Üniversitelerde Sivil Faşist Ve Dinci Gerici Saldırılar

Üniversitelerde sivil faşist, dinci gerici örgütlenmeler uzun bir süreden beri varlığını ve örgütlenmesini sürdürmekteydi. Bu gruplar öğrenci derneklerinin örgütlenmeye başladığı 1985’lerden itibaren zaman zaman öğrenci derneklerine ve devrimci öğrencilere saldırılarda bulundular. Yurtlarda Ramazan ayında oruç tutmadığı gerekçesiyle yemekhanede öğrencilere yapılan saldırılar, Van’da Mehmet Şirin Tekin adlı öğrencinin oruç tutmadığı için öldürülmesi, 1 Aralık BYYO saldırısı bunlardan bazıları… Dinci gerici ve sivil faşistlerin kendi varlıklarını kabul ettirmeye yönelik bu girişimleri devrimci ve komünist öğrencilerin şiddetli karşı koyuşları ile geri püskürtülmüş, bu karşı koyuş onlara saldırılarını sürekli hale getirme imkânı vermemişti. Bu yıl ise sivil faşist ve dinci gerici örgütlemeler kendini “Müslüman Gençlik” olarak ifade eden bir platformda birleşerek saldırıya geçtiler.
Saldırıların ilki 4 Aralıkta Marmara Üniversitesi Göztepe Kampusu’nda başladı. Müslüman gençlik, okulun birçok yerinde “Filistin intifadası” ile ilgili afişler ve dövizler asarken bunların bir kısmını öğrenci derneğine ait panoya da astı. Derneğin yazılarının indirilip bu afişlerin asılması üzerine devrimci öğrenciler kararlı bir şekilde tavır alıp bu yazıların indirilmesini sağladılar. Dinci gericilerin bu tavrının tamamen taktiksel olduğu açıktı. Bu olayın ardından bir dizi okulda öğrenci derneklerinin ve devrimci grupların bildirilerine ve afişlerine yapılan saldırılar ile birlikte saldırılar gelişti. Öğrenci derneklerinin ve devrimci komünist gençlik örgütlenmelerinin uzun bir mücadele sonucu aldıkları mevzilere karşı girişilen bu saldırılar burjuva basınının göstermeye çalıştığı bir duvar çatışmasının ötesinde, sivil faşist ve dinci gerici örgütlenmelerin üniversitelerde egemenlik kurma, diktatörlüğün ise bu grupları kullanarak “sağ, sol” çatışması bahanesiyle polisin üniversitelerdeki varlığını meşrulaştırma, gençliğin özerk-demokratik üniversite mücadelesini engelleme çabasının bir sonucudur.
Sivil faşist ve dinci-gerici örgütlenmelerin bu saldırıları, devrimci ve komünist öğrencilerin önceki yıllara göre kitleler ile bağlarının en zayıf olduğu ve üniversitelerde öğrenci derneklerinin etkilerinin azaldığı bir dönemde yoğunlaştı. Bu nedenle sivil, faşist ve dinci gerici yapılar kendileri açısından hâkimiyetlerini sağlayacakları elverişli bir ortam bulduklarını hesaplayarak saldırıya geçtiler. Gericiler bu dönemde yaptıkları bir saldırıyla devrimci öğrencilerin faaliyetlerini engelleyebileceklerini ve bu ortamda kendi hâkimiyetlerini sağlayabileceklerini hesap ettiler. Dikkat edilirse saldırıların başlamasından sonra öğrenci derneklerinin ve devrimci, komünist gençlik örgütlerinin bu konu ile ilgili çıkardıkları bildirilerin de geçen “gerici” “sivil faşist” gibi siyasi terimlere müdahale edilerek bu terimlerin kullanılmamasını söyleyerek, fiili engellemelerde bulunmuşlardır. Devrimci ajitasyon-propagandaya yapılan bu saldın çok ciddi bir saldırının göstergesidir. Devrimci siyasal ajitasyon propagandaya yapılan bir saldırı kimden gelirse gelsin bugüne kadar kırılmıştır ve bundan sonra da kırılacaktır.
Gençliğin gerici ve sivil faşist saldırılara karşı izleyeceği çizgide gözden kaçırılmaması gereken yanlar vardır. Bu mücadele dinci, gerici saldırıları geniş öğrenci yığınları önünde de teşhir etmeyi ve geniş gençlik yığınlarını bu saldırılara karşı birleştirmeyi hedeflemelidir. Bugün öğrenci demeklerinin ve devrimci gençlik örgütlerinin geniş öğrenci yığınlarından kopukluğuna bağlı olarak, çatışmalar sağ-sol arasındaki bir çatışma olarak yansımakta, burjuva basını ise bu saldırıları bir “duvar” kavgası olarak yansıtarak bunu körüklemektedir. Sıradan öğrenciye göre, “birileri kendi cihat’ı ve Devrim’i” için üniversitelerde egemenlik kurma savaşı vermektedir. Bu devrimci ve komünist öğrenciler açısından yıkılması gereken bir görüntüdür.
