SADDAM DİKTATÖRLÜĞÜNÜN KÜRT KATLİAMI DEVAM EDİYOR

Tarihin oldukça karanlık olduğu çağlarda işlenen haksızlıklar bile duyan ve öğrenenlerin vicdanını sızlatır. Yazıklanılır, yerilir ve çeşitli çağlarda işlenen haksızlıklara örnek gösterilir, O çağlarda yapılan haksızlıkların düzeltilmesi için yaşadığımız çağda kültürel, siyasi tedbirler alınır ya da önerilir.
Alın Yahudileri… Milattan binlerce yıl önce Mezopotamya yerlileri tarafından yapılan tarihsel haksızlığın talihsiz kurbanlarını… Binlerce yıllık sürgün, cefa, kıyım ve en son olarak da Nazi cinayetlerinden sonra tarihsel haksızlığın giderilmesinin konusu oldular. Bugün hiç bir hümanist ve demokrat haksızlıkları sergilerken, Nazi cinayetleriyle birlikte bu binlerce yıl önce işlenmiş haksızlıktan söz etmeden geçemiyor. Tabi yanı sıra Yahudilerin bugün Filistinlilere çektirdiklerini de…
Tarihin oldukça karanlık olduğu günlerde gerçekleşen haksızlıklar için yine de yapılacak fazla bir şey yoktur. Kimseyi kınayamaz, yapılanlardan kimseyi alıkoyamazsınız. Yapılan olmuştur çünkü. Üstelik insan hak ve özgürlüklerinin hayvan hak ve özgürlüklerinden farkının olmadığı, güçlünün ancak kendisinden daha güçsüzü ezerek, yok ederek, varlıklarını talan ederek yaşayabildiği o tarihsel çağlarda…
Çağımız ise aydınlanma, karanlıktan tümüyle aydınlanmaya geçiş çağıdır. Bireylerin, azınlıkların, halk ve ulusların yaşama haklarının, imani değerlerinin güvenceye alındığı, alınmaya çalışıldığı, bu hak ve değerlerin uluslararası anlaşmalarla sağlamlaştırılmaya çalışıldığı çağ…
Günümüzde ne yazık ki bu güvence yine yalnızca güçlülerin ayrıcalığıdır. Güçsüzler, uluslararası güç ve çıkar dengelerinin kurbanı olan kişiler, topluluklar, halk ve uluslar için bir şey değişmiyor. Haklılar ve güçlüler yasası çağımızda da hükmünü sürdürüyor. Zaten çağımızda işlenen haksızlıkları dayanılmaz kılan ve bu haksızlıklara karşı mücadelede neredeyse her aracı kullanmayı meşru kabul etmek zorunda bırakan şey de yine budur. Aydınlanma ve bilinç çağında, hakların sözüm ona güvenceye bağlandığı çağda, haksızlıklara karşı sessizlik ve vurdumduymazlık…
Çağımızda herhalde hiç bir halk, İran, Irak Kürdistan’ında ve başka yerlerde Kürt Ulusunun maruz kaldığı baskı, jenosit ve kıyıma maruz kalmamış, dünya kamuoyu da herhalde hiçbir uluslararası sorunda, Kürt sorununda olduğu kadar ilgisiz, vurdumduymaz ve sorumsuz davranmamıştır. Aynı sorumsuzluk, Filistin, İrlanda, Bask vb. gibi uluslararası kamuoyuna yansıma başarısı gösteren sorunlara ortalama bir ilgi duyan Türkiye kamuoyu, aydınları ve ilerici çevreleri için de geçerlidir.
Yıllar süren katliamlarına ek olarak Halepçe’de kimyasal silahlar kullanarak 5.000 savunmasız Kürt’ü katleden emperyalist uşağı Saddam diktatörlüğü, gerici Arap rejimleriyle arasını düzelttikten, ulusal ve uluslararası planda durumunu güçlendirdikten ve İran’la çatışmayı durdurduktan sonra, yine azgınca Kuzeye yöneliyor. Kendi ulusal benliğini kabul ettirmek, kendi kaderini tayin hakkını kullanmaktan başka yönelimi olmayan mazlum Kürt ulusuna saldırıyor. Toplu katliam, bu yoksul ve kimsesiz halka karşı kimyasal silahlar da dâhil olmak üzere her yol denenerek uygulanıyor. Savunmasız halk, çoluk çocuk, yaşlı, kadın, erkek ölüm kusarı namlulardan kaçmak için Türkiye’ye sığınıyor. On binlerce insan sınırları dolduruyor.
Uluslararası anlaşmalara imza koymuş Türkiye’nin tutumu Saddam rejiminkinden farklı değil. Kimyasal silahlarla köylerin bombalandığı, çoluk çocuk savunmasız insanların öldürüldüğü bilindiği halde uzun süre sınırı açmayan ve geçmeyi başaranları Saddam adlı katile teslim eden Türkiye, sonunda, bir takım ince hesaplarla da olsa kararını değiştirmek zorunda kaldı. Fakat yalnızca kadın, çocuk ve yaşlıları kabul etmekle yetiniyor. Geriye kalanları cemselere doldurarak Irak’a iade ediyor: Haydi gidin ve Saddam despotluğunun kurşunlarıyla ölün…
Türkiye’nin gerekçesi mültecilerle birlikte PKK’nın sızması ve bu sorunu Irak’ın iç sorunu saymasıdır. İnsanlar öldürülüyor. Ölmemek için kaçan insanlar Türkiye’ye sığınıyor, Türkiye ise İnsan Hakları Sözleşmeli gereğince mülteci sayılması gereken bu insanları geri yolluyor…
Afganistan’ın “iç sorunu” yüzünden Pakistan’a sığının Türkmenleri binlerce kilometre öteden Türkiye’ye getirip yerleştiren, toprak ve iş sağlayan Türkiye. Doğudaki “Türk’lerle aynı dili konuşan, aynı kültürel özelliklere sahip, hatta aynı giysileri giyen “Türkler”e sahip çıkmıyor. Mülteci olarak bile kabul etmiyor.
Katliamlar devam eder ve Türkiye mültecilerin bir kısmını geri yollar ya da Saddam rejimine teslim ederken, kamuoyu birden tutum değiştiriyor. Bu konuda yalnızca Cumhuriyet gazetesi 30 Ağustostan beri insani nedenlerle yayın sürdürür ve bir kısım SHP milletvekilinin, hükümeti, uluslararası anlaşmalardan doğan yükümlülüklerini yerine getirmesini isteyen demeçlerini yayınlarken birdenbire bütün basın canlanıyor ve çarşaf çarşaf mülteci fotoğrafı ile birlikte içtenliğinden kuşku duyulması gereken bir ilgi göstermeye başlıyor. Çeşitli parti lider ve yöneticileri, önceki tutumlarıyla bağdaşmayan tavırlar almaya başlıyor. Ne oluyorsa oluyor, Özal, Demirel ve ANAP ile DYP’nin birçok yönetici ve üyesi hümanist kesiliyor. ‘Sığınanlara insani nedenlerle yardım’ lafı kimsenin ağzından düşmüyor. Demirel iltica edenlerin esasen kardeşlerimiz olduğundan söz ediyor ve hükümetin mültecilere destek konusunda atacağı her olumlu adımı destekleyeceğini söylüyor. Kürtleri desteklemekle suçlanmaktan korktuğu için olabildiğince yumuşak demeçler veren İnönü’yü fersah fersah geçiyor verdiği demeçleriyle.
