Köylü-tarım sorunu ve emperyalizme karşı mücadele

Halkın az çok yararlandı­ğı ne kadar kurum ve uygulama varsa onları yıkmak için “reformlara” girişen hükü­met, sağlıkta, sosyal güvenlikte, KİT’lerde vb. giriştiği reformdan sonra “Tarım Reformu”na da yöneldi.

Giriştiği “reformlar”la en çok IMF-Dünya Bankası yetkilileri ve onların Türkiye’de­ki işbirlikçilerinden alkış alan hükümet, iş­çilerin, emekçilerin, köylülerin (Bu yazı bo­yunca “köylü”den söz ettiğimizde, ayrıca belirtilmemişse, küçük ve orta üreticiler ile topraksız köylüleri kastedeceğiz) talepleri­ni duymamayı, emek ve emekçi düşmanlığı­nı da bir “erdem” düzeyine çıkarmıştır. Öy­le ki; “dünya küreselleşiyor” iddiası ne ka­dar yüksek perdeden seslendiriliyorsa, “re­formlar” da o ölçüde zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumu artırmaktadır.

Çünkü dünya, bütün bu küreselleşme id­dialarına karşın tam bir bölünme içindedir ve ABD, AB ülkeleri, Japonya, Kanada gibi emperyalist merkezler her gün daha da zen­ginleşirken geri kalmış ülkeler daha da yoksullaşıyor. En gelişmiş ülkeler de dâhil, birer birer ülkelerdeki zengin sınıflar (burjuvazi, rantçılar tefeciler, kara para babaları) servet­lerine servet katarken, işçiler, emekçiler, halk her gün daha da yoksullaşmaktadır.

Ancak, ülkeleri yönetenler eğer ortada her şeyi çok açık biçimde ortaya çıkaran, borsa çökmeleri, sanayinin iflasa sürüklenmesi, devletin moratoryum ilan etmesi gibi bir du­rum yoksa; bu durumu ülkeleri yönetenler, “ekonomi iyiye gidiyor” diye ifade ediyorlar.

Gelişmiş ülkelerin, geri kalmış ülkeleri bi­rer “tarım ülkesi” olmaktan da çıkarmaya yönelik politikaları dayatmış olmaları; tarı­mın temel dayanağı olan toprak, su ve at­mosferin kirletilme boyutları, teknolojinin doğa aleyhine kullanımında varılan aşama; hibrit tohum, suni gübre ve sulama teknikle­rinin kullanımında en çok ve en hızlı kârın yön verdiği tutum; geniş köylü yığınları ile emperyalizmi tarihte ilk kez bu ölçüde do­laysız ve “sofradaki ekmeği”, “elindeki topra­ğı” bakımından karşı karşıyla getirmiştir. Ör­neğin Türkiye’de; Kurtuluş Savaşı’ndan beri emperyalizm köylülük karşısında bu ölçüde açık, yakın ve somut bir tehdit olarak çıkma­mıştı. Bu yüzden de; gerçekte “politik tercih­leri” henüz çok değişmiş olmamasına karşın köylü yığınları; her protestolarında “Kahrol­sun IMF, Bağımsız Türkiye” şiarıyla öne çık­maktadır. Bu, taban fiyatı merkezli gösterilerde de, çevrenin korunması için girişilen eylemlerde de böyledir. GAP ise; köylülükle emperyalizmin, uluslararası tarım tekelleri şahsında “toprak” ve “ulus sorunu” (Kürt sorunu da dâhil) karşı karşıya gelmesi olarak ilerlemektedir. Dolayısıyla Kürt köylüler için de “tarım” ve “toprak” sorunu, yeni pek çok önemli unsurla karışarak gündemin ba­şına doğru tırmanan bir seyir izlemektedir.

Kısacası; Türkiye’nin tarım sorunu em­peryalizme karşı mücadele sorunuyla iç içe geçmiş olarak politik gündeme oturmuştur. Bu yüzden de taban fiyatlar, ürünün kaça alınıp kaça satıldığı gibi sorunlar; sadece bu temel sorunun yansımaları olarak ortaya çık­maktadır ve emperyalizme karşı, Türkiye’nin bağımsızlığı ve elbette demokratikleşmesiyle bağlanmayan bir tarım-toprak sorunu, köylü­lük sorunu, düzen partilerinin istismar ettiği bir sorun olma ötesine geçemez.

IMF, DÜNYA BANKASI VE TARIM

Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde hızla yoksullaşan en önemli toplumsal kategori­lerden birisi de geçimini tarım ve hayvancı­lıktan sağlayan emekçi köylü kesimlerdir. Küçük ve orta üreticiler ile topraksız köylüler olarak da ifade edilen bu kesim nüfu­sun önemli bir bölümünü oluşturuyor.

“Düzenin direği” ve düzenin en sadık partilerinin oy deposu olarak görülen bu ke­sim, son yüz yıl içinde “statüko” savunucula­rının, milliyetçi ve mukaddesatçı düzen parti­lerinin yedeğinde, onların politikasının dayanağı olan bu toplumsal kategori, ülke nüfu­su içinde % 42,5 gibi önemli bir yoğunluğu oluşturmaktadır. Ve bu yüzden de “köylü­lük” olarak ifade edilen bu kesim, “Köylü milletin efendisidir” ninnisiyle uyutuldu.

Ancak, son yarım yüzyıl içinde küçük ve orta üretici yığınların desteği ile politika ya­panlar, “köylüyü kalkındırıyoruz” propagan­dası yaparken, bugünkü durumun, küçük ve orta üreticilerin tarım alanından silinmesi­nin, ülke tarımının çökertilmesinin de yolu­nu açıyorlardı. Çünkü köye traktörün, biçer­döverin, suni gübrenin sokulmasının, tarı­mın desteklenmesi adı altında köylünün borçlandırılması ve “ihracata yönelik üretim” ve özelleştirmelerin amacı; uluslararası tarım tekellerinin ve emperyalist ülkelerinin ancak 1950-’60 ve 70’li yıllarındaki tarıma destek gibi görünen ve DP ve AP tarafından “mucizevî kalkınma” politikası olarak propaganda edilen Dünya Bankası kontrollü tarım ve ta­rıma dayanan hafif sanayi kredileri; aslında tarımı ilerletmek için değil, tam tersine em­peryalizmin dünya hâkimiyeti ve tarımın bu hâkimiyete uygun yönlendirilmesi için kulla­nılmıştı. Çünkü o yıllarda dünya, tarım ülke­leri ve sanayi ülkeleri gibi bir bölünme içindeydi. Tarım ülkeleri, tarım ürünleri ve tarı­ma dayalı sanayi ile sınırlı olarak “kalkmıyor­du.” Bu ülkelerde ağır sanayinin gelişmesi ve bu ülkelerin gelişmiş ülkelerin yarı sömürge­si, yeni sömürgesi olmaktan çıkmaları bu yol­la engelleniyordu. Örneğin o yıllarda, Dünya Bankası, sadece tavukçuluk-balıkçılık gibi ta­rım alanlarında “program kredileri” sağlar­ken, ağır sanayi için hiçbir kredi imkânı (Bu yüzden o yıllarda kurulan başlıca sanayi iş­letmeleri SB kredisi ve teknolojik yardımıyla kuruldu) tanımıyordu. Çünkü sistem içinde Türkiye’ye biçilen rol buydu. Ve kredinin ko­şulu elbette ABD ve Avrupa’nın tarım ürünü ihtiyaçları ve ancak onların tarımda boşluk bıraktığı alanlara yönelikti.

Emperyalistler önce ihtiyaçları olan tarım ürünlerini ucuz temin edilmesi için Türki­ye’yi arka bahçeleri gibi gördüler. Teknoloji­nin gelişmesi ve kendi ülkelerinde tarıma ver­dikleri olağanüstü destek sonucunda, artan ürün fazlalığını eritmek için daha sonraları iyi bir pazar olarak gördüler. Politikalarını da buna uygun olarak yürüttüler ve dayattılar.

Nitekim 1970’lerin sonlarından başlaya­rak, ülkemize tarım ürünlerine yönelik des­teklemelerin kaldırılması için dayatmalarda bulunurken ABD ve AB ülkeleri kendi ta­rımlarını korumak için, ithalatı sınırladılar, gümrük duvarlarını yükselttiler, çiftçilere düşük faizli krediler verdiler (sübvansiyon ABD’de % 38, AB’de % 39 olarak uygulan­dı, hatta İsviçre’de çiftçinin eline geçen pa­ranın % 54’ü doğrudan devlet tarafından karşılandı), bugün de yüzde 5 olan Türki­ye’deki tarıma sübvansiyonu kaldırmayı IMF ile anlaşmanın ön şartı olarak öne sü­rerken kendi ülkelerinde bu sübvansiyon­lar yüksek oranlı olarak sürmektedir.

Kısacası kendi ülkelerinde tarımı des­teklemek için her yolu denediler ama Tür­kiye gibi ülkelere turizm ya da enerji kredi­si vermek için bile, tarıma yönelik yeni ta­vizler istediler; sübvansiyonları ve ülke ta­rımını destekleyen gümrük uygulamalarını kaldırmayı koşul olarak dayattılar.

Patronluğunu ABD’nin yaptığı ama bü­tün uluslararası tekelci sermayenin finans merkezi olan IMF ve Dünya Bankası, 70’li yıllarda etkinliğini arttırarak, uluslararası fi­nans kapitalin gerçek merkezleri haline gel­diler. Yeni sömürge ülkeler, bu finans mer­kezlerinden yeşil ışık almadıkça kapitalist dünyada kredi bulmalarına olanak olmadığı gibi, IMF’nin pençesine bir kez düştükten sonra da onun dayattığı ekonomik politika­ları uygulamaktan başka çıkar yolları yoktu.

Bilindiği gibi 24 Ocak Ekonomik Karar­ları Türkiye ekonomisinin “kurtuluşu” için IMF’nin 1975’ten itibaren dayattığı, işbirlik­çi burjuvazinin de gönülden desteklediği ka­rarlardı. Sözde, enflasyon önlenecekti. Enflasyonun nedeni olarak da her zaman oldu­ğu gibi işçi ücretlerinin yüksekliği KİT’lerin verimsizliği bazen de aşırı tüketim eğilimi gösterilse de bunlar “kamu finansman açığı­na” bağlanıyordu. Kamu finansman açığı denilen de, KİT’lere açılan krediler, tarıma ya­pılan sübvansiyon ve destekleme alımlarıydı!

Aşırı silahlanma, bürokraside şişkinlik, emperyalizme bağımlı ekonomik sistem, patronlara devlet hazinesinin yağmalatılması, eşe dosta peşkeş, tüm bunlar gözlerden saklanmak isteniyordu. Bu programın söz­cülüğünü, dolar maaşlı köşe yazarları, hü­kümetler, yazılı ve görsel medya ve sözde bilim adamları sürdürürken, programın asıl mimarları uluslararası finans merkezleriydi.

1970’li yıllardaki hükümetlerin emekçi yı­ğınların tepkisinden çekindikleri için bir tür­lü uygulamaya cesaret edemediği bu kararlar, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasındaki baskı koşullarında uygulanmaya konulmuştu.

Ama bütün propagandalara rağmen alı­nan kredilerin yarattığı geçici bir rahatla­madan sonra ekonomi daha da kötüye git­ti. Sosyal adalet daha da dengesizleşti. Emekçiler ve bu arada tarım kesimi gittik­çe yoksullaştı.

Zaten amaç ekonominin düzelmesi değil­di, düzelmezdi de. Amaç, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmalarıyla Türkiye’yi açık bir pa­zar haline getirmek, özellikle tarımı da çö­kertmekti. Çünkü artık dünya 1950’li, ’60’lı yıllardaki gibi tarım ülkeleri ve sanayi ülkele­ri olarak bölünmüyor; sanayi ülkeleri aynı za­manda tarım ülkeleri olarak da geliştiği için (1950’den itibaren tarım ülkesi olan geri ül­keleri öyle yönlendirmişlerdi ki, kendi tarım­ları iyice semirirken, geri ülke tarımları onlar tarafından giderek nefesi kesilen bir kulvara sokulmuştu. Şimdi de onları, serbest piyasa koşullarına çekerek son darbeyi vurmayı he­saplıyorlardı) artık eski tarım ülkeleri, tarım ve hayvancılık, orman ve balıkçılık gibi alan­larda bile bu gelişmiş ülkelerin pazarı durumuna, onlara muhtaç duruma getirilmişti.

İşte, Türkiye tarımının ve hayvancılığının ’80 sonrası başına gelenler, emperyalist ül­kelerin bu tarım politikalarının sonucudur.

Gerçi süreç istedikleri hızda yürütülemedi, üreticinin tepkisiyle (ve başka birçok etken nedeniyle) politikalarını istedikleri gibi uygulayamadılar. Ama bu arada; tarım girdileri (akaryakıt, gübre, ilaç, tohum, traktör vb.) sürekli zam gördü, maliyetler arttı. Uluslararası piyasada tarım ürünleri açısından rekabet etme şansı azaltılarak amaca varılmaya çalışıldı. Ancak asıl darbe­nin vurulması aşağı yukarı 20 yıl sonra ha­zırlanan ve bugün uygulamaya sokulan “ta­rım reformu” olarak lanse edilen ama aslın­da IMF-Dünya Bankası programından baş­ka bir şey olmayan son saldırıya kaldı.

İLK SALDIRI TEKEL-TÜTÜN’DE BAŞLADI

Bugün uygulamaya sokulan programın kökleri aslında 1984 yılına kadar gider: Emperyalist tekellerin iştahını en çok ka­bartan sektörlerden biri olan tütün ve TEKEL, saldırının da ilk hedeflerinden bi­riydi. Emperyalist tütün ve sigara tekelleri­nin baskısıyla 1984 yılında Amerikan tipi harmanlanmış sigara ithaline imkân veril­di. Türkiye’de yabancı sigara fabrikaları açılarak üretime başlandı. Cibali Sigara Fabrikası kapatıldı. Şark tipi tütün üretimi­ne kota uygulaması başlatıldı. Destekleme politikalarının devletin kamburu olduğu ve vazgeçilmesi gerektiği söylendi.

29 Aralık 1996 tarihli Resmi Gazete’de ya­yınlanan 8939 sayılı hükümet kararıyla, ’84 girişimi daha da ilerletildi: Amerikan tipi tü­tün üretiminin ve ithalatının, TEKEL aracılı­ğıyla devlet tarafından destekleneceği açıklandı. Gelinen noktada TEKEL’in sigara, içki fabrikalarının ve tüm tesislerinin tamamen el­den çıkarılmasının son hazırlıkları yapılıyor.

Tarım alanlarının ve tarıma dayalı sana­yi alanlarının emperyalist sermayeye ardına kadar açılmasında ilk adımın tütün ve TEKEL’den başlanması, rastlantı değildir.

Emperyalizm öncelikle tarım sektörün­deki en kârlı alana yönelmişti. Çünkü onla­ra göre Türkiye 65 milyon nüfusu ve 20 milyon sigara içicisiyle önemli bir pazardır.

Bugün gelişmiş kapitalist ülkelerde siga­ra kullanma alışkanlığına karşı etkin kam­panyalar yürütülmekte, akciğer kanserin­den ölenlerin yakınları, sigara tekellerinden mahkeme kararıyla trilyonlarca lira tazmi­nat almaktadırlar. Türkiye’de ise tam tersi­ne yabancı sigara içimi teşvik edilmektedir.

Bütün bu propagandanın temelini, kali­tenin artacağı bu alanda teknolojinin de gelişeceği iddiası oluşturuyordu.

Hâlbuki kendi yakın tarihimiz de gös­termektedir ki; emperyalist kapitalist dev­letlerin sömürge ve yarı sömürge ülkelerde tarımın gelişmesine yönelik girişimlerinin ülke ekonomisinin gelişmesi amacına yöne­lik olması mümkün değildir.

Tam tersine;

— Sadece kendi hammadde ihtiyaçları­nın karşılanmasına yöneliktir.

— Kendileri için kârlı olduğu sürece bu girişimleri ve ilişkilerini sürdürürler.

— En kısa zamanda en çok kâr elde edil­mesi mümkünse, o ülkedeki bir tarım kolu­nu desteklerler.

— Kendi ülkelerinde o tarım kolunda (ik­lim, toprak, su özellikleri vb nedeniyle) fa­aliyet sürdürülmüyorsa ya da başka ülke­lerde daha kârlı bir üretim yapmaları müm­kün değilse geri ülkelerdeki tarıma destek vermeleri de mümkündür. GAP’a ilgileri bu kategoridendir.

— Tohum ve tarım teknikleri konusunda bilgiyi sadece kendilerine saklayarak, bu alanda tekelleşirler, yatırımı ihtiyaç duy­dukları ürüne yapıp, diğer ürünler aleyhine gelişmesini sağlayarak, ülke ekonomisinde istikrarsızlık ve dengesizliğin büyümesine yol açarlar.

Bu tek yanlı çıkar ilişkileri, 1885’lerden itibaren çöküş sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana böyle devam etmiş­tir (sadece Kurtuluş Savaşından sonra 1930’lara kadar olan dönemi ayrı tutabiliriz).

Osmanlı’nın çöküş sürecinde “Duyunu Umumîye” ile ekonomi, en başta hemen tek ciddi tarımsal ürün olan tütün üretimi tamamen kapitalist devletlerin vesayeti altı­na girer. Ekonomi her şeyi ile bu devletler tarafından yönetilir.

Aradan geçen bu kadar zamana rağmen bugünkü tablo ana hatlarıyla aynen, bazı bakımlarından ise Osmanlı’nın son zaman­larına bile rahmet okutacak denli denetim ve dayatmalarla karşımızdadır.

BUGÜN OLANLAR DÜNÜN DEVAMIDIR

Bugüne kendiliğinden gelinmemiştir.

II, Dünya Savaşı’ndan sonra. NATO’ya giren Türkiye, ABD’nin dünya politikaları­nın ve ekonomik çıkarlarının tam bir des­tekleyicisi durumundadır. Türkiye’nin ko­numu ABD karşısında tipik bir “yeni tarz­da sömürge” konumudur.

ABD’nin başını çektiği emperyalist ül­keler 1950’li, ’60’lı yıllarda, kendi sanayile­rini geliştirirken, geri ülkeleri tarım ve tarı­ma dayalı sanayi ülkeleri haline getirmek istemekteydiler. Bu nedenle o dönemde açılan krediler tarım alanına yöneliktir. Traktör, biçerdöver, pulluk, gübre, tohum­luk vb. malların ithali için krediler açılmak­tadır. Ülkede traktör sayısı artar, sulama ve gübrelemenin yanı sıra sanayi bitkilerinin yetiştirme alanları hızla genişler. Üreticile­rin gelirlerinde artışlar olur.

Bu uygulanan politikanın görünen so­nuçlarının bir yanıdır.

Diğer yanda ABD savaş sırasında, tarım alanındaki üretimini devasa boyutlarda bü­yütmüştür. Savaş sonrası pazarı daralınca büyük miktarlarda tarım ürünleri stokuyla karşı karşıya gelmiştir. Bir yandan stokları eritmek diğer yandan yeni pazarlar bulmak için yeni politikalar geliştirmiştir.

Yapılan ikili antlaşmalarla ABD, aynı za­manda dünyanın en büyük tarım ülkesi ola­rak, Türk tarım ürünlerinin ihracatını açıkça kısıtlar. Sadece kısıtlamakla kalmaz, Türki­ye’nin tarım politikalarını doğrudan belirler.

ABD Senatosu elinde kalmış fazla tarım ürünlerini pazarlamak üzere PL 480 sayılı bir yasa çıkarır. Yasanın bir bölümünde kredi verme şartı şöyle açıklanmaktadır:

“… Yerli ve yabancı firmalara Ameri­kan tarım ürünlerinin pazarlanması ve tüketiminin arttırılması, dağıtılması ve kullanılmasına yardım edecek tesisler kurmak için verilir. Ancak Amerika’da üretilen veya imal edilen mallara rekabet maksadıyla ABD’ye ihraç edilmek için ya­hut Amerikan tarım malları veya imalatı­na dış pazarlarda Amerika ile rekabet edecek herhangi bir üretim veya imal için bu istikraz yapılmayacaktır.”

12 Kasım 1956 tarihinde ve daha sonra buna ek olarak yapılan 25 Ocak 1957 tarih­li ABD ile Türkiye arasındaki tarım ürünleri ile ilgili anlaşmalar bu çerçevede yapılmış, ABD lehine birtakım yaptırımlarla doludur.

Örneğin Türkiye’nin yetiştirdiği ve an­laşmada adı geçen veya benzeri mahsulle­rin Türkiye’den yapılacak ihracatın Ameri­ka tarafından kontrol edileceği açıkça an­laşmaya konmuştur: “… Türk ve Amerikan Hükümetleri Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini artır­mak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf edeceklerdir…”

Açıkça anlaşılacağı gibi her şey ABD’nin çıkarlarına uygun olarak düzenlenmiştir. Ayrıca Türkiye’ye borç verilmeyen ve ABD’den ithal edilen tarım ürünleri karşılığında Merkez Bankası’nda biriken parayı, tamamen ABD’nin istediği gibi kullanabileceği bir hüküm getirilerek, hükümete karşı bir şantaj unsuru olarak öne çıkarılmıştır. İthal edilen malların listesi şöyledir: Buğday, ar­pa, mısır, konserve sığır eti, peynir, süttozu, pamuk tohumu, soya yağı.

Ürünlerin hepsi dikkat çekicidir. Tarım­da özellikle bizim gibi ülkeler açısından üç önemli sektör vardır:

Hububat, Şeker Pancarı ve Hayvancılık.

Temel besin maddeleri olması dolayısıyla bu üç sektörün stratejik önemi vardır. İthal listesine baktığımızda hububat üretiminin bugün düştüğü durum, hayvancılığın iflas et­mesinin koşullarının daha o zamanlar bilinç­li ve planlı bir şekilde hazırlandığı görülür.

Aynı yıllarda Zeytinyağı Kararnamesi çı­karılarak, hem zeytinyağı ihracatı sınırlan­mış hem de sabun yapımında zeytinyağı kullanımı yasaklanmıştır. Sabun yapımında ABD’den ithal edilen soya yağı ve don yağı kullanılmaya başlanmıştır. Yine bugünkü zeytin ve zeytinyağı üreticilerinin içinde bulunduğu perişan durumun arkasında kimlerin olduğunu ve saldırının ne zaman başladığını gösteren gerçeklerdir bunlar.

Bununla da kalınmamış yapılan anlaş­malarla ABD Türkiye’nin buğday ihraç et­mesini de yasaklamıştır.

21 Şubat 1963 tarihli Zirai Maddeler Ti­caretinin geliştirilmesi hakkındaki 161 mil­yon dolarlık anlaşma ile ilgili olarak ABD’nin verdiği nota 23 Eylül tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu “Nota”nın iki maddesinde:

1. Zeytinyağı ihracatı 10 bin ton ile sı­nırlandırılırken, eğer bu sınırlamayı TC Hü­kümeti aşarsa, “aştığı miktar kadar ABD’de nebati yağı kendi kaynaklarıyla ithal edecek”tir.

2. Buğdayla ilgili ihracat sınırlamaları sürmektedir.

Açıkça görüldüğü gibi dünya gericiliği­nin merkezi ve mazlum ulusların ve halkla­rın amansız düşmanı emperyalist ABD’nin Türkiye tarımının geleceğini karartan uy­gulama, yaptırım ve saldırıları 50 yıl önce başlamış planlı bir şekilde katmerleşerek bugüne kadar sürmüştür.

Bunun içindir ki partimiz, “ABD Em­peryalizminin Türkiye tarımını destekle­mek için yardım ettiği propagandalarının arkasında, ABD’nin dünya pazarlarında kendi tarım ürünlerini rakipsiz kılma po­litikası yatmaktadır” demektedir.