Devrimci öğrenciler, bu saldırıların sadece ilerici devrimci öğrencilere yönelik olmadığını, dinci gericilerin etkinlik sağlamaları durumunda, kendi yaşam tarzlarını kabul ettirebilmek için sıradan öğlenciye de baskı uygulamaktan kaçınmayacaklarını anlatmalıdırlar. Gericilerin bugüne dek hiçbir öğrenci talebiyle ilgilenmediklerini, devletin üniversitelerdeki politikalarına karşı çıkmadıklarını ve onların üniversite gençliğinin taleplerinin karşısında yer aldıklarını açıklamak gerekiyor. Dinci-gericiler etkili oldukları takdirde, bütün öğrenci kitlesine karşı onların giyiminden, düşünce ve hareketlerine kız-erkek ilişkilerine kadar bir dizi sosyal-kültürel yaşama müdahale edeceklerinin kavratılması gerekiyor. Komünist ve devrimci öğrenciler geniş öğrenci kesimlerini yakından ilgilendiren buna benzer talepleriyle birlikle gençliğin YÖK’e ve devlete karşı ileri sürdüğü taleplerine sahip çıkarak geniş yığınları sivil faşizme ve dinsel gericiliğe karşı harekete geçirme başarısını gösterebilir.
Bu noktada dinci gericilere karşı yoğun bir propaganda faaliyeti devrimci öğrencilerin sürekli gündeminde olacaktır. Saldırıların dinci bir görünümde olması bu ideolojinin “anti-emperyalizm” (İslam’ın anti-emperyalist niteliği konusunda bu sayımızdaki Cezayir’de “İslami Devrim” ve Türkiye yazısına bakılmalıdır.), “anti-batıcılık” hatta zaman zaman faşizme karşı oldukları iddiası gibi demagojilere karşı, geniş öğrenci yığınlarım aydınlatma görevini devrimci öğrenciler yerine getirmelidir. Birçok yerde bu gerici, sivil faşist grupların polisle işbirliği içersinde olmaları, üniversitelerin dışında ise dinsel toplulukların devletin çeşitli kademeleri ye onun bürokratik militer kurumları ile iç içeliğinden dünyadaki benzer örnekler ile bu teşhir faaliyeti zenginleştirilebilir. Dinsel gericiliğin bu yönünün dışında, onun ideolojisinin akıl dışılığı bilimsel veriler ile güçlendirilmeli ve gerçek anlamda laikliğin, dinin devletten ilgisiz olması gerektiği “dinsel toplulukların, yönetimsel otoriteler ile hiçbir bağlantısının olmaması başka bir deyişle dinin kişinin özel bir işi olduğu vurgulanmalıdır. Laisizmin ve diyalektik materyalizmin savunulması, devrimci ve komünist öğrencilerin propagandalarında önemli bir yer edinmelidir.
Ülkemizde dinsel gericilik her türlü ileri adımın engelleyicisi ve onun karşısına dikilen bir güç olmuştur. Bugünlerde, Kürt halkının mücadelesine karşı tezgâhlanmaya çalışılan Hizbullah ve benzeri adlarla yapılan bombalama eylemleri böylesine bir çabanın ürünüdür. Yıllardır faşist bir diktatörlük tarafından yönetilen, her türlü ataerkil, feodal, gerici ilişki ve alışkanlıkların sürdüğü, dinsel ideolojinin toplumsal yaşamda büyük yer tuttuğu ülkemizde gerici-faşist dinsel bir hareket yaratmanın koşulları diktatörlük açısından vardır. Bu yüzden, devlet tarafından desteklenen, Türk-İslam sentezi gibi teorilerin yaygınlaştırılmak istendiği, bunda belirli aşamalar kaydedildiği bir dönemde bütün dinsel toplulukların dağıtılması, dinin sadece birey ile inandığı tanrı arasında bir ilişki olduğu, dinin insan aklına aykırı, insanın doğa karşısındaki aczinden kaynaklanan bir inanç olduğu ve dinsel ideolojinin kaynaklandığı ve desteklendiği, tekelci burjuvazi, toprak ağalığı düzeninin dayanakları olan, ataerkil, militarist, bürokratik kurumlar feodal, yan-feodal ilişkiler ve düşünceler ve en sonunda bütün yapının dayanağı emperyalist güçlerin ülkedeki varlığına son verilmeden gerçek bir laikliğin olamayacağı yinelenmelidir.
