Arnavutluk’ta “yeni insan”ın yaratılması çabasında halk gülmecesi ve yergi; tembellik ve kayıtsızlığa karşı

Arnavutluk’ta gülmece ve yergi denilince ilk akla gelen bu alanda yayınlanan “HOSTENİ” adlı dergi olur. Bu yazımızda bu dergi hakkında; gülmece,yergi ve ayrıca “HOSTENİ” Başyönetmeni Niko Nikolla Yoldaşın görüşlerine yer vereceğiz. Çeşitli defa, çeşitli yerli ve yabancı gazeteci ve yayın organı ile yaptığı röportaj ve söyleşilerinden derlendi. Bunlardan bazı bölümler bu yazıya da alındı.
Gericilik kendi deyimiyle “Küçük Arnavutluk’a” karşı her cepheden topyekûn saldırıya geçmiş durumda. Gülmece ve yergi alanında bile. O, Arnavutluk’ta böyle şeylerin bulunmadığını, gülmece ve yergi diye bir şeyin bilinmediğini bile iddia edebilecek kadar ileri gitmiştir. Bu yazıda böylesi görüşlerin de bir ölçüde ipliğini pazara çıkarmaya çalışacağız ve olup bitenleri ortaya koyacağız. Arnavutluk’un dostlarının bile bu konudan fazla bilgileri olmadığı bilinen bir gerçek…
Gülmece ve yergi bugün Arnavutluk’ta yaratılan “Yeni İnsanı” daha mükemmel ve üstün duruma getirmek için hizmet etmektedir. O eleştiridir, iknadır, öneridir, zengin ve değişik fikirdir. Ya gericilik bunu nasıl yorumluyor? Niko Yoldaş’a kulak verelim: “Kapitalistler bizden sosyalizmdeki eksiklerimizi eleştirmemizi istemiyorlar: onlar bizden sosyalizme küfretmemizi, onu lanetlememizi istiyorlar. Bu isteklerini ne yazık ki yerine getiremeyeceğiz. Bunun yerine biz sosyalizmi inşa edeceğiz.”Ama lanet olsun kapitalistlere, onlar çok sinsi ve haince sosyalizmi karalayıp kötülemeye, insanları, bizzat kapitalizmin bize geride bıraktıklarıyla sosyalizmden nefret ettirmeye, tiksindirmeye çalışıyor. Bu eski toplumun bağrında doğup gelen geride bırakmış olduklarını, kalıntılarını yok etmek için yaptığımız eleştirileri, kapitalizm sevmiyor. O, eleştirileri görmezlikten geliyor ve bizde sözde eleştiri olmadığını, onun yasak olduğu görüşünü yayıyor?”
Gülmece ve vergi, Arnavutluk’ta gericiliğe karşı ideolojik alanda yürütülen mücadeleye de katkıda bulunuyor.
Niko Yoldaş bu görevleri yerine getirecek olan gazeteciler için de şunları söylüyor: “Bir gazetecinin üç şeye ihtiyacı vardır: Serinkanlı kafa, sıcak yürek, temiz eller.

