çeşitli biçimsel “değişikliklerle” emperyalizme daha da yakınlaşması ve topyekûn gericileşmesinde bir aşama oldu. Savaş sonrasında emperyalist burjuvazinin taktiğindeki değişikliklerin ardında yatan, uluslararası işçi sınıfı hareketinin gelişmesi ve sosyalizmin tek bir ülke ile sınırlı kalmaktan çıkıp bir sisteme dönüşmesidir. Savaş sonrası emperyalist taktiklerde görülen değişiklikler, stratejik gerilemeyi durdurmanın, dünya çapında özgürlük, demokrasi, sosyalizme hızla yönelişi engellemenin, “yeni” taktikleri geliştirmenin adımıdır. “Demokratik” değil karşı-devrimci nitelikli değişiklerdir.
1946’larda Türkiye gericiliğinde ortaya çıkan değişiklik eğilimleri dünya çapındaki bu karşı-devrimci değişikliklerle yakından ilişkilidir. Bu eğilim, Bayar-Menderes faşist diktatörlüğüne yol açmıştır. Sözü edilen politik gelişmenin, işçi sınıfı ve emekçi halkın demokrasi ve özgürlük talepleri yönünde bir gelişme olmadığı ortadadır.
Uluslararası karşı-devrimin, emperyalistlerin ve yerli egemen sınıfların içinde ortaya çıkan çeşitli eğilimler, yol açtıkları çelişme ve çatışma faktörleri, yanı sıra, uluslararası proletarya ve halkların emperyalizme vurduğu darbelerin neden olduğu gerilemeler ve değişiklikler, çeşitli ülkelerde özgürlük demokrasi ve sosyalizm mücadelesi yürüten sınıflar açısından doğrudan ya da dolaylı yedek olabilir. Türkiye’de işçi sınıfı ve halkın, genel olarak Cumhuriyet döneminde görece durgun seyreden mücadelesinin 50 ve 60’h yıllarda belirli bir sıçrama göstermesinde uluslararası alanda meydana gelen değişiklikler, sadece bu yönüyle ve bu kadar rol oynamıştır. Kısacası 61 anayasası ve iş yasası gibi yasalarla “verilen” demokratik hakların ele geçirilmesinde, emperyalizmin “hür dünya” aldatmacası ve “demokrasi” havariliğinin Türkiye egemen sınıflarının taktiklerine yansımasının rolü, yalnızca konjonktüredir. Emperyalistlerin demagojileri ve taktik değişikleri değil, işçi sınıfının, halkın ve gençliğin tepkileri ve mücadelesinden büyüme, Türkiye’de egemen sınıfların tak-tiklerindeki “değişiklikler”in ardında yatan esas nedendir. Mücadelelerinin tüm geriliğine rağmen kitleler, demokratik haklan mücadeleleriyle kazanmış, yasal haklarını fiilen ve yasa sınırlarını zorlayarak kullanmışlardır. Emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin “liberalliği”, “demokratlığı” üzerine fikirler geliştirilmeden, son tahlilde bu noktaya varılmadan aksini savunmak olanaksızdır.
Türkiye’de demokratik hak ve özgürlüklerin belirli bir kısmının sınırlı da olsa elde edilmesinin birbiriyle bağlantılı iki esas dayanağı vardır: birincisi ve temel olanı işçi sınıfı, halk ve gençliğin mücadelesi ve ikincisi, uluslararası proletarya ve halkların emperyalizme indirdiği darbeler.
1971 ve ’80 darbelerinin, özellikle ikincisinin geçici başarılar kazanması, elde edilen ve kullanılan hak ve özgürlükleri rafa kaldırmaları, genellikle, “işçi sınıfının özgürlüklere sahip çıkmaması”, çünkü zaten bunları “mücadele ile elde etmemiş olması”yla açıklanmaya çalışılıyor. Bu görüş de doğru değildir. Daha öncesi bir yana bırakılsa bile, ’60’lardari ’80’e yirmi yıllık süreçte işçi sınıfı emekçi halk ve gençliğin giderek gelişen ve etkinleşen bir mücadele ile “anayasal haklan” kullandı, “anayasal sınırları” ve yasal olanları sübjektif etkenin olumsuzluğuna karşın fiili olarak zorladı. Ayrıca burjuvazi ve faşizmin “anayasal” hak ve özgürlük kırıntılarını tümüyle ortadan kaldırmak için son yirmi yılda iki kez askeri darbeye başvurmak zorunda kalması bile, kendi başına işçi sınıfı ve halkın özgürlük ve demokrasi mücadelesi geleneğinin olmadığı, böyle bir potansiyel taşımadığı şeklindeki tüm açık ve dolaylı iddiaları yalanlıyor. İşçi sınıfı 61 anayasasıyla “verilen” hakları kazanmak için mücadele vermemişse onları kullanması zaten mümkün olmazdı. Gericilik ve burjuvazi bu hakların “garantisi” 61 anayasasını rafa kaldırmak için iki kez askeri darbeye başvurmaksızın bir anda bu çerçevede gelişen toplumsal çatışmaya son verebilirdi. Ulusları durum, dünya demokratik kamuoyunun varlığı ve faşizme karşı yürüttüğü muhalefet Türkiye’deki gelişmelerde belirli bir rol oynamasına karşın Türk egemen sınıfları ve faşizmi çıkmaza sokan temel etkenin işçi sınıfı, halk ve gençliğin mücadelesi olduğu açıktır. 12 Eylül askeri darbesinden kısa bir süre sonra faşizmin “parlamenter” ve “demokratik” maskeleri gereksinmesi ne anlama gelir? Bu, yalnızca burjuvazi ve faşist gericiliğin, generallerin “iradesi” ile açıklanabilir mi? Eylül darbesinin başarı kazandığı, işçi ve halk muhalefetini geriye ittiği, sosyalist, devrimci, demokrat parti ve örgütleri ezdiği biliniyor. Ancak buradan hareketle, emperyalizm ve burjuvazinin sınıf karşıtlarının baskısından bağımsız olarak kendi “iradesi” ile taktik değişikliklerine gidebileceği ve gittiği çıkarmak sofizmdir. Tekelci burjuvazi ve faşist gericiliğin çağımızda “tek şef rejimi”ne eğilim göstermesi, ülkelerin ekonomik ve toplumsal gelişmişlik düzeyinden bağımsız olarak bu eğilim yönünde tutumlar geliştirmeye yönelmesi açık bir gerçektir. Oysa askeri cuntanın “parlamenter” maske takınmaya ve “demokratik” görünüm vermeye yöneldiği görülüyor. Burjuvazi ve faşizmi bu tür bir taktik izlemek zorunda bırakan çok etken sayılabilir. Ancak gericiliğin bu yöneliminin başlıca zorlayıcı etkeni, ’82’den itibaren onu demokrasi güldürüsünü sahnelemeye iten temel neden, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıfların mücadelelerinin oluşturduğu baskı, sınıfın ve genel olarak emekçilerin hoşnutsuzlukları, demokrasi ve özgürlük mücadelesi potansiyelleri ve bunların yol açtığı “sosyal patlama” tehdididir. Darbeciler yönetime el koydukları ilk gün “demokrasi programı” ilanı ihtiyacı duy-muşlarsa, bunun esas nedeni, burjuvazi ve egemen sınıfların parlamentoya tutkuları değil, “Demokrasi” eğilimleri hiç değildir. Asıl neden birinci olarak işçi sınıfı ve emekçilerin terör rejimine duydukları tepki, hoşnutsuzluk ve yarattıkları ayaklanma korkusu, ikinci olarak demokratik dünya kamuoyundan duyulan ürküntüdür. Bu asıl etkenler üzerinde önemle durulmazsa burjuvazi ve faşizmin “tek şef rejimi” yönündeki eğiliminin ciddi hiçbir engeli yok demektir. Her şey bir yana sınıfın yüz yıllık tarihi bir dönemi kapsayan mücadeleleri bile gericilik ve faşizm karşısında başlı başına bir engel oluşturuyordu.

2- İŞÇİ SINIFININ 1960 ÖNCESİ TARİHİ DE BİR MÜCADELE TARİHİDİR.
Önemli bir demagoji konusunu oluşturduğu için işçi sınıfının 19.yy. sonları ve 20.yy. başlarındaki mücadelelerinden de söz edilmeli. Söz edilmeli çünkü, burjuvazi ve Kemalist devlete yakıştırılan “ilericilik”, “sınıflar-üstülük” sıfatları, bu mücadeleler ve sonuçlarının inkarı temelinde şekilleniyor.
Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihi 1870’lere kadar uzanıyor. 1871’de İstanbul Amele-perver Cemiyeti’nin kurulması ve 1872 İstanbul Tersane işçilerinin grevi sınıfın mücadelesinin ilk belirtileri olarak gösterilebilir. Bu yıllardan başlayarak işçi sınıfı sürekli örgütlenme ve mücadele yönelimi içinde olmuştur. Sınıfın sendikal hareketinin yanı sıra, işçiler içinde henüz sosyalist olmayan ya da görünümde sosyalist siyasal örgütlenmeler de bu yıllardan itibaren görülmeye başlamıştır. Bu gelişmeler, Paris Komünü’nün Türkiye işçi sınıfının üzerinde belirli etkiler bıraktığını göstermektedir.
İşçi sınıfının bu ilk örgütlenme girişimleri ve grev eylemleri monarşist diktatörlüğün baskı ve terörüyle karşılaştı. Selanik ve İstanbul’daki sendikal örgütlenme ve grevler ezildi.
Monarşist terör karşısında mücadeleye atılmaktan geri durmayan işçi sınıfı, kendiliğinden bir sınıf olarak monarşi ve Batı sermayesine karşı savaşmaya devam etti ve 1908’lerde peş peşe grevler yaptı, sendikal ve siyasi örgütlenme girişimlerinde bulundu. Bu işçi sınıfının henüz kendiliğinden sınıf olmasında bir aşamaydı.
İşçi sınıfının özellikle İstanbul’da başlattığı grev dalgası 1908 devriminin hazırlanması ve başarıya ulaşmasında büyük rol oynadı. İttihat ve Terakki Cemiyeti işçi sınıfının gücünden yararlanabilme için onun taleplerini programına aldı, fakat iktidar olur olmaz sendikaları ve grevleri yasaklamaktan geri durmadı.
İşçi sınıfı ulusal savaş yıllarında da anti-emperyalist grev ve direnişlerle sendikal ve anti-emperyalist mücadelenin içinde bir sınıf olarak yerini aldı. Sosyalizmin küçük burjuva biçimiyle birlikte proleter sosyalizmiyle, ilk defa bu dönemde karşı karşıya gelen işçi sınıfı enternasyonalist mücadeleye katıldı.
Şirket-i Hayriye, Haliç, Tünel, Seyr-ü Sefain, Havagazı, Tramvay, Şark Demiryolu işçilerinin grevleri, sendikal taleplerinin yanı sıra, güçlü anti-emperyalist eylemlerdir. Emperyalist işgal koşullarında işbirlikçi İstanbul hükümetine ve emperyalizme karşı ulusal savaşa sadece grev ve gösterilerle katılmakla kalmayan işçi sınıfı, silahlı savaşa da katıldı. Proletarya gizli ya da yarı gizli sosyalist gruplar içinde kitlesel olarak örgütlenmeye ilk kez bu dönemde yöneldi. Bolşevizm’e ve enternasyonalist mücadeleye açık bir eğilim gösterdi ve savaş boyunca İstanbul, Ankara ve diğer bölgelerde 100.000’lik bir kitleyle sendikal bir örgütlenme yarattı, genel grevi gündeme getirdi ve 1 Mayıs’ı kitlesel olarak kutladı. İşçi sınıfı artık toplumda gelişen, büyüyen ve toplumun geleceğinde söz sahibi olan nitelik ve niceliğe sahip olan bir sınıf özelliğini kazandı.
Kemalist burjuvazi ve hükümet, hemen savaşın ardından işçi sınıfına ve ulusal kurtuluş savaşı sırasında işçi sınıfının elde ettiği kazançlara karşı saldırıya geçti. 1923’te I Mayıs kutlamaları yasaklanarak tutuklamalara girişildi, fakat bu saldırılar karşısında işçi sınıfı gerilemedi. Kemalist rejim kuşkusuz sınıfın kazançlarını bir çırpıda ortadan kaldıramazdı. İşçiler, demiryolu, liman, tramvay, Ereğli kömür, tütün işçileri ülkenin belli başlı bölgelerinde grevlere çıktılar. Yanı sıra bu dönemde bir çok küçük grev de görüldü. 1925’te Takrir-i Sükûn yasasıyla sendika, dernek kurma, grev hakkı yasaklandı. Buna rağmen, önemlisi Adana-Nusaybin demiryolu işçilerininki olmak üzere işçiler birçok işkolunda greve çıktılar. 1928’de tramvay işçileri greve gitti. Yine bu dönemde işçi sınıfı saflarında görmezden gelinemeyecek bir yeraltı örgütlenmesi eğiliminin varlığı hissedildi.
1930’lu yıllar Kemalist burjuvazi ve hükümetin sınıfa karşı saldırılarını yoğunlaştırdığı yıllar oldu. 1928’de gerçekten de oldukça zayıf ve dağınık olan işçi dernekleri ve sendikal örgütlenmeler yasaklanıp kapatıldı. 1933’de sınıfın sendikal ve siyasal örgütlenmesi ağır suç sayıldı ve cezaları olağanüstü ağırlaştırıldı. Tatil-i Eşgal yasasıyla ise 1935’te sendika, örgütlenme, dernek kurma hakkı tümüyle yasaklandı.
Sendikal örgütlenmenin ağır cezalarla yasaklandığı bu dönemde önemli grev ve direnişler görülmedi. Kemalist despotik diktatörlük faşistleşme yıllarında işçi sınıfını dizginsiz bir sömürü ve olağanüstü bir baskı altına aldı; sınıfın, talepleri doğrultusundaki en küçük eylemleri açık terörle ezilirken sendikal ve siyasal örgütlenme girişimleri azgın bir polis takibinin konusu oldu. Bu politika, 30’lu yıllar ve 40’ların ilk yarısında Türkiye’de kapitalizmin ve burjuvazinin hızla palazlanması ve hızlı bir tekelleşmenin unsuruydu.
40’lı yılların ikinci yarısı sınıfın sendikal hareketinde yeni kaynaşma ve hareketlenmenin başlangıcıdır. Grev ve etkili işçi eylemleri ağır teröre bağlı olarak ortaya çıkmış olmasa bile sendikal örgütlenme hakkı talebi güç kazandı, işçilerin dernek ve sendikal örgütlenmeleri yayılma gösterdi. Hükümet ve yardım etme durumunda olan muhalefet partilerinin, İşçi Birlikleri, İşçi Büroları vb. örgütlenmeleri sınıfı artık oyalayamaz olmuştu. Partilerin kurduğu çeşitli türden naylon örgütler itibar görmüyordu. Bu koşullar 1947’de grev hakkından arındırılmış biçimiyle de olsa sendikal örgütlenme hakkının zorunlu olarak serbest bırakılmasına götürdü.
Hemen bununla birlikte tüm sanayi kollarında sendikalaşma hareketi hızla yayılmaya başladı. Bu hareketin önemli özelliği kendiliğinden karakterde oluşuydu. Bundan yararlanan burjuva gerici, faşist partiler bir yandan hareketi sabote etmeye, diğer yandan da yozlaştırıp kendi etkileri altına almaya çalıştılar. Bu dönemde yoğun bir şekilde aydınlar, tarih yazıcıları, işçi aristokratları ve bürokratları anlaşma ve birlik halinde işçi hareketine el attılar; bu hareketi çeşitli burjuva partilerinin ve genel olarak burjuva kampın denetimi altına alma faaliyetini örgütlemeye giriştiler. İşçi sınıfı safları faşist ve gerici burjuva fraksiyonların başlıca çalışma ve kendi aralarında çatışma alanı haline geldi. Burjuva partileri aldatıcı vaatlerle sınıfı oyalamaya çalışırken sınıfın grev hakkı ve siyasal örgütlenme özgürlüğünü tanımaktan kaçındılar ve bu amaçla teröre başvurdular.
40’lı ve 50’li yıllar işçi sınıfının grev hakkı talebini öne sürdüğü yıllar oldu. Ancak küçük ve kısmi bazı eylemler dışında kendiliğinden hareketin direnişe dönüşmesi gerçekleşmedi, faşist diktatörlük ve hükümetlerce bu yöneliş bastırıldı. Mensucat işçilerin grev hakkı talebiyle düzenlediği gösteriler hükümet ve burjuva partilerinin doğrudan de\ reye girmesi ve büyük baskılarla önlenmeye çalışıldı ve siyasi polis, sınıf üzerinde yoğun bir terör estirmeye girişti. Bu durum kapitalizmin palazlanmasına bağlı olarak ortaya çıkmaya başlayan işçi aristokrasisinin, sendika ağası kliklerin, burjuva partisinin farklı fraksiyonlarını teşkil etmek ü/ere onun denetimi altına girmesinin bir nedenini oluşturdu
İşçilerin içinde örgütlendiği sendikaların daha başından burjuva ideolojisinin ve burjuvazinin çeşitli partilerinin etkisi altında olması, onların naylon burjuva örgütler oldukları anlamına gelmez. Daha 40’lı yılların sonlarından itibaren sınıfın görece yasa dışı faaliyet ve komiteleşmelere, daha çok ise yasal eylemlere dayanan çok sayıda sendikal örgüt doğdu. İşçiler bu örgütleri kendi eylemleriyle ve esas olarak kendiliğinden oluşturdular. 1952’de Türk İş’le birleşen ya da ona bağlanan pek çok yerel sendikal örgüt böyle ortaya çıktı. Türk İş’in gerici sendikal kliklerin ve burjuva partisinin çeşitli fraksiyonlarının etkinliğinde şekillenmesi, bir yönüyle hareketin kendiliğindenci karakterinden ve burjuva partisine alternatif devrimci bir öncüye sahip olmamasından kaynaklandı. Türk İş burjuva düzen partisinin fraksiyonlarının ve onların uzantısı sendika bürokratlarının etkinliğinde örgütlendi; ama bu^bağlı yerel sendikaların çoğu yerde ve esas olarak bizzat işçiler tarafından oluşturulduğu koşullarda gerçekleşti. Bu gerçekler yadsınarak sendikal hakların burjuvazi tarafından “verildiği”ni iddia etmek ya da sendikaların burjuva partilerin ve sendika ağalarının etkinliğinde doğmasından hareketle işçilerin sendikal talepler ve özgürlük için mücadele etmediği, mücadele tarihinin olmadığını ileri sürmek, burjuvazi ve faşist gericiliği güçlendirmekten başka bir anlama gelmez.
Görüldüğü gibi ’30’lu yıllar ve ’40’ların ilk yarısı işçi sınıfının grev ve sendikal örgütlenme mücadelesinde düşüş yıllarıdır. Ama bunun nedeni sınıfın mücadele ve özgürlük taleplerine sahip olmaması değildir.
Hareketin düşme göstermesinin bir nedeni, devletin işçi ve emekçi sınıflar üzerinde yoğun olarak uyguladığı terör ve faşist saldırıyla mücadeleyi geriletmesidir. Bu yıllarda Türkiye hemen tümüyle sıkıyönetim altındaydı ve tekelci devlet kapitalizmi bu açık ve dizginsiz terörle palazlandı.
Proletaryanın devrimci bir öncüye sahip olmaması ise hareketin düşüşünün bir başka nedenidir. Bu dönemde işçi sınıfının güçlerini sürekli olarak ve yoğun biçimde tahrip eden Şefik Hüsnü TKP’sinin Kemalizm kuyrukçusu sağ oportünist politikası, tarihsel işlevini yerine getirdi. TKP’nin oportünizmi bu dönemde tam bir ihanet düzeyine vardı. Ulusal savaş sonrasında TKP’nin sınıfa sendikal ve siyasal özgürlükleri Kemalist burjuvaziden beklemeyi öneren çizgisi, bu dönemde burjuvazinin izni olmadan işçi hareketinin gelişmeyeceği düşüncesinden temellenen icazetçi bir çizgiye dönüştü. Bu çizgi işçi sınıfının sosyalizme, kendi gücü ve eylemlerine duyduğu umudu sürekli sarsıcı ve onu burjuvaziye bağlayıcı bir rol oynadı. TKP daha 20’li yılların ortalarında kendini feshetme derecesine varan tasfiyeci yüz karası bir ihanet içine girmişti. Diğer yandan sözde ilerici burjuva aydınların ve yine sözde “devrimci” Kemalist çevrelerin geleneksel devletçi ve burjuvaziyle birleşmeci teori ve tutumları da işçi hareketinin gelişmesini engelleyen ve düşüşe neden olan bir faktördü.
Bu çevreler Kemalizm’in kaynaşmış bir ulus olarak ülkenin ve milli ekonominin gelişmesi teorisini daha da sistemlileştirerek işlediler: “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir toplum” demagojisi yaygınlaştırıldı. Bu teorilerin işçi sınıfının ileri kesimlerini, özellikle, devrimci bir öncüden yoksunluk koşullarında etkilemesi doğaldı. İleri işçiler sendikal ve özgürlük taleplerini öne sürmekten geri durmadılar, ancak bu teorilerden etkilenerek siyasal mücadelede bulanıklık ve perspektif yoksunluğuna düştüler. İşçi sınıfının tarihinin ortaya koyduğu yasa dışı örgütlenme, mücadele deneyleri, emperyalist işgale ve sultanlığa karşı mücadelenin yeraltı tecrübeleri küllendirildi. İşçi sınıfı, burjuva ideolojisi ve siyasetine tabi kılınmaya ve onun eklentisi haline getirilmeye çalışıldı.
Nedenler sadece bunlardan ibaret değildir. Sınıf kendi mücadele tarihinin tecrübeleriyle eğitimden geçmediği gibi, tarih içinde edindiği kendiliğindenci çarpık bilinç de hareketin gelişimini etkileyen önemli faktörler arasındaydı. Öte yandan kapitalizmin palazlandığı bir dönemde köylülükten yeni katılmalarla sınıfın saflarının kabarması, sınıf saflarında geleneksel ideoloji ve dar görüş açısının zeminini genişletti, zaten gelenekselleşmiş devrimci tutumlara sahip olmayan sınıf hareketi bu durumdan oldukça etkilendi.
İşçi hareketinin 1870’lerden 1940’lara taşıdığı zaaflar hareketin geleceğini de etkiledi. Bu zaaflar sendikaların işçi sınıfının direniş merkezleri ve gerçek militan mücadele örgütleri olarak doğmasını ve gelişmesini olumsuz yönde etkiledi ve zayıflattı. Ama diğer yandan işçi hareketi tarihindeki mücadeleler proletaryaya bazı hak ve özgürlükleri tanımada burjuvaziyi zorladı. ’50’li yıllarda proletaryanın yayılma gösteren sendikal özgürlük ve grev hakkı talepleri sınıfın tarihindeki mücadelelerin oluşturduğu birikim üzerinde yükseldi ve bu talepler sınıf hareketini geliştiren özellikler kazandı.
Özetle ’61 Anayasası’nda yazılı hak ve özgürlükler sınıfın mücadelesinin ürünüdür ve sınıfın kazanımlarının ifadesidir. Bunların eğreti oluşu ve faşist kurumları yıkmak üzere derinlemesine yerleşmemesi ise, proletarya eyleminin zaaflarının, geriliğinin ve olumsuz özelliklerinin sonucudur.