Dinci ve gerici ve sivil faşist saldırılar devrimci ve komünist öğrencilerin sert tepkisi ile göründüğü kadarı ile durmuş görünüyor. Ancak bu saldırıların önümüzdeki günlerde, diktatörlüğün ve dinsel gericiliğin uygun bulduğu bir anda tekrar başlayacağı kesindir. Bu yüzden dinsel gericiliğe ve sivil faşizme karşı doğru bir mücadele çizgisinin izlenmesi gerekiyor. Burada 80 öncesi anti-faşist mücadelede düşülen hatalardan kaçınılmalıdır. Diktatörlük dinsel gericiliği gençlik hareketine karşı kullanarak kemikleştirme ve mücadeleyi buraya yönelterek devrimci öğrencileri geniş öğrenci yığınlarından yalıtmak istemektedir. Devrimci öğrenciler mücadelenin özerk demokratik üniversite özgürlük, demokrasi sosyalizm mücadelesi olduğunu unutmamalı geniş öğrenci yığınlarını bu temekle birleştirmeyi amaçlamalıdırlar. Faşizme karşı mücadelenin sadece sivil faşizme karşı mücadele olarak algılanmaması gerektiği kavranılmalıdır. Bu yüzden düellocu mantıkla davranılarak “anti-faşist mücadele komitelerinin örgütlenmesi” ve bunların tek tek faşistlere karşı mücadele edecek organlar olmaları gibi yanlış eğilimlerden kaçınılmalıdır.
Sivil faşist ve dinci-gericilerin, devrimcilerin ajitasyon propagandasına, örgütlenmesine ve devrimci değerlerine bir saldırısı durumunda öğrenci gençliğin en geniş ve ileri kesimleri bir araya getirecek ve örgütleyecek bir mücadele hattına gereksinim vardır. Böylesi durumlarda devrimcilerin ve komünistlerin bir araya gelmeleri ve ortak platformlar yaratmaları doğal ve gereklidir. Ancak bu platformlar diğer mücadele yöntemlerini ve örgütlenmeleri geriye itecek ve mücadeleyi asıl hedefinden saptıracak geniş kitleler içinde çalışmayı gözden kaçırıcı dar örgütlenmeler olmamalıdır.
Bu mücadele sürecinde görülen bir başka olumsuzluk da bu saldırıların çok yönlü, işçi sınıfı ve Kürt halkının mücadelesine karşı şimdiden üniversiteler dışında da ilk izleri görülebilen bir saldırının başlangıcı olduğunun görülememesidir. Bir çok yerde erken bir çatışmaya girmemek kaygısıyla devrimci ajitasyon ve propagandaya, örgütlenmelere yapılan saldırılar karşısında bazı devrimci gençlik örgütleri kararsızlık göstermiş veya katılmamıştır. Özellikle Kürt ulusal harekelinden öğrenciler dinci-gerici ve sivil faşistlerin güçlendikleri ve devrimcilere geri adım attırdıkları anda saldırılarını Kürt gençliğine de yönelteceklerini göremiyorlar. Birçok okulda Kürt ulusal hareketinden öğrenciler saldırılar karşısında tavır almamış, ya da kayıtsız kalmışlardır
Devrimci-demokrasi güçlerine karşı diktatörlük ve sivil faşizm ve dinci gericilik tarafından yapılan her türlü saldırı tüm devrimcilerin ortak sorunu olmalıdır. Böylesi dönemlerde yaratılacak birliktelikler enternasyonalist dayanışmayı ve ruhu güçlendirir.
Devrimci ve komünist öğrenciler emperyalizm ve diktatörlük tarafından desteklenen sivil faşist ve dinci-gerici saldırılara karşı geniş öğrenci yığınlarım birleştirici ve çok yönlü bir mücadeleyi yükseltmelidirler. Bu mücadeleyi işçi sınıfının ve emekçilerin sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelesinin, devrim ve sosyalizm mücadelesinin bir parçası olduğu perspektifiyle yürütmeliyiz.

Şubat 1992

112. Doğum Yıldönümünde Stalin’in Anısına

Bu yazı, 22 Aralık 1991 günü Stalin’in 112. doğum yıldönümü nedeniyle Londra’da düzenlenen bir toplantıda Iraklı Marksist Kamal Majid’in yaptığı konuşmanın Türkçe metnidir. Toplantıya TDKP, Peru Komünist Partisi taraftarları ile Hindistanlı ve İngiliz Marksistlerden oluşan 250 kişi katıldı.