Çok açıkça görüldüğü gibi, Türkiye’ye hem tarım ülkesi rolü biçiliyor, hem de ta­rım üretimi engellenip, tarım ürünleri ihra­cı sınırlanıp baltalanıyor. Tarıma, ABD’nin çıkarlarına zarar vermeyecek şekilde geliş­mesi için yön veriliyor. Dolayısıyla zaman içinde Türkiye’nin sadece bazı maddelerde değil, buğday gibi en stratejik ürünlerde bi­le ABD’nin pazarı olması için programlar geliştiriliyor. “Herkese sınırsız ticaret öz­gürlüğü” diyen ABD kendi tarımı, kendi ül­kesinin çıkarları söz konusu olduğunda sa­dece ülke sınırları içinde değil, dünya paza­rı içinde de koruyucu önlemler alıyor.

Öte yandan bugün gelinen noktada ABD ve AB ülkeleri kendileri için koruyu­cu önlemleri tarım ürünleri açısından ısrar­la yürürlükte tutarlarken (AB ile ABD ve Kanada arasındaki en büyük kavga tarım ürünlerinin koruyuculuğu üstüne oluyor. AB ülkeleri, kendi tarımlarını ABD’ye karşı koruma önlemleri alırken ABD bu önlemle­ri serbest piyasa koşullarına aykırı bulup bu ülkelere karşı “yaptırımlar uygulayaca­ğı” tehdidini savuruyor), Türkiye’ye koru­yucu önlemleri kaldırmasını, gümrük du­varlarının düşürülmesini öneriyorlar, önermekten öte IMF anlaşmalarıyla bastırıyor­lar, şart koşuyorlar.

En son ABD’nin Seattle kentindeki WHO (Dünya Ticaret Örgütü) toplantısında yaptığı konuşmanın bir bölümünde ABD temsilcisi zat; “Biz Amerikan çiftçisinin çıkarlarını savunmak durumundayız” di­yor. AB ülkeleri anlaşmayı imzalamamasına rağmen, Türkiye’yi temsilen giden Tunca Toskay imzalıyor.

Anlaşma, tarımda “tam bir liberalizasyon” amaçlıyor. Taban fiyatı uygulamasının tamamen kaldırılmasını, tarım ürünleri it­halatına uygulanan vergilerin sıfırlanması­nı içeriyor.

Burada amaç açıktır ve girdiği pazarda kendisine karşı direniş gücünü kırmaktır.

Örneğin Türkiye’de çiftçi; mazotu dünya fiyatlarının 3 katına, traktörü 2,6 katına al­maktadır. Gübre, tohum, ilaç, yem gibi ta­rım girdilerinde de aynı durum yaşandığı için Türkiye çiftçisinin rekabet etme şansı tamamen ortadan kalkmaktadır. Bütün bunlarla taban fiyatlarının maliyetin altında belirlenmesi, devletin destekleme alımları­nın kaldırılması, piyasanın tamamen tücca­ra terk edilmesi, ödemelerin uzun süreye yayılarak taksitlendirilmesi ve geciktirilmesi eklenince, her yıl büyük bir umutla ürünü­nü eken çiftçi sonunda zarar etmekte, ülke­de ekilemeyen arazi alanı hızla artmaktadır.

1960’lı yıllarda, hatta 70’li yılların başın­da, gıda maddeleri ihtiyacı yönünden dünya­da kendi kendine yeten yedi ülkeden biri ol­makla övünen Türkiye (Demirel, yandaşları­nı motive etmek ve sistemi eleştirenlere ya­nıt vermek için bu iddiayı sıkça kullanırdı), artık tarım ürünleri yönünden de emperya­lizmin açık pazarı haline gelmektedir.

Emperyalist ülkelerin istediği de budur.

Oyunun son perdesi 57. Hükümet döne­minde IMF’ye verilen “Niyet Mektubu” ve sanki tarıma iyilik yapılıyormuş gibi sunu­lan “tarım reformu” çerçevesinde oynanma­ya başlandı.

57. HÜKÜMET, IMF VE TARIM

Cumhuriyet tarihinde, işçi emekçi hakla­rına saldırı konusunda, “hangi hükümet en pervasızdır” diye bir soru sorulsa hemen herkesin aklına, “57. Hükümet” cevabı gelir.

AB’ye uyum ve sözde yeniden yapılanma programı çerçevesinde 57. Hükümet, sadece işçi ve emekçi hakları açısından değil, ulus­lararası sermayenin ve işbirlikçilerinin bütün öneri ve dayatmalarına boyun eğerek ülke­nin geleceğinin ipotek altına girmesini sağla­mıştır. Kapitülasyonlardan daha ağır koşul­lar içeren IMF dayatmalarına boyun eğildiği gibi, “Tahkim” bir gece yarısı operasyonu ile Meclis’ten geçirilip kabul edilmiştir.

Önceki hükümetlerin girdiği yolda iler­leyen 57. Hükümet’in IMF’ye verilen niyet mektubunda tarımla ilgili bölümde yapıla­caklar özetle şöyleydi:

“2000 yılından itibaren desteklenen ürün sayısı azaltılacak, 2001 yılından itiba­ren destekleme uygulamasına son verile­cek. Destek alımları yerine üreticiye doğru­dan parasal destek verilecek, tarımda yapısal değişiklikler hızla gerçekleşecek (bunun adına reform dediler), özelleştirmeler hızla uygulanacak, ithalat serbest kalacak.”

Bu birkaç cümlenin Türkiye ekonomisi, orta ve küçük üreticiler için anlamı şudur: Türkiye tarımı çökertilecek, ülke 65 milyon nüfusuyla tarım ürünleri yönünden de em­peryalizmin açık pazarı haline gelecektir!

Çünkü Türkiye’ye “tarımı destekleme”nin kaldırılmasını dayatanlar kendi ül­kelerinde tam tersini yapıyorlar. ABD’de sübvansiyon % 38, AB ülkelerinde % 39’dur. İsviçre’de çiftçinin eline geçen pa­ranın % 54’ü doğrudan devlet tarafından karşılanmaktadır. Yine IMF’nin dayattığı ve desteklemenin tamamen kaldırılmasının ze­minini hazırlayan ve bir geçiş sistemi olan DGD sistemi (Doğrudan Gelir Destekleme) Türkiye’ye uygun bir sistem değildir ve bu­günkü koşullarda sadece büyük çiftlik sahi­bi çiftçiler ve toprak ağaları DGD’den ya­rarlanacak, asıl desteğe ihtiyacı olan küçük ve orta üreticiler ve topraksız 200 bin çift­çi ailesi yararlanamayacaktır.

Bu uygulamaya, Tarım KİT’lerinin özel­leştirilmesi ve kamu bankalarının tarıma yö­nelik kredi faizlerinin “ticari faizler” düzeyi­ne yükseltilmesi eklenince; tarımın itildiği çıkmazın anlamı daha iyi anlaşılacaktır.

Şöyle ki;

Türkiye’de tarım kesimine kredi akta­ran organize kredi kaynakları 1. Ziraat Bankası, 2. Tarım Kredi Kooperatifleri, 3. Tarım Satış Kooperatifleri’dir.

55. Hükümet döneminde (Mesut Yılmaz Hükümeti) Ziraat Bankası’nın üreticiye ver­diği kredilerin hem faiz oranları arttırılmış, hem de kredi almanın koşulları ağırlaştırıl­mıştır. 57. Hükümet döneminde aynı uygulama devam etmekte; Ziraat Bankası işlevsizleştirilerek özelleştirmenin önü açılmaktadır.

Ziraat Bankası’nın dışında diğer organi­ze kredi kaynaklarının da faiz oranları art­tırılmış işlev açısından çiftçiye destek veren rolleri iyice zayıflatılmıştır. Onun için bu­gün DPT’nin verilerine göre tarımda kulla­nılan kredinin Adana’da yüzde 45’i, Sam­sun Bafra’da yüzde 47’si, Denizli’de yüzde 45’i, Ankara’da yüzde 60’ı organize olma­yan kaynaklardan (yani tefecilerden) sağ­lanmaktadır.

Desteklemenin kaldırılması ve kredi ola­naklarının yok edilmesinin ardından tarım alanına yönelik en büyük saldırılardan biri özelleştirmelerdir. SEK (Süt Endüstrisi Ku­rumu), EBK (Et Balık Kurumu), Yem Sana­yisi gibi kuruluşlar özelleştirmenin ilk he­defleri olmuşlardır. Böylece, tarım ve hay­vancılığın en önemli dayanakları yıkılmıştır.

Şimdi sıra, Tarım Satış Kooperatifleri’nin tasfiyesine gelmiştir. 16 birlik 415 ka­dar kooperatifin önümüzdeki birkaç yıl içinde tasfiyesi planlanmaktadır. Oysa TA­RİŞ, ÇUKOBİRLİK, ANTBİRLİK, FİSKOBİRLİK, TRAKYABİRLİK gibi tarımsal ko­operatif birlikleri ile TEKEL, Şeker Fabrikaları ve TMO gibi kuruluşlar tarımda sis­temin temel taşlarıdır. Ama IMF’nin ve 57. Hükümetin, toplumsal kurum ve kuru­luşlar ile tarımdaki emekçi kesimlere des­tek veren kuruluşlara tahammülü yoktur. Onun için hükümetin “Birlikler” ile ilgili yasayı da çıkarması IMF ve Dünya Bankası yetkilileri tarafından övgü ve alkışlarla kar­şılandı. Çünkü böylece, tarım üreticileri çok önemli bir destekten daha yoksun bıra­kılırken, üretici, tamamen serbest piyasa koşullarının ve dünya piyasasının kurtları­na teslim edilmiştir.

Sıra, bir milyon çay üreticisini ilgilendi­ren ÇAYKUR, üç milyon tütün üreticisini il­gilendiren TEKEL ve şeker fabrikalarının özelleştirilmesindedir.

Şeker fabrikalarını özelleştirmenin or­tamını yaratmak için yıllardır bilinçli politi­kalar izlenmektedir. 1996 yılına kadar sü­rekli kâr eden Şeker Fabrikaları AŞ, 1997 yılını 4 Trilyon 500 Milyon TL zararla ka­patmıştır. Bu açıkça bir sabotaj hareketidir. Ve tarımda çok temel bir sektör olan şeker pancarı üretimi ve hammadde sağladığı şe­ker fabrikaları işletmeleri açıkça IMF’nin istekleri doğrultusunda sabote edilmiştir.

Bu politikaların sonucu olarak, iki mil­yona yakın şeker pancarı üreticisinin önemli bir holümü, borçları yüzünden traktörlerini salmak zorunda kalmış, icra kap­larında sürünmektedir.

DÜZEN PARTİLERİNİN İKİYÜZLÜ POLİTİKALARI

Şimdi parlamentodaki muhalefet partile­ri DYP ve FP; 57. Hükümetin çiftçiyi dü­şürdüğü zor durumu kullanarak politika yapmakta, buradan siyasi rant sağlamaya çalışmaktadırlar. Hatta çiftçi mitinglerinde boy göstermekte, gelinen bu noktada kendi­lerinin sorumluluğu yokmuş gibi davrana­rak, çaresizliğe ve iflasa sürüklenmiş köylü yığınlarını kendi siyasetlerinin dolgu mad­desi olarak kullanmayı amaçlamaktadırlar.

Hâlbuki şeker pancarındaki tahrip edici uygulamaların en somutu 1993 yılında Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde ya­şandı. O dönemde pancara 1000 Lira gibi son derece düşük bir fiyat verildi. Çiller “gerekirse açığımızı ucuz ithal şeker ile ka­patırız” gibi sözler söyledi. Aldığı parayla maliyetleri karşılayamayan çiftçi ertesi yıl şeker pancarı ekmedi. 4 Milyon 100 bin de­kar olan pancar ekimi 2 milyon 300 bin de­kara düştü. Üretim iç tüketimi karşılayamayınca, şekerde ithalat yolu açıldı, kara para aklayıcılarına ve vurgunculara gün doğdu. Çünkü Türkiye’de bir ton şekerin maliyeti 650 dolar civarındayken, ithal şeker nakli­yesi, gümrük fonu ile 550 dolar civarınday­dı, yurda kaçak sokulan şekerin maliyeti ise 300 doları geçmiyordu. İthalatçılar, ka­çakçılar büyük paralar kazanırken, ülkede şeker bolluğu yaşandı. Bu durum PANKOBİRLİK fabrikalarında üretimi vurdu, Şeker Fabrikaları AŞ’nin günlük 6000 ton şeker satışı 2000 tona kadar düştü.

Fiyatlar tüketiciye yansımadı, üretici yoksullaştı, sefil oldu, şeker fabrikaları za­rar etti. Ama kaçakçıların, vurguncuların, IMF’nin istediği oldu.

Şeker pancarının küspesi hayvan yemi olduğu için dolaylı olarak hayvancılık da bu tahribattan etkilendi.

23 Temmuz 2000 tarihinde FP lideri Kutan. Giresun’da çiftçilere dönük bir mi­ting düzenledi ve çiftçiyi vuran politikaları, Hükümeti ve IMF-Dünya Bankası dayatma­larını eleştirdi. Hâlbuki 1996 yılında Refah-Yol döneminde “Birliklerin özerkleşti­rilmesi” kanun tasarısını meclise onun par­tisi ve diğer “çiftçi dostu” parti DYP sun­muştu. Bu tasarı ile birlikte, kooperatif­lerin, fabrikalar ve tesisler diye ikiye ayrılıp satılmasının yolu açılmıştı.

Yani işin gerçeği, parlamentodaki bütün partiler tarımın çökertilmesi için adeta bir­birleriyle yarış içine girmişlerdir. Yıllardır KİT’ler, KİK’ler ve Tarım Satış Kooperatifleri’ni halkın gözünden düşürmek, bunları yük gibi göstermek için ellerinden geleni yaptılar. Kasten zarara uğrattılar. Oysa gerçekler böyle değildi. Ne var ki emperya­lizm, Türkiye tarımını, onu ayakta tutan te­mel taşları yok etmeye kararlıydı. Her ge­çen yıl küçükbaş ve büyükbaş hayvan sayı­sındaki azalma bu açığın azalmayacağını, daha da büyüyeceğini gösteriyor.

Türkiye’nin, tarımsal alandaki emperya­list tekellerin bir açık pazarı haline gelme­si için her şey yapılıyor.

En son buğdayda oynanan oyun çiftçile­ri isyan noktasına getirdi. Gübre fiyatları aşı­rı derece yükselirken buğdaya 102 bin TL fi­yat verildi. Hâlbuki 1 kg buğdayın maliyeti 122 bin TL idi. Verileri fiyat maliyetin altın­da olduğu gibi bu miktar bile üreticinin eli­ne geçmedi. Üretici buğdayı 75–80 bin TL’den satmak zorunda kaldı. Edirne Ziraat Odası Başkanı’nın dediği gibi “IMF ve Dün­ya Bankası’na çiftçi kurban edilmiştir. Bu fiyatlarla çiftçi ve tarım yaşayamaz.”

Buğday taban fiyatında da görüldü ki uluslararası tekeller, tarımı bütünüyle ba­tırmaya yönelmiştir ve IMF ve Dünya Ban­kası bu batırma rolünü planlayan ve daya­tan kurumlar olarak rol oynamaktadır.

Bu yüzden Türkiye’de “tarım sorunu”, emperyalizme karşı mücadeleye açık bir şe­kilde bağlanmıştır Böyle bir mücadelenin dayanaklarının tarımla uğraşan çok geniş bir kesim olduğu ortadadır. Yoksul toprak sız köylü, küçük toprak sahipleri, hatta or­ta köylülük, saldırı politikasından en fazla etkilenen kesimdir. Bunların tümü; bugün gelinen noktada, IMF ve onun tarım politi­kalarına karşı birleşmiş durumdadır. Bu yüzden bugün, köylülüğün emperyalist po­litikalardan zarar gören kesimlerinin em­peryalizme karşı mücadelede birleştirilme­si bu alanda yakalanacak temel halka ola­rak görülmektedir.

Daha, yakın bir geçmişe kadar, üretici köylülük kesimi ve köylülük bu konuda gerçek düşmanlarını görebilmekten uzaktı. Sorunu A partisinin becerisine, B partisi­nin çiftçi düşmanı veya dostu olmasına bağlıyordu. Ama bugün artık üreticiler “Kah­rolsun IMF Bağımsız Türkiye” diye haykırıyorlar. Cottarelli’yi hepsi tanıyor ve lanet okuyorlar. 14 Haziran’da Manisa’da yapı­lan kapalı salon toplantısına katılan üretici­ler tepkileriyle bunu ortaya koyarak, daha büyük, daha yaygın, sonuç alıcı eylemlerin yapılması gerektiğini ifade etmişlerdir.

‘İŞÇİ-KÖYLÜ EL ELE’ EMPERYALİZME KARŞI

Geç kalındığını söyleyebileceğimiz bu ayağa kalkışın ilk mitingi 23 Haziran’da Te­kirdağ Cengiz Topel Meydanı’nda yapıldı. 20 binin üzerinde çiftçinin katıldığı miting­de insanlar mücadele azim ve isteğiyle do­luydu. Belki de Türkiye tarihinde çiftçiler ilk defa; “İşçi-çiftçi el ele genel greve” slo­ganları attılar.

Türkiye üreticisi yıllardır çektiği acılar­la düşmanını görmeye başladı. Uluslararası sermaye, IMF ve işbirlikçi hükümetler bu öfkeden paylarına düşeni alacaklar.

Bölgedeki partili arkadaşlarla Tekirdağ köylerinde yaptığımız gezi ve ülkenin baş­ka bölgelerinde gördüklerimiz, sermaye hükümetlerine, IMF’ye öfkeyi doğrular ma­hiyetteydi. Tekirdağ’ın “sosyal demokrat” gelenekli köylüleri sosyal demokratına da, demokratik solcusuna da, dincisine de, her tür istismarcı partiye ateş püskürüyordu.

Aynı tepki, 22 Temmuz tarihinde Petrol-İş’in Kütahya’da TÜGSAS ve İGSAŞ’ın sa­tılmasını engellemek için yaptığı mitinge de yansıdı.

(Gübre sanayisinin tamamen özel sektö­rün eline geçmesinden en büyük zararı gö­recek olan kesim, fabrikada çalışan işçilerin yanında tarım kesimidir. Zaten aşırı fiyat ar­tışları sonucunda yılda 20 milyon ton gübre kullanılması gerekirken, sadece 5 milyon ton gübre kullanmak zorunda kalan üretici­ler, gübre fabrikalarının özel sektörün eline geçmesiyle birlikte bu ölçüde bile gübre kullanamayacaklarını düşünüyorlar.)

Bu nedenle Kütahya çiftçileri Petrol-İş’in düzenlediği mitinge aktif olarak katıl­dılar. Ve bu yine Türkiye tarihinde nadir gerçekleşmiş ortak işçi köylü eylemlerin­den biridir. Böyle bir bilincin uyanmaya başlaması ise; partimiz ve ülkemizin tüm demokratları için son derece önemle dikka­te alınması gereken bir gelişmedir.

Önümüzdeki günlerde, hem acımasızca uygulanan tarım politikalarına karşı, hem de uluslararası sermayenin her alandaki kapsamlı ve çok yönlü saldırılarına karşı iş­çi ve köylü birliğinin anti-emperyalist bir mücadele ekseninde kendini göstermesinin bütün koşullarının iyice olgunlaşacağı gö­rülmektedir.

Bütün bir ’60’lı, ’70’ yılların mücadele günlerinin “İşçi köylü el ele” sloganı etra­fında sürdürülen tahlil ve eylemlere sahne olduğu düşünülüp ve son 15 yıldır köylülü­ğün devrimci ve demokrat kesimlerin lite­ratüründen çıkarılmış olduğu göz önüne alındığında bu gelişmeler; son derece önemlidir. Çünkü Türkiye’de köylü-tarım sorunu emperyalizme karşı mücadele ile çok açık bir biçimde iç içe geçmiş ve ona bağlanmıştır.

Partimizin 2. Kongre Kararları’nda be­lirtildiği gibi; “Ulusal tarım politikası em­peryalizm ile çelişir.

Sermaye partileri­nin hiçbiri emperyalizme karşı olan ta­rım politikalarını ortaya koyamazlar. Bu nedenle bu politikaları ortaya koymak, savunmak, ulusal sanayi programına bağ­lamak bugün partimize düşmektedir.”

Bu anlayışla, birçok il örgütümüzün bu alandaki temsilcilerinin katılımıyla, Anka­ra’da merkezi bir toplantı yapılmış; tarım sorunu tartışılarak, köylülük içinde bu ek­sende sabırlı, kesintisiz bir çalışma yürütülmesi, üreticilerle mutlaka buluşulması, ta­banda yapılacak çalışmalarla “bölgesel üre­tici kurultayları” düzenlenmesi, daha sonra merkezi bir kurultayla, tarım sorunlarını tartışıp gerekli kararların alınması için girişimler yapılması kararı alınmıştır. Bugün birçok bölgede, tam istenildiği gibi olmasa da, bu çalışmalar yürütülürken, EMEP üre­ticilerin günlük mücadelesi içinde yer al­ması gerektiğinin, düne göre daha çok bilincinde olarak bir yandan köylülüğü kendi içinde birleştirme, işçilerle ve diğer emekçi kesimlerle köylülüğün birleştirilmesi vb. konularında çabalarını sürdürmektedir.

Hiç kuşkusuz, antiemperyalist tutumun köylülük içinde yaygınlaşmasına karşın; köylülerin mücadeleci örgütlere sahip olma­ması (Köylü örgütü olarak ortaya koyan Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin (TZOB) yö­netim ve denetim kurullarının zengin köylü­ler, büyük toprak sahipleri ve toprak ağala­rının elinde olması köylü mücadelesinin en önemli sorunlarından birisidir) ve köylülük üstünde düzen partilerinin etkinliğinin sür­mesi, bu alandaki mücadele açısından bun­dan sonrası için de handikap olmaya devam etmektedir. Bu yüzden Partimizin kurultay çalışmalarında, aynı zamanda köylülüğün örgütlenmesi için de TZOB’un aktifleşmesi ve mücadeleci köylü örgütlerinin ortaya çık­masının yolunu açacak bir perspektifle yü­rütülmesi esas alınmıştır.

MÜCADELECİ, ANTİ-EMPERYALİST BİR KÖYLÜ HAREKETİ İÇİN

Özellikle son yirmi yılda, Gümrük Birli­ği ile koruma duvarları kaldırılır, tarım ürünleri alanında ithalat serbest bırakılır­ken, tarım girdilerine sürekli zam yapılmış, ürün fiyatları düşük tutulmuştur. Tarımsal KİT’ler ve KİK’lerin özelleştirilmesi ve “Ta­rım Reformu” vb. peş peşe yasalaştırılırdı, “birlik”lerin özelleştirilmesine başlandı; sübvansiyonlar kaldırıldı, temel ürünlere kota uygulaması her gün daha ilerletilirken “hayvancılığın çöküşü” bizzat Demirel tara­fından “elbirliği ile hayvancılığı batırdık” diye ilan edildi. Bütün bu gelişmeler olup biterken, var olan üretici örgütleri, olup bi­ten hakkında açıklama yapmak, kınamak, “protesto ediyoruz” demek ötesinde bir aktiviteye sahip olamamıştır. Protestocu bir mantığı aşamamışlardır.

Bugünlerde yapılan kurultay çalışmala­rı, Türkiye’nin her köşesinde, bu mantığı aşmanın, köylülüğü anti-emperyalist bir mücadelede birleştirmemin çabalarıdır.

Yürütülen çalışmalar partimizin 2. Kongre Kararları’nda belirtildiği gibi, şu ta­leplerin öne çıkarılması doğrultusunda iler­lemektedir:

1. IMF ve Dünya Bankası’nın tarım po­litikalarına son verilmeli, bu alanda yapılan ikili anlaşmalar (GATT, DTÖ, AT ve ABD ile anlaşmalar) iptal edilmelidir.

2. Türkiye tarımını yok eden, AB ülkele­rine üstünlük sağlayan, koruma duvarlarını kaldıran Gümrük Birliği anlaşması feshedilmelidir.

3. AB’ye uyumlu tarım politikalarından vazgeçilmeli, AB’ye girilmemelidir.

4. Tarım ve hayvancılık sektöründeki tüm özelleştirme çalışmaları durdurulmalı, yapılanlar iptal edilmelidir.

5. TÜGSAŞ ve İGSAŞ’ın özelleştirilmesi çalışmaları durdurulmalı, yeni gübre fabri­kaları açılmalıdır.

6. Yabancı sigara tekellerinin faaliyetle­ri ve TEKEL üzerindeki özelleştirme çalış­maları derhal durdurulmalı, kapatılan fab­rikalar, modernize edilerek yeniden açıl­malıdır.