3- İŞÇİ SINIFININ 12 EYLÜL DARBESİ VE YENİLGİ TEORİSİ
Eylül darbesinin başarısı, işçi sınıfının tarihine, dinamiklerine ve devrimci rolüne yeni saldırılara zemin oluşturdu. Oysa bu başarının sorumlusu diye suçlanacak olan işçi sınıfı mıdır? Askeri darbelere karşı sınıfın eylemsiz kalışı ve direnişe geçmemesi gerekçe gösterilerek sınıf suçlanıyor ve bu suçlama sınıfın tarihinin inkârına dayandırılıyor.
Yaşanan iki darbenin ve Eylül’ün başarıya ulaşmasının, mı finona karşı eylemsizliğinin nedeni, işçi sınıfının hak ve özgürlüklerinin baskı karşısında “kayıtsızlığı” değildir. İşçi sınıfı, tarihi boyunca hak ve özgürlükleri için şöyle ya da böyle mücadele etti. Askeri darbe gerçekliğinde sınıfın ileri kesimleri, bu darbenin sömürü ve zulmün yoğunlaşmasına yol açacağının bilincindeydi. Bunu yaşayarak da gördü. Sınıf bugünkü tutumuyla da, sınıfa karşı ve sınıf olarak demokrasi ve özgürlük mücadelesi potansiyeline, bu doğrultuda taleplere sahip olduğunu eylemleriyle gösteriyor.
Eylül darbesi başarıya ulaşmışsa, suç işçi sınıfında aranamaz. İşçi sınıfı, burjuvazi “verdiği” zaman alan ve “aldığı” zaman boyun eğen bir sınıf değildir. Sınıf hareketinin tarihi bunun kanıtıdır.
Eylül’cü generaller darbe olanağını nasıl ede ettiler ve başarıya nasıl ulaşabildiler? Şu vurgulanmalı: tüm tarihi boyunca sınıf hareketini baltalayan, onu boyun eğmeye zorlayan, zor zamanlarda ihanetlerini derinleştiren toplumsal kesimler, Kemalist devletçilik geleneğine sahip sözde aydınlar, onlardan güç alan revizyonizm ve reformculuk, onlarla kaynaşma halindeki işçi hareketi ve sendika bürokrasisidir. İşçi sınıfına inançsızlığın, Kemalist ideolojiye, revizyonizme ve burjuva devlete yamanmanın teorisini yapan, bu yolla işçi sınıfını uyuşturmaya çalışanlar da emperyalizm tarafından satın alınmış bu tabakalardır. Resmi Kemalist ideoloji ve revizyonizmden ilham alınan, işçi sınıfının özgürlük ve demokrasi mücadelesi potansiyelinin zayıflığı ve geçmişteki hak ve özgürlüklerin, mücadelenin değil, burjuvazinin “ihsanı” olduğuna, generaller dâhil, burjuvazinin bütün siyasi partilerinin “demokrasi” yolunda yürüdüğüne işçi sınıfını ikna etmeye çalışan bu tabakalara ve temsil ettikleri düşünceye göre, tarih ve siyaset, burjuvazinin ve seçkinlerin iradesine bağlı olarak gelişir. İşçi sınıfı hareketinin, özellikle sınıfın son yirmi yıllık mücadelesinin yenilgisinin nedeni “işçi sınıfının geleneksel uyuşukluğu” değil, işte bu tabakalardır.
Türkiye işçi sınıfı “uyuşuk”, “devlete tabi” bir sınıf değildir. Özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren, kendiliğinden karakterde de olsa sendikal ve sayasal talepleri olan bir sınıftır. İşçi sınıfı ne ’71 ne de ’80 darbesi döneminde generallere sığınan, taleplerinin gerçekleşmesini burjuvazi, devlet ve generallerden bekleyen bir tutumu benimsemedi. 2 Mart ve 12 Eylül darbeleri dönemlerinde sınıf harekete geçmemişse, bunun nedeni burjuvazi ve generallerden beklentiler içerisinde olması değildi. Tersi durumda 15-16 Haziranı, DGM grev ve direnişlerini, TARİŞ, 24 Aralık, 29-30 Nisan direnişlerini ve pek çok başka işçi eylemini açıklama olanağı yoktur. Ancak, burjuvazinin sınıf içindeki uzantıları ve her türden revizyonizm ve reformizmin, sınıfın demokrasi bilinç ve mücadelesini çarpıtıp kapsamını daralttığı da bir gerçektir.
Darbe dönemlerinde sınıfın her şeye rağmen eylemsizliğinin önemli bir nedeni, işçi sınıfı içinde burjuva partisi olan “ilerici, sosyalist” aydınlar ve bunların kaynaşmış olduğu işçi ve sendika aristokrasisinin açık ihanetle burjuvaziyle birleşmesi, bu güçlerin sınıfın örgütlenmesini dağıtmaya yönelmesidir. Bir başka neden, askeri darbeler sırasında sınıflar arasındaki güç ilişkilerinin hızlı ve ani değişiklikler göstermesidir. Her büyük çatışma döneminde bu güç ilişkilerinde değişikliklerin bir yönü, burjuva aydınların, sendika ağalarının, reformcu ve revizyonistlerin ihanetlerindeki yoğunlaşma; diğer bir yönü ise işçi hareketi üzerinde egemen oldukları süreçte, bu güçlerin başta sendikaları parçalayıp, örgütlülük, etki ve otoritesini büyük ölçüde aşındırmalarıdır. Bu durum faşist terörün hızla yoğunlaşması karşısında işçi sınıfını çözümsüzlüğe iten temel bir faktördür.
İşçi hareketinin büyük karşı-devrimci saldırılar karşısında direniş ve ayaklanma düzeyine ulaşması, sınıfın düzenden kopuşunu ve saflarında hoşnutsuzluğun derinleşmesini öngörür. 12 Mart ve 12 Eylül öncesinde ise henüz bu durum yoktu. Ve faşist saldırılar karşısında sınıfın harekete geçmemiş olması, onun “apayrı” “işçi sınıfı” olmasıyla değil, iktisadi, toplumsal ve siyasal koşullarla dolaysız bağlantılı olan bu durumun henüz oluşmamasıyla açıklanabilir.
Burjuva özgürlüğü ve demokrasisini yaşamış, demokrasi geleneğine sahip bir işçi sınıfı, burjuvazinin faşist saldırısı karşısında “kolayca” sessiz kalmaz. Bu açıktır. Faşizm, demokrasiyi yıkmadan işbaşına gelemez ve sınıfın demokrasi tecrübesi, burjuvazinin faşizme geçişini zorlaştırır. Onun önüne dikilen en büyük engeldir. Ama özgürlük ve demokrasiyi yaşamamış(tecrübeleri sınırlı bir işçi sınıfı ve halk, faşizm karşısında daha büyük zaaflara düşebilir. Buralarda burjuvazi yıkmak durumuyla karşı karşıya kalacağı kurumlaşmış fazla bir şey bulamayacak ve kuşkusuz işi daha kolay olacaktır. Yalnız buradan hareketle, faşizm koşullarında proletarya ve halkın gelişkin mücadeleler ve ayaklanmalara yönelmeyeceği sonucu da çıkarılamaz.
Faşizm koşullarında sınıfın harekete geçmemesinin başta gelen bir nedeni de geçmişinde partili bir mücadele geleneğinin bulunmaması, bu zaaf nedeni ile proletarya saflarındaki sınıf disiplininin zayıflığıdır, partili mücadele geleneği olmayan, düzenden henüz derinlemesine bir kopuşun gerçekleşmediği koşullarda, işçi sınıfının faşist saldırı karşısında hareketsizliğini gerekçe yaparak “uyuşukluk”, “apayrılık” teorileri geliştirmek, diğer şeylerin yanında kendiliğindenciliğe batmak, yenilgi teorileri yaratmaktır.
Sınıfın mücadele tarihi, bunun özellikle son 20-25 yılı,, burjuva, küçük burjuva ideolog ve tarihçilerinin inkarıyla yok sayılamaz. Özellikle son 20 yılın deneyleri, proletaryayı burjuvazinin ve diğer emekçi sınıfların gözünde kesin ve geri dönülmez bir biçimde fiilen kapitalizme ve faşizme karşı sonuna kadar mücadele etme potansiyeline sahip bir sınıf olarak şekillendirmiş ve proletarya, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin temel itici gücü ve önderi olduğunu eylemiyle fiilen kanıtlamıştır. Son yirmi yıllık mücadelesiyle Türkiye proletaryası kendisi için sınıf olma sürecindedir.