HALK GÜLMECESİ
Halk gülmecesi, Arnavutluk halkı kadar yaşlıdır. Özellikle Osmanlı güruhlarının bile bir türlü ayak basamadığı Arnavutluk Alplerinde (Kuzey Arnavutluk) çok eski çağlardan beri yok olmadan yaşayıp gelmiştir. Bugün bile hala İşkodra’da (Kuzey Arnavutluk) oturanlar espri ve nükteleriyle tanınırlar. Arnavutluk’un Yeniden Doğuşu döneminde, 19. yy. son çeyreğinde özellikle Arnavutluktu yazar Cajupi acı ve iğneleyici yergileriyle tutucu-gerici töre ve adetlere karşı mücadele örneği verdi; özellikle kadınlar tarlada çalışırken, en ağır işleri yaparken, erkeklerin yiyip içip eğlenip sefa sürdüklerini savunan ve böyle görüşler yaratan efendilere karşı da kavga etti. Zogo rejimi döneminde ise (24 Aralık 1924-7 Nisan 1939) anti-faşist Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde yayınlanan yergi dergisi “Bota e re” (Yeni Dünya) vardı. Ayrıca E. Hoca tarafından yönetilen “Zeri i Popullit” gazetesinde de gülmece ve yergi hiç eksik olmuyordu. Hele hele daha çiçeği burnunda bir komünistken, Shevget Musaraj’ın yazdığı “Balli Kombetari” (Kahramanlık Şarkısı) ince ve iğneleyici yergi örneği olarak dillere destan olmuştur. (Balli Kombetar adlı örgüt ilk önce Almanlar, daha sonra da İngiliz ve Amerikalılara paralı hizmet eden bir ihanet şebekesidir.) Onunla ilgili yazılan yergiler bugün bile yergiden hoşlanan çevrelerde sık sık anlatılır ve yergiden anlayan yergi ustalarının deyimiyle “Tıraş jileti kadar keskin böylesi bir polemiği bu güne kadar kimsenin beceremediği” iddia edilir.
29 Kasım 1944. Bu tarihi herkes bilir. Arnavutluk’un kurtuluş tarihi. 28.000 km2 lik toprağa sahip olan ülke, tam 28.000 ölü verdi. Savaş, o zaman bir milyonu bulan Arnavutluk halkına geride sadece yıkıntı, harabe ve bir de ortaçağ karanlığının ideolojik mirasını bırakmıştı. Halkın % 85’i okur-yazar değildi.
Lenin’in devrimden sonra “Asıl devrim şimdi başlıyor” dediği gibi; Arnavutluk’ta da asıl kavga şimdi başlıyordu. Ve gündemdeki mücadele; iç düşmanlara, kaçakçılara, vurgunculara, karaborsacılara, spekülatörlere karşıydı. Ve bir de daha da önemli olan, feodalizmin halk kitleleri içerisinde damgasını vurarak geride bıraktığı tortuları, kalıntıları: TEMBELLİK, MİSKİNLİK, KAYITSIZLIK, ÖNYARGI, VURDUMDUYMAZLIK, GERİCİ TÖRE ve GELENEKLERE vb.
Sokaklardaki ve kentlerdeki geriye kalan kalıntılarda, insanların bilinçlerindeki bir yığın zararlı, yanlış, akıl dışı görüşler tam bir uygunluk taşıyordu. Bu yıkıntının her iki çeşidi de yok edilmeliydi. Kentlerdeki yıkıntılar da, kafalardaki, bilinçlerdeki kalıntılar ve harabeler de… Aksi takdirde ne sosyalizme geçişten ne de sosyalizmi kurmaktan söz edilebilirdi. “Yeni insanın yaratılması” parolası somut amaçtı ve buna ulaşmak için öncelikle insan bilincini hedef almak gerekiyordu.
Örneğin Kurtuluş Savaşı döneminde olağanüstü fedakarlık ve kahramanlık göstermiş, işgalcilere ve ülke hainlerine karşı ölümcül savaşmış, onları Kovuncaya kadar savaşmış, gözünü budaktan esirgememiş partizanlar vardı ve bunlar neden artık mücadeleye son verilmiyor, neden savaşa son verilmiyor ve hala mücadeleye devam deniliyor, diye soruyorlar ve mücadeleye ara vermeden devam edileceğini bir türlü göremiyorlardı. Oysa onlara göre zafer elde edilmişti ve şimdi sıra zaferin meyvelerinin yenmesindeydi. Bu, tekrar, mücadeleye, kalınan yerden devam etmek de ne demek oluyordu? İşte düşman yok edilmişti, kovulmuştu… Siz bize kalmıştık artık., diyorlardı: Bunların içinden bir kısmı da, örneğin, neden ille de çocukların okula gönderilmesi gerektiğini soruyorlardı. Önceleri işte okuma-yazma yoktu ve bunlar olmadan da her şey yolunda gidiyordu. Okumak yazmak da ne oluyordu? Neden çocukları okula göndermek zorundaydılar?
Arnavutluk’ta çevrilmiş bir filmden söz edilir. Adı: “Göz Göze.” Filmde bu konuya ilişkin bir bölüm anlatılır. Yaşlı bir Arnavut bir kamyonda askerlerle birlikte Vlora kentine doğru gitmekte. Yolun kenarında da orduya ait olan telefonlar bulunmakta. Yaşlı Arnavut telefonları göstererek ve alaylı alaylı, dalga geçer gibi konuşur. “Aaah, ah. Biz eskiden, Almanlarla işbirlikçilerinin işini aha şu meret olmadan da halletmiştik.”
Yaygın bir düşünce vardı: Komünizm dedikleri artık bir gece ansızın çıkıp geliverecek, ondan sonra insanlara, sadece küçük bir düğmeye basmak kalacaktı. Ondan sonrası mı? Gelsin rakılar masaya ve bir tek zile basar basmaz kızarmış güvercin bile şıp diye ağzına girecekti insanların. Gel keyfim gel, yan gelip \atılacaktı… Eee bunca yıl bunun için dövüşülmemiş miydi?
Görüldüğü gibi, ideolojik devrim için geniş bir alan el atılmak için bekliyordu. İnsanların bilincindeki gerçekleştirilecek olan bu DEVRİM ne ihmal edilebilirdi, ne de insanların duyguları, yetişmişlikleri göz ardı edilebilirdi. Yani yanlışlara düşmemek için dikkatli, özenli, sabırlı olmak gerekiyordu. Elbette tüm yaşamını Arnavutluk için adamış birisini, Muhammed’e ya da İsa’ya inandı diye veya karısının da kendisi gibi eşit olduğunu bir türlü kabullenmiyor diye, daha işin başında halk iktidarının düşmanı olarak damgalamak doğru olamazdı. Eğer “sol-sekter bir politika” izlenmiş olsaydı, çeşitli inanç ve görüş ayrılıklarına karşın kurtuluş savaşı döneminde sağlanmış olan halkın birliğini tekrar elde tutmayı, parti kolay kolay sağlayamazdı. Bu mücadeleden vazgeçilemezdi, bununla birlikte bu mücadele akılcı, ağır başlı, temkinli ve tavizsiz sürdürülmeliydi. İşte böyle geniş bir konu alanı, politik bir yergi ve gülmece dergisi için biçilmiş bir kaftandı, bulunmadık bir fırsattı.

MİZAH OLSUN DİYE MİZAH YAPMAK…
Yani sözün kısası gülmece ve yergi için daha işin başında politik bir amacın yerine getirilmesi gerektiği ortadaydı. Burada amaç sadece insanları güldürmek değil. “Amaç sadece insanları güldürmek olsa…” diyor Niko Yoldaş ve şunları ekliyor: “Çok basit o zaman. Çık sokağa ve indir pantolonu aşağıya, bütün insanlar gülerler.

MİZAH DERGİSİNE İSİM ARANIYOR
Yeni çıkacak gülmece ve yergi dergisi için çok isim tartışılıyor ve sonunda “HOSTENİ” adında karar kılınıyor. “Hosteni” “Diken” anlamına geldiği gibi, Arnavutluk’ta aynı zamanda, köylülerin tarla sürerken öküzlere ilerlemesi için batırdıkları “Üvendire” anlamına da kullanılıyor. İşte bu isimden de amaç, daima ileriye gitmek, bunun için mücadele etmek, direnenlere de “Diken” batırmak… Üzerinde durulan elbette sadece isim değildi, aynı zamanda program da hazırlandı. Hatta kısa bir süre içinde aradaki yüzyıllık farkı kapatmak hedef bile alındı. Niko anlatmaya devam ediyor: “Eskiden elbette her şey çok ilkel ve basitti; çok az insan vardı ve tecrübemiz de azdı. Bugün gerçi HOSTENİ ile hayli ilerledik, yol aldık, ama tam memnun değiliz. Daha bir yığın eksiklerimiz var. Her şey istediğimiz gibi olmuyor birden. Çünkü bilindiği gibi sabır işi bu, ama okuyucu çok ciddi bir yargıç.”
HOSTENİ’yi kimler çıkarıyor? Nasıl yapıyorlar? Bu soruya da Niko şu yanıtı veriyor: “Elbette beş-on kişiyle olacak iş değil. Halk mizahını çok iyi izlemeliyiz ve araştırmak zorundayız. Ve yine halk yığınlarını çekebilmek için en iyi yazar ve çizerlerle çalışmak zorundayız. Hosteni’de tanınmış yazarlar şunlar: Nonda Bulka, Shevqet Musaraj, Naum Prifti, Geqo Bushaka, Spro Dede ve Niko Nikolla’yı sayabiliriz. Seçilmiş nükteli öyküleriyle D. Agolli’yi de ayrıca söylemeye gerek var mı acaba?