7. Türkiye’deki toprak mülkiyeti eşitsiz dağılmıştır, adil bir toprak reformu mutla­ka yapılmalıdır.

8. GAP’ın yerli ve yabancı tekellerin yağ­ma alanları olarak kullanılması önlenmeli­dir. Bölgede köylülüğün yararına toprak re­formu ve adil düzenlemeler yapılmalıdır.

9. Canlı hayvan ve et ithalatı yasaklan­malı, ucuz krediler ve bilimsel çalışmalarla hayvancılık desteklenmelidir.

10. Taban fiyatları, üretici birlikler ka­nalıyla üreticiler belirlemeli, ödemeler pe­şin yapılmalıdır.

11. Tüccarın egemenliğinde olan tarım borsaları, tarımda desteğin tamamen çekil­mesi demek olan DGD (Doğrudan Gelir Destekleme) uygulamaları kaldırılmalıdır.

12. Ziraat Bankası üreticiye yeterli, ucuz ve kolay kredi vermeli, bankanın özel­leştirme çalışmaları durdurulmalıdır. Tarım Birlikleri ve tarımsal KİT’lerin özelleştiril­mesi durdurulmalı, özelleştirilenler yeni­den kamulaştırılmalıdır.

13. Stratejik bölgelerde (iklim ve toprak yapısına göre) değişik amaçlı tarım işletme­leri genel müdürlükleri kurulmalı (TİGEM), bilimsel araştırma ve desteklemeler­le, bunlar sektörün bölgedeki merkezi olmalı, işletmelerin yönetimine üretici temsil­cileri seçimle gelmeli, yöneticilerin görev­den alınma yetkisi de üreticilerde olmalıdır.

14. Üreticinin doğrudan söz sahibi ol­duğu tarım politikaları üzerinde söz söyle­yebilen, fikir üretip onların belirlenmesin­de dolaysız rol oynayan, taban fiyatlarını belirleyen, en geniş üreticiyi, onların talep ve çıkarları üzerinde bir araya getirebilen üretici birlikleri oluşturulmalıdır.

Bunlar tarım ve hayvancılıkla uğraşan insanların haklarını koruma ve emperyalist talana direnme temelinde meşru mücadele örgütleri olmalıdır.

ÜRETİCİLERİN ÖRGÜTLENME ZORUNLULUĞU

Tarımla ilgili olan herhangi bir kurum, kuruluş, dernek vb.nin, tarımda yaşanan em­peryalist talan sürecine seyirci kalması, en ha­fif deyimiyle kendini inkâr etmek demektir.

Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi il­gili kurum ve kuruluşların yeterli tepkiyi gösterdiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü adı geçen bu örgütlerin hemen hep­si devlet eliyle kurulmuş olan (TZOB, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri, Tarım Kredi Kooperatifleri, Ziraat Bankası, TMO, TZDK, Şeker ve Tütün Şirketleri vb.) örgütlerdir.

Devlet eliyle kurulduğu gibi onun, de­netiminde, yönlendirmesinde, desteğinde olan, demokratik olmayan yollardan ya da doğrudan “tayin”le gelen yöneticileri; ser­mayenin çıkarları doğrultusunda davran­mayı bir gelenek haline getirmişlerdir.

Böyle olduğu, özerk ve demokratik ol­madığı için de devletin kabullenip uygula­maya soktuğu, IMF ve Dünya Bankası eti­ketli emperyalist tarım politikalarına karşı, ulusal tarım politikalarını savunarak, ol­ması gereken tepkiyi gösterememiştir.

Bugünkü temel ihtiyaç, üreticilerin et­kili bir biçimde örgütlenmesidir. Devlet bu alandaki koruyucu politikaları terk ede­rek, emperyalist politikalara tamamen tes­lim olmuştur.

Bu politikalara karşı koyup, kendi poli­tikalarını oluşturmak, uygulama koşulları­nı belirlemek, yaptırım gücü olmak tarımın, ülkenin geleceğinin, ülke insanının gelece­ğinin savunulması zorunlu, kaçınılmaz bir görev olarak karşımızda durmaktadır.

En geniş üreticileri kendi talepleri etra­fında birleştiren, meşru mücadele örgütle­ri, “Üretici Birlikleri”, yani örgütlü üretici­ler bu zorlu görevin üstünden gelebilir.

Ülke nüfusunun % 42,5’ini doğrudan il­gilendiren bu kesimin örgütlenmesi de­mokrasi mücadelesi açısından da önemli bir kazanç olacaktır.

Bu birliklerin amacı ne olacaktır?

1. Üreticilerin çıkarlarını savunma.

2. Emperyalist tarım politikalarına kar­şı ulusal tarım politikalarını savunma (da­ha önce belirttiğimiz talepleri kararlı bir şekilde savunma).

3. Yenilik ve gelişmeleri izleme, onların yayılmasını ve benimsenmesini sağlama.

4. Üreticinin öz örgütü olarak politik baskı grubu oluşturma, kendi talepleri için verdiği mücadeleyi demokrasi mücadele­siyle birleştirme.

5. Verimlilik ve kalitenin arttırılması için gerekli girdi ve teknolojilerin sağlan­ması için mücadele edilmesi, bu amaçla, Zi­raat Mühendisleri Odası ve öteki meslek kuruluşlarıyla ortaklıklar sağlama.

6. Kırsal kesimin ekonomideki etkinliği­ni arttırmak için mücadele.

7. Tarım üreticisinin gelir ve yaşam dü­zeyini yükseltmek için mücadele… Vb. ol­malıdır.

Amaçlarını daha da genişletebileceği­miz bu örgütlerin yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarıya doğru kurulması esas alınmalı, üreticiler tartışma, geliştirme ve kuruluş sürecine doğrudan katılmalıdır. Birliklerin amaçları, talepleri yerel somut önerilerle zenginleştirilmelidir.

Dünyanın birçok ülkesinde, işçilerin, memurların sendikaları gibi örgütlenme­ler, meşru mücadele örgütleri olarak ta­rım politikalarında doğrudan rol oyna­maktadırlar.

Türkiye’de genel nüfusun yüzde 42,5’ini istihdam eden bu sektör, GSHM içinde ancak yüzde 15-16’lık bir pay alabil­mektedir.

Partimiz; yukarıdaki perspektif doğrul­tusunda bir çalışmayı başlatmış ve sürdür­mektedir. Ancak henüz çalışmanın çok ba­şında bulunduğumuz ve önümüzde çetin görevler bulunduğu da bir gerçektir. An­cak üretici köylülük tarihinde hiç olmadı­ğı kadar sorunlarının ve bu sorunların kaynağının farkındadır, bu da bizler için son derece önemli bir dayanaktır.

Çünkü hiçbir dönem köylülüğün müca­delesinin anti-emperyalist mücadeleyle bir­leştirilmesinin koşulları bu kadar uygun olmamıştı.

GAP VE EMPERYALİZM

Bugün GAP bölgesi binlerce dönüm ba­kir, dinlenmiş toprağıyla, 17 hidroelektrik santral, 22 milyar KW saat elektrik üretimi kapasitesi ile emperyalistlerin iştahını ka­bartmaktadır.

GAP’ta önümüzdeki yıllarda dünyanın en fazla ihtiyaç duyacağı üç önemli unsur vardır: Toprak, Su, Enerji.

Bu nedenle herkesin gözü burada, ABD’nin, AB emperyalistlerinin, İsrail’in gö­zü GAP’ta. IMF ve Tahkimle, MAl ve MIGA ile Türkiye’yi köşeye sıkıştırmışlar, pastadan nasıl pay alacaklarının hesabını yapıyorlar.

Çünkü tüm dünyada bilinçsiz ve aşırı kimyasal madde kullanımı topraklan öldü­rüyor, verimsizleştiriyor. Buna karşılık GAP bölgesi bu açıdan da bakir topraklara sahip.

Bilimsel verilere göre bugün, tüm dün­yada kullanılan sudan yüzde 17 daha fazla tatlı suya ihtiyaç var.

17–22 Mart 2000 tarihlerinde Hollanda Lahey’de yapılan “Dünya İkinci Su For­umu” toplantısında yapılan tartışmalarda şu sonuçlar ortaya çıktı.

Dünyada temiz suyun en büyük müşte­risinin tarım sektörü olduğu görülüyor ve dünyadaki temiz su kaynaklarının % 70’i bu amaçla kullanılıyor.

Yine dünyada 1,2 milyar insan temiz iç­me suyu kullanamıyor. 2,3 milyar insan ye­terli temizlik olanaklarından yararlanamı­yor. Her yıl 5 milyonu aşkın insan bu yüz­den yaşamını yitiriyor.

1950’de dünyada birkaç ülke su soru­nundan etkilenirken 20. yüzyılın sonların­da aynı sorundan 26 ülke etkileniyor. 2050 yılında etkilenen ülke sayısının 66’yı bula­cağı, bunun da dünya nüfusunun üçte ikisi olduğu belirtiliyor.

Su kaynakları için yapılan yıllık yatırı­mın 70–80 milyar dolardan 180 milyar dola­ra çıkarılması gerektiği belirtiliyor.

Yoksa onlar Diyarbakır’ın arıtma tesisle­ri, Dicle’nin temizliği ile neden ilgilensin­ler? Kürt sorunu, demokrasi ve insan hak­ları ile neden ilgilensinler? Onları asıl ilgi­lendiren 21. yüzyılda en değerli olacağı açık olarak görülen Toprak, Su ve Enerji faktörüdür.

Bunun için bölgeye yabancı heyetlerin biri gitmeden öteki geliyor.

Özgürlük Dünyası’nın Temmuz sayısın­da Ayhan Özgür, bu konuyu geniş bir şekil­de ele aldığı için burada daha fazla ayrıntı­ya girmeyeceğiz.

TEK ÇIKAR YOL ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELEDE BİRLEŞMEK

Yazıyı bilinen bir öyküyle bitirmek isti­yorum.

Afrikalı Zenci lider anlatır:

“Beyazlar geldiğinde bizim geniş bere­ketli topraklarımız vardı. Elimize İncil’i tutuşturup gözlerimizi kapatarak bize dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığı­mızda bir de baktık ki İncil bizim olmuş, bizim topraklarımız ise onların.”

Bu yöntem hiç değişmedi; sadece incel­tildi ve başka “çok taraflı anlaşmalar”, “bölgesel paktlar” vb. ile örtüldü. Eğer top­raklarımıza, tarımımıza, doğamıza sahip çıkmayı bilmezsek, Türkiye de Afrikalaşacak. Çünkü tekellerin yağmasına uğrayıp da ilerlemiş, mutluluğun çoğaldığı bir ülke daha tarihte görülmedi; bundan sonra gö­rülmesini de kimse beklemesin. Çünkü kapitalizm her gün daha vahşileşiyor; yağma ve talan becerisi artıyor.

Türkiye için de tek çıkar yol, emperya­lizme karşı mücadeleden, işçilerin, emekçi­lerin, köylülüğün birleşik mücadelesinden geçiyor.

Ağustos 2000

GATT’tan DTÖ’ye emperyalist tarım politikaları

57. Hükümet tarafından uygulamaya konulan “tarım reformu”nun asıl karakterini, sermayenin uluslararası hareketi ve emperyalist ülkelerin uluslararası ticaretteki yeni “denge” arayışları belirlemektedir. Sübvansiyonların kaldırılmasından tarım ürünlerinin fiyatının dünya fiyatları baz alınarak oluşturulmasına, tarımsal birlik ve kooperatiflerin bünyesindeki sanayi işletmelerinin ve tarımsal iktisadi kuruluşların özelleştirilmesinden gümrük tarifelerinin indirilmesine, yeni ithalat rejimine kadar bir dizi uygulama, Türkiye’nin yanı sıra birçok ülkede de Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) istekleri doğrultusunda uygulanıyor. Örneğin, dünyanın önde gelen pirinç üreticilerinden olan Haiti, IMF’nin isteği ile bütün pazarını ithalata açtı ve yerli üretime verdiği desteği kesti.
Türkiye tarımının karşı karşıya kaldığı emperyalist dayatmalar ve tasfiye politikaları, aynı zamanda hükümetin “reform” programının da temel dinamiğidir. Özellikle 1994 yılı sonrasında ilan edilen “uluslararası yeni ticaret rejimi”nin yasal çerçevesi ve yükümlülükleri birçok ülkenin taraf olduğu Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) Tarım Anlaşması dâhilinde düzenlenmektedir. Bu anlaşmanın temel hedefi; dünya ticaretinde katı ve yoğun bir korumacılığın olduğu ve bizzat devlet kurumlan tarafından düzenlenen bir sektör olan tarımda uzun vadeli ve aşamalı bir serbestleştirmenin gerçekleştirilmesidir.
Uzun süren bir tartışma ve görüşme sürecinde olgunlaşan DTÖ Tarım Anlaşması, aslında kapitalizmin girdiği ekonomik krizlerin sonucunda emperyalist ülkelerin, bir yandan kendi “ulusal pazarları”nı korumaya alırken diğer yandan da ürettikleri fazlalığı değerlendirebilecekleri yeni pazar arayışlarının dolaysız bir sonucu olarak şekillendi. Nitekim DTÖ’nün öncülü olarak kabul edilen Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) süreci, 1994 yılında DTÖ’nün kurulmasıyla sonuçlandı. Dolayısıyla Türkiye tarımının karşı karşıya kaldığı ve ileriki süreçte kalacağı bütün dayatmalar ve sorunlar, GATT ve DTÖ’nün uygulamalarında somutlanır. Bu nedenle uluslararası ticarette tarım politikalarının değerlendirilmesinde ve tek tek ülkelerin tarımsal üretiminin karşı karşıya kaldığı emperyalist tasfiye sürecinin incelenmesinde, GATT’tan DTÖ’ye uzanan gelişmelerin ele alınması önemlidir.

YENİ TİCARET POLİTİKASI
Türkiye’de bugün uygulanan “tarım reformu”nun hedefini ve içeriğini belirlemede, 2. Dünya Savaşı sonrasında başlayan ve DTÖ’nün kurulması ile sonuçlanan GATT görüşmelerinin önemli bir yeri vardır. Nitekim ABD’nin başını çektiği Yeni Dünya Düzeni’nin uluslararası ticaret politikasının oluşturulmasında çok taraflı anlaşmaların başlatılması temel bir dönüm noktası, GATT ise dünyadaki ilk çok taraflı ticaret anlaşmasıdır.
Ticaretin serbestleştirilmesi, 2. Dünya Savaşı bitmeden başta ABD olmak üzere Avrupalı emperyalistlerin de gündemine girmişti. Böyle bir isteğin gerisinde yatan başlıca neden, 1929 ekonomik bunalımı ile birlikte kapitalist merkezlerdeki kâr hadlerinin düşmesi, buna karşın krizin etkisinden korunmak için birçok ülkenin ithalata kotalar getirmesi ve kambiyo denetimleri koyarak yerli sanayiyi korumaya çalışmasıydı. Dış ticarette korumacılığın yükselmesine ABD, 17 Haziran 1930’da yürürlüğe koyduğu Smoot-Hawley Yasası ile öncülük etti. Bu yasayla, ABD’nin ithalata uyguladığı efektif tarife oranlan yüzde 50 oranında yükseltildi. ABD’nin korumacılığa yönelmesi, diğer emperyalist ülkelerin de aynı yola girmesine neden oldu. Krizi izleyen yıllarda her ülkenin, ithalatı kısmayı amaçlayan politikaları benimsemesi, dünya ticareti ve dolayısıyla da karlar üzerinde daraltıcı bir etki yarattı. Öyle ki, 1929–1932 yıları arasında ABD’nin tarım ürünleri ihracatı yüzde 66 oranında gerilemişti.
2. Dünya Savaşı sonrasında önce Japonya, ardından da Batı Avrupa ülkeleri, “beslenme” gibi hayati bir alanda dışarıya karşı bağımsızlığı sağlamlaştırma ve kırsal sosyal yapıyı koruma stratejilerinin zorunluluğu doğrultusunda, müdahaleci tarım politikalarına yöneldiler. Örneğin, GATT’ın gümrük tarifelerini azaltarak dış ticarette serbestleşmeye doğru yöneldiği bir dönemde Avrupa, Ortak Tarım Politikası (OTP) gibi, korumacı ve içerde yüksek fiyatlarla destekleme yapan bir politikalar demetini uygulamaya sokmuştu.

DÜNYA TARIM PAZARININ PAYLAŞIMI
Avrupa’nın GATT’a karşı OTP atağına, dönemin “soğuk savaş” koşullarından dolayı ABD kesin bir tavır alamamıştır. Bunun bir diğer nedeni de söz konusu dönemde dünya tarım piyasalarında talebin yükseliş sürecinde olmasıydı. Emperyalist bloklar arasındaki karşılıklı “ödünler” 1960’ların sonlarına doğru Atlantik’in iki yakası arasında çok önemli bir iş bölümü ve pazar paylaşımının da doğmasına neden olmuştu. Nitekim Avrupa, Atlantik ötesinden gelen düşük fiyatlı hayvan yemine dayanarak süt ürünlerine, ABD ise tahılda dünya pazarlarına doydu.
1960 ve 70’li yıllarda tahıl ürünlerinde, özellikle buğdayda net ithalatçı duruma gelen Avrupa Topluluğu, 1980 sonrasında ihracatçı konuma yükselerek dünya buğday piyasasının yüzde 20’sini ele geçirirken, tarım pazarlarını uzun yıllar kontrol altında tutan ABD’nin dünya buğday piyasalarındaki payı yüzde 45’ten yüzde 25’lere geriledi. ’80’li yıllara gelindiğinde sadece tahılda değil, diğer ürünlerde de pazar alanını önemli ölçüde kaybeden ABD’nin tarımdaki pazar payı, yüzde 17,5’ten yüzde 13’e kadar düşmüştü. Aynı dönemde Avrupa Topluluğu’nun en önemli tarım ürünleri ihracatçısı olan Fransa ve Hollanda’nın pazar payı toplamı yüzde 14,5’ten yüzde 18’e yükseldi. ABD’nin pazar payının gerilemesinde Avrupa Topluluğu’nun ihracata sağladığı sübvansiyonlar kadar, Reagan dönemindeki ekonomi politikaları çerçevesinde uygulamaya sokulan “değerli dolar-yüksek faiz” politikasının da rolü büyüktür.
Tarım pazarında meydana gelen bu güç değişimi, dünya tarım piyasalarındaki durgunluğun da başlıca nedenini oluşturdu. On yıl içerisinde yaklaşık 5 katlık bir büyüme ile önemli bir gelişme göstererek 1970’ten 1980’e, 50 milyar dolardan 233 milyar dolara yükselen dünya tarım ticareti, takip eden 5 yıl boyunca 210 milyar dolara kadar indi. Uzun bir aradan sonra 1990 yılında 300 milyar dolara çıkan bu rakam, günümüzde aşağı yukarı 450–500 milyar dolar civarındadır.
1980’li yıllarda genel ekonomik krizden kaynaklanan tarım ticaretindeki daralma, iç pazarlarda doyum noktasına ulaşmış, dolayısıyla da kâr hadleri giderek düşen, ABD ve Avrupalı emperyalistler arasında dünya tarım pazarı paylaşımını da beraberinde getirmiştir. Bu pazar savaşı kendini bir “sübvansiyonlar savaşı” olarak ortaya koydu.

STOKLARI ERİTMEK İÇİN SERBESTLEŞTİRME
50 milyon ton ile “tahıl dağlarına” dönüşen stoklarını eritmek için ABD, ihracatta önemli ölçüde fiyat indirimine gitmiştir. Dünya fiyatlarının ancak sekizde birine denk gelen fiyat üzerinden Mısır’a tahıl ürünleri satması, yaşanan krizin boyutlarını göstermek bakımından çarpıcı bir örnektir.
Dünya tarım piyasalarındaki “sübvansiyon savaşı” tarımsal ürünlerin fiyatlarını aşırı oranda düşürürken, ihracatçı ülkelere de giderek ağırlaşan bir maliyete neden oldu. Örneğin, 1979–81 arasında 15 OECD ülkesinde 116 milyar ECU olan sübvansiyona dayalı tarım politikalarının maliyeti, beş yıl sonra iki katma çıkarak 230 milyar ECU’ya ulaşırken, gümrük koruması yüzde 41’den yüzde 79’a çıkarken, dünyada ortalama buğday fiyatı da ton başına 200 dolardan 100 doların altına düştü.
İşte bu kâr kısır döngüsü ve kriz ortamından çıkmak ve “bakir pazarların” kapısını açmak üzere “uzlaşan” emperyalist ülkeler, GATT Uruguay Anlaşması’nı yürürlüğe koymuşlar ve kendileri dışındaki bütün tarım pazarlarındaki korumacılığa, tarımın sosyal temellerine, sübvansiyonlara karşı amansız bir savaş açmışlardır.
GATT müzakerelerinin en uzunu ve çetini, ama aynı zamanda da en kapsamlısı olan GATT Uruguay Round görüşmeleri, 1986 yılında başlamış ve Aralık 1993’te sonuçlanarak nihai anlaşması 15 Nisan 1994 tarihinde 125 ülke tarafından imzalanarak yürürlüğe girmiştir. Anlaşma bir bütün olarak dünya ticaretini emperyalistler lehine yeniden düzenlerken, en önemli noktasını tarımsal üretim ve ticaretinin serbestleştirilmesi oluşturdu.
Bu düzenlemelerin amacı, tarım politikalarını devlet müdahalesinden ve sosyal boyutundan arındırıp, tarımsal üretim ve değişimi piyasa mekanizmasının “insafına” bırakmaktı. Aslında 1980’li yıllara kadar GATT çerçevesinde yapılan anlaşmalardan farklı olarak Uruguay görüşmelerinde tarımın daha ağırlıklı olması ve en kritik noktayı oluşturmasının sebebi, arzın talebi aşması sonucunda başta emperyalist ülkelerde olmak üzere dünya tarım pazarlarında ortaya çıkan kâr daralması ve yüksek maliyetli pazar mücadelesidir.