Yoldaşlar,
Yoldaş Stalin’in doğum günü vesilesi ile sizlere özet bir biyografisini vermek uygundur. Stalin, daha 19 yaşındayken Marksizm’den etkilendi ve üç yıl sonra 1901’de Sosyal Demokrat Parti’ye katıldı ve Gürcistan’daki Tbilisi’de partinin yerel parti komitesinin üyesi oldu. Çok geçmeden yakalanması için emir çıkarıldı; ama o, yeraltına çekildi. 1902’de Batum’da yakalandı ve 1 yıl hapishanede kaldı. Bu sırada tüm Kafkasya için partinin Yürütme Komitesi’ne seçildi.
Stalin Sibirya’ya sürüldü ama kaçarak yeniden Tiflis’e döndü. Partide Bolşeviklerle Menşevikler arasında hizipleşme başladığı zaman o, Kafkasya’daki bütün parti üyelerini Bolşevikler tarafına kazanmayı başardı. Bu nedenle Lenin O’nu “mucize yaratan Gürcü” olarak tanımladı. Daha sonra O, petrol işçilerini örgütlemek için Azerbaycan’daki Bakû’ye gitti ve orada devrimin taktikleri ve stratejisi üzerine birçok makale yazdı. Bu bağlamda Lenin ona şunları yazdı: “Bu, gerçek devrimci taktiklerin harikulade bir örneğidir. Onun başarısı için bir devrimci lider bir çivi kadar sert olmalıdır”.
Yoldaşları onu, Gürcücede çivi anlamına gelen KOBA adıyla çağırmaya karar verdiler.
1905 devriminde Stalin, pek çok grev organize etti, hükümetin finans merkezlerine ve iletişim (haberleşme) yollarına saldırıda uzmanlaştı. Bu aşamada silahlı mücadelenin önemini fark etti ve işçilerin bir mitinginde şöyle dedi: “Başarılı bir devrim için üç şeye ihtiyacımız var: Birinci olarak silahlara ihtiyacımız var; ikinci olarak, silahlara ihtiyacımız var; ve üçüncü olarak silahlara ve daha çok silahlara ihtiyacımız var”. Bu arada 1905’de Stalin ilk kez Lenin’le Finlandiya’daki parti konferansında tanıştı. Lenin ona “çelik adam” anlamına gelen Stalin adını burada verdi.
1912’de Stalin Merkez Komite’ye seçildi ve 1913’dc beşinci kez olarak sürgün edildi. Ama bu kez Kutup Dairesi yakınındaki Yenesei’ye. Orada zamanını politik makaleler ve özellikle ilgilendiği milli mesele üzerine tezler yazarak değerlendirdi. -Burada yazdığı Milli Mesele üzerine tezleri- Lenin tarafından partinin konuya ilişkin resmi politikası haline getirildi.
Ocak 1917’de Stalin kaçarak Moskova’ya gitti; devrime katıldı. Lenin’in yokluğunda O, 6. parti kongresini organize etti. Aynı zamanda Pravda’nın editörlüğünü yaptı ve halkı devrime taşıyan birçok cesur makaleler yazdı. Devrim başarıldığı zaman Milliyetler Komiseri oldu ve böylece O, gerçekte her bir cumhuriyetin sınırlarının belirlenmesi ve çeşitli milliyetlerin yoldaşçasına birlikte çalışmaya cesaretlendirilmesinde Sovyetler Birliği’nin mimarı oldu. 1918’de emperyalistler Sovyetler Birliği’ne saldırdılar. Ülkenin beşte dördünü işgal ettiler. Stalin, Traritsin, Leningrad ve Lamber gibi önemli yerleri savunmak için birçok savaşı yönetti ve son savaş kazanılıncaya kadar Sovyet ordularını yönetmeye devam etti.
1921’de Stalin, kızıl orduyu, kendi memleketi olan Gürcistan’ı kurtarmak için yönetti -Böylece-Gürcistan, o zaman Sovyetler Birliğinin bağımsız bir cumhuriyeti oldu. Ondan sonra 1922 Mart’ında Lenin’in de hazır bulunduğu koşullarda Bolşevik Partisi Genel Sekreterliği’ne seçildi.
Lenin 1924 Ocak ayında öldüğü zaman Sovyetler Birliği, gerilemekte olan, açlığın hüküm sürdüğü bir ülkeydi. Gerilemeyi yenmek, ülkeyi değiştirmek, sanayi güçlerini ilerletmek, ağır sanayiyi nükleer enerji ve kıtalararası füzeleri kurmak, Stalin’in yaşamı boyunca kazandığı en önemli zaferler oldu. Daha 1933 Ocağında Stalin Parti Merkez Komitesi’ne verdiği raporda; şu tarım ekonomisiyle gerileyen Rusya şimdi dünyanın ikinci büyük endüstriyel gücü haline geldi ve 1936’da Sovyetler Birliği tahıl ve diğer yiyecek maddeleri ihraç etmeye başladı. Karşılaştıracak olursak 1991’deki Gorbaçov’un başarısı, bir zamanların büyük Sovyet halkını emperyalist merhametin dilenciliğine dönüştürecekti.
İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in orduları Moskova ve Leningrad’ın varoşlarına kadar bütün Sovyetler Birliği’nin batısını işgal etmişti bu koşullarda 20 milyon şehit vermiş olmasına karşın, Sovyetler Birliği’ni süper bir güç haline getiren Stalin’dir. Sovyet ordularının başkomutanı olarak Stalin, Sovyet halkının birleştirilmesinde ve işgalci Nazilerin kovulmasında, sadece Sovyetler Birliği’nin değil ama Berlin’e kadar tüm Doğu Avrupa’nın kurtuluşunda belirleyici bir rol oynadı.
Stalin Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki ulusların komünist partilerini inşa etmelerine yardımcı olmada anlamlı bir rol oynadı. Lenin’in ölümünden sonraki bir konuşmasında Stalin, “Ölümünden sonra yayınlanan eserleriyle yoldaş Lenin bizleri komünist enternasyonalin prensiplerine sadık kalmamız için görevlendirdi. Size yemin ederiz Yoldaş Lenin. Komünist Enternasyonali kuvvetlendirmek, bütün dünyanın işçilerini kapsayacak şekilde yaygınlaştırmak için yaşamımızı feda edeceğiz”. Ve gerçekten de O -Stalin- bu partileri emperyalizme karşı birleştirmeyi başardı. Pyongyang, Pekin, Moskova, Prag, Tiran, Roma, Paris’ten Şili’deki Santiago’ya kadar, güçleri birleştirerek komünist hareketi dev boyutlara ulaştırdı. Stalin, Ulusal Kurtuluş mücadelelerine Kore’de, Çin’de, Burma’da, Malaya’da, Filipinler’de, Endenozya’da, Vietnam’da, Yunanistan’da, İspanya’da ve tüm doğu Avrupa’da silah, para ve uzmanlar göndererek yardım etti.
Bu nedenle toplumumuzu Stalin toplumu olarak adlandırdık. Çünkü Stalin, sadece Sovyetler Birliği’nin lideri değil aynı zamanda dünyanın bütün ezilen halklarının lideridir.
5 Mart 1953’de ölümüne kadar Stalin, emperyalizmi yıkmak ve yeryüzünden silmek hedefine dünya halklarını yönlendirmeye devam etti. Emperyalistlerin Stalin adından bu kadar çok nefret etmelerinin nedeni budur. Onlar, -Stalin’in- patolojik olarak ölümünün üzerinden 38 yıl geçmesine karşın ondan nefret etmekteler; çünkü emperyalistler, Stalin’in yazılarının öğrencilerinin kapitalizmin yıkılması ve insanın insan tarafından sömürülmesinin sona erdirilmesi için emperyalizme karşı mücadelelerinde yaşamaya devam edeceğini anladılar.
Emperyalistler Stalin’e saldırmaktadırlar; çünkü onlar komünizmden korkmaktadırlar. Suçlarını gizlemek için Stalin’e saldırmaktalar. Birleşik devletlerin son 200 yıllık tarihinde diğer ülkelerle ilişkilerinde 5 tanesi son 3 yıl içinde olmak üzere 379 kere askeri müdahalede bulunduğunu unutmayalım. Emperyalistler Kore’de 3 milyon kişiyi, Vietnam’da 2,5 milyon kişiyi ve bu yıl (1991) Saddam Hüseyin’in izniyle Amerikan saldırganları Irak’ta 250 bin Iraklıyı katlettiler. Emperyalistler, bu kanlı miraslarını gizlemek için Stalin’e saldırmaktadırlar.
Ve Kuruşçev’in suçlarını unutmayalım. Kruşçev, Stalin’in uluslararası komünist hareketin şükran duyulan lideri olduğunu anladı ve bu hareketi devirmek için Stalin’e saldırdı. Brejnev kendi döneminde Sovyetler Birliği’ni bir ölüm tüccarına dönüştürdü. Endonezya’nın Suhartosu, İran Şahı ve Irak’ın Saddam Hüseyin’i gibi despotlara silah satarak milyarlarca dolar kazandı. Gorbaçov, perestroyka bahanesiyle Sovyet halkından binlercesini öldürdü. Tacikistan’daki Dooshamba’da 400, Özbekistan’da 400, Kazakistan’daki Novi Uzum’da 250 kişi… 1989 Nisan’ında Gorbaçov’un ordusu, Gürcistan’da zehirli gaz kullandı, 22 protestocu öldürüldü. Yani Gorbaçov, kendi halkına karşı zehirli gaz kullanan, Saddam Hüseyin’den uzakta yaşayan diğer insandır. İki yıl önce 1990 Ocak’ında onun ordusu Azerbaycan’da 3700 kişiyi öldürdü. Fakat emperyalistler Gorbaçov’u asla suç işlemekle itham etmediler. Çünkü Gorbaçov Sovyetler Birliği’nin yıkılarak emperyalizm rüyasının gerçekleştirilmesi noktasındaydı.