4- İŞÇİ SINIFININ SON YİRMİ YILLIK MÜCADELESİ VE DÖNEMİN AYIRDEDİCİ ÖZELLİĞİ:
1960-80 yıllarındaki işçi mücadeleleri, sınıfın yeni bir yaşama uyanışıydı. Proletarya, deneyimiyle sınıf gücünü, toplumsal ve siyasal mücadelede kendi rolü ve önemini kavrama yoluna girerken sosyalizm ve Marksist-Leninist düşüncelerle yığınsal olarak yüz yüze geldi. Sendikal örgütlenmesi yaygınlaştı, sendikal mücadelesi gelişip güçlendi.
Ancak bu dönemin işçi hareketinin önemli zaafları da vardı. Proletaryaya dayatılan sosyalizm adına parlamentarizm ve burjuva sosyalizmi, sınıf sendikacılığı adına da revizyonist ve reformcu sendikacılıktı. Ve işçi sınıfı hareketinin iktidar hedefine yönelik gerçek bir siyasal mücadeleye atılması sürekli baltalandı. Sonraki yıllarda işçi hareketinin yenilgilerden kaçınamaması, onun bu yirmi yıllık dönemde revizyonizm ve reformculuğun etkilerinden arınamamasına bağlıdır.
Türkiye proletaryasının tarihsel “uzlaşma geleneğinden, “devletçi ideolojinin ve “devlet-millet bütünlüğü” geleneğinin “gücü”nden, Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal açıdan klasik sınıflı toplumlardan “farklılığından, bu temeldeki ideolojik şekillenişinin egemen burjuvazi ve devlete bağımlılık biçiminde oluştuğundan söz edile-gelir. Bunlardan çıkarılan sonuç Türkiye proletaryasının batı proletaryasından ve geri uluslarınkinden sınıf özellikleri ve mücadelesiyle “apayrı” bir “sınıf” olduğudur.
Açıktır ki, gelenekler, kuşaktan kuşağa aydınlar tarafından üretilen kültür ve ideoloji öğelerince aktarılır. İşçi sınıfı ideolojisinin işçi sınıfı içinde doğmadığı bilinir. Sınıfın ideolojisinin aydınlar içinde doğduğu gerçeği bir yana bırakılırsa kapitalist toplumun ideolojisi burjuva, küçük burjuva aydınlar, burjuva ideologlar, iktisatçılar, tarihçiler, sanat ve kültür adamları tarafından, sınıf çıkarlarının ideoloji düzeyinde ifadesi olarak kurulup geliştirilir, sistem haline getirip temellendirilir. Türkiye’de kapitalizmin ve burjuvaziyle proletarya arasındaki mücadelenin tarihi, burjuva ideolojisinin işçi sınıfına ilişkin yönünün çeşitli renklerle boyanan kuruluş ve gelişme örnekleriyle doludur. Sözde “ilerici, sosyalist” aydınlar, ideologlar, araştırmacı, tarihçi ve iktisatçılar, burjuva ideolojik kurgulamalara bağlı olarak işçi sınıfına devrim ve sosyalizm adına “Kemalist devletin ilericiliği ve desteklenmesi gereği”,”Türkiye toplumunun sınıf sizliği, “sınıflar-üstü devletin demokrasi ve özgürlüğün teminatı oluşu” vb. üzerine teoriler aktardılar. Proletaryayı ve ona dışarıdan sosyalist bilinci aktaracak “ilerici aydın tabaka”yı sürekli olarak burjuva dünya görüşünün, uzlaşmacılığın, reformculuğun sınırları içinde tutmaya uğraştılar.
Revizyonist, reformcu bu burjuva aydınların proletaryaya ilişkin geliştirdiği, batı proletaryasından ve devrimci halklardan, onların sınıf özellikleri, gelenekleri, demokrasi ve özgürlük potansiyellerinden “farklılık” teorileri, özünde proletaryayı burjuvazi ile birleştirmenin, onun emperyalizme, burjuvazinin ve toprak ağalarının düzenine bağlamanın teorileridir. Proletaryanın sosyalist sınıf bilincine varmasını önlemenin teorileridir. Bu güçler, altmış yıllık entelektüel üretimleri, ideolojik-kültürel çalışmalarıyla sınıfın saflarındaki aristokrat ve bürokrat küçük burjuva katmanlara epey ince işlenmiş, yoz “sosyalizm” teorileri sundular. Küçük burjuva aydınlar, ideolog ve tarihçiler ve süreçte proletarya içindeki küçük burjuva katmanla sınıfsal olarak bütünleştiler. Oluşturdukları bölünmüş farklı fraksiyonlara rağmen, tümü, proletarya içindeki burjuva partisinin fraksiyonlarıdırlar. Bunların tümü proletarya hareketini özellikle son 20-25 yıllık mücadelede sürekli olarak baltaladılar. Proletarya hareketini ve sınıf mücadelesinin her önemli dönüm noktasında ihanetlerini derinleştirerek proletaryayı, burjuvazi, gericilik ve faşizme karşı harekete geçemez hale soktular, açıktan açığa faşizmin saflarına geçtiler. 12 Eylül’de proletaryanın harekete geçemeden yenilgiye uğraması gerçeğinin temeli buradadır.
Sınıf olarak Türkiye proletaryasının batılı proletarya ve geri ülkeler proletaryasından bir “farkı” yoktur. Türkiye’de olup bitenler esasta ne batıda ne de geri ülkelerde olanlardan farklıdır. Türkiye’de Kemalist ve sosyal demokrat reformizmle altmış yıllık TKP revizyonizminin yıkıcı faaliyetleri ve sonuçları ile uluslararası işçi hareketine 30 yıldan aşkın süredir egemen olan revizyonizmin vurduğu darbenin, yol açtığı tahribat arasında özünde bir fark yoktur. Ülkede kapitalizmin, işçi sınıfı ve tarihinin gelişmesinin “özgünlüklerinin, toplumsal ve tarihsel devletçi despotik geleneklerin, tarihsel özgürlüksüzlüklerin, proletarya hareketi üzerinde “özgün” etkilerinin olacağı, ama bu etkilerin, toplumsal gelişmeyi, tarihin ve sınıf mücadelesinin dinamiklerini asla tersine çeviremeyeceği ortadadır. Türkiye proletaryasının bütün tarihi bunun kanıtıdır.
Proletarya son 20 yıllık uyanışı sürecinde yalnızca kapitalizme ve burjuvaziye karşı mücadeleye girmekle kalmadı; 20. yy. başlarında girdiği manevi ve düşünsel süreçte önemli yeni adımlar attı.
Proletarya, sosyalist düşüncelerle ellili yılların sonlarında ve özellikle altmışların ikinci yarısından sonra kitlesel olarak yüz yüze geldi. Bu dönemde mücadeleyle genişletilen fiili özgürlük koşullarında Marksist-Leninist klasikler yaygın olarak Türkçeleştirildiler. Proletarya ve aydınların en ileri ve dinamik unsurlarının düşünsel yaşamında belirgin ve kitlesel değişiklikler yaşandı. İşçi sınıfı ve genç aydınlar arasında sosyalizm ve Marksist düşünceler yayıldı. Bununla birlikte işçi sınıfı ve aydınların saflarında yayılan “sosyalizm” düşünceleri proleter sosyalizmin düşünceleri değildi. TİP-Aydınlık (Kıvılcımlı, M. Belli, D. Perinçek’i kapsamak üzere) çevrelerinin geliştirdiği burjuva “sosyalizmi”, geleneksel aydın çevrelerde ve sendika bürokrasisi içinde yayıldı. Bu “sosyalizm”in temel özelliği reformizm ve parlamentarizmdi. Elli yıllık TKP oportünist reformizminin ve Kemalist devletçiliğin mirasçısı tüm kanatları ile bu akımdı. Bu akımlar sınıf uzlaşmacılığı geleneğinin temsilcisiydiler ve sınıf hareketi ve sendikal hareket üzerinde etkili de oldular.
Bu dönemde farklı bir gelişme de gözlendi. Aydınların, burjuva sosyalizminin, işçi aristokrasisi ve bürokrasisinin gelenekselleşmiş reformcu, revizyonist sınıf işbirliği konum ve çizgisi karşısında genç aydınlar içinde “sosyalizm”, çelişmeli ideolojik karakteri ve radikal mücadele biçimiyle gelişti. Küçük burjuva devrimci sosyalizmi olarak tanımlanabilecek bu akım, kapitalist sömürü düzeni ve burjuva toplumun genel ve köklü bir inkârı üzerinde temellenmiyordu. Tutarlı anti-emperyalist ve anti-faşist ve demokratik halkçı bir muhtevası vardı. Başlıca Üniversiteli aydın gençlerin temsil ettiği bu akım ve onun çeşitli siyasal hareketleri uluslararası Sovyet revizyonizminden etkilenerek şekillenmekle birlikte çeşitli yönleriyle ona muhalefet ediyor ve Ş. Hüsnü TKP’sinin ve reformist gelenekselci aydın ve aristokrasinin uzlaşmacılığına karşı devrimci ve uzlaşmaz bir tutumu temsil ediyorlardı. Devrimci küçük burjuva sosyalizmi, gençlik hareketi içinde şekillenen THKO, THKP-C, TKP ML gibi örgütlerde temsil ediliyor, solcu siyasal çizgiler geliştiriyor ve işçi hareketinin dışında özellikle öğrenci gençlik üzerinde etkili oluyordu. Ama bu akımlar, uzlaşmaz militan konumları, mücadeleleri ve halka yakınlıklarıyla ileri işçiler ve emekçiler arasında da belirli prestij ve sempati yaratmayı başardılar.
12 Mart’a gelindiğinde sınıfın ve gençliğin mücadelesi o döneme dek görülmemiş boyutlara ulaşmasına karşın bu “sosyalist” hareketten Marksist bir hareket doğmadı. Darbeyle birlikte sınıfın sendikal hareketi de geriletildi. Darbe öncesinin reformist revizyonist akımlarından Marksist-Leninist bir hareket doğması olanaksızdı. Birkaç yıl içinde yeniden yükselişe geçen işçi hareketi, önüne, ’71 öncesinin revizyonist reformcu “sosyalizm”i, darbe dönemi boyunca daha da sistemleştirdiği bir sınıf işbirliği programı koydu. Bu akım farklı fraksiyonlara bölünmüş olsa bile onun ana revizyonist mihrakını oluşturan TKP, 74-80 arası gelişen işçi hareketi üzerinde ağır sonuçlara yol açan ve Eylül yenilgisinde temel rolü oynayan bir etki sağladı. Bu revizyonist akım “ilerici sosyalist” aydın tabakayla Sendika aristokrat ve bürokratlarının önemli bir kesimi ile, burjuva, Kemalist-devletçi entelektüel birikim ve revizyonist ideoloji temelinde belirli kitlesel birleşmeyi başardı. Bu çevrelerde kitleselleşmenin burjuva “sosyalizmi” ve parlamentarizminden proleter sosyalist bir akım doğamayacağı açıktı. İşçi sınıfı ile belirli bağlara sahip olmasına karşın bu akım ideolojisiyle uluslararası revizyonizmin bir uzantısıydı. Revizyonizmde Marksizm’in doğamayacağı kuşkusuzdu. Diğer yandan sınıf işbirlikçisi konum ve işlevleriyle siyasal ve örgütsel özellikleriyle bu akımın siyasal hareketleri, proletarya ve halktan kopuktu ve burjuvazi ve gericilikle sınıfsal ve siyasal kaynaşma içindeydi, Kemalist aydının seçkinci, bürokratik devletçi birikim ve geleneğinin mirasçısıydılar.
Böyle bir platformdan değil sosyalizm, devrimci bir akım, tavır ve konum bile yaratılamazdı.
Marksizm adına ortaya atılmış orijinal “ATÜT”, “üretici güçler” teorileri, Kemalist ve onun etkisinde şekillenen tarih, devlet, ordu ve toplum teorileri, uluslararası revizyonizmle kaynaşmanın temelini teşkil ediyor, öte yandan burjuvaziyle de “bağlaşma”, emperyalizmle uzlaşma ve egemen ekonomik siyasal sistemin restorasyonu ve güçlendirilmesinin teorileri oluyordu. Siyasal parlamentarizm ve legalizm teori ve taktikleri bu teorik temel üzerinde yükselmişti. Bu teorik birikim ve burjuvazi ve devletle uzlaşma temelinde inşa olan siyasal ve örgütsel geleneksel platform, özellikle son 20-25 yılın işçi hareketini ve uyanış içine giren aydınları derinden etkileyerek gerçek bir uyanışı sabote etti. Tüm burjuva ve küçük burjuva akımlar TKP, TİP, TSİP, TKİP”den Kıvılcımlı ve Belli’ye dek çeşitli mihraklarıyla içlerinde farklılaşan fraksiyonlar oluştursalar da proletarya içindeki burjuvazi partisidirler. Kemalist “aydınlar”, kadrocular, Hüsnüler, K.Tahir’ler, Kıvılcımlılar, Ecevitler, onların “özgün”, “ulusal” teorilerinin atalarıdır. İşçi sınıfının tarihsel rolü ve dinamiklerini yadsımak için bu teori ve akımlar tarihi ve toplumsal dinamikleri, burjuvazinin ve burjuva aydın tabakanın tarihi ve dinamikleri olarak ortaya koyuyorlar. Öte yandan toplumun en devrimci sınıfı olduğunu pratikte kanıtlama yoluna giren proletaryayı düzene entegre etme ve yenilgiden yenilgiye yöneltme faaliyetlerini sürdürüyorlar. Bu pratiğin teorilerini her önemli dönüm noktasında yeniden geliştirerek.
Eylül’ün gericilik yılları bu teorilerin de yenilenme yıllarıydı. 12 Eylül rejiminin legalitesi, yenilgi sonrası umutsuzluğa düşmüş geniş bir eski “devrimci” kitlenin varlığı, uluslararası revizyonizmin “yeni platform”u, bu akımların Eylül darbesinden sonra proletarya, sosyalizm ve Marksizm’e karşı yeni saldırılara girişmelerinin zeminini genişletti. Orijinal “yeni” “sosyalizm” teorileriyle proletarya hareketi saptırılmaya girişildi.
Proletarya içindeki burjuva partisi ve fraksiyonları, işçi hareketinin büyümesinin ve burjuvazinin taktiğindeki değişikliklere bağlı olarak gelişen bir ideolojik eğilim oluşturmak üzere serpilme imkânı buldu. Bunlar hareketin bağımsız bir sınıf hareketine dönüşmesini, Marksizm’le işçi hareketinin birleşmesini sistemli bir biçimde baltalamakla kalmadılar; proletaryanın son 20-25 yıllık hareketinde reformcu dalgalanmalara da yol açtılar.
’60’lı yılların ikinci yarısında işçi hareketi tüm tarihin zirvesine çıktı: 15-16 Haziran direnişi. Bu dönem sınıfın yolunu kesmek üzere revizyonizmin reformcu yolunun alternatif olarak propaganda edildiği dönemdi ama aynı zamanda proletarya, halk ve gençliğin devrimci hareketinde yeni olay ve olgulara yol açan bir dönem de oldu.
’68 gençlik hareketi cumhuriyet tarihinin en kitlesel ve radikal anti-emperyalist ve anti-faşist hareketiydi. Mücadeleye atılan gençliğin ileriye en açık kesimi, revizyonizmin reformcu barikatlarına çarptı. Bu, gençliğin revizyonizmin sınıf işbirliği ve uzlaşmacı yolundan kopuşuna yol açtı. Uluslararası revizyonizmin ideolojik olarak etkilediği devrimci gençlik, bu etkiye rağmen revizyonizmin reformcu, devletçi ve yasalcı yoluna tarihsel bir darbe vurdu. Bu gençlik hareketi, revizyonist ihanetle anlaşmaya, halktan kopuk ve yozlaşmış üst tabaka aydının tutumuna karşı devrimci bir tepki olarak doğan THKO, THKP-C, TKP/ ML gibi hareketlerin dayanağı ve temelini oluşturdu. Bu hareketler uluslararası revizyonizmin etkisine rağmen, Osmanlıcı ve Kemalist aydının devletçi ve uzlaşmacı konumundan uzaklaşmanın, onların sınıf işbirlikçisi “özgün” teorilerinden kopmanın da ifadesiydiler. Eklektik ulusal ve toplumsal tarih görüşlerine rağmen THKO, THKP-C ve TKP/ML gibi akımlar, Çerkez Ethem-Yeşil ordu geleneğinin ve halkçı teorilerin mirasçısıydılar. Bu yönelimleri revizyonist ideoloji ile çelişki oluşturmasına, bu nedenle de çelişik bir görünüm arz etmelerine karşın bu gelişme yine de revizyonizmin reformist yolundan kopuşun önemli bir adamıydı. Devrimci konumda tutunmanın dayanağı bu adım oldu. İçinden geldikleri emekçi sınıfların özlemleriyle devrimci biçimde birleşmeleri sömürü ve baskıyı kendi üzerlerinde de hissetmeleri, devrimci konumlarının diğer bir kaynağıydı.
’71 devrimciliği 12 Mart darbesiyle yenilgiye uğradı. Fakat proletarya, halk ve gençlik saflarında ciddi sempati ve etki yarattı, uzlaşmaz devrimci bir platform sundu, devrimci bakış açısı ve konumun, platformun yolunu açmayı başardı.
Revizyonist ihanetin güçlenmesinin yanı sıra proletaryanın bağımsız sosyalist hareketinin, Marksizm’in doğmasının koşulları da ’60’h yıllarda genişledi. Bu yöndeki gelişmenin ilk adımı Marksist klasiklerin yayılması, ikinci adımı ise revizyonizmin reformcu yoluna tepki olarak doğan ’68 Hareketi ve onun üzerinde şekillenen ’71 devrimci hareketinin tutarlı devrimci-demokrat hareketin doğuşu idi. ’60’lı yılların devrim ve sosyalizm mücadelesine damgasını vuran başlıca iki olayı bu olgulardır. Ancak revizyonizmi reformcu yolundan kopuşa götüren ve proletaryanın tarihsel devrimci rolünü genç aydınların gündemine sokan, sınıfın ve gençliğin kendiliğinden hareketindeki sıçrama, grevler direnişler, işgaller ve önemlisi 15-16 Haziran’dır. Sınıf, o yıllardaki hareketiyle yeni uyanış ve yönelişiyle sınıf mücadelesinde temel bir güç olduğunu kanıtlamıştı.
Revizyonizm 12 Mart’tan güçlenerek çıktı, ama diğer yandan ilk belirtileriyle Marksizm’e yönelişte kendini gösteriyordu. ’71 hareketinin işçi, halk, gençlik kitlelerin üzerinde yarattığı sempati ve sınıf hareketindeki canlanma, Marksizm-Leninizm’in yayılmasının elverişli koşullarını hazırlamıştı. 50 yıllık revizyonizmin ve ’71 devrimciliğinin Marksist eleştirisi eğilimi ’71’in devrimci-demokrasi hareketinin saflarında güç kazandı. Yeniden toparlanan THKO, ’71 devrimciliğini eleştirip uluslararası Marksist hareketin genel çizgisini benimsedi. THKP-C ve TKP/ML saflarında da aynı yönde gelişmeler görüldü. Teori ve pratiğiyle küçük burjuva teori ve pratiği yadsıyarak ama devrimci konum ve mücadele mirasına sahip çıkarak Marksizm-Leninizm’e varma dinamikleri, bu hareketlerin saflarında barınıyordu; Marksizm-Leninizm ancak bu güçlere dayanarak bu saflardan doğabilirdi. Teori ve pratikleriyle halktan kopmuş ve yozlaşmış revizyonist ve reformist hareketler böylesi devrimci dinamiklere sahip değillerdi ve olamazlardı. 75-80 yılları teorik ve pratik birçok cephede revizyonizme ve revizyonizmin reformcu platformuna karşı mücadele yılları oldu. Proletaryanın ve proleter devrimin teori ve taktiği sınıfın siyasal öncüsünün önceli olan devrimci-demokrasi hareketindeki dönüşmeye bağlı olarak ortaya konuldu. Yeniden ele alınıp gözden geçirilmesi gereken noktaları da içermesine karşın, proletarya, esas olarak Marksist-Leninist bir programa sahip oldu. Ülkede Marksist proletarya partisinin inşası, o zaman görülemeyen ve bünyesinde yaşayan zaaflarla birlikte, çok yönlü ve cepheli zorlu mücadeleler içersinde gerçekleşti.
Proletarya partisinin inşası süreci içte ve dışta revizyonizme ve reformculuğa karşı çok cepheli bir mücadele süreciydi. Bu süreçte ülke içinde revizyonizmin ve reformizmin saldırıları yoğunlaştıkça Marksist hareketin gelişmesinde reformist ve revizyonist hareketlerin yol açtığı ciddi ideolojik ve siyasal yalpalamalar ortaya çıktı. Bu mücadelelerde revizyonist etkilemeler ve ideolojik ve siyasal yalpalanmalar görülse de, sonuçta Marksizm-Leninizm zafer kazandı. Türkiye’de Marksizm’in yeniden doğuşu bünyede taşınan ciddi zaaflarla bir arada gerçekleşti. Revizyonizm ve reformizme karşı kazanılan teorik başarılar, gerçek Leninist militan tipinin ve Leninist öncünün inşasının pratik siyasal ve örgütsel sorunlarının çözümünde köklü bir tarzda kazanılamadı. Örgütsel hatalar ve örgütsel inşa sürecindeki ideolojik-teorik ve siyasal yalpalamalar sınıfla bağları güçlendirme, sınıfın bağrında örgütlenme, sınıfı kazanma ve sınıf sendikacılığını sendikal harekete egemen kılma perspektif ve hedeflerini zaafa uğratıcı rol oynadı. ’81 öncesi, zaafların kaynaklarıyla ilgili ipuçları yakalanmıştı ve darbe öncesinde olduğu gibi sonrasında da devrimci konumda duruş korundu. Ancak Eylül darbesi Marksist hareketi sınıfla henüz sağlam, geniş ve kalıcı bağlara sahip olmadığı ve inşa sürecinden kalan ve özellikle elli yıllık revizyonizmin “özgün ulusal teorileri”nin ve uzlaşmacı tarihsel aydın konumunun yarattığı geleneklerin etkilerinden kaynaklanan tümüyle giderilememiş bünyesel zaaflara sahiplik koşullarında yakaladı. Bu durum ağır darbelere yol açtığı gibi işçi ve sendikal hareketin geleceğini de etkiledi.

