Türkiye kendi Sartre’ını arıyor

Olayların ve toplumsal eylemlilik düzeyinin insanı geliştirdiğini, düşünceyi derinleştirdiğini, düşünsel boşlukları doldurduğunu görmek gerek.
Toplumsal eylemlilik düzeyinin eriştiği aşamayı, bir sevinç kaynağı olarak karşılamak gerek.
Düşüncenin gelişmesinin toplumsal eylemliliğin arkasından gelmesini doğal karşılamak gerekiyor. Ama doğmalara sığınmış, skolastik kalıplar içerisinde eritilmiş bir düşünsel sistem, gelişmişliği değil, tutuculuğu temsil ediyor.
Skolastisizmi yıkmak gerekiyor. Toplumsal eylemliliğin, toplumsal olayların eriştiği düzeyin şovenist dalgayı ve skolastik düşünce kalıplarını sarsmaya başladığı görülüyor.
Sevindirici oluyor.
OLAY-1: 1988 Martında Irak Kürdistan’ında Halepçe kasabasında sivil halka karşı İRAK Hükümet kuvvetlerince kimyasal silahlar kullanılıyor. Beşikteki çocuklardan yetmiş yaşındaki yaşlılara kadar toplam 5000 kişi yaşamını yitiriyor, on binlerce kişi sakat kalıyor. Kimyasal silahların kullanılması daha 1925 Cenevre Anlaşması ile yasaklanmış ve Irak Hükümetinin bu anlaşmayı 1932 yılında onaylamış olmasına karşın, Kuzey Irak’ta 5000 Kürt’ün kimyasal silahlarla yok edilmesi, tekelci basın ve iletişim organlarınca küçük ve şuadan bir haber olarak duyuruluyor, katliama bir haber değeri bile biçilmiyor. Daha önemlisi de katliam, dünyada herhangi bir tepki toplamıyor.
Tek istisnayla: Almanya’da Doğayı Koruma Derneği, kimyasal silahların kullanılmasını protesto ediyor, kimyasal silahların kullanılmasının doğal dengeyi bozduğu, bitki örtüsünü tahrip ettiği ve ilkel canlıların yaşamını doğrudan etkilediği için…
OLAY- 2: İsmail Beşikçi’nin ‘Devletlerarası Sömürge…’ isimli sosyolojik bir araştırması, yayınevinden çıktığı gün toplatılıyor ve bir süre sonra da yazarı tutuklanıyor. Kitabın toplatılması ve yazarının tutuklanması, Güneş gazetesi ve 2000’e Doğru dergisi dışında, basın-yayın organlarında sessizlikle geçiştiriliyor. Bir kısım gazeteci yazarların karakola veya mahkemeye çağrılması veya cinsellikle ilgili herhangi bir çeviri kitabının toplatılması karşısında, yoğun bir tepki gösteren basın organlarında toplatma-tutuklama olayı, bir habere konu olabilecek kadar bile değerli bulunmuyor. Daha önceki yıllarda yasaklama ve sansür kararı karşısında, toplu bir tepki göstererek H. Miller’in ‘Oğlak Dönencesi’ni toplu yayınlayan ve Ç.Emeç’in katledilmesi üzerine ortak imzayla basın açıklaması yapan yayınevleri arasındaki dayanışmanın, sıra ‘Devletlerarası Sömürge…’ kitabına gelince bir işlevi olmadığı görülüyor. İnsan hakları ile ilgilenen örgütler ve yazar örgütleri ise sessizliğe gömülmeyi tercih ediyorlar.
OLAY-3, 4, 5… Basın Filistin intifadasını övüyor ve Arafat’ın, Filistin’de İsrail işgalcilerine karşı taş atan çocuklar için kullandığı küçük generaller’ sözünü övgüyle aktarıyor, ama aynı basın sokağa dökülen binleri, ‘hain’, ‘bölücü’, ‘terörist’ ilan ediyor. Lozan’ın korunması çağrısı yapılıyor.
