Cuntayı korkutan genç adam

Erdal EREN dokuz yıl önce, 13 Aralık 1980 tarafından idam edildi. Faşist cunta Erdal EREN’in şahsında tüm halka korku ve gözdağı vermek istedi. Cunta baskı ve zulüm kurumlarına direnmenin, boyun eğmenin karşılığının ne olduğunu bir kez daha göstermek için Erdal EREN’i seçti. Erdal EREN bir protesto gösterisinde çıkan çatışmada Zekeriya ÖNGE adlı inzibat erini öldürmekle suçlandı; göstermelik bir yargılama sonucunda idama mahkum edildi. Erdal EREN’in yaş küçüklüğü dikkate alınmadan ve en basit hukuk kurallarının bile kabaca çiğnenerek idamına hükmedilmesi yurt içi ve yurt dışında kamuoyunda geniş tepkilere yol açtı. Erdal EREN mahkemeler, zindanlar, işkenceler ve nihayet darağacı karşısındaki baş eğmez tavrıyla ve yüksek moraliyle, emekçiler, demokratlar ve devrimciler için güç ve gurur kaynağı oldu.
Erdal EREN’in idamı birçok yönden tartışma konusu oldu. Tartışmaların ağırlık noktasını Erdal’ın yaşının küçüklüğü, yargılamanın aceleye getirilmesi, usul hukuku kurallarına riayet edilmemesi ve maddi olguların Erdal’ın, öldürme olayını gerçekleştirmediği gerçeğini ortaya koyduğu halde bunun görülmek istenmemesi gibi konular oluşturdu. Maddi olgular ve Erdal EREN’in kendisi öldürme suçlamasını reddediyordu ama faşist yargı organları ve onlarla bağlantılı hareket eden kukla tanıklar söz konusu öldürme fiilini ısrarla E. EREN’e yıkmaya çalışıyorlardı. Cunta ve onun güdümündeki yargı organı daha önce bir kaç kez Yargıtay’dan geri dönen idam kararının bir an önce infaz edilmesi için sabırsızlanıyorlardı. E. Eren’in deyişiyle, “ilahlar kurban istiyordu.” Sonuçta cunta, Erdal EREN’i büyük bir el çabukluğuyla idam etti.
Gericilik ve faşizmin işlerine gelmediği zaman burjuva hukuk normlarını takmamalarında şaşılacak bir şey yoktur. Yalnızca takmamakla kalmayıp, diğer burjuva kurumların yanında sözde hukuk kurallarını açıkça çiğneyerek ülkede bütün güç ve yetkileri elinde toplayan en büyük ve üstün otoritenin kendileri olduğunu kanıtlamak istedikleri de muhakkak. Erdal’ın asılmasının başka bir anlamı da, cuntanın, baskı ve zulme boyun eğmedikleri, insanlık onurundan taviz vermedikleri sürece, direnenler genç de olsa bir şey fark etmeyeceğini ve onları da nasıl bir sonun beklediğini göstermek istemesinde yatmaktadır. Faşist cuntanın gençlere karşı tavrı Erdal’ın idam edilişinde en açık şekilde ifadesini buldu ama onunla sınırlı değildir. Faşist cunta Erdal EREN gibi daha binlerce genci zindanlarda yıllarca çürüttü ya da idama mahkûm etti; bu gün de çok sayıda gencin idam edilmesi gündemdedir.
Ancak şu bilinmelidir ki, eli kanlı faşist cuntanın ne idam kararları ne de diğer zavallı cezaları halkı ve devrimcileri yıldırmaya yetti. Aksine işkencelerde, zindanlarda, idam sehpalarında kararlı ve boyun eğmez tavırlarını sürdüren devrimciler mücadeleci tutumlarıyla buralarda da kitlelere ve yoldaşlarına moral verdiler. Çünkü ölüm onlar için mücadelenin bir parçası ve vesilesinden başka bir şey değildi. O halde mücadelenin bu anında da zalimlere bir ders vermek ve onların hesaplarını boşa çıkarmak gerekiyordu.
Faşizmin en ağır cezası, Erdal EREN’in korkusuzluğu, küçük kara gözlerinde zalimlerle alay eden gülümseyiş, yoldaşlarına, devrim ve sosyalizm ülküsüne son anına kadar gösterdiği sarsılmaz bağlılık karşısında acıklı bir biçimde iflas etti. Erdal EREN, Deniz GEZMİŞ, Yusuf ASLAN, Hüseyin İNAN ve diğer devrimcilerden aldığı idam sehpasını savaş alanına çevirme geleneğini kararlı bir biçimde devam ettirdi. Acz içine düşen bizzat faşizmin kendisi oldu.
Erdal EREN’in işkencede, zindanlarda, cellât karşısında genç yaşına karşın gösterdiği olağanüstü direniş ve kararlılık örneği derin bir sempatiyle karşılandı ve hayranlık uyandırdı. Ve birçoklarının şaşkınlık içinde olduğu karanlık günlerde güçlü bir ışık kaynağı oldu, direnenlerin yolunu aydınlattı.

Aralık 1989

“Pişman değilim dedi…”

Cellât uyandı yatağında bir gece
“Tanrım!” dedi “bu ne zor bilmece
Çoğalıyor adamlar öldükçe
Bense tükenmedeyim öldürdükçe…”

Benim yargı hukukçuluğum süresinde verdiğim idam hükümleri var. Bu hükümler niçin verilmiştir? Biz sosyal fayda açısından düşündük. 12 Eylül öncesinde, parlamentoyu uyarmak istedik. Amaç 500. turu yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi olgusunu bir kenara itip, daha basit konularla uğraşan parlamentonun dikkatini bu konulara çekmekti. Parlamento onaylamasa verdiğimiz idam kararları müebbede dönüşecekti. Ama 12 Eylül beklenmedik bir zamanda gelip parlamento feshedilince idamlar onaylandı. Bu idamların onaylanacağını düşünmüyorduk. İnfazların yapılmış olması biz yargı mensuplarını sanki haksız bir karar vermiş noktasına getirmiştir.”
Bu sözleri emekli hâkim Hamdi Sevinç söylüyor. Nokta dergisi’nde iki yıl önce yayınlanan bir röportajda günah çıkartıyor Hamdi Sevinç. Topu parlamentoya atıyor. “Biz idam cezası verdik ama parlamento onaylamasa infaz edilmezdi.” diyor.
Bu gün de Özal, bu kirli-kanlı topu geriye atıyor. Parlamentonun üstünden mahkemelere atarak, idam cezalarının sorumluluğundan sıyrılmaya çalışıyor.
Hükümetin, Anayasa ve yasalardaki değişiklik tasarısı, idam cezaları konusunda “ilginç” hükümler içeriyor. Bunların en ilginci, kuşkusuz Meclisin devreden çıkarılması. Tasarıya göre, bundan sonra verilecek idam cezaları Meclis’in onayı olmaksızın infaz edilebilecek, idam hükümlüleri “isterlerse”(!) parlamentoya af için başvurabilecek. Ve eğer parlamento iki yılda bir karara varamazsa idam cezası infaz edilecek.
Tasarıya ilişkin görüşlerini açıklayan ANAP milletvekili Burhan Kara’nın sözleri de ilginç: “İdam cezalarının Meclis’e gelmesini genel olarak sakıncalı buluyoruz. Hukukçu değiliz. Mahkemelerin aldığı kararın denetimi, kurulacak bir üst yargı organında yapılır. Meclis’te her idam dosyası için el kaldırıp oylama yapmamız, vicdanımızı rahatsız ediyor, idam cezaları ile siyasi otorite birbirleri ile bağdaştırılmamak.”
Tek tek dosyalar için el kaldırıp onaylamak vicdanlarını rahatsız edecek. Ama bu dosyaların üstüne idam damgasını vurduracak yasa tasarısı için ellerini kaldıracaklar.”Şu durumlarda, bu koşullarda idam cezası vereceksin” diye çerçeveyi çizecekler uygulamasını “bağımsız” Türk adaletine bırakıp kenara çekilecekler. Elleri kirlenmeyecek! İdam cezaları ile siyasi otorite de birbirleriyle bağdaştırılmamış olacak!
Masal masal matitas.
Hukukçu olmayan, idam cezalarını onaylamaya vicdanları elvermeyen bu pek sayın milletvekillerinin çıkaracağı yasa neler getiriyor peki? Sıralayalım:
Casusluktan, 15 yaşından küçük kişilerin ırzına geçerek ölümüne yol açmaktan yargılananlar için öngörülen idam cezaları müebbede dönüştürülüyor. Başka bazı adi suçlardan da idam cezası kaldırılıyor.
Siyasi nitelikli maddeler ise idam cezası kapsamında bırakılıyor. Örneğin meşhur 125. madde: “Devlet topraklarının tamamını ya da bir kısmını ayırmaya ve burada ayrı bir devlet kurmaya yönelik eylemler.” Kürt halkının mücadelesinde bu maddenin nasıl işletileceğini tahmin etmek İçin kahin olmak gerekmiyor. Mücadelenin kızıştığı bir noktada darağaçları kurulacak, özel timlerin eksik bıraktığını mahkemeler tamamlayacaktır.
Bir başka “tanıdık” madde, 146. madde: “TC’nin anayasası ile kurulmuş siyasi, ekonomik, sosyal ve hukuki düzeni silah zoru ile değiştirmeyi amaçlayan kişilerin eylemleri.” Doğrudan devrimci güçleri hedef alan bu maddenin nasıl kullanılacağını anlatmaya gerek yok. Çünkü yakın tarih, “nasıl kullanıldığına” ilişkin örneklerle dolu.
Tasarı, bu siyasi nitelikli hükümlerin yanı sıra, bir başka siyasi boyut daha taşıyor: İdam cezasına çarptırılanların Meclis’e başvurusu. Pişmanlık yasasının mucidi hukukçular, bu kez de yeni tasarıyla “özel af yetkisi” silahını dayıyorlar. Tasarı “Meclis’e kişilerin ya da avukatlarının başvuruları halinde geçerli olacak özel bir af yetkisi tanınacak” diyor. Yani,”idam cezasından kurtulmak için af dileyeceksiniz” deniyor devrimcilere. Başvuruların incelenmesi için de iki yıllık süre tanınıyor Meclis’e. Başvuruyu yapanın “affa layık” olduğunu kanıtlaması da isteniyor.
Bütün bu hükümler, idam cezasına ilişkin yeni tasarıda yer alıyor. Ve ANAP Milletvekili Burhan Kara’ya göre siyasi otoriteyle bağdaştırılmaması gerekiyor!
Cezalar gökten inmez
Suç ve ceza soyut kavramlar değildir. Ne gökten inmişlerdir ne de mutlaktır. Suç toplumsal bir “ürün”, ceza da o toplumdaki egemenlerin iktidar araçlarından biridir.
Eski Yunan düşünürlerinden Sokrat’ın idam cezasına çarptırıldığı ve dönemin yasası gereği, baldıran zehiri içerek kendi cezasını infaz ettiği bilinir. Peki, Sokrat’ın idam cezasına çarptırılmasının nedeninin “Atina’nınkiler dışındaki tanrıları övmesi” olduğunu kaç kişi bilir?
Ya, 17. yüzyıl İngiltere’sinde, senyörün arazisinde hayvan avlamak, bir dükkândan mürekkep çalmak, bir ahırı ateşe vermek gibi suçlardan 10-12 yaşlarındaki çocukların idam edildiğini bugün anımsayan var mı?
Bu suçlardan ve karşılığında biçilen cezalar, günümüz yargıçlarına trajikomik gelecektir hiç kuşkusuz. Hele, 1800 yılında posta idaresinin hesaplarını tahrif ederek cebine, üç-beş peni atan on bir yaşındaki çocuğu idama mahkûm eden yargıcın şu sözlerini “canavarlık olarak” nitelendireceklerdir: “Bu hırsızlığın bütün koşulları, suçlunun, yaşının çok üstünde bir yaratıcılık ve ustalık gösterdiğini ortaya koymaktaydı.”
Oysa o eski yasalar kendi dönemlerinde en az bugünküler kadar “makul ve mantıklı” ve o eski yargıçlar da en az bugünküler kadar “aklıselim” sahibeydiler! Aralarındaki çağ farkına karşın aynı şeyi yapıyorlardı: Egemenlerin iktidarını korumak. Köleci, feodal ya da burjuva toplumunun yargıçları hep aynı görevi üstlendiler: Egemenlerin iktidarını, bu iktidarın tüm sembollerini ve “mülklerini” korumak ve kollamak… Adalet mülkün temeli üstünde yükseldi. Ama bunu sömürülenlerin gözünde gizlemek için de hep “kutsal” kavramların ardına sığındı. Sınıfsal ideolojik, siyasal öz bu kavramların arasında unutturulmaya çalışıldı.
Egemenler ve onların “adaletini dağıtanlar”, cezalarını -özellikle de idam cezalarını- savunamadıkları, savunamayacakları için din, vatan, millet klişelerini yasalarına kılıf yaptılar. Bugün olduğu gibi.
Evet, sınıflı toplumlarda dün ile bugün suçun da, cezasının da siyasal özü aynı oldu. Bir önemli farkla: “Suçlular” değişti! Dün derebeyinin mülküne yan gözle bakan köylü yakılmayı hak ettiğine inanıyordu. Engizisyon masasındaki idam hükümlüsü, kendisini ölüme mahkum eden kiliseye “ruhunu kurtarması için” yalvarıyordu. Bu gün, dünyanın her yerinde devrimciler, “niçin öldürüldüklerini” biliyorlar ve son anlarında bile kararlılıklarını haykırıyorlar.
“Pişman olmadığını söyledi”
Adı: Hüseyin Yalçın
İşi: cellat.
Burjuvazinin bu zavallı maşası, 12 Eylül sonrası pek çok infazda kullanıldı. Erdal Eren, bunlardan biriydi. Hüseyin Yalçın, devlet görevlilerinin açıklamaya cesaret edemediği, avukatlar açıkladığı zaman da abartıldığı düşünülen bir “son anı”, Erdal Eren’in darağacındaki tavrını şöyle anlatıyor: “Ailesi için mektup falan vermedi. Sorulduğu zaman pişman olmadığını söyledi. O da solcuymuş. Muazzam. İşte “kahrolsun faşistler” gibi laflar.”
Devrimciler, ölüm cezalarından, o cezayı verenler kadar korkmadıklarını dünyanın her yerinde yüzlerce, binlerce kez kanıtladılar. Deniz Gezmiş, “Bir devrimcinin, idama nasıl gideceğini, bir mitinge, bir eyleme gider gibi gideceğini herkese göstermek gerektiğini düşünüyorum” diyordu. Düşündüğünü gerçekleştirdi. Ölüme, eyleme gider gibi gitti. Ölümü, bir devrimcinin eyleminin ta kendisi oldu!
Burjuvazi ve onun siyasal aygıtı, bunu bilmiyor mu? Kuşkusuz biliyor. O yüzden de korkuyor. Emekçi sınıfların, idam cezalarının gerçek nedenini bilmesinden, siyasal özünü kavramasından korkuyor. Sınıfsal açmazını yaşıyor burjuvazi: Devrimci mücadeleyi bastırabilmek için darağaçları kuruyor, ama her idamda yitirdiğini görüyor. Darağaçlarının kendisi için kurulacağı günü uzaklaştırmak için darağaçları kuruyor. Ama her darağacı, onu bu sona yaklaştırıyor.
İşte bu nedenle, yargıyla parlamento, topu birbirlerine atıp duruyor. Hiçbiri, idamların siyasal sorumluluğunu üstlenmek istemiyor. Vicdanları değil, ama yürekleri elvermiyor çünkü…