5. MARKSİST HAREKET VE ERTELENEMEZ BİR GÖREV
Bu bölümde, bazı yanlarıyla, işçi hareketinin tarihine, son 20-25 yıllık dönemin mücadelelerine, revizyonist reformcu uzlaşma çizgisi ile devrimci mücadele çizgisi ve 75 sonrası revizyonizmin reformcu çizgisiyle Marksist devrimci çizgi arasındaki mücadelelere değinildi. Bu mücadeleler, konumuzun kendisini oluşturmuyor, ancak işçi hareketine ve sendikal harekete yaklaşım açısından temel bir önemi vardır. Eğer revizyonizm ve reformizme karşı mücadelede tam bir zafer kazanılacaksa, işçi sınıfı ile sağlam ve kitlesel olarak bağlar kurma yolunda ilerlenecekse, işçi sınıfının, tarihi devrimci rolünün farkına varmasının tüm engelleri yıkılmak zorundadır. Proletaryanın, tarihi devrimci rolünün farkına varması, Marksist-Leninistlerin, Marksist hareketin revizyonizme ve reformizme karşı çok yönlü ideolojik siyasal, örgütsel teorik ve pratik mücadeleyi enerji, uyanıklık, özveri ve gelişkin bir teorik-pratik kapasite ile sürdürmesine bağlıdır. Bu mücadelenin bir yönü, uluslararası revizyonizmin sapkın, yoz teori ve pratiğine karşı mücadeledir. Diğer yönü ise, revizyonist, reformist ve Kemalist-devletçi aydınların yarattıkları “özgün” “tarih” ve “devrim” teori ve pratiğine, bunun sosyalizm ve devrim adına tarih içinde oluşturduğu anlayış ve geleneklere, bakış açısı ve alışkanlıklarıyla halktan kopmuş aydın konumuna, uzun tarihsel dönemin şekillendirdiği proletaryaya yabancı “militan tipi” özelliklerine, örgüt, yaşantı, çalışma ve ilişki tarzı anlayışlarına karşı teorik ve pratik, ideolojik, siyasal ve örgütsel mücadeledir.
Bu mücadelede Marksist hareketin içine düştüğü zaaf ve yanılgılar, yalnızca Leninist militan tipinin, örgüt ve çalışma tarzının geliştirilmesi ve Leninist örgütün inşasını zayıflatıp kösteklemekle kalmadı. Bunlar, revizyonizm ve reformculuğun yıkıcı baskısı altında olan kendiliğinden işçi hareketinin gelişimini ve işçi sınıfının sosyalizm mücadelesine kazanılmasını da büyük ölçüde zaafa uğrattı. Ancak Marksist-hareketin yanılgılarının, bir dönem içine düşülen ideolojik yalpalamaların etkileri bir yana bırakılırsa, genel teori ve taktik ilkelerinin, genel bakış açı.sı ve perspektifinin taşıdığı zaaf ve hatalardan doğmadığının altı çizilmelidir. Bu yanılgılar, esas olarak, bu bölümde vurgulanan “özgün ulusal” işçi sınıfı, “tarih”, “toplum” ve “ordu” vb. teorilerine, bu teorilere dayanan siyasal sınıf işbirliği ve örgütsel reformizmini ve legalizmin etkilerine, bu teorik siyasal ve örgütsel çizgilerin var ettiği sınıf konumuna, “militan tipi” özelliklerine, alışkanlıklarına, legalist örgüt ve çalışma tarzı geleneklerinin etki ve kalıntılarına, günlük toplumsal ve siyasal yaşamda kurulan ilişkiler üzerindeki etkilerine karşı çok yönlü mücadele düşülen hata ve zaaflardan doğdu. Tüm bu geleneksel teorik, siyasal ve örgütsel çizgi ve konumla hesaplaşma mücadelesi, esas olarak teorik bir mücadele olarak yaşandı. Bu mücadelenin, Marksist hareketin ve Marksistlerin içte ve dışta sürdüreceği günlük-pratik siyasal ve örgütsel bir mücadele olarak derinlemesine yaşanmaması, zaaf ve yanılgılara kaynaklık etti. Bu durum, Marksistlerin ve Marksist hareketin pratik dönüşümü ve arınmasını baltaladığı gibi, onların proletaryaya yaklaşmalarını da olumsuz etkiledi, proletarya saflarına yayılmayı yavaşlatıcı rol oynadı. Bu nedenle, ileri işçiler üzerinde revizyonizm ve geleneksel reformcu teori ve çizgilerin yarattığı etkilerin giderilip yıkılması mücadelesi zayıf kaldı. Marksist hareketin kendisinin ve mücadelesinin bu çelişik gelişimi, işçi sınıfının sendikal hareketinin gelişimini de önemli ölçüde baltaladı.
Marksist hareketin ve gelişmesinin bazı sorunlarına niçin değinildi?
Kemalist aydınların, reformcu tarihçilerin, revizyonist ve reformist akımların tüm Cumhuriyet tarihi sürecince yarattığı teorik birikim ve gelenek haline gelmek üzere, devrimin her dönemde ileri insan gücü üzerinde etkili kıldıkları reformcu, proletarya ve halktan yabancılaştırıcı konum, anlayış, yaşam, çalışma ve ilişki tarzı, sadece Marksist hareketi, onun militan tipini örgüt ve çalışma tarzını etkilemekle kalmadı; ama proletarya kitlelerini, proletaryanın sendikal hareketini ve proletarya saflarında sınıf sendikacılığı akımını da önemli ölçüde etkiledi, etkilemektedir. Bu geleneksel reformist, Kemalist-devletçi aydın teorileri, bu birikimin şekillendirdiği “militan tipi”, “Kemalist devrimci tipi”, uluslararası revizyonizmin yozlaşmış teorilerinin işçi kitleleri ve ileri işçiler üzerinde etkinlik sağlamasının da dayanağını oluşturmaktadır. Revizyonizmin teorik alanda mahkûm edilmesi ve ilke sorunlarında yüzünün açığa çıkarılması gereklidir ve bu yapılmıştır, ama yeterli değildir. Geleneksel “orijinal ulusal” teori ve pratik siyasal ve örgütsel uzlaşmacı konum vb.nin yarattığı tahribat ve bugün varlığını sürdüren kalıntılarıyla ciddi bir hesaplaşmaya girişilmeden, proletaryanın reformcu sınıf işbirlikçi çizginin etkisinden, sendikaların burjuva sendikacılık akımlarının denetiminden, Marksist hareketin tüm reformcu ve proletaryaya yabancı ideolojilerin baskısından kurtulması olanaklı değildir.
Türkiye proletaryası revizyonizme, onun uluslararası mihraklarına sempati duymamaktadır. Revizyonizm ve onun reformcu yolu, proletarya üzerindeki etkinliğini, doğrudan değil, burjuva aydınlarının, Kemalist tarihçilerin ve geleneksel “Kemalist-CHP devrimciliğinin” yarattığı teorik bakış açısı ve pratik siyasal, örgütsel konumla birleşerek gerçekleştirmektedir. Ş. Hüsnü TKP’sinin Kemalizm kuyrukçusu, oportünist ve legalist geleneğinin etkinliğinin burada yattığı kuşkusuzdur. Revizyonist ideoloji, bu “özgün” teori ve tahripkâr gelenekle kaynaşmıştır. TKP çizgisi böyle ortaya çıkmıştır. Böylelikle revizyonizmin reformcu yolu işçi ve sendikal harekete damgasını basabilmiştir.
Burjuva, Kemalist-devletçi aydınlar, revizyonistler ve reformistler, Türkiye toplumunun, proletarya ve halkının tarihsel “uyuşukluğu”, anti-emperyalizm, demokrasi ve özgürlük adına ne kazanılmışsa, tümünün burjuvazi ve asker-sivil bürokrasi tarafından “verildiği” üzerine teoriler geliştiriyor, bu teorilerini, devlet olanaklarıyla da desteklenerek propaganda edip yaygınlaştırıyor ve bu teorilerin işçi ve emekçiler üzerindeki etkilerini yeniden toparlayarak, geri dönüp, teorilerinin doğruluğunun kanıtları olarak gösteriyorlar. Revizyonist teori ve ideoloji, etkinliğini bu totolojik “devri daim” içinde sağlıyor.
Sınıfın sendikal hareketindeki tıkanma ve çözümsüzlükler, işte bu teori, anlayış, çizgi ve ilişkilerden kaynaklanarak oluşmaktadır. Sendika ağalan, demagojik tüm malzemelerini, burjuva aydın, tarihçi ve bilim adamlarının entelektüel üretimlerinden, toplumsal siyasal yaşamda bu teorilerin şekillendirdiği ilişki ve alışkanlıkların gücünden alıyorlar.
Türk-İş’in ağalarının “milli ekonomiyi koruma” türünden “birlik” anlayışını, onun şekillendirdiği reformcu siyasal-örgütsel “işçi” tavır ve eylemini besleyip geliştiren kaynak, kadroculardan A. Işıklı’ya, K. Tahir’e, S. Divitçioğlu’na, K. Boratav’a, hatta Ecevit’e dek burjuva devletçi aydınların toplumun manevi yaşamında yarattığı birikim ve bu birikimin dayandığı ve yaydığı tahribattır. Bu durum, yaklaşık çizgilerle reformcu revizyonist sendikal akımlar için de geçerlidir. Burjuva aydınlar, reformistler, revizyonistler ve hür türden sendika ağası klikler, işbirliği halinde, işçi sınıfının, kendi ve uluslararası mücadelenin tarihi tecrübeleriyle eğitilmesini önlemeye çalışıyorlar. İşçi sınıfını, kendilerinin çıkarları, “tecrübeleri” ve teorileri temelinde eğitip biçimlendirmenin ve sınıf işbirliği kalıbına dökmenin “mücadelesi” içindeler.
Marksistlerin ve Marksist hareketin önüne tüm bu nedenlerle yeni bir mücadele alanı daha açılıyor. Sınıf üzerindeki revizyonizmin, reformculuğun, gerici sendikal akımların ve sendika ağalarının, kısacası sınıf içindeki burjuva partisi ve fraksiyonlarının etkilerini yıkma mücadelesinin önemli bir yönü bu: Revizyonizme ve onun Marksizm-Leninizm’in sendikal çizgisinde yarattığı tahribata karşı teorik ve ideolojik mücadelenin yanı sıra, burjuva aydınların tarihsel ürünü “özgün” teorilere ve vardıkları sonuçlara karşı köklü ve uzlaşmaz teorik ve ideolojik mücadele… Bu mücadele verilmeden ve Marksizm-Leninizm’in revizyonizm ve reformculuğa karşı ideolojik mücadelesinin önem taşıyan ayrılmaz bir parçası haline getirilmeden, sınıf içindeki burjuva partisini temsil eden sendika ağası klikler ve gerici sendikal akımlar tasfiye edilemez. Proletarya içindeki, sendikalardaki burjuva partisi tasfiye edilmeden ise, proletaryanın devrimci eylem ve örgütlenmelere geçişi başarılamaz ve sınıf sendikacılığı hareketinin geniş işçi yığınlarıyla birleşmesi, sınıfın sendikal eylemine egemen olması sağlanamaz. Marksist-Leninistler ve Marksist-Leninist hareket, sınıf içindeki burjuva partisini yıkmak için, aydınların, tarihçilerin, sendikal “uzmanların”, revizyonist ve reformcu akımların yarattığı entelektüel reformist birikimi, onun reformist, legalist sonuçlarını bertaraf etmek ve sınıfın saflarından silmek zorundadır. İşçi sınıfının tarihiyle ve eyleminin deney ve tecrübeleriyle eğitimi, başka herhangi bir yoldan gerçekleştirilemez.

Nisan 1989

’89 Ekonomik Panorama

Yıllık programlar, DPT tarafından uzun vadeli kalkınma stratejilerine uygun biçimde kabul edilen beşer yıllık kalkınma planlarının, yıllık uygulama dilimlerini belirler. Ve bütçeler, programlarda yer alan dengelere ve kabul edilen yatırımlara göre hazırlanır.
Programların uygulanırlığı konusunda genel eğilim, bunlara bir formalite olarak bakmak olduğu söylenebilir.
Programın ve bütçenin hazırlanmasında kullanılan veriler DİE tarafından toplanır. Bu verilerin güvenirliği sürekli tartışma konusu olur. Bu durum sonucu, kurum başkam Prof. Dr. Orhan Güvener “korkmadan söylüyorum, ilân ettiğimiz rakamlarda artı, eksi 15 puan hata payı olabilir” der. (1) Aynı hata payı, Batı’da “binde” ile ölçülür. Kurum yetkilisinin açıklamasına göre, DİE-TFE ’88 yılı için yüzde 75,2 olmasının anlamı yüzde 60,2 ya da yüzde 90,2 olmasıdır. Mevduat faizinin yüzde 85 olduğu koşullarda enflasyonun yüzde 60,2 olması beklenemez.
’88 yıllık programında enflasyon yüzde 33,0 olarak öngörülmüştü.
Öngörülen enflasyon oranı, rant gelirleri dışında diğer gelirlerin (işçinin ücreti, köylünün ürün fiyatı vs.) artış oranını belirlemede esas alınıyor. Bunun, enflasyona karşı mücadelenin gereği olarak yapıldığı, burjuvazi tarafından sürekli açıklanır. Uygulamada böyle bir işlevi var. Fakat gerçekleşen enflasyon oranı, program hedefinden sürekli fazla olur.
Böyle bir işleyişin ürünü olarak ’89 yılı programı yapılır ve bütçesi hazırlanır, yürürlüğe konur.