ABD VE AVRUPA KENDİ PAZARINI KORUYOR
Oysa GATT’ın tarımı tartışma konusu yapmadığı yıllarda en korumacı tarım politikaları yaygın biçimde en başta emperyalist ülkelerde uygulanmış ve 1980 sonrasında baş hedeflerden birisi durumuna gelen yüksek sübvansiyonların tohumları da bu dönemde atılmıştır. Bunun yanında uluslararası ekonomik ilişkilerde neoliberal politikaların başat olduğu bir dönemde ABD, tarımda korumacılığı ilk uygulayan ülkedir. ABD, GATT görüşmelerinin başlamasından kısa bir süre sonra kendi süt üreticisini koruyamadığı gerekçesiyle 1933 yılında çıkan Amerikan Tarım Yasası’na dayanarak 1955 yılında GATT’a kendi “ilga hükmünü” kabul ettirmiş ve bu hüküm gereğince de tarımsal pazarını doğrudan etkileyecek olan süt, pamuk ve şeker gibi çok sayıda tarımsal ürünün ithalat miktarında kısıtlamaya gitmiş, özel gümrük vergileri uygulamıştır.
Bu avantajı ile kendi tarımsal ürünlerini dış rekabete karşı korumaya alan ABD, zamanla oluşan tarımsal stoklarını dış pazarlarda eritme aracı olarak da, 1954 yılında ABD Kongresi tarafından “barış için yiyecek” sloganıyla kabul edilen ünlü “Public Law” uygulamasını sık sık kullandı. Dünyada açlık çeken ülkelere “gıda yardımı” yapmak gerekçesiyle çıkarılan yasa, takastan düşük faizli kredi tahsisine kadar çeşitli ihracat teşvikleri ile Amerikan tarım stoklarını eritmede önemli bir rol üstlenmiştir.
Görüldüğü gibi, emperyalistler kendi tarımsal sektöründe desteklemeyi ve korumayı sonuna kadar uygularken, yeni pazar olarak gördükleri bağımlı ülkeler üzerinde, devlet desteğini kaldırmaları için militarist baskıdan politik baskıya, ekonomik baskıdan ambargoya kadar her yolu denemişlerdir. Kısaca Uruguay Anlaşması, ABD ile Avrupalı emperyalistler arasında dünya tarım pazarını paylaşma konusundaki “uzlaşmanın” bir temsilidir.
Uruguay görüşmelerinin temel tartışma konusu, Avrupa Topluluğu’nun kendi tarım pazarını korumak amacıyla uygulamaya koyduğu Ortak Tarım Politikası’dır. ABD, OTP’yi “serbest ticarete darbe” olarak niteleyerek eleştirmiş ve uygulamadan çekilmesini istemiştir. Ancak ABD’nin eleştirilerindeki kaygı, Avrupalı emperyalistlerin bu politikalara geçişteki kaygılarından farklı değildir. Her iki emperyalist blok da, kendi iç pazarını korumaya alıp, stoklarını eritmek için bağımlı ülkelerin pazarlarının kapılarının açılmasını arzulamaktadır. Kendi pazarını dış rekabete karşı “sağlık ve beslenme kuralları”, “ilga hükmüne dayalı kotalar” gibi yöntemlerle koruyan ABD, yeni pazarları ele geçirmek için de devlet desteğini sonuna kadar kullanmıştır. Tarım ürünlerine düşük faizli kredi tahsis eden Karma Kredi Programı (Blendet Credits), ihracatçılara ucuz ürün sağlayan İhracatı Geliştirme Programı (Export Enchancement) gibi uygulamalar bunlara örnektir. ABD’de sübvansiyon sağlanarak ihraç edilen buğdayın miktarı, toplam buğday ihracatı içindeki payı bu programlar sayesinde 1981’den 1987 yılına kadar yüzde 16’dan yüzde 75’e yükselmiştir.
Ülke içerisindeki tarım kesimine sağlanan devlet desteği ise, Avrupa Topluluğu’nda yüksek destekleme fiyatları ile, ABD’de ise fark giderici ödemeler yoluyla doğrudan yardım yöntemleri ile yapılmaktadır. ABD’de federal bütçeden tarım kesimi için ayrılan harcamalar, 1980 yılından 1986’ya kadar 24 milyar dolardan 60 milyar dolara kadar çıkmıştır. Yani Avrupalı ülkeler ile ABD arasında tarımsal sübvansiyonlar konusundaki tek fark, biçimlerindedir.
Bu gelişmeler emperyalistlerin etkin teknoloji kullanımı, koruma yöntemleriyle aşırı oranda verimliliğini artırdığı tarımsal ürünlerde stok birikimine yol açmış, iç pazardaki tüketimi kısmış, dolayısıyla kâr hadlerinde önemli bir düşüşe neden olmuştur. Sonuçta emperyalistler, kendi ülkelerinde biriken stokları ihracat yoluyla azaltma ve kâr hadlerini artırmak amacıyla bağımlı ülkelerdeki korumacılığı kaldıracak yeni formül arayışlarına girmişlerdir. İşte bu arayışların ilki Uruguay Round Anlaşması, ikincisi ise DTÖ Tarım Anlaşması’dır. Her iki anlaşma da bugün Türkiye’de uygulanan “tarım reformu”nun temelidir.

DTÖ TARIM ANLAŞMASI NE GETİRİYOR?
1995 yılında imzalanan DTÖ Tarım Anlaşması, GATT’ın bir devamıdır ve anlaşmanın genişletilmesine, yeni düzenlemelerin getirilmesine dönük tartışmalar halen devam etmektedir. Bu amaçla önümüzdeki sonbaharda yeni bir toplantı süreci başlatılacaktır.
DTÖ’nün tarım anlaşması ile güttüğü temel amaç, Türkiye gibi “gelişmekte olan ülke” kategorisindeki ülkelerin tarımsal üretiminin liberalizasyonunun sağlanmasıdır. Bunun nedeni ise “gelişmekte olan ülkelerin” emperyalistler için 1990’lı yılların başından beri gerek mal ve hizmet, gerekse sermaye ihracı bakımından yeni pazarlar olarak görülmesidir. DTÖ’nün Tarım Anlaşması da bu açıdan dikkat çekicidir ve getirdiği yükümlülüklerin ağırlıklı kısmı bu ülkelerin aleyhinedir.
GATT görüşmeleri sonucunda dünya tarım pazarında yeniden kurulan dengeler, 1989 ve 1994 yıllarında ortaya çıkan finansal krizlerin etkisiyle yeniden ele alınmaya başlandı. Bu krizler, dünya mal ve ticaret hacmi içinde tarımsal ürünlerin aşırı oranda düşmeye başladığını gösteriyordu. Teknoloji, suni tohumlar ve gübreler, genetik değişiklik gibi yöntemlerle ABD ve Avrupalı ülkelerin iç pazarlarında aşırı bir verimlilik ortaya çıkmış, stoklar bu ülkelerin tüketeceğinden daha fazla artmıştır. İşte DTÖ Tarım Anlaşması da tıpkı GATT’ta olduğu gibi “yeni bir liberalleşme” akımının tarım sektöründe başlatılmasını öngörüyor. 20 bin sayfayı bulan bu anlaşmayı bugüne kadar tam 117 ülke imzaladı.
DTÖ Tarım Anlaşması başlıca üç konu üzerinde duruyor. Bunlar, ithalat vergileri (pazara giriş koşulları), ihracat sübvansiyonları (ihracat rekabeti) ve iç desteklerdir. Anlaşmada her bir alan için belli yasaklar ve kurallar getirilmekte, bu alanlar için gerekli indirimler (liberalleşme) düzenlemekte ve yükümlülükler yerine getirilmediği takdirde teminat ve garantiler öngörülmektedir.
Pazara giriş
Pazara giriş konusunda anlaşmanın en belirgin amacı ithalat kısıtlamalarını azaltmaktır. İthalat kısıtlamaları GATT tartışmaları boyunca da en fazla gündemi işgal eden konudur. Çünkü pazara giriş koşullarının katılığı stokları biriken emperyalist ülkeler için oldukça büyük bir engel teşkil etmektedir. Anlaşma böylece “pazara giriş”te ciddi bir liberalleşmeye gidiyor. Buna göre; gelişmiş ülkelerin gümrüklerde yüzde 36 oranında indirim yapması öngörülürken, indirim gelişmekte olan ülkeler için yüzde 24’tür. İndirimler gelişmekte olan ülkelerde 10, gelişmiş ülkelerde 6 yılda gerçekleştirilmek zorundadır.
İlk bakışta gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelere göre daha avantajlı bir konuma sahip oldukları görülüyor. Oysa bu durum tam tersine, gelişmekte olan ülkelerin aleyhine bir işleyişi beraberinde getiriyor. Çünkü gelişmiş ülkeler (Avrupa Birliği ülkeleri ile Kanada ve ABD) ithalatta ne kadar gümrük vergisi uyguladıklarını kendileri bildirmişler ve genelde bildirilen oranlar mevcut durumun üzerinde olmuştur. DTÖ’de “bağımsız” bir denetim mekanizmasının olmaması bildirilen gümrük oranlarının ne derece gerçeğe yakın olduğunu tespit etmeyi imkânsızlaştırmıştır. Bu durumda gelişmiş ülkeler DTÖ Tarım Anlaşmasının öngördüğü yüzde 36 oranındaki gümrük indirimini gerçekleştirseler bile bildirdikleri oranlar gerçek durumdan yüksek olduğundan dolayı yine de gelişmekte olan ülkelerden daha fazla gümrük uygulayacaklardır. Nitekim bizzat DTÖ tartışmaları sırasında bu “hileli gümrük tarifeleri” gündeme gelmiş ve bu durum birçok ülke tarafından “kirli tarifelendirme” olarak nitelendirilmiştir. Diğer yandan gümrükler için baz alınan yıl 1986–1988 ortalamasıdır ki bu yıllar ABD ve Avrupa Topluluğu’nun tarımda en yoğun korumacılığı yaptığı yıllardır.
İhracat rekabeti
Bu konudaki amaç, ülkelerin ihracata verdikleri destekleri azaltmaktır. Anlaşma da bu desteklerin mümkün olduğu kadar indirilmesini öngörüyor. Böyle bir indirimin gelişmekte olan ülkeler için sakıncası ise bütün bir ekonomik yapının sarsılmasıdır.
Çünkü ithalat-ihracat dengesizliğinin zaten yoğun olduğu ve ödemeler dengesi sürekli açık veren bu ülkeler, ihracatlarına yaptıkları destekleri azalttıkları oranda ithalat oranı büyük bir hızla artmaktadır. Özellikle Türkiye gibi ülkelerin ihracatında tarımın rolü büyüktür. Nitekim Cumhuriyet döneminden 1980’lere kadar ihracatın motoru tarımsal ürünler olmuş ve bu durum sanayinin gelişiminin de önünü açmıştır.
İhracat desteklemelerinde yapılacak indirimler de yine gümrük vergilerinde olduğu gibi gelişmiş ülkeler için yüzde 36, gelişmekte olan ülkeler için yüzde 24’tür.
İç destekler
İç destekler, anlaşmanın en kritik maddesini oluşturuyor. Anlaşmanın amacı fiyat desteğinden gelir desteğine dönüşü sağlamaktır. Yani üreticilere taban fiyatı vermek ya da belli ürünler için fiyat belirlemek yerine prim, “doğrudan gelir desteği” gibi uygulamalarla gelir desteği sunulması öngörülmektedir. Ancak burada ciddi bir eşitsizlik ortaya çıkıyor. Çünkü Türkiye’de destekleme sistemi yaygın biçimde ürün fiyatları üzerinden yapılmaktadır. Buna karşın emperyalist ülkelerin destekleme sistemleri oldukça farklıdır ve bu farktan dolayı DTÖ Tarım Anlaşması’na göre emperyalist ülkeler uyguladıkları sübvansiyonlarda indirim yapmak zorunda değiller. Örneğin ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinde destekler “gelir desteği” olarak yapılıyor. Ancak asıl önemli destekleme yöntemi teknoloji, tohumluk, gübre, depolama ve pazara ulaştırma konusundadır. Ayrıca devletten bağımsız kooperatif sisteminin varlığı bu kooperatifler aracılığı ile destekleme yapılmasını beraberinde getiriyor. Bütün bunlar DTÖ’nün yasakladığı iç destekler kategorisine girmemektedir. Oysa DTÖ’nün yasaklan, Türkiye gibi ülkelerdeki destekleme sisteminin tasfiyesi anlamına geliyor.

TÜRKİYE’NİN GATT VE DTÖ’YE VERDİĞİ TAAHHÜTLER
Türkiye’nin GATT çerçevesinde imzaladığı taahhütler temel olarak iki başlık altında toplanıyor:
— Madde bazında tarifeler en az yüzde 10 ve 1995 yılından itibaren 2004 yılı itibariyle ortalama yüzde 24 oranında ve eşit dilimler halinde indirime tabi tutulacaktır.
— Türkiye ihracat sübvansiyonlarını on yıllık uygulama süresi içerisinde değer ve miktar olarak sırasıyla yüzde 24 ve yüzde 14 oranında azaltacaktır.
Bu taahhütlerin hedefi, özellikle sanayinin bel kemiği sayılan tekstilin ve yağ sanayinin hammaddelerindeki korumanın kaldırılmasıdır. Çünkü GATT ile Türkiye’nin, net ihracatçı olduğu ve sanayisinde ara mal olarak kullandığı bitkisel yağlar, ipek ve pamukta tarife indirimleri ile sübvansiyon indirimleri oldukça yüksek tutulmuştur. Ayrıca Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na başvurması dolayısıyla gümrük oranları da Avrupa Gümrük Birliği Anlaşması çerçevesinde bu oranlara tabi olacaktır.
Diğer yandan Türkiye GATT’a attığı imza ile fiyat ve girdi desteklerinin oranını düşürmeyi taahhüt etmiştir. Tarıma en büyük darbeyi de bu iki uygulamanın kısılması vuracaktır. Çünkü Türkiye tarımında verimlilik nüfus artışı oranında sağlanamamaktadır. Öte yandan Türkiye’de önemli bir kesim tarımla uğraşmasına rağmen, kır ile kent arasındaki gelir adaletsizliği diğer ülkelere oranla oldukça fazladır. Bunun en temel sebeplerinden birisini de iç ticaret hadlerinin sürekli olarak tarım aleyhine gelişmesidir. Liranın döviz kuru karşısındaki zayıflığı ve devalüasyon sarmalında bulunması, tarım kesimi açısından “gizli bir vergilendirme” anlamına gelirken, üreticinin reel alım gücü de düşmektedir. Bu nedenlerle devletin üreticiye yaptığı fiyat ve girdi destekleri hayati öneme sahiptir.
Türkiye GATT Anlaşması çerçevesinde yerine getirmeyi taahhüt ettiği uygulamaları büyük oranda yaşama geçirmiş bulunuyor. Nitekim zeytinyağı, buğday, pirinç gibi maddelerde ithalat sınırlamaları kaldırılmış ve her yıl bu ürünlere yenileri ekleniyor.
Türkiye’nin DTÖ’ye verdiği taahhütler ise iç destekler ile tarımsal birlik ve kooperatiflerin yeniden yapılandırılması, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi konusunda yoğunlaşıyor. DTÖ Tarım Anlaşması çerçevesinde hazırlanan “tarım reformu”nun kilit konusunu da üreticiye yapılan desteklemeler oluşturuyor. Türkiye gümrük vergilerinde tarım mallarının tümünü DTÖ’ye bağlamış, fakat tam anlamıyla bir tarifelendirme yapmamıştır. Bunun nedenlerinden birisi Türkiye’nin dış ticaretini özellikle 24 Ocak Kararları ile başlayan süreçte önemli ölçüde liberalleştirilmesidir. DTÖ Tarım Anlaşması kapsamında Türkiye toplam 44 ürün için ihracat sübvansiyonunu sınırlama garantisi vermiştir. Taahhütler sübvansiyon için bütçeden yapılan harcamalar ve miktar konusunda ayrı ayrı yapılmıştır. Toplam ihracat sübvansiyonu baz alınan dönem itibariyle 140 milyon doları buluyor. Türkiye’nin ihracatlarında devlet desteğinden yoksun bıraktığı ürünler ise üreticilerin yoğun biçimde ektiği ve ülkenin gerek iç tüketiminde gerekse ihracatında önemli bir payı bulunan buğday ve arpadır. Yani bu ürünler 2004 yılına kadar kademe kademe destekten yoksun bırakılırken, ithalatları da aynı oranda artacaktır. Benzer gelişme birçok üründe yaşanıyor. Nitekim bu yıl hükümetin narenciye ve bakliyata verdiği ihracat sübvansiyonunu kesmesi, üreticinin elinde büyük bir stokun birikmesine yol açarken, aynı ürünlerde ithalatın ciddi bir patlama gösterdiği dikkati çekiyor. Bu durum üreticinin ürününü yok pahasına tüccara satmak zorunda kalmasını beraberinde getiriyor.
DTÖ Tarım Anlaşması’nın hedefi her ne kadar anlaşma metninde “Hakça ve piyasaya duyarlı bir tarım sisteminin oluşturulması” olarak belirlense de uygulamaların sonuçlarına bakıldığı zaman hedefin, bağımlı ülkelerin tarımsal üretiminin çeşitli yollarla tasfiye edilip yabancı ülkelerin tarım tekellerinin bir pazarı haline getirilmesi olduğu açıkça görülüyor.
GATT anlaşmasından DTÖ’ye kadar geçen süreçte dünya tarım politikası büyük oranda bu amaç doğrultusunda, emperyalistlerin ticaret politikalarına göre düzenlenmiştir. Bu durum bugün de devam ediyor. Tarım gibi beslenme ile doğrudan bağlantılı bir üretimin birkaç büyük ülkenin çıkarı doğrultusunda yeniden yapılandırılması, sadece üretici kesimi değil bütün bir ülkeyi ilgilendiriyor. Asıl tehlike de burada yatırıyor.

Ağustos 2000

Tarım reformu: iddialar ve gerçekler

Üreticinin önüne, “Tarımda AB standardı”, “Tarımda popülizm tarihe karışıyor”, “Tarımda israfa tırpan” ve benzeri sözlerle süslenmiş bir paket program konuldu. IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleriyle hazırlanan ve hayata geçirilmeye çalışılan “reform” paketi, tarım kesimini liberalleştirmeyi öngörüyor.
Üreticinin lehine olduğu iddia edilen “tarım reformu”nun gerçekte neyi içerdiğini anlamak ve iddiaların gerçek olup olmadığını görebilmek için Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Recep Önal ve Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel tarafından IMF’ye sunulan “niyet mektubu” ve daha sonra bu mektuba ilaveten verilen 13 maddelik “ek niyet mektubu”na bakmak yetiyor.

NİYET MEKTUBUNDA TARIM
– “… Reform programımızın orta vadeli amacı var olan destekleme politikalarını safhalar halinde ortadan kaldırmak ve fakir çiftçileri hedef alan Doğrudan Gelir Desteği sistemi ile değiştirmektir. Bu, ilk öncelikle 2000 hasat yılı için bir program uygulamaya konarak yapılacaktır. 2001 yılında ülke çapında yaygınlaşacak ve 2002 yılı sonunda tamamlanacaktır…”
– “… 2000’de hububat destekleme fiyatları, ton başına 150 dolardan aşağıya düşmemek koşuluyla, dünya (Chicago borsası) fiyatlarını en çok yüzde 35 oranında aşabilecektir. TMO tarafından yapılan hububat alım miktarı düşürülecek ve TMO’nun yüksek miktarlı stok tutmasından kaynaklanan zararları ortadan kaldırılacak…”
– “… 2000’de şeker pancarı destekleme fiyatları, bir önceki yıla göre, Ağustos 2000’de belirlenen 12 aylık geçmiş enflasyonun yüzde 75’ine çekilecek.” “Hükümet çiftçilere verilen kredi sübvansiyonunu safhalar halinde tedricen ortadan kaldıracaktır. Ziraat Bankası ve Halk Bankası tarafından verilen kredi sübvansiyonlarının toplam maliyeti 1999 yılı için tahmin edilen Gayri Safi Milli Hâsıla’nın (GSMH) yüzde 1,2’lik seviyesinden 2000 yılında GSMH’nin yüzde 0,6’sına düşecektir… Verilen kredilerin maliyeti ise geçmiş üç ayın Hazine Bonosu faizlerinin yüzde 5 üzerinde olmak üzere belirlenecektir.”
– “Gübre ve diğer girdi sübvansiyonları 2000 ve 2001’de nominal olarak sabit tutulacaktır.”
Ek niyet mektubunda ise, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nin mevcut kooperatifler yasasına tabi kılınarak özerk hale getirilmesi taahhüt edildi.
Niyet mektubunun verilmesinin ardından, taahhütler bir bir yaşama geçirilmeye başlandı. Reformun altyapısının oluşturulacağı ve “çiftçilerin dünya trendleri çerçevesinde arz talep dengelerine göre ürün üretimine yönlendirileceği” gerekçesi ile Tarımı Yeniden Yapılandırma ve Destekleme Kurulu oluşturuldu. “Tarım reformu”na öncülük edeceği söylenen bu kurulda tarımsal üretim kooperatiflerinden, Ziraat Mühendisleri Odası’ndan, üretici birliklerinden temsilciler yer almıyor. Bu kurul tam anlamıyla IMF’nin tarımı yöneten komisyonu gibi çalışıyor.

DOĞRUDAN GELİR DESTEĞİ
Tarımda Yeniden Yapılandırma Kurulu, ilk icraat olarak yetmiş yıla dayanan destekleme politikalarını fiilen rafa kaldırılacak Doğrudan Gelir Desteği (DGD) sistemine geçiş kararı aldı. Kurul, DGD sistemine geçiş için Ankara-Polatlı, Antalya-Serik ve Manavgat, Adıyaman-Merkez ve Kâhta ile Trabzon-Akçaabat ve Sürmene ilçelerini pilot bölge seçti. 200 dönüme (200 bin metrekare) kadar arazisi olan çiftçiye dönüm başına 5 dolar ödeme yapılmasını karara bağladı.
“Çiftçi de önünü görecek”, “Hedef küçük üreticinin geliştirilmesi” denilerek, 2002 yılı sonuna kadar tüm yurtta hayata geçirilmesi planlanan DGD, üretici için hiç bir olumluluk taşımıyor. DGD, tarımda her türlü desteğin (sübvansiyon, destekleme alımları, taban fiyatı) kesilmesi esnasında bir geçiş modeli ve desteklerin kesilmesinin üreticiye kabul ettirilmesi için de hükümetler için bir zorunluluk niteliğinde.
Bu sistem iddia edildiği gibi küçük üreticiyi geliştirmek yerine yok edecek. Sistem, tapuyu esas alan yapısı ve tapulu toprak sahiplerine doğrudan geliri öngörmesi nedeniyle, değil küçük üreticiyi geliştirmek, tapusu olmayan çok sayıda küçük üreticiyi destekten yoksun bırakarak onların sonunu hazırlayacak. Ülkemizde toprağı ekenle, toprağın sahibi çoğu yerde aynı kişi değil. Sistem tarımın bu yapısıyla üreten kesime destek yerine, tapusu olan fakat tarımla uğraşmayan kesimlere de kaynak aktarımını sağlayacak. Sübvansiyonların kaldırılmasını öngören DGD sistemine geçişle birlikte yarıcılık ve ortakçılık yapanlar tarımsal üretimden çekilmek zorunda kalacak.
Belirlenen lokal bölgelerde yapılacak olan destek için 200 trilyon liralık bir kaynak ayıran hükümet, uygulamayı Türkiye çapında yaygınlaştırdığında, bütçeye milli gelirin yüzde 3’ü kadar bir yük gelecek. Bu da mevcut destekleme modelinden daha fazla yük anlamına geliyor.

TELAFİ EDİCİ ÖDEME
Kurul’un DGD dışında aldığı kararlardan biri de “Telafi Edici Ödeme” başlığını taşıyor. Amacı, stokların eritilmesi ve finansman sorununun çözümü olarak açıklanan bu uygulamanın doğuracağı sonuçlar da en az DGD kadar yıkıcı olacak. Bu uygulamaya göre, fazla üretim nedeniyle hem alım finansmanı hem de stokların eritilmesi açısından çift taraflı sorun yaşandığının iddia edildiği ürünler (tütün, fındık, şekerpancarı ve çay) için çok sayıda alternatif ürün önerilecek. Üreticinin, söz konusu ürünler yerine alternatif ürünler ekmesi halinde uğrayacağı gelir kaybı “Telafi Edici Ödeme” olarak üreticiye verilecek.
Bu uygulamanın getireceği sonuç ise ithalatın artması olacaktır. Çünkü “ürün fazlası” olduğu söylenen ürünlerin nasıl belirleneceği ve yerine hangi ürünlerin ekileceği üreticinin ve kooperatiflerin, birliklerin inisiyatifinden çok IMF’nin oluşturduğu kurulca belirlenecek. Bu kararların birçoğunun ithalat lehine olacağı ise şimdiden açık. Nitekim Karadeniz Bölgesi’nde çay ve fındığın yerine kivi ekilmesi önerisinin sonuçları, bu bölgede çay ve fındık üretiminin bitirilmesinden başka bir amaç gütmüyor. Çünkü birkaç yıl sonra kivi yoğunlaşıp çay stoku eridiğinde üretici tekrar çay üretimine dönemeyecek. Çay ve fındık gibi ürünlerin yetiştirilip ürün alınması için 5 ila 10 yıl arasında zamanın geçmesi gerekiyor. Devlet desteği mekanizmasının da tasfiye edildiği dikkate alınırsa bu bölgede bir daha yerli üretimin yapılmasının neredeyse imkânsızlaşacağını söylemek abartma sayılmaz.

