Moskova Halkı Orak-Çekiç’le Yürüyor

13 Şubat 1992 tarihli gazetelerde yer alan Moskova halkının gösterisi, tüm kapitalist dünyanın yaymaya çalıştığı “özgürlük” ve “serbestlik” hayallerinin yerle bir edildiği, kapitalizmin protestosuna dönüştü.
Ekim devrimi’nin halklara ve emekçi kitlelere kazandırdığı sosyal ve siyasal kazanımların simgesi haline gelmiş olan orak-çekiçli bayraklar, Lenin ve Stalin’in posterleri, geçmişe, sosyalizme duyulan özlemin bir ifadesidir. Öyle görünüyor ki, Moskova meydanlarındaki göstericiler, kapitalizmin yozlaştırıcı ve her gün yoksullaştırıcı etkisini günlük yaşamlarının acı deneyleriyle görüp ders çıkarma pahasına sosyalizme ve sosyalizmin ideolojisine sarılıyor, yeniden örgütleniyor, iktidardaki gerici rejimlere karşı anti-kapitalist gösterilerle bu rejimlere karşı muhalefeti yükseltiyor.
Moskova gösterileri “emperyalizme karşı mücadele”, “kapitalizme karşı mücadele”, “işçi ve köylülerin, burjuvaların etkisinden kurtularak, kar peşinde koşan işletmelerin yok edilmesi” şiarlarının yükseldiği” anti-kapitalist mücadelenin yeniden gündeme geldiğini gösteriyor. Artık, revizyonizmin ve giderek tümüyle kapitalizmin etkisi altına girmiş bulunan Sovyetler Birliği’nde gericilik, gidebileceği en uç noktaya kadar gelmiş, gerçek kapitalizm tüm açıklığı ile halkın gözleri önüne serilmiş, kapitalist ilişkilerin ve hegemonyacı emperyalist sistemin insanların tümü üzerinde yarattığı olumsuzluklar yaşanmaz boyutlara varmıştır. Kapitalist sistemin çöküşü ve sosyalizmin yeniden gündeme gelmesi, gelinen süreçte Moskova halkı ve diğer doğu halklarının içlerinde toplumsal bir güce dönüşme aşamasına gelmiş, gösterilerle bunun ipuçları açıkça görünüyor.
29 Ocak tarihli Bugün gazetesinde “Orak-Çekiç Sadece Türkiye’de kaldı” başlıklı yazıda, Türkiye’li solcuların dışında hiç kimsenin “orak-çekiç”li bayrak kullanmadığı söyleniyor. Burjuva basın, genelde sosyalizmin artık çürümüş bir ideoloji olduğu şeklinde yanılsamalarını yayadursun, bizzat aynı basın Marksizm’in ve Leninizm’in ideolojisi arkasında, Lenin, Stalin posterleri taşıyarak Orak-Çekiç’li bayrak altında yürüyen on binlerce Moskova halkını da TV ve Gazetelerinde veriyor. Bu yanılsama, tüm alanlarda olduğu gibi, burjuvazinin kendi basınında da çözülmez çelişkilerinin olduğu gerçeğini başka bir biçimiyle kanıtlıyor.
BDT’nin bayraklarından sökülen ORAK-ÇEKİÇ, meydanlardaki halkların kalbinde ve düşüncelerinde yaşıyor.


SUSER İŞÇİLERİ TES –İŞ GENEL MERKEZİNİ PROTESTO EDİYOR

SUSER AŞ.’de çalışan işçiler 29 Ocak 1992 tarihinde işyerlerinde düzenledikleri bir basın toplantısı ile Tes-İş Genel Merkezi tarafından alınan şube ayırma kararını protesto ettiler.
1989 tarihinden beri üyesi oldukları Tes-İş İstanbul 4 nolu Şube’den ayrılıp, Tes-İş 2 nolu Şubeye bağlanmaları kararının anti-demokratik ve sınıfın birlik ve mücadelesini bölmeye yönelik olduğunu söylediler, işyeri temsilcileri tarafından yapılan açıklamada, kongre ve toplu iş sözleşmesi arifesinde alınan bu kararın, işçilerin seçme ve seçilme hakkının ellerinden alınmaya yönelik sarı ve uzlaşmacı sendikacılık anlayışının bir ürünü olduğu belirtildi. Yaptıkları basın açıklamasının arkasından, toplu olarak Mecidiyeköy’de bulunan Teş-İş 4 nolu şube yöneticileri ile görüşmeye giden işçilerin bu talebi, şube yöneticileri tarafından gerekçeli kararı açıklama yetkisinin Genel Merkeze ait olduğu söylenerek kabul edilmedi. Burada işyeri temsilcileri tarafından okunan gerekçeli kararın, Türk-İş’in Aralık ayı içerisinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına sunduğu, işkolları tüzüğünde yapılması istenilen değişikliğe ilişkin raporuna bağlanması işçilerin alkışlı protestosuna neden oldu.
Yapılan basın açıklamasına, SUSER işçilerine destek vermek amacıyla, demokratik kitle örgütleri ile işçi ve memur sendikalarının temsilcileri yanında İSKİ ve belediye işçileri de katıldı.


BUSH’UN YENİ YIL GEZİSİ

Amerikan emperyalizminin ve dünya gericiliğinin başı G. Bush, 1 Ocak 1992 günü Avustralya’ya geldi. Bush yeni yıl gezisine çıkmışa ve gezinin ilk durağı Avustralya idi. Avustralya yetkilileri Bush’un geliş amacını “yılbaşı tatili yapmak” olarak kamuoyuna duyurdular. Ama bu açıklama kamuoyunu hiç tatmin etmedi. Bush 500 kişilik ekibiyle adeta Avustralya’yı yeniden işgal eder gibiydi, özel uçakları, helikopterleri, otomobilleri ve bunları taşıyan kargolarıyla emperyalizmin elebaşısı, Avustralya’da üç gün kaldı. Sözde yılbaşı tatilini Avustralya’dan sonra Singapur, G. Kore ve Japonya’da sürdürdü.
Bush’un bu yeni yıl çıkartmasının amacı bir yönüyle gayet açıkta ve kamuoyu da durumu anlattı. Bush başta Avustralya olmak üzere gittiği öteki ülkelere Amerikan emperyalizminin ekonomik çıkarları, bu ülke pazarlarının ABD tekellerine sonuna kadar açılması için baskı yaptı. Her ne kadar Avustralya hükümet sözcüleri Avustralya ekonomisinin batmasında birinci dereceden sorumlu ABD’yi Bush ile görüşerek insafa getirip, kaybettikleri pazarlara yeniden girebilecekleri umudunu yaydılarsa da, sonuç hiç de öyle olmadı. Bush, basına yaptığı açıklamalarda “Kapılarınız dışarıya açın, sermaye ve mal gelsin ülkenize, böylece ekonominiz canlanabilir. Kapanırsanız siz kaybedersiniz” diyerek Avustralya yetkililerinin kulaklarını çekti.
Avustralya burjuvazisi ne de olsa İngiliz burjuvazisinin çocukları, İngiliz burjuvazisi gibi ABD’nin eteğinin altından ayrılmıyor. Bush’un ziyareti bu uşakça tavrı ortaya koydu. Avustralya kamuoyu herhalde bugüne kadar böyle debdebeli bir yabancı devlet başkanı ziyareti görmemişti. İngiliz kraliçesinin Avustralya ziyaretleri, Bush’un ziyareti yanında sıradan bir kişinin turistik gezisi sayılırdı. Üç günlük gezi açıklandığına göre 10 milyon ABD Doları’na mal oldu. Bir öyle yemeği kişi başına 1000 dolar tuttu.
Bush her şeye karşın Avustralya’dan suratı asık ve öfkeli ayrıldı. Yeni başbakan Paul Keating, eski başbakan Bob Hawke ve irili ufaklı iktidar ve muhalefet liderleri Bush’un yanında sırıtarak televizyonlara poz verseler de Bush Avustralya halkının, özellikle Melbourne halkının kendisine gösterdiği “ilgiye” iyice kızdı. Bush, Avustralya’da gittiği her yerde şiddetli protestolara maruz kaldı. Melbourne’da 2 Ocak’tan başlayarak Bush’un ayrıldığı 3 Ocak akşamına dek protesto eylemleri sürdürüldü. Üstelik 3 Ocak günü öğleye kadar polis Bush’un konuklandığı alana giden tüm yolları keserek protestoları zayıflatmaya çalıştı. Buna karşın 3 bin kişilik bir kitle alanı kuşattı. Polis Bush’un konaklandığı binanın etrafını barikatlarla kapattı. Barikatı yarmak isteyen protestocularla polis arasında sürekli kavga çıktı. Bush’u protesto edenler arasında çiftçiler de bulunuyordu.
Son birkaç yıl içinde Avustralya ekonomisi korkunç bir krize girdi. Ekonominin en kötü durumda olan sektörü ise tarım. Avustralya tarım ürünü sattığı tüm dış pazarları ABD’ye kaptırdı. Bu yüzden özellikle küçük üreticiler Bush’u protestolara katıldı. Bush’un gezisi kitlelerin Amerikan emperyalizmine ve katil başkanına derin nefret duyduğunu gösterdi.
M. SARI-AVUSTRALYA

DİDF’in SİYASİ TUTSAKLARA ÇAĞRISI
Sevgili devrimci tutsaklar. Almanya Devrimci İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF) son 6 aydan bu yana devrimci tutsaklarla yeteri kadar dayanışmada bulunamamanın büyük rahatsızlığını duymaktadır. Özellikle Anti-Terör Yasası’nın yürürlüğe girmesinden bu yana bazı cezaevleriyle ilişkimiz koptu, bazılarıyla oldukça sistemsiz ilişki sürdürmekteyiz. Oysa her gün yeni insanların tutuklandığını, işkencelere çekildiğini, onlarca yıllık ceza talebiyle yargılandıklarını, yıllarca kan ve can pahasına verilen mücadeleler sonucu elde edilen bazı hakların yok edilmeye çalışıldığını biliyoruz. Devrimci tutsakların her türlü faşist teröre karşı direndiklerini ve yeniden ölüler vermek, sakat kalmak pahasına da olsa mücadele etmekte kararlı olduklarını da duyuyoruz, biliyoruz. Devrimci tutsaklar bunu; Eskişehir tabutluklarının gündeme gelmesiyle bir kez daha gösterdiler.
Türkiye ve Kürdistan’da azgın faşist terör sürdükçe, siyasal özgürlükler olmadığı surece saldırı ve zulmün ama yanı sıra mücadele ve direnişlerin hep gündemde kalacağı, zindanların devrimci tutsaklarla dolup-taşacağı gerçeğinden hareketle bugüne kadar sürdürdüğümüz çok yönlü dayanışmayı daha da geliştirmek, kapsamını genişletmek, zindanlardaki sesi Almanya’ya ve Avrupa’ya yaymaya devam etmek kararındayız. Bu, bizim vazgeçilmez bir görevimizdir. Bunu gerçekleştirmememiz veya eksik yapmamız devrimci vicdanımızı sızlatacaktır. Ama bu görevimizin yerine getirilmesinde en başta devrimci tutsaklar, İHD’ler, devrimci-demokratlar, tutsak yakınları bize yardımcı olmalıdırlar. Aksi halde yapmak istediklerimizi gerçekleştirebilmemiz mümkün olamayacaktır.
Federasyonumuz, isteyen her devrimci tutsakla mektuplaşmak istemektedir. Cezaevlerindeki koşulları, saldırı ve mücadeleleri bilip üzerimize düşenleri yapmak istiyoruz. Cezaevlerindeki devrimci yaşamı, bunun ürünlerini (Resim, karikatür, öykü, el işleri vb.) gerektiğinde sergilerle yaymak, böylece devrimci yaratıcılığı tanıtmak istiyoruz. Bugüne kadar şu ya da bu ölçüde yapabildiğimiz maddi katkıda bulunma görevimizi geliştirerek sürdürmek istiyoruz.
Anti-terör Yasası’nın niteliğini, uygulamalarını deşifre etmek, mücadeleyi geliştirmek istiyoruz.
Bütün bunları, en iyi şekilde geliştirebilmemiz için bütün devrimci tutsakları, İHD’leri, tutsak yakınlarını ve ilgi duyan bütün kişi ve kuruluşları bizimle ilişkiye geçmeye çağırıyoruz.

Adres: DIDF (Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu)
Jagerstr. 77
4100 Duisburg 11
Tel: 0203/53289- Fax: 0203/53804


İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİNDE BOYKOT

Bir süre önce İnönü Üniversitesi’nde sorunlara duyarlı üniversite öğrencileri olarak, üniversitemizdeki polis ve jandarmanın üniversiteyi terk etmesi, kapıda sık sık yapılan kimlik ve üst aramalarına son verilmesi üniversitemizin de bulunduğu, ‘özel statülü üniversite’ ve ‘mütevelli heyeti’ uygulamalarına geçme girişimlerini, okulda verilen yemeklerin kalitesiz ve pahalı olmasını protesto eden bir yemek boykotu düzenledik. Bu arada hiçbir sebep gösterilmeksizin iki öğrenci arkadaşımız okul içinde polis tarafından keyfi olarak gözaltına alındılar. Bu durum hakkında bilgi olmak, arkadaşlarımızın bırakılması ve demokratik-akademik istemlerimizi iletmek üzere rektörlük önünde oturup, rektörle görüşmek islediğimizi bildirdik. Bu sırada bizi çembere alan jandarma komutanı belirli bir süre tanıyıp dağılmamızı isledi. Fakat bu süre dahi dolmadan, jandarmaya saldırma emri verdiği. Öğrencilere acımasızca saldıran jandarma, bazı arkadaşlarımızı dipçikleyip, kız arkadaşlarımızı da saçlarından sürükleyerek arabalara bindirdiler. Boykotun ikinci günü meydana gelen bu olayların ertesinde daha büyük bir katılımla, arkadaşlarımız bırakılana kadar üç gün daha boykotumuza devam ettik.
Kısmen başarıya ulaşan boykotumuz sırasında, rektörlük önünde saldırılarak haksız gözaltına alınan 44 arkadaşımız hakkında DGM’den takipsizlik çıkmasına rağmen, üniversite tarafından disiplin soruşturması açıldı. Eğitim fakültesi soruşturmacısı olarak, üniversitemizde herkes tarafından aşırı sağcı olduğu bilinen Salim Cöhçe tayin edildi. Zaten cezaları ilk andan tahmin eder olmuştuk. Soruşturmanın açılmasının iki ay sonra tam da final sınavları öncesi cezalar açıklandı. Bu arada da gözaltına alınan arkadaşlarımızdan birine edebiyat bölümü asistanlarından İsmail Doğan tarafından polislik teklif edildi. Kendisine maddi ve manevi gelecek vaadinde bulunuldu. Eğitim fakültesi soruşturmacısının, yeminli olarak verilen ifadeleri kimseye göstermeyeceğini kabul etmesine rağmen, ifadelerin arkadaşımıza polislik teklif eden İsmail Doğan’ın eline geçtiğini öğrendik: Bu da gösteriyor ki polis ile idare, öğrenciler aleyhine işbirliği yapmaktadırlar.
Bu 44 arkadaşımıza verilen haksız ve taraflı cezalar, kasıtlı olarak finalleri kapsayacak şekilde uygulamaya konmuş ve arkadaşlarımız zor durumda bırakılmışlardır.
Bu haksız ve taraflı tutumlara karşılık üniversitemiz genelinde bir dilekçe kampanyası başlattık. Ve sonuç alana kadar gerici-faşist üniversite yönetim kadrosuyla mücadele edeceğiz.
Baskılar Bizi Yıldıramaz!
Özel statülü üniversiteye hayır!
Yaşasın Özerk-Demokratik Üniversite Mücadelemiz!
Malatya İnönü Üniversitesi’nden bir ‘Özgürlük Dünyası’ okuru


FARGLAS KİMYA İŞÇİLERİNİN 2 YILDIR DUYULMAYAN SESİ

1990 yılının Mart ayında konkordato uygulayan Farglas Kimya Fabrikası’nda çalışan 234 işçinin kaderi 24 saat bilfiil çalışan ve günlük 20 ton hammadde işleyen büyük kuruluş bir anda durarak 234 işçiyi hiçbir ödeme yapmadan sokağa attı. Bunun sorumlusu kim? Soruyoruz, işçilerin kendi sendikasının sahip çıkmadığı Farglas kimya işçilerinin 22 aydan beri ne yiyip ne içtiğini soran kimse yok. Bizleri bu duruma düşüren kimler? Kimden hesap sorulacak kime gideceğiz şaşırdık kaldık. Türkiye’de bir işçi 17-18 yıl özel bir sektöre emek veriyoruz. Tam yaşlanıp emekli olacağımız zaman ve tazminat alma hayali kurarken bir anda altüst olup büyük stres altında ezilerek büyük bir çöküntünün içine giriyoruz. Bazı işçiler felç oluyor, kimi evinden ocağından atılıyor, kimi 20 yıllık eşinden ayrılıyor, kimi çoluk çocuğunun yanında aciz durumlara düşüyor. Farglas işçileri de bu durumların içinde kıvranmaktadır.
Bizler Farglas işçileri olarak 22 aydan bu yana sefilleri oynayarak geçinmeye çalışıyoruz. Bizler çarşı sokak yüzü göremez olduk. Biz şu ana kadar kapanan fabrikamızda haftada bir defa toplanıp durum değerlendirmesi yapıyoruz. İşyerimize toplantıya gedeceğimiz zaman bile trenlere kaçak binmek zorunda kalıyoruz. Evlerimize ekmek götüremiyoruz. Bunun sorumlusu kim? Kimden hesap sorulacak? Şu anda çocuklarımızı okula bile gönderemiyoruz. Okul masrafını karşılayamaz olduk. Bu azgın sömürü düzeninin bile kültürünü alamaz oldular. Eğitim göremeyen çocukların sorumlusu kim? Ben 20 yıllık işçiyim sendikal mücadelemde hiçbir işyerinden tazminat alamadan ayrılmak zorunda bırakıldım. Hep 17. maddeyle işten atıldım. Farglas’ta ise iflas ettiğimden (!) sokağa atıldım.
Bizler Farglas işçileri olarak 22 aydan beri bu şekilde yaşamaya çalışıyoruz. Her şeyimi yitirdik. Sokaklarda gezemez olduk. Bunun sorumlusu kim? Trenlere kaçak biniyoruz, ev ekmek götüremiyoruz, çocukları okula gönderemiyoruz, eğitimini yaptıramıyoruz… Bunun sorumlusu kim? Ben kendim usta olarak onurumu, şerefimi işçi mücadelesine adayan bir işçi olarak sanatım olduğu halde hiçbir iş bulamadım bizleri açlığa sefalete mahkûm eden kim?
Biz Farglas işçilerine Petrol-îş sendika ağalarının bizlere oynadığı oyunlardan da bahsedelim. Sendika yöneticileri 22 aydan beri bizleri adeta uyuttular. Bizlere sahip çıkmadılar. (Dostlar anlatacak çok derdimiz var ama sayfalara sığmıyor bunu basıp sesimizi sınıf kardeşlerimize duyurun). Burjuva basın bizim sesimizi duyurmak istemiyor. (Onlar ancak Ajda’nın, Türkan’ın parmağının ojesiyle ilgileniyorlar).
Biz Farglas işçileri olarak sizlere bu duruma nasıl geldiğimizi anlatacağım. (Beni biraz mazur görün 22 aydan beri stresli yaşaya yaşaya hafıza kaybı oldu onun için aklıma geleni anlatacağım). Biz Farglas kimya işçileri Şubat 1990’da maaşımızı alamadığımız için bir iki hafta yemek boykotu yaptık. Ve maaşı zor bela alabildik. Ardından Mart maaşı verilmedi, ikramiye, sosyal haklar verilmedi ve bizler yine direnişe başladık. Biz direnişte iken sendika genel başkanı Münir Ceylan geldi ve bizleri sendika odasına çağırdı ve bizlere epey nasihat çekti. Ben kendisine sordum: “Münir bey bakın bizler Şubat-Mart maaşını, ikramiyeyi alamadık. Siz yöneticiler ne düşünüyorsunuz” dedim. Münir bey şunu söyledi: “Arkadaşlar hiç korkmayın arkanızda dağ gibi Petrol-İş Sendikası var, sizin hiçbir hakkınız kaybolmaz; hakkınızı arar ve söke söke alırız. Siz yeter ki birliğinizi bozmayın” dedi ve Gitti (gidiş o gidiş). Bizde bu sözlere inandık. Direnişimiz sürüyordu. Tabii bu arada fabrikadan ayrılamıyorduk. Bu arada evinde biraz parası olan geçinmeye çalışıyor, parası olmayan da SSK’ya çıkıp istirahat alıyordu. Bazı arkadaşlar Cumartesi-Pazar amelelik yapmaya çalışıyordu. Ve bir gün karar alıp açlık grevine gittik. Bize sahip çıkma lütfünde bulunan irili ufaklı fabrikalardan işçiler geldiler. Örneğin Mutlu Çimento, Belediye-İş Sendikası’na bağlı işçiler geldiler. Basın olarak da Yeni Demokrasi, Emeğin Bayrağı, Cumhuriyet, Sabah, Hürriyet, Milliyet, Günaydın gazete muhabirleri geldiler. Bizler tamam artık sesimiz duyuluyor diye düşündük ama ne var ki sabah olunca hayal kırıklığına uğradık. Sadece Cumhuriyet gazetesi biraz yer vermiş. Diğerlerinde bir şey yok. İşçi arkadaşlar ellerinde mercek ile açlık grevinde bulunan işçilerin haberini arıyordu. Ve açlık grevinin ikinci günü Petrol-İş Anadolu Şubesi Başkanı Şakir bey ve Yüksel Polat, Kemal Akbaş geldiler. Ve bizlere şunları söylediler: “Arkadaşlar açlık grevini bırakın. Çünkü bu fabrika kimya ile ilgili olduğu için sizlerin mideleriniz çok zayıftır, dayanamazsınız. Biz gereken görüşmeleri yapıyoruz” diyerek direnişi kırdı ve bir sonuç alınmadan işçiyi dağıttılar. Ertesi gün işyeri temsilcisi arkadaşlarla beraber belediyeler ve partilerden yardım aramaya başladık, ilk yardım Kartal Belediye Başkanı M. Ali Bükİü’den geldi. Bizlere gıda yardımı (bir defaya mahsus) çocuklarımıza kalem, defter, silgi, çanta dağıttı. Başka hiçbir kuruluştan yardım gelmedi. Sendikamız da bizlere 20’şer bin lira dağıttı. Bu anlattıklarım 1990 Haziran ayına kadar.
Tabii bu arada işveren boş durmuyordu. Devamlı kılıfını hazırlıyordu. Fabrikada Esbank, Egebank devamlı haciz işleri yürütüyor, ipotekler yapıyorlardı. Sendika yöneticileri de sadece seyrediyorlar hiçbir işlem yapmıyorlardı. Sorduğumuzda da “Sizlerin haklan kaybolmaz, iflas ederse sizler ilk sıradasınız” diye bizleri oyalıyorlardı. Şaşırıp kalmıştık, yasalara da aklımız eriniyordu. Tabii biz de “Sendikamızın avukatları var, bunlar yasaları iyi bilirler, sendika avukatları uğraşıyorlar” diye bekliyorduk; aç susuz.
Günler geçiyordu. Bir gün uyanık bazı kişiler çıktı. Hacı Şakir grubundan geldiklerini söyleyerek “Biz bu fabrikayı çalıştırır, sizlerin hakkını alır ve biz de kazanırız” diye el attılar. Sendikacılarımızda gelerek “Siz çalışırsanız hakkınızı alırsınız” diyerek bizleri ikna ettiler. Ve bunlar biraz hammadde getirdiler ve çalışmaya başladık. Gelen uyanık mafya bize bazı önğriler getirdi. O da şuydu: “Ben tenkisat yapacağım” dedi. Bizde razı olduk. Getirdiği teklif şuydu: İlk üç ay 500 bin lira maaş ondan sonra 12 ay taksitle tazminatlarımız ödenecekti. Ve bunu da genel merkezden gelen Tekin bey, Şakir beyin önerileri ile kabul ettik. Ve 80 arkadaşımız ayrıldı, senetleri verildi, bizde çalışmaya başladı. 2-” ay böyle devam edince her ay gecikmeli paramızı alırken bu sırada sözleşme zamanı geldi. 600 bin lira zamla bitirildi. Farklar da iki ay içerisinde ödenecekti. Tabii bu arada senetle ayrılan arkadaşlar tek tük parasını almaya başlamışlardı (bu arada kimya mühendisleri de paralarını alıyorlardı. Hem de fazlasıyla). Biz de azar maaş alıyorduk.
Hacı Şakir grubu epey para çekmişti. Gene oyunlar döndü kıvırmaya başladılar. Yok, işveren razı olmadı, hammadde getiremiyoruz gibi işler dönmeye başladı. İşyeri temsilcilerimizde sendikadan aldıkları talimatla, “Ancak çalışırsak paramızı kurtarırız” diye bizleri oyalamaya çalışıyorlardı. Kimseye bir şey söylenmiyordu. Aciz duruma düştük. Ne yapabilirdik ki? Sonunda o mafya da 4,5 milyar alıp gitti. Yine kaldık yalnız.
Şubat 1991’den sonra yine direnişlere başladık. Basma bildirdik, işvereni rehin aldık bir şey oluşturamadık. Bir ümit belirdi; seçim yaklaşıyordu. Burjuva partileri tek tek gelip bize vaatlerde bulunuyorlardı. Özellikle SHP’den Mehmet Moğultay, Ercan Karakaş, Hasan Aydın gibileri bizlere bir sürü vaatlerde bulundular. “İktidara gelelim sizlerin sorunlarını halledeceğiz” dediler. Yürekten destekledik, iktidar oldular. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Mehmet Moğultay’a tebrik için gittiğimizde şunu söylemiştir: “Olay bizi aşmıştır”.
Şimdi soruyorum ne yapacağız?
FARGLAS KİMYA İŞÇİLERİ


ELİF TUNCER’IN DOSTLARINA;

Geçtiğimiz Temmuz ayında yitirdiğimiz Elif Tuncer’in Anıt-mezarının projesi tamamlandı, anıtın yapımına başlanıyor. O’nun yüce kişiliğini simgeleyecek olan anıta biz de bir harç koyalım, BAĞIŞ KAMPANYASI’na katılalım.
Hesap No: İş Bankası Adliye Şb. 156585- ADANA


Bayrampaşa’dan Genç Komünistler:
“Engin’i Mücadelemizle Yaşatacağız.”

Türkiye’de son günlerde, faşist diktatörlüğün, işçi sınıfının devrim ve sosyalizm şiarlarıyla bütünleşme eğilimi gittikçe belirginleşen mücadelesini ve Kurt halkının ulusal özgürlük mücadelesini boğmak için başvurduğu sokak infazları ve gözaltında kayıplar daha da artmaktadır. Bu zincirin son halkası Engin Egeli yoldaşın katledilmesidir.
Merter işçilerinin Ocak /anıları ve toplu sözleşmeleri için çözümler, alternatifler sunan bildirilerin dağıtımı esnasında faşist diktatörlüğün katil çeteleri baskın yapmış ve Engin Egeli yoldaşı katletmişlerdir. Engin yoldaş ise diğer yoldaşlarını koruma pahasına kendini ortaya atmıştır.
O bu yolda ölümle bir gün kucaklaşacağını biliyordu ama bu uğurda ölüm onun için ve hepimiz için ölümsüzlüktür. Ne yapmıştı Engin Egeli? Merter işçi sınıfını uyarıcı bildiriler dağıtmıştı. Çünkü burjuvazi ve Merter patronları, bu sömürü cehenneminde Merter işçilerine zam diye sadece bir kırıntı ayıracaktı. Bu şekilde Merter işçilerini yine oyalamaya çalışacaktı. Oysa o sömürü cehenneminde Merter işçi sınıfının hakları bir kırıntı olamazdı. Ve yalnızca ekonomik hakları değil aynı zamanda, insanlık onurları hiçe sayılan Merter işçi sınıfının mücadelesini örgütlemek ve devrim ve sosyalizm mücadelesine kazanmak zorunluydu. Böylesi haklı ve meşru bir eylemde Engin Egeli katledildi. O, Leninist militan tipinin seçkin bir örneği olarak üzerine düşeni yaptı; ilk değildi, son da olmayacak.
Burjuvazi içine girdiği krizden kurtulmak için bir çare olarak başvurduğu seçimlerin ardından, üzerine “şeffaflık” “insan haklan”, “demokrasi” sosu sürülmüş bir hükümet sundu. Sözde “demokrat” hükümeti aracılığıyla insan haklarından, demokrasiden, reformlardan, işkencenin kalkacağından, sendikal örgütlenme hakkından, YÖK’ün kaldırılacağından bahsetti. Emekçileri ı oyalama faaliyeti sürdürdü yeşimdi de zaman isleyerek sürdürmeye çalışıyor. Geçmişin üzerine sünger çektiklerini söylüyorlar. Güya yeni bir dönem, insan haklarına dayalı, demokratik bir dönem başlattılar. Denizlerin, Yusufların, Hüseyinlerin idamını imzalayan, Kızıldere’de devrimcileri katleden, binlerce insanı tezgâhtan geçiren, Erdal Eren’i idam ettiren, Kürt halkına yönelik toplu katliamları onaylayanlar şimdi yeni dönemlerinde neler yapıyorlar acaba?
Seçimlerden hemen sonra 6 Kasım’da öğrenciler ölesiye dövülüyor. Hüseyin Toraman’ı katlediyorlar, Kürt halkının üzerine kurşun yağdırıyorlar, işçi kıyımına devam ediyorlar, Engin Egeli’yi katlediyorlar, işte, üzerine sünger çekilen geçmiş ve demokratik diye yutturulan yeni dönemin son icatları bunlar. Bütün bunlar demokrasi ve insan hakları adına yapılıyor. Bize ve halklarımıza sunulan insan haklan ve demokrasinin son yansımaları bunlar. Biz Engin Egeli’nin dava arkadaşları diyoruz ki; Beyler bize sunmaya çalıştığınız bu insan hakları ve demokrasi demagojileri sizin içinde bulunduğunuz krizin çözümsüzlüğüdür. “Bu demokrasinizi alın başınıza çalın!”.
İşte böylesi bir ortamda Engin Egeli’nin katledilmesine bizler sessiz ve tepkisiz kalamazdık. Kinimizi eylemimizle koştuk, sloganlarımızı haykırdık. Diktatörlük bizleri ateş çemberi altına almakla susturacağını sandı. Ama kurşun sesinden korkmadığımızı Engin Egeli yoldaşın katlini protestoda da gösterdik. Birçok yoldaşımız daha karakola götürülürken dipçik darbeleriyle karşılaştı. Anlaşılan diktatörlüğün canı sıkılmış ve eylemlerimizi başarıya ulaştırmamak için elinden gelen her şeyi katillerine yapabileceği müjdesini vermişti. Ama karşılarında bizler genç komünistler çelik duvar gibiydik ve kolay kolay, Engin Egeli yoldaşı bir sloganla anıp dağılmayacaktık. Eylemimizin uzun sürmesi bizim kararlılığımızla doğru orantılıdır. Bir takım zaaflarımız olsa da eylemimiz başarıya ulaştı. Bundan sonra davaya daha fazla enerji ve özveriyle ve dört kolla sarılacağız. Engin Egeli ve tüm devrim şehitlerimizin onurunu mücadelemizle yaşatacağız. Onlar bizim her zaman gören gözümüz, konuşan dilimiz olacaklardır.
-Şan olsun devrim ve sosyalizm mücadelesinde şehit düşenlere.
-Şan olsun devrim ve sosyalizm mücadelesi verenlere.
-Faşizme ölüm halka hürriyet.
Bayrampaşa özel Tip’ten Engin Egeli’nin dava arkadaşları

MERTER İŞÇİSİ;
BU SEFER SUSMAMALI,
OCAK ZAMLARINDA HAKKINI ARAMALI ve MERTER’in İŞÇİ BİRLİĞİ İÇİN
MÜCADELE ETMELİDİR!
Engin EGELİ, Merter işçilerini mücadeleye çağıran bildiriler dağıtırken, görevi başında çalışarak can verdi.


DİYARBAKIR KÖYTEKS İŞÇİLERİ DİRENİŞTE

Fabrikalarının özelleştirilmesi nedeniyle işten atılan Diyarbakır Köyteks Hazır Giyim Fabrikası işçileri “Hak verilmez alınır” anlayışı ve “Ölmeye Geldik” yazılı pankarttan ile 15 Ocak 1992 günü Diyarbakır’daki mücadele ateşini Ankara İHD’ye taşıyarak 40 kişi ile açlık grevine başladılar.
Ulusal baskı altında inletilen, işsizlik oranının en yüksek olduğu, dolayısıyla emek sömürüsünün en yoğun olduğu, sefaletin, işsizliğin, sağlıksızlığın kol gezdiği Kürdistan’da işe girebilmek hele de bir devlet fabrikasında çalışmak adeta bir ayrıcalık. Mardin’den, Diyarbakır’ın kazalarından “ekmek parası kazanmak uğruna” Köyteks’te çalışmaya başlayan işçiler, başlangıçta parlak gelecek vaatleri ile işe girdiklerinin ilk beş ayında kursiyer işçi olarak gösterilip hafta sonu, bayram tatili olmaksızın, günde 15-16 saat, siparişlerin yoğun olduğu dönemde ise günde 24 saat, sigortasız, tüm sosyal haklardan yoksun olarak, karşılığında 60 bin lira gibi komik bir ücretle, bedavaya çalıştırılmışlardır. Kadrolu işçiler için de durum aynı, tek fark ellerine geçen ücretin 540 bin lira olması..
Köyteks fabrikaları içerisinde en önemli yere sahip olan Diyarbakır Köyteks Hazır Giyim Fabrikası, hiçbir gerekçe gösterilmeksizin, işçi için hiçbir güvence maddesinin konmadığı bir protokolle, arpalıkları ortadan kaldıracağını vaat eden yeni hükümet tarafından özel sektöre peşkeş çekilmiştir. 23 Eylül 1991 ‘de üretimi durdurulan fabrika, işveren yani devlet tarafından seçim dönemi, oy kaygıları nedeniyle işçilere bir aylık izin verilmiş, seçimlerin hemen sonrasında 22 Ekim günü işçilere, işten atıldıkları yazılı olarak bildirilmiştir.
Seçim döneminde ve Demirel’in Güneydoğu gezisi sırasında, burjuva düzen partileri, hükümet ve Başbakan tarafından Köyteks’in özelleştirilmeyeceği, işçilerin işlerine geri döneceği, demokrasi, insan hakları, sosyal adalet, refah vaatlerinde bulunularak Köyteks işçileri ve Kürt ulusu kandırılmaya çalışılmıştır. İşçilerin sendikası Türk-İş’e bağlı Teksif ise “Bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yok, siz işten atıldınız artık, sendikamızın üyesi değilsiniz” diyerek her zamanki gibi devletten -işverenden- yana tavır takınmıştır. Daha sonra Diyarbakır Valiliği’ne ve Çalışma Müdürlüğü’ne 2 yıllık tazminatlarını almak için başvuran işçilerse oradan da elleri boş dönmüştür. Hak alma mücadelesinde tüm yasal yolları deneyen, işten atılmakla, üretimden gelen güçlerini, grev silahını kullanamaz duruma getirilen işçiler Ocak ayında 4 gün fabrikaya işgal etmişler, 11 Ocak günü siyasi polis ve işverenin adamları tarafından fabrikadan atılmışlardır. Bunun üzerine 13 Ocak’ta Ankara’ya gelerek Başbakanlığın önünde “Başbakanın verdiği söz tutulmadı, ölmeye geldik” pankartıyla slogan atarak gösteri yapan işçiler iki gece boyunca otobüste yatarak, Başbakan’la ve Ağa Şevket Yılmaz’la görüşebilmek umuduyla beklemişlerdir. Bekleyiş sonunda haklarını almadan Diyarbakır’a dönmeme kararı alarak eylemliliklerini farklı bir boyuta taşıyarak İHD’de açlık grevine başlamışlardır.
Eylemlerini bir üst boyuta sıçratmak amacıyla açlık grevlerinin 8. gününde Türk-İş Genel Merkezi’nin önüne gelen işçiler, arabasına binerken yakaladıkları Şevket Yılmaz’la konuşmak istemişler fakat sendika ağasının koruma polisleri “pis Kürtler” diyerek işçilere saldırmışlar. Bunun üzerine “İşçi Kıyımı Sosyal Cinayettir”, “işçi Kıyımına Son”, “Kavgamız Onurumuzdur”, “Yaşasın Direnişimiz, Yaşasın İşçilerin Birliği” yazılı dövizlerle alkış tutarak ve halay çekerek Türk-İş’i işgal eden işçiler, “Fabrika yeniden kamuya devredilsin, işimiz iade edilsin, yoksa açlık grevimize burada devam edeceğiz” diyerek Şevket Yılmaz’la görüşmek istemişlerdir. Önce işçilerle görüşmek istemeyen ve Türk-İş’in önüne polisi de yığarak gözdağı vermeye çalışan Yılmaz, işçilerin kararlı tavrı karşısında odasından çıkarak açlık greviyle bir yere varılamayacağını, yaptıklarının yanlış olduğunu, doğrusunun hak aramak değil de Diyarbakır’a dönüp efendi efendi oturmak olduğunu, eğer açlık grevini hemen bırakıp Diyarbakır’a dönerlerse burada kalacak 3 işçi temsilcisini Demirel’le görüştürebileceğini söylemesi üzerine işçiler, “Başbakan da söz verdi, sözünü yerine getirmedi size nasıl güvenelim” diyerek IHD Ankara Şubesi’ne dönüp açlık grevine devam etme karan aldılar, işçilerin kararlı tavrı karşısında Ş.Yılmaz ertesi gün, 3 işçi temsilcisi ile Başbakanlığa gidip Demirel’den İstanbul dönüşü randevu aldıktan ve basının önünde kamuoyuna Köyteks işçilerinin işine döneceğine dair söz verdikten sonra Köyteks işçileri 9. günündeki açlık grevini sona erdirdiler.
Köyteks işçileri yaptıkları basın açıklamasında “Sendikalar, milletvekilleri ve Başbakan dâhil hiç kimseye güvenmeyen bir duruma getirildiğimizi ve bu durumdan bizzat adı geçenlerin sorumlu olduğunu kamuoyuna duyururuz. Yaşasın direnişimiz! Yaşasın İşçilerin Birliği!” diyerek de ulusal baskının, sınıfsal sömürünün ortadan kaldırılmasının mücadele etmekten, örgütlenmekten, yani işçi sınıfının birliğinden geçtiğini yaşayarak öğrendiklerini ifade ediyorlardı.