Şimdi bile hala Kruşçev”le Brejnev’i savunanlar var. Gerçekte onlar kendi geçmişlerini savunuyorlar. Çünkü onlar Stalin’e Çin’e ve Arnavutluk’a çok saldırmışlardı. Onlar kendi yanlışlarını gizlemeye çalışıyorlar. Hatla onlar, Sovyetler Birliği’ni yıkarak kendilerini yerle bir eden Gorbaçov’u bile savundular.
Revizyonistlerin ve onların iflaslarının teşhiri ile dünyadaki halklar yeniden Stalin’in bayrağı altında toplanmaktadır. Yoldaş Stalin’in doğum gününü kutlamak için bugün, bu salonda sizlerin oluşturduğu bu kadar çok sayıda kalabalığın toplanmasının nedeni budur.
-YAŞASIN JOSEPH STALİN’İN ANISI!

Şubat 1992

KİTAP: İşçi Sınıfı Mücadelesi Ve Toplu Sözleşme

(İşçi Sınıfı Mücadelesi ve Toplu Sözleşme, Güncel sorunlar dizisi–1, Evrensel Basım Yayın, Aralık 1991, İstanbul)

Yeni bir Toplu İş Sözleşmesi dönemi (TİS) başlarken yayınlanan işçi Sınıfı Mücadelesi ve Toplu Sözleşme adlı kitap, zaten hiç bir zaman gündemden çıkmayan ama özellikle kamu sektöründeki bir çok sözleşmenin eşiğinden içeri girilirken daha da güncelleşen bir ihtiyaca cevap veriyor. TİS’in işçi sınıfı mücadelesi içindeki yeri ve öneminin doğru bir temelde ele alınması ve onlarca yıldır kastlaşmış sendika bürokrasisinin kanıksattığı yanlış anlayışın kırılması böyle bir kitabı ihtiyaç haline getirmiştir.
TİS denince yaygın olarak akla gelen, iki yılda bir işveren temsilcileri ile sendikacıların, sınıfın dışında binaya gelerek işçi ücretlerine bir miktar zam yapılması akla gelir. İki sözleşme arasında enflasyon karşısında aşınan ücretler in alım gücü yeni koşullara göre belirlenir. Birçok işkolunda, işçiler, sonuçtan anlaşma imzalanıp, ücret bordroları eline tutuşturulduğunda ancak haberdar olurlar. Bu sözleşmenin belirgin özellikleri, işçilerin dışında yaşanan bir süreç olması, işçi sınıfının bütünsel sorunlarını kapsamayıp bir “ücret pazarlığı” olarak kalması, işçiden çok işverene yakın sendikacılarca, patronların çizdiği sınırlar içinde bir danışıklı dövüş olmasıdır.
Ayrıca metinlerin işçilerin anlayamayacağı bir dilden yazılması, bu sözleşmeyi ancak “uzman kişilerin”, profesyonel sendikacıların yapacağı sanısını güçlendirmekte, işçileri bu surecin tümüyle dışına itmektedir.
TİS’in işçi sınıfı mücadelesi içindeki yerini ve önemini kavrayabilmek için, TİS’in tarafları olan patron ve işçilerin karşılıklı konumlanışına göz atmak gerekir.
Kapitalizm, içinde yaşayarak havasını soluduğumuz bu sistem, doğal bir şekilde, sosyalist bilinçle yıkılmadıkça her alanda kendi gerçeğini bilinç olarak bütün herkesin kafasına yerleştirir. Buna göre de, sermaye yatıran patron, yatırılan sermayenin karşılığı olarak kar elde eder. Aynı sürece katılan işçinin de “emeğinin karşılığı” verilir Üretim sürecinde herkes yatırdığının karşılığını alır, işçi işgücünü katmıştır, bunun karşılığı olan ücretini alır. Patron sermaye yatırmıştır, karşılığında kar eder. Burjuvazinin dayattığı bu gerçeği kabullenen burjuva sendikacılar da toplu sözleşmelerde patronla “emeğin karşılığı” olduğu söylenen ücretin miktarını tartışırlar. Patronun önerdiği rakam karşısında işçinin emeğinin gerçek karşılığının daha “yüksek bir rakam olduğunu iddia ederler, yüksek bağlanan bir sözleşme ile “emeğin karşılığını” aldıklarını ilan ederler.