DEVLET DESTEĞİ ZORUNLUDUR
DGD sistemini tüm yurtta yaygınlaştırmak isteyen kurul, IMF’ye verilen niyet mektubu gereği 2002 yılı sonuna kadar tarımsal destekleme sisteminin tasfiyesini hedefliyor. Program gereği 2002 yılında, Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) buğday fiyatı açıklamayacak, şeker fabrikaları pancar alımı yapmayacak, TEKEL ve ÇAYKUR özelleşecek, pamuk, soya ve ayçiçeğindeki prim uygulaması sona erecek.
Bu, uluslararası tekeller karşısında üreticinin ezilmesinden başka hiçbir anlam taşımıyor. Zira özellikle dünya piyasaları için üretilen ürünlerde sayısı milyonlara ulaşan satıcı ile çok az sayıdaki alıcıyı (çoğu kez çokuluslu şirketleri) bir araya getiren tarımsal piyasalar -serbest piyasacıların iddia ettiğinin aksine- rekabetçi koşullar içermiyor. Dünyadaki milyonlarca üretici ile, sayısı bini bulmayan tekellerin karşı karşıya geldiği piyasada, her zaman tekeller fiyatları istediği gibi belirleme şansına sahip. Taraflar arasında güç dengelerinin bu derece eşitsiz olduğu piyasalarda zayıf olan tarafın güçlendirilmesi, ancak ve ancak devlet eliyle sağlanabilir. Dünya fiyatlarındaki uzun dönemli bozulmanın ve dalgalanmaların üreticinin eline geçen fiyatlara olduğu gibi yansıması da böylece önlenmeye çalışılır.
İnsanlığın gıda güvenliğinin sağlanması açısından stratejik öneme sahip olan tarım ile tekstil ve giyim eşyası sektörü öteden beri hep desteklenmiştir. Özellikle vurgulanan her iki sektör beslenme ve giyinme gibi iki temel zorunlu gereksinime cevap verdiğinden sürekli talebi vardır. Emek yoğun teknolojiyle üretim yapıldığı için de, aynı zamanda bu sektörlere işsizliği emme işlevi de yüklenir. Bu nedenle de ister “gelişmiş”, isterse de “az gelişmiş” ülkelerde olsun, bu sektörler üretim ve ihracatta destekleme politikalarından yararlanır, ithalata karşı da gümrük duvarlarıyla korunur.
Doğası gereği tarımın da desteklemesi zorunluyken, IMF programında, Türkiye hububat üreticisinin üretimini sürdürmesini engellemekten başka bir sonuç yaratmayacak olan bir madde yaşama geçirildi bile. Bu maddeye göre iç fiyatların yüksek olduğu iddia edilip fiyatların dünya fiyatı baz alınarak belirlenmesine başlandı. Ancak iç fiyatların yüksek olduğu yönündeki iddia tamamen aldatmacadır.
Çünkü dünya buğday piyasalarında üç ayrı fiyat vardır. Birincisi borsa fiyatları (geçen yıl 110 ila 140 dolar arasında değişti), ikincisi, devletin siyasi ilişkilerine göre özel olarak tespit ettiği uluslararası fiyatlar. Üçüncüsü ise üreticinin eline geçen fiyatlar. Bugüne kadar, borsadaki fiyatlar ne kadar düşerse düşsün, batılı ülkelerde üreticinin cebine giren para hiç değişmedi. Buğdayın cinsine göre, 260 ile 350 dolar arasındaydı bu para. Yani dünya fiyatları ile batı ülkelerinde hububat üretenlerin eline geçen fiyat hiç aynı olmadı. “ABD ve AB’nin tarım üreticilerine, ‘eşik fiyat, taban fiyat, dünya fiyatı’ gibi düzeylerin üzerinde ve üretici refahı için giderici ödeme, prim gibi değişik yöntemlerle sürekli destek ödemeleri yapılıyor.” (TEMA Vakfı 2000 Tarım Raporu.) “AB’nin tarım ürünlerine desteğinin büyük çoğunluğunu ise elinde biriken stoklardan dolayı ihracat sübvansiyonları oluşturuyor.” (AB’nin tarım ürünlerine desteği içerisindeki ihracat sübvansiyonları oranları için bakınız, Tarımsal Gelişme Eğitim ve Sosyal Dayanışma Vakfı Tarım Raporu.)
IMF programı bunları görmezden gelerek, Türkiye üreticisine, batılı ülke üreticilerinin aldığını değil, ihracat sübvansiyonlarıyla düşürülmüş sınır fiyatlarını (150 dolar) dayatıyor.
Kaldı ki hububat üreticisi 150 dolar bile alamıyor. IMF’ye verilen taahhütler doğrultusunda, TMO’nun hububat alım miktarını düşürmesi ve aldığı ürün bedelini ödeme süresini uzun vadeye yaymasından dolayı, tüccarın kucağına düşen üretici buğdayını çok daha düşük bir fiyatla elinden çıkarıyor. Eline en az 250 dolar geçen ve ihracat sübvansiyonlarıyla desteklenen batılı üreticiyle 150 doları bile göremeyen ülkemiz üreticisinin rekabet etmesi olası değil.
IMF’ye verilen taahhütler sadece hububat üreticisini yok etmeyi hedeflemiyor. Ürün bedelindeki aşınma, 1994 yılından itibaren maliyetinin altına kadar gerilemesine ve pancar girdilerindeki yüzde 100’ü aşan fiyat artışlarına rağmen ürününe 2000 yılı Ağustos’una kadar gerçekleşen enflasyonun yüzde 75’i dayatılan şeker pancarı üreticisini de aynı sonuç bekliyor. Hasat zamanına iki ay kala gümrük vergileri oranı yüzde 50’den yüzde 30’a indirilmek suretiyle ithalatı özendirilen mısırı, büyük destek gören ülkelerin üreticilerle aynı fiyata satmaya zorlanan mısır üreticileri de hububat üreticileriyle aynı kaderi paylaşacak. Bu listeyi çay, fındık ve başka birçok ürünle uzatmak mümkün.

TARIMSAL KİT’LER TASFİYE EDİLİYOR
Ülke tarımının yok edilerek, ülkenin uluslararası tarım tekellerinin açık pazarı haline dönüşmesi için bugünkü yapının bertaraf edilmesi gerektiğinin farkında olan IMF, bugünkü sistemin temel taşları olan KİT’ler (TARİŞ, ÇUKOBİRLİK, ANTBİRLİK, FİSKOBİRLİK, TRAKYABİRLİK…) ile TEKEL, TMO gibi kurumların tasfiyesini de dayatıyor. Bu dayatma karşısında harekete geçen yetkililer hazırladıkları “tarım birlikleri reformu” tasarısı ile görevlerini eksiksiz yerine getirmiş oluyorlar.
Tarım KİT’lerinin anonim şirket haline getirilerek özelleştirilmesinin doğuracağı sonuçları anlamak için SEK, Et Balık Kurumu (EBK) ve Yem Sanayi’sinin başına gelenleri hatırlamak yeterli olur. SEK ve EBK devletin elindeyken süt ve et, üreticiden mümkün olan en yüksek fiyatla alınıyor, tüketiciye mümkün olan en düşük fiyatla satılıyordu. SEK ve EKB özel sektörün eline geçtikten sonra, et ve süt üreticiden ucuz fiyatla alındı, tüketiciye de yüksek fiyattan satıldı. SEK haraç mezat satıldığı zaman, üretici, sütün 1 litresini 18 bin liraya satabiliyordu. SEK özelleştirildikten bir ay sonra üreticinin aldığı fiyatlar 12 bin liraya çekilirken, marketlerde süt ürünleri fiyatı iki katına çıktı.’
Birliklerin ve bünyesinde bulunan fabrikaların özelleştirilmesi, ürününü kendi bölgesi dışına çıkartamayan küçük üreticiye de büyük darbe vuracak. Birliklere bağlı işletmelerin satılmasıyla, pamuk üreticisinin tekstil sektörüne, pancar üreticisinin şeker fabrikasına, domates üreticisinin salça fabrikasına, fındık üreticisinin çikolata, sıvı yağ ve benzeri mamul üretimi için direkt satışı ortadan kalkacak. Bu özelleştirmelerden tarımsal KİT’lerde çalışan işçiler de nasibini alacak. Türkiye çapında alım yapan 13 birlikte istihdam edilen 15 bin işçinin büyük bir kısmının çıkarılacağı, hazırlanan “tarım birlikleri reformu” tasarısında açıkça ifade ediliyor.
KİT’lerin tasfiyesi, kamu bankalarının özelleştirilmesi ve bu bankaların üreticiyi sübvanse edici işlevinin kaldırılması kararlarıyla birlikte yapılıyor. IMF’ye kredi faiz oranlarının artırılması ve faiz sübvansiyonlarının aşama aşama kaldırılması yönünde verilen sözler üzerine hemen harekete geçen yetkililer, Ziraat Bankası’nın üreticiye verdiği kredi faiz oranını yüzde 74 olarak belirlediler. Bu kredi faizi oranı, üreticinin iflasa sürüklenmesi demektir.

TÜRKİYE’DE DESTEKLEME YÜKSEK Mİ?
Tarımsal desteklemenin boyutlarını belirlerken kullanılan iki ölçütten birincisi, Üretici Sübvansiyonu Eşdeğeri (ÜSE); ikincisi ise, Tüketici Sübvansiyonu Eşdeğeri (TSE)’dir. Birinci ölçüt çiftçilere sağlanan tüm sübvansiyonların tarımsal üretim değerine oranı olarak tanımlanır. Daha açık bir ifade ile üreticinin eline geçen 100 liranın ne kadarının sübvansiyonlardan oluştuğu ÜSE ölçütü ile belirleniyor. Destekleme tüketici fiyatlarına ne kadar yansıyor? Veya tüketiciler sırf tarıma sağlanan destekler nedeni ile ne kadar fazla fiyat ödüyor? Bu soru da TSE hesabı ile yanıtlanıyor.
1979–1990 yılları arası incelendiğinde OECD ülkelerinin her birinde, hem üretici hem de tüketici bakımından destekleme göstergelerinin Türkiye’yi 2,5 kat aştığı görülür. Bahsedilen dönemde ortalama, OECD’de ÜSE yüzde 40, Türkiye’de yüzde 14’tür. Aynı dönemde TSE OECD’de yüzde 31, ülkemizde ise yüzde 14. Yani Batıda üreticilerin eline geçen paranın yüzde 40’ı tarımsal desteklemeden gelirken, Türkiye’de üreticinin eline geçen paranın sadece yüzde 14’ü desteklemeden geldi. (Veriler, Haluk Kasnakoğlu’nun ODTÜ Geliştirme Dergisi’ndeki makalesinden alınmıştır. —1992, Cilt 19.-)
1990’lardan sonraki gelişmeleri anlamak için 1993–1998 yılları arasında OECD ülkeleriyle Türkiye’yi kıyaslayan çalışmalara baktığımızda, GATT anlaşmasının katkısıyla ( GATT anlaşması, ülke içi toplam tarım desteklemelerine gelişmiş ülkeler için 6 yıl sonunda yüzde 20, azgelişmiş ülkeler içinse 10 yıl sonunda yüzde 13,3 olmak üzere AMS olarak tanımlanan bir üst sınır getirmektedir.) 1994 yılı sonrasında batıda sübvansiyonların göreli ağırlığı azalma eğilimi gösterirken, Türkiye’de artış gösterse de Türkiye’deki destekler OECD ortalamasının altında kalmaktadır. Bahsedilen dönemde, Türkiye’de ÜSE yüzde 31, OECD’de ise yüzde 39. (Rakamlar, Erol Çakmak ve Haluk Kasnakoğlu’nun Türkiye Ziraatçılar Derneği’nin Temmuz 1999’daki kongresine sundukları tebliğden alınmıştır.)
Destek fiyatları bütün ülkelerde Türkiye’den fazla olmasına rağmen desteklerin fazla olduğunu iddia edenler, tarımsal desteklemenin milli gelire oranı rakamlarını ortaya atarak gerçekleri çarpıtıyorlar. 1993–1998 ortalaması olarak tarımsal desteklemenin milli gelire oranı OECD’de yüzde 1,4, Türkiye’de ise 4,7’dir. Bu rakamlara dayanarak desteklemenin fazla olduğunu iddia edenler bilinçli bir şekilde, Türkiye’de tarım kesiminin milli gelir içindeki payının OECD ülkelerini 10 kat aştığı gerçeğini görmezden geliyorlar. Kaldı ki, kişi başına ödenen sübvansiyonların dolar cinsinden değeri OECD’de Türkiye’yi 14 kat aşmaktadır.

TÜRKİYE İTHAL ÜRÜN PAZARI OLUYOR
Tarım girdilerine yüzde 100 zam gelirken ürünü en çok yüzde 25 artış gören, ABD’li ve AB’li üreticiler yüzde 39 dolayında sübvanse edilirken kendisinin yüzde 5 sübvanse edilmesi çok görülen, mazotu dünya fiyatının üç, traktörü ise 2,5 katına alan üretici, AB’nin elinde biriken stokları eritmek için büyük oranlarda ihracat sübvansiyonları uyguladığı bir ortamda, ithal ürünlerle nasıl rekabet edecek?
Tarım ürünlerine ithalat sınırlamasının getirilmediği böylesi bir ortamda, ülkemizin ithal ürün cenneti olması kaçınılmazdır. Yapılan ithalat-ihracat oranı incelendiğinde bu gerçek kendisini göstermektedir. Örneğin; işlenmiş tarım ürünlerinde Türkiye’nin AB’ye ihracatı 1995 yılından itibaren değişmezken Türkiye’nin AB’den ithalatı yüzde 30 ile 35 arasında artış gösteriyor.
“Tarım reformu” adı altında hayata geçirilmeye çalışılan uygulamalar bu oranı ülke aleyhine daha da büyütecektir.

Ağustos 2000

Emperyalist tarım politikaları ve Türkiye tarımı

Sanayinin tarım aleyhine plansız ve anarşik gelişimi, kapitalist sistemin temel özelliklerinden biridir. Özellikle de emperyalist devletlerin son büyük saldırısı insanlığın en temel gereksinimi olan tarım ve gıda üretimini büyük bir açmazla karşı karşıya bırakıyor. Dünyanın bütün nimetlerine her ne pahasına olursa olsun el koymak isteyen emperyalizm, diğer alanlarda olduğu gibi tarımda da milyarlarca insanı birkaç büyük efendi emperyalist devlete bağımlı kılmak için hiçbir şeyden kaçınmıyor. Rekabet içindeki emperyalistler bir yandan birbirlerini saf dışı bırakmak için çeşitli entrikalar çeviriyorlar, diğer yandan da, birkaç büyük emperyalist devlet çeşitli ittifaklarla, bağımlı ülkelerin sanayi ve tarımsal üretimlerine mali sermayenin kendilerine getirdiği üstünlüğü acımasızca kullanarak, onları rekabet alanının dışına itiyorlar. Başta ABD olmak üzere emperyalist devletler, onların haciz memurları IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar, WTO, GATT, AB, NAFTA vb. örgüt ve anlaşmalar aracılığıyla ülkeleri kendi açık pazarları haline getirmek için artık daha acımasız ve açıktan soyguna girişiyorlar.
Küreselleşme denen vahşi soygun, başka şeylerin yanı sıra tarım alanında da küçük bir azınlığın milyarlarca insanı sınırsız bir açgözlülükle sömürmesi anlamına geliyor.
Özellikle 1990’dan itibaren dünya ölçeğinde tahıl üretiminde ciddi gerilemeler yaşanıyor. 1984’de kişi başına 346 kg olan yıllık tahıl üretimi, 1990’da 336 kiloya kadar düşmüş durumda. Emperyalist politikalar gereği, borç kıskacına girmiş ülkelerin yağmaya açılması, ulusal tarım üretimlerinin alttan dinamitlenmesi, dünya tarımsal üretiminin gelişimini büyük bir sekteye uğratıyor. Dünyada tarımsal üretim yıllık % 0,5 büyürken, nüfus artışı % 1,6 olarak gerçekleşiyor. Yani her yıl 27 milyon ton olarak gerçekleşmesi gereken tarımsal üretim artışı sadece 12 milyon tonda kalıyor.
Böylece her yıl tarımsal üretim açığı büyüyor. Buna karşın, başta ABD olmak üzere birkaç güçlü emperyalistin depolarında binlerce ton fazla tarımsal ürün stoku bulunuyor. Emperyalistler, üç beş büyük tekelci kuruluş, sadece ve sadece kendi çıkarları, aşırı kâr için dünya tarımını mahvediyor, milyarlarca insanın kaderiyle oynuyor.
Borçlandırma ilmiğini bağımlı ülkelerin boynuna geçiren emperyalizm; IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar eliyle yürürlüğe soktuğu “yapısal uyum programlan”, “tarımda reform” vb. uygulamalarla daha düne kadar kendine yeter tarımsal üretimi olan ülkeleri, artık tarımsal ürün ithalatçısı ülkeler durumuna getirmiş durumda. Kapitalist ideolog ve ekonomistlerce “gelişmekte olan ülkeler” olarak adlandırılan, ancak “sömürgeleşmekte olan ülkeler” olarak anlaşılması gereken ülkelerde söz konusu bu anlaşmalar ve programlar yoluyla emperyalistlerin önündeki, koruma, gümrük vergileri, ithalat sınırlamaları, teşvik ve destekler vb. tüm engeller kaldırılıyor.
Uruguay Round, dünyanın büyük bir bölümünü teşkil eden halkların tepesine tam anlamıyla bir balyoz gibi indi. Bu anlaşma, büyük bir güce erişen ABD ve AB’li birkaç güçlü emperyalistin, bağımlı ülkeler üzerindeki egemenliğini pekiştirirken, onları soymanın, iliklerine kadar sömürmenin önündeki tüm engelleri yıktı.
İkinci Dünya Savaşı öncesi yıllık 5 milyon ton besin ihraç eden ABD, 1980 yılına gelindiğinde bu rakamı 120 milyon tona çıkarmış durumda.
Bu alanda ABD’nin en büyük rakibi olan AB, ortak tarım politikalarının yürürlüğe girmesi, tarımda modernizasyon, yüksek devlet destekleri ile büyük bir sıçrama sağladı. Uluslararası anlaşmalar, IMF, Dünya Bankası’nın yapısal uyum programları ile bağımlı ülkelerde estirilen terörün sağladığı olanaklarla, 1970’li yılların başında net tarım ithalatçısı olan AB, bundan sadece 20 yıl gibi kısa bir zaman içinde net tarım ihracatçısı konuma ulaştı. Ve bu alanda ABD’nin karşısına güçlü bir rakip olarak çıktı. Dolayısıyla tarımda da ciddi bir pazar sıkıntısı ve pazarlar üzerinde egemenlik mücadelesi yaşanmaya başladı. Özellikle 1980’lerin başlarında dünyada yaşanan tarım ticaretindeki daralma, söz konusu ülkelerde, ama özellikle ABD’nin elinde aşırı üretim sonucu biriken stoklar, tarımsal üretimdeki kriz, kredi geri ödemelerindeki bozulma, ABD’nin tarım üretimine ciddi bir sekte vururken, dünya pazarları üzerinde yeni arayışlara, bağımlı ülkelere yönelik yeni saldırılara, yeni dayatmalara yol açtı.