MACİT HANGİ KADINI OTOMOBİLLENDİRİYOR
Nuray SANCAR

Bir süredir Star-1 televizyonunda imar Ban-kası’na ait bir reklam “Macit, beni otomobillendir” sloganıyla yayınlanıyor. Bu reklâmda, iyi döşenmiş bir salonda şık ve koyu renk giysileriyle oturup gazete okuyan bir adam var. Ayakkabılarının yeni boyanmış derisinin parıltısı gözlerimize yansıyor. Biraz sonra adamın yanına kameranın yöneldiği, dizden aşağı bölümü ıslak olan, işveli ayak hareketlerini yakından izlediğimiz bir kadın geliyor, belli ki banyodan yeni çıkmış… Sonrasını herkes biliyor; kadın, imar Ban-kası’nın olanaklarından yararlanarak otomobil sahibi olmak istediğini ve aylık taksitler için gereken altı yüz markı mutfak masrafından artırabileceğini söylüyor, ayaklan gibi sesi de işveli. Konuşmanın bitiminde erkek, yani “Macit” kadına yaklaşıyor ve bornoz yere düşüyor.
Burada reklâm bitiyor ama yeni bir süreç başlıyor. Ekran başında bu reklâmı izleyen milyonlarca kadın önce kendi kendilerine söyleniyorlar ve ardından İzmir’de olduğu gibi bir grup kadın kendi aralarında örgütlenip banka şubesine ellerinde pankartlar ve üstlerinde bornozlarla gelerek protesto gösterisi yapıyorlar “kadını cinsel obje yapan bu reklâmı protesto ediyoruz” diyerek tepkilerini dile getiriyorlar. Bankada o anda bulunan müşterilerin ve memurların şaşkın bakışları altında “erkeklerin ve sermayenin metası olmak istemiyoruz. Cinselliğimizin evlilikle satın alınmasına karşıyız. Kadınlık onurumuzu otomobil altında ezdirmeyiz. Erkekler ve sermaye ev ve ev dışında bedenimize el koyuyor. Kadını aşağılayan her tür reklâma ve uygulamaya karşıyız” diyerek bu protestonun içeriğini anlatıyorlardı.
En son seçimler sırasında Refah Partisi’nin reklâm işlerini yürüten, eski TRT’ci, belgesel film yapımcısı Sacit Onan’ın çektiği bu reklâm filminin kadınları ayaklandıran gücü ve tepki göstermelerine yol açan uyarıcı etkisi nereden gelmektedir? İmar Bankası’nda organizasyon işleriyle ilgili bir yetkili “reklam yapmak için yapılır, bu etki sağlanmıştır” diye kestirip atarken “Macit, beni otomobillendir” sloganının yaygınlaşıp günlük yaşam içinde üretilen esprilere sızmış olmasından ve çok sayıda otomobil satılmasından son derece mutludur ve belki ellerini ovuşturmaktadır. Ama öte yandan her gece bu reklâmı birkaç kez izlemek zorunda kalıp, kendi kimliklerinin ve cinselliklerinin bu model kadınla aşağılandığını görerek öfkelenen kadınlar, bu keyifle el ovuşturmanın ne pahasına olduğunu çok iyi hissetmektedirler.
Burjuva dünyada kadınlar ve erkekler politik bir manipülasyonla davranış türleri ve değer yargılan düzeyinde ikiye bölünür. Kadınların payına egemenlik altına alınma, aşağılanma, edilginlik düşerken; erkeklerin payına egemen olma, yücelme ve etkinlik kalmaktadır; para ve mülkün tasarruf hakkı genellikle erkeklere bırakılmıştır. Kadın ekonomik bağımsızlığını kazanmış olsa bile geleneksel aile kurumunda yeniden üretilen burjuva ideolojisinin yedeğindeki ataerkil ideoloji, kapitalist sistemde kadının yeteneklerini geliştirmesinin, özgürleşmesinin ya da hiç değilse elindeki parayı kendi iradesiyle kullanabilir konuma gelmesinin önünde engel olur. Reklâm filmindeki kadın da, mutfak masraflarından altı yüz mark artırabileceğini söylerken bu parayla istediği şeyi alabilecek etkinliği gösteremez ve otomobilini “Macit”ten ister.
Sorunun bir yönü bu iken, bir diğer yönü de kadın cinselliğinin aşağılanmasıdır. Bu aşağılamanın tabii ki, en kaba ve en şiddetli biçimi sokakta karşılaşılan sarkıntılıklar, tecavüzler, küfürler ve küfürler aracılığıyla manevi olarak ırza geçmelerdir. Şiddet ve aşağılama kadın bedenini örseleyerek, görülen arazlar bıraktığı zaman kolay tanınabilir. Ancak, cinsel aşağılama toplumsal yaşamın bütün dokularına ince ince sızıp yayılarak birçok kez hemen teşhis edilemez görünümlere bürünür. Kadınlığının bilincine varmamış milyonlarca kadın bu aşağılamayı kendilerine o kadar içselleştirirler ki, bunları kadın olmanın doğal bir sonucu, kendi cinsiyetlerinin kopmaz bir uzantısı olarak algılar ve cinsiyetçi çifte standarttan kadınların kendi pratikleri her gün yeniden üretir. Böylece aşağılanmayla bu aşağılamaya verilen içsel onay iç içe geçer ve birbirlerini tamamlar.
Burjuva politikasının bir unsuru olan ataerkil ideoloji cinsel ilişkiyi “kadına yapılan kötü bir şey” olarak saptar. Bu “kötü” eylemin bir ucunda, kadın cinselliğinden fırsatçı bir anlayışla, özel bir yetenek ya da parasal güç aracılığıyla yararlanan egemen bir erkek kitlesi, diğer ucunda ise aşağılanan kadın cinselliği vardır. Kadınları birbirinden ayıran çizgi proletaryaya göre onların sınıfsal konumlanışlarıyken, burjuvaziye göre “kadınlara yapılan bu kötü şey”in hangi biçim alanda gerçekleştiğidir. Kadınlık durumu, cinsel diskinin uygulanış tarzıyla ikiye kesilerek bir yana “fahişelik” konumu, diğer yana da “ev kadınlığı-hanımefendilik” konumu ayrılır. Fahişeler, cinselliğine parayla sahip olunan, hanımefendiler ise, evlilik aracılığıyla ve ancak evlilikle cinsel ilişkiye girilebilen kadınlardır.
Meşru görülen cinsellik aile kurumu içinde yaşanan cinselliktir ve fuhuş evlilik dışında para karşılığında kurulan cinsel ilişkidir. Fuhuş, kadının cinsel eyleminin aşağılanan ve ağza alınmaz bir biçimiyken “ev kadınlığı” ve bu kimliğin unsurları olan “annelik” ve “hanımefendilik” ise yüceltilen ve bütün kadınların yerleştirilmek istendiği bir statüdür. Ev kadınının apaçık bir Cinsel kimliği yoktur ve bir kadın onaylanan bir konuma ev kadınlığı kategorisinde bir biçimde yer alarak ulaşabilir. Bazı kadınların değişik uğraşlarının olması durumu değiştirmez. Her kadın son tahlilde ev kadını ve cinselliğinden arınmış bir annedir.
Fuhuş, bir kadının kendi bedenini para karşılığında erkeklere satmasıysa eğer, burjuva aile kurumu içinde yaşanan ve maddi çıkarlar karşılığında, istikbal hesapları güdülerek yapılan aşksız evlilikler, kadının kendini bir tek erkeğe bir defada satması anlamına geleceğinden cinsler arasındaki ilişkinin bu biçimi de aynı tanımlamayı hak eder demektir. O zaman görülür ki, fuhuş burjuva aile kurumunun dışında yapılan bir edim değil, özellikle bu kurum içinde yüceltilmiş bulunan diğer kadınlık durumları; ev kadınlığı, annelik ve hanımefendiliğinin yanı başında onunla içice geçmiş bir durum olarak yer alır.
Kadınlardan oynamaları istenilen rol “yatak odasında fahişe, başkalarının yanında hanımefendi, mutfakta iyi bir aşçı, çocuk odasında iyi bir anne olmaktır” “Macit, beni otomobillendir” sloganıyla yayınlanan reklâm ataerkil burjuvazinin evde görmek istediği bir kadın tipine gönderme yapmıştır. Ekonomik bağımsızlığı olmayan ve gereksinimlerini ait olduğu erkeğin yani kocanın karşıladığı “çağdaş ev kadını”, bu reklâmda fahişe kadına sert ve kırılgan bir geçiş yapmaktadır. İki kadınlık durumunun görünür karşıtlığına dair mistik görüş zedelenmiş, yara almış, burjuva ailenin örtüleri aralanmıştır.
Reklâmlarda, kadın cinselliğinin çağırıcı ve çekici bir nesne olarak, bir mal ya da hizmetin pazarlanmasını kolaylaştırmak amacıyla kullanılıyor olması, bir alışveriş nesnesi haline getirilmesi öteden beri kadınları rahatsız eder. Ama bu rahatsızlık, Türkiye’de ilk kez bilinçli bir öfkeye dönüşmüştür. Geçmişten bu yana, burjuvazinin kadınları tutmak istediği pozisyonun değişik alanlarına yönelmek biçiminde gelişen kadın başkaldırıları, bu anlık ve kendiliğinden patlamaları tutarlı bir genel “kadınlık durumu” eleştirisine yükseltip, kapitalizme yönelik bir politik eylemin önemli öğelerinden biri haline getirilemediği için sürekli ve etkili bir karşı çıkış oluşturulamamıştır. Burjuva politikasına göre kadınların dünyası birbirinden bağımsızmış gibi görünen süreçlere bölünür. Bu yüzden bu politikanın tanınması, süreçler arasındaki bağıntıların kurulması ve bütünsel bir “kadınlık durumu” eleştirisine ulaşmak gerekmektedir.
Bu anlayışla bakılınca; ister mucizeler yaratan bir margarinle çocuklarının kazandığı enerjiye pencereden onları seyrederek mutlulukla gülümseyen sevimli anne olsun, isterse cinselliğini sunarak kocasından otomobil talebinde bulunan kadın olsun, her iki kadın tipi de burjuva toplumda yaratılan/yaratılmak istenen aynı kadının iki ayrı görünümüdür. Kendini eve ve sadece çocuklarının mutluluğuna adayan anne karşısında duyulan kökleşmiş iyimserlik duygulan nedeniyle “Macit” reklâmındaki acıtıcı üslup kimseyi şaşırtmasın her iki reklâmdaki kadın modeller aracılığıyla yeniden üretilmek istenen şey aynı kadınlık mistiğidir. Bu yüzden de fahişeleştirilmeye, cinsel onurun bu biçimde aşağılanmasına karşı çıkarken, uysal, itaatkâr, fedakâr, yumuşak ev kadınına dönüştürülmeye de karşı çıkmak gerekiyor.
Üretken faaliyetten dışlanan kadınların tüketici bir kitle halinde tutulması burjuvazinin özel çıkarlarının da karşılanmasına hizmet eder. Evin ve ailenin günlük gereksinimlerinin tespit edilmesinden kadınlar sorumludur. Bu yüzden reklâmlardaki hedef kitle onlardır. Ancak, bu tüketici kitle reklâmda sunulan mal ya da hizmete ulaşabilecek ekonomik güce sahip değilse, kadınlara bu konuda yol, yordam ve küçük kurnazlıklar da öğretilir. “Macit” reklâmının mucidi Sacit Onan: “Her Türk kadım kocasına kompliman yapar. Kocasına bir şey aldırmak istediğinde şık giyinir, makyaj yapar, mum ışığında sofra kurar; hatta kocası pavyona gitmesin diye ona dans eder” diyerek bu küçük kurnazlıklarla yaptığı reklâm filmi arasında işlevsel bir ilişki kurarken son derece haklıdır ve durumun farkındadır.
Madalyonun diğer yüzünde de bir kadına ulaşabilmek, geçici olarak ya da evlilik yoluyla onun cinselliğine sahip olabilmek için erkeklerin düştüğü aşağılanma konumu yer alır. İlişki karşılığı olarak erkekten mal, mülk, konfor ve gelecek güvencesi talep eden kadın, ilişki kurmak için bunları vermeye hazır olan, bu durumu benimseyen ve bir otomobil, bir ev ya da başka türden konforlar sağlayarak bir kadına sahip olabileceğini düşünen erkek görünümü ile tamamlanır.
“Macit” reklâmında kadınları öfkelendiren ve harekete geçiren birçok nokta sayılabilir. Bu bir kaç saniyelik reklâm filminde kadın cinselliğinin aşağılanması en açık, en kaba, can acıtıcı ve kristalize biçimde yapılmıştır. Öfke daha çok bu pervasızlığın ürünü olmaktadır. Gösterilen tepkinin etkili bir yaptırım ve değiştirme gücüne sahip olabilmesi için, bunun, burjuvazinin kadınları bulunmak zorunda bıraktığı duruma duyulan genel bir tepkinin parçası haline gelmiş olması gerekir. Böyle görülmediği sürece geçmişte hep olduğu gibi, kadın öfkesi, bir uyarana karşı her canlı organizmada görülebilecek fizyolojik bir tepki düzeyinde kalacaktır. Kadın eylemini haklı kılacak olan bu gelişmemiş tepki değil, ortaya çıktığı anda parlayıp sönmeyen, tutarlı, sosyalizmi hedefleyen, küçük kazanımlarını bu büyük hedefe ulaşmak açısından değerlendirip derinleştiren sistemli ve örgütlü bir kadın eylemidir.
Belki bu reklâm filminin yayınlanması kamuoyunun baskısıyla durdurulabilir ama kadının toplumsal yaşamın bütün hücrelerine sızmış olan cinsel yönden egemenlik altına alınmış olması ve açık ya da gizli aşağılanmasının önüne geçmek ise daha güçlü başkaldırılar gerektirmektedir.

MEHMET TEPELİYİ YAŞATALIM
Öğretmen arkadaşımız M. Tepeli siroz+portalhipertansiyon tanısı ile 1987 yılından beri tedavi görmektedir. Doktorlar Tepeli’nin yaşayabilmesi için gerekli ameliyatın Türkiye’de yapılamayacağını söylüyorlar.
Yetkili kurumlar, bunca yıl çalıştırdığı öğretmenini ameliyat için yurt dışına göndermemiştir. İş bize, eğitim emekçilerine, duyarlı insanlara düşüyor.
O öldükten sonra ağıt yakmak değil, yaşarken sahip çıkmak bir insanlık görevidir. YARDIMA KATILALIM MEHMET TEPELİ’Yİ YAŞATALIM.
Hesap no: Mehmet Tepeli, 3418-300-322492, İş Bank Karabağlar Şb. İZMİR
M. Tepeli’yi yaşatalım komisyonu adına Orhan Yüce İzmir Eğit-Sen 1 nolu Şb. Sekreteri

ZAHARİADİS KATLİNDEN 18 YIL SONRA YURDA GETİRİLDİ
Şimdiye kadar izin verilmeyen Zahariadis’in tabutunun ülkesine getirilmesine, ailesinin ısrarlı çabaları üzerine nihayet izin çıktı. Bunu öğrenen revizyonistler durumu kurtarmak için, tören yapılmasını engellemek, tabutu bir aile mezarlığına gömmek, böylelikle hem görevini yapmış görünmek, hem de oluşmaya başlayan tepkileri, bertaraf etmeyi düşünüyorlardı. Ama Yunanistan devrimcileri ve Zahariadis’in eski partizan arkadaşları havaalanında tabut beklemeden başlayarak, Zahariadis’e karşı oynanmak istenen oyunu bozdular. Zahariadis’e sahip çıktılar. Bunun önünün alınamayacağını gören revizyonistler, karar değiştirerek tabutun belediyeye ait mezarlıkta törenle defnedilmesini kabul ettiler.
28 Aralık. Atina’da nadir olarak görülen soğuk bir gün. Çoğunu 70 civarında yaşlıların oluşturduğu 1500 civarında bir kalabalık. Birçoğunun başında Sovyetler Birliği’nden aldıkları kalpaklar var. Çoğu bu kalpakları bilerek takıyor. Eski partizan olduklarını ve Sovyetler Birliği’ne gittiklerini adeta göstermek istiyorlar. Hepsi de geçmişi yeniden yaşıyorlar. Yunan halkının baş eğmez onurlu yiğit evladı eski önderlerini, silah arkadaşlarını yeniden görüyorlarmış gibi bir hava var. Kim ne derse desin, Zahariadis ne kadar suçlanırsa suçlansın. Belli ki, onu seviyorlar. Revizyonistlerin karalama kampanyası pek işe yaramamış gibi. Çünkü onda geçmişi, mücadeleyi, kazanılan bağımsızlığı görüyorlar. Devrime adanmış bir yaşam, kişilik görüyorlar. Hepsi de bunun için Zahariadis’i seviyor. Bunu revizyonistler de fark etmiş olacak ki; “Zahariadis partimiz seninle şimdi daha da dimdik ayaktadır” Şeklinde konuşmalar yapıyorlar. Sanki ona suikastlar düzenleyen, onu partiden uzaklaştıran, yıllarca Sibirya’da sürgün yaşatan, değil Yunanlılarla, çocukları ile bile görüşmesini yasaklayan, onun hakkında karalama kampanyası düzenleyenler onlar değilmiş gibi. Revizyonistler de, en yüksek düzeyde törende hazır bulundular. Tabutun başında timsah gözyaşları döktüler. Ama başlan hep öne eğikti. Gerçeği bilen bu kitleye karşı suçlu olduklarını biliyorlardı. Onun için, başlarını kaldıracak, kitleye bakacak cesaretleri yoktu. Diğer tarafta “Zahariadis senin işçi sınıfı partini yeniden kuracağız” pankartını açan Yunanistan M.L’leri attıkları sloganlarla kitlenin büyük sempatisini kazandılar.
Derken Zahariadis’in kızıl bayrağa sarılı tabutu görünmeye başladı. Kalabalık hep bir ağızdan “Zahariadis sen ölmedin yaşıyorsun”,sloganını haykırdı.
İlk konuşmayı revizyonistler yaptı. Hiçbir şey olmamış gibi arsızca Zahariadis’in mücadelesinden onun onurlu yaşamını anlatmaya başladılar. Sıra kendilerinin işlediği cinayete gelince her zamanki arsızlığı ve alçaklığı ile meseleyi geçiştirdiler, gevelemeye başladılar. “Haksızlık yapıldı”, “Bunlar yapılmamalıydı” vs; ama esas mesele yine gözden kaçırılmaya, özü sınıf mücadelesi olan, revizyonistlerle M.L’ler arasında Stalin’in şahsında yürütülen bir mücadele olduğunu hep saklamaya ve gözden kaçırmaya çalıştılar. Konuşmalar bittiği zaman kalabalık hep bir ağızdan, “Zahariadis senin ölünden bile korkuyorlar” diye bağırdı.
Revizyonistlerden sonra eski bir partizan söz aldı. Partizan: Taşkent’teki konferans ve plenuma katıldığını konferans ve plenumda güçleri yetmeyen revizyonistlerin Yunan komünistlerine polis gücü ile saldırdığını, tüm Yunan komünistlerini tutuklattığını ve yıllarca sürgüne gönderdiklerini, kendisinin de bu olayın canlı bir tanığı olduğunu üstüne basa basa bu çatışmanın esas kaynağının Stalin’in şahsında Marksizm’e karşı yürütülen kampanya olduğunu vurguladı. Zahariadis Marksizm’e karşı yürütülen bu kampanyaya katılmadığı için sürüldü ve katledildi. Bu revizyonist şefler eski partizanın konuşması karşısında küçüldükçe küçülüyorlardı. Millete bakacak cesaretleri kalmamıştı, sürekli önlerine bakıyor, renkten renge giriyorlardı. Konuşmacı konuşmasının sonuna yaklaşırken, “Hain revizyonistler Zahariadis’in ülkeye dönme şartları doğduğundan onu ortadan kaldırdılar. Sovyet revizyonistleri bunu Yunan revizyonistleri ile işbirliği içinde yaptılar. Onun için Zahariadis’in katilleri Kruşçev-Brejnev kliğinin yanı sıra Koliyanis, Florakis ve Farakos’tur.” Florakis bu ara saklanacak delik arıyor gibi idi. Kaçamadı. Çünkü etrafını kalabalık bir kitle sarmıştı. Bir şey de diyemedi. Yaptığı tek şey daha küçülmek ve sürekli önüne bakmak oldu.
Bu konuşmadan sonra kitle Zahariadis’in tabutunu eller üzerine taşıyarak mezarına doğru yürüyüşe geçti. Bunu fırsat bilen revizyonistler teker teker kaçtılar. Kalabalık bu sefer de Zahariadis’in mezarı başında birikti. Burada da Sibirya’da sürgün hayatı yaşayan daha sonra Yunanistan’a dönen bir partizan Sibirya’daki sürgünleri ve Yunan komünistlerine yapılanları anlattı.
Daha sonra söz alan Yunanistan’daki Marksistler: Zahariadis ve YKP’ye yapılanların nedenlerini vurguladılar ve günümüzde Zahariadis’in kurduğu partiye olan ihtiyacı dile getirdiler. Tabii revizyonistler bu ara tezden evlerine varmış, sıcak kahvelerini yudumluyorlardı. Sahte gözyaşları pek işe yaramamıştı… Fakat Yunanlı Marksistler Zahariadis’in mezarı başında yemin ediyorlar. “Zahariadis senin kurduğun işçi sınıfı partisini yeniden kuracağız.”

Niko ZAHARİADİS
1903 yılında Türkiye’de doğdu. On beş yaşında YKP’ye (Yunanistan Komünist Partisi) üye oldu.
1931 yılında YKP Genel Sekreterliği’ne seçildi.
1934 yılında tutuklandı ve Almanlar Yunanistan’ı işgal ettiklerinde elleri bağlı olarak Almanlara teslim edildi.
29.4.1945. Almanya’daki Dahok toplama kampından Yunanistan’a döndü.
1956 Şubat’ında Kruşçev Zahariadis’e “Stalin aleyhtarı bir yazı” yazmasını istedi. Zahariadis bu isteği reddetti.
Mart’ta YKP 6. Plenumu (Taşkent Konferansı) düzenlenir On bin üyeli YKP’sinden sadece bin kişi Kruşçevcileri destekler. Diğerleri Kruşçev’e karşı Zahariadis’le birlikte tavır alırlar. Zahariadis ve çok sayıda komünist, revizyonistler tarafından tutuklanır, sürgüne gönderilir.
Mart 1956’da Zahariadis ve çok sayıda komünist sekreterlikten ve Polit Büro’dan atılır. 1957de de partiden ihraç edilir ve sürgüne gönderilir.
1958’de YKP dağılır ve varlığı kalmaz; 1968 yılında yeniden örgütlenir.
1973 yılında Sibirya’da Sourgut’ta KGB ajanlarınca öldürülür. Ömrünün 27 yılı hapis ve sürgün’de geçer. Zahariadis, 17 yıl Sibirya’da sürgün hayatı yaşar. Ülkesine dönme şartları doğduğu an revizyonist hainler canlı tanık bırakmamak için onu öldürürler. Amacımız ne Zahariadis’in yaşamını, ne de YKP’nin bir değerlendirmesini yapmaktır. Öldürülüşünün üzerinden 18 yıl geçtikten sonra tabutu Yunanistan’a getirilen Zahariadis birden bire gelip kamuoyunun gündemine oturdu. Basılı ve sözlü basın, kamuoyu şu sıralar hep O’nu konuşuyor. Zahariadis için yapılan töreni anlatırken kısaca da Zahariadis’in onurlu yaşamını yazmayı gerekli gördük.

DEMİR ADAMA 2 ŞUBAT SELAMI
Bir toprak kölesinin kızı
Geladze’den doğma
Ayakkabı tamircisi ve işçi
Gürcü Vissarion İvanoviç Çugaşvili’nin oğlu
21 Aralık 1879, Gori doğumlu
Josef Vissarionoviç Çugasvili
ya da
Başkumandan Stalin
Yok etmek için
başkumandanlık yaptığın
Lenin’in ülkesinin adını
112. Doğum gününü seçti
Düşmanların
Ne çok korkutmuşsun onları
ve de
dillerinden ne iyi anlamışsın
“Seni gidi gaddar insan, seni!”
Taygalarda yankılanırmış adın
öldüğüne inanmayanlar varmış
İsa’nın değil
üç gün öncesini
senin doğum gününü beklemiş
“kıyıda köşede unuttukların”
Ama hiç üzülme
kederlenip
sarkıtma “ünlü palalarını”
senin dilini konuşan
6 Mayısçılar
2 Şubat 1980’den beri
orağı-çekici sırtlanıp
kanlarını bayrak etmişler
Ey Taygalarda yankılanan ad
Çarların korkulu rüyalarının
“gaddar insanı
ölümsüz ruhu”
“kapıya vurma
Çamurlu ayaklarınla buyur
2 Şubat soframıza kurul.

Y.Dalyan-Kassel

YALANI OYUNLA BOZMAK…
Perdeci-Mehmet Esatoğlu
“Kestirme yollardan denize akabilirsiniz, suya da karışabilirsiniz ama bütün dağların suyunu bağrında taşıyarak denize kavuşan nehirle bir olamazsınız. İşte bu kadar”
Perdeci ayağa kalktı: “Bugünlük prova bu kadar”.
Sarı saçlı kız: “Bir dakika lütfen! Kestirip atma böyle biraz daha çalışalım”.
Perdeci: “Ne istiyorsunuz peki? Sizin prova yapmaya niyetiniz var mı?”.
Sarı saçlı kız: “Sorunu yeterince anlayamadık gibime geliyor”.
Perdeci: “Olabilir. Ben yeterince açıklayıcı olamayabilirim. Peki ya gazete başlıkları, yöneticilerin açıklamaları… Bunların da kafanızda bir izahı yoksa bırakın bu oyunları şaklabanlar sürüsüne katılın siz de. Yeter be!”
Sarı saçlı kız: “Bağırdın ve haklısın”.
Perdeci: “Bağırdığım için haklı değilim. Haklı olduğum için bağırdım. Anlaşamıyorsak ben giderim. Siz de… Kendin pişir kendin ye”.
Oyuncular topluca kahkaha attılar.
Parlak bakışlı çocuk “Affedersiniz kızgın olduğunuz bir anda nasıl şaka yapabiliyorsunuz”
Perdeci: “Ben her an şaka yapabilirim. Kızgın olmam bunu engellemez. Neyse fazla çeneye gerek yok. Bugün havanızda değilsiniz ve ben gidiyorum”.
San saçlı kız koşarak birden önünü kesti Perdeci’nin: “Gitme lütfen, gidersen bu yeni bir şey oluşturmayacak. Lütfen bir şeyler yap. İstedin mi bizi nasıl da havaya sokarsın. Provayı durdurur bir şeyler anlatırsın. Komik yaparsın. Ne bileyim o masal kahramanı kadınla savaşın çıktığı geceyi anlat mesela”.
Perdeci: -Öfkeyle- “Sen nereden biliyorsun?”
Sarı saçlı kız.-Kıkırdayarak-“Bazen notlar alıyorsun ve beğenmeyerek reji odasının çöp sepetine atıyorsun. Ben senin yazınsal serüvenini izleyen biri olarak bu notlan çöp sepetinden alarak okuyorum. Lütfen kızma bana. O notları da atma dursun bir kenarda senin üretmediğin öyküyü belki bir gün bir başkası… Olamaz mı?
Perdeci: “Onlar bana ait şeyler. Yalnızca kendime”.
Parlak bakışlı çocuk: “Peki sen kendin, kendine ait misin? “
Perdeci: “İşte yine dalga geçiyorsunuz. Bugünlük prova bitmiştir. Harcayın bugünleri bol keseden 27 Mart’a doğru poponuz sıkıştığında size çok güleceğim. Amatör tiyatro şenliği Lale’sine, Rüstemi’ne yalvarırsınız ‘Ne olur biz son gün oynayalım’ diye.”
Sarı saçlı kız: “Lütfen bizi anla. Öykü bizi canlandıracak inan. Çünkü anlatacağın gerçek biri değil. Bir masal kahramanı”.
“izin verirsen ben anlatayım. Belki oyuncuları canlandırmayı başarabilirim.
Geçen kış. Tam bu gün. Perdeci allak bullak. Zorlu bir provadan çıkmış yer yatağında yatıyor. Yanında bir masal kahramanı gecenin geç bir saati yaşamın anlamını konuşuyorlar. Kara kedi uyumuyor. Karanlıkta kocaman gözlerini açmış, yıldızlara bakıyor. Kesik kesik konuşmalar var odada. Gece yarısı telefon çalıyor. Açıyor Perdeci. Bir gazeteci kadın:
“Kolay gelsin dünyamıza. Savaş başladı”.
Telefonu kapıyor Perdeci -Kötü haber sonrası sessizliği-
Masal kahramanı: “Kötü bir haber mi var?”
Perdeci: “Savaş başlamış”.
Masal kahramanı: “Işık yak. Yüzünü görmek istiyorum”.
-Sessizlik-
Sonra bütün gece HİROŞİMA’YI konuşuyorlar…
Oyuncularda hafif bir kıpırdanma.
-Neden sonra-
Parlak bakışlı çocuk: “Ne tuhaf bir dünya, geçen yıl bugün savaş, madenciler, Kürt ellerinde serhıldan… Serhıldan… Serhıldan…”
Sarı saçlı kız: “Heeeeeyyy hazır mısınız madem havaya girdiniz buradan oyuna geçiyorum”.
“Nataşa’nın girişinden önceki sahne
“MOSKOVA’DA SON PERDE KAPANDI. AMERİKAN BUĞDAYI UFUKTA MI ACABA. HEY! NATAŞA NE İŞİN VAR KARADENİZ’İN GÜNEY KIYICIĞINDA.
Haydi müzik!
AŞKI PARAYA
ÇEVİRMEK
ÖLÜMÜNE BİR MESLEK
KARADENİZ’İN KIYISINDA, BAŞIMDA KÜRKLÜ KALPAĞI GÖREN TEMEL YANAŞIYOR YANIMA. DOLAR DOLAR BAKIYORUM ONLARA. UZAKTA… ÇOK UZAKTA KASABANIN SARI IŞIKLARINDA KENDİ KADINLARI UYUYOR.
Oyun durdu.
Sarı saçlı kız: “Bence insanlar bu sahneyi anlamayacak. Bizim masa başında konuştuğumuz o bağı kuramayacaklar. Yani faşizme karşı dövüşmüş, sömürüyü yok etmeye çalışan insanların o reddettikleri yaşam biçimine yeniden mahkûm edilişlerinin sonuçları.”
Perdeci: “Siz anlatacağınızı baştan, peşinen anlaşılmayacak diye mahkûm ederseniz, anlatmak için gerekli gücü nerede bulacaksınız? İzleyici gördüğünü ilk anda ve yüzde yüz anlayacak diye bir kural yok”.
“Siz anlaşılsın diye çabalarken olayın içinde var olan bütün ince ayrıntıları yok ediyorsunuz”.
“Anlaşılmazcılığa karşıyım, ama bir anda anlaşılsın diye sıradanlaştırmaya da.”
“Bizim yapmamız gereken izleyicide olaya ilişkin zihinsel bir faaliyetin oluşması. Burada Nana ile Nataşa’nın jestlerinin seçimi önemli.”
Sarı saçlı kız: “Jestlerin seçiminde bir sorun mu var?”
Perdeci: “Bence var. Bir fahişeyi canlandırırken yalnızca kırıtarak yürümenin yeterli olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Sahnede oynarken sistemin bilinç altımıza yerleştirdiği klişeler oyunumuzun önüne dikiliyor, örneğin fahişede gördüğümüz isterik ifadeler oyunun tüm yorumunu alt üst ediyor. Fahişeler içinde isterikleri de olabilir. Ancak sınıfsal jest olarak bizim göstermemiz gereken isterikliğin pazarlanmanın bir aracı oluşudur. Bu yalnızca zorunlu bir davranıştır. İsteriklik pazarlanmada bir araçtır.”
“Oyuncu görünenin ardındaki görünmezi de gösterebilmelidir.”
“Bu pazarlamanın politik ve sosyal sonuçlarını da ayrıca sahne üzerinde göstermeliyiz.”
“Şişko yönetmen yıllar önceki bir çalışmasında bir fahişeyi oynayan oyuncudan bu jesti yakalayabilmesi için otururken yüzünde bir acı ifadesi istemişti. Oyuncu bir yanda fahişenin kendini satılığa çıkaran düzenle uzlaşmasını, hatta yer yer savunucusu kesilmesini gösterirken, öte yandan rahatlamak üzere her oturuşu, içinde bulunduğu acıyı bir kez daha açığa çıkarıyordu.”
“Bunlar uzun bir süre içinde emek harcanarak bulunmuş çalışmalardır.”
“Anlatabilmek için korkunç bir hırsa kapılmanız gerekiyor.”
“Gerçeklerin ters yüz edildiği, açıkça yalan söylendiği bir ortamdayız. Bunlar, geçmişte düzeni korumak adına üstü kapalı yapılırken, bugün bütün yetkililer durmaksızın açıkça yalan söylüyorlar.”
“Geçen gün toplantıda yazarın biri geçen yılı anımsattı.”
“Hırsımdan kuduruyordum. CNN televizyonu bir sürü gereksiz şeyi anlattığı halde, Irak cephesinde kaç kişinin öldüğünü bir sır gibi saklıyordu. Barış konusunda sürekli yalan yayıyordu.’
“Emperyalistlerin bu tutumu giderek uşaklarında da resmi bir tutum halini aldı. Bizim yöneticiler de sistemli bir şekilde -kılıfını dahi hazırlamadan- yalan söylemeye başladılar”.
“Birini ortaya getiriyorlar, teşhir ediyorlar, işte katil! Genel imaj ‘Aferin! İyi çalışıyorlar’. Olayın devamı başka türlü gelişiyor. O katil diye tanıtılan mahkemeye çıkartıldığında başta teşhir edildiği suçtan iddianamede iki satırla bile suçlanmıyor. Çünkü suçlama polisçe ve basınca uydurulmuş bir damga. Hepsi o kadar”.
“Süreç içinde yalan sıradan olaylarda dahi şiddetle kabul ettirilmeye çalışılan bir yöntem oldu.”
“Uludağ’da başkomutanın oğlunun yaptıklarını düşünün. Herkesin gözü önünde olaylar gelişiyor, kavgalar çıkıyor. Komutanın oğlu güvenlik güçlerini yanına alıp, otel basıp herkesi yere yatırıyor. Kürt ellerinde vakayı adliye olan bu olay basında yumuşatılmış bir biçimde yer almasına rağmen, başkomutanın ‘oğlumu Allah korudu’ açıklamasıyla kesildi”.
“Köşesinde, hatalı gördüğü herkese ‘Kulağını çekerim ha!’ diye öğütler yazan bir gazetecinin eşi de yere yatırılanlar arasındaydı. Gazeteci dayanamayarak köşesinde ‘Etme komutan, eyleme komutan, oğlun ortalığa terör estirmişse, bari bir ifadesi alınsın’ diye ricada bulundu. Her şey ortada ve ayan beyan olduğundan savcı ifade almak zorunda kaldı. Nedense olayı çıkaranın ayağına giderek.”
-Hukuk devleti kulakların çınlasın-
“Şimdi yalanın işleyişinde olaylar böylece kapanacak sanılırken ‘Yapma etme komutan’ yazan gazetenin çıkardığı haftalık bir yayında olayı ve komutanın oğlunu aklamaya yönelik bir röportaj fırladı ortaya. Hem de aniden. Çok merak ediyorum derginin yazı işleri müdürü, yönetmen yardımcısı ve haber merkezinde görevli eski solcu ağabey ve ablalarımız meslek haysiyetlerini nerelerine sokacaklar.”
“Şimdi oyuncular soruyorum size:
Sanatçı olarak böyle bir ülke istiyor musunuz?”
“Yöneticinin baskılan artı keyfi baskıları ve “yönetmeyen aile efradının baskıları…”
“Padişah ve şehzadelerden kurtulduktan 70 yıl sonra ülkemizde neler oluyor. Sorgulayın bunu.”
“İktidar nimetlerini ailece -hatta sülalece- kullanırken sopayı da ailece kullanmanın kabullenilir olması isteniyor. Bunu da sorgulayın”.
“İşte bu öyküler fahişe Nataşa’nın Karadeniz kıyısındaki acıklı yolculuğunun fonunu oluşturacak.”
“Nataşa’nın satın alındığı ülkede nasıl bir yönetim var.”
“Şimdi Brecht’in Yuvarlak Kafalılar Ve Sivri Kafalılar oyununda fahişe Nana için yazdığı şarkıyı fahişe Nataşa’ya söylettiğimiz bölümü yeniden alalım.”
“Hazır mısın san saçlı kız çocuğu?”
San saçlı kız: “Bana kız çocuğu deme. Baksana büyüdüm. Bir fahişeyi canlandırıyorum sahnede.”
Perdeci: “Fahişelerin büyümesi gerekmez kapitalizm onları çocuk yaşta bile pazarlar.”
“Haydi, bakalım hazır mısın?”
“Dalga sesi efekti. Bir, iki, üç. Haydi gir!”
AŞKI PARAYA
ÇEVİRMEK
ÖLÜMÜNE BİR
MESLEK
ANLADIM ANLAMASINA
Prova bitmişti.
Perdeci salondan çıkmadan önce sevecenlikle genç oyunculara bakarak:
“Haydi bakalım dışarı! Dışarıda yeni olaylar, yeni haberleriyle yaşam sizi bekliyor. Sütünü kolay vermez gerçekler. Sorgulayın. Acımasızca sorgulayın.”
“Yeni provamızda yeni sorular kaplasın sahnemizi.”
Oyuncular çıkarken, sokakta akşam oluyordu. Yolun az ilerisinde pahalılığı protesto için bildiri dağıtırken kurşuna dizilmiş bir genç yatıyordu boylu boyunca…


EZGİ İÇİN
Sait EFE

Diktatörlük katliamlarını sürdürüyor. Kimini yargısız infazlarla. Tuzla’da, Nişantaşı’nda, Hasanpaşa’da olduğu, gibi. Kimini karanlık odalarda. İşkence yaparak. Kimini Kürdistan’da olduğu gibi bilenen yöntemlerle toplu olarak kimini okulda, yolda, fabrikada, .grevde gösteride arkadan kurşunlayarak. Son kurban Engin Egeli. Kimini aşağıya atarak. Emniyetin üçüncü Kat kapalı penceresinden. Kimini aç bırakarak. Kiminin evini başına yıkarak. Kimini de mevzuatla.
Ezgi gibi. Ezgi Çiçek gibi.
Dördünde daha Ezgi. Cıvıl cıvıl bir kız. Yaşam dolu her yanı.  Ama hasta. Anemi hastalığı var. İyileşmesi için yurt dışına gitmesi gerekiyor. Yurt dışına gitmesi içinde yüklü bir para… Ana, babasının bulamayacağı, yalnız devletin verebileceği bir para.
Ana, babası öğretmen Ezgi’nin. Ezgi memur çocuğuydu yani:
Devlet memurluğu en geçerli uğraşlardan biri ülkemizde. Belki de ilki. Hayali ihracatla, devlet destekli kaçakçılıktan sonra. Odacılık, müstahdemlik bile. Beş kişinin alınacağı sınava beş bin kişinin katılması bundan. Halkımız diyor ya:
Sırtını devlete daya da.
Kaya sanki mübarek! Dağ…
Başka umut yok ama.
Karın tokluğuna olsa da.
Sokaklar açlık, mahalleler yoksulluk kokuyor.
Üstelik devlet karında doyurmuyor artık. Eskilerde kaldı devlet kapısında karın doyurmak. Kuru ekmeğe çalışıyorlar, devlet kapısında şimdi insanlar. Kuru ekmeğe. Çökeleği, zeytini, yağı, isotu da ikinci işten alıyorlar.
Yine de koşuyorlar ama. Koşuyor, koşuyorlar. Kuru ekmek garantisine, hastalığa, yaşlılığa birde.
Buraya kadar güzel.
Devlet kapısında çalıştırdığı insanların sağlığı ile ilgileniyor. Ezgi de memur çocuğu. Devlet Ezgi’nin hastalığı ile ilgilenecek demek.
Öyle olmuyor ama. Mevzuata takılır Ezgi’nin sağlığı. 1983 yılında çıkarılan” bir mevzuata. Ölümü terk edilir Ezgi. Ölümün kucağına itilir Ezgiler. Devlet dedesinden (Babasının babası) umut yok Ezgiye. Yardım kampanyası açılır yurt çapında. Ama…  Altı yüz milyon lira çok para nasıl toplansın? Nereden toplansın? Kuyuyu kaşıkla doldurma gibi. Yurt dışından da desteklenir. Belli bir yol alınır kampanyada.
11 Aralık 1991 günü ezgi uçacak.
Uçuş gününden iki gün önce Haşim’in yanındayım. Ezgi’nin babasının. Ölüm olayı, ölüm korkusu, ölüm hüznü yok yüzünde. Umut var. Sevinç var. Kurtarma umudu. Yaşatma sevinci kızını.
İşe gidiyorum. Uzun, çok uzun bir yolculuk yaşıyorum sabahları. İş öncesi. Gecenin kör karanlığında başlayan bir yolculuk. Kent uyuyor erkenci işçilerin dışında.
Bir durakta gazete aldırıyoruz muavine.
Herkes gazetesini açıyor.
Bende.
Öyle yorgunum ki, yorgun ve uykusuz. Ama yaşamın buzlu suyu…
Gazeteye bakıyorum. Yeni hükümet… Demokrasi… İnsan hakları… Memur sendikaları… Pat diye bir taş düşüyor gazetenin üzerine.
Zam taşı. İğneden ipliğe.
İşte icraatı diyorum yeni hükümetin. Üstekiler göz boyama.
Sayfayı çeviriyorum. Bir taş daha… Dünya kadar. Güneş kadar. Uzay kadar büyük bir taş. Başıma düşüyor sanki.
Ezgi ölmüş… Ölmüş Ezgi Çiçek. Gözlerimi kaldırıyorum gazeteden. Dışarı bakıyorum. Sisli havasına Marmara’nın. Kendimde değilim. İçim dışım ölüm. Ölümü yaşıyorum katıksız.
Bir yazı ilişiyor gözüme “TUZLA”, bir kez daha çarpılıyorum yüksek gerilime.
Tuzla Köprüsü’nün altından geçiyor otobüs. Acım ikileşiyor.
Yargısız infazla öldürülen dört can daha giriyor yüreğime Ezgi’nin yanına. Daralıyor yüreğim. Sıkışıyor göğsüm. Kabarmış Deniz içim. Küt, küt vuruyor göğüs kafesime duygu dalgaları. Elim kalemi uzanıyor göğüs cebime. Gözlerim gazetede. Gül yüzünde Ezgi’nin. Telefon defterimin adres sayfaları çanak oluyor yüreğimden taşan duygulara. Ezgi için.
Yazdım seni küçük Ezgi, yazdım. On iki Eylül’ün hesabına bir can daha yazdım. Bir candan da öte. Bir Ezgi, bir çiçek, bir çocuk yazdım.
En ağın, en dokunaklısı sen oldun listenin, sen ey güzel çocuk.
Bir insan ölümüne eş değildi ölümün. Bir insan öldürmekle kalmadılar seni öldürenler. Tarihin bir insana bir çağa, bir devlete, bir halka verebileceği en ağır cezayı verdiler kendi kendilerine. En silinmez karasını sürdüler yüzlerine.
Her şeyi aşındırır zaman. Bazı çizgiler vardır kaybolur gider bu aşinada. Bazı çizgiler de vardır ki daha netleşir daha parlaklaşır zaman selinin ucunda.
Senin ölümün bu ikinci çizgiden işte.
Özlemin, sevgin gibi. Seni öldürenlerin de… Seninki ak, seninki parlak, saf, rengârenk senin ki. Onların ki kara. Kapkara, karanlık gibi.
Geçen her an daha da karartacak suratlarını. Daha da çirkinleştirecek yüzlerini. Fosforlu bir ışık belirecek alınlarında:
“BİZ KATİLİZ” diye.
Hele senin ölümünden sonra, boynuz bile çıkar kafalarında. Uzar gider kulakları. İkiyi aşar ayakları. Az gelişmiş en değersiz şey insandır. Savaş alanlarında olduğu gibi. En değerli şeyi de para. Sloganları:
En büyük para. Başka büyük yok. Yasa:
Her şey parası olanlar için. Aş, iş, eş! … Her şey düşeş. Söz parana göre. Sağlık paran kadar. Yaşam, eğitim, kültür de.
Amerika’ya kuaföre, uzak Doğuya oturağa gidiyor parası olanlar. Biz seni doktora bile götüremedik.
Neden? …
Parasızlıktan! …
Seni On iki Eylülün hesabına yazmamda bundan. Yoksa hapse attıklarından işkence ettiklerinden değil.
Ne mi ettiler?
Bir boğanın bir parka girişini düşün. Nice olur güzelim, çiçeklerin durumu. Kimi kökten gider. Kimi budanır dal dal. Tomurcuklar dağılmıştır dört bir yana. Talaza tutulmuş toz gibi.
İşte onlarda öyle yaptılar. Çekip süngülerini geçtiklerinde başa. Hak koymadılar budadılar. Yoksuldan, işçiden, çalışandan yana.
Senin ölümüne de yol açtılar. Bu arada.
Nasıl mı? Çıkardıkları bir yasa ile.
Yıl 1983. Bir ferman daha iner padişahtan.
“Bundan böyle devlet, memur çocuklarını sağaltımları için yurt dışına göndermeyecek.”
İşte ölümüne neden olan yasa. Çoktan gitmiş gelmiş olurdun yurt dışına yoksa. Sokaklarda, parklarda oynayarak geçirirdin belki de. Yardım umuduna hastane köşelerinde geçirdiğin günleri. Bir Ezgi’yi susturdular. Seni öldürenler. Bir çiçeği kuruttular. Ezgi ki, sesidir doğanın. Çiçek ki süsüdür doğanın. Sessiz renksiz doğa ölü doğadır. Doğayı öldürdüler. Dünyayı öldürdüler seni öldürenler. Bundandır ağırlığı suçlarının. Bundandır derim:
Yuh olsun çocuklarına üç beş kuruşu çok gören anlayışa. Yuh olsun insana, adalete, devlete.
Bana da bana da, yuh olsun.
Yuh olsun bir baba olarak. Yuh olsun bir insan olarak.
Yuh olsun bir öğretmen ” olarak.
Yuh olsun bir aydın olarak.
Yuh olsun bir demokrat olarak.
Yuh olsun bir devrimci olarak.
Yuh olsun sekiz yıldır sessiz kaldığım, ölümüne neden olduğum için.