1- Büyüyemedik
DİE, makro olarak ekonominin altı, dokuz ve on iki aylık gelişmelerini değerlendirerek üç milli gelir tahmini yapar. Birinci tahmin, 88 Ağustos ayında yapılmıştı. Fakat ikinci tahmin normal olarak Kasım ayı içinde yayınlanması gerekiyordu; ama yayınlanmadı. Çünkü ikinci tahminde kalkınma hızının düşük çıkması açıklamanın geciktirilmesine neden oldu. Birinci tahminde GSMH cari fiyatlarla yüzde 72,6 artar ve sabit fiyatlarla büyümede yüzde 7,2 olarak hesaplanır. Yapılan ikinci tahminde büyüme yüzde 5,2 olarak bulunur. Ama geç açıklanan süre içinde bütçe görüşmelerinde “büyüdük ve onun için enflasyonda bu kadar artış var” tezi sürekli işlenir. Ayrıca kasımda mahalli seçimler düşünüldüğünden, ikinci tahmin açıklanmaz. Neymiş, enflasyonun (resmi rakam) yüzde 80’lerde olması büyümenin bedeliymiş. Yapılacak olan üçüncü tahminin ne olacağı şimdiden (bu çalışmanın yapıldığı sıra) bilinmese de, ikinci tahminin yüzde 5,2 olması, ’87 yılı yüzde 7,4 büyümesine göre, hayli düşük.
Aslında birinci tahmine göre hesaplanan ’89 yılı makro ekonomi dengeleri, büyümenin yüzde 7,2 değil 5,2 olmasına göre (gerçi üçüncü tahminde bunun daha da düşeceği konusunda ciddi kuşkular var) yeniden belirlenmesi ve ona uygun olarak hazırlanması gerekmektedir.
Yani, son iki yıl karşılaştırıldığında enflasyon artarken, büyüme düşmüştür. Hani enflasyon, büyümenin sonucuydu. Yaşanan ekonomik koşullarda açmazların egemen sınıflar adına mucidi ANAP hükümetinin, burjuva ekonomi politiğine bulunduğu “katkıların” balonu, çabuk sönüyor.
Nedense büyüdük nakaratı yapılırken, ne kadar kalkındığımız hiç tartışılmaz.
Ekonomide görülen “gelişmeye” karşılık, fiyatlarda görülen hızlı artış, işsizliğin büyük boyutlarda olması, gelir dağılımında emek gelirleri aleyhine hızlı bozulma, ekonomik refahın dengeli bir şekilde dağıtılmaması kalkınmanın gerçekleşmediğini ortaya koymaktadır.
’89 yılında büyüme hızı yüzde 5 ve GSMH deflatörü yani, GSMH’nın faaliyet kollan için ortak tespit edilen fiyat artış oranı yüzde 49 iken, yıl sonu itibariyle enflasyon hedefi yüzde 38 olarak öngörülmüştür.
Hedeflenen büyümenin sağlanabilmesi konusunda ciddi şüpheler vardır:
Ekonominin ve sanayinin önemli sektörü imalat sanayinin ’88’e ait gelişme rakamları, İSO’nun yaptığı bulgulardır; buna göre, imalat sanayisi ilk üç ayda yüzde + 16; ikinci üç ayda yüzde + 1,6; üçüncü ayda yüzde-5’e dördüncü üç ayda (tahmini) yüzde -6 olarak gelişme gösterir. Görüldüğü üzere üçüncü ve dördüncü üç ayda, eksi (-) büyüme sebebiyle üretim artmayıp, daralmıştır.
Büyümenin birinci tahmini hesaplanırken imalat sanayisi sektörüyle ilgili olarak dikkate alman veriler, birinci ve ikinci üç aya ait olan yüzde + 16 ve + 1,6’dır. Buna göre sanayisi sektörünün alt faaliyet kolu imalat sanayi yüzde + 10,0 büyür.
Fakat ikinci tahmin için üçüncü üç aylık yüzde -5,6 alındığında, imalat Sanayisi yıllık büyümesi yüzde + 6,0 olarak hesaplanır.
Birinci ve ikinci tahmin arasında büyük fark; yüzde 10,0’dan 6,0’a geriliyor. Aynı tahminler sanayisi için ise, yüzde 8,8’den 5,5’e iniyor.
Büyümenin 3 üncü tahmini için imalat sanayinin tahmini gelişmesi yüzde -6,0’ın dikkate alınması gerekecek; bu, hem imalat sanayi büyümesini ve dolayısıyla sanayi sektörünün de daha çok gerilemesine sebep olabilir. Bunun diğer sektörleri de etkileyeceği hatırlanırsa, ’88 yılına ait büyümenin yüzde 3’lere düşeceği beklenebilir.
’88 yılında belirtilen koşullarda kaynakları daralan gelişmeyi devralan ’89 ekonomisinin, sanayinin yüzde 6,5’i ve GSMH’nın 5,0 büyümeyi gerçekleştirmesi olası görülmemekte.
Çünkü bu büyüme hedefi, birinci tahmin çalışmalarına göre öngörülmüştür. Ama ikinci tahmini büyümede gerilemenin olduğu hesaplanıyor. Bu halde, 88’den alınan kaynaklarda o anlamda azalma olduğu ve bu sebeple sağlayacağı büyüme miktarını da etkilemesi düşünülmelidir.
Çünkü imalat sanayi örneğinde görülen gelişmenin diğer faaliyet kollarını da etkilemiş olması ve ’89’a bu koşullarda yani gerileyen bir konjonktür içinde girilmesi ve bu sebeple, bu yıl ekonominin iyi bir performans göstermeyeceği konusunda kuşkulan artırıyor.
Ayrıca ekonominin bu konjonktürden kurtulması zor görülüyor; çünkü ücretlerin ve tarım ürünleri fiyatlarının düşük tutulması ve de yatırımların artırılması gibi ekonomi politikaların izlenmesi öngörülmektedir.
Yani ’89 yılında öngörülen büyümeyi gerçekleştirmek zor; çünkü kamu sektörü yatırımları en alt düzeye indirmesi ve durgunluğun devam etmesi beklendiği (2) için özel sektöründe özellikle imalat sanayisinde yeni yatırımlara istekli olmadığı ve tarım sektörünün de yüzde 5’ler altında büyüme sağlayacağı hatırlanmalıdır.

2- Yine Enflasyon Üzerine
‘89 yılı programında öngörülen enflasyon oranı yüzde 38’dir. ANAP iktidarının bu konudaki özelliği de, gerçekleşen enflasyon oranının hedeflenenden sürekli fazla olmasıdır. Geçen ’87 ve ’88 yıllarında yüzde 20 ve 33 olarak öngörülen enflasyon oranı, sırasıyla yüzde 48,9 ve 80 olarak gerçekleşir (bunlar, resmi rakamlar).
Bu halde Özal’ın bu yıl da “ilkesizlik” yapacağı beklenilmemeli…
’87 yılının son dört ayında (Eylül – Aralık) ücretliler, perakende ya da tüketici fiyatları endeksi (TFE – DİE) artan bir trend izleyerek yüzde 2,1’den 10,8’e yükselir; ve ’88’in ilk iki ayında azalır, yüzde 6,2’ye kadar iner; fakat Mart ayında tekrar yüzde 7,0’ye çıkar. Yine aynı dönem itibariyle toptana ya da Toptan Eşya Fiyatları (TEFE-DİE) ’87 yılı kasım ayında yüzde 6,2’ye yükselirken, aralıkta yüzde 1,2’ye düşer ve geçen yılın ilk iki ayında artar ve Mart’ta yüzde 7,6’ya kadar yükselir.
Geçen yılın sonuna doğru tüketici ve toptan fiyat endeksleri azalan bir trend izler, sırasıyla yüzde 4,3 ve 3,9 olur. Her iki endekste yılsonuna göre, bu yılın ilk iki ayında artar.
Yılsonu itibariyle aylık fiyat artışlarında denetim alınıyor görülen gelişme, yılın başından itibaren bazen artan ve bazen de azalan bir gelişme gösterir.
Ocak ve şubat aylarını kapsayan ikişer aylık tüketici endeksi ’88’de yüzde 5,9’dan, ’89’da yüzde 13,2’ye çıkar; toptan fiyat endeksi benzer gelişme gösterir yüzde 5,7’den 10’a yükselir.
Ocak ve şubata aylarında 12’şer aylık tüketici endeksi geçen yılda yüzde 23,5 ve 23,4 iken, bu yılda yüzde 71 ve 69,3 olur. Yine aynı dönemler itibariyle toptan fiyat endeksi, her iki ayda sırasıyla yüzde 30,2 olarak gerçekleşirken bu yılda yüzde 69,3 e 72.5 olur.
Genel de Şubat ve Eylül ayları, giyim eşyalarındaki mevsim sonu indirimli satışlar sebebiyle, enflasyonun daha düşük çıktığı aylar olur. Ancak, bu kez şubatta ocak ayma oranla düşme olduysa da, yine de yüksektir. Bu, ’88 sonuna doğru yaşanan tırmanmanın etkisinin devamından kaynaklanmaktadır. Yani enflasyon konjonktürel olarak yükseliş çizgisine özellikle son iki yıldır yerleşmiştir. Aylık gelişmelerde böyle olduğu gibi iki ve on iki aylık dönemler itibariyle bakıldığında benzer gelişme gözleniyor.
Bu, izlenen ekonomi politikanın enflasyonu düşürme konusunda başarılı olamadığının ve bir yönüyle de olamayacağının göstergesidir.
İzlenen enflasyonist politikanın sonucu olarak, enflasyonun kurumsallaştığından söz edilebilir.
Üretimde girdi maliyetlerini etkilemesi nedeniyle, kamu kuruluşlarının zamları enflasyonu besleyen önemli bir faktördür, önemli maliyet öğelerinden biri de, ekonomide devletin etkinliği sonucu KİT ürünleri fiyatlarıdır. Bunların ar tısı fiyatları yükselten bir sebep olabilmektedir. Ayrıca bir yönüyle özel sektöre emsal oluşturuyor; yani özel sektör fiyat artışlarını da teşvik ediyor. Elde mevcut veriler, hem özel hem de kamu sektörünün hemen hemen aynı oranda zam yaptıklarını göstermektedir. Ekim ’87 ile Ekim ’88 arasında imalat sanayisi sektöründe devlet fiyatlarını yüzde 93,6 oranında, özel sektör ise yüzde 90,5 oranında artırmıştır.
Enflasyonu kurumsallaştıran temel öğeler: Yukarıda belirttiğim gibi KİT’lerin ürettiği mal ve hizmet fiyatlarının sürekli artırılması / zamlar biçimindeki fiyat politikası; “serbest” ya da “yüksek” faiz politikası ve günlük kur uygulaması denilen “gerçekçi” kambiyo kuru politikasıdır. Yani zamlar, döviz ve faiz politikalarının oluşturduğu 3’lü sarmal yapının ürünü; enflasyonun kurumsallaşmasıdır.
Şu da tartışılabilir: belirtilen politikalar, enflasyonun bir türevi mi, yoksa enflasyon bu politikaların bir türevi mi?
’80’li yıllar gösterdi ki üçlü sarmal yapı enflasyonsuz var olamaz.
Bu anlamda, enflasyon yapısal bir olgudur.
Ya da enflasyon, krizin belirgin dışa vurumudur.
Bir dönem ekonomik gelişmenin iyi olmadığı konusun da çıkışlar! yapan ve sesini yükselten, fakat somadan “dut yemiş bülbül gibi” sesi-soluğu kesilen TİSK başkanı Halit Narin ” ’89’da enflasyonun düşeceğini söylesem, sanayicilere ayıp olacak; düşmeyeceğini söylesem, hükümete ayıp olacak” diyerek, bugünkü ekonomik koşulları yorumlar. Devamında sanayici olarak her ayın sonu “bir sene kadar uzun ve bu sebeple ’89 yılında on iki sene” yaşanacağım söyler. (3)
Enflasyonu düşürücü etkisinin olacağı iddiasıyla, emisyon artışını frenlemesi anlamında iç borçlanmaya gidilir. Bunun sonucu ’84 sonrasında iç borç sürekli artar; ’87 yılı sonunda 15,8 trilyon olan borç geçen yıl içinde yüzde 57,6 artarak 24,9 trilyona yükselir.
Bu artışın yarattığı sorunları Özal’ın, yerli prenslerinden Adnan KAHVECİ şöyle açıklar: Ülkemizde enflasyonun bir nedeni de (çok değil, iki yıl öncede enflasyona karşı mücadelenin önemli bir aracıydı, bugün nedeni) “birikmiş borçların ödemek zorunda kaldığımız faizleridir” (deneme-yanılma yöntemi ve maliyeti) ve bu faizleri ödemek için “günde 1,3 milyar lira basmak zorundayız” ve bunu ’89 Ekim’ine kadar devam ettirmeye mecburuz, “o zamanda enflasyon durmaz” (4).
Bütçe açığının 4,4 trilyon olarak öngörüldüğü halde geçen yıllarda olduğu gibi yüzde 100 artmasıyla 9 trilyon olarak gerçekleşmesi ve borç ödemelerini kapsayan transfer harcamalarında bütçenin yüzde 50’si kadar olması gibi koşulların emisyonu artırıcı etkisi olacak. Bu halde izlenen açık finansman politikasını enflasyon üzerinde katalizör etkisi olacağı hatırlanmalıdır.
KAHVECİ’nin görev aldığı hükümet, bu şartlarda enflasyonun düşebileceği propagandasını yapıyor olmakla “ciddiyetlerini” itiraf etmiş oluyorlar.
Hem de bu gelişmenin salt bu yılla sınırlı kalmayacağı anlaşılıyor. Çünkü hükümet yetkilisi Elazığ’daki burjuvazinin ülke çapında merkezi örgütü TOBB’nin bölge toplantısında “1992’ye kadar sabır tavsiye ediyor” (5).
Peki iç borçlanmanın arttığı bu sürede emisyon hacmi artmadı mı? Evet, arttı; ’87 yılı sonuna göre yaklaşık yüzde 50 artarak, geçen yılda 4,5 trilyona çıkar. Ayrıca, ’88’in son dört ayında emisyon artış oranları, ’87 yılının aynı döneminden daha fazladır. Geçen yılın ocak ayında emisyon yüzde 3 daralır ve şubatta yüzde 0,2 genişler. Buna karşılık bu yıl her iki ayda da yüzde 2,8 ve 9,2 artar.
Şu biliniyor ki, emisyonda artış / genişleme fiyatlara etkisini belli bir süre sonra gösterir. Yani, gecikmeyle yansır.
Enflasyon konjonktürel olarak yükseliş çizgisine yerleşmiş durumda ve bu yüzden ’89 için açıklanan yüzde 38’lik enflasyon hedefinin üçte biri şimdiden iki ayda gitmiştir.
Diğer yandan bu yılki programda GSMH ile ilgili hesaplarında deflatörün yüzde 49’un belirlenmesinin anlamı; bu, iktidarın enflasyondaki tırmanışın süreceğini kabullenmesidir. Açık olan şu ki; iki aylık veriler enflasyonun devam edeceğini ve yüzde 49’luk deflatörü de fazlasıyla geçeceğini gösteriyor.
Yerel seçimlerin ardından nisan-mayıs aylarındaki gerçekleşmeler, bu durumu daha iyi ortaya koyacaktır.

3- Bankalar: “Enflasyon Düşmesin!”
Önümüzdeki dönemde enflasyonun “düşmesi” halinde, kredi maliyetlerinin de buna paralel olarak düşmesini, kredi kullanıcıları / sanayiciler talep edecek; çünkü kredinin kullanımından doğan faiz, 3 aylık dönemler halinde ödeniyor. Krediyi plase eden bankalar ise mevduata vadesinde faiz ödüyor; bu süre, genellikle bir yıl.
Yüksek enflasyon bankalara kâr getirir, fakat yüksek kredi faizli dış kaynak kullanımı ve geri ödemelerdeki zorlanmalar da “sanayiciye huzursuzluk” getirir. (6) Tabi ki bundan bankası olan azınlık holding grupları kastedilmiyor. Bunun sonucu olarak Akbank geçen yılda sermayesini 120 milyardan 500 milyara çıkarır ve vergi sonrası net kârı da 306 milyara yükselir.
Enflasyon oranı ola ki düşerse, para sermayesinin kullanıcısı yani krediyi alan faizinin düşmesini, diğer yandan da mevduat sahibi, faizin düşmemesini isteyecek. Yani faizin indirilmesine enflasyon engeli… Para sermayesini yatıran ile kullanan arasında, faiz konusundaki çelişki kendisini bu şekilde gösterecek. Bu anlamda faizin inmesinden dolayı arada bir fark doğacak ve bu da, para sermayesini toplayan ve plase eden bankalara ilerde ek maliyet demektir. Topladığı mevduatın maliyetini, o’nun kullanımından yani kredi faizinin geliri ile karşılaması zor olacaktır. Toplanan mevduatın plase edilememesi, bugün bankalar bu sıkıntıyı yaşıyor ve edildiğinde de geri transfer edilememeleri bankaların ve bu anlamda finans sektörünün krizini derinleştirir, aynı şekilde enflasyon oranının inmesinin de benzer sonuca sebep olacağı düşünülebilir.
’89’da enflasyon hedefi yüzde 38 iken diğer yandan mevduat faizinin yüzde 70’ler üzerinde olması hali, makro politika açısından ne denli gerçekçi?
Enflasyon oranı yüzde 30’lara ya da 40’lara inecekse (!) elinde yüzde 85’lik mevduat bulundurması banka açısından zararlı olduğu açık. Banka daha düşük maliyetli para sağlamak olanağı varken, daha önceden söz verdik diye o dönemdeki mevduata, dönemin şartlarına göre layık olduğundan daha fazla bir para vermek zorunda kalacaktır. Ve banka o gün ona o faizi verirken, o mudiinin mevduatından kâr değil, zarar edecektir. Bu halde, bankacılık sektörü geçmiş kârlı yıllara özlem mi duyacaktır?
Ayrıca imalat sanayi büyük bir finansman sıkıntısı içinde olup, iç talep de düştü ve buna bağlı olarak kapasite kullanımı da azalıyor. Ülkemiz de sanayi öz kaynaklara dayalı olarak değil de borçlanmaya dayalı olarak geliştiği için, kısıtlayıcı ekonomi politikaları döneminde sanayi finansman krizine giriyor. Finansman krizi bir süre sonra bankacılık krizini doğuracaktır. Bu halde, ’89’da bankacılık sektöründe bir kriz yaşanabilir mi?
Sektöre yönelik bu analiz bazı bankalar şahsiyetinde somutlaşacak ve krizi yaşarken, bazıları da kârlılıklarını devam ettirecekler.
Sonuç olarak; Belirtilen hallerde, yani enflasyon oranı ile mevduat faizi arasında farkın büyük olması ve plase edilen kaynakların geri ödenmemesi koşullarında, sektörün ve özelinde bazı bankaların ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmaları şaşırtıcı olmayacaktır.