EMPERYALİSTLERİN YENİ ARAYIŞLARI VE GATT
1930’lu yıllarda tarımsal verimlilik açısından Hindistan, Arjantin vb. ile aynı düzeyde olan ABD’de 1950’li yıllardan itibaren düzenli bir biçimde desteklenen tarım, 1960’lı yıllardan itibaren sürekli güçlendi. Bu yıllarda Sovyetler Birliği’nde yönetimi ele geçiren revizyonist kliğin uygulamaya koyduğu kapitalizmin restorasyonu ile birlikte tarımsal üretim hızındaki yavaşlama, tarımsal üretimin sürekli güç kaybetmesi, diğer ülkeler karşısında ABD’ye büyük bir avantaj sağladı. Bu avantajla ABD, 1970’li yıllardan başlayarak tarım ürünleri ihracatında büyük atak yaptı. 1970’te 3,5 milyar dolar olan tarım ürünleri ihracatını, 1981 yılına kadar 43,3 milyar dolara çıkarttı. Bu artışta en büyük faktör şüphesiz güçlü bir emperyalist devlet olarak ABD’nin diğer ülkelerden sömürdüklerinin bir kısmını bu alana destek olarak sunması, aşırı girdi, teknolojik yatırımlarla verimliliğin sürekli arttırılmasıydı. Nitekim 1978 yılında tarıma sağlanan teşvikler 3,5 milyar dolar iken, bu rakam sadece 8 yıl içersinde, yani 1986 yılına gelindiğinde 42,5 milyar dolara ulaşmıştı.
Ancak ABD’de bunlar olurken AB de boş durmuyor, tarımda büyük yatırımlara girişerek, yükselen bir üretim artışı gerçekleştiriyordu. Hatta üretkenlik bakımından ABD’nin önüne geçmiş ve büyük bir rakip haline gelmişti. Ortak tarım politikası ile sağlanan hızlı verim ve üretim artışı sonucu, 1970’li yılların başlarında tarım ürünleri ithal eden AB, 1990’lı yıllarda artık tarım ihracatçısı konumuna ulaşmıştı. 1972-‘74 döneminde 22,1 milyon ton hububat ithalatı yapan AB, 1992–1994 döneminde 29,3 milyon ton hububat ihraç etti. Böylelikle AB’nin ihracatında % 300’lük bir artış olurken, aynı dönemde ABD’nin ihracatı 68,6 milyon tondan 86,1 milyon tona çıkabilmişti. Yani AB’nin ihracatı % 300 büyürken, ABD’nin tarım ihracatı onun çok gerilerinde kalarak % 30 civarında artabildi.
Bu arada ’80’li yıllarda yaşanan kriz tarımı da vurmuş, pazarlarda daralma yaşanmış, ihracat yavaşlamış, yeni pazar arayışları başlamıştı.
Ekonomideki durgunluk ABD tarımını ciddi biçimde silkelerken, ihracatı düşme trendine girdi. 1980’de 43,3 milyar dolara ulaşan tarım ihracatı büyük gerilemeyle 1986’da 26 milyar dolar seviyelerine indi. Buna karşın ithalat arttı. İç pazarda ise talep artışı % 1 olarak gerçekleşirken, üretimdeki artış % 2’ydi.
Stoklar büyümüş, ABD’li küçük çiftçi yıkıma doğu sürüklenmişti. Çiftçi bankalardan aldığı kredileri geri ödemekte zorlanınca, geri ödenmeyen krediler yüzünden finans piyasaları da zorlandı.
ABD tarımının içinde bulunduğu durumu tartışmak ve çözüm yolları aramak için 10 Kasım 1982’de Şikago’da yapılan Ulusal Tarımsal Bankacılık konferansında Blok sekreterinin yaptığı konuşma daha sonraları gerçekleşecek olan GATT görüşmelerinde ABD’nin tarımı neden bu kadar ısrarla masaya yatırdığı ve kabağın hangi koşullar sonucu bağımlı ülkelerin kafasında patladığını göstermesi bakımından ilginçtir.
Şöyle diyor konuşmacı: “Bugün konuşacağınız neredeyse herkes, tarımın bir felaket içinde olduğunu söyleyecektir size. Ben 400 milyon paund’luk tereyağı, 800 milyon paund’luk peynir, 1,2 milyar paund’luk yağsız süt tozu stoklarımızın kâbusunu yaşıyorum. Devreden pamuk stoğumuz geçen yılki miktarın iki-üç katından fazladır. Buğdayın devreden stoku 2 yıl öncesinden % 43 fazladır. Devreden soya stoku gelecek yıl bu yıldan % 60 fazla olacaktır. Avrupa Ortak Pazarı ticari duvarların arkasına 20 yıl önce 10 üye ülkesiyle tarımda kendi kendine yeterli olmak için inşa edilmiştir. Fakat bu nokta geçilmiştir. Ortak Pazar 1960’lardaki yıllık 20 milyon tonluk net hububat ithalatçılığı konumundan, 1980’lerde net hububat ihracatçısı konumuna gelmiştir. Bu amaçlanan kendi kendine yeterliliğin çok ötesindedir. Para yardımları ihracata yönelik çok artmış ve Amerikan üreticisiyle rekabet durumu yaratmıştır. Bizim üreticilerimiz, Avrupalı kapitalistlerin hazinelerine karşı mücadele vermek zorundadır. Bunun neresi adalettir?”
Temsilcinin konuşması böyledir. Ve o emperyalist tarım politikasının sözcülerinden biri olarak, kendi kendine yetme amaçlı kurulan AB’nin tarım ihracatına yönelmesini ve kendilerine dış pazarlarda rakip olmasını hazmedememekte, AB’nin yaptığını adaletsizlik olarak nitelemektedir. Temsilciye göre adalet, tüm dünyayı ABD’nin tek başına yağmalamasıdır. Gerçekten de ABD’nin tarımsal alandaki yetkililerinden olan bu bayın söyledikleri, varlığını, küçük bir azınlığın çoğunluğu ezmesi ve sömürmesi üzerine kurmuş olan kapitalizmin adalet anlayışının anlaşılması açısından yalın bir örnektir.
Bu konuşmada özet ifadesini bulan ABD’nin tarımının sıkıntılarını gidermek için yeni yollar aranmaya başlandı. Elbette bu yollar tek bir yere çıkıyordu; yoksulların tepesine… ABD’ye göre, tarımın gerilemesinin ve stokların sebebi belliydi; bağımlı ülkeler ve bunların ezilen halkları! Biraz da AB ülkeleri. Öyleyse yapılması gereken açıktı; mali sermaye kıskacına girmiş ve borçları her geçen gün muazzam boyutlara ulaşan, tefeci devletler ve onların çek senet tahsilâtçısı IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların oyuncağı haline gelmiş ülkelerin tarımsal üretimlerine müdahale etmek… Üretimi dinamitlemek… Rekabet güçlerini yok edip o pazarlara emperyalist tekellerin girmesinin önündeki tüm engelleri kaldırmak… Buraları kelimenin tam anlamıyla serbest ticaret bölgeleri ve yağma üssü haline getirerek kapitalist adaleti sağlamak!
Aynı dönemde benzer gelişmeler AB’de yaşanıyordu. Aşırı üretim sonucu stoklar büyümüştü. Yemlik tahıl stokları 200 milyon tona, ekmeklik tahıl stokları 150 milyon tona ulaşmıştı. Et ve süt ürünlerinde ise kısa sürede tüketilemeyecek stoklar oluşmuştu.
Emperyalist devletler ellerindeki stokları eritmek için birbirleriyle büyük bir pazar kavgasına tutuşur, ihracata büyük teşvikler, sübvansiyonlar uygular, pazar için büyük dampinglere başvururken, bağımlı ülkeler üzerinde büyük baskılar uygulamaya, bu ülkelerin sanayi ve ticaretini olduğu gibi tarım alanını da tahribe giriştiler.
ABD, GATT bünyesinde Cenevre görüşmelerinde tarım sorununu masaya getirdi ve bir dizi öneri paketi sundu. Tarım politikalarının yeniden gözden geçirilmesi ile ilgili ABD önerileri sert geçen tartışmalar sonunda kabul görmedi. AB ülkeleri, ABD’nin tüm baskılarına karşın önerileri kabul etmediler.
Elbette ABD, buna sessiz kalmazdı ve önerilerini reddedenlerin burnunu sürtmeliydi. ABD’nin, önerilerini reddeden AB ülkelerine yanıtı; daha önce o güne kadar tonu hiç 155 doların altına inmemiş olan buğday fiyatlarını 70 dolara indirmek oldu. Ve genel olarak o güne kadar AB ve özel olarak da Fransa’nın pazarları olan Afrika ülkelerine tarım ürünleri ihracı için büyük bir hamle yaptı. Dünya fiyatları 150 doların üzerindeyken Mısır’a tonu 25 dolara 1 milyon ton buğday unu sattı. Fas’a 2 milyon ton hububat ihraç etti. Yine Mısır’a çok düşük fiyatlarla tereyağı ve peynir sattı.
Ve bunun için uzun vadeli krediler sağladı. Böylece AB’ye karşı güç gösterisinde bulunurken aba altından sopa gösteriyordu.
Buna karşın AB de eli kolu bağlı beklemedi, Rusya’ya o güne kadar dünya piyasalarında görülmemiş bir fiyata, tonu 450 dolara tereyağı ihraç etti. Bu fiyat AB’nin çiftçilere ödediği destekleme fiyatının bile yalnızca % 14’ünü karşılayabiliyordu. Ama böylece AB de karşı tutum sergilemiş oluyordu. Rekabet kızışmıştı. 1986’da buğdayın ton başına dünya piyasası fiyatı 100 dolara düşmüştü.
Buraya şimdilik bir nokta koyup dampinglerin bağımlı ülkeler ve yoksul halklar için neler ifade ettiğine kısa bir göz atmak gerekiyor. Çünkü görevleri kapitalist sistemin pisliklerini örtmek, onu şirin göstermek olan burjuva demagoglar ve burjuva iktisatçılar kapitalist sistemin rekabet ve fırsatlar sistemi olduğunu, bu özelliğinin kapitalizme bir ayrıcalık kattığını söylerler. Onlara göre kapitalist rekabet, piyasalarda insanlığın yararına işlev görür. Gelişmeyi hızlandırır, insan yaratıcılığını geliştirir.
Şimdi yukarıdaki tabloya bakan bir burjuva iktisatçısı, işte kapitalist rekabet ucuzluk getirdi, tüm insanlar bundan yararlanabilir, diye kapitalizme övgüler düzebilir.
Ancak gerçek hiç de öyle değil. Dampingler sonucu bir dönem için bile olsa fiyatları düşen ürünler, bu ülkelerdeki işbirlikçiler vasıtasıyla ithal edilir ve üzerlerine iyi kârlar konarak iç piyasalara satışa sunulur. Fiyatlar genel olarak yerli ürünün fiyatından düşüktür. Emperyalizmin kölesi durumuna gelmiş hükümetler bu durumu büyük bir ikiyüzlülükle, halka ucuz gıda ürünleri sundukları şeklinde propaganda ederler. Dampingli ürün karşısında yerli ürün pahalı kalmıştır ve rekabet şansını yitirmiştir. Küçük ve orta ölçekli üretici elindeki malı zararına satmak veya çürütmek seçeneklerinden birini tercih etmek zorundadır.
Büyük toprak sahibine gelince; her ülkedeki az sayıdaki büyük toprak sahibi bir yolunu bulup vaziyeti kurtarır. El altından devletten teşvikler alıp o da ithalata girişir ve kâra geçer. Bir yandan da küçük ve orta ölçekli üreticinin zor durumundan faydalanıp onları tam anlamıyla köşeye sıkıştırır, ellerindeki malı ve toprağı yok pahasına kapatır. Küçük ve orta ölçekli üreticinin direnme şansı yoktur. Çünkü bankalardan aldığı kredilerin veya tefeciden aldığı borcun ödeme günü gelmektedir. Böylece zarar eder. Daha kötüsü ve sık sık yaşandığı gibi borçları ödeyemediğinden toprağına ve üretim araçlarına el konulur.
Dampingler sonucu rekabet şansını yitiren yerli üretim, emperyalistlerin tarım ürünlerine yenik düşer. Ekim alanları azalır. Bir süre sonra emperyalizm açısından işler yoluna girdiğinde, yani yerli üretim teslim alınıp ulusal üretim tasfiye edildiğinde -veya yeteri kadar tasfiye edildiğinde-, iç pazar üzerinde hâkimiyet kurulduğunda, fiyatlar yükselir. Emperyalistler istedikleri gibi at oynatmaya başlar. Ve geçmiş dampinglerde kaybettiklerinin acısını fazlasıyla halka ödetirler.
Ama bu arada olan yerli üretime olmuştur. Dünyanın pek çok ülkesinde ve çok çarpıcı olarak ülkemizde yaşandığı gibi, zamanında tarımı kendi kendine yeten ve fazlasını ihraç eder durumda olan pek çok ülke şimdilerde tarımsal üretimde de emperyalizme bağımlı, ithalatçı durumuna gelmişlerdir. Bu işten üç beş büyük holding, para babası ithalatçı büyük vurgunlar vurmakta, milyonlarca doları cebe indirmekte, ama teknolojik bakımdan geri, verimliliği düşük, üretim maliyetleri yüksek olan ülkelerin tarımları bu rekabete göğüs geremeyerek çökmekte, işsizlik, yoksulluk artmakta, dış borçlar her geçen gün katlanmakta, dışa bağımlılık büyümektedir.
Diğer yandan da paranın gücünü ve üretim araçlarını elinde bulunduran emperyalist kapitalizm, üretici güçlerin ve üretimin gelişiminin önünde engel olmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde işletilebilir durumda toprak, aşırı kâr hırsı, rekabet yüzünden bağımlı duruma getirme, fiyatların düşmemesi vb. için üretim dışına itilmektedir. Nitekim şu anda dünyanın hemen her bölgesinde milyonlarca dönüm tarıma elverişli arazi sırf emperyalist politikalar ve üretim araçlarının özel mülkiyeti, gelişmiş ve teknolojik araçların parayı elinde bulunduranların mülkiyetinde olması nedeniyle işletilememektedir. Hem de, milyonlarca insan açken, milyonlarca çocuk açlıktan ölüp yetersiz beslenme nedeniyle sakat kalırken… İşte kapitalist propagandacıların büyük bir yaygarayla durmadan propagandasını yaptıkları kapitalist rekabet! İşte kapitalist rekabetin üretici güçleri, üretim araçlarını geliştirip geliştirmediğinin acı ve vahşi örnekleri!
ABD’nin sert tavrı etkisini göstermekte gecikmedi. AB ülkeleri ABD ile tarımsal politikaları görüşmek üzere yeniden masaya oturdular. Esas olarak o güne kadar sanayi ve ticaret konularını içeren GATT görüşmelerinde, emperyalistlerin ihtiyaçları doğrultusunda tarım konuları gündeme getirildi. Uzun yıllara yayılan Uruguay Raundları sonunda tarım alanına ilişkin GATT anlaşmaları tam da ABD ve AB emperyalistlerinin istekleri ve çıkarlarına uygun olarak kabul edildi.
GATT Uruguay Raund’unda aralarında Türkiye’nin de yer aldığı ülkelerin hükümetleri tarafından imzalanan anlaşmaya göre;
1. Tarımsal üretime sağlanan destekler belli süre içerisinde kaldırılacak.
2. Üreticiye yapılan doğrudan destekler, araştırma, hastalıklarla mücadele, altyapı, çevre koruma programlarına yapılan harcamalar devam edecek.
3. Tarım üreticilerine yönelik ihracat sübvansiyonları kaldırılacak.
4. Tarım ürünleri ithalatında uygulanan tarife dışı engeller kaldırılacak, gümrük tarifeleri düşürülecek, giderek kaldırılacak.
Böylece birkaç emperyalistin, bağımlı ülkelere yönelik planlarının önü açılmış oluyordu. Gırtlağına kadar borca batmış, bütçelerinin yarısını dış borç faizlerine ayırmak zoruna kalan, teknoloji, girdi, tohumluk vb. her şeyiyle dışa bağımlı, altyapıları söz konusu ülkelerle asla baş edemeyecek durumda olan geri kalmış ülkelerin tarımı böylece efendilere feda ediliyordu.
Emperyalistler ve işbirlikçi hükümetler bu anlaşmayı, herkes için fırsat eşitliğiymiş gibi gösteriyorlar. Ve diyorlar ki, herkes bu anlaşmaya imza attı. Şartlar herkes için aynı. Türkiye, ABD, Almanya, Fransa… Bu anlaşma herkes için eşit koşullar içermektedir…
Ama bu yalancılar, söz konusu eşitliğin, gerçekte eşitsizliğin eşitliği olduğunu saklamaya çalışırlarken ABD ile Türkiye’nin sanayi ve tarımda asla eşit koşullarda yanşamayacağını herkesten çok daha iyi biliyorlar.
Oysa GATT görüşmeleri öncesi ABD ve AB ülkelerinde yaşananlar, büyüyen stoklar, pazar kavgaları, GATT görüşmelerinde tarımın hangi ihtiyacın ürünü olarak masaya getirildiğini açıkça göstermektedir.
ABD ve AB, bağımlı ülkelerin tüm hücrelerine kadar nüfuz etmek, karşı tarafın üretimini çökertmek ve kendi ürünlerine yer açmak için GATT görüşmelerinde tarımı gündeme sokmuşlar ve kendi ihtiyaçlarına uygun koşulları dayatmışlardır. Yoksa bazı aklıevvellerin yutturmaya çalıştıkları gibi, ABD ve AB, gümrük duvarları, teşvikler, sübvansiyonlar vb. geri ülkelerin gelişmesi için yapmıyorlar.
GATT ve diğer uluslararası anlaşmalarda tüm kuralların herkese eşit olarak uygulanabileceği varsayımına gelince; hiç şüphesiz bu da burjuvazinin öteki yalanlarından farklı değildir. Paranın belirleyici güç olduğu bir sistemde, zenginle fakiri, işçi ile patronu yasaların eşit koruduğu ve yasalar karşısında herkesin eşit olduğu nasıl büyük bir yalansa bu da o kadar büyük bir yalandır. Bağımlı ülkeler, altını imzaladıkları şartları uygulamadıklarında ya da ayak sürüdüklerinde onları cezalandıracak, hizaya getirecek güç vardır. Krediler kesilir, vadesi gelen ve gelmeyen borçlar istenir, ambargo uygulanır, nihayetinde savaş ilan edebilir vs. Peki ABD bu anlaşmalara uymadığında ona yaptırımı kim uygulayacaktır ve bu nasıl bir yaptırım olacaktır? ABD, Birleşmiş Milletler kararını bile beklemeden Yugoslavya’ya dalmıştır. Kimden ses çıkmıştır? Ya da yine ABD, nükleer silah bulundurduğu gerekçesiyle Irak’ı bombalamıştır. Eğer nükleer silah bulundurmak bombalamayı gerektiriyorsa, bu silahlardan en fazlasını bulunduran ABD’ye ne yapmak gerekir? Peki, ABD’yi kim cezalandırmıştır?
Türkiye açısından ele alırsak, ABD’ye karşı yaptırımı, kendisini iktidara getiren efendisine karşı, örneğin MHP-DSP-ANAP hükümeti mi uygulayacaktır? Ama bu partilerin liderleri bizzat ABD desteğiyle oralara gelmiş, başbakan olmadan ya da hükümete girmeden önce ABD’ye gidip itaat yemini etmemişler midir?
Büyük güçlerin arasında yaptırımlar ancak birbirlerine karşı olabilir. Örneğin, bir dönem önce Almanya ve Fransa’nın başını çektiği ve ‘deli dana hastalığı’ gerekçesiyle İngiltere’nin hayvansal ürün ihracatına getirilen engelleme gibi. Ya da yine Almanya’nın, İsviçre’den ithal edilen ve ülke içinde ciddi bir pazar edinen İsviçre şaraplarının ithalatını, “şarap şişelerinde tepe boşluğunun az bırakıldığı” gerekçesiyle yasaklaması gibi.
Ama gerçek anlamda ve sadece milyonların çıkan için emperyalizm önünde secdeye varmayacak, emperyalizmin oyununu bozacak tek güç, partisi önderliğinde işçi sınıfı ve emekçi halkın iktidarıdır.
Eli kırbaçlı emperyalist efendiler GATT anlaşmaları ile de yetinmemektedirler. Onlar, Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla işlerine gelen koşulları diğerlerine dayatmakta, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla hangi ülkede sanayinin ne kadarının kurulacağına, tarımda hangi programların uygulanacağına, neyin ne kadar ekileceğine, hangi ürünün kaç para edeceğine karar vermektedirler.
Bütün bu yaptırımlara, emperyalistlerin baskı ve tahakkümlerine, işçi sınıfı ve emekçi halkı soyup soğana çevirmesine elbette karşı durulabilir ve emperyalizmin oyunları bozulabilir. Buysa, düzen sınırları içinde değil ancak sosyalizm için mücadele ile gerçekleşebilir. Nitekim işte tam da bu yüzden kapitalizm, sosyalizme böylesi saldırmakta, olur olmaz her yerde ve her fırsatta Marksizm-Leninizm’e küfürler savurmaktadır.
Örümcek ağı gibi, bağımlı ülkelerin çevresini duvarla ören ve onlara, koydukları kuralların dışına çıkma şansı tanımayan emperyalist politikalar aracılığıyla pek çok ülkenin sanayisi ile birlikte tarımı da felakete uğradı. Yukarıda belirtildiği gibi bir zamanlar tarım ambarı olarak bilinen pek çok ülke bugün gelinen noktada bu özelliğini yitirdi, tarımsal üretimleri çöktü., ve emperyalizme bağımlı hale geldi.
Örneğin, ABD’nin arka bahçesi saydığı Latin Amerika ülkelerinden Meksika, bir zamanlar tarımsal üretimi kendine yeten bir ülkeydi. NAFTA ile ABD’nin bu ülke üzerinde tam egemenlik kurmasıyla birlikte borç batağına yuvarlandı. Tefecinin eline düşen Meksika, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmaları ile “Yapısal Uyum Programlarını yürürlüğe soktu. Bu programlar çerçevesinde özelleştirmeler ile en temel ve kârlı kamu işletmeleri ABD’li tekeller ve onların yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilirken, yüz binlerce işçi işsiz kaldı. Yoksulluk inanılmaz boyutlara ulaştı. Meksika halkı açlık ve yoksullukla acı içinde kıvranırken milyonlarca dolar Meksika’dan ABD’ye aktı. Aynı biçimde tarım alanında da müthiş ve bir o kadar acımasız bir oyun oynanıyordu. Büyüyen borçlar, kredi ertelemeleri ve yeni krediler için masaya oturulduğunda, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmasıyla Meksika’nın en temel ve dış satım yoluyla ülkeye gelir sağlayan tarımsal ürünlerinden mısır, fasulye ve şeker pancarının ithalatı serbest bırakıldı. IMF ve Dünya Bankası’nın hazır reçete olarak tüm borçlu ülkelerin burnuna dayadığı “kamu açıklarını kapatma” gerekçesiyle tarım destekleme fonları, sübvansiyonlar kısıtlanır ya da tamamen kaldırılırken, gübre, zirai ilaçlar ve diğer tarımsal girdilere yüksek oranlı zamlar yapıldı. Tarım kredilerinin faizleri artırıldı. Meksika köylülüğü ve tarımsal üretimi çöktü. Ve böylece kısa bir zaman öncesine kadar söz konusu ürünleri ihraç eden Meksika, tüketilen fasulyenin % 40’ını, mısırın % 25’ini, şekerin % 30’unu ithal eder duruma geldi.
Hayvansal üretim de aynı karanlık oyunlara kurban edilmişti. Uygulanan politikalar sonucu, taze süt tüketimi % 41, et tüketimi % 30 azaldı. Çocuklar ve yetişkinler artık yeterince beslenemiyorlardı. Tarım işçilerinin % 30’u topraktan kopmuş, işsiz kalarak göçe zorlanmışlardı. Bu topraklar yok pahasına veya ödenemeyen borçlar karşılığı Meksikalı büyük toprak sahiplerinin, zenginlerin, üst düzey bürokratların ve yüksek rütbeli subayların eline geçti.
Aynı olaylar dünyanın bugün sayıları giderek artan pek çok ülkesinde yaşanıyor. Peru, Bangladeş, El Salvador, Brezilya, Aşağı Sahra Afrikası, Hindistan, Pakistan, Bolivya, Ruanda, Zimbabwe, Rusya, Polonya, Macaristan, Türkiye ve daha onlarca ülke hemen hemen aynı sonla karşı karşıya; yoksulluk ve açlıkla biten filmde, halkası efendisinin elinde köle rolü oynamak.

EMPERYALİZMİN YENİ KELEPÇESİ: PATENT YASASI
Emperyalistlerin WTO ile yürürlüğe koydukları diğer bir şart ‘Patent Yasası’ olarak kendini dayatıyor. Bu yasa ile emperyalistler avantajlarına bir yenisini daha ekleyerek bağımlı ülkeler üzerinde bir kez daha ve uzun vadeli ayrıcalıklar elde ediyorlar.
Patent Yasası ile esas olarak ABD ve yanı sıra AB (ki siz bundan Almanya, Fransa ve İngiltere’yi anlayın) bugünün ve geleceğin biyo-teknolojisi dahil, tarım, sağlık, kısaca tüm yaşam ürünleri üzerinde kontrolü ve denetimi sağlamayı ve bağımlı ülkeleri çok daha ileri düzeylerde ve uzun süreli kendilerine bağlamayı hedeflemiştir. Böylelikle dünya üzerindeki her türlü üretime, gelişime hükmetmeye çalışmaktadırlar. Örneğin bu yasayla ABD veya AB, ya da Japonya, patentini aldığı bir tarım veya sağlık ürününün dünyanın neresinde olursa olsun, üretim hakkı kendi iznine tabi olacak, anlaşma yapılıp patent hakkı karşılığı istediği ücreti almadan bu ürün üretilemeyecektir. Bu, bağımlı ülkeleri her şeyiyle daha fazla bağımlı hale getirmenin aracından başka nedir? Ve böylelikle emperyalist-kapitalist sistemin üretimin gelişiminin önünde nasıl engel teşkil ettiği bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Üstelik Patent Yasası’nca, patentin uluslararası kuruluşlardan alınması gerekmektedir. Bu ise son derece pahalı bir iştir. Zaten pahalı olması basit bir tesadüf değil, ama Patent Yasası’nın esas olarak zenginler lehine işlemesi ve patentlerin zenginlerin elinde toplanması amacıyla uygulanan bir politikadır. Konuyla ilgili olarak Hindistan Bilim Enstitüsü’nden bir biyolog şöyle demektedir: “Uluslararası patentlerin fahiş maliyeti, patent işine girmek isteyebilecek bireyleri, araştırma kuruluşlarını bile caydıracaktır.”
Emperyalizm, bir yandan dünyanın büyük bir bölümünü her şeyiyle kendine bağımlı kılarken, diğer yandan da bilimin, endüstrinin, araştırmacılığın ve yaratıcılığın gelişiminin önüne kara bir duvar alarak dikiliyor. Gıdada, ilaç sanayisinde sanayi ve teknolojinin gelişimine, her şeye müdahale eder duruma geliyor. Böylece Amerikan tekelleri yanlarına diğer büyük emperyalistlerden birkaçını da alarak, tohumları, bitkileri, ilaçları, üretim araçlarını, kısaca yaşam için gerekli en temel ve zorunlu şeyleri ve alanları denetimleri altına almayı, dünya halklarını haraca bağlamayı hedefliyor.