Şubat 1992

Partili Olmak

Burjuvazinin düzeni sıradan insanın düşüncesinde bir öncesizlik ve sonrasızlık izlenimiyle yer alır. Ona ilişkilerin özel mülkiyet temeline dayalı olan örgütlenmesinin insanın doğasına en uygun biçim olduğu ve bunun tarihinin olmadığı öğretilir. Talihsizlik kendisini süreklilik izlenimiyle tamamlar.
Oysa kapitalizm, kavgasız ve çatışmasız bir dünya değildir; içsel çelişkilerden muzdariptir ve bu çelişkiler zaman zaman kitlesel patlamalara yol açar. Patlamalar eğer, hangi sorundan dolayı ortaya çıkıyorlarsa, o alana sıkışıp kalan, problemin çözülmesiyle geriye çekilip sönen tepkiler düzeyinde kalıyorlarsa elde edilen kazanımlar düzen tarafından emilip içerilir. Politik bir nitelik kazanarak siyasal iktidarı tehdit etmeyen her atılım, çözdüğü sorunla bir tıkanıklığı açarak adil ve insancıl kapitalizm görünümüne yeni katkılarda bulunur; süreklilik izlenimi pekişir.
Parti, kapitalizmin içsel çelişkilerinden kaynaklanan münferit ve bir politik organizasyonun birleştirici ve yaygınlaştırıcı etkisinden yoksun başkaldırılardaki kendiliğindenliğin aşılması, burjuvazinin dünyasına ait süreklilik izleniminin kırılmasıdır. Bir partili ise bu sürekliliğin kırılışında bir savaşçı olarak hem karşısındaki düşmana tetik çeken hem de bu tetiği içindeki düşmana yönelten insandır. Bir partili burjuva dünyasının süreklilik izlenimine kendi özel yaşamını örgütleyiş tarzıyla katkıda bulunmayı reddeden, silahını bu yüzden kendine çeviren kişidir. Bu uğraş; insanın kendinde önceden yerleşmiş eski değerleri öldürme işlemi ve yeni insanı inşa süreci zorlu bir uğraştır. Sürekli bir titizlik, sürekli bir uyanıklık, dikkat, sorgulama ve düzenin konfor öğelerinden onları devrimci eleştiri süzgecinden geçirerek içsel bir özgeciyi gerektirir.
Burjuvazinin kurduğu düzende politikayla ya da politik bir kurum olarak devletle özel yaşam arasında onmaz bir kopukluk vardır. Buna göre günlük yaşam içinde sürdürülen alışılmış ilişkiler politikadan yalıtılmış, siyasal egemenlik ilişkilerinden uzak ve bağımsız tamamen kişisel ve özel seçimlerdir. Oysa günlük “ilişkilerde kuşaktan kuşağa bireylere aktarılan alışkanlıklar, görgü kuralları ve davranış normları kamusal bir refleksin oluşmasına neden olurlar ve bu refleks haline gelmiş ortak tepkiler burjuva değer yargılarının yeniden üretiminden başka bir şey değildirler. Özel yaşamın siyasal olandan bu bilinçli koparılışı burjuvazinin yaşamı parçalara bölerek ortaya çıkan sorunları çıktığı alana hapsetme orada çözme, o alanda emerek yok etme amacına uygundur ve bu nedenle her bir birey sorunlarıyla kapitalizm arasındaki bağıntıyı kurmakta zorlanarak onları kişisel bir huzursuzluk olarak yaşar. Devlet öfkenin uzanacağı menzilden kopar.
Politikayla özel yaşam arasındaki kopukluk izlenimlerinin kendini en tehlikeli biçimde gösterdiği alan, “devlet”in bilgisini edinmiş, politikleşmiş kişilerin eylemidir. Bu burjuva tuzak pek çok devrimciyi kendine doğru çeker ve onların “özel” ilişkileri aracılığıyla burjuva değer yargılarını yeniden üretme durumunda kalmalarını sağlar. Bir ayak sosyalizme yönelmiştir, diğer ayağı burjuva bağlar düzene çekmektedir.
Partili olmak, yaşamın iki ayrı düzeye bölünüp parçalanmasına izin vermemektir.
Partili olmak eski dünyaya ait olan ve tanım öğelerini yalnızlığın, bencilliğin, çıkarcılığın, yararcılığın ve fırsatçılığın oluşturduğu burjuva birey kavramının yerine örgütlü; bu yönüyle çoğalmış, güçlenmiş, yalnızlıktan kurtulmuş, kendisini mülkiyet ilişkileri ve eşyaya dayalı hesaplarla belirleme kısırlığından arınmış, mücadeleci, yaratıcı, dönüştürücü yeni bir birey kavramının geçirilişidir: Partili olmak, “Leninist militan tip”e dönüşmek, gerçek birey olmaktır.
Bu yeni “birey”e göre özgürlük, burjuvazinin hep istediği gibi rastlantısallık izlenimine boyun eğmek, kendine varolan sınırlar içinde sunulan seçenekler arasında seçim yapabilmek değildir. Özgürlük, toplumsal yaşam içindeki ilişkilerin tanınması, birbirinden ayrı ve bağımsızmış gibi görünen alanlar arasındaki gizli bağıntıların kavranması ve bu kavrayışla eldeki malzeme yani toplumsal yaşam üzerinde işlem yapabilir hale gelmektir. Dünyayı değiştirmek için girilen eylem; devrimci eylem, özgürlüğün kazanıldığı biricik alandır. Partili olmak özgür olmak demektir.
Mal-mülk hırsıyla, kişiler arasındaki rekabet ve iktidar hesaplarıyla, kadın ve erkek arasındaki cinsel egemenlik ilişkisiyle kirlenmiş burjuva birey için duygu ve “mantık” daima birbirinin karşısına koyulan, birbiriyle çelişen iki insanlık durumudur. Buna göre duygu, bir zayıflık “mantık” ise insanca bir erdemdir, bu iki sürecin çatışması durumunda insanın, mantığına uygun seçimler yapması beklenir. Ve aslında “mantık”lı olmak, özel mülkiyet sisteminin çıkarları doğrultusunda davranmak, burjuva ahlak ilkelerini tehdit eden durumlara düşmemeye, günlük yaşam içindeki ilişkilerde alışılmış çizgiden çıkmamaya çalışmaktır… “Leninist militan tip”in eyleminde duygusal süreçlerle “mantık” arasında bir çatışma görülmez. Ona göre duygu ne insani bir zaaf ne de mantığını tehdit eden bir zayıflıktır.
Burjuva dünyaya ait olan bu bölünmüşlük ve çatışma, politik ilkelerinde tutarlılık olan ve yaşamının hiçbir alanını siyasal eylemin dönüştürücü etkisinden uzak tutmayan onun hayatında, barınacak bir yer bulamaz. Duygulan amaçlarıyla uygunluk içindedir. Duygu ve “mantık” arasındaki eski uzlaşmazlığın bu yıkılışı ise yeni bir insani olgunluk düzeyine ulaşmak anlamına gelir.
Partili olmak bu açıdan; insana tamamlanmaktır.
Tutarlılık, bir partilinin en önemli karakteridir. Bu, hem söz ve eylem arasında, teoriyle pratik arasında bir uygunluk olarak anlaşılabilir, hem de yaşamın bütün alanlarına bakışta ve olayları yorumlayışta değişmeyen bir kritere sahip olmak anlamına da gelebilir. Bir partilinin her tür eylemi ortak bir çizgi üzerinde birleşir. Bu çizgi, devrimci mücadelenin ihtiyaçlarıdır. Tutarsızlık; yaşamın her alanını kesecek düşünsel bir çizgiye sahip olamamak, dünyayı bütün ilişkileri içinde tanımakta bir eksiklik ve bir problem doğurur. Bu ise devrimcinin eylemini burjuva sızıntılara açık tutar, ilgi duyulmayan bir konu, ertelenen bir sorun, yüzleşilmekten kaçınılan bir durum tutarlı pratiğin ve tutarlı bir teori oluşturmanın önünde yanıltıcı engeller oluşturur. Bir partili, bu yüzden içinde yaşadığı dünyanın bütün yönleriyle ilgili ve ilişkili olan insandır.
Biz partiliyi sıradan insandan ayıran en önemli nitelik; yüzeyi dalgasız, hareketsiz, kıpırtısız görünen sosyal atmosferin derinliğinde oluşan dinamikleri tanıyarak, hangi durumun neyle birbirine geçtiğini, ayrıştığını, nelerin hangi bağla birbirine bağlandığını bağlanmakta olduğunu görüp anlayarak geleceğe dair öngörülerde bulunabilmek, uzak görüşlü olmaktır. Uzak görüş, günlük ilişkilerin, kendiliğindenliğin tutsaklaştırıcı, kendisinde eritici etkisinden ve umutsuzluktan korunmadır. Gelecek perspektifini yitirmek, sosyalizm ufkunu yitirmek insanı moral yönden zayıflatır. Zor koşularda görülen uzun kesintilerin istikrarsızlıklara, dayanıksızlığa ve sebatsızlığa yol açtığı bilinmektedir. Bu süreçte birçok insanın döküldüğü, boyun eğdiği, çözümsüzlüğe düştüğü ve düzenle yeni ilişkilere girdiği görülür. Bir partili geçici toplumsal durgunluklar ve çalışma koşullarının zorlaşmasından dolayı yılgınlığa kapılmaz. O, hem bir yüksek moral anıtı hem de iyimserlik aşılayıcısıdır.
Bir partili için varolma koşulu partisidir. Parti ise siyasal çizginin saptandığı bir alan olmasının yanı sıra aynı zamanda bu siyasal çizgiyi yürütecek insanların yaratılmasından sorumlu olan bir okuldur da. Çünkü bilinir ki, “siyasal hat bir kez tespit edildikten sonra belirleyici olan kadrolardır”. Parti içindeki canlı tartışmalar, iyi işleyen bir eleştiri ve özeleştiri mekanizması, geleceğin insanının bugünkü prototipi olan “Leninist militan tip”in devrimci ruhsal durumunun süreklilik kazanarak korunması ve geliştirilmesi bakımından önemlidir. “Leninist militan tip” kendine yönelttiği silahı ve burjuvazinin siyasal iktidarına karşı savaşırken gereksindiği gücü partisinden alan ve bunu siyasal eylem içinde kullanma olanağı bulan, eski olanı vurup öldürerek yeni bir dünyanın kurulmasını müjdeleyen, kendisini yeni değerlerle donatan bir alternatif insan tipidir.
Burjuvazinin dünyasına içtenlikle muhalefet eden, sosyalizme sempati duyan kendisini “komünist” olarak tanımlayan tek tek bireylerde Taşlanmaktadır. Ama örgütsel olanaklardan yoksun bütün diğer muhalefet odakları ve muhalif bireyler gibi bu tek tek yüzergezer “komünist”lerin de burjuva düzenin bir parçası olma durumundan kurtulamayacakları açıktır. Bir komünist partili yani örgütlüyse alternatif bir çekim odağı olabilir. Bu yüzden komünist olmak, partili olmak demektir.
Bir partili, kendini sadece örgütü olan partinin direktiflerini uygulamakla yükümlü gören hantal bir bürokrat değildir. O, parti hayatının canlı ve dinamik geçmesi için kafa yormak, görüş, üretmek, öneriler hazırlamak ve bu süreçte hem kendisini hem de partisini geliştirmek zorunluluğunu içsel olarak hisseder. Partiyle partili arasındaki bu ilişkide kolektif faaliyetin bir unsuru olarak bireyin, parti yaşamında kazandığı değerlerle partilinin kolektife taşıdığı değerler iç içe geçmiştir. Parti faaliyeti burjuva çalışma koşullarının özellikleriyle ölçülemez ve “mesai saatleri” içinde yürütülen bir iş olarak görülemez. Parti faaliyetleri, partilinin bütün yaşamını kaplayan, onun en önemsiz ve kişiselmiş gibi görünen işlerine bile sirayet eden bir yaşama alışkanlığı bir yeni refleks biçimidir. Partili olmak; bir yaşama tarzıdır.
Bir partili, üyesi olduğu partinin genel faaliyetinin bir öğesi olarak burjuva dünyaya ait süreklilik izleniminin kırılışında üzerine düşeni yaparken, yeni bir süreklilik anlayışının, sosyalizme ait olan değerlerin bugünden taşıyıcısı olan kişidir. Geleceğin insanının örneği olabilme durumuna doğaldır ki, kendi özel ve kişisel çabasıyla ulaşmamıştır. Komünist olma; “proleterleşme” kolektif bir çabanın ve eski değerlere yönelik devrimci eleştirinin bir ürünüdür. “Proleterleşme”, işçi sınıfına mensup bir insan için burjuva dünyasının bir parçası olmaktan koparak sınıf bilincine erişmek, entelektüel kesimden gelen bir devrimci için ise devrimci arınma sürecinden geçmek demektir.
“Bir işçi komünist olduğu zaman, o kendisinde gelişmemiş olan bir şeyin açılıp serpilmekte olduğunu hisseder; bulanık biçimde bilgi sahibi olduğu bir kültürün onu aydınlattığını keşfeder, Marksizm’de kendisini açıkça ileri sürme olanağını bulur: Bilinçaltında varolan bir şey hakkında bilgi sahibi olur. Böylece bir işçi komünist olduğu zaman kendini inşa eder ve pekiştirir.
“Bir entelektüel komünist olduğu zaman ise, olaylar önceki durumda olduğu gibi gelişmez. Sosyalist bilincin zaferinin her adımında entelektüel, geçmişinde bazı şeyleri yok etme zorunda kalır. Bu yüzden o, tahrip eder ve inşa eder. Attığı her adımda kendini yaratma değil de, kendine karşı bir mücadele izlenimi edinir”. (Enver Hoca)
Proleterleşerek parti içinde yer alan devrimci, sosyalizm davasına her gün nasıl daha çok sayıda insan kazanacağına dair kafa yorar, ilgisini işçi sınıfının mücadelelerine çevirerek işyerleri ve fabrikalardaki mücadelelerin birleştirilmesi ve bu mücadelelerin devrim ve sosyalizm mücadelesi düzeyine yükseltilmesi ve proletaryanın önderliğinin genel ve ulusal çapta örgütlenmesi için çaba harcar. Sınıfın en ileri öğelerinin partiye kazanılması, onların örgütlenerek eğitilmesi için günün yirmi dört saatinde uğraşır. Bir partili partisiyle birlikte, insanlara kurtuluşlarının sosyalizmle olacağını ve bunun için örgütlenmeleri gerektiğini bıkmadan, yorulmadan sebatla anlatmak ve nerede bir başkaldırı varsa içinde olmak ve bu başkaldırıları örgütlemekle yükümlüdür. O, kendiliğinden gelişen durumların peşine iradesizce takılmaz. Her zaman inisiyatifli, uyanık ve bilinçlidir; gerektiğinde, kimi zaman tek başına bir örgüt gibi davranabilecek kadar yeteneklidir. Kendini beyninin ve bedeninin bütün hücreleriyle devrimci mücadelenin hazırlanması ve yükseltilmesine adar. Bu yüzden: Partili olmak devrime yürekten adanmışlıktır.

Şubat 1992

İşçi sınıfı partisi ve çalışma tarzı- 4 İşçi sınıfı partisinde eleştiri ve özeleştiri

Düşünce, insanın insanlaşma sürecinin başlamasıyla ortaya çıkan insansal bir eylemdir. Ama düşüncenin, olay ve olgular arasında bağlantı kurarak olup bitenlerin mantıksal açıklamasına yönelmesi, sistemli bir yapıya kavuşması için yüz binlerce yıl geçmek zorunda kaldı.
İlk açıklamalar, zorunlu olarak çocukça ve bugünkü ölçülerimi/ açısından bilim dışıydı. Ama bir kez insan sistemli düşünmeye başlamıştı: bir sonraki düşünür bir öncekini, bir sonraki ekol kendisinden önceki ekolü bir yanıyla yineleyerek, bir yanıyla da aşarak hızla ilerledi; olaylar ve olgular arasındaki bağlantının bilimsel açıklamalarını yapacak bir aşamaya ulaştı.
İnsanın doğaüstünde, hayvanlar âleminden koparak insanlaşma sürecine girmesinin üstünden yaklaşık bir milyon yıl geçti. Ama, bu bir milyon yılın, sadece son 2500-3000 yılı, insan düşüncesinin evriminin bir nitelik değişikliği geçirerek sistematik; bir başka söyleyişle bilimsel açıklamalara yöneldiği çağıdır. Dolayısıyla, insanın doğa üstünde ve toplum içindeki eylemine düşüncenin yol göstermeye başlaması ya da insanın doğa üstündeki ve toplum içindeki eyleminin deneyimlerinin insan düşüncesini geliştirip olgunlaştırıp ilerletmesinin bilinçli çabası yine bu 2500-3000 yıllık dönemin bir özelliğidir. Metafizik karşısında diyalektik, idealizm karşısında materyalizmin doğup gelişmesi, gerçek bir bilimsel felsefe olarak diyalektik materyalizmin olgunlaşması bu tarihsel dönemin düşünsel gelişmesinin taçlanması oldu.
Düşünce tarihine yakından bakıldığında şu açıkça görülür: hiç bir yeni düşünce gökten gelmemiş ya da dahi düşünürlerin kafalarında birden bire ortaya çıkmamıştır. Tersine her düşünür, kendisinden önceki düşünürlerin öne sürdüğü görüşleri eleştirip aşarak kendi dünya görüşünü biçimlendirmiştir. Antik Çağ’ın ilkel materyalizmi ve idealizminden diyalektik materyalizme ulaşan insan düşüncesinin serüveni her yeni düşünürün kemlisinden önceki tüm birikimi eleştiriye tabi tutmasının, bu birikime az ya da çok bir katkı yaparak, zenginleştirmesinin tarihidir.
İlk düşünür sayılan Thales’den Marks’a uzanan insan düşüncesinin evrimi, karşıt sistem ve dünya görüşlerinin çalışmasının tarihidir. Bu tarihi ilerlemenin yöntemi ise eleştiri olmuştur. Bu süreç içinde her yeni düşünce eskinin eleştirisi temeline oturmuştur. Örneğin Marksizm; Marks’ın kafasından değil, Hegel’de uçlaşan Alman idealist felsefesinin, Fransız ütopik sosyalistlerinde doruğuna varan sosyalizm düşüncesinin ve burjuva ekonomik politiğinin en olgun meyvesi olan İngiliz, ekonomi-politiğinin eleştirisinden doğmuştur.
Eleştiri, sadece felsefe alanındaki gelişmenin başlıca yöntemi olmamıştır. Bilim (doğa ve toplumbilim) ve sanatta da gelişmenin başlıca yöntemi de önceki bulgu ve yaratıların çeşitli yönlerinin eleştirilmesi olmuştur.

MARKSİZM, ELEŞTİRİ VE ÖZELEŞTİRİ
Düşünce tarihi içinde bütün ciddi felsefi sistem ve eğilimler, kendilerini tanımlamak için eleştiriye başvurmuşlardır, ama Marksizm öncesi bütün felsefi ekoller spekülatif (kurgucu)-metafizik yapılı olmalarından dolayı hem öncülleri hem de kendi tutarsızlıklarıyla uzlaşan bir eleştiri yöntemini benimsemişlerdir. Bu yüzden de nesnel gerçeğe varmakta kendi kendilerini sınırlamışlardır. (Mark öncesi düşünürlerin nesnel gerçeğe varmalarını engelleyen asıl etken, bu düşünürlerin sınıf konumlan, bilim ve teknikteki gelişmelerin yetersizliği vb.dir. Hu durum anların eleştiri konusundaki tutumlarını da belirlemiştir. Ama konumuz eleştiri olduğu için, biz burada bu düşünür ve ekollerin sadece eleştiri konusundaki tutumlarına değinmekle yetineceğiz.) Marksizm ise, önceki tüm felsefelerden farklı olarak, nesnel gerçeğin bütün çıplaklığı ile anlaşılmasında çıkarı olan proletaryanın dünya görüşü olarak; bütün yerleşmiş değer ve yargıları, “tabuları” acımasızca eleştirmiştir. Bu yüzden de Marksizm’de eleştiri, önceki bütün felsefi sistem ve eğilimlerden, nesnel gerçeğe varmak için, çok daha önemli rol oynayan bir araç olmuştur.
Marksizm’i eleştiri konusunda diğer felsefi sistemlerden ayıran bir diğer özellik de, eleştirinin sadece kendi oluşum sürecinde kullanılıp sonra bir yana bırakılması değildir. Tersine Marksizm doğuşundan sonra da eleştiriyi bir silah olarak kullanmayı sürdürmüş, yeni olgu ve olayları açıklamada olduğu kadar, bu olgu ve olaylarla çelişen her düşünceyi içinden ayıklamıştır. Bu yüzden de Marksizm, her zaman yeni, canlı, yeni olay ve olgulardan çıkarılan sonuçlarla zenginleşen bir dünya görüşü olmuştur.
Marksizm’i, bütün kurgusal felsefelerden ayıran en temel özelliklerden birisi de Marksizm’in bir eylem felsefesi, sadece dünyanın olup bitenlerin bir açıklamasıyla yetinmeyip dünyanın değiştirilmesinin yasalarının da felsefesi olmasıdır. Bu niteliği Marksizm’e devrimci sınıfın, proletaryanın yeni bir dünya kurma eyleminde kılavuz olma özelliğini yükler.
Proletaryanın dünyayı değiştirme eyleminde Marksizm bir yandan bu devrimci eyleme yol gösterirken öte yandan da devrimci eylemde sınanır ve bu eylemin deneyleriyle zenginleşir. Bu yüzden de Marksizm sadece kendi karşıtlarını değil kendisini de sürekli olarak eleştirerek (ki buna özeleştiri diyoruz) gelişip zenginleşir. Marksizm’in iki büyük kurucusu Marks ve Engels’in kendi kuramları karşısında tutumu budur. Her ikisi de, kuramlarının proletaryanın mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt vermeyen yankının eleştirmişler, mücadeleden çıkan derslerle kuramın eksik yönle/ini tamamlamaya çalışmışlardır. Onlar, örneğin 184K devrimlerinin bazı öngörülerini doğrulamaması karşısında, “Tarih, bizi değil muarızlarımızı haklı çıkardı.” (Engels. Fransa’da Sınıf Savaşımlarının Önsözü’nde) diyecek kadar pratikten öğrenmesini bilen, kendi yanlışlarına karşı acımasız, eski filozofların boş böbürlenmelerinden uzak birer kuram ve eylem adamıydılar. Lenin, Stalin, E. Hoca gibi Marksizm’in ustaları ve sadık izleyicileri ile bütün gerçek Marksist önderler de aynı eleştiri ve özeleştiri yöntemini benimsediler.
Kısacası Marksizm, eleştiriyi bütün diğer felsefi ekollerden farklı olarak gelişmesinin asıl aracı olarak kullandı; her yeni olay ve olgu karşısında kendisini yeni baştan eleştirip bu olay ve olgularda sınattı.
Yukarıda söylenenlerden de anlaşıldığı gibi, Marksizm’de eleştiri sadece olumsuzu ortaya çıkarmanın bir yöntemi değildir. Aynı zamanda kendisini olumlamanın, kendi görüşlerini geliştirip zenginleştirmenin de bir yöntemidir. Bu yüzden de Marksistler için eleştiri vazgeçilemezdir.

İŞÇİ SINIFI PARTİSİ, ELEŞTİRİ VE ÖZELEŞTİRİ

Bütün burjuva ve sözde işçi partilerinin aksine proletaryanın devrimci partisi, kendisinin bir ideolojisi olduğunu, bu ideolojinin Marksizm-Leninizm olduğunu açıkça ilan eden partidir. (Elbette burjuva partilerinin de ideolojileri vardır ve bu burjuva ideolojisidir. Ama onlar, emekçi yığınları aldatmak için kendi ideolojilerini saklamak zorundadırlar. Proletarya partisi için emekçileri aldatmak söz konusu olmadığı için kendi ideolojisini saklamasına ihtiyaç yoktur.)
Bir eylem felsefesi olarak Marksizm-Leninizm, yine bütün öteki felsefi akımlardan farklı olarak, kendisini bir düşünürler çevresi, bir ekol olmaktan öte gerçek kimliği ile proletaryanın devrimci partisinde açığa vurur. Ve toplumu değiştirmenin anahtarı olma işlevini yerine getirir.
Dünya ve ülkenin içinde bulunduğu koşulların Marksizm-Leninizm ışığında somut tahlili olan devrimin strateji ve taktikleri, partinin programı ve günlük mücadeleye yol gösteren politikaları olarak biçimlenir. Dolayısıyla, kendisine Marksizm-Leninizm’i yol gösterici olarak benimseyen parti, gelişme, yanlışlardan arınma için eleştiri-özeleştiriyi asıl yöntem olarak benimser, benimsemek zorundadır.
Marks ve Engels’ten bu yana, bütün Marksistler ve gerçek Marksist partiler için eleştiri ve özeleştiri parti çalışmasının asli eğesi olagelmiştir. Bugün de aynı geçerlilikle uygulanmak durumundadır.
Bir bütün olarak parti, parti organları ve birer birer parti üyeleri de çalışmanın ve kendilerini eğitmenin ilerletici öğesi olarak eleştiri ve özeleştiriyi sürekli ve doğru olarak kullanmak durumundadırlar.
Bir başka söyleyişle parti, kendi faaliyetini sürekli olarak değerlendirmek zorundadır. Bu değerlendirme her zaman, mücadelenin ihtiyaçlarının ne ölçüde karşılandığını, bunun hem politikalar hem de parti örgütleri ve kadrolarınca ne ölçüde uygun kullanıldığını kapsar. Dolayısıyla da her değerlendirme bir eleştiri-özeleştiri faaliyetidir.
İşçi sınıfı partisi, tarihsel misyonu gereği pratik sınıf mücadelesinin de önderidir. Bu yüzden de, gündelik mücadelenin ilerlemesine bağlı olarak sürekli yeni direktifler vermek, taktiklerini geliştirmek, mücadelenin önüne çıkan her yeni sorunda çözümler üretmek zorundadır. Ve bu direktif, karar ve taktikler sınıf mücadelesini ilerletici bir rol oynuyorsa doğrulanmış olurlar. Ama öte yandan, bütün bu direktifler, kararlar ve taktikler nihayet partinin teorik ve pratik mücadele birikimlerinin bir ürünüdür. Mücadele ise her gün yeni çözümlemelere ihtiyaç duyar. Bu durumda her yeni direktif, her yeni karar ve taktiklerin doğruluğu ancak pratik mücadelede sınanarak anlaşılabilir. Eğer mücadelenin sorunlarına doğru çözümler getirilebilmişse, artık bu karar direktif ve taktiklerin deneyimi partinin olumlu birikimi olarak değer kazanır. Yok, eğer bunlar, pratik mücadele tarafından çürütülmüşse bunlar reddedilirler. Ama doğrulanma ya da çürütülmenin gerçek olabilmesi için de, sürecin ayrıntılı bir eleştirisi, olaya etki eden faktörlerin bütün yönleriyle değerlendirilmesi gerekir. Bu ise, mücadelenin ve sorunlarının sürekli bir biçimde eleştiriye tabi tutulmasını gerektirir. Çünkü bazen, doğru politikalar da başarısızlığa uğrar. Politika doğru belirlenmiştir ama kadroların doğru seferber edilememesi vb. gibi bir sorundan ölürü başarısızlığa uğranmış olabilir. Bütün bu ayrıntıların açığa çıkarılması, eksiklerin tamamlanması, yanlışların düzeltilmesi için parti bir bütün olarak süreci ve süreç içindeki kendi faaliyetini eleştirmek zorundadır. Dahası, faaliyet içinde yukardan aşağıya bütün parti örgütlerinin zaafları ve olumluluklarını da belirlemek, olumlulukları geliştirmek, olumsuzluklarla savaşmak için de bu eleştirinin sürekli derinleşen bir süreç olması gerekir.

ELEŞTİRİ, “ELEŞTİRİ ÖZGÜRLÜĞÜ” MÜDÜR?

Proletaryanın devrimci komünist partisi için eleştiri ve özeleştiri sürekli bir eylemdir. Ve bu eylemi içinde parti yetkinleşip tarihsel misyonunu yerine getirecek bir olgunluğa ulaşır. Parti, her kademesinde ve her platformda bu tutumdadır. Ama bundan partinin durmadan ve her konuda eleştiri ve özeleştiri içinde olduğu, aklına esenin her konuyu ortaya atıp parti içinde bunu tartışmaya açacağı anlamı çıkarılamaz.
Proletarya partisinin tarihi içinde eleştiri, her türden tasfiyeci ve oportünist için “eleştiri özgürlüğü” olarak algılanmış, eleştiri adı allında partinin gündeminde o anda yer tutmaması gereken sorunlar parti gündemine sokularak ya da partinin sorunlarının parti dışı platformlarda tartışılması yoluna gidilerek partinin mücadele dışına düşürülmesi, örgüt olarak da çürütülüp yozlaştırılması için çaba harcanmıştır. Bu yolla proletaryanın demir disiplinli, demokratik merkeziyetçi devrimci partisi, liberal-demokrat bir burjuva aydın partisine dönüştürülmeye çalışılmıştır.
Proletarya partisinin nitelik ve görevlerine ilişkin söylediklerimiz göz önüne alındığında; açıktır ki, proletarya partisi bir tartışma kulübü değildir. Bu yüzden de gündemi içindeki şu ya da bu kişinin isteğine göre değil, sınıf mücadelesinin ihtiyaçları tarafından belirlenir. Politikalar ve taktikler mücadelenin pratiğinde sınanır ve eleştiri bu politikaların doğruluğu ya da yanlışlığı üstünde yürüyebilir. Kısacası partinin eleştirisinin konusu, doğrudan mücadelenin kendisi ve bu mücadele içindeki partinin, parti örgütlerinin rolüdür.
Örneğin, ülkede yoğun işçi mücadeleleri olur ve partinin bu mücadeleye önderliğine ilişkin sorunlar parti gündemiyken, ya da dünya ölçüsünde karşı devrimci saldırı karşısında Marksist-Leninist bir karşı dalga yaratmak her proleter partisinin baş sorunuyken, “şu yarı-feodalizm sorununu bir sonuca bağlamak asıl sorundur” diye partinin gündemini değiştirmeye çalışmak, buna karşı çıkılmasını da eleştiri özgürlüğünün sınırlanması olarak görmek, bir “eleştiri özgürlükçülüğü”dür. Partinin kendi iç sorunlarını, parti içinde ya da partinin açacağı bir platform yerine uluorta her platforma taşınmasını savunmak, aksini eleştiri özgürlüğünün sınırlanması olarak görmek yine ” eleştiri özgürlükçülüğü” kategorisinden bir tutumdur.
Kısacası, işçi sınıfının devrimci partisi için her konu eleştiriye açıktır ama konu, sınıflar mücadelesinin, dolayısıyla partinin gündemindeyse eleştiri ve özeleştirinin konusudur. Doğrusu da budur. Aksi halde parti, rasgele konular üstünde spekülatif tartışmalarının yapıldığı bir aydınlar kulübüne dönüşürdü.

PARTİ ORGANLARI, KADROLAR VE ELEŞTİRİ-ÖZELEŞTİRİ

Nasıl ki eleştiri-özeleştiri, partinin kendisini eğitip yetkinleştirmesinin temel bir aracıysa; parti organları ve kadrolar için de eleştiri ve özeleştiri, kendi eğitimlerinin sürekli bir aracı olmak durumundadır. Bu yüzden de her parti organı kendi çalışma alanında parti direktif ve taktiklerinin yaşama geçirilmesinde olduğu kadar, bunların olumlu ve olumsuz yönlerinin, varsa yetersizliklerinin belirlenerek iletilmesi, bu anlamıyla parti direktif ve taktiklerinin eleştirilmesi her organın asli görevlerinden birisidir. Bu sadece organın görevi değil, onun parti faaliyetine katılmasının, partiyle bütünleşmesinin yoludur da.
Öte yandan, “İşçi sınıfı partisi ve çalışma tarzı” adı altında önceki sayılarımızda yayımladığımız yazılarda da değinildiği gibi, her parti organı, hatta her partili şahsında partinin bütün görev ve sorumluluklarını taşır. Bu yüzden de her parti organı ve partilinin eleştiri-özeleştiriye yaklaşımı parti gibi olmak zorundadır.
Gerçi bir parti organı ve partili kişinin görev alanı sınırlıdır. Ama bundan organ ve kişilerin her değerlendirmede sadece kendi alanlarıyla sınırlı bir değerlendirme yapması gerektiği anlamı çıkarılamaz. Tersine en alt parti örgütleri de dâhil, bütün parti organlarının ülke ve dünyadaki gelişmeleri izlemesi, kendi alanındaki değerlendirmeleri de bu perspektif ışığında yürütmesi gerekir.
Eleştiri-özeleştiriye de yukarıdaki perspektifle yaklaşmak doğru olur. Çünkü en küçük bir birimdeki bir çalışmanın bile dünyadaki genel gidişattan ayrı olmadığını komünistlerden daha iyi kimse bilemez, bilmemesi gerekir.
Bir parti organı için organ faaliyetinin esası mücadelenin sorunlarının tartışılması ve bunlara çözüm aranması olduğuna göre, eleştiri-özeleştiri faaliyeti arada bir, özel günlerde, özel bir gündem maddesiyle sınırlı bir faaliyet olmamalıdır. Organın her günkü faaliyeti aynı zamanda bir eleştiri-özeleştiri faaliyetiyle birleştiği ölçüde gerçek bir organ faaliyeti olabilir.
Örneğin, bir birimdeki parti hücresi, kendi faaliyeti içinde gündelik çalışmasını değerlendirirken, sadece yaptığı pratik işleri sayıp döküp, sonraki günlerde yapması gereken işleri belirlemekle sınırlı kalmaz. Tersine, çalışmanın partinin taktiği ile bağlantısı: mücadelenin ihtiyaçları, çalışmanın eksik ve yanlış yönlerini, hücrenin sorunları ele alış ve mücadeleye önderlikteki başarı ve zaaflarını, birer birer elemanların katkı ve eksikliklerini de açıkça ortaya koymak, eksiklik ve zaafları giderecek yol ve yöntemleri bulup yaşama geçirecek çabayı da göstermek zorundadır. Kısacası hücrenin her toplantısı başlıca, bir bütün olarak birimdeki faaliyetin bir değerlendirilmesi (eleştirisi) ve eksik ve yanlışların düzeltilmesi için nelerin yapılması gerektiğinin belirlenmesi (özeleştiri) faaliyetidir.
Elbette, her parti örgütü zaman zaman (özel bir sorun çıktığında, ya da genele ilişkin bir düzeltme faaliyetiyle ilgili vb.) gündemine, eleştiri-özeleştiri adı altında madde de koyabilir. Ama asıl olan eleştiri-özeleştirinin organın günlük faaliyetinin bir parçası olmasıdır.
Partinin yığınlara yönelik faaliyeti, partinin taban örgütlerinin faaliyetidir. Ama bu faaliyet de nihayet parti üyelerinin faaliyetidir. Bu yüzden de organ çalışması içindeki eleştiri-özeleştiri faaliyeti organın faaliyeti olduğu kadar birer birer üyelerin de faaliyeti olmak durumundadır.
Organın faaliyeti içinde çalışmanın ayrıntılarına yönelik değerlendirmeler, kişilerin faaliyeti olarak belirir vc bu noktadan sonra üyelerin cleştiri-özeleştirisine dönüşür ki; parti üyelerinin yanlışlarından ve zaaflarından arındırılması, deneyimlerinden öğrenmeleri, yoldaşlarının bilgi ve deneyimlerini de kendi bilgi ve görgülerine katması bu faaliyet içinde gerçekleşir.
Parti üyesi, yeni insanın erdemlerini taşıyan bir kişi olarak, sadece politik yaşamında değil, iş, ev vb. günlük yaşamında (*) da bir bütün, bir devrimci komünist olarak davranmak zorundadır. Bu yüzden de yaşamının ayrı yönlerinde aynı ilkelere bağlı bir tutum içinde olmak zorundadır. Zaten, bir insanın politik eylemde çok tutarlı ama “özel yaşam”ında çeşitli zaaflar içinde olması kabul edilemez. Zaten böyle bir şey de olamaz. “Özel yaşamında” zaafları, iş yaşamında burjuva eğilimleri olan birisinin politik yaşamında gerçek bir komünist gibi davranması beklenemez, beklenmemelidir. Böyle bir görünüm sergileyenler, yanlışlarının örtmesini bilenlerdir ancak. Bu ve benzeri nedenlerden dolayıdır ki, hücre faaliyeti içinde eleştiri-özeleştirinin konusu sadece kişilerin politik faaliyetleri değil, kişilerin gündelik yaşamlarıdır da. Eleştiri-özeleştiri, ancak kişilerin bütün yaşamlarını da kapsadığı ölçüde eğitici ve düzeltici bir rol oynar.
Demek ki, organ çalışması ve kadroların eğitiminin bir parçası olarak eleştiri-özeleştiri, organ ve kişilerin politik faaliyet içindeki tutumlarından, kadroların ‘özel yaşamları”na kadar uzanan bir alanda eğitici ve kazanıcı olmayı amaçlayan bir faaliyettir. Aynı nedenle de eleştiri-özeleştiri, organ faaliyetinin sürekli bir unsuru olmak durumundadır.
Proletarya partisinin kendisini ve kadrolarını yetkinleştirmesinin bir aracı olarak eleştiri-özeleştiriye bu genel yaklaşımdan sonra artık sorunun ele alınışı ve kimi yanlış kavrayışlar üstünde durarak yukarda soyut planda söylenenleri biraz daha açmak gerekiyor.