Şimdiye kadar Saddam diktatörlüğünün bütün katliamlarında sessiz kalan, Kürtlerin Irak’ta var olma mücadelesine tamamen ilgisiz kaldığı gibi karşı cepheden tavır alan basın ve parti yöneticilerine ne oldu? Ne oldu da birdenbire hepsi hümanist kesildi? Bu timsah gözyaşları neden? İnsanın aklına ister istemez başka şeyler geliyor. Sakın bu insan severlik ve bu yazıklanmalar Irak’taki Kürt ulusal kurtuluş hareketinin öncelikle Irak rejimi için, dolayısıyla da Türkiye ve diğer ilgilendirenler için bir tehlike olmaktan çıkması dolayısıyla olmasın? Yorgan gidiyor kavga bitiyor nasıl olsa… Bir tehlike olmaktan çıktığına, insani nedenlerle demeç vermek herhangi bir yükümlülük getirmeyeceğine göre ne söylersen söyle. Hatta bir ANAP milletvekilinin yaptığı gibi Saddam rejimini katliamlardan dolayı kınamak da mümkün hale geliyor.
Ha, evet, bir de sureti haktan görünmek de var bu çabaların altında. Biz, Kürt-Türk ayrımı yapmıyoruz. PKK ve ben/eri örgütlerin Avrupa ve diğer ülkelerde propagandasını yaptıkları Türk hükümetinin Kürtlerin düşmanı olduğu iddiası tamamen uydurmadır, yardımlarımızdan da görüldüğü gibi böyle bir iddia geçersizdir. Hatta Özal daha da ileriye gidiyor ve “Bu gelenler bizde soydaşları olan insanlardır.
Bunların soydaşları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır diyerek işin içinde bir de soy gerçeği olduğunu -büyük olasılıkla sürçü lisan ile- itiraf ediyor. Böylece hükümet ve bütün parti liderleri Kürtler konusunda temize çıkmış oluyor. Ne demokrat insanlar!

Uluslararası Af Örgütü İranlı Mültecileri uyardı:
“Türk Hükümetine Güvenmeyin”
İran ve Irak barış için Cenevre’de masa başına otururken, Körfez cehenneminden kaçışta yıllardır Türkiye’yi “Köprü” ya da “sığınak” olarak kullanan milyonlarca İranlının “güvencesizliği”nden derin kaygı duyan Uluslararası Af Örgütü Türk hükümetini suçladı. “İranlı mülteciler için güvensiz bir bekleme ülkesi: Türkiye başlıklı 7 sayfalık bir bildiri yayınlayan örgüt, “Türkiye’nin doğu sınırından zorla İran’a geri gönderilen mülteci adayları işkence tezgâhlarına atılıyor” dedi.
Türkiye üzerinden Kuzey-Batı Avrupa ülkelerine iltica eden İranlılarla son aylarda gerçekleştirilen görüşmelerin ışığında, Türkiye’nin tavrının kaygı verici boyutlara ulaştığını vurgulayan Uluslararası Af Örgütü, 1986 yılı Kasım’ından bu yana yüzlerce İranlının Türkiye sınırından zorla İran’a gönderildiğini, bunların büyük bir bölümünün tutuklanarak işkence gördüğünü, kesin belirlemeyle 4 kişinin de mahkûm edildiğinin öğrenildiğini bildirdi.
Bildiriye göre, Türkiye’deki yaklaşık 2 milyon İranlı adayı mülteci ve bunların çeşitli dünya ülkelerindeki yakınları, Uluslararası Af Örgütü’ne başvuruda bulunarak, güvence istiyorlar. Örgütün Türk yetkililerinden bu konuda istediği “açıklama”ya da henüz bir yanıt gelmediği bildiriliyor.
Ne Türkiye’nin Londra Büyükelçiliği’nde yapılan görüşmelerde ne de çeşitli vesilelerle gerçekleştirilen buluşmalarda Türkiye tarafından herhangi bir açıklama gelmemesi, işbirliğini aksatması açısından üzüntüyle karşılanıyor.
Gen gönderilme, işkence, mahkûmiyet tehlikesinin yanı-sıra, Türk polisinin sınırdan geçmek isteyen İranlılardan rüşvet aldığı yolundaki yakınmaların da son iki yıl içinde hızla arttığını vurgulayan örgüt “Türkiye’deki bu güvencesiz ortam, son iki yıl içinde Türkiye’deki İranlı mülteci adaylarının korunma hakkına saygısızlık gibi ortam doğurdu” dedi.

Eylül 1988

Doğada Evrim ve Tarihsel Düşünce Üzerine Birkaç Düşünce…

Çağımızın insanının yaşayışı her alanda etkisi gittikçe artan bir düşünce tarafından yoğrulmakta, yönlendirilmektedir. 19. yy.da güçlenen ama bugüne dek açık bir anlama kavuşamamış olan bu düşünce “tarihte ilerleme”dir. İnsanlığın belli bir amaca doğru ilerlediği düşüncesi 19. yy.da önce felsefe, sonra doğa-biliminde, yüzyılımızda da artık günlük hayatta egemen oldu.
Felsefî düşünceler çoğu kez çığır açan bilimsel buluşlardan sonra, onların etkileriyle doğar gelişirler. Gelişirken hem kendi yönlerini çizerler hem de bilimin teorik temellerine, aldıkları etkiyi geri verircesine inerler. Tarihte ilerleme düşüncesi de bilimlerin hızlanan adımlarını Yeniçağın başlangıcından beri izlemiştir, ama doruğuna ulaşması “doğada evrim” düşüncesinin güçlenmesinden ve yaygınlaşmasından önce olmuştur. 19. yy.ın önde gelen düşünürleri, aralarındaki önemli görüş ve yöntem ayrılıklarına rağmen ilerleme düşüncesi etrafında toplanırlar. Hegel, Comte, Mili Spencer ve Marx bu kavramı birçok sorunu içeren merkezî bir kavram olarak ele almış ve işlemişlerdir.
Hegel için tarih Fikrin yahut Mutlak’ın gittikçe kendini daha açık kılması, kendi hakkında (insanın kendi tarihi hakkında, diye okunabilir) daha çok bilinçlenmesi süreciydi. Spencer’e göre tarihi amacı insanın mükemmelleşmesiydi ve bu kaçınılmaz bir evrim sürecinden geçmekle olacaktı. Comte’a göreyse insanlık iki aşamadan, din ve felsefeden geçmişti ve şimdi son aşama olan biçimin içinde gerçeklikle yüz yüze gelmişti. Mill’e göre insanlığın adım adım ilerlemesi çektiği acıların azaldığını gösterir ve mutlu yarını müjdelerken Nietzsche insandan üstün insana ilerlemenin haberini yayıyordu. Marx maddi üretim temelinde bir tarihi determinizm tablosu çiziyor, sınıfsız topluma ilerlemenin yolunu gösteriyordu.