4- Bütçe: “40 Yamalı Bohça!”
‘80’ler Türkiye’sinde bütçe bir formalite gibi değerlendirilmekte…
Bu sebeple bütçe, gelir ve gideri dengeleyen bir hesap tablosu değil; Ekonominin dengelerini kuracak bir önlemler paketi olarak hazırlanır ve “Egemenlik, Kayıtsız Şartsız Milletindir”in sahnesi parlamentoda tartışılır; ama sonuç yine de bir formaliteden öte gitmez.
Bütçenin gelir kaynakları ve sağlanması, yatırım, cari ve transfer harcamalarının belirlenmesi ile ilgili tercihler belli bir hedef doğrultusunda dengelenmemiş ise, bütçeler ekonomide krizi arttırmanın aracı olabilir.
Farklı olduğunu iddia etmek ne mümkün?
’89 Bütçesi’nin de farklı özelliği olduğu iddia edilemez.
Genellikle parlamentoda konuşulan bütçelerle yıl içinde uygulanan bütçeler arasında hiçbir ilişki kalmamaktadır. Bu ülkemizde iktidarın taviz vermediği özelliğidir.
Ayrıca tüm gelir ve gider kalemlerinin bütçede şu ya da bu gerekçeyle gösterilmemesi hali de bütçenin genelliği, birliği ve halka “açıklığı” ilkeleriyle çelişmektedir. Öyle kurumlar vardır ki (örn: MİT), yaptığı harcama ve gelir kaynağı bütçede gösterilmez.
’84’lerden sonra yoğunlaşan fonların, bütçe dışında tutulması da öz olarak yine bir çelişkidir.
Bu durum bir yönüyle de işleyen burjuva çarkının, yasama ile yürütme organı arasındaki ilişkinin örneğidir.
’89 yılı için öngörülen bütçede gider 32,7 trilyon ve gelir 28,3 trilyon olup; açık 4,4 trilyondur. İlk defa olarak açık bu kadar büyük miktarda ve yüzde 13,5 oranında öngörülüyor. Gerçi bütçenin hazırlanmasında belirtilen açık oranı, ’85 sonrasında sürekli artar; 86’da yüzde 6,9 iken 88 yılında ise 10,4’e yükselir.
Yine bütçede açığın borçlanma ile karşılanacağı belirtilir.
Bir yandan borçlanmanın ekonomiye getirdiği yükü anlat; diğer taraftan yeniden borçlan ve bunu da “hesap bilirlik” olarak sun.

BÜTÇE GELİR, GİDER FARKI (1985-1989)
FARK
GELİR     GİDER     GERÇEKLEŞEN     ÖNGÖRÜLEN
1985        4467        5263        787            510
1986        7153        8311        1158            504
1987        10540        12697        2157            931
1988-(1)    17375        21473        4098            2157
1989-(2)    28256        32733        –            4477
AÇIKLAMA:     (1) Tahmini-gerçekleşme DİE
(2) Program hedefi

Tabloda görüldüğü üzere, son dört yılda bütçe açıklan programlanandan yüzde 100 daha fazladır. Benzer gelişme bu yıl da yaşanacağı için, açığın yaklaşık 9 trilyon olacağı tahmin edilebilinir ki, yüzde 50’sinin transfer harcamaları olan bütçede yaklaşık yüzde 27,5’i de açık olacaktır. Bu bütçeye “iyi” diyebilen cahil bile değildir…
Bütçe açıklarının artması sonucu, bu açığın GSMH oranı yüzde 2,8’den 5’lere yükselir.
Bütçe gelir kalemleri: Her yıl bir önceki yıla göre yüzde 50’ler üzerinde artacağı öngörülmüş ve buna uygun oranda gerçekleşen artış kaydetmiştir. Bütçe gelirleri ’86 ve ’87 yıllarında yüzde 5’ler oranında daha fazla gerçekleşirken geçen yılda ise yüzde 5,5 kadar azaldığı tahmin edilmektedir. Gelirlerin hedeflenenden fazla gerçekleşmesi üzerine yetkililer sevinerek bunu ifade ederler; “işte aldığım önlemlerin başarısı”… Aslında böyle bir artışta, enflasyonun gelir yaratıcı etkisi dikkate alınmak istenmez.
’89’da bütçe gelirleri içinde vergi kalemleri tutarı 24,4 trilyon olup, bunun yüzde 32,4’ü gelir yüzde 13,1’i de kurumlar vergisine aittir. Öyle bir mali sistem benimsenmiştir ki, istisnalar sebebiyle bazı firmalar hiç vergi vermemektedir. Aynı benzer istisna ücretli için geçerli değil! Vergi gelirlerinin GSMH’ya oranı demek olan vergi yükü, bu yıl yüzde 17,5 olarak hesaplanır; kamunun tüm gelirleri dikkate (fonlar vs.) alındığında vergi yükü 36, Te yükselmektedir. Bu halde makro olarak iç tasarrufun daha artmasından bahsedilemez; çünkü biliniyor ki, gelir dağılımı çalışan emekçi aleyhine her geçen yıl daha da bozuluyor ve vergi yükünün de bu oranda olması, geriye kalan gelir ancak marjinal yaşamaya yetecek kadardır. Onun için iç tasarrufların yüzde 35’lerin üzerine çıkacağını tahmin etmek büyük oranda zorlamayla olacaktır. Bu anlamda iç tasarrufların daha fazla olması ne mümkün ne de gerçekçidir.
Kamu’nun 58,2 trilyon lira gelirin sadece yüzde 48,6’sını bütçe geliri olarak gösterilirken, geriye kalan para ne oluyor? Kamunun gelirinin çok büyük kısmının bütçe dışına kaydırıldığı anlaşılıyor.
Vergi Gelirleri Dağılım: ’80’ler döneminde bütçede vergi gelirleri içinde dolaylı vergiler payı artan, dolaysız vergilerinki de azalan bir trend izler. Kamu gelirlerinin bütünü açısından incelendiğinde dolaylı vergilerin payının daha fazla artacağı gözlenmektedir. Burjuva ekonomi politiğin maliye politikası açısından vergi gelirlerinin belirtilen dolaylı ve dolaysız ayrımı ve topluma etkisinin farklılığı nedeniyle, dolaysız vergilerin artmasını kabul görür; çünkü tüketilen mal ve hizmetlerin vergilendirilmesi demek olan dolaylı vergiler, tüketicilerin bütününü yani emekçi halkı ve burjuvaziyi aynı oranda etkiler. Yani zengin-fakir, varlıklı-yoksul ayrımı yapmaz. Bu durumda verginin “gelir dağılımını adilleştirici” işlevini yerine getirmediği sonucu çıkar; hani ne denir! Az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınacağı söylenir. Fakat dolaylı vergilerin (örn: KDV, taşıt alım vergisi, harçlar vs.) çok kazanandan az, az kazanandan çok alımı sağlar. Bir başka anlatımla tüketime ayrılan paranın harcanması sırasında vergilendirilmesi dolaylı vergidir.
Sabancı’nın toplam geliri içinde tüketime ayırdığı miktar küçük bir tutar iken, bir Akbank’ta ya da Bossa’da çalışan işçi ise gelirinin hemen hemen tümünü ayırmak zorunda kalır ve her ikisi de aynı oranda (yüzde 10 gibi) KDV verir. Sakıp Ağa TV’ye KDV reklamı için neden çıkıyor ya da neyi meşrulaştırmanın aracı olarak reklam yapıyor?
Söylendiği gibi dolaylı verginin, gelir dağılımını adilleştirici bir yönü yok; çünkü kapitalist bir toplumda tasarruf eden kişiler esas olarak burjuvalardır. Burjuvazi de ne kadar zenginse tasarruf etme gücü o kadar fazladır. Tüketimden alınan dolaylı vergiler, gelirin tüketilen kısmına yüklenir ve tasarrufları vergiden muaf tutar; sistemin işleyişi, sermaye birikimin sağlanması ve yatırımların yapılması içindir.
İşçiler ile burjuvazi ayırt edilmeden, tüketim harcamaları yüzde 10 KDV’ye tabidir. Bu durumda işçiler gelirlerinin hepsini tükettikleri için toplam gelirinin (gelir vergisine ek olarak) yüzde 10’unu vergi olarak öderken; burjuvazi ise, toplam gelirinin yüzde 40’nı tüketiyorsa, sadece bu bölüm üzerinden yüzde 10 vergi öder. Bu halde işçi gelirinin yüzde 10’unu ve burjuvazide toplam gelirinin yüzde 4’ünü (ki, harcanabilir gelir oranının azalmasına bağlı olarak bu pay da azalır, örn: yüzde 40’ını değil de, yüzde 10’nu tüketseydi toplam gelirinin yüzde 1’ini) vergi olarak devlete verecektir. Yani, toplam gelir içinde, tüketime ayrılan kısım azaldıkça, dolaylı vergi oranının toplam gelire oranı da paralel bir gelişme gösterir ve bu anlamda ödediği vergi de azalacaktır.
Görüldüğü üzere gelir dağılımını değil “adilleştirici”, daha da bozduğu anlaşılmaktadır.
Vergi gelirleri toplamı içinde dolaylı vergilerin payı ’81’de yüzde 35,5 iken bu oran, sonrası yıllarda artarak ’87’de yüzde 50,2’ye kadar yükselir.
Aslında bütçe açıklarının giderek büyümesine sebep olan faktörler, vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin ağırlığının önemli oranda arttığı bir yapı haline dönüşmesine neden olmuştur.
Bunun gereği olarak, ’89’da dolaylı vergilerin payının yüzde 54,5’e yükselmesi öngörülmüştür.
Emek gelirleri açısından, fiili tüketim gelirinin azalmasını sağlayan bu oran ile yoksulluk daha da artacaktır.
Bütçe giderleri; yüzde 60’ları aşan artışla bütçe giderleri programlanır. ’86 ve ’87 yıllarında gerçekleşen miktarlar öngörülenlerden yüzde 14’ler kadar daha fazladır ve bu fark, ’88’de yüzde 3’e iner. Bütçe giderleri kendi içinde karşılaştırıldığında Diyanet İşleri Başkanlığı 232,6 milyar TL bütçesi ile yedi bakanlık (Çalışma ve Sosyal Güvenlik, Sanayi ve Ticaret vs.) bütçesinden daha fazla ödeneğe sahip olduğu görülmektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın bütçesi 32 milyar TL’dir. Ayrıca Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bütçesi ise 797 milyar olup, İçişleri Bakanlığının ise 192,3 milyardır. Bunun da adı, sosyal adaleti “sağlayacak” bir bütçe, oluyor!
Ayrıca 32,9 trilyonluk gider bütçesinin yüzde 49,8’i transfer, yüzde 12,7’si cari ve yüzde 16,2’si yatırımlara ayrılmış olup, geri kalan yüzde 21,3’ü personel giderleridir. Personel giderlerinin cari veya transfer gider olarak değerlendirilmesine bağlı olarak, bu oranlarda büyük miktarda artış olacaktır. Görüldüğü üzere bütçenin borç ödemelerine ayrılmış olmasının anlamı, hem açığın ve hem de ekonomiye yarattığı sorunlara karşın borçlanmanın yine de artacağıdır. Yatırımlara ayrılan payın düşük olmasının, büyümeye ve istihdama etkisi olumsuz yönde olacaktır. Yani büyüme öngörülenden düşük olabileceği gibi işsizlikte azalmayıp artabilecektir.
Özal döneminde uygulanan bütçelerde, gerçekleşen açıklar öngörülenden yüzde 100 daha fazla olduğu için bu yılda bütçe açığının yaklaşık 9 trilyon (gider bütçesinin yüzde 27,5’i) olacağının beklenmesi ve borç ödemelerini kapsayan transfer harcamalarının da bütçenin yaklaşık yüzde 50’si olması gibi etkenlere bağlı olarak, emisyon miktarının bir hayli artacağı (ki ’89’de yüzde 49,3 artar ve 4,4 trilyon olur) tahmin edilebilir ki yaklaşık 7 trilyon civarında olacağı beklenebilir.
Bu da enflasyonun yükselmesi demektir.
Belirtilen koşullarda ’89 Bütçesi, “kırk yamalı bohçadır…”

5- Özelleştirme: “Devlet Malı Deniz” mi?
Kamu işletmeciliğine ANAP’ın yaklaşımı, “hükümet olduğumuzdan beri KÎT’ler kâr ediyor” tâbi ki zamlar sayesinde; kârlı oldukları halde zamların yapılmasını / devamını ise “kârlar fiktif” diye açıklarlar. Bukalemun’a taş çıkartacak yaklaşım… Pek çok işlevleri üstlenen bir ekonomi politika olarak gündeme getirilen ve TELETAŞ’la başlayan özelleştirme, diğer bazı kuruluşların satışıyla güncelliğini korur.
Özal’ın özelleştirmeden sorumlu ithal prensi Cengiz İsrafil, geçen yıl içinde görevinden alınır.
Cengiz İsrafil, ABD Kongresi’nde de konu olur. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın, Teletaş’ın yabancı sermayeli ortağı Bell Ma. Co. (Belçika) şirketi ve Cengiz İsrafil ile olan ilişkisinin Kongre’de soruşturulması kabul edilir.
Geçen yıl 5 bin TL’si olarak piyasaya sürülen hisse senetleri, yakın dönemde sermaye piyasasında yarı fiyattan işlem görür. Son bir yılda dört aracı banka TEB, İktisat, Tekstil ve Vakıfbank’ın borsada işlem gören 705 bin senetten 430 binin (yüzde 61’dir) Cengiz İsrafil tarafından Belçikalı yabancı ortak (bunun payı yüzde 39) adına topladığı ve senetlerin DPT-Yabancı Sermaye Dairesi’nin izni ile yabancı sermayeli Bell şirketine devredilebileceği basında yer alır. (7) Yabancı sermaye lehine, tekelcilik güçlendirilir.
Bürokratların yabancı sermaye ile ne tür ilişki içerisinde görev yaptıklarını gösteren güzel bir örnek.
Kamu kuruluşlarının zarar edenleri halka fatura edilirken, zamlar sayesinde kârlı olanlarda özelleştirme gereği satılır.
Kime? Nasıl mı?
Bir başka örnek: (8)
Boğaziçi Hava Taşımacılığı (BHT) ESKA, NET, SİLKAR ve AER LİNGUS (İrlanda) konsorsiyumuna halktan gizli tutularak, hırsız malı misali 2 Boeing 727 yolcu uçağı, 2 Boeing 727 Kargo uçağı ve 2 DC-10 uçağı 7 milyon dolara (yaklaşık 14 milyar TL) satılır. BHT’nin yüzde 49 hissesini ve yönetimini AER LİNGUS alırken, diğer ü firma yüzde 17’şer eşit payda hisseye sahip olurlar. İlk uçağı ’88 Mayıs’ta uçan BHT’nin yedi aylık net kârı 6 milyar olup, 25 milyar mal varlığına sahiptir.
Bu haliyle BHT: “Satılmadı, hibe edildi.”
Bununla da “mülkiyeti tabana yayma” ve “iktisadi demokrasiyi gerçekleştirme” sağlanıyordu.
BHT’nin ardından USAŞ, 9 Şubat 1989’da İskandinav Hava Yolları’na halktan gizli tutularak satılır. Geçen yıl geliri 36 milyar 102 Milyon olan USAŞ’ın bilanço kârı 15 milyar 289 milyondur. Toplam özvarlıkları 33 milyar 311 milyon olan USAŞ, 27 milyar 888 milyon (14 milyon 450 bin dolara) satılır. Fakat aynı USAŞ’a ABD – Morgan Guaranty firması 1984 yılı sonu itibariyle 64 milyon dolar fiyat belirlediği hatırlandığında; USAŞ’ın da hibe edildiği anlaşılıyor.
Ve diğerleri…
Evet; “devlet malı deniz” mi?
Görüldüğü üzere özelleştirme, başlangıçtan itibaren gelişmelerin halktan gizli tutularak kamu malının yabana sermaye ve özel sektöre peşkeş çekilmesinin (iflas eden özel sektör kuruluşlarının devletleştirildiği hatırlanmalı, ör: Asil Çelik), ucuza kaynak aktarımının sağlanmasıyla tekelciliğin güçlendirilmesinin ve sermaye piyasasının geliştirilmemesinin politikası oluyor.
Ya da özelleştirmenin diğer adı yabancı sermayeyi teşvik etmek mi? Yahut devletin sanayiden çekilmesi mi?