ELEŞTİRİ-ÖZELEŞTİRİNİN BAZI YÖNLERİ

Yukarda da açıkça ifade edildiği gibi, eleştiri-özeleştiri, her şeyden önce, bir düzeltme, yanlışlardan arınma ve arındırma faaliyetidir. Bu nedenle bir yanlışın, bir zaafın sözle belirlenmiş olması ve yanlışı yapanın bunu kabul etmiş olması, eleştiri-özeleştirinin tamamlanmış olması değil, sadece başlangıcıdır. En iyimser bir değerlendirmeyle yanlışı düzeltmek için ortaya konmuş bir niyettir. Asıl olan ise, eleştirilen yanlışı ortadan kaldırmak için gerekli çabanın gösterilmesi, yanlışın ortadan kaldırılmasıdır. Eleştiri-özeleştiriden sonra aynı yanlış ve zaaflar sürüp gidiyorsa ne kadar güzel ve doğru tespitler, ne kadar coşkulu iyi niyet gösterileri yapılmış olursa olsun bu türden bir eleştiri-özeleştirinin ciddi bir anlamı yoktur. Hele aynı yanlışlar üzerine defalarca eleştiri-özeleştiri yapılıyor, sonuç değişmiyorsa durum daha da vahimdir. Bu durumda artık özeleştiri yapanın niyetinin de tartışmaya açılması gerekir.
Eleştiri-özeleştirinin anlamlı olabilmesi için, eleştirinin ortaya koyduğu yanlışların kavranıp, bu yanlışları gidermek için özel bir çabaya girilmesi, adım adım yanlış ve zaafların ortadan kaldırılması gerekir. Aksi halde yapılan, bir eleştiri-özeleştiri faaliyeti olamaz; tövbe tutmaz bir dindarın günah çıkarmasının ötesine geçemez.
Eleştiri-özeleştirinin yerli yerine oturması için gözetilmesi gereken bir diğer unsur da açıklıktır. Eleştiren de, eleştirilen de açık oldukları ölçüde amaca ulaşmak kolaylaşacaktır. Eleştirinin karşı tarafı yıpratmak, “geri bastırmak” için yapılması yanlış olduğu kadar, eleştirinin saklanması, dedikodu biçiminde yapılması da eleştiriyi amacından uzaklaştırır. Dahası ahlaki bakımdan bile böyle bir tutum kabul edilemezdir.
Bir başka yanlış eleştiri anlayışı da eleştiri karşısında durup düşünmek, söylenenleri kavramak yerine, yöneltilen her eleştiriye karşı başka bir eleştiriyle karşı çıkma “taktiği”dir. Eleştirilen, eleştiri üstünde ciddi bir biçimde düşündükten sonra, eğer haklılığına gerçekten inanıyorsa kendi tutum ve görüşünde, elbette direnmelidir. Eğer eleştirene karşı eleştirileri varsa, bunu da elbette açıklamalı, ama kendine yönelik eleştirilere karşılık olarak bunu yapmamalıdır.
Bu, “karşı eleştiri” taktiğinin tersine dönmüş hali ise, “eleştirme beni eleştirmeyeyim seni” taktiğidir ki, bir devrimci işçi sınıfı partisi için kabul edilmez bir tutumdur. Bir tür “suç ortaklığı”dır bu.
Çoğu zaman, insanların birbirlerine karşı “hoşgörülü” birbirleriyle “uyumlu” olması, yanlışlarına aldırmamaları, çalışmanın uyumlu ve başarılı olduğu kanısını uyandırır. Oysa gerçek bambaşkadır. Devrimci komünist partisinde, çalışmada uyumu sağlayan yanlışlarda uzlaşma değil, yanlışlara karşı ortak savaştır. Bu yüzden de yanlış ve zaaflar karşısında susmak yerine, yanlışı ortadan kaldırmak için mücadele etmek gerekir. Elbette, arkasında kötü niyet yoksa yanlışlara karşı hoşgörülü olmak, zaaf içinde olanlara zaaflarını kavratmak, onları aşmak için ona cesaret verip yol göstericilik yapmak eleştiri-özeleştiri kavranışı içinde zaten vardır. Ama yanlışlarla uzlaşmak, onları görmezden gelmek, komünist partisinin ne dünya görüşüyle ne ile tarihsel misyonuyla bağdaşır bir tutum dur, olmamalıdır da. Burada ilke, arkasında bir kötü niyet yoksa yanlışı yapana karşı hoşgörülü ve dostça davranmak, yanlışa karşı uzlaşmaz olmaktır.
Kuşkusuz, herhangi bir konuda yanlış yapan bir yoldaşı her an, her yerde “ayaküstü” denilen tarzda “eleştirmek” de doğru bir yöntem değildir. Eleştiriyi, yerinde zamanında, eleştirinin muhatabının yanlışlarını kavrayabileceği bir üslup ve tarzda yapmak, her şeyden önce eleştirinin konusunu ortadan kaldırmayı hedeflemek başlıca amaç olmalıdır.
Eleştiri-özeleştirinin ilerletici kaldırmayı hedeflemek başlıca amaç olmalıdır.
Eleştiri-özeleştirinin ilerletici bir araç olarak kullanılmasını engelleyen bir diğer tutum da, kararların ve politikaların oluşturulmasına katılmaktan (yanlış yapmak ya da başka bir kaygıyla) kaçınmaktır. Kararlar ve politikalar oluşturulurken fikir söylemekten, özellikle de üst kademelerden gelen önerileri eleştirmekten kaçınma, yanlış gördüğünü bile söylememe bir parti üyesine yakışan bir tutum olamaz. Tersine eleştiri-özeleştiri yönteminin parti politikasının zenginleştirilmesinde, üyelerin demokratik katılımının sağlanması ve parti içi demokrasinin gerçekleşmesinde son derece önemli bir rolü vardır. Unutmamak gerekir ki, insanlar kendi katkılarıyla gerçekleşen politikaları uygulamakta çok daha cesur ve özverili olacaklardır. Dahası parti içi demokrasinin esasında, bu politikaların oluşturulmasına üyelerin doğrudan ve aktif kanlımı yatar. Bu katkıyı yapmaktan bir parti üyesinin çekinmesi, bu hakkını kullanmaktan “feragat etmesi” kendisinden hiç istenmeyen, bir partilinin de kabul etmemesi gereken bir şeydir.
Demek ki, sadece eleştiri-özeleştiri mekanizmasını işletmek yetmez. Eğer ondan yeterli verim bekleniyorsa -ki öyledir- onu doğru bir tarzda işletmek, her parti organının, her parti üyesinin eleştiri-özeleştiriyi her günkü mücadelesinin olağan ve önemli bir parçası olarak görmesi gerekir.

Eleştiri-özeleştiri kitleleri eğitmenin de bir unsurudur
Eleştiri-özeleştiri, sadece partinin kendini yetkinleştirmesinin ya da üyelerini eğilmesinin bir aracı değildir; aynı zamanda yığınlarla iletişim kurmasının, onları eğitip kendi politik çizgisi doğrultusunda mücadeleye çökmesinin de bir aracıdır.
İşçi sınıfı partisi, ister tümüyle yasadışı, isterse birçok yönüyle yasal bir görünümde olsun, her koşulda eylemi yığınların gözleri önündedir. Partinin, bir kitle eylemine doğru önderlik edip etmemesi, gündelik mücadele içindeki tavrı, ajitasyon faaliyeti, politikaları vb. kitleler bakımından gizli-saklı değildir. Bu yüzden de partinin yığınlara yönelik faaliyetinin bütünü kitlelerin eleştirisine açık olmak zorundadır.
Durum parti üyeleri için de aynı ölçüde geçerlidir. Onların da yaşamları ve politik önderlikleri her gün yığınların sınavından geçer, geçmek zorundadır. Bu yüzden de partinin kendisi kadar partililer de yığınların eleştirisine açık, onlara önderlik etme çabası içinde oldukları kadar onlardan öğrenmeyi de esas alan bir tutum içinde olmak zorundadırlar.
Partililer ve onların şahsında parti, yığınlara yönelik faaliyeti açısından, onlarla sürekli bir diyalog içinde olmak durumundadır. Bu da ona, mücadeleye çekeceği yığınların eleştirisinden öğrenmeyi ön koşul olarak dayatır. Bu yüzden de parti, (ya da partililer) yığınların eleştirileri karşısında kendisini saklamak yerine, eğer doğruluğu kanıtlanmışsa politikalarını savunmalı, önderlik görevini yerine getirememişse; yığınlar karşısında, çekinmeden özeleştirisini yapmalı, yanlışlarını kabul etmelidir. Bu açık yüreklilik, ne partililere ne de partiye yığınlar karşısında puan kaybettirmez, tersine kazandırır. Masa başı projeleri iflas eden küçük burjuva grupların boş inadı ile proletarya partisinin açık yürekliliği ve samimiyetini kıyaslama imkânı verdiği için de, bu tutum, ayrıca sınıfla parti arasındaki bağı sağlamlaştırma olanaklarını yaratır.
Proletarya partisinin, proletarya ve diğer emekçilerden saklayacağı bir yanlışı, bir zaafı olamaz. Çünkü parti, zaaflarını da ancak emekçi yığınlara dayanarak, onların enerji ve dinamizminden güç alarak aşabilir.

Şubat 1992

Kargo İşçilerinin Direnişi Sürüyor

* Kargo’da işçiler günde 14-15 saat çalışmakta, fazla mesai ücreti alamamaktadırlar. İşveren 10 aydır işçilerin primlerini, Ağustos ayı maaş farklarını ödemedi. Bir ambar işçisi en az 3 milyon lira ücret alırken kargo işçisi 790.000 TL almaktadır.
*Ambarlar işçileri zorlu mücadeleler sonucunda sendikalaştılar, haklarını aldılar. Kargo işçileri de sendikalaşma aşamasına geldi. Sendikalaşmayı engellemek için işveren son bir ay içinde 277 kişiyi işten attı. İşçiler işlerine sahip çıktılar. İşyerlerinin önünde işe dönmek için beklemektedirler.
* İşveren, çevik kuvvet saldırılarıyla iş yeri önünde bekleyen işçileri gözaltına aldırmakta, her gün birkaç saldırı yaşanmaktadır. İşçiler saldırılardan yılmadılar… Günlerden beri işyerleri önünde çadırlar kurarak işlerine sahip çıktılar; kararlılığın örnekleri sergilenmekte…
* Direniş tüm Anadolu’ya yayıldı. İstanbul, Adana, İzmir, Ankara, Antep ve tüm Güneydoğu illeri fiili olarak direnişte. Kargo akışı % 95 düştü. Müşteriler kargo vermiyorlar… işverenin tutumunu protesto eden bazı müdürler istifa ettiler.
* İşveren köşeye sıkıştı. Paralı ilanlarla işten attığı kendi işçilerini terörist ilan etmeye ve böylece hazırladığı komplolara zemin hazırlamaya çalıştı. İşçilerin sendikanın ve demokratik kuruluşların tepkileriyle karşılaştı.
* Direniş, işçilere çok şeyler öğretti. Mücadelenin ateşi içinde kaynaştılar, yepyeni bir dünya yarattılar. Kavgadan halaya, türküden şiire kadar… Yeni bir dünya filizlenmekte mücadele saflarında.

Kargo işçilerinin 6.1.1992 günü İstanbul’da üç aktarma merkez inde (Altunizade, Levent, Topkapı) başlattıkları onurlu direniş, polisin saldırılarına, işverenin çeşitli komplolarına karşın, Türkiye geneline yayılarak sürüyor. Direnişin üçüncü ve dördüncü günleri İzmir, İzmit, Adana, İskenderun, Antep, Mersin’deki işyerlerinde direnişi başlatmışlardır.
Yaklaşık üç yıldır süren örgütlenme çalışmaları süresince işveren sendika üyesi olan yaklaşık 800 kişiyi işten çıkararak sendikalaşmayı önlemeye çalışmıştır. Bu kadar yoğun işçi çıkarılmasına rağmen sendika ısrarla örgütlenmesini sürdürmüştür. Sadece Aralık ve Ocak aylarında 277 kişi işten çıkarılmıştır.
Sendikal çalışmaları yürüten 27 işçinin tazminatsız olarak işlen çıkarılması üzerine işçiler atılan arkadaşlarının geri alınması için bir vizite eylemi düzenlediler. Vizite eyleminin ardından işveren 135 işçiyi daha işten çıkardı. Sadece İstanbul’da toplam 162 kişinin işlen atılması üzerine, işçiler aktarma merkezlerinde direnişi başlattılar.
Direnişin başladığı gün Kargo yöneticilerinin yaptıkları toplantıda, Halil Ünlü, Aslan Kut, Veysel Selen, Muzaffer Gündemir grubu, işçilerin direnişinin polis zoruyla kırılması ve ne pahasına olursa olsun sendikalaşmanın önlenmesi gerektiğini belirtiyorlar. Şiddet uygulanması gerekliğini ileri süren Aslan Kut’un toplantıdaki görüşü şöyledir: “Bu işçilerde sınıf bilinci gelişmemiştir, polisi saldırtırsak dağılır giderler”. Bu toplantıdan sonra bazı müdürler bu onursuzluğa ortak olmamak için istifa etmişlerdir.
Direnişin daha ilk saatlerinden itibaren polis üç aktarma merkezini kordon altına alıp saldırı için emir ve zemin bekledi. Polis ilk saldırısını Altunizade’de başlattı. Yüzlerce çevik kuvvet ve sivil ekiplerle başlattığı saldırı sonucu bir kısım işçi gözaltına alındı. Polisin dayak ve tehditlerine boyun eğmeyen işçiler serbest kalınca tekrar direniş yerine geldiler. Aynı saldırılar Topkapı ve Levent işyerlerinde de gerçekleştirildi ancak buralarda işçiler polisin saldırısını püskürttüler.
Polis ikinci gün tekrar Altunizade’de saldırıya geçip 17 kişiyi gözaltına aldı. Gece yarısına kadar karakolda tutulan işçiler o saatten sonra bırakıldılar. İşçiler evleri yerine tekrar işyerinin önüne gelip direnişçilere katıldılar. Bu saldırıda Aslan Kut’un adamı müdür Cavit Oruç da elinde sopasıyla polislerle beraber saldırıda yerini aldı. İşveren bir taraftan polisleri işçilerin üstüne saldırtırken, diğer taraftan da Muzaffer Gündemir aracılığıyla kiralık adamlar getirerek direnişi kırmaya çalıştı.
Üçüncü gün polis saldırısının hedefi Topkapı işyeriydi. Cop ve sopalarla saldırıya geçen polisi işçilerin kararlı direnişi sonunda geri çekilmek zorunda kaldı. Ne olursa olsun işçilerinin direnişini kırmakta kararlı olan polis, dışarıdan getirilen kiralık işçileri içeri sokup çalıştırmak istedi. İşçiler, polis ve dışarıdan gelenleri tekrar püskürttüler. Dışarıdan gelen işçiler çalışmayıp gidip kahvede oturunca polis onları silah zoruyla kahveden kaldırıp tekrar içeri sokmaya çalıştı, ancak yine direnişçi işçilerin barikatıyla karşılaştı. Ne polis ne dışarıdan getirilenler içeri giremediler.
Dördüncü gün polis ne pahasına olursa olsun direnişi kırmak için Levent işyerindeki direnişçi işçilere cop ve sopalarla saldırdı. İki işçinin hastanelik olduğu saldırıda TÜMTİS Sendikası yöneticileri dâhil 38 kişi gözaltına alındılar. Şişli, Çeliktepe, Gültepe karakollarında 24 saat gözaltında tutulan işçiler savcılık tarafından serbest bırakıldılar.
İşçilerin en doğal hakları olan örgütlenme haklarının polisin saldırısı DYP-SHP hükümetinin karakolları ne kadar “şeffaf” hale getirdiğinin açık bir göstergesi oldu. Polis arlık baskı, dayak ve her türlü işkenceyi karakollarda gizli gizli değil böyle aleni herkesin önünde yaparak “şeffaflığı” gerçekleştirmiş olacaktı. Polisin kargo işçilerine saldırısı, polisin patronların hizmetinde işçi ve emekçi düşmanı olduğunun açık bir kanıtıydı. Nitekim konuştuğumuz kargo işçileri “polise iyi diyen insanın aklında zoru vardır” demekteler. Çeliktepe Polis Karakol Komiseri, Levent’te işçilere saldırısının karşılığı olarak, gönderdiği adamlarını Veysel Selen aracılığıyla kargoya yerleştiriyor.
Kargo yöneticilerinin “polis saldırırsa bunlar dağılır” elediği işçilerin kararlı bir şekilde, her gün biraz daha öfke ve kinleri artarak direnişlerini sürdürmeleri, kargo yöneticilerini yeni arayışlara itti. İşçilerin direnişlerini kırmaya, sendikaya çamur atmaya yöneldiler. İşyeri önünde bekleyenlerin işçi değil dışarıdan getirilen yabancı kişiler olduğunu, sendikanın, sendika değil bir terör örgütü olduğunu söyleyebilecek kadar ileri gittiler. Milliyet, Güneş, Tercüman ve Türkiye gazetelerine paralı ilanlar vererek bu şaşkınlıklarını dile getirdiler.

PARALI İLANA TEPKİLER
İçeriğinde suç unsuru taşıdığı için bazı gazeteler bu ilanı yayınlamayı kabul etmeyerek basın sorumluluğunun bilincinde olduklarını gösterdiler. İlanı yayınlayan gazeteler ise tepkilerle karşılaştı.

İŞÇİLER PARALI İLANI YAYINLAYAN GAZETELERİ PROTESTO ETTİLER
24 Ocak günü 200 kargo işçisi Milliyet Gazetesi önünde toplanarak işverenin paralı ilanını protesto ettiler, basını hassasiyete davet ederek paralı ilanı yaktılar.
“Sendika hakkımız engellenemez”, “İşten atılanlar alınsın” gibi sloganları atan işçiler yaptıkları açıklamada “İşimize geri dönmek ve sendikalı olmaktan başka bir talebimiz yoktur, işveren eylemimizin başlangıcından bu yana işlediği suçların, özellikle de bu ilanla bizi ve sendikamızı teröristlikle itham ederek bizlere karşı işlediği suçların hesabını vermelidir” denildi.
TÜMTİS tarafından yapılan açıklamada “işverenin deneyimsiz korsan işçi çalıştırmaya devam ettiği ve deneyimsiz bir şoförün kargo aracıyla trafik kazası yaparak öldüğüne değinilerek “Adana’da 37 işçinin daha işten çıkarılması sonucu işçilerin şirketin Bölge Müdürlüğü önüne siyah çelenk bırakarak protesto ettiği, direniş eylemine birçok bölgede yöneticilerin de katıldığı” belirtildi.

TÜMTİS SENDİKASI SAVCILIĞA SUÇ DUYURUSUNDA BULUNDU
Paralı ilanın suç unsuru içermesi nedeniyle TÜMTİS Sendikası, sanık olarak İbrahim Arıkan, Şentürk Arıkan, Hülil Ünlü ve Aslan Kut için savcılığa suç duyurusunda bulundu. Suç duyurusunda “Anayasa’dan kaynaklanan “SENDİKAL ÖRGÜTLENME” hakkını ve özgürlüğünü kullanarak sendikamıza üye olan ve bu nedenle işten atılan üyelerimizin hak ve çıkarlarını koruyan sendikamız tüzel kişiliğine, yöneticileri ile üyelerine, kamuoyu ve basın önünde yalan, çirkin, seviyesizce saldıran sanıklar hakkında 2821 sayılı Sendikalar Yasası (m.59) ile TCK’nın ilgili maddelerince işlem yapılmasını” istediler.

TÜMTİS SENDİKASI BASIN AÇIKLAMASI YAPTI
Paralı ilanı teşhir için TÜMTİS Sendikası tarafından yapılan basın açıklamasında, üç yıldan beri sürdürülen sendikalaşma çalışmalarının toplu sözleşme boyutuna geldiği bu aşamada işverenin sadece son bir ayda 300 işçiyi işten attığına değinilerek “işten atılan” işçiler işyerlerinin önünde “İŞYERLERİNE GERİ DÖNMEK İÇİN BEKLEMEKTEDİRLER”, işveren bu işçilere saldırmış, işçilikle ilgisi olmayan sokak kabadayılarının polis desteğinde çalıştırmaya ve iş bekleyen işçileri kim olduğu belli olmayan bu insanlarla dağıtmaya çalışmıştır. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi işveren 20.1.1992 tarihli Güneş, Milliyet, Tercüman, Türkiye gazetelerinin yurt baskısına paralı ilanlar vererek gerçekleri saptırmış, kamuoyunu, demokratik kitle örgütlerini ve basını yanıltarak, “İŞÇİLERİ TERÖRİST”, Türk-İş kurucusu ve 43 yıllık geçmişi olan sendikamızı da “TERÖR ÖRGÜTÜ” gibi göstererek sendika tüzel kişiliğine saldırmış, kendi oyun ve komplolarına zemin hazırlamak istemiştir” denilen basın açıklaması şu cümlelerle sona ermektedir: “İşçiler işlerine dönmek, haksızlığa uğramadan yasal haklarını kulanabilecekleri huzurlu bir ortamda çalışmak istemektedirler. İnsanca istemler karşısında tüm toplumun huzurunu kaçıran işverenin sorumsuz davranışını kınıyor, paralı ilanın tekzip edilmesini bekliyoruz”.

KARGO DİRENİŞİ VE SINIF DAYANIŞMASI
Sendika ağaları işçilerin direnişlerini engellemeye, engelleyemedikleri koşullarda kontrol altında tutmaya, genişlemesini önlemeye ve lokal düzeyde kalmasına azami çaba sarf ederler. Sınıfın sermaye ve faşizme karşı birleşik eylemini örgütlemekten özenle kaçınır, bunun “olanaksızlığını” veya “şartlarının olmadığının” propagandasını sürekli yaparlar. Bu tutum Zonguldak, Paşabahçe, Çayırova-Maga Deri vb. de olduğu gibi Kargo işçilerinin dermişinde de kendini göstermekledir. Yalnız Kargo direnişini diğerlerinden ayıran en önemli özellik, TÜMTİS yöneticilerinin işçilerin direnişlerini sonuna kadar desteklemenin yanında direnişin en önünde yer almalarıdır. Polis sopası ve copuna karşı göğüs germesi, kavgada olması gereken yerde yerini almasıdır.
Kargo işçilerinin direnişine kitle örgütlerinin özellikle sendikaların desteği yetersiz kaldı. Başta Türk-İş olmak üzere birçok sendika olaya duyarsız kalırken bazı sendikalar da pasif destek vermekle yetindiler. Zonguldak, Paşabahçe’de olduğu gibi demeç, yiyecek ve para yardımıyla sözde üzerlerine düşeni yerine getirmiş oldular. Devletin ve işverenin saldırısı karşısında sendika ve direnişçi işçiler büyük oranda yalnız kaldılar. Hâlbuki saldırı ne sadece kargo işçilerine ne TÜMTİS sendikasınadır. Saldırı bir bütün olarak işçi sınıfına ve sendikal hareketedir. Sendikalar sorunu bu bağlamda ele almak zorundadırlar. Ancak gericisinden “demokrat” sendika yöneticisine kadar soruna böyle yaklaşmak islemiyorlar, işlerine de gelmediği ortada.
Patronlar Türkiye’nin her tarafında ortak tavır takınıp işçi sınıfının üzerine benzer yöntemlerle giderlerken, sendikalar ısrarla ortak hareket etmekten kaçınıyorlar. İzmir’de belediye işçileri yürüyor, belediye işçileri ve diğer işçiler seyrediyorlar. Kargo işçileri düşmana karşı onurlu direnişini sürdürürken işçi sınıfı ve sendikalar seyrediyor. Yapılan maddi yardım ise İstanbul’daki bir kaç sendika şubesi ve genel merkeziyle sınırlı kalmıştır.
Yüz binlerce KİT işçisinin işten çıkartılmasının, IMF’nin iki milyonun allında sendikalı işçi olsun dayatmasının gündemde olduğu, işverenlerin sendikasızlaştırma çabalarının yoğunlaşacağı, 623 bin işçinin sözleşmesinin yapılacağı vb. 1992 yılının işçi sınıfının sermaye ve faşizme karşı direniş ve eylemlerinin yükseleceği, aynı zamanda birlik ve dayanışmaya daha fazla ihtiyaç duyacağı bir yıl olacağı açıktır. O nedenle isçiler nerede olursa olsun direnen işçileri sermaye ve faşizm karşısında yalnız bırakmamalı, onları destekleyen eylemlere yönelmeli, buna engel olmak isteyen sendika, yöneticilerinin barikatını aşmalı, tek tek eylemleri sınıfın ortak ve birleşik mücadelelerine dönüştürmenin koşullarını yaratmalıdır.

KAVGANIN ATEŞİ TÜRKÜLERE YANSIYOR
İşçilerin direnişi, kendi kültürünü, kendi sanatını da birlikte yaratmakta. Yıllarca aynı işyerinde birlikte çalışmış, patronun baskı, zulüm ve sömürüsüne birlikte katlanmış işçiler, bu direniş günlerinde daha da kaynaştılar, mücadele ve yaşamı, acıyı ve coşkuyu birlikte paylaştılar. Polisle girişilen her mücadeleye davulun sesi, kavganın türküleri eşlik etti; Yağmurun, ayazın keskinliği halay ateşlerinde köreldi. Kavga türküleri yazıldı, kavga türküleri söylendi.
Grev günü geldi çattı
Arıkan’ın benzi attı
Bu kavgada kararlıyız
Çektiğimiz yetti artık

Yürü gel işçi kardeş
Beri gel işçi kardeş
Bu haklı kavgamıza
Sen de gel işçi kardeş

Grev yeri bayram oldu
Halay çekenle doldu
Çelikten birliğimiz
Patrona korku saldı

Yürü gel işçi kardeş
Beri gel işçi kardeş
Bu haklı kavgamıza
Sen de gel işçi kardeş

Bu zinciri kıracağız
Yarınlara varacağız
Bizi ezen faşistlerden
Bir gün hesap soracağız

Yürü gel işçi kardeş
Beri gel işçi kardeş
Bu haklı kavgamıza
Sen de gel işçi kardeş

YURTİÇİ KARGO: 1402’LİKLERİN ŞİRKETİ
20 gündür süren direniş yüzünden çalışmaları % 90 oranında duran bu şirket konusunda yaptığımız kısa bir araştırma sonucu ilginç bir tablo ile karşılaştık. Yurtiçi Kargo, İbrahim Arıkan’ın sahibi olduğu MEF, MESAŞ, YÜRT OTOMOTİV gibi 16 şirketten birisidir. Kargo, 1982 yılında İbrahim Arıkan ve Yalçın Benderli tarafından kuruldu. Ancak daha sonra aralarında çıkan anlaşmazlık sonucu, İbrahim Arıkan ortağını tasfiye ederek tek başına şirketin sahibi oldu.
Yurtiçi Kargo’nun yönetiminde, aileden Ümit Arıkan, Şentürk Arıkan görevli olmalarına karşın yürütme eski “solcuların” elindedir. 16 şirketin genel koordinatörlüğünü 1402’liklerden HALİL ÜNLÜ yapmaktadır. Kargonun Genel Müdürü ASLAN KUT da 5 yıl cezaevinde yatmış eski bir “solcudur”. İşçi düşmanlığı konusunda Aslan Kut’tan geri kalmayan VEYSEL SELEN Genel Müdür Yardımcısı ve İHD üyesidir. Bu olaylardaki tulumu nedeniyle İHD’den ihraç edilmek üzeredir.
Kargonun, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Sivas ve Adana olmak üzere altı yerde bölge müdürlüğü vardır. Hepsi eski “solcu” olan bu bölge müdürlerinden İstanbul’daki METİN TIRMAN dışındakiler eski öğretmendir.
İbrahim Arıkan, gerek MEF’i kurarken, gerekse sonraki süreçte çevresine MEB’dan istifa eden. Etmek zorunda bırakılan veya atılanlar ile 1402’likleri toplamıştır. Kısaca, geçmişle birer “aydın”, “solcu” olarak işçi ve emekçi haklarını savunuyor gözüken, bugün gerçek yüzleri açığa çıkmış ne kadar dönek sınıf değiştiren ve işçi düşmanı varsa Yurtiçi Kargo’da yönetim kademelerinde yerlerini almışlardır.
Bu şirketlerin yanışını ÖZDE-BİR (Özel Dershaneler Birliği) başkanlığını da yapan, dünün emekli öğretmeni, bugünün milyarderi İbrahim Arıkan, ticari hayata MEF dershanelerini kurmakla başladı. Burada sağladığı sermaye birikimi ile 1981’de de yaptığı bir Avrupa seyahati sonrasında 1982’de Yurtiçi Kargo’yu kurdu.
Kuruluşunda ise 4 kamyonet ve üç şubeyle (İstanbul, Ankara, Bursa) başlayan Arıkan’ın imparatorluğu, 250’ye varan şube ve 300’ün üstünde kamyon ve taşıma aracına ulaştı. Çalışan işçi sayısı ise 2400 civarındadır. (Direniş dolayısıyla çalışan işçi sayısı 700-800 civarındadır).
Çalıştırdığı işçilere 700 bin ile bir milyon arası ücret ödeyen şirketin aylık cirosu on milyar liranın üzerindedir. Örneğin, taşımacılığın en düşük olduğu aylardan Temmuz 1991’in cirosu 10.5 milyar, gider ise 7.5 milyardır. Ağustos 1991’de ise, ciro 10.670 milyar, gider 7.390 milyar liradır. Bu yıllık olarak her ay ortalama 3-3,5 milyar lira net kar elde ediliyor demektir. Şube olarak örnek vermek gerekirse, 1. bölgenin aylık 181.000 faturasının 9000 adedini kesen ve on kişinin çalıştığı Tophane Şubesi’nin aylık cirosu 220-240 milyon arasındadır. Şirketin bu kadar gelirlerinin olmasına karşılık işçilerin altı aylık prim ve Ağustos ayı maaş farkları bugüne kadar ödenmemiştir.

YURT İÇİ KARGO İŞVERENİNİN SON KOMPLOSU
İşveren 27 Ocaktan bu yana ” TC Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığına sunulmak üzere” başlıklı bir metin hazırlayarak işçileri bu metnin altına imza atmaya zorlamakta, imzalamayan işçileri işten atmakla tehdit etmektedir. Hazırlanan metin aynen şöyledir: “Aşağıda imzası bulunan bizler Yurtiçi Kargo servisi AŞ’nin 2400 çalışanını temsil ediyoruz
Bir süredir TÜMTİS adlı sendikanın militanlarınca oluşturulan gerek kendilerine üye olmamız ve gerek işvereni sabote etmemi konusunda devam eden cebir, şiddet, hakaret ve teröre dayalı baskı dayanılmaz bir boyuta ulaşmıştır.
İşyerlerinde hiçbir sıfatı olmayan bu sendikanın işyerimizde ve evlerimizde bize uyguladığı baskı ve tehditleri kabul etmek ve bağışlamak mümkün değildir. Arkadaşlarımız dövülmekte evlerimiz ve işyerlerimiz basılmaktadır.
Devlet, biz çalışanlara hür ve güvenli iş ortamı sağlamak zorundadır. Oysa biz dayak ve hakaret ve korku dolu bir iş ortamında çalışmaya bırakıldık.
İşyerlerimize özgürce, hakaret ve tehditler olmadan dayak yemeden servis otobüslerimizin yolları kesilmeden gidip gelmek güvenle çalışmak istiyoruz.
Bizler aile fertleri ile birlikte sayıları 10.000’e yaklaşan bu topluluğu temsilen bu yazıyı sunuyoruz. Bizi işsiz ailelerimizi de perişan kılacak bu terörü durdurup polisin gözleri önünde dövülmemize, suratımızla tükürülmesine, hakaret görmemize mani olun.
Bizler onurlu, üretken ve milletine faydalı çalışanlar olarak sizden ilgili valilik ve emniyet müdürlüğüne talimat vermenizi talep ediyoruz”.

TÜMTİS SENDİKASININ İŞVERENİN PARALI İLANLARINA KARŞILIK YAYINLADIĞI TEKZİBİNİ AYNEN YAYINLIYORUZ.
Yurtiçi Kargo Servisi AŞ’nin ülke genelindeki tüm işyerlerinde sendikamızca üç yıldan beri “SENDİKAL ÖRGÜTLENME” çalışması yapılmaktadır. Bu çalışmalar 1991 yılı sonunda sendikamızı 2822 sayılı Toplu Sözleşme ve Lokavt Yasası uyarınca belirlenen “yetkili sendika olma” ve “Toplu-iş sözleşmesi yapabilme” konumuna getirmiştir.
İşçilerin Toplu İş Sözleşmesinden yararlanmasını YO sendikalı olarak çalışmaları engellemek için işveren 800 dolayında işçiyi işten atmıştır. Aralık ve Ocak aylarında işten atılanların sayısı ise 300’dür.
İşten atılan işçiler işyerlerinin önünde “İŞLERİNE GERİ DÖNMEK İÇİN BEKLEMEKTEDİRLER”. İşveren bu işçilere saldırmış, işçilikle ilgisi olmayan sokak kabadayılarını polis desteğinde çalıştırmaya ve iş bekleyen işçileri kim olduğu belli olmayan bu insanlarla dağıtmaya çalışmıştır.
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, işveren 20.1.1992 tarihli, Günaydın, Milliyet, Tercüman, Türkiye ve Güneş gazetelerinin yurt baskısına paralı ilanlar vererek gerçekleri saptırmış, kamuoyunu, demokratik kitle örgütlerini ve basını yanıltarak, “İŞÇİLERİ TERÖRİST”, Türk-İş kurucusu ve 43 yıllık geçmişi olan sendikamızı da “TERÖR ÖRGÜTÜ” gibi göstererek sendika tüzel kişiliğine saldırmış, kendi oyun ve komplolarına zemin hazırlamak istenmiştir.
-İşyerlerinin önünde bekleyen işçiler Yurtiçi Kargo’da çalışan ve Tümtis sendikasına üye oldukları için işten atılan işçilerdir.
-Yurtiçi Kargo patronları 2821 sayılı Sendikalar Yasası’na göre sendikaya üye olanları işten atarak sendikal yasaları çiğnemiş, yasa dışı davranmışlardır. Bu işyerinde sendikal mücadele üç yıldan beri devam etmektedir. Bu süreç içinde 800 sendika üyesi işçi atılmıştır. Son olarak 300 işçi kıyıma uğramıştır.
-TÜMTİS Sendikası Yurtiçi Kargo’da çalışan işçilerin çoğunluğunun üyeliğine sahip olan ve üyelerinin hak ve çıkarlarını koruyan bir sendikadır. Bu, bütün sendikaların olduğu gibi bizim sendikamızın da en doğal görevidir.
-İlanda sıralanan olaylarla sendikamızın veya işçilerimizin hiçbir ilgisi yoktur. Bu olaylar işverenlerin kendi oyunu ve komplosudur. İşten atılan işçiler, işyerlerinin önünde iş beklerken, işverenin işçi olmayan sokak kabadayılarını polis zoruyla çalıştırmak istemesi sonucu, işyerlerinde “işlerine geri dönmek” isteyen işçileri, küfür, cop ve göz altılarla mağdur eden ve saldırgan tutum sergileyenler Yurtiçi Kargo işverenleridir.
-Sendikaya üye olduğu için işten atılan işçiler, işbaşı yaptığında iş barışı sağlanmış olacaktır.
-TÜMTİS sendikası bu aşamada sonra Toplu İş Sözleşmezi prosedürü izleyerek TİS imzalayacaktır.
-Şirketin işçilere ödediği ücret 1.000.000.- TL. 1.500.000. DEĞİL, 700.000 TL. 800.000 TL’dir.
-Bütün işçiler sosyal haklardan yoksun olarak günde 12-15 saat arasında çalıştırılmakta, fazla mesai ödenmemektedir.
-Yurtiçi Kargo’daki sorun, işçi-işveren ve sendika sorunudur. Bu sorunu başka bir platforma çekmeye hiç kimsenin hakkı yoktur, gücü de yetmez.
Yurtiçi Kargo işverenleri, başta İbrahim Arıkan olmak üzere, Arıkan şirketler grubu genel koordinatörü Halil Ünlü, Genel Müdür Aslan Kut, Genel Müdür Yardımcısı Veysel Selen, 1. Bölge Müdür Yardımcısı Muzaffer Gündemir gibi yönetici kadroları 12 Eylül döneminden nasibini almış, kovuşturmalara uğrayıp, cezaevlerinde yatmışlardır. Bu yöneticiler oralarda edindikleri “bilgi” ve “görgü”yü, bugün, kendi işçilerine karşı pervasızca kullanmaktadırlar.
Parayla yayınlattırılmış ilan, içinde suç unsurları bulunan ve böylesine önemli bir toplumsal sorunu körükleyen yalan, yanlış bir haberdir.
Basın, haberlerinin kaynağını ve doğruluğunu araştırmak zorundadır. Bu kural basın ahlak anlayışının da bir gereğidir. Basın, paralı haberlerle, işçilerin ekonomik, demokratik ve sendikal taleplerinin boğulması isteklerine araç olmamalıdır. Bu konuda basını hassasiyete davet ediyoruz.
İşçiler işlerine dönmeyi, haksızlıklara uğramadıkları, yasal haklarını kullanabildikleri huzurlu bir ortamda çalışmak istemektedirler. İnsanca istemler karşısında, tüm toplumun huzurunu kaçıran işverenin sorumsuz davranışını kınıyor, 20.1.1992 günlü işte Gerçek başlıklı haberinizin tekzip edilmesini bekliyoruz.
Saygılarımızla.
TÜMTİS YÖNETİM KURULU ADINA
GENEL BAŞKAN: Sabri TOPÇU
GENEL SEKRETER: Yurdal ŞENOL

Şubat 1992

İzmir’den Ankara’ya Ölüm Yürüyüşü

İzmir Belediye işçileri yaklaşık bir aydır süren Ankara yürüyüşünü, dergimiz baskıya girdiğinde tamamlamak üzereydiler. 280 belediye işçisini ağır kış koşullarında kara ve tipiye rağmen yollara düşüren etken Nisan başlarından geçtiğimiz Aralık ayına kadar olan sürede belediye çalışanlarına yönelik olan uygulamalardır.
Nisan ayından itibaren maaşları zamanında ödenmeyen, ikramiye ve fazla mesai ücretleriyle birlikte alacakları 12 milyar liraya ulaşan belediye işçileri önce saatlerle sonra günlerle ifade edilmek üzere birçok kez iş bırakma eylemlerinde bulunarak haklarını ve alacaklarını elde etmeye çalıştılar. Ancak Ağustos ayı maaşları da ödenmeyince 26 Ağustos’ta fuarın açılışına gelecek olan Erdal İnönü’nün olaya müdahale edebileceğini düşünerek bir eylem kararı aldılar.
Eshot, İzsu, Park, Mezbaha ve Fen İşleri’nde çalışan 7.000 anakent belediyesi işçisi 26 Ağustos’tan itibaren işi durdurdu ve süresiz eylem kararı alındı. Bu arada Belediye-İş yetkilileri İnönü ve Çakmur’un görüşmelerini sağlamalarına rağmen, bu görüşmelerden bir sonuç elde edilemedi. Sonraki arabuluculuk çalışmalarından da bir şey çıkmadı. Üstelik Yüksel Çakmur direnişin yasadışı olduğunu söyleyerek, yasal işleme başvurulacağını bildirdi ve işçileri 17. maddeyle tehdit etti. Yani işçileri bütün haklarını gasp ederek işten alabilecekti.
Direnişin 8. gününde Yüksel Çakmur bir uzlaşmaya hazır olduğunu bildirerek işbaşı yapan işçinin maaşını ödeyeceğini bildirdi. İşçiler ise buna “önce iş güvencesi, sonra iş” pankartıyla yanıt verdiler. İş güvencesi protokolü, Belediye İş Sendikası Genel Başkanı ve Genel Sekreteriyle yaptığı görüşmeden sonra Yüksel Çakmur tarafından kabul edilmediği bildirildi.
10’uncu günde eylem sendikacılarla belediye arasında sürdürülen gizli görüşmeler sonunda koşulsuz olarak sona erdirildi. İzsu’da işbaşına gidildi. ESHOT işçileri güvenceyi sağlayıncaya kadar eylemlerine devam edeceklerini söyleyerek bir süre daha direndiler. Daha sonraki günlerde maaşlar alınmaya başlamıştı ama evlere de çıkış formları postalanıyordu. Bu yöntemle 340 kişi işten atıldı. Bu işçilerin arasında bütün işyeri temsilcileri de vardı. Sendikacılar uzlaşmışlı, işçiler şaşkındı.
Belediye işçilerinin bugünkü “ölüm yürüyüşünün” yakın geçmişi budur.
26 Ağustos’ta İzmir Belediye işçilerinin başlattığı ve on gün süren hak alma direnişini bahane ederek 340 işçiyi tazminatsız olarak işten çıkaran Anakent Belediye Başkam Yüksel Çakmur tüm girişimlere rağmen işçileri geri almamakta direndi. Ancak direnen yalnızca o değildi. Kısa bir demoralizasyon ve şaşkınlık dönemini hemen üzerinden atan işçiler beş ay boyunca mücadele azmini bileyerek güç biriktirdiler ve toparlandılar. Bu süreç içinde belediyeyle mahkemelik oldular. Ve “demokratik” bütün yolları deneyerek mahkeme kapılarından parti ve hükümet kapılarına koştular. Bu yolların çıkmaz bir sokak olduğunu görünce mücadeleyi ve kendi özgücüne güvenmeyi tercih ederek ricacılıktan vazgeçtiler ve “kar, soğuk, fırtına geliyoruz Ankara” sloganlarını haykırarak yola düştüler.
Yürüyüş kararının alındığı günlerde bu eylemi desteklemek üzere Ülke çapında bütün belediye işçilerinin bir günlük oturma eylemi tüm şube başkanlarının süresiz açlık grevine gitmeleri önerildi. Ancak sendika genel merkezindeki görüşmeler nedense uzadıkça uzuyordu ve işçilerin sabrı kalmamıştı. Tabandan gelen inisiyatifle daha fazla beklenmeksizin yürüyüş kararı, hayata geçirilmeye başlandı. Bu arada yürüyüşe başlama tarihi olan 7 Ocak’tan üç gün önce 1800 sözleşmeli personelin işine son veriliyordu. Sözleşmeli işçiler Ankara yürüyüşçülerine katılma eğilimindeyken işverenin “sözleşmelilerin bir bölümünü kadrolu olarak yeniden işe alacağım” vaadiyle bocaladılar ve sendikacıların da bu yönde hiçbir faaliyeti olmadığı için bu işçiler kendi kaderlerine terk edilmiş oldular.
7 Ocak sabahı “ölüm yürüyüşçüleri” eş ve çocukları, sendikalar ve kitle örgütleri ve işçileri destekleyen halk Belediye Sarayı çevresini sardı. Vali “yürürseniz engellerim”, emniyet güçleri “yürürseniz saldırırız, dağılın” diyorlardı ama işçiler son derece kararlı ve ısrarlıydılar.
“Ölüm yürüyüşü”ne çıkan işçilerin talepleri sadece kendilerinin işe iade edilmesi değildi. Bunun yanı sıra 13. ve 17. maddelerin kaldırılması, iş güvencesi, 1 Mayıs’ın yasallaşması, Anti-Terör Yasası’nın iptali, ücretlerden kesilen zorunlu tasarruf ve konut fonu uygulamasına son verilmesi, Keçiören, Silvan, Mamak, Kartel belediyelerinde işten atılan 900’e yakın belediye işçisinin ve temsilcilerinin derhal işine iade edilmesi… Bu talepler ve başkaları Belediye-İş’in 23 Kasım’da İzmir’de toplanan Temsilciler Kurulu’nun aldığı kararlarda ifade edilmiştir.
Çakmur, bu arada bir taraftan da belediyenin çeşidi ünitelerini kapatıyor, otobüsleri şirketlere veriyor ve işçileri işten ayrılmaya teşvik ediyor, Tansaş’ta işçileri tazminatsız işten atıyor, kalanları sendikadan istifaya zorluyor. “Mektup” adı altında dağıttığı broşürlerde allığı işçileri, “vanaları kıran, otobüsleri tahrip eden” kişiler olarak lanse ederek gazetelere verdiği ilanda işçileri “terörist” olarak suçluyordu.
Belediye işçileri bugün Ankara kapılarına varmış durumdalar, zorlu yürüyüşünün güncesini direnişin içinde bulunan bir işçinin kaleminden okuyacağız. Ankara’da işçilerin ne gibi sonuç alacakları, ellerinin boş mu dolu mu olarak döneceklerini, önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Ölüm yürüyüşü süresince belediye işçilerinin eşleri de kocalarını desteklediler. İzmir’de yaptıkları bazı eylemlerle, zaman zaman toplu olarak yürüyüş güzergâhında onlara katılarak adlarından söz ettiler. Ve kadın dayanışmasının gücünü gösterdiler. Onlar: Belediye önünde oturma eylemi, belediye önünde bir günlük açlık grevi, valiliğe yürüme eylemi,savcılığa yürüyüş eylemi, TV maketinin yakılması eylemi düzenleyerek, “ölüm yürüyüşçülerinin” eylemini aktif olarak desteklediler.