Hegel’in hareket noktası transandantaldı, tarihe bakışı tarihin maddi ve gerçek oluşumunun çok dışına taşan kavramsal bir oluşa dayanıyordu, ama gene de kavramın döndüğü ve rolünü oynadığı sahne dünya tarihi idi. Bu hareket noktası Hegel felsefesine teoloji karıştırmaktan kaçınamadıysa da, bu artık Ortaçağ mirası bir Civitas Dei teorisi olmaktan uzak bir tarih anlayışı idi. Düşünürlerin, birbirinden ayrı sonuçlara varan tarih anlayışlarının ortak kaynağı dünyada olanı açıklamada kullandıkları dünyevi terimlerdi. Bu tutum dinî öğretilere karşıydı. Bu felsefi tutumun doğal evrim teorisiyle çabucak kaynaşması beklenebilecek bir olaydı.
Darwin’in doğal evrim teorisinin Hıristiyanlığın tanrısal yaratma teorisine üstünlüğü bilimsel olarak gösterilebilir ve işlenebilir olmasındaydı. Oysa Âdem-Havva çiftinin macerası, bir çocuğun masallara inanması kadar saf bir inançla savunulabilecek ama bilimsel bakımdan ciddiye alınamayacak bir olaydı. Doğal ayıklanma bir hayat gerçeğiydi. Dini inançları yere seren bu gerçek insanı yalvarıp yakaramayacağı, sağır ve dilsiz, duygularla ilgisiz, acımasız bir güçle karşı karşıya bırakmıştı. İnsan doğal ayıklanmaya tanrıya sığındığı gibi sığınamazdı. Üstelik “var olma mücadelesi” güçlüyü haklıyla özdeşleştiriyor, uygarlığın temelini yıkıyordu, çünkü vicdan, güçsüzü güçlünün insafına bırakmamak çağrısı toplu yaşamanın bir temel taşıdır. Şimdi, Darwin’in niyetlerinin ötesinde zalimce bir anlam kazanan evrim teorisi insanları birbirine kırdırma zeminin hazırlıyordu. Darwin tehlikeyi daha Türlerin Kaynağı’nı yazarken görmüş ve kitabının ünlü son sayfasında doğal ayıklanmaya insani bir amaç koymaya çalışmıştı. Doğal ayıklanma insanların birbirini ezmesinin bir mekanizması olmamalıydı; tersine, “doğal ayıklanma her varlığın iyiliği uğruna işlediğinden bütün beden ve akıl yetenekleri mükemmelliğe doğru ilerleme eğiliminde olacaktır”. Böylece Darwin “en uygunun soy sürdürmesi” kavramı topluma aktarılırken barışçı bir yarışma anlamına gelmesini istiyordu. Ama barışçı yarışmanın olamayacağı sanayi toplumunda bu anlam gerçekleşemezdi.
Geleceği felsefeyle eşelemek bize şunları söyletebilir: İnsanın kendini mükemmelleştirmesini tarihin amacı olarak görmek tanrı düşüncesindeki transandansın yerine geçmek üzeredir. Çağımız tanrısal kutsallıktan insani kutsallığa geçiş çağıdır. Bunun ulusal yapıları aşarak gerçekleşmesi uzun zaman alacak. Ama artık geriye dönüş olmadığını biliyoruz.
Bunları söyleyebilmek için ilerlemeye ilişkin büyük bir sorunun altından kalkmış olmak gerekir. Şimdi karşımıza dikilen felsefi soru şudur: Bilginin her çağda artması olgusundan kalkarak insanlığın da her çağda daha ileri gittiği sonucunu çıkarmak doğru mudur? İnsanlık kavramının içeriğini sadece bilimler mi oluşturur? Tam tersi olamaz mı? Tarihte ilerleme düşüncesi bir oyalanma, belki de zorunlu bir oyalanma olamaz mı? İlerleyen bilgi insanın yararından çok zararına kullanılınca bu bilgi kavramın kendisiyle çelişmez mi? Bilgilenme insanlığı yok olmaya doğru götürürken hangi ilerlemeden konuşuyoruz? İlerlemenin taşıdığı olumsuzluklar “insanlığın ilerlemesi”nin taşıdığı etiksel anlama bağlanabilir mi?
İlerleme düşüncesi çekicidir. Bu çekiciliğe kapılarak etik değerlerin bilginin ilerlemesiyle zorunlu olarak geliştikleri sanısına kapılabiliriz. Hatta bilimlerin başarıyla gözümüzü karartıp öldürücü olanı ileri sayabilecek kadar aldanabiliriz.
İlerlemiş bilgi sayesinde şehirlerin bir çırpıda yakılıp yıkıldığı bir dönemde ilerleme düşüncesinin ikiyüzlülük olduğunu iddia edenlerin çıkması normaldir. Örneği: Issah Berlin ilerlemenin tarihî kaçınılmazlığını savunanların ya sınıf, ya ırk, ya kültür, ya kendi başına bir güç sayılan tarih yahut felsefi birer kavram olan “yaşama gücü”, “güçlülük iradesi”, hatta “çağın ruhu”na dayandıklarım, olayların sorumluluğunun somut insanlardan alınıp bu soyut ve kendi başlarına işleyen kavramlara verildiğini söyler. Berlin’e göre günümüzün tarih düşünürü kâhinlik geleneğini devralmıştır. Felsefî tarihçiler “halefi oldukları astrologlar ve büyücüler gibi gözlerini bulutlara dikiyorlar ve muazzam, aslı olmayan imajlar ve benzetmelerle konuşuyorlar. Tecrübeye, rational tartışmaya… Pek dikkat etmeden hipnotik formüller kullanıyorlar. Böylece hem kendi gözlerine hem bizim gözlerimize toz atıyorlar”. (1)
Bu düşünür aşırılıklara karşı tepkisinde haklı görülebilir, ama ilerlemeyi hiçlemek de aşırılık değil mi?
İlerleme bir aldanmaysa insanda aldığı yeni şeklin, tarihiliğin hesabı nasıl verilecek? Greklerin “aynı şeylerin sonsuzca tekrarı” inancı yahut Süleyman’ın “güneşin altında yeni bir şey olmaz”, “Ben Akiba’nın “şimdi olan her şey önceden bir kez olmuştu” deyişleri insan hayatını artık güdemez. Antropoloji çok çeşitli kültürlere önyargısız bakabilmeyi bize öğretti; ama kültürleri sadece birer hayat tarzı olarak anlarsak geçmişe göre ileri olduğumuz hiçbir konu bulamayız. Gerçi teknoloji ilerlemenin tek ölçütü değil, asıl ölçütü hiç değil, ama gene de bir ölçüt. Asıl ölçüt olan yaşatıcı değerleri gerçekleştirme yolunda tarihin başlangıçlarından beri, henüz niteliksel olmasa bile umut verici niteliksel gelişmeler olmadı mı? Yani, birbirimizi yaşatmak için bireysel boyuttan, toplumsal, ulusal ve sonunda uluslararası boyuta geçiş için gözle görülebilecek adımlar atılmadı mı?