Aralık 1989

Arnavutluk gezi izlenimleri (IV) Gençlik neredeyse ilerleme orada

Dünyanın en şanslı çocuklarının ve gençlerinin yaşadığı Arnavutlukta gençlerle ilgili parola “GENÇLİK NEREDEYSE İLERLEME ORADA!”
Gezimiz sırasında ikinci toplu görüşmemiz Gençlik Birliği’nden gelen temsilcilerle oldu. Gençlik örgütü adına gelen dört tane genç, örgütlerinin çalışması hakkında ve gençler hakkında bilgiler verdiler ve sorulan soruları yanıtladılar,. Gençlerin soruları verdikleri yanıtlara geçmeden önce, gençlik örgütü ile ilgili biraz bilgi vermek yararlı olur herhalde.
Gençlik birliği
14 ile 26 yaş arasındaki tüm gençler Gençlik Birliği denilen gençlik derneklere üye olabilirler. Tüm işyerlerinde, kooperatiflerde, okullarda ve orduda Gençlik Birliğinin hücreleri var. Bunlar, içinde 15-20 arasında üyeye sahipler. Gençlik Birliğine Parti önderlik eder. Gençlik Birliği gençlerin partinin Marksist-Leninist çizgisini ve siyasetini kavramasına ve onu yaşama geçirmesine yardım eder ve önderliğini yürütür. Gençliğin komünist bir ahlak ve değer yargılarıyla donatılıp yetişmesine çabalar. Gençlik örgütü gençliğin sadece toplum içinde sorumluluk almasına değil aynı zamanda gençliğin boş zamanlarını en iyi şekilde değerlendirip her yönden gelişmesine de çalışır. Her yerde kültür merkezleri kültürel etkinlikler vardır, bunları organize eder. Parti, gençliğin her türlü gerici ve emperyalist etkilenmelere karşı koyması için ve yeni olan her şeye büyük bir şevkle ve azimle atılması için, gençliği seferber eder, harekete geçirir. 60’lı yılların sonunda kilise, cami vb. yerlerin kapatılması için açılan savaşımda gençlik en ön safta yer aldı. Evlilik için mutlaka sevginin temel oluşturduğu bir yaşam anlayışının gerçekleştirmek için mücadeleye atılan yine gençlikti. Kayıtsızlığa, neme-lazımcılığa karşı, tembelliğe ve her türlü uyuşukluğa karşı mücadele eden yine gençlik oldu. Gençlik içinde olumsuz davranışlarda bulunanlara karşı, herkesin müdahale etme hakkı vardır. Arnavutluk gençlik içinde de zaman zaman ortaya çıkan, az da olsa burjuva-liberal etkilenmeler söz konusu. Çünkü emperyalizm küçücük Arnavutluk’u ve onun biricik gençliğini yozlaştırmak için her yönteme başvuruyor. İlk planda kendi kişisel çıkarlarını düşünme, kimi pop dünyasının yıldızlarını övme vb. durumlar ortaya çıkıyor. Gençlik örgütleri bir durumlara karşı ideolojik ve siyasal kavga sürdürmek zorundadır. Ama Arnavutluk gençliği, kapitalist-revizyonist dünyanın gençliğinin içinde bulunduğu sorunlardan çok uzakta ve bu gibi sorunları tanımıyor. Arnavutlukta uyuşturucu sorunu bilinmiyor, polisiye olaylar, küçük çapta hırsızlık ya da kavga yaralama vb. çok çok ender rastlanan olaylar. Gezi yöneticimiz 20 yıldır Arnavutluk’a geldiğini söylüyor ve bu süre içinde sadece bir defa o da çocuklar arasındaki küçük bir hırsızlık olayına tanık olduğunu anlatıyor. Bu elbette, geleceği güvence altına alınmış, ekonomisi sağlam olan bir ülkenin gençliğine yönelik uyguladığı sağlam bir politikanın sonucudur. Gençliğin geleceği güvence altında ve gençler de bu geleceğin sorumluluğunu şimdiden üstlenmiş bulunuyorlar. Parti bu konuda bıkmadan ve yorulmak bilmeden inatla ve kararlılıkla Marksist-Leninist bir ahlak ve politika ile gençliği geleceğe hazırlıyor ve ona teslim ediyor. Partinin bu gençlik örgütlerine verdiği önemin en büyük göstergesi de, gençlik örgütlerinde çalışmayanların hiçbir zaman parti üyesi olamamalarıdır. Gençlik Birliği partiye alınacak gençlerle ilgili olarak tavsiyede bulunabilir, görüş belirtilebilir. İşte parti gençlikle bağını böyle sıkı ve sağlam bağlarla kuruyor ve devrimin ve sosyalizmin danada ileriye götürülmesinde gençliğe sorumluluk verilmesi ve yetiştirilmesi için özel bir önem veriyor. Bu yüzden gençliğin gözü devamlı partide. Parti ne zaman bir çağrı yapsa, gençlik militanca ve büyük bir atılımla her zaman partinin ve onun görevlerinin yanında yer alıyor. Hem de en kitlesel en coşkulu bir biçimde.
Arnavutluk’un güneyi oldukça dağlık. Ülkemizde Toros dağlarının bulunduğu yöreyi andırıyor. Dağlar tepeler devrimden önce çıplak, ağaçsız ve terkedilmiş bir görünümdeymiş. Oysa şimdi dağ taş ağaçlanmış. Güneydeki bu dağlık bölgelerin narenciye ağaçları ve zeytinliklerle donatılması için E. Hoca bir defasında gençliğe bir çağrıda bulunduğunda, on binlerce genç çağrıya uyarak hiçbir karşılık beklemeden üç ay süreyle dağları taşları ağaçlayıp her yeri yeşil alanlara dönüştürdüler. Daha çok yaz aylarında olan ve aksiyonist kampları (eylemci kampları veya gönüllüler kampları) olarak bilinen bu kamplarda gençler sabahın erken saatlerinde işe koyuluyorlar, öğleden sonraya kadar çalışıyorlar ve daha sonra da zamanlarını eğitim ve kültürel faaliyetlerle değerlendiriyorlar. Ülkenin neresinde bir ihtiyaç var, parti bir çağrıda bulunuyor ve on binlerce genç akın akın gelip, canla başla karşılıksız çalışıyorlar ve sonra da kimisi okuluna kimisi de işine dönüyor. Böyle böyle, yeni yeni yerleşim bölgeleri oluşturulmuş.
Gönüllü kamplarına her genç iki üç yılda bir ay süreyle katılır. Beklenenden daha fazla gençlerin katıldığı kamplarda, gençler ortalama bir işçinin yarattığı değerin % 75’ine denk düşen bir çalışma gösterir. Bu gönüllü çalışmalar için gençlere para ödenmez. Bu eylemlerden amaç nedir, sorusuna parti şu yanıtı veriyor: “Gençler bu eylemlerle kendi ülkelerini, kendi alın terleriyle kalkındırmayı öğrenmeliler ve hiç bir zaman hiçbir şeyde hazıra konmamaları gerektiğini bilmelidirler.” Bu eylemlerle parti gençliğin rahata ve hazıra alışmasına, kolaya kaçmasına karşı da mücadeleyi hedefler. Bu kamplar gençliğin en zengin ve en güzel bir şekilde gelişip serpildiği ortamlardır. Sabah 05.30’dan 14.00’e kadar çalışma sürer. Ondan sonra sportif ve kültürel etkinlikler (dans, edebiyat, geziler, varyete vb. programlar) organize edilir. Baraj yapımından tepelerin ağaçlandırmasına varıncaya kadar her türlü çalışmalar yapılır. Örneğin güneydeki küçük Ksail diye bilinen kent böyle bir gönüllüler kampı sonunda meydana gelmiş. Oraya gelen gençler, narenciye ağaçları ve zeytinlikler dikmişler, bir kısmı orada yerleşip kalmış sonra.
Arnavutluk Avrupa’nın en genç ülkesi
Arnavutluk kelimenin tam anlamıyla Avrupa’nın en genç ülkesi bugün. Aşağı yukarı halkın % 40’ı 15 yaşından küçük. 60 yaşın üzerindekiler nüfusun % 7.5’ini oluşturuyor. 1969-1986 arasında nüfus % 50 oranında arttı. (Bu 1 milyon insan demektir.) Oysa aynı dönemde örneğin Almanya’nın nüfusu tam 1 milyon geriledi. Arnavutluk kapitalist ülkeler gibi kar amacıyla insana bakmıyor, insanı en büyük değer olarak ele alıyor ve o nedenle de merkezi plan ekonomisi sayesinde toplumun üreticici güçlerini en iyi şekilde değerlendiriyor ve işsizlik diye de bir şey bilinmiyor. Oysa kapitalist ekonomi aşırı kar amacıyla işsizliği yaratıyor ve bunun sonunda da karamsar, geleceğe güvensiz yeni yeni insanlar yetiştiriliyor. Oysa Arnavutluk’ta gençler ve çocuklar geleceğe güvenle büyüyorlar. Büyük bir iyimserlik ve atılımla, yeteneklerini becerilerini kişiliklerini geliştirip, ülkelerindeki sosyalizm için yaşama daha canla başla sarılıyorlar. Kendilerini bekleyen iş alanlarına en iyi şekilde hazırlanıyorlar.