Bir işçinin kaleminden ‘YÜRÜYÜŞ GÜNCESİ”
7 Ocak 1992 1. Gün: İzmir Büyükşehir Belediyesi önünde, işten atılan belediye işçileri, eşleri ve çocukları, devrimci, demokrat ilerici insanlardan 2000 kişi toplandı. Alsancak Stadyumu, Yeni Garaj yolu ile Altındağ’a geliyoruz. Yürüyüş boyunca, “KAR, SOĞUK, FIRTINA GELİYORUZ ANKARA”, “İŞÇİ KIYIMINA SON” “ATILAN İŞÇİLER GERİ ALINSIN”, “İŞİM, EKMEĞİM, ONURUM, ANKARA GELİYORUM”, “İŞ, EKMEK, ÖZGÜRLÜK” sloganlarını haykırıyoruz. Yürüyüş boyunca, Çevik Kuvvet’in kordonu altında bulunuyoruz.
8 Ocak 1992 2. Gün: 8.45’de hareket başlıyor. Jandarma ve polis yürümemize izin vermiyor. YASAKMIŞ! Kararlıyız, YÜRÜYECEĞİZ, İzmir çıkışına 2 km. kala yolumuz kesiliyor. Deri giyim fabrikası önünde, jandarma ve polis barikat kurmuş bulunuyor. Üçerli, dörderli sıralar halinde kol kola giriyoruz. Barikatın üzerine, sloganlarımızı haykırarak yürüyoruz.
Jandarma ve polis; “geri dönün”, uyarısını yapıyor. Barikatın üzerine yürüme kararlılığım karşısında, “izinsiz yürüyüş yapıyorsunuz ve karayollarında bu şekilde yürümek yasaktır” deniliyor, sonra da “il sınırına çıkana dek arabalara binin” deniliyor.
Yürüyüş komitesi toplanıyor. Kararı bekliyoruz. 10.15’de arabalara binilme kararı alınıyor. Karar İzmir il sınırını terk etmek oluyor. Sendikacılar tedirgin ve coşkun görünmüyor. Polis ve jandarma baskısı karşısında, direnme gücü, işçilere güven olması gerekirken teslimiyet seçiliyor. 12.20’de Manisa il sınırına giriyoruz. Sınırda araçlardan iniyoruz. Slogan alarak yaklaşık 500 m. yürüdükten sonra, Manisa emniyet güçleri tarafından durdurulduk. 80 arkadaşımız, halay çekerek, barikatı aşmaya çalıştılar.
Polis şefleriyle, sendikacı arkadaşlarımız arasında yapılan görüşme sonucu, karayolunda ikişer kişilik sıralar halinde, yürümek koşuluyla izin veriliyor. Turgutlu’ya doğru yürümeye başladık. Turgutlu şehir girişinde tekrar durdurulduk. Amaçları bizi yürütmemek ve gece konaklamamızı engellemekti.
1.1992 3. Gün: Turgutlu yolu boyunca, Tuğla işçilerinin, Turgutlu halkı ve okullarda öğrencilerin ilgisi büyüktü. Turgutlu çıkışında konakladığımız yerde, Turgutlu Belediye, DSİ işçileri ve Eğitim-İş ve ESHOT işçileri çok kalabalık bir şekilde geldiler. Davulla halaylar çekildi. Yol boyunca köylülerin desteğini aldık.
9 Ocak 1992 4. Gün: İstanbul Belediyesi’nden beş temsilci geldi. Akşama kadar bizlerle yürüdüler.
10 Ocak 1992 5. Gün: Alaşehir yol ayrımında saat 13.30’da öğlen yemeği yedik. Çevredeki pamuk işçileriyle sohbet ettik. Akşam Kula SHP Gençlik Kolları karşılama hazırlayacak. Eşlerimiz, TRT’yi protesto eylemini bitirdikten sonra gelecekler. Kula’ya vardık. Saat 17.00’ye doğru ön ve arka camında “Ölüm yürüyüşünü destekliyoruz.” yazıları bulunan bir otobüsle Bornova belediye işçileri geldiler. Biraz sonra üç otobüs eşlerimiz, işçi arkadaşlarımız ve devrimci arkadaşlarımız, İzmir’den otobüslerle geldiler. Sloganla karşıladık. Halaylar çekildi. Ateşler yakıldı. Gece aileleri ve arkadaşlarımızı sloganlarla uğurladık.
12 Ocak 1992 Pazar 7. Gün: Kula’dan çıkışa tekrar dönelim; karlarla kaplı olan Kula’dan çıktıktan sonra, yolda dinlenme tesislerini önceden tespit için göndermiş olduğumuz arkadaşlara öncelikle izin vermemişler, tesislerde konaklamamız için. Ancak biz tüm kitleyle terminale gelince sıcak karşılandık. Yolu sakin bir şekilde giderken, mola vermek üzereyken TRT geldi. Afyon’dan, destekleyici arkadaşlar geldi. Bunların bizlere olan sıcaklığı ve ilgisi, moralimizi güçlendirdi. Gece, Uşak’ta çıkan bir yerel gazete için yazılar hazırladık. Yürüyüşümüzün anlamı ve atılan işçilerin genel sorunlarını yazdık. Uşak Belediye-İş Şube Başkanına gönderdik.
14 Ocak 1992 Salı 9. Gün: Bu gece otobüsün bagajında uyumaya karar verdim. Bacaklarımı uzatıp, yatmak isliyorum. Öyle yaptım. Soğuk sıfırın altında olmasına karşın, bagajda sarınıp yatıyorum. Sabahleyin Tansaş işçileri ziyaretimize geldi. Komitenin almış olduğu kararlar hakkında arkadaşlar bilgilendirildi. Yürüyüş başlamadan önce camiden tabut aldık. Ve Ankara ölüm yürüyüşünü başlattık. Yol boyu sağlı sollu, çam ve karla kaplı bir yolda yürüyüşümüz, sloganlarımızla devam ediyor. Yemek molası GÜRE’de verildi. Gece Uşak’a 15 km kala, benzin istasyonunda konaklarken İzmir-Konak Belediye işçileri bir otobüs dolusu coşkulu bir şekilde geldiler. Gıda yardımı yaptılar.
15 Ocak 1992 Çarşamba 10. Gün: Uşak’a gireceğiz. Yazılı pankartlarımız önde.
Uşak’a sloganlarla girdik. Her girdiğimiz köy, kasaba, şehre gösteriyle, sloganlarımızla giriyoruz. Eylemimize TRT ilgi göstermediği için, TRT maketini yakmak istediler gençler. Polis arkadaşları gözaltına aldı. Daha sonra, serbest bıraktı.
Gece Uşak’taki kitle örgütleri, siyasi partiler sendikaların birlikte düzenlediği, sorumluluğunu Belediye-İş Uşak Şube’nin üstlendiği ‘moral gecesi’ var. Türk sanat müziği, folklor, tiyatro, şiir, koro, bir de müzik grubu var. Halaylar çekildi, sloganlar haykırıldı, konuşmalar yapıldı. Gecenin bitiminde yürüyüş tertip komitesi geceyi hazırlayan arkadaşları, katılanları selamladı. Geceyi, eğlentinin yapıldığı salonun masaları üzerinde, ayaklarımızı uzatıp, battaniyelere sarınarak geçirdik. Hele birer ayakkabı verilince her birimize, yırtık pırtık pabuçlardan kurtulduk. Büyük bir moral güçle kortejin başına geçtik. Pankartımız “Ölüm Yürüyüşü 10. Gününde”. Uşak’tan ayrılırken halk üzgün görünüyor; çıkarken “Uşak, İzmir omuz omuza” sloganı ortalığı inletiyor. Yol boyunca işçilerin sevgi gösterileriyle karşılaşıyor, çok seviniyoruz, daha sonra Uşak Şeker Fabrikası önündeyiz. İşçi kardeşlerimiz coşkuyla karşılıyorlar bizi, ardından yemek dağıtıyorlar, üstüne bir de aralarında topladıkları 3,5 milyonu verince, sınıf kardeşliğinin sıcaklığı çevrenin karlarını eritiyor gibi geldi bana. Daha da güçlü bir moralle ayrılıyoruz oradan. Geceyi otobüslerde geçiriyoruz.
16.1.92 Cuma: İnönü Banaz’a geliyormuş; arabanın önünü keselim mi? Bu tartışılırken Kızılhisar yol ayrımında köylülerin coşkulu alkışlarıyla, bizim için oraya getirdikleri sulan alarak yolumuza devem ediyoruz. Birazdan ortalık ana-baba gününe dönüyor. Siren sesleri duyuluyor; kalabalık bir araba konvoyu, sesimiz hançerimizi yırtarcasına sloganlarımızı haykırıyoruz. Araba topluluğundan sadece sallanan eller görülüyor. El hak edene, değer verilene sallanır bilenlerce. Sn. Başbakan Yardımcısı gülümseyip “yola devam” diyor. Öfke kaplıyor yüreğimi, yüreğim küt küt. ‘Son gülen iyi güler ama bu politikayla iyi güldüreceğiz sizi” diyorum içimden. Arkadaşlar da çok tepkililer. Yolda giderken İnönü’nün Uşak’ta SHP il merkezinde tertip komitesini beklediğini öğreniyor, basınla birlikte gidiyoruz; bina kapalı. Buz kesiyor her yerimiz. Belediye-İş’e giriyoruz. Genel Mrk.Yön.den Kasım Yorulmazbaş İnönü ile yaptığı kısa görüşmeyi aktarıyor bize “Olay İzmir’de, Çakmur’la çözülecek”miş! Umut, fakirin ekmeği, çok mu yedik bu ekmekten aptallaştırdı mı, fazla umut edip beklemek? Bilmiyorum yüzler değişti. Bakıyorum, benimki de böyle, belirgin mi değişir ki. Mutluluk ve onur okunuyor bakışlardan.
19.1.92 Pazar sabahı 8.30: Dumlupınar Meydanı’nda Mustafa Kemal’in “Ordular ilk Hedefiniz Akdenizdir” dediği yerde, çelenk koyduk, saygı duruşunda bulunduk ve “Arkadaşlar ilk hedefimiz Ankara” deyip Dumlupınar- İzmir omuz omuza “İşçi-memur elde, mücadeleye” sloganlarıyla düştük yine yola. Soğuğa fırtına eklendi; soğuk kesiyor tenimizi sanki. Günün sürprizi; ailem ve akrabalarım geldi. Düzağaç’a vardık; burası bir kasaba, halk ve belediye başkanı bizi sevgi ve ilgiyle karşıladı; coşku hissediliyor. Belediye hoparlöründen anonsla “İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden işten çıkarılan işçiler 290 km. yürüdükten sonra ilçemize gelmiştir, kendilerine tüm halkımızın yardımcı olmasını rica ediyoruz” denmesi bizleri çok mutlu ediyor, ilk kez serili yataklarda ayaklarımızı uzatarak rahat yatacaktık, sırtımız döşek görecekti. Harika. Sağlık ocağı da sabaha dek açık, doktor ve hemşireler insana güven ve rahatlık veren sıcak bir yaklaşım içindeler. Yine yola çıkıyoruz, her iki taraf da üzgün, ayrılık; bir gecelik sımsıcak dostluktan sonra ayrılık. Sloganlarla gerçeğimize döndük; Balmahmut kasabasındayız. Bir benzinlikte mola verdik; bu arada Türk Metal-İş Sendika yöneticileri geldi, dayanışma gösterisi olarak para katkısında bulunuyorlar.
21.1.92 Salı: Tam karakış; her yan sonsuz beyazlıkla. Üstelik tipide o solukta ODTÜ öğrencileri gelip, para yardımı yaptılar.”Öğrenci-işçi mücadeleye” sloganıyla ayrılıyoruz; gözünü seveyim şu gençliğin! Doğa ve çevre koşullarıyla sloganımız gerçek bir bütün şimdi: “Kar, soğuk, geliyoruz Ankara”. Afyon girişindeyiz. Bando da var, ellerde çiçekler, dövizler, sloganlar atılıyor. “Üreten biziz, yöneten de biz olacağız”. Öğle yemeğini belediye yemekhanesinde yedik. Üç doktor tarafından genci sağlık taramasından geçirildik. Belediye Düğün Salonu’na, kitle örgütlerinin bizler için düzenledikleri geceye gittik. Gecede Grup Ekin de vardı. Gece muhteşemdi. Afyon’dan ve Banaz’dan destek, hediyeler aldık: Süt, çorap+ para.
22.1.1992 Çarşamba: Afyon garajındayız. Pankartlar açıldı, sloganlar başladı. Çevremiz çok sayıda resmi ve sivil polis kuşatmasında. Operasyon yapılacak hissi uyanıyor insanda. O kuşatma altında yürüyüş devam ediyor; fabrika önlerinden geçerken el sallayan işçiler, seslerini duyurmak için gırtlaklarını yırtıyorlar sanki: “işçi Kıyımına Son!” İncehisar kavşağında Belediye-İş.Genel Merkez yöneticileri ve Genel Bşk. Fuat Alan katılıyor aramıza; ilçe merkezine dek birlikte yürüyoruz. Ankara girişinde, sendika merkezinin bizi 50 bin, 100 bin insanla karşılayacağını vurgulayarak bir konuşma yapıyor. Kendimiz adına değil işçi sınıfı adına eylemde olduğumuzu belirtiyor, bizleri kutluyor. Telefonda “Buyurun; ben Başbakan Süleyman Demirel”. Konuşmalar banda alınıyor, sonra megafonla kahvede hepimiz dinliyoruz. Yanlış sözcükler, anlaşılmalar, tartışma ve eleştiriler… Heyecan ve telaşla kullanılan “Umudumuz Ankara’da” cümlesi yarattı bunları.
23.1.1992 Perşembe: İncehisar’dan çıktık; mermer emekçilerinin alkışları arasından “Yılgınlık Yok, Direniş Var” sloganlarıyla ayrılıyoruz. Çakmur’un paralı ilanlarına çok öfkeliyiz. Bu öfke ile günlerdir görkemi ve soğuğuyla konuşulan Köroğlu belini, saçak saçak buz kesmiş yokuşu çıkmaya başladık. Öğleden sonra Bayat’a yola koyuluyoruz. Bu arada, Alman basını resim çekiyor, bir tür röportaj yapıyor; ilerliyoruz. Bayat’a girerken sağlı sollu dizilen halk bizleri alkışlıyor, meydanda mitingde gibiyiz. Bayat halkına mücadelemizi ve nedenlerini anlatıyoruz.” Bayat-İzmir omuz omuza” diye bağırarak ayrılıyoruz. Geceyi otobüslerde geçiriyoruz.
24,1.32 Cuma: Bayat’ın pazarı bugün; kalabalık var. Pazarın içinden Ankara yoluna çıkıyoruz; çarşı, pazar halkı, üreticiler destek veriyor. Çakışta, yol buz tutmuş, pankart tutanlar kaydı, düştü. Ana yola çıktık; tartışma sürüyor. Ankara yol ayrımının 10 km içerisinde Emirdağ ilçesinde Ege Üniversitesi’nden bir grup öğrenci geldi, bir süre birlikte yürüdük, sloganlarla. Süpermarket çalıştıran biri 1 teneke peynirle katkıda bulundu.
25.1.92 Cumartesi: Yürüyüş korteji hazır, yürüyüş başlıyor, yolda bir minibüsle Giresun’dan işçiler yolumuzu kesiyor; bize gıda yardımı getirmişler. SBF’den dayanışmacı öğrenciler geliyor, bizi destekliyorlar. İlk molada Çakmur’un basın ilanına karşı Belediye-İş Sendikası’nın ilanı okunuyor. Gülçayır köyüne girmeden önce yolun solunda arabalarla Eskişehir’den destekçiler geliyor. Yorgunuz ve müthiş üşüyoruz. Arkadaşlar Harb-İş, Yol-İş, Demiryol-İş Sendikası Eskişehir şube yöneticileri ve işçiler; içimiz ısında ama soğuk yine de kesiyor. Onlara hissettirmemeye çalışarak dimdik konuşmalarını dinliyoruz. Onları konaklayacağımız köye davet ediyoruz. Bize topladıkları para ve gıda yardımım bırakarak ayrılıyorlar. Dayanışma sloganlarımızla. Okul müdürünü bulup, okulların tatil olmasından da yararlanarak okulda konaklamak istediğimizi bildirince okulun sobası yakılıyor. Sınıflarda yemekler yeniliyor. Giresun’dan gelen sucuklar pay ediliyor.
Bu tür desteklerden büyük moral topluyoruz.
Polatlı’dan sonra kalabalık bir kitleyle Ankara’ya gireceğimizi söylemeleri moralimizi arttırıyor.

Şubat 1992

Çözüm Ve Mücadele’nin Sorunları

Son 3-4 yıldır, SB’de kapitalist restorasyonun yöneticiler tarafından açıkça ilan edilmesinden sonra, kendisine Marksist, Marksist-Leninist diyen çeşitli türden sol grup ve örgütler, “sosyalizmin sorunları”ndan bolca söz etmeye başladılar. Kimisi “reel sosyalizm”in kapitalizm karşısında “yenilgiye uğradığı” iddia ederek kapitalizmi “ölümsüzlükle” kutsarken, kimisi de sosyalizmin sorunlarını çözemediği için kendi kendine boğulduğunu, “yöneticiler basiretli olsaydı”, “emperyalizmle uzlaşılmasaydı”, “şöyle yapılacağına böyle yapılsaydı” “sosyalizm yenilmezdi” vb. gibi üstünkörü idealist değerlendirmelerle, kendilerince tespit ettikleri “sosyalizmin sorunlarını” ortadan kaldırıvermektedirler.
Bugün bu değerlendirmeler, sadece ülkemizdeki sol çevrelerde değil dünyanın her yerinde yapılmakta, çoğu zamanda bunların emperyalist propaganda merkezlerinden yayılan değerlendirmeler mi, yoksa dar görüşlü sözde Marksistlerin kaba kestirmeleri mi olduğu pek belli olmamaktadır.
Bu çevrelerin bir bölümü, özellikle Moskova’yı kendine Kâbe edinmiş sözde komünist partileri ve bunların çeşitli adlar altındaki yandaşları için sosyalizm artık tarihe gömülmüştür. Onların yeni Kâbeleri Washington, Londra, Tokyo, Paris, Berlin’dir. “Rüştünü ispatlayan kapitalizm” tapınılması gereken yeni tanrıdır! Elbette bunlar için burada söylenebilecek hiç bir şey yoktur. Çoktandır içlerinde olan inançlarını açığa vurup “günahtan” kurtulmuşlar, gericiliğin ve emperyalizmin saflarındaki layık oldukları yeri almışlardır. (TBKP, TİP ve bunlardan etkilenen aydın kesimler).
“Sosyalizmin sorunları”na “kafa yoranlar”ın bir bölümü ise; yine, SB’nin kendilerini ciddiye almamasına öfke duysalar da, daha bir kaç yıl öncesinin hızlı SB savunucuları olup, SB’yi kapitalist emperyalist politikalarından dolayı eleştirenlere ağzından köpükler saçarak küfredenlerdir. Bugün bunlar için SB’de kapitalist restorasyon gerçekleşmiş ya da gerçekleşme sürecindedir. Ama böyle olması iyi olmuştur. Çünkü sosyalistler arasındaki ideolojik ayrılıklar kalkmıştır! Artık bütün sosyalistlerin birleşmesi için engel kalmamıştır. Burada, gerçek bir sosyalist ülkenin yıkılması (kendileri SB’yi gerçek bir sosyalist ülke olarak görüyorlardı) dünya ya da bir ülke sosyalizmi için nasıl iyi olabilir, ya da sosyalist bir ülke gerçek sosyalistlerin birleşmesi için nasıl engel oluşturur gibi çok ciddi bir soru akla gelirse de, bu çevrelerin bugün bulundukları platform ve sosyalizm anlayışları göz önüne alındığında; bu, önemsiz bir ayrıntıdır. (Emek, Toplumsal Kurtuluş, Özgür Halk, eski DY Çevresi vb. gibi pek çok “sosyalist” çevre)
“Sosyalizmin sorunları”yla “ilgilenen” bazı çevrelerse, SB ve “sosyalizm” üzerine uzun makaleler kitaplar yayımlamakta, “sosyalizmin sorunları”nı Çavuşesku ve Saddam’a kadar uzatarak, çarpık sosyalizm anlayışlarına haklılık kazandıracak bir kav ram kargaşası yaratmaya çalışmaktadırlar. Bunu yaparken de sık sık okun sivri ucunu gerçek Marksistlere, Marksizm’in en temel ilkelerine yöneltmeyi ihmal etmemektedirler. (Mücadele, SP)
Kuşkusuz, bugün dünya ölçüsünde estirilen anti-sosyalist, anti-komünist rüzgârlar Marksistlerin bütün bu cereyanlara karşı uluslararası planda savaşını bütün görevlerinin önüne getirmiştir. Bu yüzden de, bu alanda öne sürülen tüm iddialara yanıt vermek, karşı-devrimci anti-komünist dalgayı Marksist-Leninist bir dalgakıranla geri döndürmek hayati bir öneme sahiptir. En ciddiyetsiz iddiaları bile çürütmeyi ihmal etmemek ciddi bir görevdir. Bu açıdan da Özgürlük Dünyası kendi üstüne düşen görevin bilincindedir. Ne var ki, aylık bir yayın organın sınırları birbiriyle sıkı bir ideolojik bağ içindeki yukarıda sözünü ettiğimiz eğilimleri birlikte inceleyip bütün ayrıntılarıyla ele almak olanağını ortadan kaldırıyor. Bu yüzden de ülkemizdeki belli başlı siyasi eğilimlerin “sosyalizmin sorunları”na yaklaşımını birer birer ele alıp, yeri geldikçe aralarındaki bağlantıyı sergileyen bir yol izleyeceğiz. Ve doğal olarak önce kalası en karışık olandan, Çözüm ve Mücadele’den başlayacağız.
Burada, öncelikle bir açıklama yapmak gerekiyor:
Yukarıda “sosyalizmin sorunları”na yönelik tutumlardan söz ederken, üçüncü grupta Mücadele ve SP’yi örnek gösterdik. Düz mantıkla düşünmeye alışmış Mücadele yazarları buna hemen itiraz edeceklerdir. Hatta, SP’nin önde gelenlerinin bir zamanlar SB’ne “sosyal-emperyalist” demesini örnek göstererek, “D. Perinçek ve grubu bizden çok size yakın” gibi sorunun özünün tartışılmasını karartan yanıltıcı genellemelere başvuracaklardır. Burada hemen belirtelim ki, D. Perinçek ve grubu, bir zamanlar SB’ye “sosyal-emperyalist” demişlerdir, ama onların sosyal-emperyalist deyişleri tıpkı Mücadele’nin revizyonist demesi gibi ideolojik değil politik nedenlere bağlı olup, sorunun ideolojik köklerine inmekten uzak kalmıştır. Dahası D. Perinçek, grubunun parçalanmasına yol açan “Muhasebe”sinde 70’li yıllarda SB konusunda en doğru tutumun Dev-Yol tarafından alındığını söyleyerek (ki o yıllarda Mücadele’nin temsil ettiği gelenek DY içindeydi ve sonraki yıllarda da aralarında revizyonizm ve sosyal-emperyalizm konusunda farklı bir tutumun olmadığı biliniyor) kendi tutumunun özeleştirisini yapmıştır. Çavuşesku, Polonya ve D. Avrupa’daki gelişmeler konusunda, hatta Saddam’la ilgili tutumdaki SP ve Mücadele’nin aynı tarafta yer alması bir rastlantı değil, onların sosyalizm anlayışları arasındaki içsel bağlantının açık ifadesidir. Önümüzdeki sayılarımızda SP ve D. Perinçek’in konma ilişkin görüşlerini aktardığımızda bu ilişki çok daha açık ortaya çıkacaktır.

ÇÖZÜM VE MÜCADELE REVİZYONİZMİ SOSYALİZM OLARAK GÖRMEKTE DİRENİYOR
Ülkemizde, “sosyalizmin sorunları”na yönelik en uzun yazılar. Çözüm ve Mücadele dergilerinin yazarları tarafından yayınlanmıştır. Dış görünüşüne bakıldığında, Marksizm’e, sosyalizme saldırıların bu boyuta vardığı koşullarda bu olumlu bir çaba gibi görünürse de, yazıların içeriği ve arkasındaki dünya görüşüyle ele alındığında, yazarın amacı ne olursa olsun, bu yazıların kafa karışıklığını derinleştirmekten, daha da kötüsü revizyonizmin savunusuna hizmet etmekten öteye geçmediği görülür.
Çözüm ve Mücadele yazarlarının handikabı daha soruna ad koyarken başlıyor. Ve 1950’lerin ortasından bugüne gelen süreçteki tıkanmayı tekbir adla adlandırıyorlar: SOSYALİZMİN SORUNLARI!
Bir toplumsal sistemin sorunları, o sistemin uygulanmasında ortaya çıkan sorunlardır. Eğer uygulanan sistemde, uygulamada sistemin işleyişine engel olan bir takım olgular ortaya çıkıyorsa bu o sistemin sorunudur. Örneğin, kapitalizmin uygulanmasında buhran sitemin kendisinden çıkan, onu tıkayan bir sorundur. Ya da işçi sınıfı mücadelesi, grevler ve direnişler, ayaklanmalar kapitalizmin kendi işleyişinin kaçınılmaz sonucudur ve sistemin sorunudur. Burjuva ideolog ve politikacıları bunları ve benzer olguları yok etmek, en azından etkisini hafifletmek için çareler ararlar. Sosyalizmin de bir sistem olarak kendine has sorunları vardır: Örneğin tek ülkede ya da bir kaç ülkede gerçekleşen sosyalist sistemin kapitalist çevirme içinde nasıl yaşatılabileceği, kaçınılmaz olarak var olmaya devam eden kafa ve kol emeği arasındaki çelişmenin nasıl azaltılıp yok edileceği, bürokratik ve teknik işleri görenlerin bir kast biçimine dönüşmesinin nasıl engelleneceği, sosyalist ekonominin örgütlenmesine hangi süreçlerden geçilerek varılacağı, proletarya diktatörlüğünün bir yandan sağlamlaştırılırken bir yandan yok olması için hangi önlemlerin alınacağı vb. gibi. Bu ve benzeri sorunlar, bir geçiş toplumu olan sosyalizm için her zaman ortaya çıkacak ve komünistlerin aşması gereken sorunlardır.
Yukarıdaki yaklaşıma bakıldığında, kruşçevcilerin ortaya çıkması sosyalizmin bir sorunudur ama kruşçevcilerin SB’ye egemen olmasından sonraki sürecin sorunları sosyalizmin kendi sorunları olmaktan çıkmış, sosyalizm olmayan bir toplumsal sistemin sorunları olmuştur.
Nasıl ki, Marksizm’in tarih sahnesine çıkıp işçi sınıfı içinde etkin bir akım olmasından sonra her türden oportünizm ve revizyonizm Marksizm’in yeniden yorumlanması biçiminde, onun içinden çıktıkları halde ona karşı bir konuma, burjuvazinin safına sürüklenmişlerse; nasıl ki, 2. Enternasyonal partileri, Marksizm’den gelip burjuva retorizmine geçtikten sonra sürüklendikleri açmazlar Marksizm’in bir sorunu olarak görülemezse, kruşçevcilerin politikalarınım gelip dayandığı açmaz da Marksizm-Leninizm’in bir açmazı,”sosyalizmin sorunları” olarak görülemez.
Elbette, yeni bir toplum olan sosyalizmin sorunları vardı, bugün de vardır. Bir kuram ne kadar mükemmel olursa olsun, her yeni sorun karşısında geliştirilmeye, yeni deneyimlerle zenginleştirilmeye muhtaçtır. SB’nde, 1917’den 1950’lerin ortalarına kadar süren dönem içinde de sosyalizm büyük sorunlarla karşılaşmış, bunların bir bölümünü başarıyla çözmüştür. Ama kruşçevizmi ortaya çıkaran sorunları çözememiştir. Çözememiş olduğu için de kruşçevizm ortaya çıkabilmiş, 100 milyonlarca emekçinin, devrimcinin canı kanı pahasına yarattığı büyük sosyalist mirası dağıtabilmiştir. Eğer Mücadele ve Çözüm yazarları gerçekten sosyalizmi öğrenmek, onun sorunlarıyla ilgilenmek istiyorlarsa sosyalizmin uygulandığı dönemi inceleyip kruşçevizmi ortaya çıkaran nedenlere eğilmek, Stalin’i, Stalin’in ne yapmak istediğini anlamak zorundadırlar. Yoksa, revizyonistlere sosyalist payesi verilerek, kapitalist restorasyona bir türden de olsa sosyalizm damgası yapıştırılıp, “ah emperyalizme taviz vermeselerdi şöyle olurdu “, “proletarya diktatörlüğünden uzaklaşmasalardı böyle olurdu ” gibi idealist temennilerle, devrilen revizyonist diktatörlüklerin arkasından ağıtlar yakmak, Marksizm-Leninizm’le, sosyalizmle bağdaşmaz bir tutumdur. Bu yüzden de revizyonizmin, sosyalizm adı altında uygulanan kapitalizmin açmazlarını “sosyalizmin sorunları” olarak ele almak bir bilinç çarpılmasından başka bir şey değildir.
Çözüm ve Mücadele yazarlarının handikabı sadece revizyonizmin sorunlarını “sosyalizmin sorunları” sanmaktan ibaret değildir. Aslında bu yanılsama bir sonuçtur. Onlar için asıl sorun, hangi sosyalizmi savunacaklarına karar verememiş olmalarıdır. Marksizm-Leninizm’i mi savunacaklar yoksa kruşçevci, maocu, kastrocu, gorbaçovcu bir sosyalizm mi; bu konuda bir kafa açıklığına sahip olmadıklarından her birinden işlerine geleni savunma kolaycılığına saplanmaktadırlar. Örneğin aynı yazı içinde; “Şu gerçeğin altını tekrar tekrar çizmek istiyoruz: proletarya diktatörlüğü Marksizm-Leninizm’in temelini oluşturur. Marksizm-Leninizm’den bu teori çekilip alındı mı bu teori çöker ve proletarya diktatörlüğünü kabul etmeyen bir “Marksizm”, Marksizm’den başka her şeydir. Ancak sınıflar mücadelesini kaçınılmaz olarak proletarya diktatörlüğüne götürenler Marksist’tir. Dolayısıyla hem proletarya diktatörlüğünü yadsıyan, hem de sosyalistliği kimseye bırakmayanlarla tartışma, sosyalizmi sosyalizm yapacak çözümlerin tartışıldığı Marksistler arası bir tartışma değildir….”(1) gibi her gerçek Marksist’in altına imza koyabileceği satırlar yazılabiliyor; ama aynı yazı içinde, kruşçevcilerin, brejnevcileri proletarya diktatörlüğünü reddetmekle suçlayıp SB’de sosyalizmi yıktıklarını öne süren Marksist’lere kruşçeve alınan tavırdan daha sert tavırla, “inkarcılar” diye saldırılıyor. Üstelik SB’de dönemler arasında fark gözetilmeksizin “70 yıllık sosyalizm kazanımı”ndan söz edilebiliyorlar.
Çözüm ve Mücadele yazarlarının değişik sayılarda konuya ilişkin yazdıkları yazılar göz önüne alındığında şu çok açık görülüyor: Kruşçev ve kruşçevciler revizyonisttir ama az revizyonist çok sosyalistlerdir. Brejnev ve brejnevciler ise Kruşçev’e göre daha Marksist’tir. Gorbaçov ise epeyce revizyonist reformcu görüşlere sahip bir sosyalisttir. Ve sosyalizmi kapitalist ekonomiden alınan yöntemlerle kurtarmaya çalışan bir reformcudur.
Bu türden tahlilleri bir burjuva gazetecisi yazsa kimse yadırgamaz. Ama yirmi yıldır kusursuz bir Marksizm-Leninizm savunuculuğu yaptığını iddia eden bir siyasi geleneğin yazarları yaparsa insan şaşırmamazlık edemez.
Hem, “proletarya diktatörlüğünü kabul etmeyen Marksizm,  Marksizm’den başka her şeydir” diyeceksiniz. Sonra da proletarya diktatörlüğünü sadece teoride değil, fiiliyatta da anayasasından çıkaran Kruşçev-Brejnev dönemini sosyalizm olarak niteleyip “sorunlarına” çare aramayı “sosyalizmin sorunları” diye lanse edeceksiniz. Dahası bu dönemi kapitalizm olarak niteleyenleri de Marksizm-Leninizm’i inkâr etmekle, şablonculukla suçlayacaksınız. Peki, tartışmanın ciddiyet ve tutarlılığı nerde kaldı?

KRUŞÇEV VE KRUŞÇEVCİLER REFORMCU MUYDU, RESTORASYONCU MU?
Çözüm ve Mücadele yazarları, Kruşçev ve kruşçevcileri, emperyalizmle uzlaşma içinde, ideolojiden çok ekonomiye önem veren basit bir reformcu olarak görüyorlar. Ama onun kapitalist restorasyoncu yönünü, bu asıl yönünü görmüyor, görmezden geliyorlar. Çünkü reformculuğu burjuva liberalleri gibi anlıyorlar.
Genel olarak ele alındığında reformculuk, varolan bir sistemin daha iyi işlemesi için çelişkilerinin törpülenmesini amaçlayan tutumların genel adıdır. Sosyalist ya da kapitalist bir sistemde reformcunun amacı çelişmeleri azaltıcı önlemler almak, düzenin işleyişini en azından eskisinden ilaha iyi yapma çabasıdır. Bütün ünlü reformcular da bunu yapmışlardır.
Kruşçevcilik ise; dışa yönelik yüzüyle reformcudur. Çünkü kruşçevciler, kapitalist ülkelerdeki yandaşlarına, kapitalizmi yıkmayı değil onun çelişmelerini azaltmaya çalışan bir mücadele yöntemi önererek, devrim için değil reformlar uğruna mücadele etmelerini isteyerek, bu ülkelerdeki Marksist partilerin birer reformcu partiye dönüşmesine katkıda bulunmuştur. Ama kruşçevciler, kendi ülkelerinde de sosyalizmin problemlerini çözerek onun daha iyi işlemesini sağlamak gibi bir tutum yerine, “sosyalizmi iyileştiriyorum” propagandası arkasında, sosyalizmin temeli olan kurum ve kurallara saldırmış, Merkezi Planlamayı işlevsizleştirmiş, üretim araçları devlet mülkiyeti olmaktan çıkarılmış, proletarya diktatörlüğü yerine “bütün halkın devleti”ni geçirmiş, kapitalist normları ekonomik yaşama sokarak sosyalist ekonominin bozulmasının yolunu açmıştır. Kısaca Kruşçev ve izleyecilcri SB’de kapitalizmi restore etmeye koyulmuşlardır. Bu yüzden de Kruşçev, basit bir reformcu değil, bir kapitalist restorasyoncudur. Kruşçev’i bir saray darbesiyle deviren Brejnevciler ise, daha sessiz ama derinden aynı yolu izlemiş, kapitalist SB’nin emperyalist amaçları doğrultusunda politik ve askeri önlemler alarak içte kapitalist restorasyonu tamamlarken dışarıda da bu restorasyonun amaçlarına uygun politikalar izlemişlerdir.
Elbette ki SB, Çözüm ve Mücadele yazarlarının demagojisini yaptığı gibi” bir günde” sosyalizmden kapitalizme geçmedi. 1950’lerin ortalarından itibaren kruşçevcilerin devlet iktidarında etkinliklerinin artmaya başlamasıyla girilen süreç ekonomik, siyasi ve sosyal yaşamda artarda yapılan değişikliklerle kapitalizm restore edildi. Ne var ki, eski sosyalizmin kazanımları ve ekonomik alandaki bireysel mülkiyet temelinde bir kapitalizmin yerleşmesini önleyen biçimler uzun zaman kaldırılamadı. Bunları tamamlamak, kuruluşu tamamlanan tekelci devlet kapitalizminin “iyileştirilmesi” reformcu Gorbaçov’a kalmıştır. Bu anlamıyla Kruşçev’den farklı olarak, Gorbaçov bir reformcudur. Çünkü sistemin iyi işlemesi için onun çelişmelerini, sosyalizmin kalıntısı olarak süren biçimleri ve emekçi haklarını ortadan kaldıran bir rol oynamıştır.
Çözüm ve Mücadele yazarları, Brejnev ve brejnevciler için genel söylemler ötesinde hiç bir ciddi eleştiri getirmiyorlar. Tersine onları ve eylemlerini zımnen de olsa destekliyorlar. Gorbaçovculuğun brejnevcilik aracılığıyla kruşçevizme bağlandığını da görmezden gelip, Corbaçov’u Deng’in izinden gitmekle suçluyorlar: “Gorbaçov’un açıklık ve yeniden yapılanma politikalarına, ekonomik politik reformlarla kapitalist unsurların sosyalizme yamanmasına, aynı yolda daha önce yürümeye başlayan Deng’in piyasa ekonomisine ve bireysel zenginleşmeyi toplumsal zenginleşmenin önüne koymasına, Çin’in kapılarını emperyalistlere ardına kadar açmasına en büyük alkış ezilen halklardan değil emperyalistlerden geliyor.” (2)
Yukarıda Deng ve Gorbaçov için sayılanların Kruşçev’de aynen var olmasına karşın yazarların bundan kaçınması, (Kruşçevciliği sadece bir döneme has ve Gorbaçovculukla düşünce bağıyla sınırlı bir ilinti içinde ele alıyorlar) Gorbaçov’un Deng’in izinden gittiği tespitiyle yetinmesi, aslında Kruşçev ve Brejnev’in aklanma çabasının kaçınılmaz sonucudur. Çünkü onlar, kapitalist restorasyonu Gorbaçov’la başlatıp bitirmek ihtiyacındadırlar. Aksi halde kendi geçmişlerine ve sosyalizmden ne anladıklarını yeniden gözden geçirmek zorunda kalırlardı.
Sosyalist bir ülkede revizyonizmin iktidarı ele geçirmesinin sosyalizmin özüne zarar getirmeyeceği, ülkenin sosyalist bir ülke olarak kalabileceği, yani revizyonizmin kapitalizmin bir uzantısı değil, biraz kötüleşmiş olarak sosyalizmin bir türevi olarak görülmesi, Çözüm ve Mücadele yazarlarını revizyonizmin safında yer almaya, onlarla aynı cepheden gerçek Marksistlere saldırmaya zorluyor.
Revizyonizmle restorasyonun iç içeliğini göremeyen Çözüm ve Mücadele, Latin Amerika ve Türkiye’deki darbelerle her bakımdan benzeşme içinde, tipik bir askeri darbe olan Jaruzelski’nin darbesini, karşı devrimin kontrol altına alınması olarak, sosyalist bir darbe olarak selamlıyor:
“Polonya’da anti-sosyalist, karşı devrimci Dayanışma, ordunun yönetimi devralmasıyla (darbe demeye dili varmıyor/ Ö.D) kontrol altına alındı.” (Çözüm, A. Soylu)
Çözüm ve Mücadele yazarları gibi, sübjektivizmi kendilerine kılavuz edenlerin, revizyonistlerin ustaca yöntemlerle kapitalizmi adım adım egemen hale getirmelerini görmelerini bekleyemeyiz. Ama, bu yazarlar işi daha da ileri götürüyor, kraldan çok kralcı bir tutumla, artık Polonya, Macaristan gibi ülkelerin kendilerine kapitalist dedikleri, bayraklarını ve adlarını değiştirip sosyalizme, komünizme açıkça saldırdıkları günlerde, 1989’un sonunda bile revizyonist diktatörlüklere umut bağlamaya devam ediyorlar. Ekim 89’da, Çözüm yazarı Arif Soylu şöyle yazıyor, yazabiliyor: “Polonya, Macaristan, Çin, Sovyetler Birliği, henüz hiç biri kaybedilmiş değil. Ama buralardaki olumsuz gelişmeler haklı olarak emperyalizmin iştahını kabartıyor. Gelişmeler tüm sosyalist ülkeleri kapsadığı gibi, olumsuzlukların içinden, her sosyalist ülkenin ve gücün kendi ayakları üstüne basması gibi olumluluklar da gelişiyor. Buna bağlı olarak birçok parti “konsolosluk” olmaktan çıkma yönünde adım atıyor ki bunlar sevindiricidir.” (3)
“Böylesi bir cehalet ancak ‘eğitimle’ mümkündür” demenin ötesinde söylenecek söz yok. Sayın yazarın sosyalist dediği ülkelerin bütün direkleri çökmüşken, yazar hala “kaybedilmiş bir şey yok ” diyebiliyor. Dahası bu gelişmelerden bir takım olumluluklar da çıkarıyor. Bu sosyalist ülkeler kendi ayakları üstünde duracakmış, yok komünist partiler “konsolosluk” olmaktan çıkacakmış. Evet, bu ülkeler kendi ayakları üstünde durdular, şimdi de milliyetlere göre yemden yeniden adeta atomlarına bölünüyorlar. Herhalde bunda da bir olumluluk buluyor olmalı sayın yazar. Ne de olsa daha çok ülke kendi ayağı üstünde duracak! Komünist partiler için söylediği ise hepten anlamsız. “Konsolosluk” olmaktan çıkacaklarmış! Evet, Sovyet konsolosluğundan çıktılar, ama bu sefer de emperyalizmin yeni dünya düzeninin misyonerliğine soyundular. Bu bir ilerlemeyse iyi oldu denebilir!
Bize göre, 1989 Polonya, Macaristan, Çin, SB ve diğerleri için burada sözünü edeceğimiz bir iyileşme olmamış, tersine bunlar eskiden üstü örtülü olarak yaptıkları komünizm ve sosyalizm düşmanlığını açıkça yapar hale gelmişlerdir. Böylece anti-komünizm cephesi daha güçlü ve daha bol malzemeye sahip hale gelmiştir. Sözde komünist partilerde aynı yolu izlemiş, bugün karsı devrimin gözde bir propaganda odağı olarak (komünist partinin ve Marksizm’in gereksizliğini ilan edip dağılmamışlarsa) işlev görmektedirler. Bu “değişiklikte” nasıl bir iyilik bulunabilir doğrusu bilemiyoruz.
Ama yazarlar, biz gelişmenin böyle olacağını tahmin etmiyorduk, başka bir seyir izleyip revizyonistlerin Marksizm-Leninizm’e yöneleceğini sanıyorduk diyorlarsa; biz de onlara, siz Marksizm-Leninizm kavrayışınıza bir kez daha bakın ve “20 yıldır Marksist-Leninistlerin doğruyu savunduğu görüldü” gibi böbürlenmeleri bir kez olsun bırakın ve revizyonizme ilişkin yazdıklarınızı gözden geçirin diyoruz.
Söylenenlerden açıkça anlaşılacağı gibi, Çözüm ve Mücadele yazarlarını açmaza iten kapitalist restorasyonla revizyonizm arasındaki kopmaz ilişkiyi görmemektir. Ne var ki, onlar bu açmazlarının nedenini aramak yerine, Yalçın Küçükten alınma kavramlarla “90 öncesi restorasyonsa şimdi ne diyeceksiniz”, gibi “kurnazca”, aynı anlama gelmek üzere çocukça sorular yöneltiyorlar.

