Aile içinde: “Kadın proleter, erkek burjuva” Kadının ezilmesinin kökleri ve bugün

İlk işbölümü, erkekle kadın arasında, döl verme bakımından yapılan işbölümüdür. Ve şimdi ekleyebilirim. Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir. Karı-koca evliliği, büyük bir tarihsel ilerlemedir; ama aynı zamanda, kölelik ve özel mülkiyetin yanı sıra, günümüzü kadar uzunun ve batılarının gönenç ve gelişmesi, bazılarının acı ve gerilemesiyle elde edildiğine göre, o her ilerlemenin aynı zamanda görece gerileme olduğu çağı açar. ” (1) F. Engels

Kadının bir cins olarak baskı alıma alınmasının ve sömürülmesinin kökleri çok eskilere gidiyor. Binlerce yıl öncesine. Kadın, ilk sosyal işbölümü ortaya çıktığında, ezilmeye ve ikinci plana itilmeye başlıyor. İlk sömürünün, sınıflar-arası sömürünün rüşeym hali bu…
Kadının ilk ezilmesi “Karı-koca’1 ailesinin ortaya çıkmasıyla başlıyor ve çağlar ilerledikçe devam ediyor. Kadının cins olarak baskı altına alınması ve sömürünün konusu olması “ailenin” gelişmesiyle at-başı gidiyor. Bu baskı ve sömürü bütün üretim biçimlerine mükemmel bir biçimde entegre oluyor. Çeşitli üretim biçimlerinin karakterine uygun gösteren bir üst yapı kurumu olarak aile. genişlemek ya da daralmak, giderek kadının rolünü daha çok ikinci plana itmek biçimlerinde değişkenlik gösteriyor ve hep kadının aleyhinde olarak evrime uğruyor. Kadın, hangi sınıfa mensup olursa olsun, mensup olduğu sınıfın ezilen bir sınıf olmasına ek olarak bir de genel olarak kadın olduğu için Tarih boyunca bir çok sınıf ezilen bir sınıf olmaktan çıkıyor, özgür bir sınıf ya da ezen bir sınıf oluyor. Bir önceki üretim ilişkisinin ezilen bir sınıfı, bir sonraki üretim ilişkisinde en azından “Daha iyi durumda olan” bir sınıfı olabiliyor. Üretim biçimleri değiştikçe sınıflar sürekli olarak yer değiştiriyor. Kuşkusuz üretim biçimi değiştiğinde, örneğin, köleler ezen sınıf durumuna gelmiyorlar. Ama eski üretim biçiminde sahip olmadıkları hakları kullanabilen, eskiye oranla daha iyi bir ekonomik durumda olabilen çeşitli kategorilerdeki serfler ya da özgür köylüler olabiliyorlar. Serfler kapitalizmde, küçük ya da orta köylü, hatta zengin köylü: daha da ileri gidebilenleri gelişmesi feodal bey tarafından engellenen ve ezilen zanaatkar burjuva durumuna geçebiliyor.
Ama kadın açısından bir şey değişmiyor. Kocasının, mensubu bulunduğu sınıfın durumuna bağlı olarak ekonomik durumu kötü. iyi ya da daha iyi olabiliyor ama erkek karşısındaki rolü aynı kalıyor. Hatta üretim biçimleri geliştikçe “erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlık”, erkeğin üretim sürecinde durumunu güçlendirmesine bağlı olarak daha çok erkek lehine gelişiyor \e erkek, toplumun ve ailenin mutlak hâkimi oluyor, bu iki alandaki iktidarını korumak ve bu alandan kadını dışlamak için kadını ezmenin, dolayısıyla da sömürmenin biçimlerini zenginleştiriyor. Egemen sınıflar, bu sömürüyü görünmez kılan, kadının ikinci plana itilişinin meşrulaştırılmasını ve zorunluluğunu vazeden kurumlan geliştiriyor ve bu doğrultudaki kültürü allayıp pulluyor. Fark edilmez ve kolaylıkla karşı çıkılmaz hale getiriyor.
Kadının baskı altına alınışı ve sömürülmesi binlerce yıl içinden süzülerek, daha çok mükemmelleşerek, sömürü ilişkisi daha çok görünmezleşe-rek ve bu baskı ve sömürü biçimi kadına da içselleştirilerek kapitalizme kadar gelişiyor.
Bütün sınıfları özgürleştiren” kapitalizm kadın erkek ilişkileri açısından kadına yeni bir şey vermiyor.
Uzun yılların mücadelesi sonucu verip ettiği tek şey, yasa önünde eşitlik oluyor kullanılamayan, kullanılabildiği zaman bile kadını yüzyıllardır ezen ve tabi kılan durumda tutan, tam tersine bu koşullarda bile kadının erkek karşısındaki ikinci plana itilmişliğini, sömürülmesini, bir yanıyla gizleyen bir araç olarak: diğer yanıyla ise yasal eşitlik, kadının bütün durumunu bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. “Aynı biçimde, erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin özel niteliği, (…) erkekle kadın tamamen eşit hukuksal haklan sahip oldukları zaman” ( 2) ortaya çıkıyor.
Kapitalizm toplumun diğer bireyleri gibi endüstriyi kadına da açıyor. Ucuz emek sağladığı ve asırlar boyunca baskı altında kalışı sonucu benimsediği uysal ve sorumlu özelliklere sahip olduğu için. Burjuvazi kadının niteliklerini de istismar konusu yapıyor Sonuçta kadın, iş ve ev cenderesi arasında sıkışıyor. Ekonomik bağımsızlığını giderek elde etmesine ve bu, onun kurtuluşunun ilk koşulu olmasına karşın kadın, yine de ezilmeye devam ediyor. Çünkü o, hala bütün toplumların en sağlam kurumu olan aile içindedir ve bu ailede kültürel olarak oluşmuş, yasalarla sağlamlaştırılmış, geleneksel olarak pekiştirilmiş bir rol üstlenmiş olarak yaşamaktadır. Ve bu haliyle “modern karı-koca ailesi, açık ya da gizli, kadının evsel köleliği üzerine kurulmuştur ve modern toplum, salt karı koca ailelerinden -moleküller gibi- meydana gelen bir kütledir.” (3). “Kadın için bütün çalışım kollarında, fabrikada, doktorluk ve hukukçulukta da durum budur.” (4).