ÖYLE ZAMANLAR OLUR, MEKTUPLAR YAĞAR…
Öyle zamanlar olur, her ay yazı masasına mektuplar yağar, dolar. Öneriler yakınmalar, eleştiriler vb. vb. Dergiye gelen bu yığınlarca yazı ve mektup arasından elbette seçim yapmak gerekir. Niko bu konuda şunları söylüyor: “Gerçekten önemi büyük olan ve toplumsal yanı olanlar bizi daha çok ilgilendirir. Öyle yazılar geliyor ki, örneğin herhangi bir kentten bir yoldaş, tutuyor bize şunları yazıyor: ‘Garsonun biri geçenlerde bir akşam rakı servisi yaparken bana ters ters baktı.’ Buyurun. Bununla kim ilgilenir ki?”
Bugün tüm yazı kurulu tam on iki kişiden oluşmakta. Ama onların on ikisini de bir arada görmek çok nadirdir. Hatta o kadar çok istememe rağmen bir gün olsun toplu bir resimlerini çekmek nasip olmadı bir türlü. Ama bu işin bir de diğer yanı var. Bir araya gelmiyorlar, peki nerede bu adamlar? Bu beyler elbette hep masa başlarında değiller. Çoğunlukla onlar ülkeyi karış karış gezip inceleme ve araştırmaya çıkarlar. Örneğin bir işyerinin yöneticisine, sekreter, bir gün ansızın, “Bugün Hosteni’den konuklar var, ziyarete gelecekler” deyiverse, adamın belki de dilini yutar. Çünkü o ziyarette bulup çıkarılanlar, eksikler, hatalar resimlerle belgeli olarak Hosteni’nin bir sonraki sayısında gün ışığına çıkarılıp ülkenin dört bir yanma duyurulur. Bu eleştiri daha sonra ister işyerinde, ister bakanlıkta ya da kooperatifte olsun, ilgililerce yapılan bir toplantıda ele alınır, yanıtlanır, hatalar ve zaaflar belirlenir ve elbette sonunda da önlem alınır. Böylece Hosteni görevini yapmıştır.
1980 yılında, derginin bir kaç sayısında peş peşe Arnavutluk dilini korumak, geliştirmek için kampanya başlatıldı. Resmi bakanlık genelgelerinden tutun da bölgesel ve merkezi birçok belge didik didik incelendi ve içindeki dil yanlışlıkları (dilbilgisi, anlatım tarzı, yazım kurallarıyla ilgili tüm yanlışlıklar) bulup ortaya çıkarıldı. Öyle ilginç örnekler ortaya çıktı ki kurşun kalemle düzeltilen bir resmi yazı, sonunda baştan savma yapılmış bir ev ödevinden farksız görünüyordu. Dil ile ilgili olarak da Niko Yoldaş şunu söylüyor: “Bakanlar dahi kendi dilimizi doğru bir şekilde kullanmazlarsa bunu halktan nasıl bekleyebiliriz?”
Bazen baş sayfa yazısız çok şeyi anlatıyor. Bir örnek: Kapaktaki resimde bir birahane ve içinde derin konuşmalara dalıp gitmiş erkekler. Evet, sadece erkekler var. İçeriyi ha bire dumanlıyorlar ve kenarda da bir tek kadın görülüyor. Garson kadın. Bira fıçılarını kaldırıp götürmek zorunda olan bir kadın. Ve tüm resmin tam üstünde tek bir kelime yazılı: “Burrari” (Erkek)!

ELEŞTİRİ SEVİLMEZ
Eleştiriyle ilgili olarak Niko neler söylüyor, kulak verelim: “Biz nasıl mizahı, mizah olsun diye yapmıyorsak; aynı şekilde eleştiriyi de eleştiri olsun diye salt eleştirmek için yapmıyoruz. Bazılarına eleştiri hoş gelmeyebilir, ne yapalım, gelmesin! Bazılarının huzurunu kaçırmış olabilir. Ne yapalım kaçırsın? İyi ama biz neden eleştiriyoruz ki? Çünkü biz ilerlemek istiyoruz, çünkü insan bizde her şeyin merkezindedir. Eğer biri kalkar da, bizde her şey çok da güzel yolunda gidiyor, diye iddiada bulunursa o yanılıyordur. Sosyalizmin ve komünizmin inşası demek, sınıf mücadelesi demektir. Bu, bu kadar açıktır.”
Ne var ki Hosteni bu işi yapan tek yayın organı değildir. En başta “Zeri i Popullit” eksiklik nerede olursa olsun, zaafları, yanlışları tek tek gün ışığına çıkarmaktadır. Ama elbette Hosteni’nin üslubuyla değil. O örnekler vererek ve somut olarak açıklayıp ortaya koyarak anlatıyor ve destekliyor. Ama Hosteni kendine özgü iğneleyici, yergili ve alaylı üslubuyla ele alıyor böyle konuları.

SOSYALİZMDE ELEŞTİRİ YASAK MI?
Sosyalizme düşman olanların yaymaya çalıştıkları bir şey de, güya sosyalizmde eleştiri yasakmış ve kim buna cesaret edip yaparsa onun işi bitik demekmiş. Bu tam bir önyargı ve bu önyargıyı yargıya çevirmek için şunu söylemek yeter. Evet sosyalizmde yasak var, ama eleştirmek değil, eleştiriyi görmezlikten gelmek yasak, baskı altına almak yasak ve kim buna cesaret eder onun işi bitik demektir. İşte böyle Bay Burjuvazi; alttan alta güya böyle böyle ilerde işbirliği yapacağı bir kafadaki adamlarını yaratmak için çaba sarf etmekte. Bay Burjuvazi, ne var ki bu senin kursağında kalacaktır. Bunu da bilesin. Çünkü senin deyiminle “Stalinistlerin Arnavutluk’u, ve yine senin “komünist” diye nitelendirdiğin ve çok iyi anlaştığın “Doğu Bloğu” “komünistlerinden” değil ve oradaki dostların gibi de hiç konuşmuyor.
Bürokratların ve teknokratların Arnavutluk’ta işi oldukça zor. Çünkü eleştiriden korkan birisi varsa, o da bunlar. Eleştiriden en son çekinen ise Arnavutluk Halkı. Bunu onun yüksek başarıları da kanıtlıyor. Daha önce de söylediğimiz gibi ilk yıllarda parti, partizanlara abeceyi (alfabeyi) öğretmek için epey güçlük çekti. Sadece öğretmek için değil okuma-yazmanın önemini kavratmak için de çok güçlük çekti. Bu işi Parti Okulu üstlenmişti. Aradan 40 yıl geçti ama Arnavutlar şimdi yüksek düzeyde teknikerlere, uluslararası çapta bilim adamı ve uzmana sahipler.