VE OLAYLAR DİZİSİ: Bir yığın siyasal-sosyal gelişme arasında öne çıkan iki olgu: Bir ulus kendi kimliğini dayatıyor, kadın cinsi kimlik kazanma savaşımı yeriyor…
Sistem bir ulusun ulusal kimliğini, kadının cinsel kimliğini ısrarla reddediyor.
Bir ulus, ulusal kimliğinin reddedilmesini reddediyor. Ret Cephesi kuruluyor.
Doğayı korumayı hedefleyen örgütlerin yaygınlaşmamış olmasını bir eksikliktir. Bu tip örgütlerin varlığı ve yaygınlığı, hiç değilse canlının yaşama hakkını, bir hak olarak, insanların tartışma gündemine gelmesine vesile oluşturuyor. Bir ulusun kimlik savaşımı ile en azından, bir canlının varolma savaşımı arasında kıyaslama yapılabiliyor.
İnsan hakları ile ilgilenen örgütlerin, insanın büyükçe bir bölümünün, kadın cinsinin ve özellikle bir ulusun kimlik kazanma savaşımını fazlaca insani bulmadıkları anlaşılıyor. Egemen ulusun aydını, bir ulusun kimliksiz bırakılmasından komisyon alıyor. Ulusal gelir sömürgede kişi başına 450 dolar olarak dağıtılıyor, ülke ortalaması ise 1000 doların üzerinde. Aydının sömürgeciliği ve kimliksizliği savunmasının ekonomik ve sosyal bir temeli var. Egemen aydın bir ulusun kimliksizliğini onaylamak suretiyle, kendisini de kimliksiz bırakmış oluyor. Tepki toplayan ve trajik sonuçlara yol açan bir takım olayların, bir ulusun, kimliksiz bırakılmasına karşı doğal tepki olduğunu göremiyor, doğal tepki karşısında hoşgörü taşımıyor.
Kimliksiz aydın, insanlaşmanın tarihsel sürecinin dışına düşüyor, kendini yeniden üretemiyor, insanlaşma sürecine katılamıyor.
İnsanlaşma tarihsel bir süreci kapsıyor ve sürüyor. İnsan ancak dayatılmış olan kimliği reddederek, insanlaşma sürecine katkıda bulunabiliyor.
Kapitalizm, hep tek-yanlı, dar kafalı ve kimliksiz insan tipi yaratıyor.
Egemen aydın, insanlaşma sürecinin dışında, kimliksizlik bunalımı yaşıyor ve hep çifte ölçülere, çifte normlara sığınıyor. İsrail Siyonizm’inin Filistinlilerin kimliğini yok etmek istemesinin karşısında yer alıyor. Bulgaristan’daki şovenist-Slav dalgasının Türk kimliğini ezip geçmesini lanetliyor, Filistinlilerle ve Bulgar Türkleri ile dayanışmasını ilan ediyor.
Kendi ünü, ülkesinin ününü aşan aydın, her gün içe-içe yaşadığı bir ulusun kimlik savaşımının karşısına dikilmek için, önce kendi kimliğini reddetme yolunu seçiyor, genel normları feda ederek, bir ulusun kimliği ile kendi kimliğini eşitlemeye çalışıyor.
Olumsuz bir çifte standartlılık, aydını ve ülkesini kimliksiz bırakıyor.