KADININ ERKEĞE BAĞIMLILIĞI GENEL BİR KARAKTER TAŞIYOR
Diğer sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmde de kadın, bir bütün olarak eziliyor ve baskı altında tutuluyor. Toplumsal olarak içinde yer aldığı sınıfın durumuna bağlı olarak az ya da çok sömürülüyor. İşçi ya da işçi eşi ise ekonomik olarak daha çok, küçük burjuva ya da orta burjuva ise o oranda azalarak sürüyor bu ilişki. Ancak, ezilen bir cins olarak sömürülmesi ve baskı altında tutulması, yeteneklerinin köreltilmesi ve bu yeteneklerin ev işi gibi rutin bir işte heder edilmesi, toplumsal faaliyetlerin dışına itilmesi, bazı mevkilere gelmesinin yasalarla engellenmesi, ona çalışma hayatının bütün alanlarının açılmaması vb. vb. açısından hangi sınıfa mensup olursa olsun durum değişmiyor. Kapitalizmin kadına biçtiği yer, hangi sınıfın üyesi olursa olsun ve hangi mesleği elinde bulundurursa bulundursun, evinin “baş hizmetçisi” sıfatıyla, evde çocuğunun bakıcısı, erkeğin her türlü gereksinimini karşılamakla yükümlü karışıdır yalnızca. Burjuvazi kadının böyle olması ve böyle kalması için tüm ideolojik kurumlarını, bu bakış açısıyla işletiyor. Okulda, radyo ve televizyon programlarında, gazetelerde, kitaplarda ve tüm dinsel kurumlarda kadın, hep bu imaj çerçevesinde roller benimsiyor ya da benimsetiliyor. Toplum ve insanlar farklı sınıfsal konuma sahip olsa da kadını hep böyle algılıyor ve davranışlarını ona göre düzenliyor. Ev kadını… kadın işi… anne… eş… kırılgan… yeteneksiz… hep ikinci rollere mahkum cins… ev ve kadın… Kadını tali bir yere iten toplumun ideolojik bombardımanı böylece sürüp gidiyor. Herkes kendisine biçilen rolleri benimsiyor ve başka türlü olamayacağına inanıyor. Ona biçilen rolün dışına çıkan kadın en azından yadırganıyor. “Elinin hamuruyla erkek işine karışmaktadır.” çünkü. Bu toplumsal eğitim, erkek ve kadınlar için geçerli fakat farklı olarak doğumdan itibaren başlıyor, ölünceye kadar da sürüyor.
Kadının topyekûn ezilmesi durumu, bağımlı bir ulusun topyekûn ezilmesi durumuna benziyor. Ezen ulusun burjuvazisi ve çeşitli sınıfları, ezilen ulusun ulusal gelirinin bir bölümüne el koyuyor, gasp ediyor bunu. Ezilen ulusun bütün kesimleri etkileniyor bu el koymadan. Burjuvazi de etkileniyor bu el koymadan. Ezilen ulusun burjuvazisinin hoşnutsuzluğu buradan kaynaklanıyor. Ezilen ulusun ulusal gelirine ezen ulus burjuvazisi de ortak olmuştur çünkü. Diğer sınıfların bu el koymadan gördüğü zarar, ezilen ulus burjuvazisinden daha çok kuşkusuz ama burjuvazi de zarar görüyor. Öte yandan burjuvazi ve onun gibi ezilen ulusun üst tabaka mensupları, bütün ulusla birlikte, ezilen ulusun mensupları olmaları yanlarıyla “ulusal bakımdan” eziliyorlar. Bu sınıflar, kendi uluslarının kimliğiyle ortaya çıkamıyorlar. Ulusal kimliklerini reddederek ve kendi uluslarının sömürüsüne ezen ulus burjuvasının ortak olmasını sineye çekerek var olabiliyorlar ancak. Bu kimliğe sahip çıktıkları koşullarda ise ezen ulus burjuvasının şimşeklerini üzerlerine çekiyorlar. Böyle olunca da ya ezilen ulusun ulusal kimliğine kavuşma mücadelesinin önünde ya da bir yerlerinde yer almak durumunda kalıyorlar. Buna itiliyorlar veya başından itibaren bu nedenlerle bu mücadelenin bayrağını ellerinde tutarak mücadele ediyorlar. Bu sınıfların (örneğin Barzani’nin temsilcisi olduğu sınıfın da) ulusun bağımsızlık mücadelesinde yer almasına neden olan şey, sömürü ve baskının ekonomik olduğu kadar ulusal bir karaktere de sahip olmasıdır.
Kuşkusuz ezilen ulusun daha alt sınıfları ve proletaryası da sınıfsal baskının yanı sıra ulusal boyunduruğun acısını en çok çeken sınıflardır. Üstelik proletarya, kendi burjuvasının yanı sıra, ezen ulus burjuvasının da sömürüsü altındadır. Bu yüzden ulusal baskının kaldırılmasının bayrağını, çağımızda özellikle proletarya yükseltiyor. Ezilen ulusa mensup sınıflar, proletaryadan başlayarak toprak toprak ağalarına doğru giderek azalan oranda bir ekonomik baskıya maruz kalmalarına karşın, ulusal açıdan topyekûn ve aynı biçimde ezilirler. Ulusal sorunun, çözümünü, bir ulusun kurtulması biçiminde ifade edişinin nedeni budur. Ve işte kadın sorunu tam da bu noktada ulusal soruna benzemeye başlamaktadır.
Ulusal bakımdan tüm sınıflar ulusal bir baskı ile karşı karşıyayken, cins olarak da kadın, hangi sınıfa mensup olursa olsun, cins baskısı altındadır. Kadının, bu baskıyı, en yakınındaki erkekten görüp görmemesinin -onu da görüyor- önemi yok. Tarihsel ve toplumsal olarak oluşmuş oluşturulmuş kadın imajı ve bu imaja uygun ilişkiler sistemi kadını ezer, yeteneklerini geliştirmesine olanak ve fırsat tanımaz, toplumun eşit hak ve olanaklara sahip bir bireyi kimliğiyle ortaya çıkmasına olanak vermez. Ona yalnızca bir rol tanır; anne, eş ve baş hizmetçi. Bunun dışındaki bütün mevkiler kapalıdır. Kadın, çoğunlukla ataerkil toplumun çok yönlü engellemelerine rağmen olağanüstü zorlayarak, kadın açısından erişilmesi zor yerlere ulaştığında, yine geleneksel rollerinin dışına çıkamaz, bu görevler, yine ona aittir, ondan beklenir ve olanakları elverir de bu görevleri başkasına yaptırırsa bile, geleneksel ev rollerinden birinci dereceden kendisi sorumludur. Erkek pek istisnai olarak bu işe müdahale eder. Çünkü o erkektir ve toplumun erkeğe verdiği görev alanı farklıdır. Bu görev altını her yer olabilir ama kadına biçilen yer olmaz.