6- Daralan İmalat Sanayi
Türkiye’de ’80’li yıllarda izlenen ekonomi politikanın sonucu, imalat sanayi dalında ekonomik “büyüklükte” ileri teknolojiye dayanan bir yatırım yapılmaz. Yapılanlar ise mevcutları büyütme ve modernleştirmedir. Buna karşın bu sanayi dalında üretim artışının esas sebebi kapasite kullanımındaki gelişmelerdir. Geçen yılın sonuna doğru, kapasite kullanım oranı yüzde 72’ye kadar geriler. Bu yıllarda üretim artışının en yüksek (1. üç ay yüzde 16,2 genişlerken) seviyesi ile üretim azalışının (3. üç ayda yüzde -5,6 azalır) birlikte yaşandığı ve bu haliyle genel dengesizliği yansıtan bir yıl olur.
Sektörler itibariyle sabit sermaye yatırımlardaki gelişme incelendiğinde, imalat sanayi dalı ’84’de yüzde 22,3 payı birinci sektör iken, bu oran yıllar itibariyle küçülerek geçen yılda yüzde 14,8’e iner; demek ki, imalat sanayi yatırımlarından bir kaçış olduğu gözleniyor.
Bu sanayi dalının üretim artışında ve kapasite kullanımdaki düşüşe bağlı olarak, ortalama büyümesi Eylül verilerine göre yıllık yüzde 6,1 tahminin, 4. üç aylık gelişmelerinde dikkate alınmasıyla yapılacak hesaplamada yüzde 3’lerin altına düşmesi bekleniyor.
Sanayide büyümenin etkenleri yeni yatarımlar ve var olan atıl kapasitenin kullanımıdır. ’80’li yıllarda modernleştirme dışında yeni yatırımlar yapılmayıp, atıl kapasite kullanımına ağırlık verilmiştir. Fakat geçen yılda imalat sanayisinde bununla ilgili gelişmelerin olumsuz olduğu görülüyor. İmalat sanayi katma değer içinde özel sektörün payı ’85 göre ’88’de yüzde 4,5 artarak 69,6’ya yükselir. Bu durumda, bu sanayi dalında büyümenin motoru özel sektör olduğu halde, onunda öngörülen gelişmeyi sağlayacak yönelim içinde olmadığı gözleniyor. Diğer yandan kamu yatırımlarının yavaşlatılması, mahalli idare / belediye yatırımlarının kısılması doğrudan ve dolaylı biçimde hem bu sanayi dalını ve hem de istihdamı daraltacak (işsizliği artıracak) önemli bir başka faktördür.
Ayrıca sabit sermaye yatırımları içinde imalat sanayi payının azalması, üretimde ve kapasite kullanımda düşüşlerin yaşanması gibi koşullarla ’89’a giren bu sanayi dalında yeni yılın “hayati önemi tevsi yatırımlarıyla” (9) geçebileceğidir.
Yıllık üretimden satışları trilyonları bulan, ülke ihracatında önemli paylan bulunan ve pek çok işçiyi istihdam eden KOÇ, Sabancı, Profilo, Eczacıbaşı, Bodur Grubu, Alarko, ENKA ve TEKFEN’in bu yıla ait yatırım programları incelendiğinde görünen “bu yılın modernizasyon ve büyüme” işlemlerine ağırlık verileceğidir. Bu önde gelen holdingler, bu yılda daha çok istihdamı geliştirici değil kısıcı yatırımlar diğer bir ifadeyle modernizasyon ve gelişme projeleri uygulayacaklardır. Bu duruma, özel sektörün genel eğilimi olarak bakılabilir.
Bu koşullarda sanayide öngörülen büyümenin (yüzde 6,5) sağlanacağı, yatırımların artacağı ve işsizliğin azalacağı beklenilmemeli; yatırımlardan vazgeçilmesinin sonucu olarak, işsizlikte artacaktır.

7- Cari İşlem “Nasıl Fazla Verdi?”
Hayali ihracat tartışmaları ve mahkemeleri açılan dosyalar sebebiyle, ’89 yılında da süreceği beklenmelidir. Bir zamanlar “hayali ihracat diye bir şey yoktur” diyen resmi ağızlar birden fikir” değiştirdiler.” Evet; soygunun bir türü hayali ihracat Özal’a karşın soruşturulmaya başlandı! Çünkü yolsuzluk kara çamur olup, boğazlarına kadar batmışlar. Belirlendiği kadarıyla 346 firmaya, hazineden ödenen 121 milyarı geri almak için kaplumbağa adımlarla maliye “harekete” geçer.
İncelenmeye alınan 346 firmadan 300’ü aşkının ne adresi belli ne de sorumluları ortadaymış. Bu halde kala kala adresi, sorumlusu belli firmalar yani İhracatçı Sermaye Şirketi diye bilinen ve toplam ihracatın büyük miktarını gerçekleştiren, “şu veya bu” şekilde hayali ihracat işine bulaşan firmalar yani dış ticarette ihracat tekelleri (Koç’un Ram’ı, ENKA ve Penta şirketleri…) ortada kalıyormuş. Bu, ihracat tekellerinin soruşturmaya uğraması basında bu şekilde ele alınır.
ENKA’nın Pazarlama Genel Müdürü Uğur Özler, hayali ihracattan “en fazla etkilenen şirketler bizim” diyerek şöyle devam eder:’ ‘Geçmişte üzerimizden (dönemin modasıydı, çünkü bununla pek çok teşvikten yararlanıyordu N.O.) ihracat yapılmıştı ve sonradan bu ihracatın hayali olduğunun yayılması üzerine, devlet bizden parayı almak istiyor.” (10)
İsmi geçen üç büyük firma yetkilileri yaptıkları açıklamada ortak istekleri: hayali ihracattan “tahsil edilen vergi iadeleri” Hazine’ye geri ödenecekse, bunlar ödeme planına bağlanarak “taksitlendirilmelidir”; gecikme faizi istenilmemelidir ve bu işlemler “TCMB’de tahakkuk etmiş, ödeme durumuna gelmiş vergi iadeleri ile kanştırılmama-lı, yani mahsup yapılmamalıdır.” (11)
Bunlardan hayali ihracatın yapıldığı ve kredi faizinin yüzde 140’lar olduğu günümüzde ucuza finansman sağlandığı gibi sonuçlar çıkarılabilir.
Villa tutkusuyla ve hayali ihracatçı olmasıyla ünlü Uğur Süzer yaptığı basın toplantısında belli itiraflarda bulunur: “Elimde gördüğünüz kablo, zil teli şekline sokulmuş altındır. Onun için normal zil telini üç sent’ten ben bunu bir dolardan ihraç ettim. Bu teli satın alanlar, pek tabi bunu zil bağlantısında kullanmayacaktır” diye uzun uzun anlatır (12); ortada yalan beyan vermekten başlayıp, devleti “kandırmaya” kadar pek çok suçun işlendiği halde zevat serbestçe dolaşır ve hatta “milli ekonomiye” bilmem ne katkısından! dolayı da ödüllendirilir.
Evet; kim için özgürlük?
Uğur Süzer’ler için…
Hayali ihracatın döviz gelirlerinde önemli bir paya sahip olduğu herkesçe bilinir ve hayali ihracatın etkisi ile ödemeler dengesi bilançosundaki gelişmelerde incelenir.
Geçen yıl için iktidar, “işte cari işlemler fazla veriyor bu önemli bir gelişmedir” diye açıklamalarda bulunur. Hatta Özal TV’de bildik konuşmalarından birisinde, iddiayı öyle bir zamanlama içinde sunar ki, değil Cumhuriyet tarihini Osmanlı dönemini de katarak “150 yıldır ilk defa cari işlemlerde bu derece olumlu gelişme oluyor ve fazla veriyor” der.
Her konuda olduğu gibi bunu da Özal yine yanlış biliyordu; çünkü Cumhuriyet tarihinde 1932-1947 yıllan arasındaki dönemde ve yakın 1973 yılında, cari işlemler fazlalık vermişti.
Aslında her geçen günün yeni bir ekonomik paketin açılabileceği sinyallerinin verildiği bugünkü koşullarda, cari işlemlerin fazla vermesinin pek fazla bir önemi yoktur. Çünkü yeni bir “önlemler” paketinin hazırlanmasının anlamı, cari işlemlerde fazlalık! veren ekonomi politikanın değiştirilmesi demektir.
Ülkenin döviz gelirleriyle giderleri arasındaki farkın kapanarak, cari işlemlerin fazla vermesi başarı gibi görünse de dışarıya kaynak aktarılmış olur; açığın anlamı ise, ülke ekonomisine yani kendi kaynaklarına ek kaynak kullanımıdır. Öz olarak dış borç ödeyebilmek için ithalatı kısma, yatırımları durdurma ve iç tüketimi daraltma cari işlemlerdeki fazlalığın kaynağıdır.
Cari işlemlerde gider kalemleri azaltılırken, gelir kalemlerinin abartılı artışı bu fazlalığın kaynağı olmaktadır.
Şöyle ki;
1- İthalat artışı sınırlı kalmış, ocak-kasım dönemi itibariyle ’87’de yüzde 23,6 oranında genişlediği halde, bu artış oranı geçen yıl yüzde 3,7 olur.
2- Yine aynı dönemde turizm giderleri ’87 yılma göre artmayıp yüzde 13,7 oranında azalır.
3- Önemli döviz kalemi ihracat, ocak-kasım dönemi itibariyle ’87 yılında yüzde 36,3 artarken, ’88’de ancak yüzde 14,8 oranında artar.
4- Turizm gelirleri aynı dönemde ’87’ye göre yüzde 43,4 artarak 2027,0 milyon dolara yükselir.
Uluslararası sermayenin ekonomik örgütü OECD’yi bile turizm gelirleri hesaplamalarında şişirme olabileceğinden kuşkuyla yaklaştığı bilinmektedir.
Turizm sektörü açısından’ Avusturya’nın, Fransa’nın, İtalya’nın ve Portekiz’in Türkiye’den üstün olduğu malum; ama sayılan ülkelerin (sırasıyla) turist başına geliri 563; 326; 570 ve 561 dolarken Türkiye’ninki ise 647 dolardır. (13) Diğer bir deyişle her bir turistten Türkiye, sayılan ülkelerden daha çok gelir elde etmektedir. Öyle ki bu fark, Fransa’ya göre yüzde 98,5 daha fazladır.
Evet, rakamlar “çağ atladığının” göstergeleri, hem de Avrupa’ya bile fark atarak!…
Yalnız gelir kalemlerinde şişirme olmayıp, bazı döviz girdileri mükerrer/ tekrardan yazılıyor. Örneğin hah. Turistlerin halı alarak bıraktıkları dövizler hem turizm gelirlerine hem de ihracat gelirlerine yazılıyor.
Başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin pek çok turistik yörelerindeki mağazalarda turistlere halı satışı yapan Net Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Besim Tibuk: “Evet, bu durumda halının hem turizm gelirine hem de ihracat gelirine girişi söz konusu olabilir” der. (14)
5- İşçi dövizleri de aynı dönemde (ocak-kasım) yüzde 15,9 artar.
Ayrıca ödemeler bilançosu açısından salt cari işlemlere bakmak yeterli değil; diğer ana kalem sermaye hareketlerine bakmak gerekir. ’87 yılı cari işlemler açığı ocak-kasım döneminde 529 milyon dolar, 2944,0 milyon dolar (kısa ve uzun vadeli anapara) dış borç ödeme rakamına eklendiğinde toplam döviz çıkışı 3473,0 milyon; aynı dönemde geçen yıl cari işlem fazlası 742 milyon dolar, 4702,0 milyon dış borç ödeme rakamından (ki bu, ’87’ye göre yüzde 35,4 daha büyüktür) düşülmesiyle, bulunan 3960,0 milyon dolardan küçük olduğu görülüyor. Yani geçen yıl bir önceki yıla göre daha fazla döviz yurtdışına çıkmıştır. Ki bu da, o derece iyi bir durum olmayıp, yurtiçi kaynakların yurtdışına transferi, işte cari işlemler fazla veriyor nakaratıyla bastırılmaktadır.
Aslında resmi ağzın “fazla veriyoruz” yoğun propagandasıyla ihracattaki olumsuz gelişme ve hayali ihracat örtbas edilmek istenmektedir.
Hayali ihracatla ilgili olarak soruşturmanın sürdürülmesi üzerine, bu kanalla gelen dövizde azalmaya sebep olacaktır. Bu, ihracat gelirini olumsuz etkiler. İhracat teşviklerinde ’89 yılı başında değişiklerin yapılmasında (ihracatçıya vergi iadesinin ’89-Ocak itibariyle kaldırılması vs.) bir diğer etkendir.
Teşviklerde değişikliğin sebebi, hayali ihracat tartışmalarıdır.
İşte, hayali ihracat soruşturmasında ihracatçı sermaye şirketlerinde etkilenmesi ve teşviklerin kademeli olarak kaldırılması ’89 yılında ihracatın duraklayacağının koşullarıdır. Bu sebeple olacak ki, yıllık programda ihracat yüzde 1,6 artarak 12,5 milyar dolar olması öngörülür. Geçen yılın ocak-kasım döneminde 10,2 milyar olan ihracatın, öngörülen 12,3 milyarı tutturması imkânsız görülüyor.
Bu yılın ihracatıyla ilgili olarak Türk Dış Tic. Der. Başkanı Mustafa Süzer, biriken belli başlı sorunların altında faaliyetlerini güçlükle yürütebilen Dış Ticaret Sermaye Şirketleri’nin, var olan teşvikler geri alındığında “hayatiyetlerini devam ettirmeleri büyük sorun” olacaktır ve bu durumda ihracatın “ciddi biçimde azalacağı kesindir” diye belirtir; ve devamında Türkiye ihracatının yansının 30 dolayında Dış Ticaret Sermaye Şirketi’nin yaptığını ve bunlarda meydana gelebilecek herhangi bir krizin imalatçı firmaları da etkileyeceğini açıklar. (15)
İhracatta beklenilebilecek gelişmeler ve tekelleşmenin boyutu, burjuvazi tarafından bu şekilde değerlendirilir.
’83 sonrası 50 milyon dolar sınırını aşan şirketlerin dış ticaret sermaye şirketi sayılması; bunlara Doğu Avrupa ülkelerinden ithalat yapma hakkının bir ayrıcalık olarak verilmesi ve geçen yılda ise Eximbank kredilerinin genellikle 100 milyon doların üzerinde ihracat yapan firmalara kullandırılması gibi koşullar, bu alandaki hem tekelleşmenin ve hem de bu firmalar arasındaki çelişkinin sebepleridir.
Tekelci dış ticaret sermaye şirketleri arasındaki çelişkinin ihracata etkisi, pazar elde etme mücadelesinde önemini hissettirir. Geçen yılda bazı malları ülkeler itibariyle ihraç fiyatları: 38 mm çapındaki ve 590 mm boyundaki flüoresan ampulleri Irak’a, 0,8 sente ve Libya’ya 15,5 dolara; buzdolabı Irak’a 183 dolara ve ABD’ye 143 dolara; renkli televizyon Irak’a 325 dolara ve İngiltere’ye 203 dolara satılır .(16) Yani sürekli TL değerini düşürmek suretiyle ihracat teşvik edilmek isteniyor ama Batı ülkeler pazarına büyük oranda fiyat kırılarak girilmekte olmanın anlamı; ihraç fiyatlarının gerilemesiyle, Türkiye’den yurtdışına ucuz emek ya da kaynak transferine olanak sağlanmasıdır. Bunun teknik anlatımı dış ticaret hadleridir ve bu sebeple olacak ki, Özal hükümeti ’85’lerden sonra ticaret hadlerinin yayımını yasaklar. (Burada Emin Çölaşan’ın son kitabı “Turgut Nereden Koşuyor”a atıf yapmak zorundayım:
Dönemin DPT Müsteşarı Özal, bir gün Maliye Müfettişi C. Tayyar Sadıklar’a yeni bir keşfini anlatır; “dört gün kapanıp çalıştım ve bir şey ortaya çıkardım… sana da anlatayım…” der ve Sadıklar da, “yeni bir keşif değil… Buna ‘ticaret hadleri’ denir. Bizim Mülkiye’nin birinci sınıfındaki der kitaplarında okutulur” diye yanıtlar, sf 57/58. İşte o zaman Müsteşar Özal bozulur! ve hükümetin başı Özal, halen ticaret hadlerine bozuktur. Bunun için “yasaklar!”
Kısaca: Geçen yılda ödemeler dengesi bilançosundaki “iyileşme” abartılmamalı; çünkü ’88 yılında ihracatta öngörülen rakama ulaşılmadığı gibi bu yılda da benzer durağan gelişmenin devam edeceği beklenilmektedir.