Bu sorular birer antinomi olmaktan çıkacaksa -sorulara verilecek cevaplar, olumsuz olsalar bile, bir sonuca bağlanacaklarsa- evrim teorisi ile tarihte ilerlemenin birlikte ele alınacağı bir çerçeve çizilmiş olmalıdır. Şimdi bu çerçeveyi çizmeye çalışan birkaç görüşe değineceğiz.
Julian Huxley evrimin son basamağının akıl (konuşma ve kavramlarla düşünme) olduğunu, bunun da yalnız insanda bulunduğunu söyler: “Evrimsel ilerlemede atılan son ve evrimin geleceğinde sınırsız (ya da sahiden daha fazla) ilerleme vadeden biricik adım gerçek konuşmayı ve kavramlarla düşünmeyi içeren aklın eriştiği derecedir: Ve bu yalnız ve yalnız insanca vardır… Kavramlarla düşünme yalnız insanda bulunmakla kalmıyor: O, yeryüzünde insandan başkasında gelişemezdi de.
“Bu nedenle evrim bir dizi çıkmaz sokak olarak görülmektedir. Bazıları çok kısadır, ya durağan kalan ya da soyu tükenen yeni cins ve türlere yol açanlar… Uzun vadede hepsi çıkmaza saplandı… Derisi dikenlilerin ilerlemesi Mezozoik devrin kapanışından önce kritik dönüm noktasına ulaştı. En üst grubunu böceklerin temsil ettiği eklembacaklıların kesin sonu erken Cenozoic’de gelmiş gibi: Karıncalar ve anlar bile Oligosen’den beri hiç ilerlemedi. Kuşların evrimi Miosen’de son buldu, memelilerinki Pliosen’de.” (2)
“İlerleme ve onun gelecekteki olabilirliği yalnız tek bir soyda devam etmektedir, -insan soyu. İnsan silinirse, kavramlarla düşünme adımının en yakın akrabası tarafından bile yeniden atılması olasılığı en alt derecededir. İnsanın ata-grubunun geri kalan anthropoidlerden başka bir dala ayrılışından beri geçen on ya da yirmi milyon yılda onun bu akrabaları kendi özelleşme çizgileri içinde kalmaya zorlandılar ve bilinçli düşünen bir yaratığın içinden çıkıp gelişebileceği o daha genelleşmiş aşamayı arkalarında bıraktılar”.
İlerlemenin konusu olmak için geriye yalnız insan kalıyor. Ama insan, kendisine kadarki hiçbir canlıda bulunmayan, bu nedenle doğa-dışı diye nitelemek istediğimiz “değerler”in taşıyıcısıdır ve insan taşıdığı bu değerleri (hepsi “türdeşi bilinçli olarak yaşatmak” kavrayışı altında toplanırlar) doğanın kor oluşuna karşı bir amaca yöneltir.
Huxley değerlerin evrimdeki yerini saptamak ister. Soru şudur. İnsani değerler evrim varsayımının doğruluğunun ölçüsü müdür? Yahut: Evrimin ahlâki amacı var mıdır; varsa değerlere uygun mudur; üstelik değerler bu amacın kendisi midir? Julian Huxley’in dedesi T. H. Huxley insani değerlerin kozmik süreçlere karşı mücadele etmesi gerektiğini öne sürmüştü. Kendisi ise bunun tersini savunuyor: Evrim insani değerleri de ölçüp biçer, çünkü onların da kaynağı, oluşturucusu evrimdir. J. Huxley insanın kendisini oluşturan bir sürece -doğal, kozmik sürece- karşı mücadeleyi görev edinemeyeceğini söyler.
Antropologların bir kısmı -belki çoğunluğu- kültürler arasında, teknik beceri dışında bir basamaklandırma yapılamayacağı, sadece değişik çevrelere değişik uyum sağlamalardan konuşulabileceği görüşündeler. Teknik beceri de zaten doğal çevrenin imkânlarına göre değişir. Oysa Huxley’e göre insanın evriminde genel bir standarttan söz edilebilir. Rölatiflik iddiası biyolojinin derslerini unutmaktır. “Hiçbir biyolog dikenli karınca yiyenin ilk memeli tipin devamı olduğundan kuşku duymaz, ama ilk memelilerin hiçbirinin uzun dikenli omurgası olmadığından, karınca yiyecek tarzda özelleşmiş ağız ve dillerinin bulunmadığından emin olabiliriz. Aynı şekilde, Avustralyalı siyahların toplumsal ve kültürel örgütlenmesinin bazı özelliklerinin -totemlerinin ve evlilik sisteminin karmaşık ayrıntılarının- oldukça yeni özelleşmeler olmalarıyla beraber pek alt basamakta ve ilkel bir kültür tipinin devamı olduğunda hiç kuşkumuz bulunmaması gerektiğini söylemeliyim.”(3)
Huxley’e göre evrim süreci içinde bulunan tek canlı insan, ama “insan” deyince artık biyolojik bir varlıktan çok kültürel bir varlık anlaşılmakta. Her kültür bir değerler dokusu; doku yöreye göre değişik renkler, biçimler alıyor, ama bütün bu değişik görünümdeki dokuların varlığını ve işleyişini belirleyen, yöneten ortak ilkeler de var. “Evrim biyolojisinin ışığında artık insan kendisini bu gezegendeki evrimsel ilerlemenin tek gerçekleştiricisi ve tüm evrendeki ilerlemenin birkaç mümkün aracından birisi olarak görebilir… Artık kendisini doğanın geri kalmış kısmından ayrılmış hissetmemelidir, çünkü onun bir parçasıdır… Evrenle bağıntısında artık kendisini önemsiz görmemeli… O, kişiliğiyle anlam kazanmıştır, çünkü süreklice yeni anlamlar yaratmaktadır… Ve böylece, insan hayatında, ilerleme gerçeği kader sorunuyla bağlanmıştır? -boyun eğilecek ve gerçekleştirilecek bir şey olarak taşıdığı çift anlamda… Şimdi eldeki deliller ışığında kaderinin yaratıcı evrim sürecine katılmak, onu yönetmek olduğu kavrayışına varabilir”.(4) Huxley’in yapmak isteğine ilişkin son sözü şu olabilir: “Ortaçağ teolojisi insan hayatını ebedilik ışığında -sub specie aeternitatis- düşünmeyi körüklüyordu: Onu evrim ışığında -sub specie evolutionis- yeniden düşünmeye girişiyorum”.(5) Ama elbette evrim düşüncesinin din inancına karşıtlığı ebediliği reddetmesinde yatamaz, çünkü evrim insanda sonsuza süre-gidecektir. Huxley bu sözüyle doğal-doğaüstü karşıtlığını düşünmüş olsa gerek.