DAHA NE YAPMAK GEREK?
Çok şey! Niko anlatıyor: “Daha üretken olmalıyız, daha tutumlu, ekonomik ve akıllı bir ekonomik politika yürütmeliyiz. Bunu kapitalist ülkeler -elbette kendi amaçları doğrultusunda- çoktan çözümlediler. Örneğin otomobil sanayinde akar-şerit (bant) montaj sistemi; bilimsel- teknik devrimin insan gücünün yerine geçecek aletleri yaratmış olması vb. İşte bunlara biz de erişmeliyiz. Ama elbette biz, kapitalistlerin gittiği yoldan gitmeyeceğiz. Zaten işin can alıcı noktası da budur. Bizde bilim-teknik devrimi işçilere karşı değil, onların yararına, halkın çıkarları doğrultusunda ikiliyor. Bu sorun için temel bir koşul var ve biz onu “henüz çözemedik. O da insan bilincine yerleşmiş tarihsel tortu ve artıkların sökülüp atılması.”
Disiplin denilince Arnavutluk’ta da biz de olduğu gibi “Alman disiplini” geliyor akla ve bu hayli da yaygın. Halta bununla ilgili fıkralar bile anlatılır: İşte bir tanesi: Bir gün bir Alman işadamı ticari işleri için Arnavutluk’a gelir. Bu işlerinin yanı sıra gezerken kereste fabrikasına uğrar ve çok hoşuna giden mobilyalık kereste parçalarından almak ister. Sipariş verir ve ayrıca 100X 30 büyüklüğünde parçalar olmasını ister. İşçiler depoda tam da aynısına benzeyen hazır kesilmiş başka bir parça kereste bulurlar ve Almana onu teklif ederler. Ama bunun ölçüleri 100 X 40’ttr. Ne var ki fazla fiyat almak istemezler ve aynı fiyata vereceklerini söylerler. Hemen tahmin edileceği gibi, Alman cinnet geçirmiş gibi şaşırır, afallar ve bir türlü akıl erdiremez. Tıpkı bir konuşmasında E. Hoca’nın dediği gibi kapitalizmde olsa böyle sorumlu birinin, işyerine zarar veren bu davranışı nedeniyle çoktan işini son verilmiştir bile… Niko böylesi olayla ilgili olarak sunaları söylüyor: “Elbette biz böyle yapmadık ve Arnavutluk’ta böyle davranmıyoruz. Ama bununla birlikte işçilerin davranışı yanlıştır. Onlar gayet rahat ve basit olarak bir anda şunu düşündüler. ‘Biz nasıl olsa bu fabrikanın efendisiyiz’ ve ‘Yaşasın halk iktidarı’ deyip kendileri fiyat biçtiler. İşte biz Alman halkında hayranlık duyduğumuz bu disiplin tarzını eğitim çalışmasıyla yaratmalıyız. Onlar kapitalizmde yaşıyorlar ama bu ilişkide insanların bilincindeki tüm feodal artıkları, kalıntıları ve tortulan çoktan fırlatıp atmışlar. İlerde sosyalizmi mücadele ederek ele geçirdiklerinde hiç böyle sorunları olmayacak.”
Ne kadar da güzel diyalektik olarak anlatılan bir gerçek değil mi? İnsanın aklına bizim ülkemizden gelip burada örneğin Almanya’da Alman işçileriyle birlikte çalışan insanlarımız geliyor.
Elbette bu “Alman disiplini” kavramı bütün ülke halkları gibi Arnavutluk halkında da, ülkesine saldırıya geçip işgal eden “disiplinli Hitler Ordusundan” kalma bir şey. Ama diğer yandan, toplumsal gelişmeler, yeni toplumların eskisinin artıklarını içinden atması vb. bunlar tarihsel birer gerçek ve bunların fırlatılıp atıldığı ülkelerdeki halk ve devrimciler için olumlu bir avantajdır.

ARNAVUTLUK KARARLILIKLA YOLUNDA İLERLİYOR.

Arnavutluk ‘dosta düşmana’ karşı durmadan ilerlemekte. Hele bir de görülen zaaf ve eksiklerin üzerine üzerine gidilmesi, gelişimi daha çabuklaştırıyor. Hoş, ne var ki, böyle yanlışlar görülüp de yine dosta düşmana karşı açıkça dile getirildiğinde, düşmanlar istismara yeltenerek sosyalizmde kusurlar aramaya kalkıyorlar.
“Suyun uyuyup düşmanın uyumadığını” Arnavutluk halkı da biliyor ve bunu bile bile, sağlam, emin kararlı adımlarla yolunda ilerliyor. İçeride ve dışarıda bu yolda ayağa takılanlar mı olacakmış. Bunun için Arnavutluk halkı bizdekinin aynısı bir sözü hatırlatıyor: “VARSIN, KÖPEKLER HAVLASIN, KERVAN YOLUNA DEVAM EDİYOR” ya da bizdeki söylenişiyle “İT ÜRÜR, KERVAN YÜRÜR!” … Ve kervan yoluna devam ediyor!

Aralık 1988

Vedat Türkali ve romanları

Vedat Türkali, romanları üzerine epey söz söylenen bir yazarımız. Övgüler yergiler, yazarın da bulaştığı polemikler… Başarıyla başarısızlık içice Türkali romancılığında. Senaryoculuğunun da etkisiyle kolay okunan akıcı romanlar yazıyor. Ancak “bir solukta okunmak” edebiyat eserlerinde sağlıklı bir ölçüt olmanın yakınında değil. Bu duruma yakın zamandan en güzel örnek “Cevdet Bey ve Oğulları”. Zor okunan güzel bir roman.
Yazarın en tartışılan romanı “Bir Gün Tek Başına”. Eleştirmenlerimiz dâhil okuyan büyük çoğunluğun övgüsünü kazandı. Bunu hak etmediği söylenemez. Ancak bu ilk başarıyı sürdüremedi yazar. “Mavi Karanlık” konusu gereği aydınlarımızın yoğun tepkisiyle karşılaştı. Son romanı “Yeşilçam Dedikleri Türkiye”ye ilişkin yazılanlar ise, romanın anlaşılıp kavrandığına dair belirtilerden tümüyle yoksun, genel yazılar olmaktan öteye gidemediler.
Bütünlüklü incelemenin hem yazarı ve romanlarını kavramada hem de ülkemizin gündeminde bulunmada süreklilik arz eden kimi konulara ilişkin tartışmalara katılmada sağlayacağı yaran düşünerek sorunu belli başlıklar altında ele alacağım. Böylece tartışmanın bir derinlik ve bütünlük kazanacağı kanısındayım.