Soru: Gençlik Birliğinin görevleri
Yanıt:
Gençlik örgütlerinin görevlerinden birisi, partiye taze kan sağlamaktır. Bunun için öneriler yapar, iki yıllık aday üyelik sırasında onların parti üyesi olup olamayacaklarını orda dener. Gençlerin özellikleri örgüt içinde görülür ve değerlendirilir. Kültürel, ideolojik ve siyasal yönden düzeyi en İyi olanlar, okullarında en başarılı olanlar ve iyi öğrenebilenler aday gösterilir. Her zaman en iyiler önerilir ve parti de bu iyilerin içinden en iyilerini seçer.

Soru: Gençlik örgütlerinin faaliyetleri.
Yanıt: Gençlik örgütleri, gençliğin isteğiyle dağların, tepelerin verimli hale getirilmesi için çalıştı. Bu tam yirmi yıl sürdü. Tepeler verimli hale getirildi. Başlangıçta, özellikle kurtuluştan sonra bu çok acil ve önemli bir sorundu.

Soru: Gençlik kamplarında neler yapılıyor?
Yanıt: Bölgesel ya da ulusal çalışma kampları var. Örneğin bu bölgede ürün toplamada gençler yardımcı oluyorlar. Ulusal olarak ise, örneğin demiryolu yapımı, baraj yapımı gibi alanlarda yardımcı oluyor. Ulusal kamplarda yöneticiler var. Ayrıca teknik elemanlar (mühendis, tekniker vb.) da bu grup içindeler. Akşamları gruplar oluşturulur ve ertesi gün için görev belirlenir. Çoğunlukla bu görevler ertesi gün fazlasıyla gerçekleştirilir. Gençliğin kamptaki gereksinimleriyle yakından ilgilenilir. (Parti MK’sı dâhil herkes yakından ilgilenir.) Bu bölgede 30.000 genç var. Ama bu bölgedeki kamp çalışmalarına katılmak isteyen genç sayısı 600.000 dolayında idi. Biz bazılarını başka bölgelere vermek zorunda kaldık. Bütün gençler kamplara katılmak isterler. Ama biz her yıl gerektiği kadarını alırız. Aynı zamanda birçok çalışma yapılır ve oralara da gönderilir. (Demiryolu, üzüm bağları, baraj, yol yapımı vb.)
6 ay teorik olarak eğitilirler gençler, altı ayda da bu öğrendiklerini pratikte gösterirler. Tartışma grupları  konulara göre belirlenir, örneğin konu sınıf mücadelesi olsun: Bu konuda ilk aylarda sürekli öğrenirler, eğitilirler. Başka bir zamanda da gençlik örgütü, parti Örgütü gençlerin öğrenip öğrenmediklerini kontrol eder. Gençliğin her türlü yabancı etkilerden uzak kalması için de çaba gösterilir. Sınıf mücadelesi kesintisiz sürer. Bu nedenle sürekli denetim vardır. Her alanda gençlik içinde kontrol grupları vardır. Her gençlik örgütü içinde çekirdek bir grup vardır. Bu gençlik içindeki yabancı etkilenmeleri saptar, kontrol grubu geldiğinde bu iki grup tartışır, teori ile pratik arasındaki bağı, kopukluk olup olmadığın), yabancı etkilenmelerin olup olmadığını vb. araştırır. Küçük sorunlar vardır, örneğin gençlik nasıl giyiniyor, bize uygun olması gerekir. Kız-erkek arasındaki ilişkiler, asalak yaşayan (ailesinin parasıyla yaşayanlar) var mı? Gençler bunları değerlendirirler. Örneğin müzik konusunda; iyi ve nitelikli müzik dinlenmesini isteriz. Gerici-yoz müziğe karşı çıkılır.

Soru: Yoz müziğin sınırı nedir? Nasıl belirleniyor?
Yanıt: Kendi müziğimiz sosyalizmi inşa eden insanların çalışmasına dayanır. Yabancı müzikte, sözleri, müziği, stili sunuluş biçimi dikkate alınır. Eğer bir müzik sosyalist ahlaka aykırı ise zaten gençlik tarafından reddedilir. Bu müzik onların eğitimine mi yoksa yozlaşmasına mı hizmet ediyor? Biz gerçekte güzel müziğe karşı değiliz. Ama ağlamaklı, gürültülü, niteliksiz müziği istemeyiz. Reddetme nedenimizi de tartışırız. Rock müziği örneğin reddediyoruz. Dünyadan ayrı değiliz elbette ve radyodan çeşitli yayınları izleyebiliyoruz. Bu konu tartışılır, ancak gençliğin tartışılıp karar vermesi gerekir. Bu konu tartışılır, örneğin her cuma “ilerici müzik” programı vardır, ilerici müzik örnekleri gösterilir.

Soru: örneğin radyoda çalınan parçalar nasıl kontrol ediliyor?
Yanıt: Bizim bütün ideolojimiz basın-yayın organlarınca da desteklenir. Gençliğimizin kendine özgü bir zevki vardır, Gençlik hangi müziği dinleyip dinlemeyeceğine kendisi karar verir. Çalınan tüm parçalar denetimden geçer, elbette.

Soru: Gençliğin öğrenim konusu hakkında…
Yanıt: Tüm ülkede bugün % 40-50 oranında genç yüksek okula gidiyor. Geri kalanlar ise işyerlerinde çalışıyorlar. Ücretleri işin durumuna bağlı. Genel eğitim yanında bölümlere ayrılmış örneğin teknik liselere göre eğitim yapan okullar var. Ortaokulda belli bir bölüme gidenler-yüksek öğrenimde de bu bölüme bağlı öğrenimini sürdürebilir. Genel eğitim görenler ise üniversitede istedikleri bölüme gidebilirler. Politeknik dersleri belli bölümler için vardır. İnşaat, makina vb. alanlarda politeknik dersler vardır. Bunlar yüksek okulda aynı dalda öğrenimlerini sürdürürler.
Gençlik örgütü politik bir örgüttür. Parti tarafından yönlendirilir. Gençlik örgütünün de bir merkez organı vardır ve gençlik örgütü partinin sağ koludur. Her alanda gençlik örgütü oluşturulur.

Soru: Gençliğin siyasi ve kültürel düzeyini yükseltmek için başka neler yapılıyor?
Yanıt: Gençliğin politik eğitimin asıl yapıldığı yerler, temel okullardır. Her ay tartışma toplantıları (kurs ya da seminer türünde) vardır. Uzun ya da kısa süreli kurslar da yapılır. Gençlik örgütlerinde görev yapan yöneticiler için ise 9 aylık kurslar vardır ayrıca. Gençlik örgütlerinde her türlü sorunlar ve konular (kız-erkek ilişkileri, bekâr ya da evli gençler arasındaki sorunlar vb.) tartışılır. Bazı konular vardır ki bunları konuşmak aile için bir sorundur. Bunları aileye iletmeden gençlik içinde çözmeye uğraşıyoruz. Ama bazı konular var, onları aileye de iletiriz. Aile bizim için kutsaldır. Bunun sağlamlaştırılması için çalışırız. Topluluğun çekirdeğini oluşturur. Kimi gençler arasında gerici düşünce ya da değer yargıları vardır. Örneğin bir erkek kızları küçümserken kendini abartırsa, üstün görürse, tutucu değer yargılarına sahiptir. Geleneklerimizden olan, erkeğin aile içinde egemen olduğu sorunu ele aldık ve buna karşı mücadele ediyoruz.

Soru: Aile içinde kadının mutfaktan kurtarılması ve erkek tarafından baskı altında tutulmaması İçin ne yapılıyor? Gençlik örgütü ne yapıyor bu konuda?
Yanıt: Tüm ülke çapında genç kızlarla genç erkekler arasında örgütte yer alma eşittir. Bu oran olarak da aşağı yukarı öyle: % 49 genç kız, % 51 erkek. Örneğin bizim bulunduğumuz bu bölgede gençlik Örgütünde 10.000 kız, 10.000 tane de erkek var. Geleneklerimizden birçoğunun tutucu olduğu doğru, fakat parti sayesinde bugün çok yol aldık. Kadınların genç kızların toplum içindeki eşit ve haklı yerini alması için gençlik örgütünde tartışmalar yapılıyor. Bu bütün toplumun sorunudur, aynı zamanda.

Soru: Gençlik örgütü gençliğin boş zamanlarının değerlendirilmesi için neler yapıyor?
Yanıt: Gençlik örgütünün merkez organı tarafından örneğin herhangi bir ay bilimsel bir ay olarak isimlendirilir ve bu ayda tartışmalar, toplantılar vb. her türlü toplantılar, etkinlikler yapılır. Ayrıca her bölgede sportif etkinlikler için kurumlar vardır, kültür yönünden konserler, yabancı dil kursları, her türlü kültürel çalışmalar organize edilir ve gençliğin hizmetine sunulur. Biz gençliğin kendisi için de boş zamanı olması gerektiği düşüncesindeyiz. Dans aksamları, tiyatrolar (özellikle gençliğin sorunlarının ele alınıp işlendiği tiyatro oyunları) düzenlenir.

Soru: Gençlik içinde hırsızlık olayı var mı? Üniversiteye giden gençler devletçe nasıl destekleniyor? Katkısı nedir?
Yanıt: Çok nadir de olsa hırsızlık olayı olduğunda resmi mahkemelerden önce toplum mahkemeleri diye bilinen organlarda çocuğun durumu, gencin durumu ele alınır. Küçük yaştaki çocukların ise ilk önce anne ve babalarıyla görüşülür, birinci derecede onlar sorumludurlar. Biz gençlik örgütü olarak asıl görevimiz bu gibi durumların ortaya çıkmamasına çalışmaktır, ileri durumdaki hırsızlık olaylarında resmi mahkemeler yargılar ve cezalandırırlar. Üniversiteye gidenlere yardım edilir. Bu silenin gelirine bağlıdır. Yüksek öğrenim bizde ücretsizdir.

Soru:
Arnavutluk gençliği uluslararası komünist hareketten ne ölçüde haberdardır?
Yanıt: Dünyadaki tüm politik olayları gençlik dikkatle izler. (Gazete, radyo, tv, aracılığı ile) Devrimci hareketlerle gençliğimiz ilgilenmektedir. Bilim akademisinde, radyo ve diğer yayın organları tarafından bu konuda bilgi verilir, Çeşitli ülkelerden gelen delegasyonlarla deneyim alış-verişi için görüşmeler yapılır.

Soru: Gençliğin askere gidişi zorla mı yoksa gönüllü mü?
Yanıt: Vatanın savunması bizim için her şeyin üstündedir ve asıl bir görevdir. Her asker için bir onurdur bu görevi yapmak. Yüksek okula gitmeyen gençler zorunlu olarak askere giderler (2 yıl). Yüksek okulu bitirenler üç ay eğitim görürler. Gençlik için, “Gençliğin Sesi” diye bir yayın organı vardır. Ayrıca üniversite öğrencileri için de özel yayın organları çıkarılır.