Aydının kimlik savaşımı açısından, belki de çok bilinen bir örnek: Jean Paul Sartre, 1956-62 Cezayir Bağımsızlık Savaşında, Fransız emperyalistlerinin, Fransız sömürgecilerinin yanında değil, Cezayir halkının, Cezayir ulusunun yanında yer alıyor. Cezayir halkının, Fransız sömürgecilerine karşı sürdürdüğü bağımsızlık mücadelesini desteklediğini açık bir manifesto ile ilan ediyor. Fransız askerlerinin Cezayir’den çekilmesini ve Cezayir halkının kendi kaderini kendisinin tayin etmesini istiyor. Sartre, Fransız gericiliği ve kamuoyu tarafından ‘hain’ olarak ilan ediliyor. Cezalandırılması için yoğun bir kampanya başlatılıyor. Sartre’nin ünü, Fransa’nın ününün önüne geçiyor. Fransız gericiliği Sartre’ı cezalandırmaya cesaret edemiyor. De Gaulle, “Fransa’nın ünü, Sartre’ın ününü kapatmaya yetmez” diyerek, Fransız gericiliğinin cesaretsizliğini sergiliyor.
Sartre’nin çıkışı, şovenist dalganın üzerinde yükseldiği korku şokunun kırılmasında, önemli bir başlangıç noktası oluyor. Fransız aydını korku şokunu atlatıyor. Fransız aydınlan, Cezayir halkının ulusal bağımsızlık savaşının saflarına geçiyor. Artık Cezayir Bağımsızlık bildirileri, Fransa’nın demokrat gazetelerinde ve yayın organlarında, dayanışma örnekleri olarak yayınlanıyor. Cezayir Bağımsızlık Savaşını anlatan kitap ve broşürler, Fransa’nın Cezayir’den elini çekmesini isteyen yayınevleri tarafından ortak imzalarla basılıyor. Fransız işçi sınıfının, Cezayir halkı ile destek-dayanışma grevleri, enternasyonalist gösteriler ve Fransız gençliğinin askere gitmeyi reddetme eylemlerine yönelmesi, bütün bunlar, Cezayir Bağımsızlık Savaşının başarıya ulaşmasında önemli bir etken oluyor.
Fransız Komünist Partisi (FKP) ise, bütün bir Cezayir Bağımsızlık Savaşı süresinde, Fransa’nın bölünmez bütünlüğünü savunuyor, Cezayir’i Fransızlar Cephesi’ne dahil etmeye çalışıyor. Cezayir halkını da kapsayan ‘Fransızlık bilinci’ sınıf bilincinin, ulusal kurtuluş bilincinin önüne geçiyor. FKP’nin Fransızlılık’ bilinci, somut yansımasını, sadece 1945’teki Cezayir Ayaklanmasında ve 1956-62 Cezayir Bağımsızlık Savaşında izlenen ‘Fransızlar Cephesi’nde, Fransızlar Birliği sömürge politikasında değil, 1930’lu yılların Halk Cephesi Hükümetinin Cezayir politikasına onay verilmesinde de buluyor. Cezayir halkının bağımsızlık istemi karşısında, Halk Cephesi Hükümeti, bu istemin sözcülüğünü yapan örgütü ‘ayrılıkçı’ olarak nitelendiriyor ve yasadışı ilan ediyor. FKP, vurguyu güçlendirme gereğini duyuyor ve Örgütün, aynı zamanda gerici ve faşist olduğuna karar veriyor, Hükümet politikasını onayladığını açıklıyor. Cezayir topraklan da dahil olmak üzere, Fransız Cumhuriyeti’ni ‘tek ve bölünmez bir bütün’ ilan ediyor.
Cezayir halkının kendi kaderini tayin hakkını bağımsızlık yönünde kullanması, sadece Fransız sömürgeciliğinin ‘bölünmez bütünlüğü’ hayallerini suya düşürmekle kalmıyor, aynı zamanda FKP gibi sosyal-şoven örgütlerin kimliksizliğini de açığa çıkarıyor.
Daha önemlisi de, JPİ Sartre gibi aydınlara kimlik ve özgürlük alanı kazandırıyor. Ezen bir ulus aydınının da özgür olamayacağını gösteriyor.
Bugün FKP benzeri parti ve Örgütleri her yerde görebilmek mümkün. Yüzyıllık şovenizm ve sosyal-şovenizm toplumun ve bireyin bütün gözeneklerine sinmiş durumda.