MÜCADELE VE ÇÖZÜM TARİHİN DİYALEKTİĞİNİ REVİZYONİSTLERİ AKLAMAK İÇİN KULLANIYOR
Marksizm’i tüm diğer öğretilerden ayıran en temel özelliklerden birisi de, Marksizm’in bilimsel bir dünya görüşü olmasıdır. Bu yüzden de Marksizm doğa ve toplumdaki tüm olay ve olguları çelişmelerle açıklarken kendisinde tam bir mantıksal tutarlılık vardır. Diğer felsefelerin aksine her ula y ada başka bir mantık yürüterek gerçeği kendine uydurmaya değil, tersine gerçeği olduğu gibi kavramaya çalışır. Bu yüzden de Marksizm, mantıksal tutarlılığın bir abidesidir. Bu nedenle de pragmatist bir burjuvanın gözünde Marksist dogmatik görünür. Allahtan! Çözüm ve Mücadele’nin yazarları dogmatiklerden değil. Tersine onlar, günlük çıkarı hangi tutumu gerektiriyorsa o gün o felsefeyi benimsemekte tereddüt göstermeyen bir burjuva gibi, bir olayda aşırı iradeci olurken bir başka konuda ekonomizmin, determinizmin batağına dalmaktan çekinmiyorlar.
Örneğin, Mücadelenin son sayılarında yer alan “yeni insan” yazıları kitaplardan fırlamış ve günlük ihtiyaçlara yanıt verecek sınıfsal temel ve sınıf mücadelesinden bağımsız, direktif ve ajitasyonun biçimlendirdiği bir türü “yaratmaya” uğraşırken aşırı idealist ve iradecidir. Ama, Doğu Avrupa’da kapitalist restorasyon söz konusu olduğunda aynı yazarlar, biçim olarak kolhozlar duruyorsa, sanayi devlet mülkiyetindeyse yöneticiler kim olursa olsun sosyalizm yaşamaya devam ediyor diye ayak direyebilmektedirler. Üstelik de bunu, Kruşçev ve yandaşlarını ekonomiye aşırı önem vermekle suçlarken söyleyebilmektedirler. “Ekonomist” Kruşçev karşısında iradeci, Marksistler karşısında ise ekonomist olmakta hiç bir çelişki görmemektedirler.
Çözüm ve Mücadele dergilerinin sayılarına söyle bir bakıldığında, dergi sayfalarının önemli bir kısmının değişik başlıklar altında da olsa sonunda “sosyalizmin sorunları” diyebileceğimiz başlık altında ifade edilebilecek yazılara ayırdığını görüyoruz. Uzun yazılar içinde söylenen şeylerin tümü, 1970’li yıllarda Marksistler tarafından SB’de kapitalist restorasyon konusunda yazdıklarının basite indirgenmiş, özetlemeleri ya da onların çarpıtılmış yorumlamalarından ibarettir. Bu yorumlamalar da genellikle revizyonizmin aklanmasına, Marksistlerin eleştirilerinin haksızlığının “kanıtlanmasına” yöneliktir.
Çözüm ve Mücadele yazarları, “20 yıldır doğruyu” savunduklarını iddia edip “doğruluklarının” kanıtı olarak revizyonizmi sosyalizmin bir biçimi olduğunu kanıtlamak zorunda kalıyorlar. Ve bunu “kanıtlamak” için de diyalektiğe başvuruyorlar.
Çözüm ve Mücadele yazarları, revizyonizmin diktatörlüğünün kapitalizm değil, hataları, yanlışları olsa da sosyalizm olduğunu söylemek ihtiyacını duydukları her yerde, “tarihin hep ileri gidon bir seyir izlemediğini, ilerlemeler ve gerilemelerle olduğu” tezine sarılıyor; buradan “70 yıllık sosyalizm mirasını” savunduklarını, SB ve Doğu Avrupa’da kapitalist restorasyonun Kruşçev’le başladığını söyleyenlerin edenlerin diyalektiği kavramadığını iddia ediyorlar.
Şöyle diyor Mücadele yazarı:
“M-L’ler, milyonlarca emekçinin kanla yazdığı devrim ve sosyalizm tarihine sahip çıkarlar. Bu tarih, insanlık tarihinin en onurlu sayfalarını oluşturmaktadır. Elbette ki bu tarih, hiç bir eksikliğin, olumsuzluğun yaşanmadığı, her şeyin mükemmel işlediği bir tarih değildir. Zaten böyle bir tarih de olamaz. Bu tarih, her şeyden önce emperyalizme ve kapitalizme karşı, proletarya ve emekçi yığınların sert sınıf mücadeleleri tarihidir. Yenilgileri, olumsuzlukları, yanlışları ve eksikleriyle yaşanmak zorunda olan bir tarihtir.
İşte M-L’ler her türlü dogmatizmden uzak bir biçimde, bu tarihi kendi gerçekliği, diyalektiği içinde kavradılar… Ne olumsuzluklara bakarak sosyalizm gerçeğini reddetme yanlışına, ne de olumsuzlukları eleştirmekten sakınma oportünizmine düştüler.” (4)  .
Bu yazarların konuya ilişkin yazılarına bakıldığında, “tarihin diyalektiğinden tek akıllarında kalanın “tarihin ilerleyişinin ileri ve geri gidişlerle olduğu”nu öğrenmekle sınırlı kaldığı görülüyor. Ne var ki, onu da yanlış öğrenmişlerdir.
Çözüm ve Mücadele yazarlarına göre geriye dönüşlerde ilerici güçlerin mirasıdır, bu yüzden de 70 yıllık sosyalizm mirasının tümü, revizyonistlerin yarattığı miras da sosyalizme aittir! Çünkü kötü de olsa, revizyonistler de sosyalisttir! Sadece sosyalizmi “ekonomist-dogmatik bir tarzda” kavradıkları için sosyalizmin kapitalizm karşısında gerilemesine neden olmuşlardır!
Evet, tarihin ilerlemesi ileri gidişler ve geri dönüşlerle olur. Ama bu tarihin keyfi böyle istediği için değil, toplumdaki ilerici ve gerici sınıflar arasındaki çatışma tarihin ilerletici asıl gücü olmasından dolayı böyledir. Çünkü bir kez yenilen gerici sınıflar artık bütünüyle tarih sahnesinden hemen çekilmez. Tersine, “eskisinden bin kez daha büyük bir inatla” kendi düzenlerini kurmak için savaşırlar ve zaman zamanda, şu ya da bu etkiyle, ilerici güçleri yenilgiye uğratıp kendi sistemlerini yeniden egemen hale getirebilirler. Bu tarihsel ilerleme içinde bir gerilemeye karşılık gelir. Ama gerilemenin temsilcisi ilerici sınıflar değil gerici sınıflardır. Yani çatışmanın karşı tarafındaki güçlerdir. Dolayısıyla da gerilemeye karşılık gelen basan ilericilerin mirası değil gericiliğin mirasıdır. Buradan ilericilere düşen miras sadece yenilgilerine neden olan derslerdir. Bu anlamıyla da, Çözüm ve Mücadele yazarlarının iki lafın başı vurguladıkları “SB’nin 70 yıllık sosyalizm mirası” içinde gerçekten sosyalizmin mirası sayabileceğimiz dönemi ilk 35 yıllık dönemle sınırlıdır. Kruşçev’le başlayan restorasyon döneminin mirası olsa olsa gericiliğin, her türden revizyonist ve kapitalist restorasyoncuların mirası olabilir. Çünkü orada sosyalizmin inşasına, Marksizm’in teori ve pratiğine olumlu katkı sayabileceğimiz en küçük bir kırıntı bile yoktur.
Diyalektiğin bu türden kaba kavranışı sadece revizyonizmin aklanması, onların Marksizm’in uzantısı olduğu imajını güçlendirmiyor, Marksizm karşıtlarının Marksizm’e saldırıları için de vesile oluyor. Nitekim diyalektik ve revizyonizmi, öz ve söylem olarak Mücadele yazarları gibi kavrayan Y. küçük; diyalektiğin, dolayısıyla Marksizm-Leninizm’in “geri dönüşü” de içerdiğini öne sürerek, “geriye dönüşü reddeden” bir Marksizm geliştirilmesi gerektiğini “düşünüyor”! Kuşkusuz Y. Küçük’e bu cesareti verenler ve onları “düşündürenler” Mücadele yazarları gibi diyalektiğin kaba yorumcularıdır.
Biz, revizyonist diktatörlüklerinin Marksizm-Leninizm’e en küçük bir olumlu bir katkısı yoktur diyoruz; ama Çözüm ve Mücadele yazarları, ülkemizdeki ve dünyadaki revizyonist ve oportünistlerle aynı çizgiye düşerek revizyonistlerin eylemlerinde olumluluklar da buluyorlar. Her türden oportünist ve revizyonist SB ve Doğu Avrupa’nın sözde bile sosyalizmle bağını koparmasını, açıkça kapitalizme geçtiklerini ilan etmesine, Marksistler arasındaki birliği engelleyen etkenlerin yıkılması ve artık “özgürleştikleri” bir dönem olarak bakıyorlar. Aynı mantıkla Mücadele ve Çözüm Yazarları da, liberal ekonomi ilkelerinin bütün revizyonist diktatörlükler tarafından benimsemesini bir ilerleme, enternasyonal dayanışmanın artması olarak görüyorlar.
“Her şey bir yana, sosyalist dünyada düşman kardeşliğin sona erdiği bir sürece giriliyor. Kalkış noktaları ve gelişme süreçleri farklı da olsa, belli bir aşamada birbirlerine en ağır suçlamaları yaparak tüm ilişkilerini koparsalar da, Çin’in üretici güçler teorisine dönüşüyle birlikte uygulamaya koyduğu ekonomik reformlar ve sosyalizme yamadığı burjuva reçeteler SB ve Çin Halk Cumhuriyetini birbirine yaklaştırdı.” (5)
Görüldüğü gibi, kafası karışık Çözüm yazarı, 1989 sonunda Çin ve SB’deki açıkça liberal kapitalizme doğru yönelen önlemlerin iki ülkeyi birbirine yaklaştırmasını bile “sosyalist dünya” için olumlu bir gelişme olarak görüyor ve destekliyor. Çünkü yazarın sosyalizm ve proleter enternasyonalizmi kavrayışı burjuva bir kardeşlik ve yakınlaşma ile aynı anlama geliyor. Başka bir söyleyişle yazar, sosyalizm ile kapitalizm arasına bir sınır çizgisi koyamadığı için revizyonizm ve Marksizm-Leninizm arasına da bir sınır çizgisi çekemiyor. Ve bu yüzden de Marksistlerle revizyonistler arasındaki sert çatışmayı, “sosyalistler arası” çatışma gibi gördüğünden, kınıyor. Revizyonistlerin, yanlış politikalar izleyen Marksist-Leninistler olarak görülmesi yazarın bütün perspektifini karartıyor, genelde revizyonizme aldığını sandığı tavrı da etkisiz ve anlamsız hale getiriyor.
Burada şunu eklemeliyiz: Mücadele ve Çözüm yazarları, ülkemizdeki kimi burjuva aydınları, çeşitli türden oportünist ve revizyonistler, son gelişmelerin “sosyalistlerin birliği önündeki engelleri kaldırdığını” iddia ediyorlar. Bize göre bu yaklaşım son derece yanlış ve tehlikelidir. Eğer son gelişmeler karşısında eskiden revizyonizmin peşinden gidenler, gittikleri yolun yanlışlığını anlamış ve bunun açıkça özeleştirisine girişmiş olsalardı kuşkusuz ki bu olumlu bir gelişme olur, ideolojik engellerin kalkmasının yoluna girilebilirdi. Ne yazık ki bugün böyle bir durum söz konusu değil. Herkes, eski ideolojik tutumunda direnir gözüküyor. Sadece Gorbaçov’un yanlış politikalar izlediğini düşünüyor, söylüyorlar. Gorbaçov’u hazırlayan ideolojik temeli görmezden geliyorlar. Kruşçev, asıl olarak da Brejnev ve brejnevcilikte direniyorlar. Bu yüzden de Marksizm’e doğru bir adım bile yaklaşmış değiller. Tersine herkesin açıkça gördüğü son gelişmelerden sonra, hala eski çizgilerinde ısrar etmeleri onlar için beslenebilecek küçük umut kırıntılarını yok edecek bir gelişmedir.
Kısacası, gerçeği yakalamanın bir aracı olan diyalektik, yazarın kaba kavrayışıyla yorumlandığından, revizyonizmi aklamanın, revizyonizmin burjuva ideolojisi, revizyonist diktatörlüklerin de burjuva diktatörlükler olduğu gerçeğini görmesini engelliyor.

MÜCADELE VE ÇÖZÜM PROLETARYA VE HALKLARIN GÜCÜNÜ DEĞİL REVİZYONİSTLERİN GÜCÜNÜ ÖNEMSİYOR
Mücadele ve Çözüm dergilerinin temsil ettiği gelenek, yayınlarında, özellikle günlük mücadele söz konusu olduğunda, kendisinin ve “devrimci iradenin gücü”nü olağan üstü büyütüyor. Ama iş ideolojik mücadeleye, devrimin genel sorunları ve siyasi mücadeleye gelince, bu özgüven ve ataklık tükeniyor, bu aşırı özgüven tersine dönerek revizyonizm ve emperyalizm karşısında bir boynu büküklüğe dönüşüyor.
Keskinliğin ters yüzündeki teslimiyet ve umutsuzluğu iyice sergilemek için, okuyucunun sabrını zorlayacak olan şu uzun alıntıyı buraya aktarmak gerekiyor.
“Türkiye solunda da bugün bazıları ‘proletarya ele geçirdiği tüm iktidarları birer birer yitirmiştir’ diyerek, emperyalistlerin ‘sosyalizm öldü artık yaşamıyor’ propagandalarına objektif olarak soldan destek vermektedirler. Teorisini yapanların dahi artık adını anmadığı ve tamamen tepkiselliğin ürünü olan teori kalıntılarıyla (sosyal emperyalizm, sosyal faşizm) günümüz gerçekliğini açıklamaya çalışanların da geldiği nokta, ne yazık ki objektif olarak, artık sosyalizmin yeryüzünde yaşamadığını ispat etmek (!) çabası olmuştur. Lenin, ‘Çağımız proleter devrimler çağıdır’ derken. Kimilerinin ısrarla vazgeçmedikleri ‘hiçbir sosyalist ülke yoktur’ tekerlemelerine rağmen Leninistliği kimseye bırakmamalarını ise anlamak gerçekten güçleşiyor.
Günümüzde hiçbir sosyalist ülke yoksa sosyalizm-bugüne kadar insanlığa bir umut, bir kurtuluş yolu olamamıştır demektir. Bunlara göre Çin karşı-devrimci, Sovyetler kapitalist, Küba küçük burjuvalar ülkesi
vb.  vb… Ne kaldı geriye? … ‘hiç sosyalist ülke yok, hepsinde geriye dönüş oldu’ propagandasıyla, emperyalistlerin, gericilerin karşı-devrimci ideolojik saldırılarının yarattığı sonuçlardan, hangi farklı sonuçları elde ediyorlar? Bu görüşlerinde ısrar edenlere şunu sormak gerekir: Madem 70 yıllık geçmişe sahip sosyalizm insanlığa ve emekçi halklara, proletaryaya bir şey veremeden yıkıldı ve yerine yeniden kapitalizm geldi ise, yarın sizin kuracağınız sosyalizmin yaşayacağının ve bir kurtuluş umudu olmasının garantisi nedir? Bu kesimlerin bu ve benzeri sorulara verebilecekleri yanıtları yoktur.” (6)
Uzunca alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Çözüm yazarının sosyalizm için mücadele edebilmesi için dünyada, illa da “sosyalist ülke” olmalıdır. Aksi halde kimseyi sosyalizm için mücadeleye inandıramazmışız!
Bir kere sosyalizm “yıkılıp gitmiş” de olsa insanlığa çok şey vermiş ve çok şey öğretmiştir. Her şeyden önce yaşanmış olan sosyalizm mücadelesinden gerçek Marksistler çok şey öğrendiler, bugün de öğrenmeye devam ediyorlar. Bugün öğrenilenler aynı zamanda yeni geriye dönüşlerin yolunu kapatacak olanlardır. Kaldı ki, bugüne kadar hiç devrim savaşçısı önder yığınlara “garanti”ler vererek onları devrim mücadelesine çekmemişlerdir. Tersine yığınlara her zaman onları bekleyen büyük tehlikeler ve fedakârlıkları anlatmaya çalışmış, devrimin ilerlemesinin tek garantisinin yığınların devrime sahip çıkması olduğunu söylemişlerdir. Çözüm yazarı, küçük-burjuva idealist dünya görüşünün etkisiyle devrimin en temel ilkesini, sınıflar var olduğu sürece, dünyada henüz kapitalizm yaşamaya devam ederken geriye dönüşü engellemenin tek garantisinin devrimi sürdürmek, yığınların devrimi sahip çıkmayı sürdürmesi olduğu gerçeğini anlayamıyor. Şurada ya da burada gerçekleşen devrimlerle yığınlara “garanti” vermek istiyor. Bu, tipik küçük burjuva idealist bir tutumdur.     Çünkü proletaryayı diğer sıratlardan ayıran bir özellik de, onun daha önce yenildiği bir alana dönerek yeniden yeniden savaşma, savaşabilme özelliğidir. Küçük burjuva ise, bir kez yenildiği alana bir daha yaklaşmak istemez. Bu yüzden de mücadele yazarı savaşmak için illa da bir başka ülkelerdeki devrimin zaferinin garantisini istiyor.
Sorular çoğaltılabilir: Dünyada insanlar 3 binyıldır özgürlük ve eşitlik isteği ile savaşıyor, ama gerçekten özgür ve eşit bir toplum örneği yok önlerinde; buna karşın savaşmaya devam ediyorlar. Dahası Marks, Engels, Lenin, Stalin ve milyonlarca proleter ve emekçi, henüz hiç bir yerde sosyalizm kurulmamışken sosyalizm için savaştılar. Bugünün proleterleri de, devrimcileri de aynı geleneğin sürdürücüsü olarak aynı tutumu göstereceklerdir. Bundan kuşku duyanlar proletaryanın devrimci niteliklerine inanmayanlardır ancak.
Çözüm ve Mücadele yazarı artık öğrenmiş olması gereken bir şeyi öğrenmemekte direniyor. Yığınları öncüden uzaklaştıran öncünün ona, acı da olsa gerçeği söylemesi değil, yığınları yanlış hedeflere yöneltmesi onu aldatmasıdır. Bugün SB ve Doğu Avrupa’da açıkça kapitalizmin kurulması karşısında yığınların gözünde sosyalizm prestij kaybetmişse; bu, bu ülkelerin yıllarca önce soysal-emperyalist görülmesinden değil, kendisine Marksist, sosyalist, komünist, devrimci diyenlerin bu ülkedeki geri dönüşü zamanında fark ederek yığınları uyarmak yerine sosyal-emperyalizm ve sosyal-faşizmin yüzünü, “revizyonisttir ama sosyalisttir” gibi anlaşılmaz iddialarla yığınların aldatılmasına katkıda bulunulmasıdır. Bu yüzden de son gelişmelerden sonra en çok moral bozukluğuna uğrayanlar, bu ülkelerdeki revizyonist diktatörlükleri sosyalist görenler olmuştur. Çözüm ve Mücadele yazarlarının bugün sosyalist ülke kalmazsa yığınlara ne diyeceğiz, onları sosyalizm için mücadeleye nasıl çağırırız diye panik içine yuvarlanmasının nedeni de budur.
Gerçek Marksistlerin, “yığınları ne diye sosyalizme çağırırız” gibi korkuları yoktur. Çünkü onlar yıllardır bu ülkelerin sosyalist olmadığım, devrime yığınlar sahip çıkmaz onu ilerletemezlerse geri dönüşün kaçınılmaz olduğunu, her yerde söylediler. Gerçek Marksistler, bugün de, yığınları devrime, sosyalizm için savaşmaya çağırıyorlar ve proletaryanın önünde hiç bir başarılı örnek olmasa da, devrim ve sosyalizm için onun mücadele edecek bütün olumlu özellikleri taşıdığını biliyorlar. “Örnek” arayanlar, devrim ve sosyalizmden kuşkuya düşenler küçük burjuva aydınları ve küçük burjuva devrimcileridir. Bu yüzdendir ki, Çözüm ve Mücadele yazarları kendi ideolojik tutumlarını Marksizm’e yamayarak, gerçekte kendi sorunlarını, sosyalizmden devrimden duydukları kuşkuyu sosyalizme yükleyerek, revizyonizmin sorunu olan sorunları (revizyonist diktatörlükler neden ekonomide, politikada, toplumsal gelişmede vb. alanlarda başarılı olamadı, kapitalizmi alt edemediği sorunudur, bunların sosyalizmin sorunu dedikleri.) bunları “sosyalizmin sorunları” olarak lanse ediyorlar. Böylece, niyetleri bu olmasa da Marksizm’in gözden geçiricileri, “aşıcıları”, başka bir söyleyişle inkarcıları arasına katılıyorlar.
Elbette sosyalizmin, Marksizm’in çözmesi, aşması gereken pek çok sorunu vardır. Ama Marksizm’in sorunu revizyonist diktatörlüklerin neden çöktüğü, neden başarısız olduğu değil (onlar daha baştan bugünkü sona mahkumdular zaten), revizyonizmin neden ortaya çıktığı, onların iktidarının neden engellenemediğidir ki, bunu da ancak son yüzyılın sosyalizm mücadelesinin revizyonizmin iktidarından önceki dönemini inceleyerek öğrenebiliriz. Revizyonizmi sosyalizmin kötü de olsa bir biçimi olduğunu savunanlar ve sosyalizmin sorunlarını orada arayanlar en iyimser bir sonuçla daha az kötü bir revizyonizme varabilirler. Ama “az kötü” revizyonizm, “çok kötü” revizyonizmden daha tehlikeli, bu anlamda da daha kötü bir revizyonizmdir. Çözüm ve Mücadele bu gerçeği görmedikçe, günlük politikada “soldan” sağa savrulmaktan, ideolojide de kafa karışıklığından ve eklektizmden kurtulamayacaktır.

Dipnotlar:
(1) Arif Soylu, Yeni Çözüm,     S. 28,     s.37
(2) “         “         “     s.33
(3) “         “         “     s.34
(4) “          Mücadele,       S.2,  s.16
(5) “          Yeni Cüzüm     S.29, s.35
(6) “         “         “

Şubat 1992

Şubat şehitlerinin anısına: “Ölümünde Yaşamı Barındıran Bütün Yüzler Güzeldir”

Engin Egeli ve 14 Şubat ‘80 Dersim direnişinde vuruşarak düşen Hüseyin Demir (Komur) ve tüm dört mevsim bahar olanlara…
Özgürlük, zorunluluğun bilinci ise, özgür birey, bilinçli etkinlik sürecini gereksinir. Varolan koşullarda, zorunluluk, statükoyu parçalayıp yıkmanın bilinci ve pratiğidir. Bilinçli etkinlik, buna yönelik “eylemli eleştiri”dir. Kolektiviteyle taçlanan eylemli eleştiri, toplumsal bir karakter kazanır, tarihselleşir.
Çizdiğimiz bu özet çerçeve, kapitalizm koşullarında, tüm burjuva egemenlik biçimlerinin, sosyal tabanını oluşturmuş olup, egemen sınıf değerlerince yoğrulmuş “statük-insan” ile “eylemli eleştiri”yle karakterize olmuş, zorunluluğun bilincindeki, devrimci/sosyalist insan arasındaki, yol ayrımı içerikli mesafeyi gerçek anlamda, “insanlaşma” düzeyi mesafesini de açıklar.
Sözler vardır. Belli zamanlarda hükümsüz kalır, çaresizdirler. Laf külçesi olmaktan öte anlam taşımazlar. Bir burjuvaya, “artı-değerden vazgeç!” demek gibi. Mümkün değildir, kendisinin ifadesidir yadsınması islenilen zira.
Bunun gibi, aynı çaresizlik, zorunluluğun bilincinde, eylemli eleştiriye sahip devrimciye yönelik telaffuz edildiğinde, “Stop” sözcüğü içinde geçerli değil midir?
“Yaşam gerçeğine Stop denilmez Sevgili” (Y.Güney)
Anlam aramalı insan. Anlam kaybı insanın da kaybıdır. Yaşamına anlam kazandıran ‘eylemli eleştiri’sine, Stop demek, ölmek değil midir gerçekte? “Kuşku ve ret çağı” değildir Devrimci için. Baskının, sürgünün, öldürümün bittiği yerdir belki ama devrimcinin de ölümüdür Stop!

* * *
Bir sonsuz akıştır tarih. Mantığı ve de hedefi vardır. ‘Sonsuz akış’ın varacağı yerdir, gidenlerin, o güzel insanların aşkları. Gidenler; onlar ki, şairlerin mısralarında “güneşe gömülmüşlerdir, “güneşi içenlerin türkü”lerindedirler ki onlar, “evlerinde bekleyenlerin gözyaşlarını, bir zincir gibi boyunlarında” taşımayanlardır… “Sararıp dökülmeden önce/ kızaran yapraklar ki onlar”, “tarihin delişmen özneleridirler. Şaire “aşkolsun” dedirtenlerdir, “Bıçkılanmış dal gibi ayrı” düştüklerimiz…
“Onlar ölmediler”. Ama heyhat! … Şaha kalkmış, doludizgin atlarıyla, erken ufuklara varışlarının hüzünlü yükü, omuzlarımızda değil midir yine de?
Çoğu zaman, hüzün, yitirmişlikle özdeş, onun ardılıdır. Yitirilenler taşır hüznü ve ılık bir buruklukla dolar taşar yoldaş yüreği.
“Sen de bir zarurettin/ geldin/ yükseldin/ ve düştün/ Düşmemek için dövüştün/ Dövüştün fakat…”
Zorunluluktur dövüşmek devrimci için. Dövüşerek düşmek ise gündemindeki daim-olasılık. Gitmek, gidivermek, bu gök-ekinden ayrılıvermek… Bu ‘sürekli-olasılık’, hedefe daha da yaklaştırıp tarihi, özlem de bırakıyor yol arkadaşlarına.
Yitirilenlerin, ‘sonsuz akış’ın hedefe ulaşmasının coşkun tadını yu durulamalarının mutlak olanaksızlığındandır hüzün. Bu, acıdır. Yıldönümlerinde bu acıyı da yaşamamak mümkün mü? Yani, hedefe, onunla/ onlarla da ulaşabilmenin hedefi yaşabilmenin hiçbir zaman mümkün olamaması: “Sırtımızda anıların heybesi ve ayrılıklar/ ne zamandır yetmiyor artık son gülüşlerin sohbeti”
Her şey gibi, hüzün de geçicidir. Hiçbir şeyin, aynı kalamayacağı gibi. Hüzün bilince akar, bilinç hüznü açıklar. ‘Gelecek’, dehşet güzelliğini, yakıcı çekiciliğini dayatır. Hüznün burukluğu, bilincin coşkusuna bırakır yerini.
“Güzel insan, bireysel gelişkinliğiyle, tarih bilincini mücadele içinde kaynaştırabilen (…) bir tür ‘artı-değer’ üreticisidir. (…) (ürettiğini) çeşitli alanlarda realize etmesi, bir ‘kolektivite’yi ön gerektiriyor”.
‘Güzel insan’ın tarihi geleceği ‘Yeni insan’ oluyor. ‘Yeni insan’ yaşatabilmek, ‘güzel insan’/ların bilinçli etkinliklerini gereksiniyor, oradan geçiyor.
Bu bilinçli etkinlik, ‘şiddet’le örülmüş sınıf ilişkileriyle, burjuva toplumunda, “eleştiri silahından, silahların eleştirisine” diyalektiği ile açıklanabilir, açıklanmalıdır. Bahsettiğimiz o ‘sürekli-olasılık’, bu diyalektiğin yakıcı sonuçlarındandır işle. “Dövüşenler Konuşacak” şiarını “Dövüşenler Konuşur”a çevirebilmek, tüm sonuçlarıyla birlikte bu diyalektik süreçten geçmeyi /orunlu kılıyor. Öldürümler, katliamlar, ayrılışlar, acılar…
Ne diyor R.Luxemburg: “(…) Hepimizin yaşamda yitirdiklerimize ilişkin uzun bir listesi var (…) “Niye?’ diye bir kavram asla olamaz. Dünyada niye varlar kelebekler, çiçekler? (…) ne kadar canavarlaşırsa her gün olanlar, daha ölçülü, daha sarsılmaz olmak gerekiyor, İnsan, bir elemente karşı, bir güneş tutulmasına karşı ahlaki değerlerini kullanmadığı gibi. Zira bunları, salt birer ol-gu; araştırmanın konusu ve bilgisi olarak görmemiz gerekiyor. Dönüşüm kaçınılmaz ama, görünen o ki, biz önce, insana en azgın acılar taşıyan bir dönemden geçmek zorundayız”.

* * *
Doğa, ölümü, doğurganlığın bittiği noktayla kesiştirir. Çünkü bundan sonra, bir vücudu iyi durumda korumanın evrimsel açıdan hiçbir yararı yoktur. Bilinçli etkinlik sahibi insan, fizyolojik ölüm bakımından bunun dışındadır. Fakat bir diğer açıdan, insan için de geçerli oluyor. Doğurganlık üretmektir, üretmek değiştirmektir, müdahaledir. Aksi ölümdür. Yaşamı, yalnızca, biyoloji ve fizyolojik aktivite edimlerinin toplamı olarak algılayan için, yaşadığı ölümdür, ya da yaşam ölüleştirilmiştir. Bunun içindir ki, yaşanmış bir hayatın ne kadar sürdüğü değildir önemli olan. Nelerle tarif ettiğin, nasıl anlamlandırdığında. Yoğunluğunca yaşanmış, kısacık bir aşkın, bin yıl sürmüş bir ‘memur-evlilik’ten daha yeğ tutulması gerektiği gibi.
“Hayat, sadece hayatta kalmanın aracı değildir” devrimci için. Devrimci bir ‘varolan’ karşıtıdır. Yaşamın sıçramasıdır devrim. Ölümü de sıçramadır devrimcinin. Ölümün sıçramasıdır. Evet, ölürken devrimci, ölümün statük anlamı, yani ‘yok oluş’u devirmiş, en uygun deyimle, ölümü yaşama sıçratmıştır. Ölümü de devrimcileştirmiştir bu anlamda. Bundandır ölümsüzlüğü…
“Ve zamanın rahminde coşkun bir hayata dönüşecek ölüm”.
Vuruşup düşmelerin damgaladığı, ateş yüreklerin seslenişidir duyduklarımız. Nice yürekler susar ve biz unutmayanlar, hatırlarız bir Şubat günü: Yitirişin sabırsız acısıyla, sarı kâğıtlara geçmiş yasak bildirilerini kolektifin… “…Yoldaş ölümsüzdür” diyen son sözleri yalar gözlerimizi.
Şubat… Dinleyin: Yoldaş Ölümsüzdür, Bir Yaş Daha Aldıkça PARTİ…

Şubat 1992

Burjuva sendikacılığa “yeni” elbise “Çağdaş sendikacılık”

Son zamanlarda çeşitli sendika yönetimleri, yaptıkları sendikacılığa yeni bir isim uydurma çabasındalar. Dünyadaki büyük değişimlerin, bilimsel ve teknolojik devrimin yeni bir sendikacılığı dayattığını, bu sendikacılığın da bu köklü değişikliklere uygun olarak ‘çağdaş’ ve ‘demokratik’ olması gerektiğini ileri sürüyor, bununla da kalmayarak hayata geçiriyorlar.
Çağdaş sendikacılık anlayışı, durup durduk yerde işçi sınıfının gündemine sokulmuyor. Bu anlayışı, dünya çapında estirilen gerici rüzgârların bir çocuğu olarak görmek gerek.
Emperyalist burjuvazi, bütün dünyadan ve bütün sınıflardan, merkezileştirip pekiştirdiği egemenliğinin “çağdaşlık”, “hür dünya”, “demokrasi” olarak algılanmasını istiyor ve kendi “global” egemenliğinin insanlığın ebedi ve mutlak yazgısı olduğunu tartışılmaz bir doğru olarak işliyor. Önceden kendisine şu ya da bu şekilde kafa tutmuş hareketleri kendisiyle uyumlanmak üzere “yenilik”e çağırıyor. Her alanda yenilik! Bütün bu “yenilik’ler, büyük emperyalist proje olan “Yeni Dünya Düzeni”nin unsurları yapılıyor, ya da “yeni dünya düzeni”, kendini her alanda yeniliklerle tamamlıyor. Emperyalist propaganda merkezleri, onlarla birleşmiş çeşitli türden gerici akımlar, emperyalist egemenliğin dünyanın en ücra köşesine ve her toplumsal hücreye nüfuz etmesine, emperyalist sistemle birleşmeye kısaca “yenileşme”, “değişim” ve “çağdaşlaşma” adı veriyorlar. Bu kavramların biçimi içindeki öz, katıksız olarak burjuvadır.
Bu güçlü rüzgâr, sendikal alanda da beklenen etkiyi yaratıyor. Gerici sendikal akımlar kendilerini emperyalist yeni dünya düzeninin kavramlarıyla tanımlıyorlar, işçilere her fırsatta “kavgacı sendikacılık” sayfasının kapandığını hatırlatarak, onları dünyadaki değişime paralel olarak “uyumlu”, “çağdaş” olmaya çağırıyorlar. Böylece kökleri işçi sınıfının tarihi kadar eski olan gerici sendikacılık kendi yeni adlarından birine daha kavuşuyor: “çağdaş sendikacılık”.
Uluslararası alandaki gelişmelerle ilişkili olarak, işçi sınıfının gündemine sokulmaya çalışılan “çağdaş sendikacılık”, yeni bir adla ortaya çıkmasına karşın, işçi sınıfı hareketini burjuvaziye yamamaya çalışan diğer akımlardan temel bir ayrılığa sahip değil. Ve bu anlayış, kendilerini “emperyalist yeni dünya düzenine bağlayan sendikacılığın bir versiyonudur. Adı “çağdaş” olsun olmasın bütün gerici sendikal akımlar, yeni dünya düzenini olumluyorlar ve kendi sendikacılıklarını da bu tabloya göre biçimlendiriyorlar. Soğuk savaşın ihtiyaçlarına göre, bu savaşın anti-komünist vurucu gücü olarak örgütlenen, “totaliter komünizme” karşı “hür dünyayı” savunan “hür sendikacılık”, değişen koşullarda, emperyalist sistemin ihtiyaçlarına göre “yumuşatılıyor”. Öte yandan bu akıma karşı çıkan sendikal akımlar da artık demokrasi rüzgârlarının sırtına binip ABD’nin çıplak ve katı egemenliği çerçevesinde değil ama onun üzerine açılan yeni dünya şemsiyesi altına sığınıyorlar ve böylece yeni dünya düzeni, gerici sendikal akımların asgari müştereki oluyor.
İşçi sınıfının sendikal gündemine sokulmaya çalışılan bu anlayışın ‘çağdaş’ olduğuna kuşku yok. Fakat biz, bu ‘çağdaşlık’ın ne menem bir çağdaşlık olduğunu açıklamaya çalışalım.