Aralık 1989

Sosyo-politik bir kategori olarak kent

Kent …
Kentlerin tarihi, toplumsal artı-ürünle ve bunun gerektirdiği yeni toplumsal örgütlenmelerin doğuşu ile başlar. Kentler, hem artı-ürünün merkezileşmesinin alanı, hem de dağılımının ve yeniden üretiminin diğer sonuçlarının denetlenip yönlendirildiği karar ve yönetim merkezleri olarak ve olabildikleri ölçüde gelişirler.
Çağdaş kentin temel özellikleri de, bu tarihsel oluş çizgisinin evrilmesinden ve dönüşmesinden çıkagelmişti. Ama günümüzde kentin ayırt edici özelliklerini, geçmiş çağlardan bir kopuş ve sıçrama noktasında, emek ve sermaye ilişkisinin, emeğin ve sermayenin hareket biçimi ve araçlarının bütünlüğünde aramak doğru olacaktır. Bütün kent ilişkileri ve oluşumları, eninde sonunda, artı-değerin üretimi ve yeniden üretimi ile buna el koymanın özel ekonomik-politik araçlarının ve emek gücünün yeniden üretilmesinin olanaklarının yaratılmasına, geliştirilmesine ve yönetilmesine yöneliktir.
Bu soyutlama düzeyinde, o kaotik kent örgüsünü başlıca üç düğüm noktasında anlayabilme, çözme ve yeniden örme olanağı doğar: Önce, üretimin dolaysız ve dolaylı araçlarıyla, ilişkileriyle nitelik kazanan aletler ve nesnelerin oluşturduğu tabaka; bir başka deyişle, sermaye birikim ve dolaşımının, artı-değer üretiminin ve sömürüsünün olanaklarını ortaya çıkaran, ilerleten, düzenleyen “tabaka”… Sonra, emek gücünün yenilenmesi için gerekli nesnelerin üretilip tüketildiği alanların ve ilişkilerin oluşturduğu “tabaka” … Ve en sonunda, politik karar ve yönetim birimlerinin, araçlarının ve olanaklarının kapladığı “tabaka” … Bu, daima ayrılamaz halde iç içe, birbirine geçmiş ve birbiri üzerinde hareket eden “tabakalar”, modern kenti karakterize eden temel öğeleri içlerinde taşırlar, birbirlerine aktarırlar ve sürekli genişletir, dönüştürürler. Öyleyse, modern kent, kendi kurucu ilkesi olan emek-sermaye ilişkisi üzerinde yükselirken, şu temel özellikleri gösterir:
Kent artı-değerin üretildiği başlıca ve etken alandır. Bu özellik, tarihsel olarak kente kapitalizm tarafından kazandırılmıştır ve kapitalizmin gelişmişlik ölçütü sayıla-gelmiştir. (Bazen tersine, kapitalist ilişkilerin kazandığı yeni biçimler kentin gelişmişlik ölçüsü sayılabiliyor. Son zamanlarda, finans çevrelerinin teorisyenleri, bir kentin gelişmişlik düzeyini, menkul değerler borsasının işlem hacmiyle ölçüyorlar. Buradaki açık tek yanlılık ve finans-merkezcilik kolayca tespit edilebilir; ne var ki, kent olgusuna, artı-değere el koymanın özel VB spekülatif organizasyonu açısından bakan bu ölçünün ilginçliği göz ardı edilemez.) Kapitalizm öncesi biçimlerde kent, gene artı-ürünün sonuçları üzerinde yükseliyordu, ama bunun üretilmesinin esas alanı değildi. O zamanlar kenti karakterize eden şey, artı-ürünün toplanıp biriktirilmesinin, dağıtılmasının, tüketilmesinin ve bunların yönetilmesinin organizasyonuydu. (1) (Artı-ürün ve artı-değer, tarihsel bakımdan farklı toplumsal kuruluş evrelerini temsil etseler de, bunların kimi yer ve zamanlarda aynı anda, birlikte var olabildikleri görülebilir. Burada, soyut kent kavramı üzerinde bir model çalışması yapıldığından, somut tarihsel oluş tarzları üzerinde durulmuyor.)
Ama modem kent yalnızca sınıf ilişkilerini ve çatışmaların temeli olan artı-değerin yaratıldığı alan olmakla kalmaz; aynı zamanda, artı-değere el koymanın özel ekonomik, sosyal ve politik biçimlerinin de yeniden üretildiği alan özelliğini taşır. Böylece kent, toplumsal biçimlenmenin, üretim biçiminin yeniden üretilmesini de temsil eder. (2) Burada, maddi hayatın yeniden üretiminin başlıca iki yanını, birbiri içinde ilerleyen ve birbirine bağımlı iki yanını ayırt etmek, kentin kuruluş ve düzenleniş mekanizmalarını ve kentin temel kategorilerini tanımlayabilmek bakımından önem taşıyor. Birincisi, sermayenin organik bileşimine ilişkindir, ikincisi, emek gücünün yeniden üretilmesine ilişkindir. Ve kent, bu iki yanın birliği olarak, bir yandan sermayenin hareketinin, merkezileşmesinin ve birikiminin bütün yollarının kesişme noktasıdır, diğer yandan da, emeğin hareketinin, emek gücünün yeniden üretilmesinin bütün ihtiyaçlarının toplumsal örgütlenmesinin merkezidir.
Emek-sermaye ilişkisinin modern kent organizasyonu içinde en yüksek sosyo-politik içerik ve biçimleri kazanabilmesinin bir nedeni, kentin bizzat kendisinin bir “sermaye birikimi” olmasıdır. Ulaşım, hizmet ve üretim binaları iletişim ve diğer kent-belediye işlevlerinin yürütülmesinin araçlarının ve yollarının üretimi, kentleri muazzam sermaye birikimi ve yatırım alanları haline getirmiştir. (2)
Ve nihayet kent, tarihin diğer evlerinde görülmedik ölçüde rant yaratan sonuçlar geliştiren kapitalizm için özel bir etki ve işleyiş alanı özelliği taşır. Yalnızca “menkul değerlerin dolaşımı için değil, aynı zamanda sürekli genişlemenin ve yenilenmenin doğurduğu büyük spekülasyon hareketleri ve bunların çeperlerinde oluşan ilişkiler, kent ve rant arasında dolaysız, büyüyen ve kentin özellikle sosyal kategorilerini artı-değerin doğrudan ilişkileri içinde tanımlanamayacak etkiler altında tutan bağıntılar kurmaktadır. Rantiye tabakaların oluşmasında, gelişmesinde ve gittikçe daha fazla bir biçimde, üretimin doğrudan işlevleri ve etkileri dışına sürülerek, sosyal organizasyonun saçaklarında asalak bir hayat tarzının ve asalak, yabancılaşmış alt-kültürlerin doğuşunda başrolü oynayan tüketici bir aylaklar tabakasının etki kazanmasında kent, özel bir gübrelik oluşturmaktadır.
Fabrikalar, işlikler, ticarethaneler, bankalar ve borsalar, depolar, limanlar, hava meydanları, istasyonlar, köprüler, yollar, caddeler, sokaklar, evler, apartmanlar, lokantalar, birahaneler, barlar, tiyatrolar, sinemalar, stadyumlar, okullar, hastaneler, karakollar, garnizonlar, hapishaneler… ve bütün buralarda çalışan, üreten, alan, satan, tüketen, barınan, eğlenen, eğitini gören, tedavi olan, yönetilen ve yöneten insanlar… Bütün bu öğelerin karşılıklı hareketi sırasında ve sonucunda, kentlerin fiziki çehresi biçim kazanıyor. Bu hareket, kentin yerleşim noktalarının ve iletişim bağlantılarının ne tarzda ve ne için inşa edileceğini, çoğunlukla kendiliğinden, bazen de bilinçli bir politikanın ürünü olarak kararlaştırıyor. Bu karar sürecinde egemen burjuvazi aşağı yukarı yüz elli yıldır, kentlerin inşasında söz sahibi oldukları her durumda, yeni bir öğeyi göz önünde tutuyor: emek-sermaye çatışmasının özel toplumsal biçimlerine, ayaklanmalara ve ihtilallere karşı, bütün bunların varlık koşulu olan kenti bir engel haline getirebilmek…
Nesnenin oluş sürecinde en son ortaya çıkan kategori, diğer ilişkileri, süreçleri ve kategorileri açıklayıcı bir değer ve içerik taşır. Kentleşmeye yapılan politik müdahale, bu türden yeni bir kategori oluşturuyor. Hem önceki hareket ve ilişki biçimlerinin en yüksek yoğunlaşmasını ve gelişmesini ifade ediyor, hem de sonraki hareket ve ilişkilerin gelişmelerini ve yönelimlerini belirtiyor. Modern kentlerin kuruluş ve yeniden yapılışının karar süreçlerinde, sosyal sınıf ilişkilerinin alabileceği boyutlar önemli bir politik perspektif olarak yer tutuyor. Böylece kentler, kendi tarihlerinin aşılma noktasında, varoluşlarının temel ilkesinin denetlenebildiği mekânlar olarak planlanmaya çalışılırken, bunun ifadesi olan politikalar, kentleri yeniden tanımlamanın da başlangıcına oturtuyor. Kent, şimdi kendisinin kaynaklık ettiği çelişmelerin çözümünün engeli kılınmak üzere tasarlanan politik bir birim olarak karşımızdadır.
Aynı öğe, karşıtlığın öteki kutbu olan emeğin politik hareketi bakımından da aynı derecede önemlidir. “Proletaryasız burjuvazi” yaratma yönündeki her ütopik çaba, onun başka bir alanda yeniden ortaya çıkışını önleyemez. Bu kesintiye uğratılamayan akış içinde, proletarya, kendi imkânlarını yeniden bulup kendi gerçekliğinin yoluna koşma yeteneğini gösterebiliyor.
Sokaklar…
Paris, kent ve politika ilişkisinin modeli olarak ele alınmasına yetecek tarihsel özellikler taşır. 1789, 1830, 1848, 1870, 1944, 1968 ihtilalleri ve ayaklanmaları, Paris’i bir devrimler ve karşı-devrimler kenti olarak tarihe sokmuştur, işçi sınıfının temel üretici güç olageldiği her kent gibi, Paris de, burjuvazinin olduğu kadar, proletaryanındır da. Sermayenin her başkenti emeğin de başkentidir. (Kapitalizmin az çok geliştiği hemen her ülkede, politik başkentte, ekonomik başkent ayrı ayrıdır; yeni gelişmekte olan ülkelerde bu ayrım, politik bir tercihle daha başından yaratılmaya çalışılıyor. Politik başkent, mümkün olduğu ölçüde sanayiden arındırılıyor, ya da büyük sanayi komplekslerinin dışında, görece küçük tesislere, politik aygıtın dolaysız ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik üretim birimlerine izin veriliyor. Politik başkent, bürokrasinin, üniversitelerin, kültür kurumlarının ve maaşlı, rantiye sınıfların kenti olarak tutulmaya-kurulmaya çalışılıyor. Maddi üretimin ve üretici güçlerin yoğunlaşmasının, politik merkezin dışında ve uzağında gerçekleşmesine özen gösteriliyor. Ekonomik başkent ise, gene aynı politika sonucu, daha çok, ticaret, bankacılık, borsa, ulaşım sektörleriyle donatılırken, sanayi gittikçe kent hatta bölge dışına sürülmek isteniyor. Çevrecilik, bu bakımdan, bu politikanın yardımcısı olarak öne çıkarılabiliyor.) Ama bu, Paris’in tarihinde görülebileceği gibi, temel problemin “ihtilal” kavramıyla anlatılabildiği sıkıntılı bir durumdur, burjuvazi için. Kentleşmenin ilk kez politik bir perspektifle ele alındığı kent olması, bu yüzden rastlantı değildir, Paris’in.
Haussmann, 1853’de Seine Valisi olarak göreve başladığında, “III. Napolyon’un itibarına yakışır bir kent kurma” hedefini açıkladı. Planı basitti ve kent merkezine kadar yerleşmiş bulunan işçi mahallelerinin yıkılmasından ve kenti boydan boya kesen geniş, düz caddelerin açılmasından ibaretti. Bu basitliğin altında, hem çok yönlü bir politik amaca ulaşma ihtiyacı yatıyordu, hem de planın gerçekleşmesiyle doğacak sosyal ve ekonomik sonuçlar hakkında uzun erimli beklentiler karmaşası bulunuyordu. Engels, şöyle özetliyor: “… üst üste inşa edilmiş işçi mahallelerinin tam ortasında, uzun, düz ve geniş yollar açmaktaki ve onların her iki yanına büyük lüks binalar sıralamaktaki amaç, barikat savaşını stratejik olarak güçleştirme amacının yanı sıra, hükümete bağımlı, özellikle Bonapartçı bir inşaat kesimi proletaryası yaratmak ve kenti tam anlamıyla bir lüks kenti haline dönüştürmektir.” (3)
Biraz daha yakından bakılınca, burada başlıca üç ayrı oluşum üzerinde etkide bulunularak, hareketin denetlenmesinin amaçlandığı görülür: Birincisi, bir düğüm noktası olarak sınıflar ele alınır; bir yandan ihtilallerin ve ayaklanmaların temel gücü kentin dışına sürülürken, bir başka deyişle kent işçisizleştirilmek istenirken, sınıf içinde yeni oluşturulmuş ve doğrudan denetlenebilir bir katmana kent içinde geçici bir yer açılır; diğer yandan, egemen sınıf katmanlarına yeni ve güçlenme potansiyeli bulunan bir Öğe, bir spekülatörler katmanı eklenir. Spekülasyon, sermayenin en asalak birikim biçimlerinden biridir ve toplumsal yozlaşmanın en önemli kaynaklarından birini oluşturur. Ahlaki çöküntü, israf, lüks ve sefahat, bu emeksiz kazancın (gerçekte artı-değerin en hayâsızca yağmalanması olduğundan, elbette temelinde emek vardır; ama başkalarının, işin çok uzağında kalmış milyonlarca insanın emeği.) zorunlu sonucu olarak, toplumsal hayatı zehirler. Kokuşma, lümpen kategorilerin gelişmesi ve nicelik olarak aşırı büyümesi, spekülasyonun boyutlarına bağlı olarak hızlanır.
İkincisi, üzerinde etkide bulunularak hareketin denetlenmesi için geliştirilmek istenen öğelerin ikincisi, imar hareketinin ve spekülasyonun birliğinden doğar. Kentin fiziksel yeniden düzenlenmesinin kışkırttığı arsa ve diğer gayrimenkul alım satımı, üretici olmayan yeni katmanları sosyal hayata sokarken, bunların at oynattığı yeni mekânlar da yaratılır. Böylece cadde ve sokaklar, politik bir tercihin sonucu, yeni fetih tarzının öğesi olarak etki kazanırlar. Burada bütün işi, özel ve çoğu yapay olarak dayatılmış nesne ve ilişkileri pazarlamak, örgütlemek, geliştirmek ve yeniden üretmek olan meslek erbabı türer. Böylece, her türden toplumsal üretimin, bu saptırılmış son ucunda, üretim ve yeniden üretimin özelliklerini ancak posalar, döküntüler ve kırıntılar olarak bulamaç haline getirip sunan bir ortam ve’ bunun “insanları” doğar. Kaldırımlarda, ürün akışının ve üretimin ulaşım damarlarının bu çeperlerinde, bu son döküntüler ve ölü hücreler, yapışkan bir tortu olarak birikir. Burada aylaklık, serserilik, üçkâğıtçılık, tombalacılık, pezevenklik, keyif ve “zevk-ü sefa”, kendi insanlarıyla, kendi sosyetesini, kendi
İlişkilerini, kurallarını, ahlakını ve estetiğini yaratarak ve yaşatarak ürer. Burada kalmaz: Bir an, kendisinin bir son ürün olduğunu düşünmeksizin, varolan her şeyin anası ve ilkesi gibi davranma üstünlüğüne tırmanır. Ve gücünü, kentin merkezlerinden varoşlarına doğru, derece derece bir şeyleri eksilerek, bir şeyleri artarak yaygınlaşmasın da gösterir. Ne var ki artık, bir aylak eğlencesi olmak kimliğiyle değil, emek gücünün yeniden üretilmesinin vazgeçilmez araçları olarak sunulmanın kolaylıklarını kullanarak boy gösterir. Çünkü işçiler, yalnızca kas gücünün yenilenmesi için değil, insanı bir bütün olarak yıpratıp tüketen kapitalist iş koşullarının etkisini giderebilmek için de bir şeyler yapmak zorundadırlar: Onlara sunulan olanaklar ise, bunu ancak en aşağılık ve aşağılayıcı biçimler altında yapabilmesine yol verir: Kafalar çekilir, bayağı eğlencelerde zaman ve para harcanır, çapkınlık yapılır, kâğıt oynanır… Bunun, bedeni ve zihni yenilemenin yüksek, İnsanca biçimlerinin hiç sözü edilmeksizin önüne sürülmüş olduğunu ise, işçiler çoğunlukla bilemez, özetle, gücün tüketilendeki koşullar ve ilişkiler, başka biçim altında kendisini yeniden üretirken de emeğin karşısına çıkartılır. Bu, burjuva hegemonyasının ideoloji olarak yığınsal dolaşıma sokulduğu, maddi güç haline getirildiği koşutları da içerir. İşte bu önemli işlevi dolayısıyla, kaldırım hayatı, binlerce yıllık geçmişten sürüp gelen dinsel, geleneksel, folklorik inanç ve değerlerin, sermaye egemenliğinin ihtiyaçlarına göre biçim kazandığı, çoğaldığı fermantasyon ortamı olarak görünür ve korunur.