AİLE İÇİNDE ERKEK, BURJUVA
Kapitalizm kadını sanayi dünyasına çeker. Kadın sanayi dünyasında ya da diğer başka sektörlerde çalışmaya başladığında ekonomik açıdan erkeklerden daha çok ezilir. Aynı iş için daha çok çalışır, buna karşılık erkeklerin aldığından daha az ücret alır. Kadın kimliyi burada da karşısına büyük bir dezavantaj olarak çıkar.
İşsizler ordusuna karşı, daha düşük ücretle çalışılması için şantaj aracı olarak kullanılır. Grev kırıcılığına zorlanır, iş güvenliği olmaksızın çalıştırılır. Sık sık işten atılır. Aile bütçesine katkısı tali bir destek olarak kabul edilir, vs. vs.
Sanayide ve diğer çalışma alanlarında tali öneme sahip sektörler oluşmuştur. Tekstil, çocuk bakımı (kreş, anayurdu, hatta öğretmenlik vb.) temizlik gibi hizmet sektörleri ya da beyaz yaka diye adlandırılan iş alanları. Bunlarda çoğunlukla kadınlar istihdam edilir.
Bu anlamda çalışan kadının (işçi, memur vb.) durumu erkekten daha kötüdür ve bu sömürü koşullarının değişmesi erkekten bile daha çok kadının yararınadır.
Ne var ki işçi ya da çalışan kadının sömürüsü burada bitmez. Eve geldiğinde kendisini bekleyen yığınla iş vardır: bulaşık, çamaşır, ev temizliği, yemek, çocuğun bakımı ve erkeğin cinsel gereksinimleri de dâhil olmak üzere bir yığın angarya… Kadın bu angaryayı birçok hukuksal zorunlulukla desteklenmiş tarihten gelme bir işbölümü dolayısıyla yerine getirir: cinsiyetçi işbölümü… Toplum daha önceden erkek ve kadının yerlerini ve görevlerini belirlemiştir. Kadın için bu, ev köleliğiyken, erkek için aile reisliği “görevi”dir.
Söylemeye bile gerek yoktur aynı ilişki, kadının işte çalışmadığı ailelerde de vardır. “Erkek, çoğunlukla, hiç değilse varlıklı sınıflarda, ailenin dayanağı olmak ve onu beslemek zorundadır; bu durum, ona hiç bir hukuksal ayrıcalıkla desteklenmeyi gereksinmeyen, egemen bir otorite kazandırır. Aile içinde erkek burjuvadır kadın proletarya rolünü oynar.” (5)
Bu durum, başta belirtilen sömürü ve baskı ilişkileriyle birlikte tüm kadınlara, düzene ve cinsiyetçi işbölümüne karşı mücadele etmekte ortak bir temel oluşturur. Kadın, hangi sosyal sınıf içinde bulunursa bulunsun, düzenin baskısının yanı sıra, özel olarak oluşmuş bu baskısıyla karşı karşıyadır çünkü. Erkeğin, özel olarak oluşmuş bu ezme ve yararlanma ilişkisinden çıkarı vardır ve bu özel ilişki bunu kullanan erkeğin bile fark edemeyeceği biçimde ideolojik, kültürel birçok kurum ve alışkanlıklarla gizlenmiş ve örtülmüştür. Kadının bu özel ezilme ve sömürülme ilişkisi kadermiş gibi algılanır ve insanlıkça değiştirilemeyen, değiştirilmesinde gerek olmayan, böyle kalırsa daha iyi olacak olan bir ilişkiymiş gibi görünür ya da aynı zamanda öyle gösterilmek istenir.
Bu özel sömürü ilişkisinin ortadan kaldırılmasından en çok çıkarı olan bütün kadınlardır ama hiç kuşkusuz başında kadın işçiler ve sınıf bilinçli proletarya gelir. Baskı ve sömürünün her türünün ortadan kaldırılması için vazgeçemeyeceği hiç bir çıkarı olmayan sınıf bilinçli proletarya bu konuda “bir ulusu ezen ulus, özgür olamaz.”gerçeğine uygun olarak, “bir cinsi ezen bir cins özgür olamaz.” şiarını yükseltmek durumunda.
Marksizm’le donatılmış sınıf bilinçli proletaryanın, 1917de Rus ulusunun Rusya halkları üzerindeki imtiyazlarını, baskı ve sömürünün her türünü ortadan kaldırmak düşüncesiyle bir çırpıda nasıl bir kenara attığı hatırlardadır. Bolşevikler, bunun gibi, kadının kurtuluşunun ilk ve zorunlu adımları olarak, kadın üzerindeki her türden kısıtlamaya, hak eşitsizliğine, kadını aşağılayan her kuruma son vermek için benzer biçimde hareket ettiler. Kendilerini ne başka ulusların ne de cinslerin sırtından edinilen çıkarların çekiciliğiyle sınırladılar. Onlara yön veren, sınıfsız sömürüşüz bir toplumun çıkarlarının üstünlüğü ve adil oluşu düşüncesi oldu.
Türkiyeli Marksistler de benzer biçimde hareket edecektir. Ne var ki bütün bu tespitleri yapmak yetmiyor. Kadının kurtuluşu oldukça çapraşık ve çözümü başka sorunların çözümüne bağlı bir sorun. Kadının, çalışma hayatının bütün alanlarına çekilerek ekonomik bağımsızlığını elde etmesi kurtuluşunun nesnel temellerini oluşturacak. Bugün, kadının kurtuluşu yolunda eşit iş, eşit işe eşit ücret, kreş, emzirme odaları, çocuğun toplum tarafından bakımının sağlanamadığı bu ortamda kadının yanı sıra erkeğe de yeterli doğum izni, sağlık dışında bir şeyle sınırlı olmayan parasız kürtaj hakkı, kadının ve yeteneklerinin gelişmesinin önünde engel olarak dikilen yasaların değiştirilmesi, kadınların daha çok yönetsel faaliyetlere katılması, bunu engelleyen yasa ve geleneklere karşı mücadele edilmesi, eğitim ve iş bulma konularında kadına öncelik tanınması, kadını aşağılayan gelenek ve alışkanlıkların ortadan kaldırılması, kadının kurtuluşunun aynı zamanda erkeklerin de bir sorunu olduğu düşüncesinin kesintisiz olarak propagandasının yapılmasının vs. vs. yanı sıra üzerinde durulması gereken -ve şimdiye kadar feministlere bırakılan- şey, kadın-erkek arasındaki özel ilişki alanının sorgulanması ve doğru bir biçimde eleştiriye tabi tutulmasıdır. Yani kadın sorunu aynı bugünden bir değişmeye yol açacak en azından ilişkilere bakış açısını yarınki toplum için hazırlayacaktır. Geçmişin kurumlarını doğru bir tarzda eleştirerek ilişkilerini buna göre düzenleyemeyen öncüler, kuracakları yeni toplumun kadın ve erkek arasındaki ilişkilerini doğru bir tarzda yaşama geçiremezler. Bu mesele bugünden başlayarak geleceğin ve sosyalizmin ilk aşamalarında da sürecek olan sabırlı ve inatçı bir mücadelenin konusudur.
Bu konuda Marksist kadınlara büyük görevler düşüyor. Kadının bağımlılığını meşrulaştırıp pekiştiren eski kokuşmuş ilişkileri bilince çıkarıp eleştirmek, bunları yeni toplumun habercileri kadın-erkek işçi ve devrimcilere kavramak, kimden ve nereden gelirse gelsin kadına yönelik yanlış düşünce ve önyargılara, davranış ve ilişkilere karşı isyan bayrağı açarak mücadele etmek, erkeklerin de olmakla birlikte esasta kadınların görevi. Bu görev kimseden alınmaz. Öğrenmeye çalışılır, öğrenilir ve uygulanır. Yazmaksa yazmak… yapmaksa yapmak… Kadınlar ve elbette erkekler bu konuda kendilerine görev verilmesini beklememeli, edilgen tutumlarındın sıyrılmalı, bir tarihsel zorunluluğun (kadının bağımlılığının yok edilmesi zorunluluğunun) yerine getirilmesinin öncüleri gibi hareket etmelidirler.