Bu kapitalizmin dayattığı gerçek, yarattığı bilinçtir. Gerçekte, Patronun sermayesi üretim için zorunludur ama değer yaratma özelliği yoktur. Üretim sürecinde değer yaratan tek şey, özel türde bir meta yaratan emek gücüdür. Üretim sürecinin sonucunda yapılan şey, üretim sürecine katılan tarafların paylarına düşeni alması değil, lam tersine işçinin yarattığı değerin, işgücünün fiyatı olan ücret çıktıktan sonra, patrona kalmasıdır. Bunun için TİS’in konusu olan pazarlık emeğin karşılığının ne olacağı konusunda bir pazarlıkmış gibi görünmesine rağmen gerçekte, işgücünün fiyatının ne olacağı konusunda bir pazarlıktır. Arlık-değer ve kar, kapitalizmin onsuz edemeyeceği bir unsur olduğuna göre kapitalizm şartlarında “emeğin tam karşılığı” gibi laflar bir safsatadan öte bir anlam taşımaz.
Bu anlatılanlardan bir işçinin çıkarması gereken sonuç, işçilerin emeklerinin tam karşılığını TİS’lerle alamayacağıdır. Bu, ancak, sermaye egemenliğinin onu temsil eden siyasal üst yapıyla birlikte ortadan kaldırılmasıdır. İşçi sınıfı, işgücünün sömürülmesini TİS’lerle değil, ancak ücretli kölelik sistemine son vererek ortadan kaldırabilir. Bu mücadelenin hedefi sosyalizmdir, sosyalizm hedefti bu mücadele de siyasal sınıf mücadelesidir.
İşçi sınıfının sömürüden kurtuluş mücadelesi, bir ücret pazarlığı ve TİS mücadelesi değil, sömürünün kaynağı olan kapitalist düzeni ortadan kaldırma mücadelesidir. Marksist literatürde bu mücadeleye siyasi mücadele denir ki, bu mücadele işçi sınıfının en keskin ve temel mücadelesidir.
Bu sebeplerden dolayı, işçi sınıfının mücadelesi, ekonomik mücadeleye ve onun bir biçimi olan TİS mücadelesine indirgenemez, işçilerin ufku, TİS’in dar ufuklarını aşmalı, sosyalizmi kapsamalıdır. Bunun için işçi sınıfının gerçek mücadele örgütleri olan sınıf sendikaları, TİS’i bir ücret pazarlığı olarak değil, bunu da kapsayan ve bütün alanlarda şiddetle yaşanan büyük tarihsel çatışma olan sınıf mücadelesinin bir parçası olarak görürler. Bu bakışla ele alındığında, TİS gerçek işlevine kavuşabilir. Bu anlatılanlardan TİS’in öneminin küçümsendiği sanılmasın. TİS, bir yandan işçilerin yaşamında bir parça iyileşme sağlayabilir, bu çok önemlidir. Ve TİS, sınıfın bütününün katıldığı bir eylemdir. Bu süreç, işçilerin sermayeye karşı mücadelede eğitildikleri çok önemli bir okuldur.
Kısaca, TİS, işçi sınıfının kapitalizmden kurtuluş mücadelesinin bir parçası olmalıdır ve bu anlayışa uygun gelişmesi sağlanmalıdır. İşte Kitabın savunduğu, TİS’i değerlendirdiği perspektif budur. Kitap boyunca, üzerinde durulan ve iskelet diyebileceğimiz düşünce, TİS’in nasıl sosyalizm mücadelesi için bir okul olabileceği konusudur.
Son derece anlaşılır bir dille yazılan bu kitap, az çok aydınlanmış her işçinin okuyup diğer sınıf kardeşleriyle tartışabileceği bir özelliğe sahiptir. Gereksiz ayrıntılardan kaçınılmış, bir işçinin yorgun akşamlarında okuyabileceği bir boyuta sığdırılmıştır.
Bilinçli işçi, bu kitabı okurken, öncelikle yukarda özetlediğimiz ve kitabın da temel fikri olan perspektifi akılda tutmalıdır. Çoğunluk sendikacılarca, TİS’in basit bir ücret pazarlığı olarak görüldüğü ülkemizde, bu görüşün bakış açımıza sindirilmesi son derece önemlidir.
Kitap boyunca, “tarafların haklarını eşitçe gözettiği” iddia edilen yasaların, gerçekte patronların (yasa da bütün yurttaşların diye geçer, ama mülk sahipleri sadece patronlar olduğundan, bu “yurttaşların” patronlar olduğu açıktır) mülkiyet hakkının ve doğallıkla sömürüsünün devamım sağlayan metinler olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır.