Üçüncüsü, fiziksel yeniden düzenleme, caddeleri ve onların çevresinde dolandığı başlıca yönetim birimlerinin çeperini “insansız” klimayı amaçlar. Haussmann modelinde caddeler, mümkün olduğu kadar geniş, düz ve çevresi yüksek duvarlarla çevrilmiş olarak inşa edilir. (4) Bu noktada, kentlerin iç organizasyonunda, politik yönetimin yerleşme koşullarına ilişkin bir tarihçe çıkarmanın yararı var.
Kuruluşunun ilk evrelerinde kentler, bütünüyle bir “kapalı alan”dır. İngilizcede “town”, Rusçada “gorod”, kent anlamına gelirken, “kapalı yer” anlamına da geliyor. (5) Surlarla, hendeklerle olsun, coğrafyanın olanaklarıyla olsun, her kent, korunma amacıyla, bir düşmana karşı kapatılır. Bu düşman, komşu kent devletleri olabilir, barbarlar olabilir veya doğrudan doğruya kendi varoluşunu mümkün kılan artı-ürün eritici kitleler, serfler, köleler olabilir. Bütün ortaçağ kentlerinin karakteristikleri arasında “burg” (“Burg”, Türkçede “burç” biçimini alır. Bununla birlikte, Anadolu’da, adında “burg” bulunan pek çok yer vardır: Kemerburgaz, Lüleburgaz, Burgaz Adası, vs. bu bakımdan, Avrupa’daki, Örneğin Hamburg, Luxembourg vs. ile “adaş”tır.), kale, önemli yer tutar.
Modern zamanlarda burçlar, surlar yalnızca birer “turistik değer” taşırlar. Kapitalizmde, eski tipte barbarlıktan, isyancı köle ya da serilerden korunmak için bir neden katmamıştır. Kapitalizm, kendi yıkıcılarını içinde taşımak zorundadır. Bu yüzden savunmasını, mekân koşullarının düzenlenmesinde görür: politik karar ve yönetim işlerinin yürütüldüğü binaların çevreleri, en geniş “yeşil alanlarla” boşaltılır, kentin canlı-insanlı akışından yalıtılır.
Ne var ki, iktidarın kent düzenlemeleriyle korunması, yalnız başına bununla mümkün değildir. Sosyal yapının işleyiş ve denetlenme; mekanizmaları, her türden fiziksel engelden daha güvenlidir. Bu bir, kez bozulunca da, kent planının hiçbir öğesi, iktidarın elde tutulmasına yetmez.
“İşçilerin Paris”ini, Fransız Bankasının ve Versailles’ın kapılarında durduran ne idi? Haussmann’ın planları Komün’ün doğmasını engelleyemedi, ama “kavranması güç… o kutsal saygı”, (6) Komün’ün yenilgi nedenlerinden biri olarak tarihe geçti.
Ünlü İrlandalı ihtilalcı J. Connolly’ye göre, sokaklar, askeri anlamda birer geçittir; bir dağ yolu, bir köprü nasıl iki yanı kapalı birer yol iseler, sokaklar da, kentte yer alan ve “askerlerin saflarını daraltarak geçmek zorunda kalacakları” ve “manevra yapmakta güçlük çekecekleri” birer geçittirler. Genel olarak geçidin askeri önemini özetledikten sonra Connolly, savaşın çeşitli taktiklerini tartışır. Söz sokağa gelince şunları söyler: “barikatları tam kurulmuş ve her iki yanından evlerdeki kuvvetlerce tutulmuş bir sokağın alınabilmesi için, bu evlerin içine girilmesi ve göğüs göğse bir savaşla ele geçirilmesi gerekir” (7).
Bu askeri bakış açısının ihmal ettiği önemli bir yan vardır: Connolly’nin dediği gibi, evler “geçitin iki yanını oluşturuyorsa ve sokağı ele geçirmek için evlerde bir savaş gerekiyorsa, savaş, dolaysız olarak sosyal bir karakter kazanmış demektir. Böylece, dağlardaki savaşın özellikleri üzerinden yapılan analoji, kent hayatında kendisini en gelişmiş biçimiyle ortaya koyan toplumsal örgütlenmenin bütünsel yapısı açısından cılız bir indirgeme halini alır. Çünkü kent içi savaşta, askeri teknik ve taktikler geçidin fiziki karakterinden çok, sosyal-politik içeriğine bağlı olacaktır. En azından, bu örnekte görülebileceği gibi, “geçidin”(sokağın) iki yanındaki mevzilerde (evlerde) “göğüs göğse bir savaşın” önkoşulu, ev sahiplerinin evlerini bir savaş alanı olarak görmeye hazır ve gönüllü olmalarıdır. Bu tür bir savaşta ev, dağ geçidinin mevzilerinden, kayalardan, siperlerden farklıdır. Ev, binadan ibaret değildir. Binanın o anda askeri bir değer kazanabilmesi, hane halkının sosyal, politik tutumuna bağlıdır. Böylece sokak, askeri ve politik anlamda yalnızca bir “geçit” olarak değil, sosyal ilişkilerin bütününün canlanıp harekete geçtiği bir iktidar odağı olarak karşımıza çıkar. Dağ yamaçlarının, köprülerin askerlik bilimi bakımından ifade ettiği anlam, sokak için yetersizdir. Sokağın “kıymeti harbiyesi”, doğrudan doğruya onun üzerinde politik etkinlikte bulunan güçle birlikte, sosyal-sınıfsal yapısında ve bir bütün olarak neyin parçası halinde organize edilmiş olduğundadır.
Aynı tartışma, “barikat” kavramını da kapsar. Çünkü “SOKAK” politik bir kategori olarak düşünüldüğünde, barikat, onu somutlayan temel kavramlardan biri olarak kaçınılmaz bir biçimde doğar.
Askeri bakış açısı, barikatın işlevlerini, teknik ve taktik bakımdan sınıflandırır. Böylece, ya kenti ilişkin düzenlemeler, ya da silah teknolojisindeki gelişmeler açısından değerlendirilerek, çağının geçtiğine, işlevini kaybettiğine hükmedilir. Ama barikatlar, teorinin kendileri hakkındaki bu hükmünü bilmediklerinden, Paris’te, Madrid’de, Varşova’da, Budapeşte’de, Gazze’de kurulup yıkılmaya, yeniden kurulmaya devam ederler. Çünkü sokak nasıl kentin organik bir parçası ise, ve böylece sosyal hayat içindeki anlamı ve yeri kentin politik içeriği ile değişiyorsa, barikat da öyle, kendisini ancak çok özel koşullar altında gösteren, ama her zaman ilişkilerin dokusu içinde örtük ve potansiyel olarak varolan organik bir parçadır. Connolly’nin kurduğu bağıntılar üzerinden düşünürsek, ev, sokak ve barikat kavramlarının birbirine sosyal sınıf ilişkilerinin politik zemininde bağlandığım görebiliriz. Eğer ayaklanma, tıkanmaya uğramış bir hayatın yeniden üretilebilmesinin patlamalı ve yıkıcı bir yolu olarak doğuyorsa (8), barikat da bu kapsamlı tanım içinde, ikili bir rolle kendisini gösterir: Birincisi, ayaklanmanın karşısına aldığı her şeyin tıkanışıdır; ikincisi, kendi arkasında, yeni bir hayatın imkânlarının ve gücünün birikip depolanmasını sağlayan bir settir. Dolayısıyla, askeri anlam ve işlevinin ötesinde, barikat, sosyal ve politik bir içerikle ayaklanan sokağın organik parçası, sokak hayatının çatışmalı-çelişmeli yapısının zorunlu bir devamı olarak ortaya çıkar. Tıpkı “iktidar” kavramında olduğu gibi, barikat kavramında da, olağan hayat koşullarının bütün çatışan öğelerinin somutlanması ve kendilerini aşmaları söz konusudur. Bu anlamda barikat, Haussmann plan ve politikalarında ifade edilen burjuva politik kategorilerin karşıtıdır. Hem onu kendi içinden doğurmuş olması bakımından, hem de çelişkinin pratik çözümünü içinde taşıdığı için.
Kent ilişkilerinin örgüsü, daima karşıt nitelikte iplikçiklerin içice geçtiği sayısız düğüme dayanır. Ve her düğüm üzerinde, karşıtların şu ya da bu biçime bürünmüş olan “birbirinden kurtulma” çatışması sürüp gider.
Buraya kadar, özel olarak kent olgusu bakımından ve ağırlıkla burjuvazinin açısından durumun nasıl göründüğü anlaşılmaya çalışıldı. Sonuç şöylece özetlenebilir: Kent ve kentleşme hakkındaki burjuva tutum, kenti bir hegemonya öğesi olarak örgütlemeye yöneliktir ve bu faaliyetin hedefi, kenti, fiziksel, politik ve ideolojik bakımdan de-proleterize etmektir.
…Ve insanlar.
Bir süredir, “Sokak” adında bir dergi yayınlanıyor. Bu adı taşıyan bir dergiden, en azından, reklam spotlarında estirdiği havaya yakın bir etki ve içerik beklenirdi. İsterse biraz serserice olsundu, kafa tutmayı, uzlaşmaz olmayı uçarılığı, neşeli bir yıkıcılığı temsil etsindi, bugünkü hegemonyaya, karşı, o eski günlerden kalma hırçın bir ses çıkarmayı başarsındı. Ama bugüne kadar Sokak, şu son on yılın özel depolitizasyon koşullarında gelişip ortaya dökülen eski-solcu/aydın aylaklığının, keyif düşkünlüğünün, işçi sınıfı hariç her şeyde -ama çürümüş olsun, ama lağımlardan çıkmış olsun- her şeyde, sözde “muhalif” bir yan bulan sesi olmanın ötesine geçemedi; bunu da oldukça hırıltılı bir sinizm özentisiyle yapıyor.
“Sokak” dergisinin ürünü olduğu dönem yalnızca bir depolitizasyon dönemi değildi. Politikasızlaştırmanın sınıf içeriği vurgulanmadıkça, süreçteki kayıpların dökümünü tam olarak yapmak mümkün olmayacak. Politik hayatın önlenmesinin temelinde, bütün hayatın işçisizleştirilmesi görülmeli.
Ve işçisizleştirmenin ilk başarısı, öteki ait sınıflarda bir zamanlar görünüp kaybolmuş başkaldırma duygusunun ve isteğinin içe döndürülmesi olmuştur. Öyle ki, onlar, kendi toplumsal hareketlerinin de öncüsü ve ilerleticisi olan işçilerden koparıldıklarında, kendi başlarına ayakta kalamayarak, en başta kendi geçmişleri olmak üzere, her şeye sövüp sayarak, her şeye düşmanlık ederek varlıklarına yeni bir gerekçe ararlar. Bu kör öfkeden, yalnızca egemen sınıflar ve baskı gücü “kurtulur”. En büyük yıkıntı ve kendine yönelik bir şiddet biçimini alan sapmış öfke ise, lümpen kategorilerin özelliği olarak boy verir. Bizde lümpenlik, işsizleşmiş işçiler tabakasından çok, işçileşememiş küçük burjuvaziden kaynaklandığı için, öz-yıkım, en derin bir soysuzlaşma ve sefihlik nesnesine dönüşme biçimini kolayca alıyor. Böylece koyu bir nihilizm gibi görünen sözde yıkıcılık, aslında boyun eğmenin kan tükürüşü olmanın sınırlarını aşamıyor. Aylak, objektifin karşısında kara şapkalı bir anarşist gibi poz verirken, akşamları da gürültü yapan komşusunu karakola şikâyete gidiyor. (9) Sonuçta, sınıflar dışına düşmüş olmanın ideolojisi, bütün bir düzenin protestosunu, emek sürecinin aşağılanması olarak kavrayabiliyor. Bu, işçisizleştirme politikasının en kötü ürünüdür.
TV-2’de, şimdi cumartesi geceleri gösterilen bir dizi var: “Güzel ve Çirkin”. Hikâyeye göre, New York kentinin altında, unutulmuş dehlizlerde ve mağaralarda, eski kanallarda yaşayan bir topluluk bulunuyor. En yüksek, en köklü erdemlerle donatılmış, bilgiyle ve sevgiyle, çıkarsız bir dayanışmayla birbirine bağlanmış ve sözde “ortak mülkiyet” ilkelerine göre yaşayan insanların toplumu! Bu, “en aşağıda” yaşayan insanlar, yeryüzü dünyasının kötülüklerine karşı, insandan çok bir hayvana (aslana) benzeyen en çirkin üyelerinin gücünü öne çıkararak savaşıyorlar, direniyorlar. Sürekli olarak, birilerini kurtarıyorlar. Yeryüzünün en iyilerini, kendilerinin üyesi yapıyorlar, bu arada yukarıdaki kötü dünyanın iyi yanları (örneğin Savcılık Araştırma Kurumu), onların arasında en güzelle temsil ediliyor. Aşağıdaki dünyanın en çirkini ile yukarının en güzeli, düşünülebilecek bütün aşk ve iyilik idealarının canına’ okuyacak bir erişilmezlikle birbirlerine bağlanıyorlar.
Kentin bu bölünüşünde ve değerlerin bu ayrışmasında, son haddine vardırılmış bir işçisizleştirme politikasının ütopik sonuçlarına bir gönderme var gibidir. İyilik, erdem, özveri, bağlılık, insanlığın bütün eski mirası yüksek düşünceler, sanat ve felsefe, yani bütün olumlu birikimiyle “insan”, yerin yedi kat dibine gömülmüştür; ama orada, yeryüzü kentinin tükettiği ve unuttuğu bütün iyilikler canlı ve etkilidir.
Bir an için Marks’ı hatırlamadan geçilemez: “Sonuna kadar gelişmiş proletaryada, her türlü insanlığın, hatta insanlık görüntüsünün soyutlanması pratik olarak tamamlanmış bulunmaktadır; bugünkü toplumun hayat koşulları, en insan dışı yanlarıyla proletaryanın hayat koşullarında yoğunlaşmış bir haldedir. Proletaryada insan, kendi kendini yitirmiş, ama bu aynı zamanda, bu yitirişin teorik bilincine ermiştir.” (10)
Vincent, bu aslan suratlı çirkin “insan”, hem en acımasız, kaba-hayvansı kuvvet ve şiddeti, hem de en incelmiş insani kültür ve düşünce birikimini, etik, estetik değerleri, üstelik bilinç düzeyinde kendinde birleştirir. Sanki Marks’ın tanımladığı proletarya gibi, hem görünüşünde bile insanın “soyutlanmasıdır”, hem de bu yitip gidişin “teorik bilinci”dir!
Fakat aslında Vincent, proletaryanın Amerikanvari bir karikatürüdür ancak. Çünkü Marks’la proletarya, “kendi hayat koşullarını, bugünkü toplumun bütün insan-dışı hayat koşullarını ortadan kaldırıp yıkarak kendi kendini hürleştirebileceğinin” bilinciyle nitelenirken, Vincent, yeryüzünün bütün kötülükleri gibi, yaşadığı yer altını da kendi varoluşunun verisi olarak benimsememişti. Vincent’le birlikte, toplumun aklını ve hafızasını temsil eden “Baba” da bilmektedir ki, yer altındaki erdem topluluğu, yukarıdakiler tarafından yaratılmıştır ve yalnızca onlar var oldukça var olabilecektir. Bu yüzden yeryüzünü fethetmeyi düşünemezler: Bu, Paris proletaryasının “gökyüzünü fethe” kalkışmasından daha imkânsızdır. Çünkü “paçavralar içinde” yaşasalar da, yer altının insanları, bir sosyal üretici güç değildir. Onlar, her şeyi olduğu gibi, sınıflar ayrılığını ve karşıtlığını da, bu karşıtlık üzerinde gerçekleşen değerler çatışmasını da yabancılaştıran, ya (“Ziyaretçiler” adlı dizide olduğu gibi) uzayın derinliklerine uçuran, ya da böyle ütopik dehlizlere tıkıştıran idealizasyonun, gerici romantizmin yaratıklarıdır. Bu halleriyle, kapitalizmin mezar kazıcıları olmayacaklar, yalnızca kapitalizmin kazdığı mezarlarda yaşayabileceklerdir.
“Sokak” dergisi, sınıf-dışı bir muhalefetin olabileceğini kurar ve bunu kent hayatının en dibinde yer alan lümpen ilişkiler arasında ararken, iyi bir dünyayı ancak gerçek dünyanın en dibine itilmiş “sınıfsız” insanlar arasında olanaklı gösteren “Güzel ve Çirkin” dizisi ile aynı yerde buluşur: Orada Baron Haussmann, dünyanın bütün kentlerinin planlarının planı olan bir plan üzerinde, proletaryanın devrimci bir sınıf olduğuna -artık- inanmayanları ve “işçisiz devrim” teorileri yazanları temsilen gelmiş bulunan yaşlı H. Marcuse ile, yeşilciliğin potansiyellerini tartışmaktadır…