NEDİR ÇAĞDAŞ SENDİKACILIK?
Çağdaş sendikacılığın teorisyenliğine soyunan sendikacıların teorilerine dayanak yapmaya çalıştıkları şey, kendilerinden geçerek ve sıklıkla tekrarlamaktan hoşlandıkları dünyadaki “büyük değişim ve gelişmelerdir. Her şey değişiyor, sendikalar da buna ayak uydurmalı!
Bu bakış açısını kısaca özetlemek gerekirse: Bilim ve teknolojide dev ilerlemeler sağlanmış, dünyayı kamplara bölen duvarlar yıkılmış, çok kutupluluk yerini “evrensel uyum”a terk etmiştir. Barış, demokrasi, insan hakları gibi kavramlar, bütün insanlığın ve bütün sınıfların ortak özlemini dile getiren kavramlar olmuştur. Dünyadaki gelişme barış ve demokrasi yönündedir. Artık şu ya da bu sınıftan değil, çağdaş ve uygar dünyadan söz etmek gerekir. Dünyanın kültürlü bireyleri, artık global bir bakışla dünyaya bakabilirler. Silahlanma yarışı içindeki tekeller, karşılıklı olarak silahlan azaltma yoluna gittikleri gibi insanların azgınca sömürüldükleri “vahşi kapitalizm dönemi” geride kalmıştır. Kısaca kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkmamışsa da eski kapitalizm değildir, dünyada her alanda bir globalleşme, yumuşama ve değişme yaşanmaktadır, insanların sınıf kimliklerinden bağımsız olarak sahiplenebilecekleri ortak bir demokrasi geleneği oluşmuştur. Dönem çağdaşlaşma ve yenileşme dönemidir.
Merhum TBKP’nin bayraktarlığını yaptığı bu tanıdık görüşler, gerçekte, emperyalist yeni dünya düzeninin de temel ideolojik temasıdır. “Yeni düzen” içinde bir rol kapmak için didinip duran patronlarımızın toplumsal mutabakat çağrıları ve yürek parçalayıcı çığlıkları hatırlansın: İşçisi-işvereniyle hepimiz aynı geminin içindeyiz. Gemi batarsa birlikte yok oluruz. O halde? Gelin elbirliği ile bu gemiyi yürütelim. Eh, kaptanlığı da bize çok görmeyin artık!
Bu ön kabulden sonra bu tabloya yakışan sendikacılık modeli çiziliyor: Dünyada her şey değiştiğine, yenileşip çağdaşlaştığına göre, burjuvazi sömürüyü bir amaç olmaktan çıkardığına göre, sendikaların da kendilerini çağın gereklerine uydurarak değişmeleri, “çağdaş ve demokratik” bir yapıya kavuşmaları zorunludur. Bu demokratik çağdaş yapılanma nasıl gerçekleşecektir? Bütün uygar toplumların sosyal hayatını düzenleyen evrensel ilkelerin bütün alanlarda uygulanmasıyla. Bunun için de artık kavgaya, çatışmaya gerek yoktur. Sendikacılık tarzı temelden değişmelidir. İşletmenin durumunu göz önünde bulundurmadan aşın taleplerde bulunmak yersizdir. Kavgacı sendikacılık sayfası kapanmıştır. Sorunları, kavga etmeden, “işçilerin de durumunu gözeten” işçi-işveren-hükümet diyaloguyla çözmek mümkündür.
Bu noktada bir işçinin ortaya çıkıp şu soruyu sormaya hakkı vardır: Madem bu sistem çerçevesinde benim sorunlarım çözülüyorsa, peki niçin benim yaşamım vahşi kapitalizm dönemindekine bu kadar benziyor? Sendikacılarımızın cevabı hazırdır. Bütün çağdaş demokrasilerde tanınan haklar size tanınmadığı için. Eğer, çalışma yaşamını düzenleyen ilke ve normlar bizim ülkemizde de uygulanırsa hiç bir sorun kalmaz. Ülkemiz açısından bir talihsizlik olan 12 Eylül Darbesi, demokratik yaşamımızda “ağır yaralar” açmıştır. Bütün mesele, 12 Eylül döneminden miras kalan yasa ve uygulamaların bir an önce kaldırılmasıdır.
Bu evrensel normların çalışma yaşamımıza yön veren ilke ve normlar haline gelmesi için de bütün sınıfların duyarlı kesimlerinin, işçi-işveren-hükümet kanatlarının uzlaşması zorunluluktur. Programında bu ilke ve normları uygulayacağını vadeden hükümeti desteklemekteyiz.
Uzunca özetlediğimiz bu düşüncelerin unsurlarını çerçeve yazımızda bulacaksınız. Bu özetten çıkan sonuçları toparlamak gerekirse:
“Çağdaş sendikacılık”, işçi sınıfının ve “bütün bireylerin” “emeklerinin karşılığını” yeni dünya düzeniyle kazanabilecekleri hayalini yayarak emperyalist kapitalizmin vahşi egemenliğini kutsuyor. Emperyalist kapitalizmin bu yeni biçimini, insanlığın ideal toplumsal sistemi olarak sunuyor. Yeni dünya düzeninin penceresinden dünyaya bakan çağdaş sendikacılık, işçilerin ve emekçilerin her günkü yaşamlarında kapitalist sistemin uygulamalarına karşı duydukları memnuniyetsizliğin, tepkinin ve öfkenin karşısına alternatif olarak yeni dünya düzenini çıkarıyor, mücadelenin hedefini yeni dünya düzeninin ve doğallıkla kapitalizmin normlarının uygulanması olarak belirliyor. Böylece globalleşmiş bir kapitalist dünyada burjuvazinin egemenliği, sömürü ve zulüm evrenselleştiriliyor ve mutlaklaştırılıyor.
Bununla, işçilerin, kapitalist dünyaya karşı duydukları öfkenin bir sonucu olarak bilinçlerinde şekillendirdikleri yeni bir dünya ve yeni bir hayat özlemleri, burjuvazinin yeni dünyası kanalına akıtılmak isteniyor; böylelikle işçilerin bu özlemlerinin tam karşılığı olan sosyalizm, uğruna mücadele edilecek bir ideal olmaktan çıkarılmaya, hafızalardan silinmeye çalışılıyor. Her cümlenin başına yerleştirilen “büyük değişim ve gelişmeler” denilen şeyle asıl anlatılmak istenen şey, Sosyalizmin bir sistem olarak yeryüzünden silinmesi, sosyalist olarak bilinen revizyonist ülkelerin sosyalizmin bütün biçimsel kalıntılarım ortadan kaldırarak Batı kapitalizmine teslim olmaları olgusudur. Tabii bu düşünce, kapitalizmin değişerek idealleştiği teziyle tamamlanıyor. Emek-sermaye karşıtlığının kaçınılmaz bir sonucu olan sosyalizm, dönemin sağladığı olanaklarla itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Sosyalizm, bizzat hayatın pratiği tarafından yenilgiye uğratılmış, uğruna mücadele etmeye değmez bir sistem olarak tanıtılırken, bileklerine kölelik zinciri asan kapitalizm işçiler için kurtuluş olarak sunuluyor.
Çağdaş sendikacılık, işçi hareketini bu düzenin uyumlu, sorunsuz bir parçası kılmaya çalışıyor. İşçilerin emeklerinin karşılığını alabilmeleri için, ücretli kölelik sisteminin ortadan kaldırılmasını değil, “evrensel uluslararası normların, Birleşmiş Milletler ve İLO normlarının” uygulanmasını “çare” olarak öneren “çağdaş sendikacılık”, bu normların “toplumsal mutabakat” ve “uyum” yoluyla elde edilebileceğini savunuyorlar. Bugün sermaye ve diktatörlüğün saldırılarına karşı direniş içinde olan Türkiye işçi sınıfına sendikacıların önerdiği şudur: sizin sorunlarınız İLO ilkelerinin uygulanmasıyla çözülür. Bu ilkeleri de ancak, hükümetler uygular. Bize bunu vadeden Hükümetleri işbaşına getirelim. İşçi-işveren-hükümet üçlüsünün toplumsal mutabakatı için çalışalım.
Böylelikle, sınıf mücadelesi yerine sınıfların uzlaşmasını geçiren sendikacılarımız, işçileri direniş ve mücadele hattından, uzlaşma zeminine çekmek istiyorlar. İşçi sınıfının sözlüğünden, direniş, grev, sınıf mücadelesi kavramları çıkarılmaya, yerine uzlaşma, sınıflar-arası barış ve kardeşlik geçirilmeye çalışılıyor.
İşçilerin sınıf olarak içinde örgütlendikleri sendikalar kötürümleştiriliyor, devrimin kaldıracı olması gereken bu sınıf örgütleri, kapitalist sistemi korumanın araçları haline getirilmeye çalışılıyor.
“Çağdaşlık” adıyla piyasaya sürülen bu akım, burjuvazinin işçi hareketini kendine bağlama amacının gönüllü hizmetkârıdır ve ancak emperyalizm kadar çağdaştır. Emperyalizmin çağdaşlığına gelince, kendisine bütün olumlu anlamlar yüklenen, küresel egemenliği, insanlığın evrensel barışı olarak sunulan emperyalizmin “çağdaş” bir olgu olduğuna şüphe yoktur. Lenin’in ortaya koyduğu gibi çağımız emperyalizm ve proletarya devrimleri çağıdır, bu tahlil içinde emperyalizm, tarihsel olarak ömrünü tüketmiş ama pratik olarak yaşayan bir olgu olarak önemli bir yer tutmaktadır. Vahşi kapitalizm döneminden bugüne, emekçilerin önemli kazanımlarına rağmen temel amacı olan aşırı kan, sömürüyü ve bunun siyasal gereklerini yerine getiren emperyalizmin değişmez çağdaş yöntemi, işçilerin sömürülmesi, dünyanın sömürgeci ilhakı ve kafa kaldıranların Irak örneğinde olduğu gibi “çağdaş” yöntemlerle hizaya getirilmesidir. Fakat emperyalizm nasıl çağdaşsa, emperyalist egemenliğin demokrasi olarak dayatılması nasıl çağdaşsa, buna karşı işçilerin kendi sistemleri olan sosyalizmi istemeleri, bunun için sınıf mücadelesine atılmaları da aynı derecede çağdaştır, sınıf mücadelesinin hiç bir şekilde modası geçmemiştir. Dünyamızın çağdaş gerçeği olan sınıflara bölünmüş toplum olduğu gibi kaldıkça, sermaye-emek karşıtlığı var oldukça, emeğin sermaye egemenliğine karşı bilinçli ve bütünsel mücadelesi olan sınıf mücadelesi de güncel, yakıcı ve çağdaştır.
Bunun için de Marks-Engels-Lenin Stalin’in ortaya koyup derinleştirdikleri sınıf mücadelesi, sınıf sendikacılığı gibi kavramlar da işçilerin mücadelelerini tanımladıkları kavramlar olmaya devam etmektedir. Kapitalizme karşı uzlaşmaz mücadele, ücretli köleliğin koşullarının düzeltilip reforme edilmesi değil ortadan kaldırılması perspektifi, sınıf sendikacılığının temel bakış açısıdır.

ÇAĞDAŞ SENDİKACILIĞIN ÇIKIŞ NEDENİ VE DİĞER AKIMLARLA ORTAKLIĞI
Çağdaş sendikacılık, sendikaya yüklenen uzlaşmacı, sistem içi işlevin bir ihtiyacı olarak türetildi. Bu türetme, sendikacılığın gerçek işlevinden uzaklaştırılmasının ortamını hazırlıyor. Genel olarak bir örgütün işlevinin değiştirilmesi, o konudaki kavramların bozulmasıyla birlikte gerçekleşir. 12 Eylül öncesi dönemde DİSK yöneticileri ve TKP’nin türettiği, birçok akımın da bilerek ya da bilmeyerek kullandığı “sınıf ve kitle sendikacılığı” kavramı bu türden bir kavramdır. Bu kavram, sınıf sendikacılığı ilkelerinden yan çizmek için bir manevra alanı sağlayabilmek amacıyla icat edilmişti. “Kitle” gibi kucaklayıcı bir kavram, sınıf sendikacılığının reddi için kullanılıyordu. “Çağdaş sendikacılık” da bu kavramın yeni koşullarda evrimleşmiş halidir ve çok bilinçli bir şekilde dayatılmıştır. ‘
12 Eylül öncesi dönem, sınıf mücadelesinin hayli sert seyrettiği bir dönemdi ve daha önemlisi bu kavramın mucitleri, uluslararası koşulların etkisiyle “sosyalist” görünmek zorundaydılar. Bunun için Marksist literatürün kavramlarına açıkça karşı çıkamıyorlar, onu kabul eder görünürken, bir takım eklerle sulandırmaya çalışıyorlardı. “Sosyalizmin yıkıldığı” bu dönemde, sınıf ve kitle sendikacılığını da bir kenara bırakıp “çağdaş sendikacılık”a geçiş yaptılar
Böylelikle, işçi sınıfına, kendi sınıfsal konumunu hatırlatan, onun gereklerini yerine getirme bilinci uyandırmaya müsait bütün kavramlar, “yıkılan sosyalizm”le birlikte rafa kaldırıldı.
Dün sınıf sendikacılığı yerine kitle sendikacılığını geçirenler, bugün çağdaş sendikacılığı türetiyorlar. Böylelikle, içini boşalttıkları kavramlardan vazgeçerek açıkça yeni düzen uşaklığına soyunuyorlar. İşçi sınıfının yok olduğu, ya da tersten ifadeyle herkesin işçi sayıldığı bir zamanda sınıf kavramını da kaldırmak, sınıf düşmanlığının bir belgesidir.
Yukarıda da söylendiği gibi çağdaş sendikacılık, yeni dünya düzeni altına sığman sendikacılığın bir versiyonudur, onun tek biçimi değil. Euro-komünist Fransa Komünist Partisi’nin etkisi altındaki CGT’nin kendisini iyice dönüştürerek “çağdaş sendikacılık” sloganına sarılması da bir etken olabilir. Fakat bu adlandırma, dönemin tipik özelliklerini içermesi bakımından birçok kaynaktan beslenmiştir.
Adının çağdaşlığı, bu anlayışın diğer gerici sendikal akımlarla ortaklığını örtemiyor. Kuşkusuz, Artık dünyada bile rağbet edilmeyen “hür sendikacılık” ve onun Türkiye’deki uzantısı “24 ilkeli” Türk-İş modeli, inandırıcılıktan ve cazibeden yoksundur.
Yeni dünya düzeni şemsiyesi altında sendikacılığa başlayan sendikacılar kendilerine bir ad seçerken, ipliği iyice pazara çıkmış, ülkedeki uygulayıcıları olan Türk-İş’in şahsında itibar tüketmiş bir adı, “hür sendikacılık”ı seçemezlerdi. Ayrıca son dönemde türetilen “Japon modeli sendikacılık” da daha baştan geniş işçi ve sendika çevrelerinin tepkisini almıştı, açıkça işçinin patronun karını koruyan bir bekçi olması isteniyordu. Bunun için, 12 Eylül’den bu yana ülkedeki değişimlerin ve özellikle Gorbaçovculuğun etkisiyle popülerleşen yenileşme değişim, yeni yapılanma kavramları ekseninde bir “çağdaşlık” bu akıma çok uygun düştü. Bu kavramlara karşı genel bir sıcaklık vardı. Değişen dünyada herkesin kendini dönüştürüp çağdaşlaşması zorunlu görünüyordu. Üstelik birçok “sol” grup da bu kavramlarla politika yapıyordu. Onun için büyük bir cüretle, bu kavramlar ekseninde “çağdaş sendikacılık” arz-ı endam etti.
Adındaki bu farklılık ve güne uygunluk, onu temel noktalarda diğer gerici sendikal akımlarla buluşmaktan kurtaramıyor. Çarpıcı bir örnek olarak geniş kesimlerin tepkisini alan Japon sendikacılık ile çağdaş sendikacılık arasındaki şaşırtıcı benzerliği hatırlatmakla yetindim.
Bilindiği gibi, Japon sendikacılık, işçilere patronların muhasebe görevlisi rolünü veren, patronun karını güvenceleyen bir sistemdir. İşçilerin yaşamlarının düzelmesi, patronların karının bir kaç kat artması koşuluna bağlanmıştır. İşçi çıkarma da işyerinde gerçekten bir fazlalığın olduğunun işçi ve işverence birlikte saptanması koşuluyla meşrudur. Çağdaş sendikacılığı gündeme getiren tüm sendikacılar da her fırsatta işçi-işveren-hükümet üçlüsünün mutabakatıyla kararlar alınmasından, elbirliği ile üretimi, artırılmasından söz ediyorlar. Ortak bakış, sendikanın, patronla uzlaşarak, onun işlerini düzeltmesi bu arada işçilerin de yaşamlarında bir düzelme sağlanması üzerine kurulu olmasıdır. “Çağdaş” Otomobil-İş’in işverenin ilkelerini kendi ilkeleri halinde savunmasını hatırlayın. Çerçeve yazımızda bu konuda yeterince örnek var zaten.
Bundan çıkan sonuç şudur ki, Yeni dünya düzeni, bütün dünyayı ve bütün örgütleri kendi amaçları doğrultusunda biçimlendirirken, burjuva sendikacılığın farklı ekolleri arasındaki çizgileri de silikleştiriyor, kendi çıkarları ekseninde gerçekten “globalleştiriyor”!

“ÇAĞDAŞ SENDİKACILIK”IN GELECEĞİ VE SINIF SENDİKACILIĞININ İMKÂNLARI

Dünyada sosyalizm dalgasının geri çekilmesi, 12 Eylül’ün tahribatının henüz tümüyle onarılamamış olması bu akıma bazı olanaklar sağlamaktadır. Fakat işçi sınıfının yükselen ve her direnişle tecrübe kazanan eylemi, bu türden barikatları kıracak potansiyele sahiptir ve bu anlayış, sendika bürokratlarına kabul ettirilse bile işçilere kabul ettirilemeyecektir. İşçi sınıfı, her günkü mücadeleleriyle burjuvaziyle aralarındaki büyük tarihsel çelişkinin içgüdüsel de olsa ayırtına varmakta, öfke derecesi her gün daha da kabaran eylemlere atılmaktadır. Bu koşullar, sınıf sendikacılığı ilkelerinin sınıfa kavratılmasının olanaklarını sunmakta, sendika bürokrasisinin gerici barikatlarını kırmanın yolunu açmaktadır. İşçi sınıfının öfke ve hoşnutsuzlukla, henüz bilinç öğelerine kavuşmasa da, yeni bir dünya özlemlerine sahip oldukları, kapitalizmin uygulamalarına karşı mücadeleye atıldıkları bir ülkede, bu yalanların sınıfı kandırması mümkün değildir.
Türkiye bir devrim ülkesidir. Devrim ülkesinde, devrimin önemli kaldıraçları olan sınıf sendikalarının gereğini sınıfın ileri kesimine bugünden, geniş kesimlerine giderek kavratmanın olanağı vardır. Türkiye’deki bir devrim imkânı, Marks ve Engels’in ortaya koydukları, Lenin ve Stalin’in geliştirdikleri ve Rusya proletaryasını ilkeleri etrafında örgütledikleri sınıf sendikacılığının diğer ülke proletaryalarına da örnek teşkil edeceği unutulmamalıdır. Bütün ilkeleriyle sınıf sendikacılığı, işçi sınıfının temel mücadele biçimi olan siyasi mücadelenin en kitlesel yardımcı aracı olarak, anti-kapitalist bir perspektifle örgütlenen, kendi kurtuluşunun diğer sınıfların kurtuluşundan sonra geldiği bilinciyle diğer bütün emekçi sınıfların mücadelesine sahip çıkan ve onları eylemiyle peşinden sürükleyen, sadece ekmek için değil, onu da kapsamak için iktidar için, kısaca kendisi için mücadele eden, partisinin çizgisinde sınıf sendikaları…

Sendikacılıkta ILO ilkeleri
Sendika yönetimlerinin çoğunluğu, işçi sınıfının sorunlarının çözümü olarak İLO ilkelerinin çalışma yaşamının düzenleyici ilkesi haline gelmesini görüyor. Ve bu görüş, nerdeyse tartışmasız kabul görüyor.
Çalışma hayatımızı düzenleyerek işçilerimizi kurtaracak bu ilkeler nedir, neyi içerir acaba?
İLO, Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşmuş bir örgüttür. Amacı, işçi-işveren ve hükümetin ortak kararlarının uygulanmasını denetlemektir. Buradaki “işçi” tarafının devletle işbirliği içindeki sendikacılar olduğu dikkate alınırsa, işçilerin çalışması yaşamının burjuva kesimler tarafından ve burjuva devlet ve sistem çerçevesinde düzenlenmesidir. Bu ilkeler, katıksız burjuva ilkelerdir. Burjuva mülkiyetin kutsallığı, aralarında temelden bir eşitsizlik ve karşıtlık bulunan patron ve işçinin, burjuva sistem çerçevesinde “Eşitliği” üzerinde yükselir. Bu “evrensel ilkeler”, burjuva ilkelerin evrenselleştirmiş ifadesidir. Bu ilkeler, burjuva ilkeler olmakla birlikte, bunu oluşturanların burjuvazinin temsilcileri olmasına rağmen, Avrupa işçilerinin yüzlerce yıllık mücadeleleriyle elde ettiği kazanımların bir bölümü de bu ilkelerde resmileştirilmiştir. Bu ilkeler, belki de bazı yönlerden Türkiye işçi sınıfının acil taleplerinden bazılarına cevap verebilir, ama birçok ilke ise işçi sınıfının bugünkü kazanımlarıyla aşılmıştır. Bunun için, işçilerin gerçek kurtuluşu bir yana kapitalizm sınırları içinde gerçekleşmesi mümkün talepler için mücadele bile İLO ilkeleriyle sınırlanamaz. Ve İLO, burjuvazinin çıkarları temelinde bir uzlaşmayı ifade ettiği için, onun ilkeleri için mücadele de uzlaşma zemininde gerçekleşecektir.
İLO ilkelerinin burjuva niteliği açıkken, İLO ilkelerinin uygulanması talebinin böyle yüksek sesle ifade edilmesinin nedeni ne olabilir? Bunu tartışılmaz bir doğru gibi sunmaya imkân sağlayan etkenler neler olabilir?
Birincisi, yazı boyunca anlatıldığı gibi, dünya çapında sosyalizmin geri çekilişi Batı değerlerinin insanlığın evrensel değerleri olarak sunulmasına imkân sağlayan en önemli faktördür. Bir sınıf ideolojisi olan sosyalizm reddedilirken, insanlığın evrensel değerleri adı altında başka bir sınıfın, burjuvazinin, ilkeleri bütün sınıflara dayatılıyor ve böylece işçilerin-özlemleri yeni dünya düzenine bağlanıyor ve en farzla bu sistem içindeki bazı düzenlemeler sınıfın kurtuluşu olarak görülüyor.
İkincisi, 12 Eylül döneminin yarattığı sınıfsal içerikten yoksun ya da başka bir ifadeyle burjuva içerikli “demokratizm”dir. Azgın terör yılları boyunca düzene muhalefetin çerçevesi, Batı standartlarında bir demokrasi olarak kabul ediliyor, “demokrasinin Batı’nın baskısıyla geleceği oldukça yaygın bir kabul görüyordu. Bunun etkisiyle, Batı’dan gelen her şey iyiliği bir elemeye bile tabi tutulmadan kabul ediliyordu. Bu durum, uluslararası plandaki gelişmelerle de birleşince, Batı normları, birçok “sol” grubu da kapsamak üzere geniş kesimlerin azami hedefi oldu.
12 Eylül’ün bütün siyasal ve sendikal hakları ortadan kaldırması, aynı burjuva çerçevede olan ama bir takım kazanımları da resmileştiren belgelere sıcak bakılmasına yol açtı.
Ama sınıf, mücadele ile bir takım taleplerini kazanım olarak yasalaştırınca ve TİS metinlerine geçirince, en azından ileri işçilerce İLO’nun uğruna mücadele edilecek acil taleplerin bile çerçevesi olamayacağı görüldü. Memurlara sendika hakkı talep edilirken, birçok “sendika uzmanı”, sendikacı bu talebi İLO ilkelerine yaslanarak savunmaya çalıştı. Fakat İLO, memurlara grevsiz, güdük bir sendika hakkı veriyordu ve memurlar (kamu çalışanları) haklı olarak İLO çerçevesinde bir sendikaya hayır dediklerini açıkladılar.
Anti-kapitalist perspektifli bir sendikal mücadeleye sahip olunmadıkça burjuvalığından kuşku duyulmayan İLO standartlarına bile kavuşulamaz. İşçi sınıfının gerçek sınıf sendikaları, burjuva normlarının evrenselleşmesi için değil, bu evrenselliğe karşı proletaryanın egemenliğinin evrenselleşmesi için mücadele verir, bu mücadele yakıcı acil taleplerin kazanılmasının da biricik güvencesidir.

Sendikal Metinlerde “Çağdaşlık”
“Dünyamızda giderek hızlanan bir değişim yaşanıyor. Bu değişim ülkemizde demokratikleşme ve insan hakları açısından yürütülecek çabalara elverişli bir zemin hazırlıyor. Globalleşme, evrenselleşme olarak adlandırılan bu eğilim bütün ülkeleri etkisi altına alıyor… Artık kapalı toplum, yasaklı toplum yapıları uzun süreli olamaz. … İnsan hakları ve demokrasi konusunda çifte standart olamayacağı konusundaki mutabakat genişliyor. … Vahşi kapitalizm döneminin çalışma mevzuatı artık çağımızda uygulanamaz. Küreselleşme, evrenselleşme her alanda olmalıdır. Alman işçisiyle Türk işçisi aynı haklara sahip olmalıdır.
Öte yandan uzun vadeli olarak istihdam politikalarının oluşturulması için işçi, işveren ve hükümet arasında bir sosyal plan hazırlanmalı ve iş daraltmalar ve toplu işten çıkarmalar ancak yeni istihdam alanları ve etkin bir sosyal güvenlik sistemi içinde tartışılmalıdır.
Yeni hükümet bu taleplerin birçoğuna sıcak bakmaktadır. Bu talepler doğrultusunda atılacak adımları destekleyeceğiz…”
(İBRAHİM EREN, KRİSTAL-İŞ SENDİKASI GENEL BAŞKANI)

“Seçim öncesinde girişilen kampanyanın ülkemizin demokratikleşmesi ve gelişme çizgisini yakalayabilmesi açısından Türkiye’nin gündeminde duran temel sorunların saptanmasında ve çözümünde ulusal bir mutabakat yaratılabilmesi yolunda değerlendirilmesi için olanaklar vardır…
…Ortaya konan somut taleplere demokrasi, insan hakları, özgürlükler ve gelişmeden yana ortak çözümler verebilen partilerin, seçimler sonrası oluşacak parlamentoyu bir “Kurucu Meclis” gibi çalıştırarak bir ulusal mutabakat hükümeti kurmaları…
Çalışma mevzuatını düzenleyen mevzuat İLO sözleşme ve tavsiye kararları doğrultusunda yeniden düzenlenmelidir.”
(OTOMOBİL-İŞ SENDİKASI BAŞKANLAR KURULU)

“1980 öncesi sendikal stratejiler, devletlerin ve işverenlerin yeni girişimleri karşısında artık yeterli değil. 80’li yıllardaki ekonominin yeniden yapılanma süreci, ekonominin sınırlarını aşan globalleşmesi, gelişen ve yaygınlaşan teknolojik devrim, geleneksel üretim modellerini ve emeğin örgütlenmesini değişime uğrattı…
90’lı yılların sendikacılığı tek tek işçi bireyleri dikkate alan, gerçek bir dayanışmanın araç ve ilkelerine, eksiksiz bir sendika özgürlüğü ve sosyal haklar demetine dayanmalıdır.
Tüm yaklaşımlarda BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, BM Ekonomi, Sosyal Ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi, BM Kişi Hakları ve Siyasi Haklar Uluslar Arası Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmeleri ve Uluslararası Çalışma örgütü İLO’nun Sözleşme ve Tavsiye Kararlarının Esas Alınması…
1990’lı yılların demokrasi temelinde yaşanması için DİSK’in bu taleplerinin sağlam, kalıcı, demokratik bir mutabakatın manevi ve siyasal planda ön koşul olduğunu, … bu alanda değişim sözü veren DYP-SHP koalisyon hükümetinin 12 Eylül tahribatını yok etmeye yönelik girişimlerini desteklemeyi görev saydığımızı bir kez daha açıklıyoruz.”
(DİSK SEKİZİNCİ GENEL KURUL BELGELERİ)

“…Örgütümüzün amacı, … çağdaş ve demokratik sendikal yapılanmayı öngören politikaları gerçekleştirmektir.
Böylesi bir tutum; kalıpların kırıldığı toplumsal olgulara hazır reçetelerin yazıldığı dönemlerin artık geçerliliğini yitirdiği, duygunun ve öfkenin yerini aklın ve mantığın, itidalin almaya başladığı günümüzün karakterine uygun düşecektir. … çalışma yaşamında İLO standartlarını temel alan çağdaş sendikal hak ve özgürlükleri istiyoruz.
Her ne kadar körfez savaşı gibi sıcak çatışmalar yaşanıyorsa da… dünyadaki değişimin ana yönünü barış ve demokrasi oluşturuyor… dünya ekonomik sosyal ve siyasal alanda giderek bütünleşiyor.”
(Fuat ALAN, Belediye İş Genel Başkanı.)

Sendikalar, Politika Ve Parti İlişkisi Üzerine

İşçi sınıfının sermaye ve faşizme karşı örgütlenme, direniş ve mücadele merkezleri olan sendikalar genel olarak ikiye ayrılırlar: İşçileri sömürü düzeni ile bütünleştirmeye çalışan ve sınıf işbirlikçisi bir politika yürüten her türden BURJUVA SENDİKACILIK akımları ile işçileri mevcut baskı ve sömürü düzenine karşı mücadeleye sevk ederek, eyleminin merkezine ücretli-kölelik düzeninin yıkılıp sınıfsız topluma varmayı koyan, sınıf işbirliğini reddeden SINIF SENDİKALARI.
İster politik bir örgüt, isterse bir kitle örgütü olsun, onun karakterini, niteliğini belirleyen şey, eyleminin muhtevasıdır. Nasıl ki, çeşitli tipteki burjuva partiler (faşist, reformist, dinci-gerici, revizyonist) sömürücü sınıfların çıkarlarını korumak ve devam ettirmek için faaliyet yürütürlerse, bu partilerin işçi sınıfı içerisindeki temsilcileri, uzantıları olan her soy ve boydan sendika ağa ve bürokratı da, sömürü düzeninin devamı için faaliyet yürütürler. Bunların her eyleminin içeriğini belirleyen şey, işçi sınıfı ve emekçi halkın sömürülmesi, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin çıkarlarının zedelememesidir. Kısaca, baskı, zulüm ve sömürü düzeninin (kapitalizmin) devam etmesidir. Çünkü bir anlamda kendilerinin varlığı da buna bağlıdır.
“Adil bir işgünü”, “adil bir ücret” yerine bayrağına, “Herkesten yeteneğine, herkese ihtiyacına göre” şiarını yazan Devrimci Komünist Partisi’nin hedefi, ne sömürünün devamı, ne de azaltılmasıdır. O’nun hedefi, her türlü sömürüyü ortadan kaldırıp, insanlığın altın çağı olan sınıfsız topluma varmaktır.
Doğaldır ki Proletarya Partisi’nin önderliğinde, onunla sıkı ilişkiler içinde mücadele yürüten sınıf sendikalarının da eyleminin muhtevası ve doğrultusu da buna uygun olacaktır.
Marksizm’in tarih sahnesine çıkmasından beri sendikaların sınıf mücadelesi içindeki yeri ve rolü üzerine yukarıdaki ayrım temelinde iki ayrı görüş vardır: Birincisi, sendikalar yalnız ekonomik mücadele verir, siyasi mücadele partilerin ve aydınların işidir ve sendikalar siyasi partilere karşı “tarafsız” olmalıdır diyen burjuva sendikacılık akımları. İkincisi, sendikalar yalnız ekonomik mücadele vermezler, siyasi mücadele de vermek zorundadırlar ve ekonomik mücadeleyi siyasi mücadeleye bağlı olarak yürütürler. Aynı zamanda Proletarya Partisi’ne karşı her türlü “tarafsızlığı” reddeden sınıf sendikaları. Denilebilir ki, her türden burjuva sendikacılık akımlarıyla sınıf sendikacılığı arasındaki çatışmanın odağında sendikalara hangi anlayışın egemen olacağı vardır.