BİR YANDA DEPOLARDA STOKLAR, BİR YANDA AÇLIKTAN ÖLEN ÇOCUKLAR
Yukarıda anlatıldığı ve Amerikalı tarım blok sözcüsünün konuşmalarında belirtildiği üzere depolarda milyonlarca ton tahıl ve gıda maddesi bulunmaktadır. Aynı şeyler AB’nin güçlü birkaç ülkesi için de geçerlidir. Ama aynı zamanda ABD’de 30 milyon insan açlık tehlikesiyle karşı karşıya, yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Meksika’da, Peru’da, Hindistan’da, Türkiye’de, Bangladeş’te ve daha onlarca ülkede insanlar açlıktan kırılmaktadır.
AB’nin başı Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde de depolar dolu, stoklar büyüktür. Ama buralarda da milyonlarca işsiz, sokakta yatan, dilenen insanlar vardır. Polonya, Macaristan ve diğerlerinde nüfusun yarısından fazlası yoksulluk sınırı altında veya sınırındadır. Ve unutulmamalıdır ki, sınırın ne olduğu göreceli bir kavramdır ve bu sınırın nerede başlayıp nerede bittiği, yine uluslararası kapitalizmin hizmetindeki kuruluşlar tarafından saptanmaktadır.
Büyük emperyalist devletler tarıma milyarlarca dolarlık destekler, sübvansiyonlar sağlamaktadırlar, ama bunlardan yine büyük toprak sahipleri ve büyük kapitalistler yararlanmakta, küçük üreticiler giderek daha zor durumlara düşmektedirler. GATT ve WTO kararından da olumsuz etkilenecekler bu küçük üreticilerdir ve durumun farkında olan üreticiler Fransa’da olduğu gibi sık sık yollara dökülmekte, yüz binlerce üreticinin katıldığı eylemler düzenlemektedirler. WTO’nun gerçek yüzü daha fazla açığa çıkmakta, kapitalistler işlerinin hiç de kolay olmadığının farkına varmaktadırlar.
ABD’de ve AB’nin birkaç öncü ülkesinde depolar doludur, milyonlarca tonluk tahıl ve gıda maddesi stokları dağ gibi büyümüştür. Antrepolar, en modern şok tesisleri, soğuk hava depoları hayvansal ürünlerle doludur. Yüksek teşvikler, sübvansiyon, teknolojik yenilikler, makineler ve aşırı girdilerle üretim ve verimlilik sürekli artmaktadır. Ancak bunların hiçbiri tarımsal üretim ve dağıtımın insanlık için güvencesi değildir. Tüm insanlık için gıda güvencesinin elde edilebilmesi yararına, bir ülkenin gereksinim duyduğu gıdayı üretmesi, depolaması, ihraç etmesi veya ithal etmesi yeterli değildir. Ama aynı zamanda bunların insanlara adil olarak dağıtılması, insanların bunlardan faydalanması gerekir. Yoksa yaşamın gerçeklerinden kopuk üretim rakamları, kapitalizmin iğrençliğini gözlerden gizlemeye çalışmaktan öte bir anlam taşımayacaktır. Örneğin, depolar dolu, stoklar dağ gibi iken ABD’de 30 milyon aç insanın yaşam savaşı vermesinin gizlenmeye çalışılması gibi.
Dünyada her yıl 5 yaşın altında 15 milyon çocuk gıdasızlıktan ölmektedir. 1 milyar civarında insan ve 5 yaş altı 200 milyon çocuk kronik beslenme yetersizliği çekmektedir. 82 ülke, düşük gelirli, gıda açığı olan ülkeler sınırındadır. Her yıl on binlerce çocuk A vitamini eksikliği yüzünden kör olmaktadır. Herhalde ABD’li tarım sözcüsünün kastettiği adalet budur!
Tarımda GATT anlaşmaları ve tarımın liberalizasyonu yeni başlamaktadır ve bundan sonrası çok daha kötü olacaktır. Bunu durdurabilecek, emperyalist kapitalizmin dünyayı ve milyarlarca insanı mahvetmesini önleyecek tek güç işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul köylülerdir. Dünya emekçileri her biri kendi ülkelerinden cepheyi örerek ve enternasyonalizmi bayrak edinerek bunu başaracaktır. Başarmak zorundadır.

TÜRKİYE TARIMI
Türkiye nüfusunun % 40’tan fazlası kırsal alanda yaşamaktadır. Toprağın dağılımı daha çok küçük araziler biçimindedir. 2 dekara kadar olan küçük işletmeler toplam tarım işletmelerinin neredeyse yarısına yakını durumundadır. Kapitalist sistem, ekonomik güçsüzlükler, üretim için gerekli paraya sahip olamama, miras sistemi, toprağın sürekli küçük parçalara bölünmesine yol açmaktadır. Ancak bu durum, toprağın üreticiler arasında adil paylaşıldığı anlamına gelmemektedir. Tam tersine toprağın paylaşımı tam bir adaletsizlik örneğidir.
4 milyon 100 bin tarımsal işletmeye sahip ülkemizde üreticilerin % 85’ini oluşturan yoksul, küçük ve orta köylülük işlenebilir toprağın % 42’sine sahipken, % 15’lik azınlık, işlenebilir toprakların % 58’ine sahiptir. Bu rakam biraz daha incelendiğinde, tarım arazileri sahiplerinin % 5’lik bölümünün tüm işlenebilir toprakların % 37’sine sahip olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Üstelik tarım üreticisinin durumunun giderek kötüleşmesi, IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum programları”, emperyalistlere verilen sürekli tavizler sonucu yıkıma uğrayan küçük köylü toprağını yitirmekte, toprak giderek ve artan oranda büyük toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin elinde toplanmaktadır. Zaten birilerinin daha fazla zenginleşirken, birilerinin yoksullaşması kaçınılmazdır. Birilerinin daha fazla paraya ve mülke sahip olabilmesi, başkalarının mülksüzleşmesi, yoksullaşması ile mümkündür. Çünkü varlığını eşitsizlik, azınlığın çoğunluğu sömürmesi ve sermayenin daha az kişinin elinde toplanması üzerine inşa etmiş kapitalist sistemde başka türlüsü mümkün değildir.
Esas olarak verimli ve sulanabilir arazilerin ağırlıklı bölümü büyük toprak sahiplerinin, kapitalistlerin ellerindeki arazilerdir.
Sulanabilir arazilerin ancak yarısı sulanabilmektedir. Sulama kaynaklarına devlet bütçesinden ayrılan para son derece yetersizdir. Bu hızla gittiği takdirde sulanabilir arazilerin tamamına suyun ulaşması ancak 48 yıl sonra mümkün olacaktır. Ama bu son derece iyimser bir tahmindir. Çünkü GATT ve WTO kararlarına, IMF, Dünya Bankası programlarına esir olmuş ve onların dediklerini ikiletmeyen Türkiye’de, bu programlar doğrultusunda tarıma ayrılan desteklerin, yatırımların giderek daha fazla kısılacağı göz önüne alındığında, suyun tüm alanlara ulaşması için daha çok 48 yıllar geçmesi gerekecektir!
Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında tarımsal verim son derece düşüktür. Verimlilik artışı için gerekli altyapı yatırımlarının düşüklüğü, sulama, zirai ilaçlar, gübre vb. kullanımı, modern makine araç ve gereçlerinin yetersizliği ve bunların tarımsal ürün fiyatlarına göre birkaç misli oranda artışlar kaydetmesi, verimliliği etkilemekte, maliyetleri artırmakta, gelişmiş ülkelerle rekabet şansının baştan yitirilmesine neden olmaktadır.
Öte yandan Doğu ve Güneydoğu’da toprak ağalığı, çeşitli düzeyde varlığını sürdürmektedir. Emperyalizmin haciz memurları IMF ve Dünya Bankası ise, küçük üreticiyi piyasadan silme amaçlı programları ve doğrudan alım gibi dayatmalarla büyük kapitalist ve toprak ağalan ile işbirliği içine girmektedir.
Ülkenin bir bölümünde yaşananlar, köylerin boşaltılması, on binlerce dönüm arazinin kaderine terk edilmesi, siyasi iktidarın, Kürt yoksullarına karşı toprak ağalarıyla işbirliğine girmesi, onları el altından veya açıktan desteklemesi, para ile satın alması, boşaltılan köy arazilerine toprak ağalarının, korucu başlarının el koymaları, bölgede hem feodal üretim biçimlerinin sürmesine güç vermiş, hem de köy yoksullarını tamamen açlık tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır.
Öte yandan, GAP, toprakların ABD, İsrail vb. yabancı tekellerin ve Koç, Sabancı gibi holdinglerin elinde toplanmasını sağlarken, küçük üretici tam bir çaresizliğe ve köleliğe mahkûm edilmiştir.

TÜRKİYE TARIMININ GELİŞİM SEYRİ
Bir zamanlar tarımsal üretim bakımından bölgesinin en güçlü ülkelerinden birisi olan Türkiye, artık diğer şeylerin yanı sıra tarımsal ürünler bakımından da dışarıya bağımlı hale gelmiştir. Bir zamanlar ürettiği kendine yeter, ihtiyaç fazlasını satan ülke durumundayken, artık gıda ihtiyacını karşılamak için ithalat yapmak zorundadır.
Sanayi üretiminin tarımsal üretimi aşması, planlı bir biçimde, ülkenin ihtiyaçları gözetilerek değil, ama kapitalistlerin işine geldiği biçimde, anarşik bir biçimde gerçekleşmektedir. GSMH içinde tarımın payı 1980’de % 26 iken, 1991’e gelindiğinde % 15’e gerilemiş ve halen bu gerileme sürmektedir.
Tarımsal üretimde gerileme sürer, pek çok tarım alanı tarımsal üretim dışı kalırken, fabrikalar, kapitalizmin aşırı kâr hırsı yüzünden ulaşım, hammadde kaynaklarına yakınlık, merkezi olma vb. gerekçelerle en verimli topraklar üzerine kuruluyor. Bir tarafta sanayi işletmeleri için elverişli, tarım için elverişsiz araziler boş dururken, kapitalizm sadece kendi kârı için verimli arazileri gasp etmekten çekinmiyor. En verimli araziler böylece tarım dışı kalırken, hiçbir önlem alınmadan, doğaya vereceği zarar gözetilmeden kurulan sanayi işletmeleri bir süre sonra çevredeki tarım arazilerine, doğaya, ormanlara zarar vermeye başlıyor. Asit yağmurları tarım ürünlerini mahvediyor, ormanları kurutuyor, insanları zehirliyor. Sonuçta kanser vb. hastalıklarda olağanüstü ve ürkütücü artışlar yaşanıyor.
Bir yandan kapitalizmin ülke ve milyonlarca insanın bugünü ve geleceğini düşünmeyen plansız, anarşik üretimi, diğer yanda emperyalizmin pazar alanlarını genişletmek, dünyayı kendine bağımlı hale getirmek için dayattığı yaptırımlar ve hükümetlerin bu kararlara uymadaki coşkuları, ülkemizin geleceği açısından büyük tehlike işaretleri veriyor. 1980–92 yılları arasında tarımda büyüme hızı % 0,6, 1992–95 döneminde % 0,5’dir. Buna karşılık nüfus artışı % 2’dir. Devletin açıkladığı rakamlarda bile Türkiye’nin tarımsal ürün açığının nasıl büyük bir hızla büyüdüğü, ülke halkını ve çocuklarını nasıl sıkıntılı günler beklediği ve emperyalizme nasıl bağımlı hale gelindiği ortadadır.
Türkiye tarımının bu hale gelmesi Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak emperyalistlerle girişilen ilişkiler ve verilen tavizlerle başlamıştır. Emperyalistlerle giderek sıklaşan ilişkiler, borç karşılığı yapılan anlaşmalar, ülke ekonomisini tam bir ipotek altına sokmuştur. Bugün IMF ve Dünya Bankası gibi tefeci kuruluşlarla yapılan kölelik anlaşmalarının temeli çok eskilere dayanmaktadır. Örneğin 1956 yılında ABI ile yapılan 43,6 milyon dolarlık kredi anlaşmasında, ABD, Türkiye’ye vereceği kredinin yine ABD’den alınacak ürünlerde kullanılacağını şarta bağlıyor, bununla da kalmayıp Türkiye’nin, sınırlarını ABD ürünlerine açmasını zorunlu tutuyor. Türkiye’nin dışarıya ihraç edebileceği ürünleri ve ürün miktarlarını ABD saptıyor, buna uymaması halinde bir dizi ceza ve yaptırımlar getiriyor. 1956 yılında ABD ile Türkiye arasında imzalanan 43,6 milyon dolarlık borç verme anlaşmasındaki maddelere şöyle bir göz atmak, emperyalistlerle aynı masaya oturmanın sonuçlarını göstermek bakımdan önemlidir. Anlaşmaya göre:
1. Türkiye’ye satılan Amerikan tarım ürünleri fazlası, Amerika’nın aynı malların alıcısı bilinen pazarlara ve Amerika’nın düşman tanıdığı ülkelere satılmayacak ve yalnız Türkiye’nin iç tüketimi için kullanılacaktır.
2. Bu anlaşma ile Türkiye’ye satılacak malların dünya ürün piyasa fiyatları üzerinde tesir yapmaması için dünya piyasası üzerinden fiyat tespit edilecektir.
3. Türkiye’nin yetiştirdiği ve anlaşmada adı geçen veya benzeri mahsullerin Türkiye’den yapılacak ihracatı Amerika tarafından kontrol edilecektir.
Anlaşmaya göre, verilen kredinin bir bölümü ile buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et, konserve ve sığır eti, don yağı ve soya yağı gibi maddeler alınacak, kredinin geri kalan bölümü şöyle kullanılacaktır:
– 21.900 dolar karşılığı Türk Lirası, ABD hükümetinin Türkiye’deki masraflarıyla, ABD tarım ürünleri için yeni piyasa imkanları temini, uluslararası eğitim mübadelesi, kitap ve gazetelerin tercüme, yayın ve dağıtımı çalışmalarının finansmanında kullanılmak üzere ABD hükümeti emrine;
– 250.000 dolar karşılığı Türk Lirası, Türkiye’de Amerikan vatandaşları tarafından kurulup işletilen okul, kütüphane ve cemaat merkezlerine yardım için ABD hükümeti emrine;
Geri kalan 23.150.000 dolar karşılığı Türk Lirası iktisadi kalkınması için Türkiye’ye, faizle aşağıdaki ön şartlarla borç verilecektir;
a) Türkiye’ye borç verilecek bu miktarın 6.000.000 dolar karşılığı Türk Lirası kısmı Türkiye’deki özel teşebbüse borç verilmek üzere ayrılacaktır. Bu ikrazın şartları ve süresi, ayrıca ek bir anlaşma ile kararlaştırılacaktır. (Yani paranın kimlere ve nasıl verileceğine yine Amerika karar verecektir.)
b) Türk ve Amerikan hükümetleri, Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini arttırmak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf edeceklerdir.
ABD, kendi çalışanlarının, ajanlarının masraflarını bile Türkiye’ye karşılatıyor. İhracata ambargo koyuyor. Gümrük vergilerini kaldırtıyor. Ve Türkiye hükümetini, Türkiye’de Amerikan mallarının tanıtımını yapmak ve satışları arttırmak için görevlendiriyor!
Bu ve bunun gibi anlaşmalar ABD uşaklığının derecesini göstermek bakımından ilginçtir. Ve ülkenin emperyalizme nasıl köle yapıldığını hiçbir yorum gerektirmeyecek biçimde açıkça ortaya sermektedir.
Söz konusu anlaşmayla ithal edilen ürünler gümrük vergilerine de tâbi değildir.
Bununla da bitmemektedir.
Anlaşmaya göre, Türkiye, Ağustos 1958 tarihine kadar buğday ihraç edemeyecek, eğer ederse, ettiği kadar buğdayı, Amerika’dan kendi finanse ederek alma cezasına çarptırılacaktır.
Yine ek anlaşmalarla, Türkiye’nin zeytinyağı ihracatı 1962 ve 63 yılları arsında 10.000 tonla sınırlandırılıyor. Eğer Türkiye bu miktarı aşarsa, aştığı kadar zeytinyağını ABD’den alacaktır.
İleriki yıllarda zeytinyağı ihracatına ABD’nin koyduğu sınırlama daha da daralacak, yağlı tohumlarla birlikte 6.500.000 ton ile sınırlandırılacaktır.
Yukarıdaki şu tek bir örnek bile, Türkiye’yi yönetenlerin ülkeyi nasıl satılığa çıkardıklarını, en ağır anlaşmaların altına bile nasıl imza attıklarını, ülkede hangi ürünün ekilip ekilmeyeceğini, ekim sınırlarını, ülkenin neyi satıp satamayacağını ABD’nin belirlediğini göstermektedir. Elbette dışsatım sınırları konulunca ve içerde üretimi varken ithalat yapılması sonucunda yağlı tohum veren ayçiçeği, pamuk gibi bitkilerin ekiminin azalması da kaçınılmazdır.
Emperyalizmle olan ilişkiler ilerleyen süreçte daha da sıklaşmış, yukarıdaki anlaşmaların çok daha ağırları birbiri ardına imzalanmıştır. Her yeni anlaşma, her yeni kredi, her yeni borç erteleme görüşmesi ülkenin sanayi ve tarımı üzerine yeni ipotekler getirirken, ülkenin yönetimi fiili olarak emperyalistlerin eline geçmiştir. Gelinen noktada artık, Türkiye’nin bütçesinden, hangi alana ne kadar yatırım ve bunun kimler tarafından yapılacağına, işçiye, memura ne kadar ücret verileceğine, tarım ürünlerinin fiyatlarına, hangi ürünün ne kadarının satın alınacağına vs. IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar karar vermekte, programlar bunlar tarafından yapılmakta, ilgili bakanlar raporlarını bunlara vermekte, Maliye, Tarım, vb. bakanları IMF ve Dünya Bankası’nın memuru gibi çalışmaktadırlar.
Tarım alanının çöküntüye uğratılması 12 Eylül askeri cuntası dönemiyle birlikte hız kazandı. O güne kadar IMF ve Dünya Bankası’nın kararlarını, emperyalist tefeci devletlerin bu yöndeki isteklerini karşısındaki kitle muhalefeti yüzünden tam olarak yerine getiremeyen, saldırı girişimleri kitlelerin yoğun karşı çıkışıyla pratikte tam anlamıyla yürürlüğe koyamayan emperyalizm bizzat ABD tarafından organize edilen bir askeri darbeyle örgütlenmelere, işçi sınıfı ve emekçi muhalefetine karşı gözü dönmüş bir saldırıya girişti. On binlerce insan tutuklandı, işkencelerden geçirildi, işçi sınıfının temel örgütleri sendikalar kapatıldı veya işlevsiz duruma getirildi. Bununla birlikte IMF ve Dünya Bankası’nın uzun süreden beri bir an önce yürürlüğe konması için bastırdığı ekonomik kararlar yürürlüğe kondu. İşçi ücretleri donduruldu, para devalüe edildi, böylece bütün ücretler, tarım ürünü fiyatları bir anda gerçek değerlerini yitirdi. Enflasyon büyüdü. Bütün temel tüketim maddelerine yüksek oranlı zamlar yapıldı. Petrol ürünlerinin fiyatları birkaç misli arttı ve zamlar otomatiğe bağlandı. Tarım ürünleri fiyatları maliyetlerin altında tespit edildi. Gübre, zirai ilaçlar büyük oranda pahalandı. Bütün tarım girdileri aynı biçimde zamlandı. Ülkede emperyalizmin ve onların yerli işbirlikçisi tekellerin yararına, ama milyonlarca işçinin emekçinin, köylünün mahvına yol açacak olan büyük bir saldırı kampanyası başlatıldı.
Özal hükümeti bu saldırıları artırarak devam ettirdi. Üstelik saldırılar için daha uygun zemin vardı. 12 Eylül’ün üstünden birkaç yıl geçmiş, muhalefet bastırılmış, ortalık temizlenmiş, burjuvazinin hayallerini süsleyen ‘dikensiz gül bahçesi’ bir süre için de olsa yaratılabilmişti.
ABD’nin tam desteğini arkasına alan Özal hükümeti, IMF ve Dünya Bankası ile yeni anlaşmalara oturdu. Yeni borç anlaşmaları karşılığı yeni tavizler verildi. Özelleştirmeler gündeme getirildi.
Türkiye tarımında önemli bir yeri olan, sulama hizmetleri yapan, göletler kuran, kanallar açan Toprak Su, bu hükümet tarafından kapatıldı. Böylece Türkiye tarımına bir darbe daha indirildi.
Tarıma karşı saldırı politikası hızlanarak sürdürülüyordu. Üç kuruşluk kredi karşılığı ülkenin bütün değerlerini dış borç faizlerine aktarmaktan çekinmeyen, hazinenin kapılarını büyük holdinglere sonuna kadar açan, hayali ihracatçılara havadan milyonlarca doları ikram eden Özal hükümeti, köylülüğün devletin sırtında yük olduğunu ileri sürüyordu. Ve “Fiyatları suni olarak yükselten ‘hain köylüyü’ hizaya getirmek” için tarım ve süt ürünleri ithalatını serbest bıraktı! Türkiye piyasaları Amerikan pirinci, şekeri, Hollanda peyniri ile doldu. Binlerce ton et ithal edildi. Özal’a göre bunlar şımaran üreticiyi terbiye etmek, rekabet ortamı sağlayarak halka ucuz besin maddeleri yedirmek içindi!
Oysa Özal’ın gümrük duvarlarını indirip tarım ve hayvansal ürünlerin ithalini serbest bıraktığı dönem, yazının başında anlatılan, ABD ve Avrupa’da stokların dev boyutlara ulaştığı, ABD ve Avrupa’nın pazarlar için kavgaya tutuştuğu, ABD’li büyük kapitalistlerin “adalet” istediği döneme denk gelmektedir
Kapitalist adalet bir kez daha tecelli etti. İthal tarım ve hayvansal ürünleri Mısır’ı, Fas’ı ve diğer bağımlı ülkeler pazarlarını olduğu gibi Türkiye’yi de doldurdu. Bir işçinin birkaç aylığına bedel fiyatlara satılan lüks peynirler, içkiler vb, zenginlerin ilgisine sunuldu. Çikita muz tartışmaları başladı vb.
Türkiye tarımı bu rekabete elbette dayanamazdı. Hayvancılık çöktü. Ve bugüne kadar sürdürülen politikalar sonucu belini doğrultamadı.
Sonraki hükümetler de aynı politikaları sürdürdüler. Artık birbirlerini IMF ve Dünya Bankası’nın belirlediği programları iyi uygulamamakla eleştirir duruma geldiler.
Türkiye GATT anlaşmalarını imzaladı. Bir WTO üyesi olarak Dünya Ticaret Örgütü’nün aldığı bütün kararlara uymak zorunda. Ayrıca AB giriş süreciyle ilgili pek çok anlaşmanın altına imza attı. Daha doğrusu bu imzalarla Türkiye’nin yoksul, küçük ve orta köylüsünü emperyalistlerin ayaklarının altına attı. Bu anlaşmalarla Türkiye tarım ve hayvancılığı tam bir talana ve yağmaya açılırken yoksul köylü açlığa itildi. On binlerce yoksul köylü göçe zorlandı, kent merkezlerine akın etti.
Kasım 1997’de Türkiye’ye gelen Dünya Bankası heyeti, “Tarımsal Destek Politikasına Öneriler; Reform Esasları” başlıklı bir rapor hazırladı.
Bu rapora göre, Türk destekleme sistemi mali açıdan pahalı, ekonomik bakımdan verimsizdi. Ayrıca AB ile entegrasyonu engelliyordu. Dünya ticaret örgütü normlarına da uymamaktaydı. Bu itibarla girişilecek reformun temel ilkeleri şöyle olmak zorundaydı:
– Kısa vadede istisnai ürünler için açıklanan taban fiyatı dışında devlet destekleme alımı yapmayacaktır.
– Yurtiçi fiyatlar, dünya piyasası düzeyine çekilecektir.
– Kredi, gübre sübvansiyonları sona erdirilecektir.
– KİT’ler özelleştirilecektir.
– Böylece, DTÖ ve OTP reformlarına uygunluk gerçekleşecek, bütçe harcamaları kısıtlanacaktır.
Dünya Bankası’nın bu denetlemesinin ve uygulanması için Türkiye hükümetinin önüne koyduğu programın ardından Kasım 1997’de toplanan 1. Tarım Şûrasında tam da Dünya Bankası’nın belirlediği hedefler doğrultusunda kararlara varıldı. Kurultay kararlarına göre, destekleme politikalarının Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği istekleri doğrultusunda düzenlenmesi kararlaştırılırken, esas olarak büyük toprak sahiplerinin desteklenmesi lehine kararlar benimsendi. Buna göre ürün fiyatları serbest piyasa koşulları tarafından belirlenecek, ürün borsacılığı geliştirilecek, uluslararası anlaşmalar ve verilen sözler dikkate alınacaktır.
18 Nisan seçimlerinden sonra işbaşına elen DSP-MHP-ANAP hükümeti, IMF ve Dünya Bankası ile bir kez daha anlaşma masasına oturdu. Koalisyon hükümetini oluşturan partiler burjuva propagandasına göre “vatandaşların değişik eğilimlerini temsil eden” partilerdi; sosyal demokrat, milliyetçi, muhafazakâr… Ancak süreç içinde görüldü ki, ülkeyi emperyalistlere peşkeş çekme, ülkeyi yağmalatma ve yağmalama konusunda hiçbir düşünce ve pratik ayrılıkları yoktu. Bundan önceki hükümetlerden farkları şuydu: Özal dâhil bugüne kadar işbaşına gelmiş hiçbir hükümet halka saldırı konusunda bu kadar azgın davranamamış, ülkeyi emperyalistlerin talanına açma konusunda bu kadar iştahlı ve coşkuyla hareket edememişti. Ve bu özellikleri ile milliyetçi, muhafazakâr, sosyal demokrat Ecevit hükümeti, “ben zengini severim” diyen ve yoksullardan hoşlanmadığını söyleyen Özal’ı bile fersah fersah geçti.
55. Hükümetin IMF’ye sunduğu iyi niyet mektubunda tarım ile ilgili tam da uluslararası tekellerin isteklerine uygun taahhütlerin yer aldığı görüldü. IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum programı”, “tarımda reform” adı altında dayattığı tüm koşulların, bu hükümet tarafından da benimsendiği ve vakit geçirmeden kararlılıkla uygulamaya konulacağı bildiriliyordu
IMF ve Dünya Bankası’yla imzalanan koşullara üstünkörü göz atıldığında, anlaşmadaki koşulların Osmanlı’nın Duyunu Umumiye’sinden bile ağır olduğu, hiç abartısız Türkiye’nin tam bir sömürge muamelesi gördüğü ve bunu kabullendiği, her şeyini emperyalistlerin hizmeti ve emrine tahsis ettiği görülüyor. Ve böylece bir kez daha, ama bu kez daha ileri bir noktadan Türkiye tarımının ipi çekiliyor.