KAYNAKÇA
1) G. Childe / “Tarihte Neler Odu” Odak y.s, 83, 91, 94.
2) İlhan Tekeli/ “Kentleşmeye Kapital Birikim Süreçleri Açısından Bakmanın Sağladığı Açıklama Olanaktan” -DEFTER, 1988 BEŞ
3) Engels / Konut Sorunu”- Seçme Yapıtlar, C.ll.s, 417
4) İlhan Bilgin / “Haussmann’ın Paris’i”- Sosyalizm… Ansiklopedisi, s. 320
5) Henri Pirenne / “Ortaçağ Kentleri” -Dost Y.s, 47
6) Engels / “Fransa’da İç Savaş’a GİRİŞ”. Seçme Yapıtlar, C. II. s, 222
7) James Connolly / “Seçme Yazılar-Ulusal Sorun, Sendika! Mücadele ve Dev. Savaş” -Belge Y. s, 107
8) V. Ateş / ” Filistin Ayaklanmasının Düşündürdükleri”- Özgürlük Dünyası, S.3
9) Bkz: “Evde Otururken”- SOKAK, S.1
10) K.Marks / “Kutsal Aile”

Aralık 1989

Proleter partizanlık ve onun sınıf mücadelesi içindeki yeri

(“Sınıf mücadelesinin yürütülmesinin bugünkü koşullarında, sanatta partinin önder rolünün sağlanması proleter partizanlığın gerçekleşmesi için temel zorunluluklardan biridir. Proleter partizanlığın esas öğesi olarak sanatta parti önderliği ilkesi, bugün, burjuva ve revizyonist teorilerin ve diğer bütün oportünist akımların başlıca saldırı hedefidir.”)