Şovenizm korku dalgaları eşliğinde ilerliyor.
Korku şoku yaşanıyor.
1985 yılındaki Aydınlar Dilekçesi, Eylül sürecinin getirdiği korku şokunun atlatılmasında bir başlangıç noktası olması açısından önem taşıyordu.
Aydın, Aydınlar Dilekçesi aracılığıyla kendi yarattığı korkularını yeniyordu.
Şovenist dalganın etkileri ve yüzlerce yıllık koşullanmışlık, bugün egemen ulus aydınının korkudan korkmasının tarihsel ve kültürel zeminini oluşturuyor.
Şovenist, sosyal-şovenist dalgayı kırmak ve korkuyu yenmek için küçük de olsa bir adım atmak gerekiyor. Yeni bir Aydınlar Manifestosu, belki de korkuyu yenmede küçük bir adım olacak.
Türkiye, bugün kendi Sartre’ını arıyor. Türkiye tarihsel, siyasal ve kültürel birikim ve eylemlilik düzeyi açısından şovenist dalganın üstüne çıkabilecek demokrat bir aydın potansiyeline sahip. Ama kendi Sartre’ına sahip değil.
Türkiye’nin kendi Sartre’ına sahip olamaması çok büyük bir eksiklik olarak ortaya çıkıyor.
Basın, basın özgürlüğünü savunmayarak, haber verme özgürlüğü hakkını dahi kullanmayarak eksikliği derinleştiriyor. Şovenist dalgayı, korku şoku dalgalarını yaygınlaştırıyor. “Nadir”ane genelgelerin tepki toplamaması bile, basının bir bütün olarak tekellere bağımlılığının göstergesini oluşturuyor. Basının yönlendirici kalemleri, gazeteci-yazarlar, kendilerini İçişleri ve Dışişleri Bakanlıklarının memurları olarak görüyorlar.
Kendi kimliğini değil, dayatılan bir kimliği taşıması, insanın sonsuz olarak soysuzlaşmasına, ahlaki olarak çürümesine kapıyı açıyor.
Kendi kimliğini reddeden insan, “tutarlılık” sergiler ve bir ulusun ulusal kimliğini de reddeder.
Toplumsal eylemliliğin düzeyi ve ulusal kimlik arayışı, reddin reddedilmesinin maddi zeminini sunuyor.
Ulusal kimlik arayışı ve reddin reddi aydına da kimlik kazandırıyor.
İsmail Beşikçinin kitabının 200 imzayla basılacağının açıklanması, sadece bir açıklama düzeyinde kalmadığı takdirde, aydının kimlik arayışına yönelimini simgeliyor.
Olumlu bir aşama olarak, bundan ancak sevinç duyulabilir.
Aydın, dayatılan kimliği reddettiği ölçüde, ancak bu ölçüde, insanlaşma sürecine katkıda bulunabilir.
Sartre gibi aydınlar, dayatılan kimlikleri reddettikleri için büyük kalabilmişlerdir.
Türkiye’nin en büyük aydınlan hep küçülerek büyümeye çalışıyorlar.
Türkiye’nin küçük aydınlan, bir önkoşul olarak, ancak bir ulusa kimlik arayışı hakkını tanıyarak, kendi kimliklerine sahip çıkarak büyüyebilirler.
Türkiye hala kendi Sartre’ını arıyor.
FKP’lere karşın, FKP’leri ve korku dalgalarını aşarak bir ulusun onuru olabilmiş Sartre’lar sevilmelidir.
1950’li -60’lı on yılların Fransa’sının 1990’lı yılların Türkiye’sinden çok büyük olmadığı düşünülmeli.
Bugün kendi yanmasında kendi Cezayir’i ile iç-içe yaşayan bir coğrafi zeminde, bir Sartre tavrı sergilenmesine sonsuz bir özlem duyuluyor.
25 Mart 1990

Mayıs 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