Huxley’in bu düşüncelerini dayanak olarak alabiliriz; ama onun çağımızın insanı için önerdiği “evrimci hümanizm”in büyük siyasal ve ekonomik sorunlar karşısında bir “ideal” olarak kaldığını, en azından henüz işlenebilir bir ideal olmadığını söylemekten de geri kalmıyoruz. Bizi burada ilgilendiren, Huxley’in önerisinin tartışılması değil, biyolojinin yerleşik bir kavramı olan “ikinci evrimden (yahut “genetik olmayan evrim”) tarihte ilerleme düşüncesine sağlıklı nasıl geçilebileceğidir. Gerek evrim, gerek ilerleme, çağdaş insanın eti kemiği olmuş kavramlardır. Bununla beraber, birincisinden ikincisine düpedüz geçiş, doğal oluştan tarihe ilişkin ilkeler çıkarma, indirgemecilik yanılgısıyla sonuçlanabilir. Karşılaştırma bizi basite, tek ilkeye götürmüyorsa o zaman karmaşık olanın hakkı verilmelidir. Nasıl ki bugün evrim basitten karmaşığa doğru kesintisiz bir süreç olarak görülmüyor, türlerin bir arada dallanıp budaklanması olarak görülüyorsa, tarihte ilerleme de determinizmlerin kesintisizliği olarak değil, determinizmlerle özgürlüklerin birlikte dallanması olarak görülebilir.
Doğada evrim düşüncesini tarihte ilerleme düşüncesiyle kaynaştırırken nelerden sakınmalıyız? İki kavramın kaynaşması tarihiliği doğallığın bir devamı olarak anlamakla mümkün, ama ikisi arasındaki fark o kadar büyük ki bunları aynı sürecin iki aşaması yahut yönü olarak anlamak da pek güç. İnsanla doğa arasındaki evrimsel-biyolojik bağlantı tek yanlıdır: İnsan doğayı değil, doğa insanı yapmıştır (yaratmıştır, oluşturmuştur vbg.); ama insanla tarih arasındaki ilişki karşılıklıdır: İnsan tarihi yaratmış ve her yaratışından sonra tarih de insanı yeniden yaratmıştır; ilerleme kavramıyla dile getirmek istediğimiz başlıca olgu budur. Bu farkı belirtmek, doğayla tarih ve insanla hayvan arasında basit benzetmelerden ya da kanıtlamalardan öteye geçememekle sonuçlanır.
Önümüzde iki bakış açısının gösterdiği iki yol var. Birine girip yürüdüğümüzde diğeri varlığını duyuruyor, bizi çekiyor. Yollar, doğallık ve tarihilik “ilerleme” potasında kaynaşabilir mi? Bir cevap Sherrington’dan: “Bizim şimdimiz yalnızca durağan değil; onun hareketi öyle bir hareket ki, yarın olacaklar bugün olanları tekrarlamaz. Astronomun bize değişik oluşum aşamalarında bulunduklarını söylediği ada-evrenler gibi, gezegenimiz olan bu adacık da tamamlanmamıştır. Kant insan aklını tamamlanmış bir şey olarak ele alır görünüyor. Ama son zamanlarda ve hâlâ insan aklı değirmen oluğundan hızla akan su gibi bir değişimler gelgitinin parçasıdır. Birçok canlı hep olduğundan başka bir şey olma çabası içinde. Ve işte aklımız, diğer şeylerle beraber başkalaşmakta, gezegenimizin oluşmasıyla beraber oluşmakta. Onun bir zaman gelip de tamamlanacağını ya da tamamlanmadan kalacağını bilmiyoruz. Onu şimdinin geçici, ad hoc bir düzenlenmesi olarak anlıyoruz. Bu ona, son edindiği görevi olan “değerleri gerçekleştirme” görevini yaparken sık sık hatırlatılacaktır.” (6)
Bir de bu sözleri sert dille eleştiren Leslie Paul’u dinleyelim: “Bu pasaj, formların sonsuzca akışım düşleyen, hiçbir şeyi olduğu gibi değil, her şeyi olmadığı gibi gören… Evrimin sürekliliğine ilişkin duygusal felsefeyi pekiyi örnekliyor… Böyle saçmalıklar karşısında, insana uygulanan evrim düşüncesinde doğruyu yanlıştan ayırma çabası daha da ivedilik kazanıyor.” (7)
Paul’a göre türlerin evrimi teorisi bir yığın delile düzen veren yararlı bir teoridir. Evrim tarihte ilerlemeyi içermez; dahası, ilerleme tarihin de sağlıklı bir kavramı olamaz. Paul’un ilerlemeyi reddine katılmak imkânsız, ama söyledikleri, evrimi tarihte ilerleme görme niyetine göre yorumlamadan, olduğu gibi araştırmanın gereğini etkili biçimde hatırlatıyor.
Bir canlı türün kendindeki olanakları (potensleri) gerçekleştirmesi ilerlemeyle ilgisiz bir olgu olarak da görülebilir. Bu, bir türün bireyinin kendi ömrü içinde mükemmelleşerek türü devamlı kılmasıdır. Bu devamlılıkta önemli olan biçimin değişmesi değil korunmasıdır. Meşe ağacının evrimsel hedefi (bütün ahlâk kaygılarına ilgisiz olarak) serpilen, karşıt dış şartlara direnen, ömrünün öngördüğünden önce çürümeyen bir meşe ağacı olarak kalmasıdır, -değişerek başka türlü bir meşe, gittikçe de başka bir ağaç olmak değil.
Yalnız insana özgü tarihî ilerleme, bilgilerin birbirine eklenmesiyle bilinmeyenin bilinene dönüştürülmesinden ibaret değildir. Aşırı bilimciliğin en büyük insan başarısı sandığı bu olgu kendi başına bir hiçtir. Bilginin artışı bir sorumluluğun artışını birlikte getirmiyorsa, bilginin kullanılışı yaşatmaktan çok daha fazla ölçüde türdeş öldürmek içinse, bu durum o bilgilerin olmadığı zamana göre gerilemeyi gösterir, ilerlemeyi değil.
İnsan varlığına daha fazla temel değerlerin katılması gerekmiyor. İnsandaki değerlere açılma olanak ve yeteneğinden daha üstün, daha ileri bir şey olamaz. Türdeşini yaşatmak için kendisini bilerek ölüme salan bugünkü bir insanla bu eylemi binlerce yıl önce gerçekleştirmiş bir insan arasında hiç bir fark yoktur. Bu anlamda insanlığın ilerlemesine gerek yoktur. İster doğasının ister tarihinin verisi olsun, bir başkasını yaşatma yeteneği insan türünün devamının ilk ve son dayanağıdır.

Dipnotlar:
1. Isaiah Berlin, Historical Inevitability, Londra 1954, s. 78-79 ve s. 12-13.
2. Julian Huxley, Evolution: The Modern Synthesis, George Allen and Unwin, Londra 1974 (1942), s. 570-71.
3. Julian Huxley, Evolution in Action, Pelican Books, Middlesex 1963 (1953), s. 147.
4. Not 3 de age, s. 140.
5. Not 3 de age, s. 141.
6. Charles Sherrington, Man On His Nature, Pelican Books, Edinburgh 1955 (1940), s. 150-151.
7. Leslie Paul, Nature Into History, Faber and Faber, Londra 1957, s. 27. Adı geçen kaynaklara daha yakından eğilmemi bu kitaptaki eleştirilere borçluyum.