Marksizm-Leninizm, yaşamın sanata yansıtılması şeklinin belirli sınıfların çıkarlarına ve ideolojilerinin niteliğine bağlı olduğunu uzun bir süre önce gösterdi. Partimizin uzun yıllara dayanan tecrübesinin kanıtladığı gibi, yaşamın sanata yansımasındaki sınıfsal nitelik kendini en bütünlüklü ve en açık olarak sınıf mücadelesinin kesintisiz geliştirilmesi koşullarında gösterir. Bu koşullarda sanat alanındaki ideolojik mücadelemiz özel bir keskinliği öngörüyor ve sanatın niteliksel ve niceliksel olarak daha da sağlıklı gelişmesinde kesin bir rol oynar. Bu mücadelenin doğru olarak yürütülmesi bugün ve yarın, edebiyatın ve sanatın geleceğiyle, bütün çağdaş yaratıcı sürecin akışı ile bağıntılıdır. Bu mücadele yalnızca yaratıcı süreçlerde zaman zaman kendini gösteren ve yerleşmiş estetik zevklerimizden epeydir silinmiş olduğu için bize aykırı gelen bazı zaafları ortadan kaldırmak İçin yürütülemez. Bu, ideolojik bir mücadeledir. “
Hem ülke içinde hem dışındaki vahşi emperyalist-revizyonist baskı sonucu Parti MK Dördüncü Genel Toplantısı öncesi sanat ve edebiyatta en bütünlüklü biçimleriyle ortaya çıkan burjuva ve revizyonist yabancı etkilere karşı mücadelemiz, yalnızca beğenmediğimiz çarpıtılmış belirli sanatsal zevklerden bir kaçış olarak açıklanamaz.  Bu mücadele, yenilikçi niteliğinin arkasına, bütünlüklü, bilinçli bir sınıf ideolojisinin iyi tasarlanmış ve uzun dönemde ulaşması amaçlanan tamamen gerici ideolojinin saklanmış olduğu belirtilerin köklerini ortadan kaldırmakla yükümlü ilkeli bir mücadele olarak görülmelidir. Bu ideolojinin temsilcileri ve ajitatörleri, sosyalizm düşmanı uğursuz istek ve amaçlarına ulaşabilmek için sanat silahını kullanmaya kalktılar.
Yedinci Kongre, bir yandan edebiyat ve sanatın yakın zamanlardaki gelişmesinin, öte yandan sanatsal yaratıcılık alanındaki parti Önderliğinin tecrübesini değerlendirdi ve proleter partizanlığın tutarlı bir şekilde savunulması ve sağlamlaştırmasının sadece bütün çarpıcı başarıların temel koşulunu değil, aynı zamanda sanatsal kültürün daha da ilerletilmesinin temel zorunluluğunu oluşturduğu sonucuna vardı. Proleter partizanlık ilkesinde sanatımızın sınıfsal özü ve amaçları yansıtılmakta ve işçi sınıfının toplumsal estetik ülküleri ifade edilmektedir. Bu ilke, sanatımızı, partinin çizgisi doğrultusunda savaşmaya, sosyalizmin inşası ve devrimin tam zaferi için işçi sınıfının elinde güçlü ideolojik bir silah olarak savaşmaya yetkin kılmaktadır. Proleter partizanlık ilkesinin, toplumumuzda sınıf mücadelesinin geliştirilmesi koşullarında edebiyat ve sanatta hayata geçirilmesinin özel bir önem taşıdığını düşündüğümüz birkaç temel yönü vardır. Bunlar üç yönde özetlenebilir: 1) Edebiyatta ve sanatta partinin önder rolünün pekiştirilmesi 2) Edebiyatta ve sanatsal yaratıcılıkta proleter partizanlığın güçlendirilmesi 3) Yazar ve sanatçıların ideolojik düzeylerinin yükseltilmesi.
1.Edebiyatta ve sanatta partinin önder rolünün pekiştirilmesi
Ülkemizde, ideolojik mücadelenin geliştirilmesinin bugünkü koşullarında, sanatın belirli amaçlar ile yüksek proleter partizanlığı ile sanatsal yaratıcılığa güçlü bir etki yapacak bir şekilde yöneltilmesi, özel bir önem kazanmaktadır. Edebiyat ve sanat bu şekilde partinin büyük davasının bir parçası olmakla, sosyalist devrimimizin görevlerine sıkıca bağlanmakta ve tamamen bu devrimin hizmetine girmektedir. Enver Hoca Yoldaş “Partinin sağlam önderliği kültür ve eğitimin, edebiyat ve sanatın gelişmesini, sağlamış, onlara yön ve harekete geçirici güç vermiş ve onları hak, işçi sınıfı, kooperatifçi köylülük ve sosyalist devrimimizin büyük görevleriyle daha sıkıca birleştirmiştir” dedi. Partimiz sanata tutarlı bir şekilde rehberlik etmiş ve sanatsal pratik ve bu alandaki sınıf mücadelesi karmaşık ideolojik-estetik sorunlarla karşılaştığı zaman onları yönlendirmiş ve yardımcı olmuştur. Parti, tüm dikkatini yaratıcı çalışmamızda ortaya çıkan kısmi yanılmalara ve sapmalara vermiş, bunları şiddetle eleştirmiş ve aynı zamanda edebiyat ve sanatta partinin önderliğini zayıflatmaya çalışan ve yabancı modern etkileri teşvik eden ideolojik düşmanları şiddetle mahkum etmiştir. Parti, edebiyat ve sanatta önderliğini sağlayarak yalnızca onların ideolojik saflığı için mücadele etmemiş, aynı zamanda her yazar ve sanatçı için sürekli yeni yaratıcı olanaklar yaratarak edebiyat ve sanatın içerik ve biçim; stil ve çeşit açısından zenginleşmesini teşvik etmiştir. Bu, partinin, yaratıcı sanatın özgün karakterini sürekli göz önüne alması, sanatçıya güvenmesi ve saygı duyması, eserine değer vermesi ve aynı zamanda hiçbir olumsuz yabancı etki ile uzlaşmaması sayesinde olmuştur.
Proleter partizanlığın güçlendirilmesi yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda siyasal örgütsel ve ekonomik bir sorundur. Bu sorunun birçok başka yönü de vardır. Proleter partizanlık, parti çizgisinin hayata geçirilmesi ve sanat alanında proletarya diktatörlüğünün savunulması amacını güden tüm etkinlikleri ifade eder. Proleter partizanlık, partinin çeşitli direktiflerinde ve talimatların da yansır. Sosyalist gerçekçiliğin bu temel ilkesi birçok görevin yerine getirilmesiyle bağıntılıdır; edebiyat ve sanatta Marksist-Leninist basının faaliyetleriyle, sanat okullarının çalışmalarıyla, kadroların yaratıcı edebiyat sanat alanlarında çalışmaları ve bunu yürütebilmeleri için eğitilmeleriyle, amatör hareketle ve genel eğitim sistemi içerisinde estetik eğitimle bağıntılıdır, öte yandan proleter partizanlığın güçlendirilmesi, edebiyat ve sanatın güncel sorunlarını işleyen estetik çalışmaların daha bütünlüklü olarak geliştirilmesi ve modern revizyonist akımların teşhir edilmesi ile bağıntılıdır. Ve son olarak kültürel ve sanatsal kuruluşlara önderlik eden parti örgütlerinin ve devlet organlarının bütün çalışmaları ile bağıntılıdır. Bütün bu alanlarda partinin direktiflerini ve talimatnamelerini tutarlı bir şekilde yerine getirmek üzere oluşturulmuş birleşik bir “«mücadele cephesi yoksa veya bu unutulursa, partinin tek tek kesimlerde ve alanlarda önder rolünün başarısına engel olan çarpıtmalar ortaya çıkar.
Proleter partizanlığın yerine getirilmesinde partinin önder rolü pekiştirilmiş ve sağlamlaştırılmış olmasına rağmen, bu, zaman zaman aşırı basitlikte idari bir kavram olarak anlaşılmaktadır. Örneğin; repertuar, yayın ya da uygulamalarda gereken parça sayısını sağlamayı yeterli sayarak, bu önderliği içerik ve sanatsal düzeyin esas yönlendirilmesine dek geliştirmemek gibi.
Sınıf mücadelesinin yürütülmesinin bugünkü koşullarında sanatta partinin önder rolünün sağlanması proleter partizanlığın gerçekleşmesi için temel zorunluluklardan biridir. Proleter partizanlığın esas öğesi olarak sanatta parti önderliği ilkesi, bugün, burjuva ve revizyonist teorilerin ve diğer-bütün oportünist akımların başlıca saldırı hedefidir. Burjuva ve revizyonist ideolog ve estetikçiler ve bütün ideolojik düşmanlarımız, yaratıcı çalışmada parti önderliğini, sanatın ruhsuzlaştırması, kişiliğin ifade edilmesinin kısıtlanması olarak düşünüyorlar. Burjuva ve revizyonist ideologlar sanatçının özgürlüğü fikrinin borazanlığını yaparak, sanatta parti önderliğine karşı sürekli olarak kötü ünlü sloganları yükseltiyorlar. Bütün bunlar, sınıflar-üstü bir ideoloji maskesi ardında gizlenmektedir. Gerçekte burjuva ve revizyonist sanatın bizzat kendisi, sanatçıyı ortadan kaldıran onu pazardaki bir metaya dönüştüren ve ona halkın yaşantısı içerisine girme olanağını tanımayan ideolojileri ve gerici partizanlıkları tarafından yönlendirilmektedir. Tescilli revizyonistler G. Lukacs, E. Fischer ve R. Graudy, sanatta parti önderliğine ve Leninist proleter partizanlık ilkesine açıkça karşı çıkmaktadırlar. E. Fischer kötü ünlü ‘Sanat ve İdeolojik Üstyapı” adlı yazısında, “manevi seçkinlikler” olarak nitelediği sanatçılar ile devlet arasındaki kaçınılmaz “eski” çatışmanın teorisyenliğini uzun bir süre önce yaptı.
Revizyonist ideolog, partinin proleter siyasetinin sanatçı ile açık bir karşıtlık içinde olduğunu İddia ediyor. Hâlbuki bu siyasetin yaratıcı pratiği silahlandırdığı, onu yönlendirdiği ve halkın yaşamını gerçekten yansıtmaya, toplumsal yaşamanın temel yönlerini bilimsel olarak değerlendirmeye ve çözümlemeye yardım ettiği açıktır.
Sovyet revizyonist teorisyenleri ye bilim adamları Lenin’in utanmazca çarpıtılmasına başvurmaktadırlar. Onun, sanatta birçok eğilimin ortaya çıkmasından yana olduğunu ve sözde sanatta “hoşgörü” göstermeyi bildiğini iddia ederek, onu sanattaki liberal ve çökmüş akımlara karşı “müsamahalı” bir önder olarak tanıtıyorlar. Böylece revizyonist Sovyet yazarı, O. Litovsky yeni yayınlanan “İşte Böyle Oldu” adlı kitabında, Lenin’in sanat alanındaki siyasetinin “kelimenin en açık anlamıyla liberal” olduğunu yazıyor.
O, şöyle yazıyor: “Eğer sosyalist sanatçı, Merkez Komitesinin bir destekleyicisi ise ajitasyon ve propaganda kesiminde nitelikli bir işçi ise, bunun sonucunda, sadece bir sanatçı olarak alçalmakla kalmayacak, aynı zamanda kötü bir ajitatör ve propagandacı olacaktır. Eğer sanat, mevcut taktik durumun zorunluluklarını benimsemeye zorlanırsa, yaşam onu terk eder.”
Devrimci ideolojinin kutsal ilkelerine saldırdığında revizyonizmin en adi bir kalpazan haline gelmekten utanmadığı açıktır.
Edebiyat ve sanatta parti önderliğini sağlarken, aynı zamanda proleter partizanlığın her alanda güçlendirilmesi ve onun. düşmanların ve Marksizm-Leninizm’in döneklerinin saldırılarına karşı savunulması için savaşmaktayız.
2. Yaratıcı sanatsal çalışmada proleter partizanlığın güçlendirilmesi
Partimiz, keskin sınıf mücadelesinde, sanatı büyük davasının ayrılmaz bir parçası yaparak, ülkemizde halkın yaşamı, çıkarları ve özlemleri ile yakından bağıntılı zengin bir sanat kültürü yaratmıştır.
Toplumumuzun devrimci gelişmesinin şiddetli sınıf mücadelesi içerisinde gündeme getirdiği konu ve sorunlar dizisinin sanatsal ele alınışındaki sınıf tavrı (yüksek ideallerin onaylanması ve eski, engelleyici, yabancı, anti-sosyalist kavramların reddedilmesiyle) güçlendirilmeseydi, sanatımızda bu cephe halindeki ilerleme gerçekleştirilmezdi. Enver Hoca Yoldaş, Partinin 7. Kongresinde bu konuda şunları söyledi: “Merkez Komitesinin 4. Genel Toplantısı gerici yabancı akımların taklitlerini, toplumumuzda çelişkilerin yanlış ele alınışını, halkın yaratıcılığını küçümseyen teorileri vb. içeren bazı zararlı belirtileri şiddetle eleştirmişti. Tüm kültür cephesine önemli görevler yüklemişti. Bunların yerine getirilmesi edebiyat ve sanatın gelişmesine ve bütün kültürel ve sanatsal faaliyetlere taze bir güç katmıştır.”
Ama edebi ve sanatsal çalışmalarda proleter partizanlığın daha da sağlamlaştırılması amacını güden yaratıcı çalışma sürecine Parti 7. Kongresinin kararları ve sınıf mücadelesinin geliştirilmesi görevinin zorunlulukları ışığında bakıldığında bugünkü koşullarda özel bir önem taşıyan bir dizi yeni görevin ortaya çıktığı görülür.
Birincisi sınıf mücadelesi edebiyatımızda ve sanatımızda yansıtılması gereken sürekli ve temel bir konu olmalıdır. Bu konu sanatın ufkunu genişletir ve ona kaçınılmaz bir üstünlük verir; çünkü sınıf mücadelesi toplumsal yaşamın bütün alanlarında, her noktasında söz konusudur. O, insanlar arasındaki ekonomik ve siyasal ilişkilerde, topluluklarda ve ailelerde, şehirde ve kırda, dostça davranışlarda ve ahlaki ilişkilerde, okulda ve üretimde, geçmişte, bugün ve gelecekte kendini gösterir. Edebiyat ve sanatta sınıf mücadelesinin ele alınışı, onların (edebiyat ve sanatın) tarafgirliğinin sağlamlaştırmasının, partinin ve halkın dikkatini çeken iç ve dış gelişmelerdeki temel sorunlar ile bağdaştırmasının yöntemlerinden biridir. İ. Kadare’nin “Büyük Kış”ı, G. Madhi’nin “Moskova Toplantısı”, T. Laço’nun “Çelişki”si, N. Zorogi’nin “Dağların Kızı”, S. Drini’nin “İlahların Düşüşü”, K. Kosta’nın “Büyükanne”si ve son yıllarda yapılan birkaç film okuyucu ve seyircilerden olumlu bir kabul gördüyse, bunun nedeni yalnızca yazarların ustalıkları değil, aynı zamanda toplumumuzun sorunlarını ve partimizin siyasi çizgisini ele alışlarından sınıfsal taraf tutmadır. Gerçeği sınıf mücadelesinin gelişmesi açısından yansıtmış bulunan başka birçok eserimiz de var. Ama bu alanda daha fazla, çalışmak gerekir. Sınıf mücadelesinin edebiyat ve sanatta yansıması, yaratıcı çalışmamızın en önemli sorunlarından birini oluşturmaktadır; çünkü o, toplumumuzda çelişkilerin doğru kavranması ve çözümlenmesi, tipik olanın ve bireyin tam olarak kavranması, kahramanın kitle ile ilişkileri, estetik ve toplumsal ülkü, geleneklere karşı sınıf tavrı ve onun yenilikçilikle ilişkisi vb. gibi birçok diğer sorun ile bağıntılıdır. Toplumumuzda sınıf mücadelesinin gelişmesinin bütünlüklü Marksist-Leninist kavranışı sanatçının, devrimimizin gelişmesinin temel eğilimlerini bilimsel bir şekilde yakalamasına yardımcı olur. Yazarlar ve sanatçılar,” devrimizin gelişmesinin temel süreçlerini ve eğilimlerini, yaşamın çelişkilerini eserlerinde doğru olarak yansıtmak, şekilciliğin ve kalıpçılığın her türlü belirtisine karşı savaşmak, geleceğin sahibi olan proleter sanatın temel dayanağı sosyalist gerçekçilik yöntemini sadakatle ve yaratıcı bir şekilde uygulamak zorundadır”
AEP MK 4. Genel Toplantısından bu yana ilerlemeler kaydedilmişse de sanatımızın bu güç sorunlarına getirilen yanlış çözümlere hala ara sıra rastlanmaktadır. Bazen, belirli eserlerde, sınıf mücadelesi yüzeysel yansıtılmakta ve sınıf mücadelesinin süreçlerinin bütünlüklü bir tahlili yapılmamaktadır.
İkincisi, proleter partizanlığın güçlendirilmesi, sosyalizmin tam olarak inşası döneminde Partinin dikkatini çeken ağır güncel sorunların ele alınışıyla da yakından bağıntılıdır. Böylece, bütün genişlikleri ve görkemliliğiyle daha derin bir şekilde işlenmeleri gereken işçi sınıfının egemen rolü, kırsal bölgenin devrimci dönüşümü, komünistlerin devrimcileştirici gücü gibi belirli konulara daha fazla ağırlık verilmelidir. Çünkü tartışma götürmez başarılara rağmen, ortadan kaldırılması gereken bir orantısızlığın var olduğunu düşünmekteyiz. Söz konusu olan, bu konuların, edebiyat ve sanatımızda, partimizin -işçi sınıfının önder rolünün pekiştirilmesi, şehir ve kır arasındaki esas ayrımların azaltılması, burjuva-revizyonist yozlaşmanın kaynaklarının tasfiye edilmesi ve sosyalizmin inşasının tamamlanması için- bugün yürüttüğü mücadelenin düzeni içerisindeki gerçek önemlerine uygun olarak hak ettikleri yeri almaları meselesidir. Öte yandan Partinin 7. Kongresinde ortaya konan, halkımızın emperyalist-revizyonist kuşatmaya karşı direnişi ve mücadelesi, yurtseverlik ve proletarya enternasyonalizmi, kendine güven, savunma ve devrimci uyanıklık ilkesinin yerine getirilmesi vb. gibi toplumsal gelişmenin bütün temel sorunlarının ele alınışına daha fazla dikkat etmek gerekir.
Konu ve sorunların sınıf taraflılığı ile ele alınışı, edebiyat ve sanatın, Partinin büyük davası ile bütün bugünkü ve tarihi Arnavutluk gerçeği ile daha iyi birleşmesine yardım etmektedir. Sanatı partinin sorunlarıyla birleştirmek, onu zengin toplumsal bir içerik ve yüksek komünist ülkülerle zenginleştirir. Bunun sonucunda, o, burjuva ve revizyonist ülkelerin edebiyat ve sanatlarındaki yozlaşmada görüldüğü gibi, (sanat-ç.n.) erotik basitliklerin kabuğu içerisine hapsolmaz ve hiçbir zaman egoist soyutlanmış bireyin bilincinin bulanık derinliklerini deşelemenin aracı olmaz. Batı ve Sovyet moderncilerinin işlevlerinden bir tanesi insanın kendine ve kendi düşüncesine olan güvenini yok etmektir. Amerikalı estetikçi ve yazar R. Kostellionts’a göre sanat “kör edici, sağırlaştırıcı, delirtici bir acı çekmedir.” Kitapların merkezine psikopatların, ahmakların, ruh hastalarının ve fahişelerin alınmasının nedeni budur. Sovyet şairi V. Kotov “Aşk, Kendini Savun!” adlı kitabında, kendini kocasıyla birlikte yakan Hitler’in karısı Eva Braun tipini, bu hareketleriyle evliliğine “sadakatini” gösterdiği için övmektedir. Şair, Eva Braun’u, sözde sadık olmayıp kavgacı ve vefasız olan büyük adamların kanlarıyla karşılaştırmaktadır. Ona göre antik çağın Sokrat’ın karısı, büyük şair Puşkin’in karışı ve Leo Tolstoy’un Sophia’sı böyle idiler!
Hitler Neydi…
Ama Eva Braun, sahne yıldızı, Ona sonuna dek sadık kaldı!