8- Dış Borç “Bilmecesi”
Dış ödemeler dengesi bilançosunun cari işlemlerdeki açıktan dolayı, dış borçlarda artış olduğu tezi Özal tarafından hep söylenir. Bedelsiz ithalat ve bağış, sermaye hareketleri kısmında gösterilmeyip cari işlemlere alınmamış ise cari işlemler açığından düşüp (aksine, cari işlemlere alınmış ise düşmemiz gerekmeyecek), buna döviz rezervlerindeki artış eklenmelidir.
Dış Borçlardaki Artış = Cari İşlemler Açığı
Bağış ve Bedelsiz İthalat + Döviz Rezervlerindeki Artış
1984-1987 yılları arasında cari işlemler açığı 4,9 milyar, döviz rezervlerindeki artış 1,8 milyar olup toplamı 6,7 milyar dolardır.
Aynı yıllarda toplam dış borç bakiyesindeki artış ise 19,9 milyardır (resmi rakam-askeri krediler ve döviz tevdiat hesapları hariç).
Aslında yukarıdaki tez’e göre, dış borçlarda olması gereken artış miktarı 6,7 milyar iken, 13,2 milyar daha fazla artış olduğu görülüyor.
Bir başka örnek: ’87 yılı cari işlemler açığı yaklaşık 1 milyar dolar ve yine o kadar da döviz rezervlerindeki artış eklenince, ’86 yılında 31,2 milyar olan dış borç toplamının bir yıl sonra 33,2 milyar olması gerekirken 5,1 milyar daha fazla 38,3 milyar dolardır.
Her iki durumda gösterilen fark, nereden kaynaklanıyor?
İşte dış borç “bilmecesi” bu…
Yine karşımıza hayali ihracat (’87 yılında ihracat bir önceki yıla göre yüzde 35,5 artar, bunda hayalinin katkısı hatırlanmalı) çıkıyor ve bunu diğer istatistikî verilerde olduğu gibi bilanço kalemlerinden bazılarının şişirilmesi (turizm gelirleri) ve bunlara ek olarak bazı gelir kalemlerinin çifte / mükerrer yazılması izliyor. Ve bu sebeple, dış borç toplamı, cari işlemler açığı ve döviz rezerv artışı toplamından fazla artış kaydediyor.
Cari işlemlerde iktidarın söylediği ve öyle gösterilen “olumlu” gelişme sonucu, Türkiye’nin dış piyasada riskini azalttığı tespiti yapılır; fakat dış borç faizlerinin yükselmesi belirtilen riski artırır. Ki Türkiye, dış borç taksitlerini düzenli olarak ödediği halde riskin artmasının sebebi?
Yurtiçinde kredi maliyetinin artması sebebiyle, artan kredi talebi yurtdışından karşılanmaya çalışılır. Çünkü TL’ndeki değer kaybının yüzde 50 dolayında olacağını tahmin eden işverenler, yüzde 15 faizi ekleyince kredi maliyetinin yüzde 60-70 arasında olacağını ve bunun da, yurtiçi kredilerine göre ucuz olacağı biliniyor. Ve bunun sonucu, dış mali piyasada Türkiye’ye uygulanan faiz oranı (Londra para piyasası bankalar arası-Libor’a yüzde 1,5 eklenmesiyle) yüzde 15’lere yükselir. Bu yükselme sebebiyle, belirtilen piyasada Türkiye’nin kredi riski artar. (17)

9- Ya da Eskiyen Bir “Yenisi” mi?
Genellikle her yıl bir kere ekonomik önlemler paketi açıklanırken, geçen yılda iki tane yürürlüğe konulur, tiki 4 Şubat.
TL’den kaçışı önlemek; ’87 yılında emisyon ve vadesiz mevduatta görülen hızlı artış sebebiyle M1 dar tanımlı para arzında meydana gelen genişlemeyi, geniş tanımlı para arzına M2’ye kaydırmak ve dış ticarette ihracat gelirlerini kısa zamanda tahsil etmek amacıyla, 4 Şubat 1988’de birdi-zi kararlar alınır.
Bunlar; TCMB’ye daha fazla döviz akımını sağlayacak önlemler (ihracat dövizi girişi kontrol altına alma, döviz tevdiat hesabının munzam karşılığı oranını yüzde 23’den 27’ye yükseltme vs.); ithalatı pahalandıracak, döviz talebini kısacak tedbirler (ithalat teminatlarını yüzde 7’den 25’e çıkarma); mevduat faizlerinde değişikler (mevduat faizini yüzde 65’e yükseltme) ve kredi fiyatlarını artırıcı, kredi talebini kısıcı kararlar (disponibilite oranı ve reeskont faizlerini artırma vs.) olarak sayılabilir.
Bu kararlara karşılık geçen yılda öngörülen enflasyon oranı (ki bu yüzde 35 idi) daha yılın ilk yarısında aşılmış olması üzerine, tasarrufların tekrar döviz piyasasına yönelmesine yol açtı ve bunun üzerine ekim ayının ilk yarısı içinde dolar yüzde 15 ve DM ise yüzde 19’luk prim yapar.
Yine film “başa” sarılır ve tekrar gösterilmeye başlanır. Aynı yılda ikinci bir önlemler paketi olarak 12 Ekim Kararlarıyla TL’den kaçışı önlemek, döviz piyasasına olan talebi daraltmak ve tasarruflar, bankacılık sektörüne yöneltmek amacıyla, faiz politikası yine değiştirilir; faize yüzde 85 tavanı getirilir.
Böylece bu faiz tavanıyla iktidar, o yıl ki enflasyon oranının yüzde 80’lerde olacağı haberini veriyordu. Yanılmadılar. Öyle de oldu.
Belirlenen mevduat faiz oranlan vade yapısı, enflasyonda bir yıllık süre içinde önemli bir düşme beklenmediği izlenimi veriyordu. Çünkü eğer enflasyonda kısa bir süre sonra gerileme bekleniyorsa, bir yıl vadeli mevduata ödenecek yıllık bileşik faiz oranlarından daha düşük olması gerekiyordu. Fakat faiz oranlarından daha düşük olması gerekiyordu. Fakat faiz oranlarının mevcut vade yapısı bu tür beklentiyi yansıtmamaktadır.
Önlemlerin uygulanması sonucunda, kredi faizleri artar ve bunun üzerine dış kaynak kullanımının artan maliyetinden dolayı, hem bankaların batık kredi miktarı ve hem de sanayi üzerinde etkinliği artar. Ayrıca mevduat toplayan banka bunu kredi olarak plase etmede zorlanması halinde yine dövize yönelmesi beklenir. O sebeple ki, döviz kuru suni olarak düşük tutulur.
Ekonomik krizin vardığı boyut, iktidarı yeni bir ekonomik önlemleri hazırlamaya zorlamakta; gerçi, diğer önlemlerin ne derece “başarılı” olduğunu yaşadık.
O derece “başarılı” oldular ki, yaklaşık 15 ayda üçüncüsü (mü)?
Dikiş tutmaz oldu! Sökük genişliyor.
Tekelci burjuvazi de yeni bir paketin açılacağı bekleyişi içindeler. İzlenen ekonomi politikanın öz olarak doğru olduğunu ama TL’nin aşın değer yitirmesi, faizlerin aşın yükseltilmesi gibi politikanın esasıyla ilgili olmayıp uygulamalara yönelik yanlışların giderilmesi için “yeni bir paketin hazırlanmakta” olduğunu belirtiyor, TOBB Konsey Başkanı ve Ege Böl. San. Od. Meclisi Başkanı Şinasi Ertan (18).
Daralan talebe ve sanayide durgunluğa karşın fiyatların halen artması, ihracatta beklenen performansın gerçekleşmemesi, bütçe açıklarının artması ve dış borç ödemelerin varlığı gibi koşullar; Özal’ın TV’de bilfiil anlatmadığı icraatı olup, Çağ Atlaya(maya)n Türkiye’nin ve yürürlüğe konulan önlemlerin ne kadar ilaç olduğunun göstergeleridir.
Bunlar, aynı zamanda yerel seçim sonrası yine söylenecek “olumlu” gelişmeyi sağlamak için (kaçıncı?) eski bir “yeni” önlemlerin sebebidir.
İşte ekonomi politika da gerekli önlemler (ki esas olarak zamlar) yerel seçim öncesinde uygulanmadı diye her zamanki “ağızla” ileri sürülen gerekçe asılsız; çünkü bu yılın iki aylık enflasyon oranı yüzde 13,2’dir. Ki bu, yıllık yüzde 79,2 demektir.
Ücretlilerden sermayeye kaynak aktarmanın önemli bir aracı fiyat ayarlamaları yani zamlardır. Burjuvazinin ücretlilere karşı sürekli olarak kullandığı ekonomik “silah” zamlar sonucu, pazarda satılan malın fiyatı arttığından buna karşın ücretlinin alım gücü / reel ücreti düşer.
Burjuvazinin varlık sebebi, ücretliden kaynak aktarımını sağlayacak ekonomi politikanın uygulanmasıdır.
Ki, Özal iktidarı da bunun için var…

10- Sonuç
İmalat sanayinde gerek üretim artış hızının gerekse yatırımdaki gelişmelerin ve kapasite kullanımının gerilediği, mamul mal stokların arttığı ve iç pazarın daraldığı yani gerileyen konjonktüre ek olarak ihracatta öngörülen miktara ulaşılmadığı, bütçe açığının ve gelir dağılımında adaletsizliğin arttığı ve büyümenin düştüğü koşullarda, bu yıla girilmiştir.
Ekonomide gelişmelerin gecikmeli yansıma kuralına uygun olarak, belirtilen koşulların etkisi sonucu, bu yılda ekonomik sorunların daha da artacağı beklenilebilir.
Artık uluslararası mali kuruluşlar da gelişmelerden duydukları kuşkuları ifade eder oldular. Verdikleri sermayenin transferinde karşılaşılacak sorunların varlığı, bu kuşkuların esas sebebidir. IMF, gelişmeleri endişeyle izlediğini belirtmekte ve “Türkiye Riskli” demektedir. (19)
Burada risk, verdiği veya yatırdığı sermayenin geliri ile birlikte transferinde karşılaşacak sorunun varlığı anlamındadır.
Kaygılarında “haksız” değiller; ya sermayelerini transfer edemezlerse…
Emperyalist sermaye bizim gibi ülkelere “sağımlık inek” gözüyle baktığından hep sağmak ister.
Geçen yılda her ne kadar işsizliğin azaldığı tahmin ediliyorsa da, aksine arttığı gözlenebilir. Çünkü işçi çıkarmalar ve “zorunlu” izinlerin hep artması, vardiya sayılarının azalması ve toptancı piyasasının tıkanması gibi koşullar, derinlesin krizin göstergesidir. Ayrıca protesto edilen senetlerin adet ve tutarları her yıl artar; toplam adedi ’87’de yüzde 21,4, ’88’de yüzde 4,7 ve tutarları ise aynı yıllarda yüzde 50 ve 75,8 oranında artar (20). Geçen yılda senet adeti ve tutarı artış oranların anlamı; protesto edilen senetlerin miktarının büyük olmasıdır.
İflaslar ve konkordato ilanları ekonomik yaşamın güncelleşen konularından; üçüncü sefer zıplayan çekirge Kastelli, tarihin en büyük 150 Milyarlık konkordato ilanını, tek sütuna 5 cm. boyutlarında verir. (21) Ki bu tür ilanlara göre, çok küçüktür. Yani bir şeyler gizliyor olmanın telaşı mı? Yine ANAP’ın İzmir il eski Başkanı Atilla Yurtçu (Kongreye karşın, Özal’ın direktifiyle atanır) yüksek kredi faizinin kurbanı olur; (22) İzdaş’a bağlı İzmir Demir-Çelik ve Asmaş’ta yönetim krediyi veren İş Bankası’nın eline geçer. Bir zamanlar “kartaldı”; İzmir Demir-Çelik’in bilanço karı ’87’de ’80’e göre yüzde 669,9 artarak 5 milyar 774 milyona yükseldiği halde, ’88’de yönetimde değişiklik zorunluluk olur.
Benzer gelişmelerin krizin bir sonucu olarak yaygınlaşacağı beklenilmekte…
Kısaca:
Büyümenin motoru sanayi (özellikle imalat sanayi) sektöründe üretim artışında ve kapasite kullanımında görülen olumsuz gelişmeler sebebiyle geçen yıl için öngörülen büyüme sağlanamadı, hatta azaldı. Bu yılda hedeflenen büyümenin gerçekleşebilmesi oldukça zor…
Enflasyonun kontrol altına alınabilmesi için, varoluş sebeplerinin de ortadan kaldırılması gerekir!
Sorunun özü: Sosyo-ekonomik yapısal durumla ilgili…
Türkiye’de iç borçların yıllık faiz yükü ile dış borçların faiz ve anapara ödemelerini karşılayacak dövizin satın alınması için gerekli finansman yükü hazineyi zorluyor. Bu durumda da enflasyonist politika sürekli besleniyor. Bu sebeple ’89’da enflasyon, programda belirtildiği gibi yüzde 38 değil bunu ikiye katlayacağı kesin olup daha artacağı da beklenilebilir; TÜSİAD, yüzde 65 ya da 90 olur diye tahmin ediyor.
Tekelci sermayenin ekonomik örgütü TÜSİAD bile, gelir dağılımında emek aleyhine gelişmeyi tespit ediyor. Gelir dağılımında belirtilen gelişme, özellikle 1984-1988 (yani ANAP) döneminde büyük artış göstermiştir. Emek gelirlerinin reel olarak azaldığı (GÖRECELİ YOKSULLUĞUN ARTTIĞI) bu dönemde sermaye gelirleri reel olarak (SERMAYE BİRİKİMİ) artmıştır. (23). Belirtilen kutuplaşmanın yoğunlaşmasına bağlı olarak, iç pazarın daha da daralacağı beklenebilir.
Para sermayesinin geliri faiz karşısında döviz, altın ve gayrimenkuller alternatif yatırımlar olup, faizin düşmesi halinde diğerleri tercih edileceği için (ki iktidar aynı gerekçeyle faizi yükseltir), faiz oranlarında büyük düşme hayaldir.
TCMB’nin günlük müdahaleleriyle 2000 TL altında dolaşan dolar, bugün için suni operasyonlarla aşağıda tutulmakta ve bu hazineyi ve ihracatı zorladığından ’89 için öngörülen 2200 TL değil 3000 olacağı tahmin ediliyor.
Bu yıla girilen konjonktürün piyasanın daralmasına bağlı olarak devam edeceği beklenilmekte.
Dövizin fiyatı suni önlemlerle gerçek kurun altına düşmesi, ihracatçı sermaye şirketlerin yarattığı sorunların olması ve teşviklerin kademeli olarak değiştirilmesi sonucu ihracatın öngörülen miktara yükselmesi zor görünmekte; bir yönüyle ihracat duraklayacaktır.
Yatırımın niceliği ve niteliği önemli olup, ’80’li yıllarda “imalat sanayi dalında” ekonomik büyüklükte, ileri teknolojiye dayanan yeni projelerle ilgili yatırım yapılmıyor. Yapılanlar ise mevcutları yenileştirme ve büyütmedir ki ’89’da bu türden yatırımların esas alınmış olduğundan işsizliğin artacağı beklenilmelidir.
Sonuç: Bu yıl da işlerin iyi gideceği söylenebilir mi?
Bu halde krizin daha da derinleşeceği gözleniyor!
Belirtilen gözlemi doğrulayan bir anket araştırması: Gallup Avrupa, Amerika ve diğer kıtalardan 34 ülke halkı için yaptırdığı araştırmayı, PİAR-Türkiye için yapar. Ankete göre bu yıla geçen yıldan “daha kötü” olacak diyenler yüzde 43 (aksini söyleyenlerin ki, yüzde 20) olup, bu 34 ülke içinde en yüksek oran; yine bir başka soruda grevler ele alınır, ’89’da grevlerin artacağı oranı yüzde 55 (bu, Brezilya’dan sonra ikinci) iken, azalacak diyenlerin payı yüzde 6’dır. (24)
Ekonomi politika açısından, “yeni” önlemler paketine hazırlık yapan iktidar, bunu, seçimler sonrası yürürlüğe koyduğunda “zam sağanağı” yağacak…
Geçen yıllarda Mısır, Tunus, Zaire, Sudan (’88-Aralık) ve özellikle Cezayir halkının zamlara karşı mücadelesi, meyvesini verir; iktidarlar, zamları geri almak ZORUNDA kalırlar…
Darısı basımıza… Neden Olmasın?

KAYNAKÇA:
1- Hürriyet, 3 Ocak 1980
2- TÜSİAD, 1989 Yılına Girerken Türk Ekonomisi, Ocak 1989, sf. 1.
3- Kapital Dergisi, Mart 1989
4- agd. Aralık 1988
5- İSO Dergisi, sy: 273.
6- Halit Narin (TİSK Başkanı), Kapital Dergisi, Mart 1989
7- Cumhuriyet ve Tercüman, 14 Mart 1989
8- Celal Pir, Milliyet, 7 Şubat 1989; Ekonomik Panorama, 19 Şubat 1989.
9- İbrahim Bodur (İSO Mec. Bş.), Kapital Dergisi, Mart 1989.
10- agd. Mart 1989.
11- Cumhuriyet, 12 Ocak 1989
12- Hürriyet, 4 Eylül 1989
13- Ali Rıza Kardüz, Sabah, 9 Mart 1989
14- Milliyet, 15 Mart 1989
15- İSO Dergisi, Ocak 1989
16- Prof. Dr. Cem Alpar, Ekonomik Panorama, 26 Şubat 1989
17- Hayri Çetinkaya, Hürriyet, 15 Mart 1989
18- Kapital Dergisi, Ocak 1989
19- Atilla Karaosmanoğlu (Dünya Bankası Bş. Yrd.), Milliyet, 27 Ocak 1989
20- İSO, Şubat 1989
21- Milliyet, 14 Şubat 1989
22- Kapital Dergisi, Mart 1989
23- TÜSİAD, age, sf. 2.
24- Sabah, 1 Ocak 1989.

Nisan 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