Kaynak:
1) Engels: Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni Sol Yay. S.80
2) age S. 90
3) age S. 89
4) age aynı yerde
5) age aynı yerde

Ekim 1988

Ekim ve Resim Ekim Devrimi, sanat anlayışları için bir okul oldu

1917 Ekim Devrimi, nasıl insanları özgür kıldıysa, sanatı da tutsaklıktan kurtarıp özgürlüğünü verdi. Daha önce çarın çevresine, burjuvazinin beğenilerine göre yönlendirilen sanat, devrim sayesinde bu boyunduruktan kurtulup sanat çalışanlarının özgür yaratıcılıklarına bırakıldı.
Ekim Devrimi sırasında tüm sanatçılar, devrim etrafında toplandılar. Sanat çalışmalarının dört bir yana ulaşması için gezginci sergiler ve kültür trenleri düzenlediler. Resimlerle süslenen trenlerin yan bölümleri tamamen boyanır, ülkeyi baştanbaşa dolaşır, en ücra köşelere kadar giderdi. Devrim için afişler yapıldı, duvarlar resimlendi. Sanatın daha da gelişmesi için, Sanatsal Kültür Enstitüsü (inhuk) kuruldu. Moskova ve Petrograd da kurulan bu enstitü, 20. yüzyılın ilk modern sanat müzesini yaşama geçirdi. Tüm resim akımları ve uygulamalı sanatların tüm dalları burada sergilendi. Sanatın boyunduruk altında kalmasını sağlayan pazarlama yerleri, özel koleksiyonlar, Sovyetlerin mülkiyetine geçirilmişlerdir. Böylece bir kaç kişinin elinde toplanan sanat zenginlikleri, tüm Sovyetlerin malı oluyordu.
Burjuvazinin iddialarının aksine sanatta kısıtlayıcı tavra girilmemiş, sansür konmamıştır. Tartışmalar eleştirel düzeyde kalmıştır, öyle ki, gerçeküstücü, fütürist resim çalışanları bile Eğitim İşleri Halk Komiserliği’nde görevler verildi. Lenin, Batı Avrupa’da ortaya çıkan egemen sanat anlayışı olan gerçeküstücü, fütürist, soyutlamacı akımlar karşısında ezilip büzülen hayranlık duyan sanatçılara karşı çıkmıştır, ama yukarıda belirttiğim gibi bu karşı çıkış eleştirel düzeyde olmuştur. Hatta bir defasında, sanat kurulu tarafından reddedilen gerçeküstü anlayıştaki bir anıt heykelin çalışması tarafından yapılan itirazı kabul edip, kurulun yeniden toplanmasının sağlamış ve kendisi de bu değerlendirme toplantısına katılmıştır.
Sovyet Devrimi’ne gelirken, Çarlık Rusya’sında resim alanındaki kübo-fütüristler, gerçeküstücüler ve soyutlamaların egemenliği söz konusuydu. Gerçek anlayıştaki resim, bu bireysel egemen resim anlayışlarıyla çekişme halindeydi. Tabi şunu da belirtmek gerekli gerçekçi resim, yazın alanındaki gelişme düzeyinden çok uzaktı.
İlksi duygulardan ve halk geleneklerinden yola çıkan kübo-fütürizm, nesnelerin parçalanıp geometrikleştirilip plan ve çizgilere dinamizm verilmesiyle oluşan şematik bir resim hareketiydi. 1910’larda gelişmeye başladı. Vladimir Tatlin, Kasimir Malevich, Rozanova, Aleksandr Exter, Lyubov Popova önde gelen temsilcileriydi.
Malevich, daha sonraları tanımını kendisinin yaptığı “suprematizm”e yöneldi. Tamamen toplumsallıktan uzak, maddenin, soyut geometrikleşen şekle dönüşmesinden ibaretti, bu anlayış. Dinsel ve felsefi kaynaklardan esinlenilip tual üzerine geometrik şekillerde ifadesini buluyordu.
Kübo-fütürizm, Malevich”le süpre-matizme uzanırken, Tatlin’le koristrüktivizme doğru yol alıyordu. Köşelere, tavanlara astığı boşlukta hissi veren soyut çalışmalarıyla Tatlin. Malevich le anlaşmazlığa düştüler. Bundan sonra çevresiyle birlikle gerçekliği günlük sorunlarla ve kullandığı malzemede aradı. Sanatçı olarak günlük sorunları yansıtmak gereğine inandılar. İşçilere bir şeyler öğretirlerken, yeni tasarımlar geliştirdiler. Giderek sanattan çok kullanıma yönelik endüstriyel tasarımlara yöneldiler. Burada Tatlin’in tasarladığı kuleden bahsetmeden geçmek olmayacağı kanısındayım. 3. Enternasyonal için anıt olarak ısmarlanan bu kule, 400 metre yükseklikte, hem de Komintern’in merkezi olarak kullanılacaktı. Simgeselliğin, kullanımcılığa indirgenmesi olan bu tasarıya göre 60 derece yatay bir kirişin taşıdığı sarmal yapı üzerine 3 bölüm yerleştirilecekti. Yılda bir defa dönen küp biçimindeki sekreterlik bürosu, günde bir kere dönecek olan silindir biçimindeki danışma merkezi ve radyo istasyonu olacak şekilde tasarlanmıştı. İnsanlığın birlikteliği, yüceliğini yansıtacak bu düşsel tasarı, gerçekleşmeden model şeklinde kalmıştır.
Tatlin’in çevresindeki diğer konstrüktivist sanatçılar giderek “sanatın burjuva değerleri ve kapitalist sömürüyü temsil ettiği” görüşüyle tamamen tasarıma yöneldiler. Kendilerini konstrüktivist sanatçılardan ayırmak için prodüktivist adını aldılar. Bunlar Rodchenko ve karısı Stepanova, Verilin ve karısı Popova ile Alensandra Exter’di. Konstrüktivizm, El Lissilzky ve Naunı Gabn’yla Avrupa ve Amerika’ya kaydı. Orada gelişen soyut sanata kaynaklık etti.
Bu arada, Fransa ve Almanya da yaşayan gerçeküstü ve soyul sanatın temsilcileri Marc Chagali ve Massily Kandisky 1914’te 1. Paylaşım Savaşı çıktığında ülkeleri Rusya’ya döndüler
Chagall gerçeküstü resim anlayışını daha da sağlamlaştırarak, Kandisky de resimlerinde figür çağrıştıracak tüm şekilleri atarak, Devrim tüm sanatçıları olduğu gibi bu iki sanatçıyı da etkiledi. Chagall, bu duygulu gerçeküstücü, Minotaure dergisine şöyle açıklıyordu: “İlk kez gözümü açarken, dünyaya rastladım. İçimde gittikçe daha çok yer edecek olan şehir ve ev. Daha sonra bir kıza rastladım. Yüreğimden geçerek tuvallerime oturdu. Ve sonunda Ekim Devrimini tanıdım. Gereksiz imgeler dağılıp gittiler. Rus Devrimi bana yeni ufuklar açtı ve zamanımla ilişki açısından beni zincirleri içinde tutmayı sürdürüyor. Belki de bütün dostluklardan, bütün anlaşmalardan daha değerlidir bu devrim, tıpkı uçuruma ve umuçlara çağrı gibidir.” Her ikisi de Eğitim İşleri Halk Komiserliği’nde görevlendirildiler. İnhuk’ta ders verdiler. Devrimin etkisi Chagall’in “Devrim”, “İleri”, “Kulübelere barış, saraylara savaş” isimli çalışmalarında açıkça görülür. Dinsel motiflerin yer aldığı masalsı bir anlatım içerisindedir bu çalışmalar, zaten düşler içerisinde olan Chagall, bu dünyanın etkisinden kurtulamamıştır. Düş dünyası gerçek dünyayla uyuşamıyor, gerçeğe dönemiyordu. Devrimin getirdiği gerçekliği, dinamizmi aynı hızda yaşama geçiremiyorlardı. Devrimci mücadelenin içerisinde yoğrulmamak devrimin hızı karşısında yorgunluğu ve çatışmaları beraberinde getiriyordu. Ekim Devrimi’nin karşılaştığı önemli sorunlarından biriydi bu. Proleter bilinç ve mücadele yoksunu sanatçılara dayanılarak devrimci sanatın yaratılması sorunu. Lenin bu sorunu şöyle açıklar: “Ancak biz toplumcuların, kollarımızı kavuşturup bu kargaşalığın dilediğince gelişmesini izlemesi beklenmemeli. Biz bu süreci belirli bir yöntem çerçevesinde yönetmeli ve sonuçlarına biçim vermeliyiz. Oysa bu düzeyden uzağız, çok uzağız.
Bence bizim de Doktor Karlstadt’ tarımız (1480-1541 yıllarında yaşayan resim ve heykel parçalayıcısı) var Biz put kurmakta çok fazla ileri gittik. Güzel olan “eskimiş” bile olsa korunmak ve örnek alınmalı. Sadece eskimiş olduğu mantığından kalkarak gerçekten güzel olana neden sırt çevirmeli ve neden onu hareket noktası olarak almamak? Yeni olanı sadece “yeni” olduğu için neden bir tanrı gibi kabullenmeli. Ne saçmalık. Burada büyük bir ikiyüzlülük ve doğal olarak Batı Avrupa’da egemen sanat akımına karşı duyulan bilinçsizce saygı var. Chagall, Kandyky, Gabo gibilerin bireysel “ben”leri, Devrim’in sosyalliği karşısında açmazlara düşmelerine neden oldu. Gittikleri ülkelerde zamanlarında ve daha sonraki zamanlarda ortaya çıkan da, kavramsal ve opart akımlarına kaynaklık ettiler.