UMUTSUZLUK, İNANÇSIZLIK, KADERCİLİK
Vedat Bey’in romanlarında en belirgin ortak noktalardan birini umutsuzluk oluşturuyor. Okuyucuya üç romanın da sonunda inançsızlık, umutsuzluk aşısı yapılıyor. Şunu öncelikle belirtmeliyim: Umut başarılı bir sanat yapıtında bulunması zorunluluk arz eden bir şey değildir. Burada tartışılan bu durumun Türkali romancılığında sistemlilik göstermesidir.
Üç romanın da gerek finallerini “kötü son”un oluşturması gerekse roman içi örgülerde dramatik olaylara gereğinden fazla yer verilmesi, sorunun açıklamasını rastlantılar zinciri mantığının dışında aramayı gerektiriyor. Duygu yüklü ajitatif son sayfalarla bir romanın bütününe umut-inanç-iyimserlik izafe etmek ne olanaklıdır ne de başvurulacak bir yöntem olabilir. Türkali’nin Bir Gün Tek Başına ve Yeşilçam Dedikleri Türkiye’de bunu yapmaya çalıştığım görmek zor değil. Günsel’in ve Gündüz’ün romanların son sayfalarındaki iç konuşmaları uç örnekler olarak beliriyor. Mavi Karanlık’ta sağ ve sona kalan kahramanlar yazarın desteğine değil kösteğine maruz kaldıklarından bu durumdan yoksun bırakılıyorlar. (Ancak Mavi Karanlık’ta dikkat edilecek olan da Özgür ve Nergis’in ölüme gidişleridir.)
Vedat Bey’in romanlarının umutsuz sonlarına ilişkin saptamalara garip tepkileri var. Anlaşılmaz savunulara bile başvurabiliyor. 26 Mayıs 1960 tarihinde biten romanın umut yüklü olduğunu 27 Mayıs Darbesiyle açıklamaya çalışıyor. Bir romanın kavranıp çözümlenmesinde ele aldığı zaman diliminin ve o dilimin tarihsel, sosyal gerçekliklerin tespitinin temel olduğunun Sayın Türkali tarafından bilinmeyebileceğine inanmak güç. Romanda gelecek durumunda olan yani var olmayan bir olayın belirleyiciliğini anlamak mümkün olmuyor.
Bir Gün Tek Başına, barındırdığı tüm umutsuzluklara karşın olağanüstü bir romandır ve umutsuzluğu edebiyatımızın bu güzel yapıtında üzünç olmuyor. Üzücü olan, Vedat Bey’de çizgileşen bu olayın kabullenici ve kaderci toplumumuzun adı geçen özelliklerini pekiştiriciliğidir. Bir de ilk romanına ilişkin övgüleri sonrakilere yineleyemeyişimiz.

TOPLUMSAL OLAYLAR VE GENÇLİK HAREKETLERİ
Yazar 27 Mayıs öncesini anlattığı Bir Gün Tek Başına adlı romanında toplumsal muhalefete ve bunun içinde üniversiteli gençlik hareketlerine çok olumlu bakmakta ve değerlendirmektedir. Gençlik eylemleri üzerine yer yer eleştirel yaklaşımlara rastlanmakla birlikte genelde yazarın olaya’ geniş bir sempati ve desteği olduğunu saptamak zor olmuyor.
Sonraki iki roman Mavi Karanlık ve Yeşilçam Dedikleri Türkiye’de zaman ve yaklaşım değişiyor. İki romanda da 1980 öncesi toplumsal muhalefete ve gençlik hareketlerine ilişkin değerlendirmeler had safhada bir olumsuzluğu içeriyor. İçerik biçemle birleşip somutlaştığında egemen ağızla aynılık oluşturmakta.
Bakıştaki değişim irdelemeyi gerektiriyor.
Başlıyorum:
Sonuçta bir yerlerde birleşecek olan iki tespitte bulunabiliyorum Vedat Türkali için: Bir: Türkali, Hikmet Kıvılcımlı müridi olma yolunda ölçüyü kaçırıyor. İki: Sözde kendisine sol içinde ancak sola karşı eleştirel olabilen “özgün” bir yer arayışı içinde.
Vedat Türkali ili. romanında 27 Mayıs öncesi muhalefet hareketlerini, romancı tercihini de kullanarak, düşünsel yakınlığına bağlı olarak roman kahramanı “Baba”ya (Doktor Hikmet Kıvılcımlı) bağlar. Bu bağlılık hem teorik hem de pratiktir. (Hikmet Kıvılcımlının Türkiye Solu Tarihinde tartışılan önemli bir yeri olduğunu belirtmeyi -bir cümleyle de olsa- görev ve gerçeklik olarak görüyorum.) Yazarın Bir Gün Tek Başına’daki demokratik kavgaya olumlu yaklaşımının temel nedenini bunun oluşturduğu gerçeğini açık olarak kavramanın yolu. mutlak diğer romanlarını da okumaktan geçmiyor. Sonraki romanların işlevi salt biraz daha aydınlatıcılık oluyor o kadar. Ancak olaya sondan bakılırsa, yani 1980 öncesine bakıştaki olumsuzluğun nedenlerini saptamak için ilk romanı okumak zorunluluk oluyor.
İki olguyu, bu olguların yazar üzerindeki etkisini ve etkilerin yazarın yapıtlarında somutlanışım belirlemekte yarar var. 1960 öncesi Türk Solunda Kıvılcımlı gerçeği çok sahih ve nettir. Ama sonraki zaman dilimleri sol hareketlilik içinde Kıvılcımlı ve düşüncelerinin etkisinin azalışına hatta pratik olarak yok oluşuna sahne oluyor. Bu değişim Türkali’yi de kapsıyor. Olgu, yazarı katı ve gerici bir boyuta sokuyor. Aydınlarımızın kendi aralarında oynadıkları “olağanüstü, muhteşem, başyapıt… oyunu”nun dışında kalması nedeniyle (bu oyunun dışında kalışı kişisel dürüstlüğünden mi yoksa yeteneksizliğinden, oyunu öğrenemeyişinden mi belirlemek güç) yazar, eleştirmenlerimizden ne romancı ne senarist yanıyla istediği pasları alamayınca, bir tepki yumağı haline dönüşüyor. Olgulardan ve etkisinden kaynaklanan anti-sol ve anti-aydın hırçınlığın sonucu: Mavi Karanlık ve Yeşilçam Dedikleri Türkiye.