Eylül 1988

EYLÜL VE RESİM

Burjuvazinin tüm çabasına karşın 1980’in zoru, resimde ancak bireysel bunalımı ve batı öykünmeciliğini getirebildi.

Ne kadar zor kullanılsa, ne kadar korku salınsa da gerçeklerin resmedilmesi nasıl Dünya Resim Tarihi’nde engellenememişse Türkiye Resminde de engellenememektedir. Çünkü halk var oldukça onun mücadelesini veren sanal çalışanları da olacaktır Resim. Sosyo-ekonomik yapıdan ve genel sanal politikasından ayrı düşünülemez. Onun için 1980 zorunun geliştirip kurumlaştırdığı resmi resim anlayışım ele alırken sanatın gelişimine de kısaca değinmekle yarar var sanırım.
İnsan, oluşumundan itibaren doğayı kendi kontrolüne almak için mücadele etmiştir ve etmektedir. Hareketlenen el, taşı yonttu, mağaraları resimledi hibeyi” ilişkisi yoğunlaştı, kaslar ona göre işlev kazandı. Bilinç, her üretilen maddi üretimden sonra daha da gelişti ve mükemmel yaratmayı amaçladı. Bilimle sanat yaratılan her üründe birlikteydi. Tek amaç; doğayı egemenlik altına almaktı. Yontulan taş, hem üretici güç, hem de doğaya üstün gelebilme duygusunun taşa yansımasıydı. Mağara resimleri, hem iletişim aracı, hem de insanın coşkusunu yansıtma aracıydı. Sınıfların ortaya çıkmasıyla, bilim üretici güç haline gelip, dış dünyayı değiştirirken, sanat da iç dünyayı değiştiren, insan ilişkilerini düzenleyen bir kurum haline geldi. Yani bilimin doğayı ele geçiremediği oranda doğayla dengeyi sağlayan bir üst yapı kurumu oluyordu.
Toplum sınıflara ayrılıp, sınıfsal mücadele başladığında, bu mücadele sanatta da kendini gösterdi: Üretim araçlarına sahip olanlarla, üretimi gerçekleştirdikleri halde bu araçlara sahip olamayanların mücadelesi şeklinde. Çünkü: “Politik, hukuki, felsefi, dini, edebi, sanatsal gelişme iktisadi gelişmeye dayanır. Ama bütün bu alanlar birbirlerine ve aynı zamanda iktisadi temele tepkide bulunurlar.” (1)
Üretim araçlarına sahip sınıfların sanatı egemenleşmiş ve kurumlaşmıştır, bunun karşısındaki sınıfların sanatı da mücadele eden unsurlar seklindedir. Ezilen sınıflar, karınlarım /çır doyurdukları için sanat çalışmalarına katılımları sınırlı olmakta ve bu alandaki mücadelelerini sanat çalışanları ile onların sanan vermektedir. Hâkim sınıflar ise kafaların; hep para kazanmaya ve sömürüye yordukları için kendi sanatlarını, sanatı metalaştırarak ve sanatçıyı satın olarak ortaya çıkarttırırlar.
Ülkemizde de egemen sınıflar, kendi sanatlarını kurumlaştırmışlardır. Bunun karşısında da halkın sanatı, ekonomik ve siyasi alanda olduğu gibi bu alanda da bir mücadele sürdürmektedir. Halkın çıkarları doğrultusundaki sanat çalışmaları yoğun baskı ve engellemelerle karşılaşırken; kitle iletişim araçlarını elinde bulunduran burjuvazi kendi sanatlarının baskısını sürdürmektedir. Burjuvazisinin hâkimiyetini sürdürebilmek için mutlaka feodal kültür ve sanata gereksinimi vardır. Ona yaslanmak zorundadır. Dini coşkular, feodal duygusallık, bireysel bunalım burjuvazinin oluşturduğu bu sanalın içerisinde ver alır.
Burjuvazi, sarsılan sosyo-ekonomik egemenliğini 12 Eylül 1980’cle zor kullanarak tekrar sağlamlaştırırken sanatta da bu zorunu kullandı. Zora katlanamayan kimi sanat çalışanları burjuva idealizmini benimseyip, zora karşı mücadele yerine kaderci bir anlayışla bireyin “yazgısına” kapılıp içten içe ağlayan bir sanat yarattılar ki, kitleler bu ağlayan sanatçılarla ağlar oldular. Toplumsal hesaplaşma yerine bireyin iç dünyasına kahreden bir tepkime sanatıydı bu. Cinselliği toplumsal gelişmenin temeli sayan çalışmalar başyapıt haline getirildi. Küçük burjuva karamsarlığından başka işlenecek konu bulamadılar. Sinemada, müzikte, yazında ve doğal olarak resimde de.
Küçük burjuva bunalımlardan kurtuluşu rastlantı sonucu yakalayabileceklerini, sıkıntılarını tuvallere boya fırlatarak gidereceklerini, hazır nesnelere bir takım kavramlar yükleyerek mutluluğu yakalayabileceklerini sandılar. Ama parçalanmış dünyaları daha da parçalandı. İşte 1980 sonrası Türkiye’de egemen olan resim anlayışı buydu. Burjuva/i tarafından, metafizik düşüncenin ürünleri olan bu çalışmalar baş köseye oturtuldu, ödüller verildi, insanlara yeni resim anlayışı olarak sunuldu, sayfalar dolusu yazılar yazıldı, dosyalar tutuldu. Oysa bu anlayış ne yeniydi ne de ilk yaratılmıştı. Avrupa ve Amerika’da emperyalist burjuvazinin düştüğü bunalımların sonucu olarak ortaya çıkmış, 1. Paylaşım Savaşı’nın yıkıntıları üzerine kurulmuş sanat akımlarıydı ki, etkinliklerini yitirmek zorunda kalmışlardır. Fakat bizde ancak 1980 sonrası öykünmecileri yer edinebiliyorlardı.
Burjuvazi, burjuva sanat çalışmalarının daha da etkinleşmesi için bunları satın alıp, maddi olarak da destek veriyor. Her şeyi metalaştırdığı günümüzde, resmi de metalaştırıyordu.
Tabi resim çalışanları da hem çalışan, hem de tüccar şekline getirerek. Resmin metalaşmasını; burjuvazi için bir yatırım ve sanatı ele geçirme planıydı. İlk resim koleksiyoncularından Ali Koçman koleksiyonculuğa başlamasını şöyle açıklıyor: “Amerika’da gittiğim birçok evde Renoir’in Van Gogh’un tablolarını görüyordum. O zaman anladım ki, bu bir yatırım. Ondan etkilendim. O zaman varlıklı ailelerin evlerinde yaldızlı çerçeveler içinde resimler vardı. Kimin deseniz bilmez. Tamamen dekoratif olarak kullanılıyordu.” (2) Bu şekilde başlayan resim koleksiyonculuğu şimdi de aynı ölçüler içerisinde devam ediyor.