TOPLUMSAL GERÇEKÇİ ANLAYIŞTAKİ RESİM
Yukarıda gelişimini anlattığımız bireysel anlayıştaki çalışmaların dışında gelişen ve onlarla çatışan toplumsal gerçekçi anlayıştaki çalışmalar da sürmekteydi. O günlerde olsun, şimdi olsun insanlara devrim coşkusunu yaşatan, o günkü duyguları bizlere yansıtan, kaynaklık yapan çalışmalardı, bunlar.
1800’lerde başlayan, hayatı sorgulayan resim çalışmaları, Çarlık Rusya’sında da kaçınılmaz olarak ortaya çıktı. Artık kilisenin ve kralın kontrolünden çıkıp, halkın savunucusu olarak egemenlere karşı gerçeklerin yanında yer aldı. Geçmişle, dinle uğraşan resim, zamanıyla da uğraşmaya başladı, politik hayatı sorgular oldu. 19. yüzyılda, yazın alanındaki gibi olmasa da gerçekçi anlayışla birçok resim çalışanı ortaya çıktı. Rusya’da bunlar, ileride gelişecek toplumsal gerçekçi resmin öncüleri oldular. Çarlık Rusya’sındaki köylülerin sefaletini, baskıları, hapse atılan devrimcileri resimlemiş hesap sormuşlardır. Önemli temsilcileri, Gezginciler Grubu olarak bilinen Kramskoy, İlya Repin, Vasily Perov ile Vereçağın ve Myasedov’dur.
Devrimden sonra toplumsal ger çekçilik olarak gelişen bu anlayış, Devrimin coşkusunu, Devrimden sonraki toplumsal ve endüstriyel gelişmeleri resimlemiştir. Coşkulu bir anlatıma sahip olan Konstantin İstomin, Sergei Lusiskin, Martiros Sarios, Robert Fak. Devid Strenberg, Devrimci romantizmin temsilcileri Ivanov. Fadeev, Petro-Vodkin, Akademik kurallara bağlı renkçi çalışmalarıyla Vladimir Serov, Aleksandr Gherasimov. Igor Grabor, Grekov, Konstantin Yuon, can alıcı renkleriyle anlatımcı Boris Kustodiev, Piotr Kancalovski, az renklerle akademik kuralların dışındaki çalışmalarıyla Aleksandr Deineka – toplumsal gerçekçi resmin önemli temsilcileridir.
Ulusal sanatçı unvanını alan Vladimir Serov, daha sonraları Sosyalist gerçekçiliğe kaynaklık eden çalışmalarında Sovyet Devriminin Gelişimini konu edinmiştir. “Çalışanların Başkaldırısı” isimli çalışmasında, ellerinde kızıl bayrakla yürüyen işçiler ve fırtınalı bir hava işlenmiş. Ama renkleriyle öyle bir hale getirmiş ki sanki öfkeden gökyüzü delinecek, yoğun bir perspektifte işçilerin ayakları altında duygusu veren gerideki fabrikalar, evler onları bekliyor. Gölgeden koyu renkteki işçi kitlelerinin yüzlerine ve ellerine vuran aydınlık renk ile bulutların çökmesiyle işçilerin üzerinde kalan aydınlık tabaka gerilimi daha da artırmaktadır.
Fırtınalı, gerilimli havalar, gökyüzüne doğru yükselme, Sovyet sanatının da ortak konu gibi geldi bana. Devrimin coşkusunun ve yüceliğinin, sanatçı üzerindeki derin etkisinden kaynaklandığı izlenimini yarattı. Gherasimov’un “Leşin Kürsüsü’nde” çalışmasında da bunu görmek mümkün. Lenin, sanki kürsüde değil de gökyüzünü fetheden, bulutları dağıtan insan duygusunu veriyor. Yine yoğun perspektif ölçülerinde verilmiş kızıl bayraklar, insanlar ve binalar, Lenin’i daha da dinamik bir halde gökyüzüne doğru yükseltiyor. Gökyüzüne yükselme daha önce bahsettiğimiz gibi Tatlin’de de vardır. 3. Enternasyonal’e ait anıtta, Chagall’ın gökyüzünde uçan insanları, “İleri” adlı çalışmasında kentin üzerinde uzayda adımını yukarı doğru atmış insanı gibi. Boris Kustodiev’in de “Bolşevik”i var. Eski Rus kahramanı dev adam Minolta’dan esinlenerek yaptığı dev Bolşevik elinde kızıl bayrağıyla şehrin üzerinde karşı devrimcileri ezerek geçiyor. Aleksandr Deineka’da ise gerek “Petrograd’ın Savunulması” ve gerekse endüstriyel gelişmeleri anlatan resimlerindeki insanlar uzayda duygusu veren bir anlatım içerisinde
Gökyüzüne yükselen, daha da etkileyici güce sahip olan bu insanlar, daha sonraları Meksika Demokratik Devrimi sonucu oluşacak duvar resimlerine kaynaklık edeceklerdi. Duvarlarda daha da büyüyeceklerdi. Meksikalı Orozco, Rivera ve Siguerios’un çalışmalarıyla Amerika ve Avrupa kıtalarına yazılarak. Görüldüğü gibi Ekim Devrimi, tüm sanat anlayışları için dünyayı etkileyen bir okul olmuştur.