MAVİ KARANLIK KÜFÜR ROMANLARINDA FARKEDİLEMEYEN İLK

Öğretim görevlisi fizikçi, Korhan genç ressam Özgür ve onların sevgilisi psikolog Nergis’in ve ilişkilerinin ön plana çıktığı, aydın sığmağı Bodrum’da aydınları konu alan bir roman Mavi Karanlık. İlk bakışta tümüyle aydın eleştirisi gibi geliyor. Bu durumun romanın geniş bir bölümünü oluşturduğu gerçeğini yadsımadan, yazımın bu kısmında, aydın eleştirisine göre daha geride bir görünüme bürünmüş olan 1980 öncesi sol harekete ilişkin yaklaşım ve saptamaları ele alacağım.
Mavi Karanlık son derece yaz, basit, iğrenç, “karanlık” bir ilişkiler yumağı. Tek olumlu tip bulmak mümkün değil romanda. En sağlıklı olanı Korhan gibi. Ancak dikkatli bakış Korhan’ın da loş meyhanelerde salt laf üreten durağan “aydın”lardan ayrı olmadığını görmeyi mümkün kılıyor. Yazarın O’nu diğerlerinden ayrılaştırma çabasını anlamak, Türkali’nin aydınımıza bakışını değil romanda geçen zamandaki sol muhalefete bakışını irdelemekten geçiyor. Resmi ve sivil karşı-devrimci güçlerin devrimci muhalefete ve devrimcilere yönelik azgın saldırılarına karşı hareketliliği karşı-devrimci terörle aynı kefeye koyan bir kafanın “Korhan”ı ayrılaştırabilmesi olanaklı değildir. Böyle bir düşüncenin şekillendirdiği farklılık, biçimsel, dar kalıplar arasında kalmaya mahkûm. Zavallı Korhan’ın başına gelen de budur.
“…Salt polis olayı. Geniş, büyük çapta polis olayı…” (Mavi Karanlık s.75) “…Üç beş manyağın neden olduğu…” Özgür’ün bu değerlendirmesine Türkali’nin olumlu Korhan’ı üç, beş manyak nitelemesi dışında katılıyor. Neden olarak ise ülkedeki yapısal sorunları belirtiyor. Aynı saptamayı aydınlarımızın son yıllardaki en önemli demokrasi kahramanı olarak lanse ettikleri Süleyman Demirel de yapmakta. Yazarın Nergis aracılığıyla yiğitlik ve mertlikle donattığı “gözdesi” Korhan, yazık ki gelişkinlikte Demirci’den bile geride. Fazla alıntıya gerek görmüyorum. Bütünlüklü bakış yararlıdır. Romanda Özgür-Korhan tartışması ve Korhan’ın Nergis’e öğretilerinde karşılaşılan Eylül öncesi sol değerlendirmeler, tümüyle saldırı biçimine bürünüyor. Roman kahramanlarının Eylül öncesine ilişkin sözleri Ahmet Altan’ın Sudaki İz’indeki “Ekrem” ve “Necip”; Latife Tekin’in Gece Dersleri’ndeki Gülfidan’ınkilerle düşüncü ve aynılık oluşturmaktadır. Benzer söyleyiş yıllardır egemen ideolojinin ağzıyla karşımıza çıkmaktadır. Kimileri Demirci vari demokratlaşma sürecinde olan TRT spikerleri ve tekelci basının manşetleri, Eylül öncesi ülkenin “geniş çaplı polis olayı” yüzünden ne hale geldiğini ve Eylül’le nasıl kurtulduğunu haykırıyor. Latife Tekin ve Ahmet Altan gibi Vedat Türkali’nin de çorbada tuzu bulunuyor.
Her üç yazarın da Sinan Çetin’in Prenses filmindeki “Fotoğrafçı”sıyla gösterdiği yürekliliği gösteremeyişi üzücüdür. Zincir Mavi Karanlık’la bitmiyor.