EKONOMİK (SENDİKAL) MÜCADELE İLE SİYASI MÜCADELE İLİŞKİSİ
“…Ekonomik mücadele işçilerin iş-güçlerini daha elverişli koşullarda satmak, daha iyi yaşam ve çalışma koşulları elde etmek için, işverenlere karşı açtıkları toplu mücadeledir. Bu mücadele de zorunlu olarak bir sendika mücadelesidir, çünkü ayrı ayrı mesleklerde çalışma koşulları çok farklıdır ve bu yüzden de bu koşulları düzeltme mücadelesi ancak meslek örgütlerine dayanılarak yürütülebilir” Ekonomik mücadelenin “sendikalara dayanılarak yürütülebilir” olması, sendikaların yalnız ekonomik mücadele verdikleri, siyasi mücadeleye katılmayacağı veya kayıtsız kalacağı anlamına gelmez. Tersine olaya biraz daha yakından bakıldığında bunların birbirinden ayrı ele alınamayacağı, birlikte ve esas olarak da ekonomik mücadelenin siyasi mücadeleye bağlı olarak yürütülmesi gerçeği görülecektir.
Elbette ki işçiler daha iyi yaşam ve çalışma koşullan için mücadele edeceklerdir ve etmek zorundadırlar da. Fakat ekonomik mücadele işçi sınıfının iş ve yaşam koşullarında sürekli bir iyileşmeyi, kalıcı mevziler haline gelmeyi (keza gerçek sınıf örgütlerinde bir güçlenmeyi) ancak, mücadelenin proletaryanın politik (siyasal iktidarı ele geçirme) mücadelesiyle uygun biçimde kaynaşırsa getirebilir. Yoksa ne kadar yüksek ücret alınır, ne kadar çalışma koşulları düzeltilirse düzeltilsin, sermaye ve faşizm” bunları bir çırpıda alabilir, yaptığı zamlarla, işçi çıkarmalarıyla, getireceği yasak ve kısıtlamalarla, daha gerilere savurabilir, daha önce kazanılmış mevzilerden söküp atabilir. Ülkemizde 12 Mart, 12 Eylül askeri faşist darbeleri bunun tipik örnekleridir.
Bilindiği gibi, gerek tek tek işverenler, gerekse onların devleti açısından en ucuz, en elverişli ödünler ekonomik ödünlerdir. Nedeni, ödünlerin kolayca geri alınabilir olması ve bu ödünlerle hükümetin işçilerin güvenini kazanmayı hedeflemesidir. Yaşanılan deneylerde görüleceği gibi, kazanılmış yasal hakların ortadan kaldırılmasının yanında işverenler (ister özel ister devlet sektörü olsun) her toplu sözleşme öncesi ve sonrası on binlerce işçiyi sokağa terk etmekte, arkasından asgari ücretle yeniden işçi almaktadır. Böylece işçilerin daha önce kazandığı hakların ücret zammı, çalışma koşullarının iyileştirilmesi vb.) hiçbir değeri kalmamaktadır.
“Salt ekonomik mücadelede sermaye emekten daha güçlüdür”. O nedenle, işçi sınıfı ve onun kitlesel örgütü olan sendikalar kendilerini ekonomik mücadeleyle sınırlayamazlar. Sınırlamak, kendiliğindenciliktir. “Kendiliğinden işçi hareketi sendikacılıktır ve sendikacılık işçilerin burjuvazi tarafından ideolojik olarak köleleştirilmeleri demektir”. Sendikacılık aynı zamanda, ücretli-kölelik (kapitalizm) sisteminin ortaya çıkardığı belli sonuçlara karşı mücadeleyi esas alıp onu öngördüğünden, o, sonuçları ortaya çıkaran sebeplere karşı mücadeleyi yadsımaktadır. Reformist, revizyonist ve sendikalistlerin iddialarının aksine, ekonomik mücadele ile siyasi mücadele Çin Seddi ile birbirinden ayrılmış değildir. Tersine iç içe geçmiş durumdadır. Bunun için binlerce örnek verilebilir. Ancak belirtelim ki, ister siyasal haklar, ister ekonomik haklar için olsun “sınıflar arasındaki bütün mücadeleler siyasal bir mücadeledir”. Aynı zamanda, sınıf karşıtlıklarının bulunduğu toplumda, sosyal olayların siyasal olaylardan ayrı olduğu söylenemeyeceği gibi, siyasal olmayan hiçbir sosyal olay yoktur ve olamaz da. Sorunun özü, ekonomik mücadelenin verilip verilmeyeceği değil, bunun esas alınamayacağı, esas olarak da bunun hangi bakış açısıyla verileceği ve proletaryanın genel sınıf mücadelesine bağlanıp bağlanmayacağı, kapsamının genişletilip genişletilmeyeceğidir.
Yaşanılan gerçek, gelişme, olgu ve olaylar, “yalnız ekonomik talepler için mücadele edelim, devletle karşı karşıya gelmeyelim” anlayışından hareket eden revizyonist ve reformistlerin, suratına inen birer tokat gibidir. Tarihi gelişim içinde ve günümüzde, işçi sınıfı en ufak bir eyleminde dahi jandarmanın süngüsü, polisin copuyla karşı karşıya gelmektedir. Son günlerin bir örneği açısından Yurtiçi Kargo’daki polisin saldırısının nedeni sadece işçilerin sendikalaşmak istemeleridir.
Hangi işyerinde olursa olsun (ister sendikalı, ister sendikasız) işçinin en doğal hakkı olan çalışma hakkı işverenlerin iki dudağı arasındadır, işveren işçiye “yarın gelme” dediğinde iş bitmektedir, işçiler “hayır beni işten atamazsın, ben çalışmak istiyorum” deyip direndiğinde hemen diktatörlüğün polisi, ordusu devreye girmekte, İŞ-EK-MEK-ÖZGÜRLÜK isteyen işçilerin üzerine saldırtmaktadır. Bu tür örnekler çoğaltılabilir, ancak hepsinde de görüleceği üzere, siyasal iktidara karşı mücadele edilmeden, ekonomik hakları garanti altına alabilmenin, kalıcı hale getirebilmenin olanağı yoktur ve her halükarda işçiler devletle, karşı karşıya gelmektedirler. O nedenle işçiler “sadece ekonomik haklar için mücadele verelim” gibi burjuva safsatalarını elinin tersiyle geri çevirmek, burjuva uşaklarının sözlerine itibar etmemek durumundadır.
“Sendikalar siyaset yapmamalıdır” diyen başta Türk-İş yöneticileri olmak üzere her boydan sendika ağa ve bürokratı, gırtlağına kadar burjuva politika çamuruna gömülmüş durumdadır. Bunların ağzında sakız gibi çiğnedikleri “Partiler üstü politika”, “tarafsızlık” gibi kavramlar, gerçekçe işçileri aldatmaya yönelik ikiyüzlüce söylenmiş yalanlardan başka bir şey değildir.
“Tarafsız kalalım”, “politika yapmayalım” diyen bütün sendika ağa ve bürokratları şu veya bu burjuva-faşist partisini destekleyip, onunla işbirliği içerisinde, hatta birçoğu onların listelerinden parlamentoya girmişlerdir. Bugün, “tarafsız” olduğunu, “partiler üstü politika” yürüttüğünü söyleyen, ideolojik eğitimini Amerika’da yapmış Türk-İş yöneticilerine hangi aklı başında insan “bunlar tarafsızdır” veya “faşizmi desteklemiyor” diyebilir veya bu aldatmacaya kanar.
Bütün cuntaları destekleyen, 12 Eylül cuntasına bakan veren, cuntayı aklayan raporlar hazırlayıp
uluslararası platformlarda cuntayı destekleyen, Amerikan emperyalizminin çıkarları için faaliyet yürüten, savaş yanlısı politika izleyen, daima hakim sınıfların ağzıyla konuşan, ırkçılığı destekleyen Kürt  sorununda   statükoyu savunup şovenist politika izleyen, çeşidi burjuva partilerinden parlamentoya giren (seçim veya kontenjandan), gasp edilmiş sendikal ve demokratik hak ve özgürlükler için mücadele etmeyen, edenleri engelleyen vb. vb. Türk-İş yönetimi ve diğer sendika ağalarının “tarafsız” olduğunu “politika yapmadığını” söylemek için, saflıktan öte aptal olmak gerekir.
Geçmişte, 12 Mart cuntasını, Kıbrıs işgalini destekleyen, 15-16 Haziran’da işçi sınıfına ihanet konuşması yapan, revizyonist TBKP’nin (o zaman TKP idi) UDC doğrultusunda çalışan DİSK yönetiminin, “Devletin ve toplumun demokratikleşmesi için sendikal hak ve özgürlükler için DYP-SHP hükümetini destekliyoruz” diyen Otomobil İş yönetiminin hangi tür politika yaptıklarını söylemeye dahi gerek yoktur.
Bütün bu burjuva uşağı sendika ağalarının söylemek istedikleri işçilerin burjuva politika izlemeleri, burjuva partilerinin peşinden gitmeleridir. Karşı çıktıkları ise işçilerin sosyalist politika yapmaları ve burjuva partilerinden koparak, sınıfın öz partisiyle birleşmesi ve onun çizgisinde mücadeleye girişmesindedir. Bu sınıf düşmanlarının, işçilerin, ANAP, DYP, SHP, SP, DSP TBKP gibi burjuva gerici-faşist partilerinin peşinden gitmelerine, bunları desteklemelerine hiç itirazları yoktur, aksine bunu sağlamak için ellerinden geleni de yapmaktadırlar.
İşçi sınıfının siyasal hareketi, işçi sınıfı için siyasal iktidarın ele geçirilmesi amacını taşır. Bunun bilincinde olan hâkim sınıflar ve onların işçi sınıfı içindeki uzantıları, her boydan sendika ağa ve bürokratı, işçileri, siyasetin, siyasi mücadelenin dışında tutabilmek için, ideolojik, siyasi, askeri, polisiye ve yasal engelden tut da, her türlü yalan ve demagojiye başvurmaktan biran bile geri durmuyorlar. Yerine göre bazen birine, bazen ötekine başvuruyorlar. Yasaların ve yalanların yetmediği durumlarda silahlı güçlerini devreye sokuyorlar. Burjuvazi ideolojik saldırıları, depolitizasyon politikalarının yanında, işçi sınıfı içindeki ajanları aracılığıyla da işçilerin kafalarını karıştırmaya, onları zehirlemeyi de asla ihmal etmiyorlar. Birkaç örnek vermek gerekirse:
“Sendikaların siyasal partilerden bağımsızlığının özenle korunması gerekir” (Y. KOÇ Sendika Nedir Broşürü)
“Sınıf ve kitle sendikacılığı ancak sendika içi demokrasisinin işletilmesiyle ve sendikaların siyasi partilerden bağımsızlığının sağlanmasıyla gerçekleşebilir”, (agb.)
“Anayasa dışı sosyal ve ekonomik bir düzen kurulması, devletin şeklinin değiştirilmesi (…) yönelen her türlü akıma karşı bütün gücüyle mücadele etmek Türk-İş’in temel görevlerinin başına gelir” (Türk-İş’in 24 ilkesinden)
“Sendikalar, ücret taleplerinde işçiler kadar işverenleri de gözetmek durumundadır” Türk-İş Notlarından)
“…Ekonomik ve sosyal alanda varlıklı sınıfların çıkarlarını gözetmek Anayasamızla bağdaşmayacak bir tutum olmaktadır (…) Anayasa ilkelerinin uygulanmasını bütün hükümetlerden ısrarla isteyeceğiz”. (DİSK kuruluş bildirisinden).
“Üretim kuvvetlerinin çağdaş uygarlığa uygun seviyeye gelmesi ancak bizim Anayasa’ya sahip çıkmamızla sağlanacaktır” (DİSK Kuruluş Bildirisi)
“Sendikalar bürokratının işi uzlaşma sağlamaktır, işçilerin mücadelesini kontrol ederek sınırlamaya çalışır” (İşçiler ve Politika aynı yerde)
“DYP-SHP hükümetini destekliyoruz” (Otomobil-İş yayın organı). Buraya yüzlerce örnek sıralamak mümkündür. Hepsi dertlerini değişik dil ve şekillerde ifade etmiş olsalar da, birleştikleri nokta, sermaye ve faşizme hizmet, işçi sınıfı ve emekçi halka ihanettir. Yukarıdaki örneklerde de görüleceği üzere DİSK ve TÜRK-İş faşist diktatörlüğün korunması, faşist anayasa ve yasaların savunulması noktasında aynı şeyleri savunmaktalar. Öte yandan sosyalizmin yeminli düşmanı Troçkist ve revizyonistlerin de onlardan ayrı düşünmedi görülmektedir. Faşistlerden Troçkistlere, reformistlerden revizyonistlere kadar uzanan geniş bir yelpaze içinde yer alan burjuva sendikal akımların üzerinde birleştikleri noktaları şöyle özetlemek mümkündür. “Sendikalar ekonomik mücadele verirler, siyasi mücadele vermezler, partilere karşı bağımsız olmalılar ve mevcut sömürü düzeni savunulmalı, bunun içinde yasal mücadele esas alınmalıdır”.
“Sendikalar ekonomik mücadele verir, siyasi mücadele parti ve aydınların işidir” anlayışı 19.yy.dan beri Anarko-sendikalistler, Menşevikler, reformistler ve faşist sendikacılar tarafından savunulmuş ve halen şu veya bu biçimde ve ad altında ısıtılıp ısıtılıp işçi sınıfının gündeminde tutulmaya çalışılan gerici bir düşüncedir.
“Sendikalar bağımsız olmalı, tarafsız kalmalı” safsatasına gelince, bu tiksinti uyandıran tezi ileri sürenler, efendileri olan Koçlar, Sabancılardan ödülü hak ediyorlar. Hele bu pespaye, bayağı düşüncelerin Marksizm adına ileri sürülmesi, burjuvazi karşısında incelmiş uşaklıktan başka birşey değildir. Herkes bilir ki, sendikaların güçlü olabilmek için işçi sınıfı partisi tarafından yönlendirilmesi ilkesi Marksizm’in ABC’sidir. Devrimci bir sendikal hareket yaratabilmek ancak, sendikalarla sınıfın partisi arasında derin ve kopmaz bağların olmasına bağlıdır. “Sendikalar siyasi mücadeleye katılmasınlar, siyasi partilerle bağı olmasına tarafsız kalsınlar” tezinin ileri sürülmesinin amacı ve anlamı nedir?
* Bunu ileri sürmek, ücretli-kölelik sisteminin (kapitalizmin) ilelebet devam etmesini savunmak, devrimi, sosyalizmi reddetmek demektir. Diğer bir deyimle burjuvazinin saltanatı yıkılmasın, sömürü devam etsin ve sendika ağalarının rahatı bozulmasın, asalak olarak yaşasınlar.
* Bu tez, işçi sınıfının tarihsel görevi olan kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurmada, sendikaları bir manivela olarak kullanmasın demektir. Halbuki siyasi mücadele işçi sınıfının elinde bir silahtır. Bu silahın sömürücü sınıflara karşı kullanılmasını engelleyen veya kullanılmamasını telkin ve empoze edenler işçi sınıfının yeminli düşmanlarıdır.
* Bu tez faşizmle uzlaşmayı öngörmektedir. Faşizmle, faşist diktatörlükle uzlaşmak, ona karşı mücadele etmemek, sendika hareketi içerisinde faşizmin egemen olmasına yardımcı olmak demektir. “Faşizm sendika hareketinin mezar kazıcısıdır”. Bu bakımdan, ya faşizmle uzlaşacak işçi sınıfına ihanet edeceksin, ya da her yerde sürekli olarak, sistemli, inatçı, amansız ve uzlaşmaz bir mücadele vererek” işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin yanında olacaksın. Bunun orta yolu yoktur. Sermayenin egemenliğine işçi sınıfının partisinin öncülüğünde kararlı bir biçimde saldırmadan, faşist diktatörlüğün yıkılması, sömürünün ortadan kaldırılması bir yana, ne hâkim sınıflar geriletilebilir, ne sınıf sendikası hareketi yaratılabilir, ne de, işçiler burjuva parlamentarist partilerinin etkisinden kurtarılabilir.
* Bu tez taraflılığı ikiyüzlüce gizlemektir, “…ya burjuva ideolojisi ya sosyalist ideoloji, ikisi arasında bir orta yol yoktur. Çünkü insanlık üçüncü bir ideoloji yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf dışı ya da sınıflar üstü bir ideoloji olamaz”. Ya tekelci burjuvazinin baskı, zulüm, soykırım ve sömürü politikalarını onaylayıp, onların yanında yer alacaksın ve sendikaları düzenle bütünleştirmeye, onu düzenin payandası haline getirmeye çalışacaksın, ya da, faşist diktatörlüğün bu politikalarına karşı kararlı bir mücadele içine gireceksin, sendikaları sermaye ve faşizme karşı örgütlenme, direniş ve mücadele merkezleri haline getireceksin ve sendikaları siyasal iktidarı ele geçirmede bir manivela olarak kullanacaksın. Ya biri ya öteki, bunun ortası yoktur.
* Bu tez işçi sınıfının siyasal örgütlenmesini reddetmektedir. Devrimci Komünistlerin başlıca ve temel görevi işçi sınıfının politik örgütlenmesi ve politik gelişimini kolaylaştırmaktır”. Bu görev ne savsaklanır ne arka plana itilebilir. Bunun içinde çalışmalarını (propaganda, ajitasyon örgütlenme) sanayi proletaryası içinde yoğunlaştırmak durumundadır. Elbette ki, revizyonist, reformist, faşist, troçkist sendika ağa ve bürokratları istemiyor diye sendikalara, sendikal harekete kayıtsız kalamaz. Aksine bilindiği gibi “dünyanın hiçbir yerinde proletaryanın gelişmesi sendikalar olmadan, sendikaların ve işçi sınıfı partisinin karşılıklı eylemi olmadan gerçekleşmemiştir ve gerçekleşemez” gerçeğinden hareketle, sendikalara, her türden burjuva parlamentarist partilerine bağlı sendikacılık akımlarının sendikalardan tasfiye edilip işçi sınıfının dışına atılmasına, sınıf sendikacılığı hareketinin gelişmesi, yaygınlaşıp kökleşmesine büyük önem verir, hatta bunun için Parti’de özel bir bölüm oluşturur. Lenin’in de belirttiği gibi “bu mücadele belirli bir aşamaya vardırılmadan siyasal iktidarı elde etmek olanaksızdır”.
Sendikaların görevi sömürünün azaltılması değil, sömürünün ortadan kaldırılması, sınıf uzlaşması değil sınıf savaşımı, mevcut toplumun aksayan yanlarının düzeltilmesi (reformlar) değil, yeni bir toplumun kurulması mücadelesine katılmak, ücretli-kölelik sisteminin yıkılması mücadelesindeki yerini almaktır. Sermaye ve onun iktidarına karşı mücadele etmeyen sendikalar ister istemez burjuvazinin elinde işçi sınıfının çıkarlarına karşı bir araç haline gelecektir. Sendikalar “bağımsız” olsun diyenler hangi safta, hangi sınıfa karşı mücadele ettiklerini veya hangi görünüm altında hangi sınıfa karşı mücadele verdiklerini “kediye kedi dememek için bin bir dereden su getirmeden” doğrudan doğruya söylemelidirler.
Kuşkusuz herkes kendine uyanı kendisi bulacak onun izinden gidecektir. Revizyonist, reformist, faşist sendika ağa ve bürokratları, istediğini kendilerine uyan burjuva gerici, faşist partilerden birini seçebilir, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da onun izinden gidebilirler. Ama işçi sınıfı da, kendine en yakın olan kendi öz partisini seçecek. Onun öncülüğü ve yol göstericiliğinde sermaye ve faşizmin iktidarına karşı İŞ-EKMEK-ÖZGÜRLÜK ve sosyalizm mücadelesinde kararlı ve uzlaşmaz bir şekilde yerini alacaktır. Sendika ağalarının işçileri bataklığa çekme “özgürlüğünüz” kadar, işçilerin de bataklığa saplanmama ve bataklığı kurutma özgürlüğü vardır. Yeter ki kirli eller işçilerin üzerinden çekilsin.

Şubat 1992

Cezayir’de “İslami Devrim” Ve Türkiye

CEZAYİR:
NÜFUS: 25,7 Milyon
YÜZÖLÇÜMÜ: 2.380.000 Km2
DİN: Sünni-Müslüman
DİL: Arapça
KİŞİ BAŞINA GELİR: 1200 Dolar
SANAYİ: Petrol, doğal gaz, hafif endüstri, gıda…

Cezayir, Fransız sömürgeciliğine karşı bağımsızlık savaşının zafere ulaşmasından otuz yıl sonra, bir “iç savaş” tehdidiyle karşı karşıya.
İslami Selamet Cephesinin, genel seçimlerden halkın büyük desteğini alarak çıkması Cezayir’de sosyal ve siyasal rejimin karakteri konusunda, Batılı emperyalistleri yakından ilgilendiren bir tartışma başlattı.
Soğuk savaş yıllarında İslamiyet, komünizme karşı bütün dünyada, özellikle de Asya ve Kuzey Afrika ülkelerinde, Amerikan emperyalizminin yakın müttefiki sayılıyor, emperyalizm aleyhine her türden siyasal ve sosyal değişimin karşısında, İslamiyetçin geleneksel tutuculuğuyla etkili olacağı düşünülüyordu. Komünizm karşısında din, emperyalizmin başlıca savunma araçlarından birisi olarak, yalnızca ideolojik planda değil, aynı zamanda siyasi bakımdan da örgütleniyor, gerici Arap rejimlerinin petrol kaynaklarından elde ettiği gelirlerle, her İslam ülkesinde, komünizme karşı dinsel temalara dayanan örgütlenmeler destekleniyordu.
ARAMCO (Arap-Amerikan Petrol Korporasyonu), Suudi Arabistan’dan başlayarak, İran, Suriye, Türkiye, Ürdün, Mısır, Irak vs. gibi ülkelerde militan anti-komünist hareketlerin örgütlenmesinde başlıca finans kaynağı rolü oynuyordu. 60’lı yıllarda, Endonezya’da 500. 000 komünistin, devrimci ve demokratın öldürüldüğü büyük kitle katliamı, Amerikan emperyalizminin dinsel gericilikle oluşturduğu örgütsel ilişki içinde düzenlenmişti. Türkiye’de “Komünizmle Mücadele Dernekleri”, ARAMCO’nun aktif desteği ile kuruldu ve, 60’lı yılların bütün gerici terör eylemlerinde (TİP mitinglerinin basılması, Kanlı Pazar provokasyonu, devrimci öğrenci hareketine karşı saldırılar, vs.) bu örgütlerin militanları ve onlar tarafından kışkırtılanlar tarafından gerçekleştirildi.
“İran İslam Devrimi”, Amerikan emperyalizmi ve İslamiyet arasındaki büyük tarihsel anti-komünist ittifakın sarsıldığı görüntüsü verdi. İranlı mollalar, Şah rejimine karşı büyük kitle hareketleri içinde aktif rol oynayarak demokratik halk hareketinin başına geçme başarısını, halk muhalefetinin önemli unsurları olan devrimci, komünist ve demokrat örgütlerle yakın işbirliği fırsatı içinde göstermişlerdi. Hareketin merkezi önderliğini bir kez ele geçirdikten sonra, da, ilk şiddet eylemlerini, komünistlere, kadın hareketine ve demokrasi güçlerine karşı uyguladılar. Böylece, emperyalizme ve faşist Şah rejimine karşı görünüşte oluşturulan cephenin, aslında anti-komünist karakterini yitirmemiş bir ideolojiyle tarih tarafından geçersiz kılınmış bir ittifak olduğu sonradan görüldü.
Bununla birlikte, “İran İslam Devrimi”, İslamiyet’in siyasal ve sosyal bir güç olarak örgütlenme ve iktidarı ele geçirme olanakları taşıdığını, mevcut siyasal rejimlerle şeriat hükümleri arasındaki çelişmenin, bir muhalefet hareketinin örgütlenmesinde çıkış noktası olarak kullanılabileceğini göstermesi bakımından, diğer İslam ülkelerinde de örnek olarak kabul edilecek bir etki yarattı.
Cezayir, şimdi ikinci bir İslam devrimi için alan olmaya aday görünüyor. Devlet düzeyinde, seçim sonuçlarına yapılan müdahale, İslami Selamet Cephesi etrafında örgütlenmiş ve eyleme geçmiş bulunan halkın çoğunluğunu, kendi tercihlerini başka yollardan gerçekleştirme iradesini zorlayacaktır. Bu durumda, İslami Selamet Cephesi, kendi programlarına oy vermiş insanların isteklerini hiçe sayarak, devletin kendisine koyduğu sınırlan kabul edecek, ya da bu sınırlan tanımadığını, programını gerçekleştirmek için elinde seçim sandıklarından başka araçlar bulunduğunu gösterecektir.
Görünüşte yalnızca iki seçenek vardır. Ancak, uluslararası ilişkiler, özellikle de Cezayir’de bir İslam rejimi kurulmasından rahatsızlık duyan Fransız ve Amerikan emperyalizmlerinin tutumu göz önüne alındığında, İslami Selamet Cephesi’nin programından önemli tavizler verip, kendisini batıya beğendirerek “kabul edilebilir bir İslami çerçeve” çizmesi olasıdır. Şu anda, batılı kamuoyu odakları, bu kabul edilebilir çerçeveyi, demokrasinin temel prensipleri ve insan hakları olarak gösteriyorlar. Buna göre, eğer İslami Selamet Cephesi, diğer partilerin varlık hakkını tanıyacaksa, seçimlere katılmasına, seçimlerde başarılı oldukları takdirde iktidarı devralmalarına razı olacaksa ve kendi programına oy vermeyen yurttaşların diledikleri tarzda yaşamalarını, düşüncelerini serbestçe ifade etmelerini ve örgütlenmelerini engellemeyecekse, onun iktidarına razı olunabilecek! Bütün bunlar, şeriat kurallarına uygun bir rejim projesinin temelden reddi anlamına geliyor. İslami Selamet Cephesi’ne önerilen şey, açıkça, “iktidara gel, ama kendi programını uygulama” demek oluyor.

İSLAMÎ SİYASET VE KAPİTALİZM
Emperyalizm, neden İslami bir rejimin kurulmasına karşıdır? İran’daki mollalar rejimi, temelleri bakımından emperyalizmin iktisadi bütünlüğü dışına çıkmayan, kapitalizmden başka bir şey olmayan sistemiyle, global emperyalist çıkarlar çerçevesini hiç de zorlamayan bir yola girmiştir. Gerek Amerikan ve İngiliz petrol şirketlerinin faaliyetleri karşısında milli bir yol tutmayı başaramamış olmasıyla, gerekse emperyalist pazarın içindeki konumu dolayısıyla, İran, bütünüyle emperyalist sistemin bir parçası olarak kalmıştır.
İran, komşu ülkelerdeki Şii hareketlerini destekleyerek devrimi Ortadoğu çapında ihraç etme planından, şimdilik de olsa vazgeçerken, yeni bir Batıya açılma politikası da izleyerek bu bütünleşmenin önündeki son ekonomik ve siyasi engelleri de temizlemeye mecbur kalmıştır. Bu zorunluluğun temelinde, İran Devrimi’nin sistemden kopmayı hedeflemeyen politikaları yatmaktadır. Bir bütün olarak kapitalizmin sınırları içinde kalındıkça) onun siyasal ve ekonomik sistemiyle bütünleşmek yolunda yeni adımlar atmak da kaçınılmaz olacaktır. Bu, aynı zamanda şeriat kurallarına uygun devlet ve toplum örgütlenmesinin, özünde kapitalizme yabana olmadığının, sonuç olarak emperyalizmden kopmayı ifade etmediğinin de bir işaretidir.
İslamiyet’le kapitalizmin çelişik olduğunu, şeriat düzeninin kapitalizmden başka bir şey olduğunu iddia eden bütün İslam ideologları, sonuçta yalnızca kapitalizmin, Hıristiyan kapitalizmine özgü hayat biçimlerine karşı olmak noktasına kadar gelebilirler. Batı toplumlarının hayat biçimleri, kurumsal ilişkileri, kapitalizmin görünüşlerinden başka bir şey değildir ve bunlar, şu ya da bu toplumun tarihsel geleneksel, dinsel geçmişleriyle ilişkili olarak şu ya da bu biçimi alabilir. İslami hareketin karşı olduğu şey, özellikle Hıristiyanlığın kapitalizm içindeki sonuçları olarak şekillenen ilişkilerdir: yoksa kapitalizmin ilişkileri değil. Tamamen demagojik tarzda, Hıristiyan gelenekleriyle, Hıristiyan düşünce ve davranış tarzıyla kapitalizm arasında dolaysız bir ilişki kurularak, bunlara karşı olmakla kapitalizme karşı olmak aynılaştırılıyor ve İslamiyet’in kapitalizme karşı olduğu palavrasına dayanak yapılıyor.
Cezayir örneğinde görüldüğü gibi, kapitalist dünya, İslami rejimin kendisine özünde bir zarar vereceği endişesinde değildir. İslami rejimin, bankaları, tekelleri ulusallaştıracağından, toprak rejimini değiştireceğinden, bir halk yönetimi oluşturarak kapitalizmden tamamen farklı bir sosyal ve siyasal rejim kuracağından korkulmuyor. Yalnızca “demokrasi” ve “insan hakları” kavramları çerçevesinde eski sömürgeci anlayışların emperyalist çıkarlar açısından yeniden düzenlenmesini ifade eden bir itiraz yükseltmektedirler. Sömürgecilik çağında da emperyalizm çağında da, bir ülke içinde etkinlik sağlamaya başlayan kapitalizm, kendisini yeniden üretmenin başlıca koşullarını yaratırken, buna uygun siyasal ve ideolojik yapıların da doğup gelişmesine özen gösterir. Sermaye, yalnızca kendisine uygun koşullarda yeniden üretilebilir. Bu, yalnızca yolların, limanların, üretim araçlarının geliştirilmesini değil, aynı zamanda bu malzemeleri kullanacak, doğrudan üretimde bulunacak insanların düşünce ve becerilerinin de kapitalizm koşullarına göre yeniden düzenlenmesini gerektirir. Çünkü yabancı sermaye, yalnızca ekonomik ilişkiler içinde ve yalnızca üretim araçlarının kullanılmasıyla değil, bundan daha önemli olmak üzere, siyasal ve sosyal örgütlenmelerin gerektiği biçimde düzenlenmesiyle yeniden ve genişletilmiş yeniden üretiminin koşullarını bulabilir. İslami rejimler, biçimsel olarak bu yeniden üretim mekanizmalarının önüne engel oluşturabilir. Örneğin, eğer İslami rejim, teknoloji ve bilimsel gelişmelere karşı geleneksel yöntemleri öneriyorsa, bu kapitalizmin genişletilmiş yeniden üretiminin önünde bir engeldir. Ya da kapitalizme özgü siyasal koşullar ve çalışma koşullarının uluslararası kapitalist standartları, İslami rejim tarafından engelleniyor ya da değiştiriliyorsa, bu sermayenin yeniden üretimi için zararlıdır. Görülebileceği gibi, kapitalizmle İslamiyet arasındaki çelişme, eninde sonunda feodalizme özgü biçimlerle kapitalizm arasındaki çelişmeye denk düşmektedir. Elbette bu durumda, emperyalist kapitalizmin İslami rejimler karşısında ilerici bir konumda bulunduğu sonucu çıkarılamaz. İlericilik ve gericilik tartışması, yalnızca sınıflı toplum eleştirisini politika düzeyine yükseltmiş işçi sınıfının devrimci amaçları açısından yapılabilir.
Buna rağmen, emperyalizmin İslami rejimler karşısındaki korkusunun kapitalizmle ilgisi olmayan bir haklı endişesi vardır. Her ne kadar bu endişe İran devriminin sonuçlarıyla boşa çıkmışsa da, emperyalizm, belli başlı kritik bölgelerdeki devletlerin bağımsız bir rol oynamak üzere kendilerine özgü bîr rejim kurma çabalarından hala tedirgin olmaktadır. Irak örneği, bölgesel hegemonya çabalarının bir biçimde emperyalizmin genel çıkarlarıyla çatışan sonuçlar doğurduğunu göstermiştir. Gerek siyasal yapılar ve gerekse emperyalizmin dünya çapında “insani temel değerler” olarak kabul ettirmeye çalıştığı belli başlı “demokrasi” kuralları açısından farklılıklar gösteren bir devlet yönetiminin, bölgesel etkinlik bakımından potansiyel tehlike olarak değerlendirilmesinde nesnellik bakımından bir hata yoktur. Bu tür girişimler, bağımsız bir hegemonya mücadelesi bakımından, kendi halkları nezdinde ulusal ve dinsel motiflerle güçlenmiş bir destek de bulmaktadır. Son dönemde, Cezayir, Batı basınında, yalnızca güçlenen İslami hareket dolayısıyla değil, ilginç ve provokatif renkler taşıyan bir başka haber dolayısıyla da yer tuttu: Batılı istihbarat kaynaklan, Irak’ın uranyum rezervlerini Cezayir’de sakladığını tespit etmişlerdi ve Cezayir, Çin’den nükleer silah yapımıyla ilgili teknik bilgi ve malzeme satın almıştı! Kuşkusuz, eğer bu haber doğruysa, Cezayir’in, Körfez’de Irak’ın başaramadığını başarmak üzere hazırlandığı sonucu çıkarılabilir. Böyle bir girişim, geleneksel adıyla “Arap Ret Cephesi”nin Amerikan-İsrail politikalarına karşı yürüttüğü eski mücadelenin bir devamı olarak canlanabilir ve Körfezde Irak’ın uğradığı yalnızlık batağına düşmek riski daha düşük olduğundan, Afrika ve Orta-Doğu boyutunda daha ciddi bir tehdit olarak gelişebilir. İslami karakteri kuvvetle vurgulanmış bir Cezayir devleti, böyle bir kombinezonda, daha da etkili bir faktör olarak yer alabilir; sinmiş bir Kaddafi, böyle bir girişimde yeni bir cesaret bulabilir vs. Ancak bu, şu anda yalnızca spekülatif bir değerlendirme olma boyutunu aşamaz, bir senaryo olmanın ötesine geçemez. Fakat bu haberi, gerçek olaylara bağlayan daha geçerli bir olasılık vardır: Batılı emperyalist güçler, bu spekülatif olasılık yüzünden değil, ama İslami karakter taşıyan somut gelişmenin besleyebileceği yeni hayalleri provoke etmenin kamuoyu temellerini hazırlamaktadırlar.

İSLAMİ “DEVRİM”İN CEZAYİR’DEKİ TEMELLERİ
“İslami Devrim”, toplumsal hayatın her alanda şeriat kurallarına göre düzenlenmesi amacını önüne koymuş bulunan siyasal değişikliklere verilen bir ad. Ne var ki, burada “Devrim” nitelemesi, bu değişikliğin içeriğini değil, ona katılan eylemli halk yığınlarının katkısını tarif etmek üzere kullanılıyor. Bu bir yanıltmadır. Şeriat esasına dayanan değişiklikler, toplumsal hayatı tarihsel bakımdan ileri bir aşamaya götürmediği, İslami rejim altında sosyal ve ekonomik bakımdan kapitalizmden farklı bir sistem geliştirilmediği için, bunun bir devrim olarak adlandırılması yanlıştır. Bununla birlikte, Cezayir’in son otuz yıllık iç ve dış politikasının esasları göz önünde tutulduğunda, halkın çoğunluğunun tepkisinin hangi kaynaklardan geldiği ve bunun neden şimdiden bir “devrim” çağrışımı yaptığı anlaşılabilir.
Otuz yıl boyunca Cezayir, kurtuluş savaşına önderlik eden ulusal burjuvazinin, halka yabancı, baskıcı, yalpalayan politikalarıyla yönetildi. 1989’da yapılan değişikliklere kadar, Cezayir Anayasası, sosyalizm lafızlarıyla doluydu. Ekonomide ağır bir devlet kapitalizmi uygulanıyordu, iç politikada anti demokratik bir yapı hâkimdi ve dış politikaya yön veren esaslar da, emperyalistler arasındaki ilişkilerin dengesine göre değişen bir oportünizmi ifade ediyordu.
Cezayir devleti, gerek kendi çıkmazları sonucunda doğan kendiliğinden muhalefeti kontrol etmek için, gerekse kitlelerin daha radikal sosyal çözümlere yönelmesini engellemek için, İslami hareketin gelişmesini özellikle destekleyen bir program izledi. Genel ve kronik hal almış ekonomik geriliğin, işsizliğin, artan yoksulluğun, sosyal ve siyasal çözülüşün karşısında devlet, İslamiyet’in bir supap rolü oynayabileceği düşüncesiyle, kendi kontrol edebileceği dinsel örgütlenmelere izin verdi. Ancak bundan, özellikle Suudi Arabistan tarafından desteklenmesine rağmen, halkın muhalif duygularıyla birleşebilmek için Körfez savaşı sırasında Saddam yanlısı gösterilerin başını çeken İslami Selamet Cephesi yararlandı. İslami Selamet Cephesi, kendisini baskı altında tutulan halkın simgesi olarak kabul ettirdi. Önderleri tutuklandı, toplantıları yasaklandı, gösterileri silah gücüyle dağıtıldı. İslami Selamet Cephesi, her türden muhalefet hareketinin destekçisi ve örgütleyicisi olarak görünmeyi başardı. Yoksulluk ve siyasi baskı altında bunalmış halk yığınları, bu sahte muhalefet önderinin yüzünü açığa çıkaracak, onun görünüşte sahip çıktığı talepleri, gerçekten devrimci bir muhalefetin talepleri olarak örgütleyecek bir önder bulamadığı için, İslami Selamet Cephesini destekledi. Din, yozlaşmış yönetim karşısında, eski ve bozulmamış değerlerin temsilcisi, eski ve mutlu günlerin temeli olarak propaganda edildi ve halk yığınları, tarihten gelen alışkanlıklarıyla, yaşadıkları toplumsal koşulların kendilerine daha değişik bir siyasal ve kültürel program seçme imkânı vermemesiyle, bu harekete yönelmekte gecikmediler. İslami hareket, mevcut sömürünün kaynaklarının batılı emperyalistler ve onların ülke içindeki bir yansıması olarak tanıttığı devletçi “sosyalist” sistem olduğu propagandasından yararlandı. Bu durum, tıpkı Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde, geri bürokratik ve devletçi-kapitalist sistemlere karşı tepkinin sosyalizme tepki olarak biçimlenmesine benzer sonuçlar doğurdu. Siyasi iktidara karşı halk muhalefetinin yoğunlaşması, her zaman iktidardaki siyasi rejimin karakterine göre belirlenen biçimler kazanıyor. Cezayir’de de sözde “sosyalizmin” uygulamalarını, halk yığınları onun karşıtı gibi gördükleri İslama yönelerek cevaplıyorlar. İslami siyasal programların aldatıcılığı, İslamiyet’in baskı altında tutulduğu görüntüsü ile birleşince güçlü oluyor.
Cezayir’de, İslami hareket yalnızca İslami Selamet Cephesi’nde örgütlenmiş değil. İslami Uyanış Partisi, İrşat ve Islah Partisi diğer etkili dinsel esaslı partiler. Bunlar içinde, İslami Uyanış Cephesi, belediye seçimlerinde gösterdiği başarıyla öne geçti ve diğer İslami partilerin etkisini kırdı. İslami Uyanış Partisi, toplumsal bakımdan büyük ölçüde esnafa ve köylülüğe dayanıyor. Bu sosyal taban özelliği, onun geçen yıl 25 Mayısta yaptığı “Genel Grev” çağrısının işçiler arasında yankı bulamaması sonucunu doğurdu ve “genel grev” başarısızlıkla sonuçlandı. İslami hareket, Cezayir’de de büyük ölçüde yoksullaşan küçük burjuvalar arasında destek buluyor. İşçiler, bu hareketin ele geçiremediği bir sosyal güç olarak duruyor.

TÜRKİYE VE CEZAYİR KIYASLAMALARI
Cezayir’deki gelişmeler, Türkiye’de de bir İslami devrim olasılığı tartışmalarını yeniden gündeme getirdi.
“Iran devrimi”nden sonra, “devrim”in ihraç edilmesi çabalarına karşı, uluslararası çapta emperyalist kuşatma ,ve Irak’ın provokasyonları büyük ölçüde etkili olmuş ve yeni bir İslami devrim, Ortadoğu çapında yeterli sosyal ve siyasal güç de bulamayınca tıkanmıştı. Bu, “İran Devrimi”nin içe kapanmasını ve kendi programı olarak öne sürdüğü uluslararası ilişkilerde ve iç politikada öngörülen radikal değişikliklerin gerçekleşmeden kalması sonucunu doğurmuştu. Şu anda “Iran Devrimi”nin başlangıç hedeflerinden çok uzaklara savrulduğu ve yeniden Batı ile ilişkiler içinde kendini revize etmeye giriştiği görülüyor. Böylece Iran destekli ve İran’dan kaynaklanan bir dalganın sonucunda Ortadoğu’da İslami bir devrim olasılığı en zayıf noktasına gelmişken, Cezayir’deki gelişmeler, konunun değişik boyutlarıyla yeniden ele alınması için etkili oldu.
14 Ocak tarihli Cumhuriyet’te Hasan Cemal, Cezayir’de gelişmelerin Türkiye’de olamayacağını kanıtlamak için bir kaç temel neden sayıyor. Buna göre, 1962’den bu yana, Cezayir’de otoriter bir rejim vardı ve son yıllara kadar her türlü muhalefet yasaklanmıştı. Ayrıca, Fransa’ya karşı kazanılan anti-sömürgeci savaş, Batı değerlerine ve Batı kaynaklı demokrasi kurumlarına karşı bir tepki doğurmuştu. Ekonomide benimsenen “devletçilik” refahın yaygınlaşmasını engellemiş, sorunların Çözümünün önünü tıkamıştı. İşsizlik, İslami hareketin kitle tabanı bulmasını kolaylaştırmıştı. “Gelir dağılımının yıllar içinde hızla bozulması, kitlelerde hoşnutsuzluğu körükledi… Vurgun ve karaborsa, toplumda öfke patlamalarına neden oldu. Halkın gözünde, partili bürokratlar, rüşvet, yolsuzluk ve hırsızlıkların kaynağında görünüyordu.” Bunun yanı sıra, iktidardaki Ulusal Kurtuluş Cephesi, dine yatırımı iktidar oyunun bir parçası olarak kullanmıştı vs. Bütün bu özetlemenin sonucunda, Hasan Cemal, İslami Selamet Cephesi’nin sandıktan çıkmasının doğal olduğunu söylüyor. Hasan Cemal’in çizdiği tablodan Cezayir’e özgü ad ve tarihler çıkarılıp yerine Türkiye’ye özgü ad ve tarihler konulursa, çizilen tabloda değişen hiç bir şey olmaz. Batılı demokrasilere özgü kurumlar ve laisizm, hiç bir zaman Türkiye ile Cezayir arasında esaslı bir farklılık doğuracak kadar etkili ve gerçek kurumlar olamamışlardır. Bu bir yana, işsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, vurgun, hırsızlık ve yolsuzluklarla politikacılar arasındaki ilişkinin halk tarafından algılanılışı, kapalı rejim, ve dinin iktidarlar tarafından bir yatırım aracı olarak kullanılması, Türkiye’nin Cezayir’den farkını değil, neredeyse birebir çakışmasını simgeleyen olgulardır. Örneğin, Hasan Cemal, Türkiye’de “çok partili” sisteme geçilirken, iktidardaki partiye karşı alternatifin İslamcılar olmamasını olumlu bir faktör ve bugün de geçerli bir veri olarak kaydediyor. Unutturulmak istenen bir şey var: “Çok partili sistem”e geçilirken, İslami her türden örgütlenme, tekkeler ve zaviyeler, tarikatlar, “yasak”tı. Ezan’ın Türkçe dışında bir dille (doğal olarak Arapça) okunması yasağı yeni kalkmıştı. Camilerin askeri depo olarak kullanılmasının üzerinden ise ancak bir kaç yıl geçmişti. Dinsel siyasal akımların üstünde, hala imamların, şeyhlerin idam sehpalarının gölgesi dolaşıyordu. Atatürk’ün “Menemen’in yerle bir edilmesini” emrettiği söylentileri hala canlı bir korku olarak dinsel-siyasal eğilimleri terörize ediyordu. Bu koşullarda, dinsel siyasetin, iktidar mücadelesi veren Demokrat Parti içinde örgütlenmesinden daha geçerli bir taktik olamazdı ve bu başarıyla uygulandı. Türkiye’de dinsel kimliğini açıkça vurgulayan ve parlamenter sistem içinde kendisine yer bulan ilk yasal parti, Milli Nizam Partisi, 60’lı yılların sonlarına doğru kuruldu. Bu zamana kadar, bu eğilim daima mevcut burjuva partiler içinde ve “gizli” tarikatlar düzeyinde örgütlenebilme olanağı buldu. Ama hiç bir zaman, sosyal varlığını ve siyasal kimliğini kaybetmedi. Modernleşme ve “demokrasi”, Türkiye’nin Cezayir’e göre bir üstünlüğü değildir. Aksine, uzun Fransız egemenliği yıllarında, Cezayir, birçok Afrika ve Asya ülkesinden daha uzun bir “modernleştirme” programının nesnesi yapılmıştır. Cezayir’de de “modernleşme”, tıpkı Türkiye’deki gibi, kendi tarihsel gelişiminin bir ürünü olarak doğmamış, çoğu kez baskıyla gerçekleştirilen bir sömürgeci etkinliği olarak toplumun ancak bir kesimini kuşatan bir yaşayış biçimi olarak kalmıştır. Türkiye’de de bu anlamda, Cezayir’e üstünlük sayılabilecek bir “modernleşme”den söz etme imkânı yoktur. Kaldı ki, tek başına “modernleşme” , sınırlı sosyal kesimlere özgü bir hayat tarzı olarak değil de, toplumsal örgütlenme biçimi olarak anlaşılmazsa, dinsel siyasal akımların iktidar olabilmesinin önünde bir engel olarak tanımlanamaz. Kastedilen anlamıyla “modernleşme” batı hayat tarzına ait yaşayış biçimlerinin, sosyal kurumların ve siyasal yönetim tarzlarının bir karmaşasıdır. O tarz ve kurumların, Batılı toplumlara özgü tarihsel dinamiklerden doğduğu, uzun bir tarihsel ve sınıfsal mücadele birikiminin ürünü olduğu görülmeksizin, siyasal gücün zoruyla ve yasalarla yerleştirilecek bir yaşayış biçimi olarak anlaşıldığı sürece, ondan yenilik ve ilerleme adına sonuçlar beklemek, onun dinsel gericilik önünde barikat oluşturabileceğini ummak yersizdir.
Liberalizm, Türkiye’de dinsel gericiliğin iktidar olmasının karşısında, devletin ve burjuva siyasal kurumların geleneksel politikalarının rolünü abartıyor ve Türkiye için bir tehlike bulunmadığı sonucunu, yalnızca bu olguların gücüne duyduğu güvenle açıklıyor. “İran İslam Devrimi”nden önce, hiç bir İranlı liberalin, hatta hiç bir komünistin aklına, Şah rejiminin alternatifinin bir mollalar rejimi olabileceği gelmiyordu. Ama bir kez kitleler “Allah-u Ekber” sloganının kendi taleplerinin tümünü kucaklayan siyasal bir slogan olduğuna inanınca, bu kendiliğinden “Humeyni Rehber”, “Humeyni Ruhumuz” sloganlarıyla tamamlandı. Geleneksel devlet politikalarının bunun önünde engel olması bir tarafa, gericilik düzeyinde, halk muhalefetinin demokratik devrimci bir içerik kazanması olasılığı yükseldikçe, dinsel gericilikle devlet politikaları arasında güçlü bir ittifakın doğması hiç de beklenmeyen bir şey olmayacaktır. Kaldı ki, özü bakımından, “geleneksel devlet politikaları” ile dinsel siyasal akımların tarih karşısındaki konumları arasında esaslı bir fark da yoktur. Şu anda, dinsel akımların hiç biri, açıkça ve dolaysız olarak “feodalizmin güçlerini” temsil etmiyor. Aksine, bu güçler, gelişen kapitalizmin, değişik ve yeni palazlanmaya başlayan güçlerine olduğu kadar, kaşarlanmış tekellere, yerleşik holdinglere de dayanıyorlar; sonuçta kapitalist sermayenin bir siyaseti olarak rol oynuyorlar. Ayrıca belgelenmeye ihtiyaç göstermeyecek kadar açık bir ilişki içinde, Suudi Arabistan’dan, İran’dan mali destek görüyorlar. Özellikle de Suudi Arabistan kaynaklı sermaye kuruluşları olarak faaliyet gösteren Al Baraka, Faysal Finans gibi kuruluşlar aracılığıyla Türkiye burjuvazisinin çeşitli örgütleri içinde siyasal etkiyi de yönlendirecek bir güç elde edilmiştir. İslami ideolojinin ve bu esasa dayanan siyasi örgütlerin, işsizler, yoksullaşan küçük burjuvalar ve kır ilişkileri içindeki köy nüfusu üzerindeki etkisine, bir başka deyişle bu hareketlerin sosyal taban olarak bu kesimleri içeriyor olmasına bakarak, tekelci burjuvazinin dışında bir karakter taşıdığını düşünmek yanlıştır. İslami hareket, genelde kapitalizmle, kapitalizmin kurumlaşmış ilişkileriyle, özel olarak da emperyalist siyasetlerle olan göbek bağını koparmamıştır, koparmayacaktır.
İslami hareketin anti-emperyalizmi, emperyalistlerin sistem içinde izin verecekleri yere kadardır. İslami hareketin emperyalizm karşısındaki tutumu, emperyalizmin yalnızca görünüşlerine karşıdır ve gerçekte, onunla sistem boyutunda bir çatışmayı hiçbir zaman gündemine almamıştır, alamayacaktır. Emperyalizmin, kapitalizmin bir üst aşaması olduğu, emperyalizme karşı savaşın kapitalizme karşı savaş düzeyine yükseltilmediği sürece tam zafere ulaşamayacağı İslami hareketin anlayabileceği, kabul edebileceği bir şey değildir. Bu ancak, işçi sınıfının sosyalizme yönelen mücadelesinin çözebileceği bir sorundur. Yalnızca işçi sınıfı ve yalnızca onun sosyal sistemi olan sosyalizm, emperyalist sistemden tam kopuşu sağlayabilir. İslami hareketin anti-emperyalizmi, anti-kapitalist bir köktenciliği içermediği, bir sınıf hareketi karakteri taşımadığı için de asla içeremeyeceğinden, bir aldatmacadan ibarettir. Bu anlamda, hiç kuşkusuz ki, emperyalizmin ve kapitalizmin olduğu kadar, İslami hareketin de biricik panzehiri, gene işçi sınıfı öncülüğündeki bir halk devrimi ve sosyalizmdir.

Şubat 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