Ekim 1988

Kaybolan kimlikler üzerine düşünceler

Eylül sonrası romanlarından, “Devrimciler”, kendi türü içinde diğer kitaplardan farklı bir yerde olduğundan, okuyucu olarak, üzerinde, bir şeyler söyleme gereği duydum.
“Devrimciler”i kendi türünde diğer kitaplardan farklı kılan ne? Birincisi: Yazarın olaylara yaklaşımında bir bütün olarak, kitaptaki olay örgüsü ve sonuçlan açısından kabaca bile olsa bir gerçeklik var. İkincisi: 12 Eylül sonrası, kendilerini çölde vaha sanıp, serap olmaktan öteye gidemeyen bir tutumla ortaya çıkan kimi yazarların ucuz suçlama, yakıştırma ve küfürlü yaklaşımlarından uzak, doğrudan zor karşısında teslimiyeti savunmayan bir anlayışla yazılmış. Okuyucuyu sıkmayan, dilde akıcı bir üsluba sahip. Yazarının ilk kitabı olmasına rağmen, bu özellikler, kitabı benzer romanlardan farklı kılan yanlar.
Ama dünü bugün, bugünü yarın için yaşamayı, yaşam biçimi olarak seçen birçok okuyucunun, kitabı okuduktan sonra ne düşündüklerini biraz ayrıntılı dile getirilmesinde yarar var.
Çünkü niyeti ne olursa olsun, kitap, yazarının öznel düşüncelerini aşıyor. Doğrudan devrimcileri ilgilendiriyor. Çünkü: ekonomisinin doğmamış bebelere bile kefen biçtiği, baskının işkencecinin yalnızca zorkonaklarıyla sınırlı olmadığı, çığ gibi büyüyen işsizlikle, dar gelir ipi ile işkence, halkın boğazını sıkarken, günlük intiharların onlarla sayıldığı, henüz on üç-on dört yaşındaki kız çocuklarının sokak pazarlarına döküldüğü ve ayyaş-evlerinin günden güne çoğaldığı bir ülkenin, sorumluluk, sağduyu sahibi yazarlarının söyleyecek milyonlarca sözü varken “Devrimciler” kitabında devrimcilerin, yalnızca, sığ ve geleceğe mum ışığı kadar bile aydınlık vaat etmeyen, çökkün, yılgın yanının işlenmesi, duyarlılık sahibi, yaşanan tüm olumsuzluklara, alınan tüm yaralara rağmen yaşamdan ve yaşamı güzellikler uğruna savunmaktan yana umudunu yitirmemiş insanlara ve yaşamın kendisine -yazarın öznel niyeti ne olursa olsun- saygısızlıktır, haksızlıktır.
Kitapta, yaşam içinde azımsanmayacak bir çevrenin “küçük bir dünyasının” sınırları çizilmiş. Kitaptan anlaşıldığı kadarıyla yaşananlar ve yaşayanlar büyük olasılıkla gerçektir. Kabaca geçmişi ve o küçük dünyanın insanlarını irdeliyor. Yer yer haklı saptamalar var. Örneğin: Kahramanların hemen hepsi öğrenci kökenli, öğrenci gençliğin dinamik, atak, yeniliğe açık, coşkulu yanları törpülenip eridiğinde geriye, yazarın çizdiği umarsız, bıkkın ne edeceğini bilmeyen şaşkın insanlar kalır. Anlatılan çerçevede yaşanan yanlışlar da doğrudur. Ama bir sanat eserinde, özellikle de bir romanda nesnellik, yalnızca yaşananların gerçekliğinden ve yazarının öznel düşüncesinden ibaret değildir. “Gerçeklik, ayrıntıların gerçekliğinden başka, tipik durumlarda tipik kişilerin tipik konumlarda gösterilmesi” de demektir.
“Devrimcilerde” çizilen tiplere gelince: karakteristik bir tek özellik göze çarpmıyor, devrimciler diye anlatılan bu tipler üç aşağı, beş yukarı birbirlerine benziyor. Ortak özellikler: kitapta olmayan, anlaşılmayan bir amaç için körler gibi el yordamıyla bazen da “tanrı buyrukları ile”, sağa sola döneleyip duran, çoğunluğu mücadelesini terk etmek için fırsat kollayan kişiliksiz sığ tipler. Ayrıntılarda derinlik yok. Kahramanların olumlulukları ve daha çok olumsuzluklarını irdelemek kuşkusuz cesur ve dürüst bir tutum ama çizilen kişiliklerde olumlanan yanlar da olumsuz olanlar. Tam da bu noktada kaba nesnelliğe düşüyor yazar. Romanda ayağı yere basmayan kaba tipler -hayal meyal- yarının insanı olarak; biraz duyarlı, hassas, insanı yanları gelişmiş olanlar ise, sanki düzenle bağlarını sürdürsünler diye görülür bir biçimde -karşı devrim safına olmasa da- devrim safının dışına itilmişler yazar tarafından, Akın ve Aylin tiplerinde açıkça somutlandığı gibi.
12 Eylül’le beraber her türden saldırının yanında sistemli bir düşünsel saldın kampanyası da bağlatıldı devrimcilere, demokratlara. Radyo-TV ve basından sürekli “yok edildiler, başları ezildi, başlarını ezemedilerse bellerini kırdılar.” vs. Malzemelerini düzen sesinden, soluğunu karamsarlık ve yılgınlıktan alan bir sürü yazar türedi. Eline kalemi alan hedefini şaşırdı, bastı küfrü devrimcilere. Ahlaki ve moral değerlerin tümü hasıraltı edilmeye çalışıldı. Yazarlık adına yozlaşmanın çürümenin bayrakları açıldı. Bir yazarın dürüstlüğü nerde başlar nerde biter? Bu soruların yanıtları henüz tam anlamıyla 12 Eylül sonrası romanlarda verilemedi.
Aynı soruyu aynı kefeye koymadan “Devrimciler”in yazarına da sormak gerekir: Yazar için dürüstlük nerde başlar nerde biter?