SON HALKA YEŞİLÇAM DEDİKLERİ TÜRKİYE
Yazarın başta da belirttiğim gericiliğe doğru bir yol izleyen değişiminin son ürünü son romanı. Mavi Karanlıkta Eylül öncesi sol mücadeleye ilişkin değerlendirmeleri Yeşilçam Dedikleri Türkiye’de benzer ve gelişkin bir biçimde sürdürmekte yazar. Düşünsel geriliğine karşın gelişim olarak Özgür’ü andıran “Refik” ile tavizsiz, tutarlılık(!) giysileri içindeki “Gündüz”ün iç konuşmalarında ve gerçekten çok sade, gerçekçi bir o kadar da güzel bir roman kahramanı olarak karşımıza çıkan “Nihat”ın Gündüz’le ikili konuşmalarında sıkça yapılan sola ilişkin saptamalar Mavi Karanlık’ı aratmıyor. “…Ödlek aydını, yarı aydınıyla özenti, yasal düşlere kapılmış -Satılmış mı diyeyim?- salak bir sol…” (Yeşilçam Dedikleri Türkiye s.527) Hemen her yönüyle Sayın Türkali’nin kendisini çağrıştıran Gündüz e ait bu sözler. Vedat Türkali’ye göre satılmış olmayan akıllı sol 1960’dan sonra tarihe gömülüyor. Değişimin nedenleri artık üzerinde durulur olmaktan çıkıyor. Gerici düşünce sövgüde biçime dönüşüyor ki bu bir olgudur.
Roman hakkında çıkan yazılar -okumadıklarım kuşkusuz olabilir- genel geçer yazılar olmaktan öteye gitmedi. Somut tek ses bir sinema eleştirmeninden geldi: Atilla Dorsay. Önemli saptamalarına karşın yazım nedeni gazetesini savunu olarak sırıtınca, okur, romanda Cumhuriyet Gazetesi ve eski başyazarına yönelik yoğun ancak aynı ölçüde de doğru eleştiriler olmasaydı Sayın Dorsay o yazıyı yazar mıydı kuşkusunu duyuyor. Atilla Dorsay’ın yazış nedeni olarak Yılmaz Güney’e haksızlığı belirtme çabası, olsa olsa kendisini, Yalçın Küçük’ün Mehmet Kemal’le yazdığı mektuptaki Nazım’ın canlandırılışına ilişkin sözlerine muhatap kılıyor. Yılmaz Güney konusunda ahlak dersi vermek Atilla Dorsay’ın işi değildir. Ancak bunlar Dorsay’ın romana ilişkin doğru yaklaşımını bütünüyle de yok etmiyor. Doğru kavrayamadıklarım da düzelterek kısaca açmakta yarar var.
Roman ne Dorsay’ın ne de yazarının belirttiği gibi 1960’lı yıllarda başlamıyor.
(Yazarın bile bundan bihaber oluşuna ne söylenebilir?…) Romanın hemen başında 44.sayfada 27 Mayıs üstüne değerlendirme yapılırken, yine aynı sayfada 60’lı yıllardan geçmiş zaman -en az bir kaç yıl-olarak söz ediliyor. Nitekim çok geçmeden, 83. sayfadan 1965-66’lı yıllara götürüyor. Sonra Dorsay’ın da belirttiği gibi, 1977 yılındaki Sinemacılar Yürüyüşünden geriye doğru porno film akımına dönüş oluyor; 1973’lü yıllara. İlginçlik, doğrusu gariplik sürüyor. Sinema eleştirmeninin de gözünden kaçan 488. sayfada Maraş olaylarından bahis, 522. sayfada Şahin Doğu (Yılmaz Güney)nun cinayeti, yıl 1974, bir uzun geri sıçrama daha.
Sayın Türkali tarihsel akışta değişikliğin “bir saptırmaya, zararlı, tehlikeli bir yanlışı kanıtlamak için
yararlanılmamışsa” romanda başvurulabilecek bir yöntem olduğunu söylüyor. Zarar ve tehlikenin Türkali’deki düşünsel kapsamını bilemiyorum, ancak araya Maraş olaylarını bir yama gibi bilerek koyuyorsa, sorunu, romanı 1980’li yıllara getirmek oluyor ki, bu da önceden de belirttiğim gibi, açık ve sinsi sövgülerle dolu sola yönelik değerlendirmelere istediği zaman dilimlerini dâhil edebilme kaygısının sonucu oluyor. Her iki romanında da resmi düşünceyle paralellik ve ağız birliği oluşturan yazar, tarihsel dizinde bilerek değişiklik yapıp iyi niyetli olduğunu iddia edebiliyorsa, bu iyi niyetten payı egemen güçlerin aldığı kesindir. Yok eğer bilinçsizce yapılmışsa, bunu da Sayın Türkali’nin yakın tarihimizi yeniden yazma çabalarına vermek gerekir.