Kitapta, her TİS sürecinde ortaya çıkan binlerce özgün durumun bütünü kapsayacak şekilde genel karakter taşıyan özellikleri ele alınmıştır, her işkolu ve işyerinin TİS sürecini açıklayacak bir kapsama sahip olması imkânsızdır. Bunun için, kitapta ifade edilen fikirler, ancak genel “bir bakış açısı ve çerçeve oluşturabilir. Bunun her TİS sürecine olduğu gibi uygulanması mümkün değildir. Bu genel bakış, her alana özgü somut programlarla tamamlanmalıdır.
Ele aldığı konular bakımından kitap kabaca iki ana bölüme ayrılabilir. “Ücretli Kölelik ve TİS”, “Sınıf Mücadelesi ve TİS”, “Ücret ve TİS” gibi alt konuların yer aldığı ilk bölüm, yukarıda özetlediğimiz, işçi sınıfının TİS’e yaklaşımı konusunda genel bilgiler vermektedir.
İkinci bölümde ise, TİS’te gündeme gelen sorunlar, ileri sürülen talepler, taleplerin önem sıralaması ele alınıp işlenmekte, bu konudaki yasal düzenlemeler anlatılmaktadır. Sendika ağalarının tutumu eleştirilerek, TİS’in tek başına bir ücret pazarlığı olmadığı, en başta işçi sağlığı ve iş güvencesi olmak üzere ücretle doğrudan ilişkili olmayan konuların TİS’lerde önemle üzerinde durulması gereken maddeler olduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü güvence altına alınmamış büksek ücret, her an geri alınabilecek, ya da işçinin atılması yoluyla tümden mahrum bırakılabilecek bir şeydir.
Kitabın önemle üzerinde durduğu bir sorun da şudur: TİS süreçlerinin çok uzadığı Türkiye’de, TİS’lerin çok kısa dönemleri kapsaması, işçileri TİS dışında başka bir şeyle uğraşamaz duruma getirmektedir. Bu da, işçileri iktisadi mücadelenin sınırlarına hapsetme olanağı hazırlamaktadır. Çünkü işçi sınıfı, ekonomik mücadelenin boğucu duvarlarının dışına bakabildiği, diğer sınıfların taleplerine sahip çıkabildiği, devletle bütün sınıfların ilişki alanı olan siyasi alana bakabildiği sürece, ancak o zaman “kendisi için sınıf” konumuna yükselebilir.
Kitabın gündeme getirdiği diğer önemli bir konu da, TİS sürecinin gerçekten bir eğitim ve mücadele dönemi olabilmesi için egemen TİS süreci prosedürünün yıkılması gereğidir. Ülkemizde TİS denince, işçilerin dışında patronla sınıftan sadece düşünceleriyle değil yaşamlarıyla da kopmuş olan bürokrat sendikacıların kapalı kapılar ardında ve çoğunlukla satışla sonuçlanan pazarlığı olarak anlaşılır. Bu durumun değiştirilmesi, TİS’in işçi sınıfı mücadelesi içindeki yerine kavuşması için zorunludur. Bu da ancak, TİS’in tüm süreçlerine işçilerin katılmasıyla mümkündür. TİS taslakları bizzat işçiler tarafından hazırlanmalı, hazırlanan taslaklar, işçilerin katıldığı toplantılarda özgürce tartışılmalıdır. Sözleşme görüşmelerine işçilerin özgür iradeleriyle seçtikleri temsilciler de sendikacıların yanı sıra katılmalıdırlar.
TİS’le yakından ilgili olan iki konu Grev ve sendikalar konulandır. Kitapta bu konular başlı başına ele alınmamış, TİS’le ilgili olduğu kadarıyla ele alınmıştır. TİS konusu, o sözleşmeyle oturum sendikadan ve TİS uyuşmazlığının sonucu olan grevlerden ayrı ele alınamaz. Fakat bu kitabın boyutları içinde ele alınamayacak olan bu konular bu konuyu ele alacak başka kitapların konularıdır ve bu konudaki boşluk da yeni kitaplarla tamamlanmalıdır.
Bu kitabı okuyan, TİS sürecine katılan bilinçli işçi ve devrimci unutmamalıdır ki, TİS mücadelesi, bakış bu süreçle sınırlı oldukça eksik bir mücadele olacaktır. TİS, daha başından patronun egemenliğini kabullenildiği, bu egemenlik çerçevesinde bir takım iyileştirilmelerin sağlanabileceği bir süreçtir. Ekonomik mücadele alanı burjuvazinin güçlü olduğu bir alandır, işçi sınıfı ancak politik mücadele alanında güçlüdür, burjuvaziyi ancak politik mücadele ile yenilgiye uğratabilir. Bu bakımdan TİS’e işçi sınıfının politik amaçları bakımından yaklaşmak, politik mücadelenin ihtiyaçlarını kolaylaştıracak şekilde ele almak, TİS’i proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenme amacına hizmet eder hale getirecektir.

Şubat 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