Söz konusu romanda devrimciler anlatılıyor -belki kitabın adı yanlış-ama nedense, bu insanların iç hesaplaşmaları, bu hesaplaşmalarında da kendi içlerindeki zor’a yenilmeleri dışında fazla bir şey yok. İşte bu yanıyla yeterince “dürüst” ve nesnel değil yazar. Çünkü yaşayan, yaşadıkça çoğalacak geleceğin soy değerleriyle donanmış insanından iz yok. Kahramanlarının kişiliğinde yarını inkâr ediyor. Bu insanlar kimdi? Burjuva basınında sözü edilen kurbanlar mıydı? Bir idealleri var mıydı? Bu ideallerinin kavgası sonlu mu? Sonu olmayan bir kör dövüşü içinde, var olmayan bir düşler ülkesi için mi yaşadılar? Haklılıkları-haksızlıkları yok. Sonuç olarak, anlık karar ve duygularıyla dövüşen, uğruna, bin bela ile yaşadıkları “güzel bir dünyayı” kendi bireysel kurtuluşlarıyla yer değiştiren insanların bir garip serüveni… Diyelim ki yazarın anlattığı “küçük dünyanın” ruh halidir roman. Romanın perspektif kıtlığı da nesnellikten uzaklaşması da burada başlar. Olumsuzlukların yanlışların diz boyu yaşandığı bir dönemde hiç mi olumluluklar, doğrular, güzellikler yoktu. Romanda anlatılan o küçük dünyanın sınırları, devrimcileri gerçekten anlatır mı? Yazar istesin ya da istemesin romandaki “küçük kahramanların” dışında, kahramanlar devrimciler vardı, vardır. “Devrimciler” de insanlar, bilerek-bilmeyerek. “sorgusuz seçeneksiz” yok ediliyor, devrimcileri açıktan dil uzatılmasa da, karanlığın safında yerini alıyor roman. Bir karşılaştırma açısından değil ama bir yazarın ne denli nesnel olup olmadığının ölçüsüdür. F. Engels’in Balzac’ın gerçekliği hakkında yazdıkları : “evet, Balzaç politik tutumu bakımından kralcıydı: Büyük eseri, kibar toplumun onulmaz çürümesi üzerine bir sürekli ağıttır; yok olmaya mahkûm sınıfa gönül vermiştir. Ama bütün bunlara karşın, en derinden duygudaş olduğu adamları ve kadınları, soyluları sahneye çıkarınca en keskin hicvini, en acı ironisini yaratır. Gizlemediği bir hayranlıkla sözünü ettiği insanlar da, sadece en yavuz politik düşmanları, o sıralarda (830-36) gerçekten halk yığınlarının temsilcileri olan Clitre Mery’nin Cumhuriyetçi kahramanlarıdır.
Balzac’ın böylece kendi sınıf duygudaşlıklarını ve önyargılarını çiğnemek zorunda kalması, sevgili soyluların çöküşünün gerekliliğini görmesi ve onları bundan daha iyisini hak etmeyen kimseler olarak anlatması; geleceğin gerçek insanlarını görmesi -o zaman için yalnız onlar vardı- gerçekçiliğin en büyük zaferidir ve koca Balzac’ın en büyük özelliği budur bence.”
“Devrimciler”de gerçeklik tersinden ele alınıyor. Romanda aynı ben’ in bir parçası olan Bedri, işkencenin bin-birine karşı yiğitçe göğüs geren inançlı biri iken, romanda öldürülüyor. Gerçek yaşamda da fiziken öldürülen nice yiğit Bedri’ler oldu, olacaktır. Diğer ben’i temsil eden, kendi iç dünyasında kavga mı geri çekilme mi ikilemi içerisinde kıvranarak kendi bireysel kimliğini kavganın dışında, düzenle bağlarını pekiştirmekle bulup teslimiyetçi seçen Akın’ a can verip yaşatıyor. Yaşam içinde Akınlar da epeyce yer kaplıyor. Olması gereken gerçek bu mudur? Yarının güzelliklerine bugünden sahip çıkarak, yarınları yakınlaştıracak olan kahramanlar Bedri’lerdir, Akın’lar değil. Burada kitabın gerçeği dirimin karşısına ölümü koymakta. Özcesi, romanda, Bedri’lerin kaçınılmaz sonu ölmek, geriye kalan tüm devrimcilerinki de teslimiyettir mesajı veriliyor.
Romandaki diğer önemli eksiklik de romanın yöntemine yaklaşım: “Devrimciler”de politik insanlar yaşıyor ama politik yanları, yalnızca politik olmaktan görülen zararlar ve sıkıntılarda, iç hesaplarında kavga dışı kalmayı yeğlemelerde dışa vuruluyor. Elbette bir sanat eserinde ve söz konusu romanda, politik reçeteler ya da doğrudan taraf tutan, bildiri anlayışı olmamalı. Ama kahramanlarına salt devrimci oldukları için dünyalarını iç çekişlere ve karanlıklara bırakabilen yazar, o aynı üslup ve roman diliyle yaşanan hata ve yanlışların yanı sıra onları aşmanın yollarını imleyebilirdi. “Devrimciler” yöntemi aydınlıktan gelecekten değil, yok olandan, tükenenden yana.
Aleksandr Herzen’in “acılar içinde kıvranan halkın çığlıklarını en iyi duyurabileceği kürsü Edebiyat kürsüsüdür.” sözünü anımsamamak mümkün değil böylesi romanları okumanın ardından. En coşkulu türkülerinde bile, hüznün, oturacak bir yer bulduğu, onulur-onulmaz yaralarla derinden sarsılmış bir toplumda, dürüst aydın yazarın sorumluluğu: çürüyen, yok olmaya yüz tutmuş bir dünyanın karşısına, insanın ve onun gerçek değerini bilen, savunan güzel bir dünyayı koyma çabası olmalıdır. Çünkü bu ülkenin insanının, hayatının her alanında olduğu gibi edebiyatta da acıya, karanlığa, karamsarlığa ihtiyacı yoktur. Hele devrimcisinin, demokratının kendi bireysel kurtuluşunu toplumdan soyut, örgütsüz, kendi kabuğuna çekilerek sağlamaya ne hakkı vardır ne de gücü…
“İnsanın görülmemiş derecede küçümsendiği ve çaptan düşürüldüğü günümüzde, kişinin en ivedi ve en soylu görevi olayları şarkılaştırmak olmalı. Kuşkusuz bu gerçeğin bilincine varacak, insanın insanca sözüne ve onun bülbülleri bile susturabilecek orkestrasına katılma yürekliliğini gösterecek hayli insan var.”
LOUİS ARAGON