TÜRKALİ ve AYDINLAR
Vedat Bey’in uç romanının da başlıca tiplerini aydınların oluşturması ve aydınlara bakışı sorunu bağımsız başlık altında ele almama neden oldu. Yazarın Türk Aydınına bakışındaki değişkenliğin -romanların da biçimlenmesinin- özünde bütünlüklü bakış açısının aldatıcı farklı yansıması mı döneme göre değişen yaklaşım karmaşası mı okluğunu anlamak, üç romanın her birinde karsımıza çıkan aydın tiplerini değerlendirmekten geçiyor.
Bir Gün Tek Başına’da “Baba” geride kalmasına karşın romanın dayanak ve çıkış noktasını oluşturuyor. Yazarın “Baba”ya düşünsel ve kişisel sempatisi, belki de yazılına nedeni olan romanı hiç de kötü ve başarısız kılmıyor. Tersine edebiyatımızın en başarılı yapıtlarından biri olarak yerim koruyor. 1960 öncesinin “Kuvayı Milliye’ci”, dinamik, dirençli üterken “Baba”sı. Ön planda ise Günsel ile Kenan’ın aşkı.
Ancak önemli olan; toplumsal olaylar ve Baba, gençlik eylemleri ve Baba İşçiler ve Baba, emniyet koridorları ve Baba… kararlı bir aydın. Edebiyatımızda da unutulmayacak bir tip.
Mavi Karanlık’ta olay değişime uğruyor. Eleştirmenler romanı tepkiyle karşılıyorlar. Neden, sert aydın eleştirisi.
Özellikle Korhan-Nergis diyaloglarında Korhan’ın ağzından ağır eleştiriler yapıyor yazar. Doruklardan birini 175.sayfadaki uzun değerlendirme oluşturuyor. “Alkol salamurasına yatmış bir sürü beyin.”
Burada bir parantez açmam gerekiyor Aydınımızın önemli sorunlarından birini düşünce-davranış çelişkisi oluşturmakta. Bedel ödemeye alışkın bir toplum olmayışımızdan aydınlarımız da payını al iniş. Düşüncede aykırılığın ve tehlikenin uzağında kalmaya özen gösteriyor bir. İlk görece özgür ortamlarda dile getirdiği genel sol düşünceleri bile davranışıyla bütünlük arz ettirmeye yanaşmıyor.
Türkali’nin aydın eleştirilerinde b saptamaların izine taşlanmakla birlikte asıl etkiyi kızgınlık, kin, nefret gibi duygusal tepkiler oluşturuyor. İlk romanı sonrası çıkan eleştirilere yanıtları nedeniyle eleştirmenlerce kara listeye alındığını belirten yazarın, Mavi Karanlık’ta şair, yazar, ressam derken hırçınlığının alaya dönüşünü, sarhoşken yola işeyen, dolayısıyla “edebiyatın ve sokağın içine eden” “eleştirmen”de somutlaşıyor.
Anti-aydın tavrın temel nedeni duygusal faktörlerin romanı tümüyle ele geçirmesi. Mavi Karanlık’ta yazar amacı roman sonucu olarak ele alındığında sayın Türkali’yi komik duruma düşürmekte. Romandaki iki kahramanı çözümlediğimizde karşımıza şu tablo çıkıyor. Bir Korhan var. Halk deyişi ile etliye sütlüye karışmayan bir tip. Dinamizmden ve üretkenlikten yoksun. Türkali’nin “aydın kendisini ve dünyayı değiştirmeye çalışandır.” sözünden payını hiç mi hiç almamış fizikçi. Buna karşın faşistlerce tehdit ediliyor ve sonunda da öldürülüyor. Öldürülüş nedeni olarak yazar tarafından solculuğu gösterilmeye çalışılıyorsa da, demokratlığı bile tartışma götüren Korhan’ın öldürülmesinde faşistleri sınıfta bırakmış olabileceği olasılığı daha ağır basmakta.
Yazarımızın romandaki tek olumlu tipi -kendince-, böyle.
Bir de Özgür var, genç ressam. Türkali’nin olumsuzlayıcı ve engelleyici uğraşına karşın gelişen, tavırsızlığı ve kayıtsızlığı reddeden bir konuma doğru ilerleyen bir tip. Toplumsal olaylar etkisinde ve çerçevesinde bireysel nicel ve nitel gelişim, kişiliğinde somutlaşmaktadır. Polis tarafından gözaltına alınışı, işkence görüşü, etki ve çerçeveye, işkenceciyi öldürüşü ve sığınağı Bodrum’u ölümü göze alarak terk edişi, gelişimine somut örneklerdir.
Yazarın devinimsizlikle suçladığı aydınlarla, seçenek tip olarak sunduğu Korhan arasında bütünlüklü bir uyum var. Korhan aydın sığmağı Bodrum’dan biraz köylülüğü, biraz da üstünde yama gibi duran “solculuğu” nedeniyle ayrılıyor ve tutsaklığını kendi özel sığmağı laboratuarında sürdürüyor. Bu, gelişkinsizliğin biçim değiştirmesinden başka bir şey değildir. Oysaki Özgür’ün ayrılışı gelişimin pratiğidir.
Vedat Bey’in çabalarına karşın aynılık: Korhan, farklılık: Özgür’dür.
Yeşilçam Dedikleri Türkiye’de görüntüsel değişiklikler var. Romanın başkahramanı “Gündüz”, “Baba”nın “azgelişmiş”ini andırıyor.
Gündüz işçilerle ilişkide; Baba gibi…
Gündüz’ün gençlikle ilişkileri var; Baba gibi…
Gündüz’ün yaşamı düşünceleri nedeniyle acıyla yüklü; Baba gibi… Bunlar ortak özellikleri.
Gündüz, Baba gibi işçilere ve gençliğe somut hedefler gösterebilme çabasından yoksun…
Gündüz, Baba gibi teorik üretim içinde değil.
Ayrılıkları da bunlar oluyor.
Az gelişmişlik yazarın bilinçli yaratımıdır. Birer Baba’cı gibi çizilmiş “Nihat”, “Fuat” gibi kahramanlar olumlu ve dinamik unsurlar. Bu romanda öncekine oranla anti-aydın düşüncenin nicel yanında bir daralma söz konusu. Atilla Dorsay’ın anlaşılmaz feryatla savunuya çalıştığı “Melih” (Onat Kutlar) bile genelde olumlu bir tip.
Vedat Türkali son romanında yalnızca cepheyi daraltıyor. Tepkilerini temelde bir tipte yoğunlaştırıyor: “Şahin Doğu” yani Yılmaz Güney’de.

YILMAZ GÜNEY VEDAT TÜRKALİ ve YEŞİLÇAM

Yılmaz Güney, kökleri Türkiye Halkının içinde olan az sayıda sanatçımızdan biridir. Resmi ideolojinin başını çektiği Güney’i karalama ve yok sayma kavgası ne nedenli acı ki her kesimden gizli ya da açık destekçiler bulmakta. Sayın Türkali bu çabaya da omuz vermeyi ihmal etmiyor.
Romanda hemen her tipin gelişimi belirgin. Şahin Doğu dışında. Dahası, Gündüz’ün ilk tanışmasından “Arkadaş” -başarılı benzer- filmin çekimi dâhil geçen sürede sürekli gerileyiş içinde. Oysaki bu zaman dilimi özellikle I970’den itibaren Güney’in yerli sinemaya damgasını vurmaya başladığı dönemdir.
Türkali’nin Atilla Dorsay’a yanıtında Ertem Göreç’in (Refik) ve kendisinin yaptıklarından da söz edilmediğine ilişkin sözleri siyasal alanda yoğunlaşan gafların sanat dünyamıza da sıçradığının göstergesi olmakta. Refik ve Gündüz’ün politik ve kültürel birikimleri bazında Yeşilçam gibi bir yerde daha neler yapabilecekleri merak konusudur.
Yılmaz Güney ise sürekli tavizleriyle sözde Yeşilçam’ın genel yapısına uyum sağlar. Türkali’nin bu yaklaşımının belirlediğim iki nedeni var. Birincisi gerek sanat gerekse politik alanda öneminin yadsınması mümkün olmayan birine; Yılmaz Güney’e saldırı yazara göre diğer aydınlarla uğraşmaya dahi gerek olmadığı imajını taşıyor. İkincisi özel bir neden oluyor. Kendisini ve Yeşilçam’ı çok önemsemesine karşın bir Güney olabilmenin çok uzağında kalışı. “Bedrana”, “Karanlıkta Uyananlar”, “Umutsuz Şafaklar” kuşkusuz iyi senaryolardır. Ancak “Sürü” ya da “Arkadaş”la karşılaştırabilmek olanaklı değil. Bunun komplekse neden olması acıdır. “Sokakta Kan Vardı” bir “Umut” olamamışsa bu, Yılmaz Güney ve sinema yeteneğinin suçu değildir. Duygusal tepkiyi gerektirmez.
Türkali beğenmediği için “Yılanların Öcü”ne ödül veren Berlin Film Festivali ve Jürisine “kötü”; “Bedrana” filminin senaryosuna CIDALC ödülünü veren jüri ve festivale “iyi” değerlendirmesini yapmak salt Türkali’ye özgü bir gariplik ve anlaşılmazlık mıdır bilemiyorum… Ancak şunu söyleyebilirim: Kendinden ve ürünlerinden başkasını gayrı ciddi bulma alışkanlığı sağlıksızlığın belirtisidir.

Aralık 1988

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