Resim satın almak bir kesim için de yapay yükseklik gösterisi oluyordu. Sosyete denen bir kesimin devam ettiği restoranın sahibi Ahmet Çapa, sosyeteye girme koşullarını bakın şöyle açıklıyor, “çok vaktinizin olması lazım, davetlere, yemeklere, sanatsal faaliyetlere katılacaksınız sadece gece kulüplerinde değil, sosyete aynı zamanda sergiler de dolaşır. Çok paranız olmalı sadece bonfile, şamdan hesapları değil harcamalar. Çok ünlü Türk ressamların tabloları milyonlar değerinde. Ben orta tabakaya bir eserini satan heykeltıraşımız tanımadım.” (3) Bir araştırma haber de şöyle, “Jaguar sahipleri büyük kentlerin seçkin salonları ile seçkin gece kulüplerinde yeni peydahlananlardan oluşuyor. Jaguarla sosyal itibar arama modası çok yeni. Üç yıllık geçmişi var. Jaguarcılar yağlıboya resim satın alıyorlar. Halının antikasını ve en az 100 yıllık olanını topluyorlar Jaguarcıların psikolojisi kendini yüksek görme, çevreyi küçümseme” (4)
Ve doğal olarak bu “seçkin” kişilerin resim görme ve satın alma ihtiyaçlarını karşılamak için; herkesin gidemeyeceği ancak “seçkinlerin” uğrayabileceği yerlerde birer birer satış yerleri açıldı. Pazarlama yerleri o kadar çoğaldı ki, bazısı 7. katta, bazısı da yerden 2 kat altta. Açılış kokteyli dışında gidecek olsanız hayret dolu bakışlarla süzülürsünüz; pazarlamacılar tarafından. Çünkü geleni gideni bellidir ve de onlar ya açılış günü gelirler ya da randevuyla. Diğer gelenler garip dururlar, yollarını şaşırıp da girmiş gibi.
Bu pazar, yurt dışında resim çalışanlarımızın da iştahını artırdı, yurt sevgisini yoğunlaştırdı (!) Şöyle ki yıllarca Türkiye’ye uğramayanlar, senede 2-3 resim sergisi açarak, Türkiye’deki resim çalışanlarından çok resim sergiler oldular. Ha bir de bu satış furyasını gören bazı resim çalışanları da kendi dükkânlarını açarak direkt imalattan satış yapar oldular. Taksitle satışlar filan derken, modası geçmiş resimler için de indirimli satışlara geçerler herhalde.
Galeriler para kazanmak için elde ne varsa tezgâhlıyorlar. Satış yapabilmek için gazete ve dergiler yoluyla yapay beğeni düzeyleri yaratıyorlar. Resim çalışanlar da satışa yetiştirebilmek için ha bira meta üretip, sergiler düzenliyorlar. Seri üretime geçen resim çalışanları birbirini yineleyen resimler üretiyorlar. Bilinç yerine el yordamıyla üretilen resimler çıkıyor ortaya. Bir çalışmayı görmekle hepsini görmüş kadar oluyoruz.
Resim pazarı öyle oldu ki, pazarlamacı resim çalışanlar müşterilerini, müşteri de imalatçıyı tanımaz oldular. Çalışmalarını satan bir resim çalışanı şöyle itiraf ediyor: “Resimlerini kimlerin aldığından çok niçin aldığını merak ediyorum, ama henüz alıcılarımla bir ilişki kuramadım” (5) Böylece resmi çalışanlarımız yaratı özgürlüklerim müşterilerinin ellerine ya da depolarına pazarlamacı galeriler aracılığıyla kendileri teslim eder oldular.
Resim sanatına hizmet ediyoruz deseler de bu galerilerin hangisi periyodik bir yayın çıkarmıştır, hangisi geçmişte yetkin çalışmalar veren yabancıların çalışmalarını sergilemiş ya da yurt dışında bizden çalışmaları götürüp sergilemiştir. Bırakın bunları, daha hiçbirisi yerini halka açamamıştır.
Ev kirası, mutfak parasını görünce çok büyük olaymış gibi geldi; resim çalışanlarımıza. Oysa hizmet ettikleri, çalışmalarım adadıkları kesimin yaşantısından alabildiğine uzaktalar. Resim alıcılarının yedikleri, gezdikleri yerlere bir günde ödedikleri para kadardı, resimlerine verilen değer. Resim satışına o kadar değer verildi ki neredeyse resim düzeyinde bir ölçü oklu. Oysa sanal düzeyi düşük, kopya çalışmalar yaparak camcılara pazarlatanlar, günde en az 2-3 resim çalışması satıyorlar. Demek ki satış, sanat düzeyini göstermiyor.
Sanat çalışanları işte bunlardan dolayı sanatı metalaştırmamalı, geçimini sağlayacak bir araç durumuna sokmamalı çünkü para kazandıkları kesime karşı taviz veriyorlar. Ne kadar istemeseler de, fark etmeseler de alıcıların düşüncelerini yansıtıyorlar. Resimlerinde onlar görülüyor, burjuvazinin bunalımı sanat çalışanla özdeşlemiyor. Çalışma da kendi kahrediciliğini buluyor. Resim çalışanlar da senelerce aynı çalışmaları yineleyerek sürdürmek zorunda kalıyorlar. Marx şöyle der: “Yazar doğal olarak yaşamak ve yazmak için kendine bir geçim sağlamalıdır, ama bir geçim sağlamak için yaşayıp yazmamalıdır. Yazarlığını maddi bir araç olarak kullanan yazar, kendi iç köleliğinin cezası olarak dış köleliği, yani sansürü de hak etmektedir; daha doğrusu sansürün var oluşu onun cezasıdır” (6) Yazarlar için yazılmış olsa da tüm sanatçılar için geçerli olması gereken düşüncedir.

BURJUVAZİ’NİN ONCA ÇABASI, ANCAK BATI ÖYKÜNMECİLİĞİNİ KURUMLAŞTIRABİLDİ
Yüzyıllardır süren Batı hayranlığı, öykünmeciliğe yerini bırakarak 1980 sonrası düşük düzeydeki sanat çalışmalarına savunma dayanağı haline getirildi. Öyle ki eleştiri götürecek olsanız, “Batı’da yapılıyor biz niye yapmayalım” basitliğiyle karşı çıkmaktalar. Batı’da olsun, Doğu’da olsun diğer ülkelerdeki kültür ve sanattan elbette ki etkilenilecektir. Ama bu etkilenme, incelenip elenerek düşünsel alanda ve sanat çalışmalarında birikim sağlayacak derecede olacaktır. Öykünmek için olmayacaktır.
Batı’da ki sanat, ne kendiliğinden, ne de bireysel dehalar aracılığıyla oluşmuştur. Toplumsal gelişmenin bir gereği olarak ortaya çıkmıştır. Mezopotamya, Mısır sanatları olmasaydı ne Yunan sanatı olacaktı, Bizans yıkılmasaydı ne de Rönesans Afrika, Doğu sanatları olmasaydı; ne Picasso ne de Matisse’ler çıkacaktı. Hepsi birbirini takip eden ekonomik ve toplumsal gelişmelerin ürünüdür. Batının geçirdiği dönemleri bizim de geçirmemiz zorunlu değildir. Dünün feodalizmi yıkan burjuvazinin ilericiliği yerine, bugün emperyalist burjuvazinin gericiliği zorbalığı yer almıştır. Onun için bugün burjuva kültür ve sanat gericiliğin yozluğun toplandığı yerdir.