Ekim 1988

CHE: “Her devrimcinin görevi devrim yapmaktır…”

“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle ve de sıvaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaktı, ölüm hoş geldi, sefa geldi!”
Emperyalizme ve emperyalizmin dünyada neden olduğu haksızlıklara karşı dişinden tırnağına kadar isyanla dolu iyimser ve aydınlık gülüşlü büyük devrimci Ernesto, ÜÇ KITA DAYANIŞMA ÖRGÜTÜ’ne gönderdiği mesajda böyle diyor ve devam ediyordu: “Ölümleri ve sonsuz trajedileriyle, emperyalizme karşı gündelik kahramanlıkları ve aralıksız saldırılarıyla, dünyada iki-üç, daha fazla Vietnam olsa; ani darbelerle ve dünyadaki bütün halkların artan nefretiyle emperyalizmin güçlerini yok etmeye yönetse; gelerek ne yakın, ne parlak görünür!”
Kısa ama düşmanlarını bile imrendirecek kadar onurlu yaşamı boyunca, zafer için yola çıkmanın ve kitleselleşerek başarıya ulaşmanın her zaman büyük müfrezeleri gerekli kılmadığı umudunu yeniden yeşerterek, başta Latin Amerika olmak üzere bütün dünya halklarını sonsuz bir heyecan ve coşku ile ayağa kaldıran Che, ölümünden sonra geçen 21 yıldan bu yana, devrimci mücadelenin insaniliğine dair en temiz ve en yalın bir sembol olarak devrimcilerin ve dünya halklarının bilincinde olanca canlılığıyla yaşamaya devam ediyor.
Doktorluk mesleğinin yanı sıra ihtilalci faaliyetlerine Guatemala’da başladı Che. İlerici Arbenz Hükümetimin Amerikan emperyalizminin kirli bir oyunu sonucu devrilmesinden sonra, ihtilalin en ön saflarında çarpışmak istedi fakat bu olanağı bulamadı. Meksika’ya geçti. Burada Fidel Castro ve arkadaşlarıyla tanışarak Küba ihtilalcilerinin safında ver aldı. “Granma” gemisiyle Küba’ya hareket etti ve başlayan savaşın içinde en ön saflarda çarpıştı. Küba devriminden sonra çeşitli görevlerde bulundu. Küba’nın temsilcisi sıfatıyla dünyanın çeşitli ülkelerini dolaştı. En son az gelişmiş ülkelere de ziyaretlerde bulunan Che, sömürülen halkları ve emperyalizmi daha yakından tanıma fırsatını buldu. Bu durum enternasyonalist durgularla dolup taşan Che’yi yeni bir kararın eşiğine getirdi: Küba’daki görevini tamamlamıştı.
Kendini devrim ve haksızlıklara karşı mücadele dışında hiç bir şeyle sınırlandırmayan; pasifizm, atalet, statükoculuk, düzenle uzlaşma ve ulusal kurtuluş savaşlarına ilgisizlik olarak gördüğü revizyonizme kabından taşan haklı bir öfke duyan, emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin yüreklerine korku salan kasırga yürekli devrimci Küba’dan ayrılmadan önce anne ve babasına yazdığı mektupta:
“Topuklarımın arasında bir kez daha Rosinante’nin böğrünü hissedeceğim, yine yola koyulacağım, kolumda kalkanım olacak.
Silahlı mücadelenin, kendi özgürlükleri uğruna savaşanlar için tek çözüm olduğuna inanıyorum ve inançlarımın gerektirdiği gibi davranıyorum. Bir yok insan bana maceracı diyecek. Doğru, maceracıyım, ama farklı bir cinsten: inandıkları şeyi kanıtlamak için yaşamlarıyla kumar oynayanlardan.” diyordu.
Adalet tutkusunun yoğunluğu, gerilla mücadelesinde kahramanca yer alma isteği, zihinsel yetenekleri, ulaştığı politik olgunluk ve “her devrimcinin görevi devrim yapmaktır” inancı, onu, devrim davasının ulusallıkla sınırlandırılmaması gerektiği düşüncesine götürdü ve Che inancına uygun bir kıvılcım çakmak üzere Bolivya’nın yolunu tuttu. Ancak önceden hesaplanmamış farklılıklar, bir devrimin bir başka yerde aynı biçimde tekrarlanmasının diyalektik olarak olanaksızlığı dolayısıyla önderliğini yaptığı gerilla kolu olağanüstü fedakârlığına ve kararlılığına rağmen Barrientos’un korucuları tarafından kıstırıldı ve dağıtıldı. Binbaşı Ernesto Che yaralı olarak ele geçirildi. Che yaralıyken devrimci kararlılığından ve baş eğmezliğinden ödün vermedi. Kendisini sorgulamaya gelen bir generale verdiği yanıt, baş eğmezliğinin bir başka kanıtı olarak yüzüne tükürmek oldu. 9 Ekim günü yaralı durumdaki Che, Barrientos’un kiralık katillerinden çavuş Mario Terzan’ın silahlarından çıkan kurşunlarla öldürüldü.
Che’nin yakalandıktan sonra öldürülmesi ondan ne derece korkulduğunun ifadesidir. Yaralı bir Che’den bile bunca korkanlar yine de onun efsanesinin dilden dile dolaşmasına engel olamadı. Efsaneler ise kurşungeçirmezlikleriyle Che’yi ve onun onurlu geçmişini korudukları gibi, adını ve etkisini dünyanın dört bir yanına yaydılar. Che baş eğmezliğin, haksızlığa karşı isyanın ve onurun simgesi olarak ona en çok karşı olanların bile bilincine, sökülmezcesine kazındı.
Günümüz için de anlam taşıyan; dinamizm yerine hantallığın, fedakarlık yerine bireycilik ve bencilliğin, emperyalizm ve gericiliğe karşı mücadele yerine uzlaşma ve teslimiyetin, Marksizm yerine Kruşçevcilik ya da Brejnevciliğin geçirilmeye çalışıldığı bir zamanda yüksek sesli bir isyan çığlığı olarak ortaya çıkan; enternasyonalist dayanışma, ihtilalci inisiyatif, baş eğmezlik, devrim davası ve yoksul dünya halkları için kendini feda ediş rüzgarlarını tüm düşünenlerin beyninde estiren; devrim ve sosyalizm davasının dişinden tırnağına kadar militan savunucusunun şu sözleri anlayan tüm kulaklarda yankılanıyor: “Yaratmamız gereken 21. yüzyıl insanıdır; bu, hala öznel ve tasarlanmamış bir arzu olsa bile. Çabamızın temel hedeflerinden biri, tamı tamına gelecek yüzyılın insanıdır.”
Che gibileri yoksa umut da olmayacaktır. Dünyada binlerce Che olsa, yaşamı sefalet haline getirenler korku duyar ve insanlığı barış içinde yaşamaya terk ederler. Eğer insanlık onurla yaşamak itiyorsa, binlerce, on binlerce Che olmalıdır yeryüzünde…

Ekim 1988

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