Puşkin neydi…
Ama sevgilisi Natalya Nantes’e kurnazca göz kırpmakta!
Leo Tolstoy, tanrı kadar büyük
Çıldırmış gibi Sophia’dan kaçıyor…
(V. Kotov, “Zaashchishchaysya, Liubovj!” (Moskova, 1969, s. 55-56)

Tek kelimeyle, Rus yayılmacılığının şoven askerinin zaferine abartılmış kişilerle methiyelerin düzüldüğü bu revizyonist Sovyet edebiyatının yanı sıra, canilerin, onların “sadık” karılarının ve “her şeye muktedir aşk” maskesi altında fahişelerin övüldüğü başka bir edebiyat yeşermekte.
Militan ve saf sanatımız, bütün gücü ve güzelliğiyle bu saldırgan, yoz burjuva ve revizyonist modernizmin karşıtını oluşturur. 7. Kongre’de ortaya konan ve tahlil edilen sorun ve konular daha keskin bir sınıf tavrıyla ele alınırsa bu karşıtlık daha da militanlaşır. Bu konu ve sorun dizisinin mümkün olan en bütünlüklü bir şekilde ele alınışı edebiyat ve sanatımızın yaratıcı ufkunu daraltmaz; tersine onu derinleştirip genişletir, çünkü o, sonsuz çeşitte konu ve biçimi yaratan görüş zenginliğine sahiptir. Bu geniş ufuk içerisinde, her yazar ve sanatçı, yaratıcı kişiliğinin yeşermesi ve sanatsal ifadenin bütün araçlarının kullanılması için sınırsız bir alan elde eder.
Üçüncüsü, proleter partizanlığın sınıf mücadelesinin gelişmesi şartlarında güçlendirilmesi edebiyat ve sanatın sanatsal düzeyinin sürekli yükseltilmesini gerektirir. Proleter partizanlık bütün sanatsal yansıma araçlarının yetenekli bir gelişmesi olmadan, sanatsal biçimde sürekli bir evrim meydana gelmeden; başarılamaz. Ancak sağlam içerikli ve zarif bir sanatsal biçimi olan bir sanat, sınıf mücadelesinde işçi sınıfının elinde güçlü bir silah olabilir. Sağlam bir içeriğin mükemmel sanatsal bir biçimde özümlenmesine ulaşmak için mücadele etmeliyiz. Enver Hoca Yoldaş bu konuda şöyle diyor: “Ve böyle bir içeriğin yeni biçimlerin aranmasına ve bulunmasına yol açması kaçınılmazdır” Parti bize bir yandan sanata proletaryanın genel davasının bir parçası olarak bakmayı, örneğin onu ideoloji, siyaset, sosyoloji, ahlak ve toplumsal bilincin diğer biçimlerinden ayırmayı, öte yandan da ona, yaratıcı düşünce ve hayal gücünün inisiyatifini teşvik eden, gerçeğin kendine özgür araçlarla, kendine has çeşitli biçimler ile yansıtılması olarak bakmayı öğretmiştir. Lenin, şunu salık veriyor: “Bütün bunlar tartışma götürmez, ama bu sadece proletarya partisinin çalışmasının edebi kısmının, proletarya partisinin çalışmasının diğer kısımlarıyla aynı kalıba konmayacağını kanıtlar. “
Yaratıcı edebi ve sanatsal çalışmamızın sanatsal düzeyinin yükseldiği doğrudur ve yazarların ve sanatçıların sanatın bütün biçimlerini oluşturma ve anlatımın yeni araçlarını bulma çabaları yoğunlaşmıştır.
Bununla beraber, bazen proleter partizanlığın, ona günlük bir ajitasyon havası veren dar bir kavranışına bayağılık ve yaşamdan alınan materyallerin kalıpçı bir şekilde ele alınışı gözlemlenmektedir. Çocuk edebiyatı ve yayınlanmış bazı şiirlerde konu ve sorunların boş, tantanalı bir ifade tarzı ile ele alınışlarının örnekleri bulunmaktadır. Bazen şiirlerde muğlâk ve anlaşılmaz tipler bulunmaktadır ki, bu, Parti MK’sının 4. Genel Toplantısını takiben eleştirilmiş bir olgudur.
Proleter partizanlığın güçlendirilmesinden söz ettiğimizde, daha yüksek bir sanatsal düzeyi yükseltmek, proleter partizanlık sorununun geniş bir kavranışına ulaşılması, sanatın halkın hizmetine daha etkin olarak konulması ve onun daha da demokratikleştirilmesi anlamına gelir. Eski ve yeni, tutucu ve liberal, kalıpçı ve modernci yabancı belirtiler, sanatsal biçim alanındaki sınıf mücadelesinin anlatımlarıdır.
En bütünlüklü bir şekilde Parti MK’sının 4. Genel Toplantısı öncesinde beliren yabancı etkiler, başta “biçim arayışı” düşüncesi altında kamufle edilmişti. Gerçekte onlar proleter partizanlığı çarpıtmayı ve sanatımızın sınıfsal tutumunu değiştirmeyi amaçlamışlardı. Şiirin lirik kahramanlığının geçirdiği bütün bu metamorfoz, örneğin: “Ben bir Hint inciriyim”, “bir “kabuk”, bir “fosil” ve daha neler neler, sanatı yabancılaşırdı ve eylemin sınıf ruhunu ortadan kaldırarak onu günün temel sorunlarından kopardı. Bu yüzden, biçimi, bugün burjuva ve revizyonist edebiyat ve sanatta moda olan modernci çarpıtmalardan koruma görevi bugün de mevcuttur. Biçim, biçime ilişkin baskıdan, yabancı yaratıcı akım ve pratiklerden her zaman daha kolay zedelenebilir.
Biçim alanındaki arayış, bugünkü revizyonist Sovyet eleştirisinde moda olmuştur. Ünlü revizyonist Sovyet eleştirmeni G. Kunitsyn “Edebiyatta Sınıf Ruhu” (“Znanıya 1968, No:2 s. 217) adlı makalesinde şöyle yazıyor: “Sanatta düşmanımız doğal olarak ne Kalka, ne de onun sanat akımına yakın olan herhangi biri değildir. En başta Kafka’nın tersine, genel yalanı onaylarken gereği ayrıntılarda korumaya çalışan sahte gerçekçiliğin ve doğalcılığın çeşitli biçimleridir.”
Revizyonist eleştirmenin ne Kafka’dan ne de modernizmden rahatsızlık duymadığı açıktır. Bütün bunlar onun için kabul edilebilir şeylerdir. Onu asıl endişelendiren “doğalcılık” dediği gerçekçi sanattır. F. Paçrami de, kendi anladığı şekliyle, tutuculuktan, doğalcılıktan ve kalıpçılıktan endişe duymaktayken liberalizm onun için bir sorun teşkil etmiyordu.
Bu yüzden, büyük burjuva-revizyonist ideolojik baskıyı karşılamamızın ve sanatımızı saldırı durumunda tutmamız için yazarlarımız, sanatçılarımız, bilim adamlarımız ve eleştirmenlerimizin saflarında devrimci dünya görüşünün oluşturulması için mücadelenin yükseltilmesi zorunludur.
Albany Today dergisinden çevrilmiştir (Devam edecek)

Aralık 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