“Yeni Eğilimler”, “Günümüz sanatçıları”, “Öncü Türk Sanatından Bir Kesit”, “Hamam’da Çağdaş Sanat”… Devlet tarafından gerçekleştirilen “Asya-Avrupa Bienali” gibi sergilerle, hem holdingler, hem de devlet tarafından yaygınlaştırılmaktadır; öykünmeci sanat. Artık bu tür sergilerin eleştirilerini yapan eleştirmenler kaynaklarını da belirtmek zorunda kalıyorlar. İşte bir örnek: Ahmet Köksal’ın “Günümüz Sanatçıları” sergisi üzerine bir yazısı “Feride Kılıçtaş’ın üçüncülük alan renkçi, devingen soyutlaması boyanın fiziksel gerçeğinden çıkış yapan Amerikan Okulu’nun etkilerini, Karel Appel, Pierre Soulages’ın izlerini anıştırıyor. Hale Arpacıoğlu’nun portresi 1900’lerde ekspresyonist, fovcu akımlardan E. L. Kirchner’den izler. Kemal Önsoy’un tuvali ise Mark Tobey, Andre Masson’un konulu içeriği dışlayan soyut ekspresyonizmine koşut bir kimlik arayışını ortaya çıkarıyor. Hayri Karay’ın ikincilik ödülü alan ahşap, metal, kauçuk gereçli yapıtı dengeli, ritmik bir kitle yapısı ile İngiliz Anthony Caro’nun metal gereçli konstrüktivist heykellerini akla getiriyor.” (7)
Burjuva öykünmeci sanatı eleştirenlere bir de şöyle karşı çıkıyorlar, “Frenkler gibi giyineceksin ama kafalar hâlâ Doğulu kalacak. Batı teknolojisine hayran kalacaksın ama kültüre) değişimi yozlaşma, taklitçilik olarak suçlayacaksın. Bu, ülkemizde hâlâ geçerli olan alaturka düşüncenin göstergesidir” (8) Evet, Frenkler gibi giyinmekle 18. yy.da başlayan Batı hayranlığı 20. yy.da çok pahalıya mal olmuş bir hayranlıktı. II. Mahmut 18. yy.da tuval resmini öğrensinler diyerek Avrupa’ya öğrenciler yollamıştı. Ne öğrencilerin ismi kaldı ne de tual resimleri. II. Mehmet’in de 15. yy.da Avrupa’dan ressam getirtip yaptırdığı portre ve diğer tuval yağlıboya çalışmaların İngiltere müzelerinde oluşu gibi. Çünkü tuval resmini gerektirecek ekonomik toplumsal gelişme yoktu o zamanlar. Demek ki ne kadar zorlanılsa da kalıcılık sağlanamıyor, öykünmecilikle.
Sanatın ekonomik gelişmeden bağımsız ele alınışındaki hata gibi diğer bir hata da, bilimle sanatı doğru orantılı görmektir. Oysa tam tersidir, yani ters orantılıdır. Bilimsel teknolojik ilerilik, sanatta da ileriliği getirmez; sanatın etki gücünü azaltır. İlerici sanat, ilerici sınıfların sanatıdır bu sınıflar için yaratılan sanattır. Bilim ve teknik üretici güçtür, tektir. Kültür ve sanat ise üst yapı kurumu olup iktisadi yapıya göre farklılıklar gösterir. Bilimsel gelişmeyi takip etmek ileri teknolojiye sahiplenmek kültür ve sanat ithal etmeyi gerektirmez.
İçeride ve dışarıda Batı kopyacısı olarak değerlendirildikleri (9) ve dışarıda yer edinemedikleri için şikâyetçiler. “Bugün Türkiye sınırları dışında yaşayan Burhan Doğançay, Yüksel Aslan Kornet yenilerden Şenol Yorozlu, Bedri Baykam, Birol Kutatgu gibi birçok sanatçımız olmasına ve de birçok kişinin dış sergilere katılmasına rağmen Türk ressamları hiç bir sanat pazarında seslerini duyurabilmiş değillerdir” (10) Batı pazarlarında yer bulamamalarından sızlanmalarına haklan yok çünkü Batı’da bunların asılları o kadar çok ki, kopyalarını ne yapsınlar.
Düşünün bir defa 200 km/h hız yapan bir otomobilin biçimini yani kaportasının aynısını yapalım. Motor olmadıkça yerinden oynatabilir misiniz? Oynatamazsınız. Hızı biçim vermiyor da ondan. 1980 sonrası yoğunlaşan ve kurumlaştırılan resmi resim anlayışı da bu şekildedir. Boyayı tuval üzerine fırlatarak boyanın akış ve donma süreleriyle bağıntılı tesadüfî oluşumları, bir hayvanın çamurda bıraktığı izleri, bir yıkım sonucu birikmiş tuğla parçalarını, hazır nesnelere bir takım kavramlar yüklenerek bir araya getirilmiş oluşumları, lunapark gösterilerinin karikatürize edilmiş şekillerini sanat adına sunmak; ya sanatı bilmemekten kaynaklanıyor, ya da izleyicileri bir şeyden anlamaz sanmaktan… Tüm bu çalışmalar sanatın dışında değerlendirilmelidir. Çünkü sanatın inkârıdır. Bu tür çalışmalar, Avrupa ve Amerika’da kapitalizmin bunalımı dönemlerinde ortaya çıkmışlardır. Bu tür çalışma ve şovları reklam aracı olarak kullanıp belli ilgi çekme döneminden sonra daha da fazla para kazanmayı sağlamışlardır. Sanat tekelleri tarafından da bilinçli olarak ön plana çıkartılıp kitle iletişim araçlarıyla tüm dünyaya yaygınlaştırılmaktadırlar. Bir özel galeri yöneticisi, Rabia Çapa’nın “Maçka Sanat’ın sürekli izleyicileri kavramsal sanata o kadar alıştılar ki bir keresinde atmak için dizdiğimiz boş şarap şişelerini sergi zannettiler” Sözleri kavramsallığı çok yalın bir şekilde açıklıyor. Başka söz söylemeğe de gerek kalmıyor herhalde.

Dipnotlar:
1- Friedrich Engels, Marx Engels Sanat ve Edebiyat S. 14
2- 27 Ekim 1985 Milliyet
3- 16 Şubat 1986 Milliyet
4- 6 Nisan 1987 Milliyet
5- 11 Nisan 1987 Milliyet
6- Marx Engels Sanat ve Edebiyat S. 68
7- Milliyet Sanat Dergisi Sayı 172 S. 47
8- Gösteri Sayı 80 s.55
9- Gösteri Sayı 80 s. 53, 25 Ağustos 1987 Cumhuriyet
10- Gösteri Sayı 69 s. 45
11- Milliyet Sanat Dergisi Sayı 159 s. 64

Eylül 1988

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