DESTEKLEME ALIMLARI, SÜBVANSİYONLAR KALDIRILIYOR
Dünya Ticaret Örgütü kararları, GATT anlaşmaları gereği, IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum programları”, “istikrar programları” veya “tarımsal reform programları” çerçevesinde uygulamaya konulan, destekleme alımlarının kaldırılması, sübvansiyonların kısıtlanması ve giderek tamamen yasaklanması kararı Türkiye tarımı için tam bir çöküntü anlamına geliyor. Böylelikle sahip oldukları mali sermaye gücü sayesinde dünya patronluğuna soyunan ve bunun yarattığı güçle kendilerine her alanda ayrıcalıklar sağlayan güçlü emperyalist devletlere tarımda da egemenliklerini pekiştirme fırsatı doğuyor. Söz konusu emperyalist devletlerle kıyaslandığında zaten son derece güdük kalan Türkiye gibi ülkelerin sağladığı desteklerin, sübvansiyonların, gümrük duvarlarının kaldırılmasıyla tarım, emperyalistler karşısında hiçbir rekabet şansı bulamayacaktır. Verdiği desteklerin büyüklüğü, altyapılarının gelişmişliği, tarımsal girdilerdeki aşırı kullanım, modern tarım makineleri, alet ve gereçleri sayesinde tarımsal verimlilik ve üretim artışı bakımından geri kalmış ülkelerden kat kat ileride olan emperyalist devletlerin tarımsal ürünleriyle, geri üretim yapan, makineleri, araç gereçleri son derece yetersiz olan, tarımsal girdileri yeterince kullanamayan ve dolayısıyla verimlilik bakımından gelişmiş ülkelerin çok gerisinde bulunan, bu yüzden de hem fiyat hem de kalite bakımından bu ülkelerle asla rekabet edemeyecek olan Türkiye tarımını önümüzdeki süreçte çok daha kötü günler beklemektedir.
Türkiye’de tarımsal alana devlet desteği her zaman yetersiz olmuştur. Zaten yetersiz olan bu destek tamamen kaldırılmak istenmektedir. Yatırım teşviklerinde 1991’de % 1,5 olan teşvikler 1995’e gelindiğinde % 0,4 düşürüldü. Buna karşın ABD ve AB hem tarımsal yatırım teşviklerini, hem de tarımsal ürün desteklerini sürekli artırdılar. Üstelik Türkiye bütçesinden tarım için ayrılan paraların büyük bölümü sonradan borç faizi ödemelerine kaydırılmaktadır. O yüzden sadece bütçedeki rakamlara bakarak devletin tarımsal desteğini ölçmek son derece yanıltıcıdır. Örneğin 1999 yılında tarım için ayrılan 12 milyar dolarlık kredinin sadece 3 milyar doları bu alana harcanmış, geri kalan 9 milyar dolarlık kısmı dış borç faiz ödemelerinde kullanılmıştır. Yine 1986–96 yılları arasındaki on yıllık dönemde tarıma ayrılan 600 trilyonluk desteğin ancak 60 trilyonu, yani sadece % 10’u üreticinin eline geçmiş, % 90’ı ise tarım dışı alanlarda kullanılmıştır. Bunun nerelerde kullanıldığına ilişkin herhangi bir açıklama yoktur. Ancak büyük holding patronlarının hükümetlere yönelik tezahüratlarına, destek mesajlarına bakınca bu paraların nerelere kullanıldığı daha kolay anlaşılmaktadır.
Tarımsal krediler konusunda yetkili Ziraat Bankası’dır. Asıl görevi tarımı desteklemek olan ve bu amaçla kurulan bankanın özellikle son yirmi yıllık süreçte bu amacından uzaklaştırıldığı, üreticiye desteklerini kıstığı, asıl olarak desteğini büyük toprak sahiplerine, tarım dışında faaliyet sürdürmelerine karşın büyük kapitalistlere, holdinglere aktardığı bilinmektedir. Üstelik Ziraat Bankası’nın kredilerini hangi alanlara, kimlere, nasıl sunduğu tam bir gizdir. Çünkü Ziraat Bankası bu bilgileri, bankalar kanununu gerekçe göstererek açıklamamaktadır.
Türkiye ve onun gibi ülkelere tarımsal destekleri kaldırmaları için baskı yapan ABD ve AB’nin öncü ülkelerinde ise destekler sürekli artmaktadır. ABD tarımını desteklemek için 13,5 milyar dolar, AB ise 45 milyar ECU ayırdı. ABD ve AB’de tarımsal ürünlere destekler % 40’lar civarına ulaştı.
Öte yandan Türkiye’de zaten yetersiz olan desteklerden tüm üreticiler eşit biçimde yararlanamamaktadır. Teşvik ve desteklerin büyük bölümü yine büyük toprak sahiplerinin cebine akmaktadır. Destekleme alım sistemi verilerine göre, buğday üreticilerine sağlanan desteğin aslan payını büyük toprak sahipleri almakta, çoğunluğu oluşturan küçük üreticilere bir şey kalmamaktadır. Resmi verilere göre, toplam üreticilerin % 58’ini oluşturan küçük üreticiler, devlet desteğinin sadece % 7,2’sini alabilirken, üreticilerin % 7’sini oluşturan büyük toprak sahipleri ise devlet desteğinin % 45’ini almaktadırlar. İşte devletin tarım politikası tıpkı diğer alanlarda olduğu gibidir. Emperyalistlerden yüksek faizli borç al, düşük faizlerle, teşvik, prim, yatırım indirimi adı altında holdinglere, büyük tekellere, büyük toprak sahiplerine, toprak ağalarına ver, bunun faturasını ise işçiye, emekçiye, köylüye ödet!
Devlet, desteklerini dağıtmaya geldi mi payı büyük kapitalistlere aktarmakta, ama vergi almaya geldi mi yoksulların yakasına yapışmaktadır. % 58’lik kesime destek için verilen para % 7 -ki işletme başına bölündüğünde dilenciye verilen sadaka gibi kalır-, ama % 7’lik kesimin temsilcileri olan toprak sahiplerine % 45… IMF ve Dünya Bankası’nın emir eri milliyetçi, muhafazakar, sosyal demokrat hükümetlerin hizmetlerini kime sunduğu ve kimin hükümeti olduklarının resmi buradadır.
Desteklemenin amacı, sürekli gelişen, teknolojik yeniliklerle donanmış, düşük maliyetli, yüksek verimli ve kaliteli ürün elde eden tarımsal üretim yaratmak, bunları ülke insanının refah ve mutluluğu için faydalanmasına ve hizmetine sunmak, ülkenin ihtiyaçları doğrultusunda tarım programları uygulamaktır. Ancak bu genel amaçlarla karşılaştırıldığında, devletin tam da tersine, destekleri kıstığı, var olan destekleri ise tarımsal üretimin, teknolojinin, altyapının geliştirilmesi, ucuz, verimli ve kaliteli ürün sağlayıp bunları halkın hizmetine sunmak için değil, IMF ve Dünya Bankası’nın, emperyalistlerin çıkarlarını gözeten programları dâhilinde küçücük bir azınlığın kesesine akıttığı, sonucunda da tarımsal üretimin gerilediği ve dışa muhtaç hale geldiği görülmektedir.
Desteklerin kullanım dağılımına göz atıldığında tam da Dünya Bankası’nın yapısal uyum programlarının amaçladığı biçimde, tarımın çökertilmesine uygun bir tablo çıkmaktadır karşımıza. Teknolojik gelişmelere yönelik yatırımlara hemen hiç yer verilmemektedir. Tam tersine tarımın liberalizasyonu süreci ile birlikte zaten son derece güdük, derme çatma bırakılan ve asla geliştirilmesine izin verilmeyen tarımsal makine imalat sanayisi tamamen çökecektir.
Diğer yandan tarımsal makine, alet ve gereçler piyasası en çok zam gören alanlardan biridir. Bu alandaki fiyat artışları ürün fiyat artışlarından kat be kat önde gitmiştir. Küçük üreticinin bu araçlara sahip olmasının bütün olanakları tıkanmıştır. 1977’de 239 bin lira olan traktörün satış fiyatı 1999’da 5 milyar 602 milyon liraya ulaşmıştır. İthal traktörler bu fiyatların çok üstündedir.
Girdi desteğinden en çok payı gübre almaktadır. Girdi desteğinin % 90’ı gübreye ayrılmaktadır. Gübreye ayrılan destek ile karşılaştırıldığında sulama, zirai ilaçlar, makine vb. desteklerin oran olarak düşük kaldığı görülmektedir. Buna rağmen gübre kullanılması konusunda Türkiye hâlâ gelişmiş ülkelerin çok gerisindedir. Örneğin Fransa’da hektar başına gübre tüketimi 295 kg iken, Türkiye’de 85 kg.dır
Gübrede tam bir dışa bağımlılık vardır. Fosforlu gübrenin ana kaynağı olan fosfat kayası, sülfatlı gübrenin kaynağı olan kükürt yataklarının ülkemizde bulunmasına rağmen, üretim güçlüğü, ekonomik olmama gibi gerekçelerle üretimi yapılmamakta, gübrenin temeli olan bu hammaddeler ithal edilmektedir. Bu yüzden yerli gübre üretiminin de kullanılan maddelerin % 80’i dışarıdan gelmektedir. Bu yüzden yerli üretim diye de sunulan gübrede de neredeyse yüzde yüzlük bir dışa bağımlılık söz konusudur. Buna rağmen tüketilen gübrenin çoğu dışarıdan gelmektedir. GATT kararlarının yürürlüğe girmesi, AB anlaşmalarıyla birlikte gümrük vergilerinin kalkacağı, ithalatın serbest bırakılacağı düşünüldüğünde, yerli gübre üretiminin piyasayı dolduracak yabancı ürünlerle asla rekabet edemeyeceği ortadadır.
IMF ve Dünya Bankası’nı yapısal uyum programları, kamu açıklarını azaltma vb. gerekçelerle desteklerin azalması, gübrede de kendini göstermiş, 1979’da % 85,5 olan destek 1994’de % 28,7’ye düşmüştür. Bu azalmaya rağmen gübrenin girdi desteği içindeki payı diğerlerine oranla büyüktür. Herhalde bunda gübrenin dışa bağımlı olmasının payı çoktur!
Bu arada desteklerin azalması, sürekli ve büyük oranlarda gelen zamlar gübre fiyatlarını muazzam biçimde yükseltmiştir. 1986’da 100 kg buğday karşılığı 63,2 kg gübre alınabilirken, 1994’de 100 kg buğday karşılığı 40 kg buğday alınabiliyordu. 1994’den bu yana geçen 6 yıllık sürede bu miktarın çok daha azaldığından kuşku duyulmamalıdır.
Yine yapısal uyum programları gereği gübrenin dağıtımında devlet denetimi kaldırılarak serbest fiyat uygulamasına gidilmiştir. Böylece fiyatlar serbest piyasa gereği zamlanırken, bunun kadar önemli bir şey olan, gübrede standartlara uygunluk devreden çıkmış, denetim kalmamıştır. Hatta tıpkı ilaç tekellerinin yeni ilaçları yoksul insanların üzerinde denemesi gibi, birçok yeni ürün gübre ve zirai ilaç Türkiye ve onun gibi ülkelerin toprakları üzerinde denenmektedir.
Türkiye ve onun gibi bağımlı ülkelerin topraklarının deneme tahtasına çevrilmesi, çiftçinin kobay haline getirilmesi gübrenin yanı sıra zirai ilaçlar açısından da geçerlidir. Örneğin Amerika’da üretimi serbest, ama ülke sınırları içinde kullanımı kesinlikle yasak olan, içersinde dinosop, naloxtor vb. zararlı maddeler bulunan tarım ilaçları vardır. Bu ilaçların ülke içinde kullanımını kesinlikle yasaklayan ABD, Türkiye ve onun gibi ülkelere satışını serbest bırakmıştır. Ve işin en dikkat çekici tarafı, bu ilaçlar Türkiye’de bakanlığın resmi ilaçları olarak satılmakta, hem doğaya, hem ürüne, hem çevreye, hem suya ve hem de insana büyük zararlar vermektedir.

ÖZELLEŞTİRMELER TARIMI NASIL VURDU?
IMF ve Dünya Bankası tarafından borçlu ülkelere dayatılan “yapısal uyum programlan” ve “tarımsal reform” programları çerçevesinde hızlı biçimde uygulanması istenilen koşullardan biri de özelleştirmeler ve kamusal tarım destekleme kuruluşlarının ve üretici birliklerinin özelleştirilmesi veya tasfiye edilmesidir. Bu doğrultuda harekete geçen hükümetler tarımsal üretim yapan KİT’lerin özelleştirilmesinde ciddi bir yol almış durumdalar. Tarımsal üretim açısından ülke ekonomisinde ciddi yerlere sahip olan bu işletmeler son derece düşük rakamlarla, hibe eder gibi satıldılar. Hem öyle bir satış yöntemi uygulandı ki, söz konusu işletmelerin borçlarını devlet üstlenirken alacakları, bankadaki paraları işletmeyi satın alan kuruluşun oldu. Aslında kamuoyunu satışlarına ikna etmek, zararlı, devletin sırtında kambur olarak lanse edebilmek ve ucuza peşkeş çekmek için bilinçli şekilde zarar ettirilen bu kuruluşların çoğu kâr da ediyordu. Kaldı ki, tarımsal ekonominin bütünü içersinde, gerekliliği kâr-zarar ilişkisi üzerinden değil, kamusal çıkarlar gözetilerek değerlendirilmesi gereken bu kuruluşların özelleştirilmesi tam da IMF ve Dünya Bankası gibi, görevleri ABD, AB’nin öncü ülkelerinin bağımlı ülkeleri yağmalamasını sağlamak olan kuruluşların istediği biçimde olmuştur. Özelleştirme sonrası, buraları bedavaya, hatta üstüne para alarak kapatan kapitalistler, bu işletmelerin büyük bölümünde işçileri kapı dışarı etmiş, işletmelerin faaliyetine son vererek kapılarına kilit vurmuşlardır. Bu işletmeleri eşe dosta peşkeş çekenlerin ve satın alanların amaçlarının buraları işletmek, geliştirmek değil, bedavaya arsalara, alacaklara, bankalardaki hesaplara el koymak olduğu açığa çıkmıştır. Borçları devlete, alacakları satın alan kişilere ait olarak, yine devletin verdiği kredi ve teşviklere yağmalatılan KİT’lerin özelleştirilmesinde inanılması güç bir ihanet zinciri oluşmuştur.
Özelleştirme öncesi yıllık 33.560 ton üretimde bulunan EBK’nın (Et Balık Kurumu) yıllık üretimi özelleştirme sonrası 1.339 tona düştü. Rakamdan da anlaşılacağı gibi hemen hemen tamamının kapısına kilit vurulan işletmelerde çalışan 867 işçiden 691’i işten atıldı. İşletmelerde çalışan işçi sayısı 176’ya indi. İşletmeleri satın alanlar zaten buraları işletme amaçlı değil, bedavaya güzel arsaları, mal varlıkları için satın almışlardı. Böylece Türkiye hayvancılığının en temel işletmesi yok edildi.
SEK (Süt Endüstrisi Kurumu) Özeleştirme öncesi Türkiye’nin süt mamulleri üretimi ve pazarlamasında en büyük ve en önemli işletmesiydi. Kendini sadece üreticiden süt almak ve bu sütleri işleyip satma ticaretiyle sınırlandırmış olmasına karşın üretici için nispeten iyi bir kuruluştu. Özel sektörün uzak bularak, maliyeti artırdığını düşünerek gitmeyeceği bölgelere SEK gitmiş, işletmeler kurmuş, bölge tarım ve hayvancılığının gelişimine katkı sunmuştu. Ancak o da EBK gibi yağmalatıldı. Ağırlıklı olarak Koç Holding’e ikram edilen SEK’in Özelleştirme öncesi üretimi yıllık 62.776 tondu. Özelleştirme sonrası bu rakam 25.650 tona düştü. Özelleştirme öncesi 442 işçi çalışırken, bu sayı özelleştirme sonrası 144’e düştü. Yani işçilerin %67’si işten atıldı. SEK’in özelleştirilen 32 işletmesinden 19’u artık kapalı durumdadır.
Yine orman ve ağaç ürünleri için hayati bir öneme sahip olan ORÜS’ün (Orman Sanayisi Ürünleri) özelleştirilen 19 işletmesinden 18’inde üretim tamamen durmuş, bu işletmelerin kapısına kilit vurulmuştur. Buralarda çalışan 1987 işçiden 1854’ü işten atılmıştır. Özelleştirilen işletmelerden bir tek Vezirköprü işletmesinde üretim % 30 kapasite ile sürmektedir.
Yine özelleştirilen pamuklu sanayisindeki 13 işletmenin tamamında üretim durmuş, 4377 işçinin tamamı işten atılmıştır.
Yem sanayisine ait 30 işletme, Sümerbank’a ait işletmeler, özelleştirilenler arasındadır.
Tarım alanında en büyük ve önemli kamusal kuruluşlardan olan TZDK’nın tesisleri, mal varlıkları yağmalanmaya başlanmıştır.
Önümüzdeki dönem TEKEL, Şeker Fabrikaları, ÇAYKUR, TMO, TÜGSAŞ gibi ülke tarımsal sanayisinin can damarları ve ülkenin en büyük sanayi işletmeleri özelleştirilecektir. Her biri ülke ekonomisinin temel ve köklü sektörlerinden olan bu işletmelerin özelleştirilmesinden sonra bundan önceki oyun yeniden sahneye konacak, bu işletmelerin pek çoğunun kapısına kilit vurulacak, on binlerce işçi ve çalışan kapı dışarı edilecek. Tütün, şeker, gübre, çay gibi yüz binlerce köylünün üretim yaptığı ürünlerin ekim alanları daraltılacak, fiyatlarla istenildiği gibi oynanabilecektir. Tütünde ABD tekellerinin sigaraları ortalığı kaplayacak, yerli sigara üretimi en alt düzeye inecek, Sabancı milyonlarca doları cebe indirirken on binlerce köylü aç kalacak, yerli üretim mahvedilecektir.
Şeker de aynı akıbete uğrayacak, yerli üretim ithal şekere yenik düşecek, yüz binlerce üretici aile üretim dışı edilecektir.
Sanırız özelleştirmelerin sadece kamudan özel sektöre basitçe bir el değiştirme olmadığı, ulusal ekonomiyi, üretimi tahrip etme, ülkeyi tam bağımlı hale getirme planlarının bir parçası olduğu bu kadar uygulamadan sonra daha açık görülebilmiştir.
Toprağın ıslahı, erozyona karşı mücadele, sulama faaliyetleri, göletler vb. konularda çalışma yürüten ve bu yönüyle ülke tarımına büyük katkılar sağlayan Toprak Su, Özal tarafından kapatılmıştı.
Özelleştirme öncesi hükümetler, onların çanak yalayıcısı medya ve burjuva propagandacılar, özelleştirmelerin ülke ekonomisini geliştireceğini, rekabeti arttıracağını, teknolojik yenilenmeler sağlayacağını ve buna benzer bir sürü palavrayla halk kitlelerini kandırmak için çalışmışlardı. Ancak özelleştirme sonrası yaşanan gerçekler, söylenenlerin nasıl palavra olduğunu gösterdi. Şu yukarıda anlatılan ve özelleştirmelerin ancak çok küçük bir bölümünü teşkil eden işletmelerin durumu, özelleştirmelerde nasıl bir ekonomik katliam yaşandığını, ülke değerlerinin nasıl yağmalandığını, ekonominin nasıl tahrip edildiğini, üreticinin nasıl çaresizliğe, tekellerin insafına terk edildiğini kanıtlamaktadır. Örneğin SEK özelleştirilmeden birkaç gün önce üreticiden 19–20 bin lira civarlarında satın alınan süt, özelleştirmenin hemen arkasından 15–16 bin lira seviyelerine düşmüştür. Böylece süt üreticisi bir anda % 20-25’lik bir kayba uğramıştır. Buna karşılık sütün tüketiciye satış fiyatında herhangi bir düşüş olmadığı gibi, tersine kartel oluşturan holdingler aralarında anlaşarak fiyatları sürekli yükseltmişlerdir. Tarımsal ekonominin en önemli bu işletmelerinin özelleştirilmesi ile IMF ve Dünya Bankası’nın, ulusal ekonomileri yıkmak ve böylece pazarları emperyalistlerin tam anlamıyla ele geçirmesini sağlamak görevinde ne denli başarılı olduğunu göstermektedir.

TABAN FİYATLARI
IMF ve Dünya Bankası’na verilen taahhütler doğrultusunda taban fiyatları düşük tutuluyor. Önümüzdeki süreçte Dünya Ticaret Örgütü ve GATT sözleşmeleri gereği devlet bu alandan tamamen çekilecek, fiyatlar serbest piyasa koşulları, yani tekeller tarafından belirlenecek.
Ürün taban fiyatlarının düşük tutulması çiftçiyi tam bir yıkıntıya uğratıyor. Maliyetlerini karşılayamayan köylü, tefecilerin eline düşüyor, banka borçlarını ödeyemiyor. Ödeyemediği borçlarından dolayı icra takibine uğrayan çiftçi sayısında büyük bir patlama yaşanıyor.
Anlaşmalar çerçevesinde tamamen IMF ve Dünya Bankası’nın yönetimine giren Türkiye’de artık ürün taban fiyatları da bu tefeci kuruluşlar tarafından belirleniyor. Bu kuruluşlar tarafından bu yılki buğday fiyatları 102 bin lira olarak belirlendi ve doğal olarak üreticinin büyük tepkisiyle karşılaştı. Çünkü yıllık enflasyon oranının % 67-68’lerde olduğu koşullarda buğdaya verilen zam % 30’larda kaldı. Ve böylece üreticinin reel geliri düşerken, zarar etti.
Ancak üreticinin yaşadığı bir gerçek daha vardır ve karşımıza daha vahim ve korkunç bir tablo çıkarmaktadır. Açıklanan 102 bin liralık taban fiyatına karşın tüccar buğdayı 75 bin ile 78 bin lira arası fiyatla satın almaktadır. Bu fiyatlar çiftçi için kelimenin tam anlamıyla idam fermanıdır. Devletin alımlarda son derece isteksiz ve ağırdan davranması, borçlarını ödemek zorunda olan köylünün paraya acil ihtiyacı, bankalara, tefecilere olan borçları, toprağı yeni ekime hazırlamak için gerekli para, üreticiyi tüccarın kucağına sürüklemektedir.
Öbür tarafta ise bir başka karanlık oyun sergilenmektedir. Dış borç ödemelerinin faizlerini ödemek için Türkiye, 225 dolara aldığı buğdayı 80 dolara ihraç etti. Altına attığı imzalar sonucu almak zorunda kaldığı buğdayı 165 dolara gümrüksüz aldı.
Kamu açıklarını kapama gerekçesiyle ürün desteklerinin, düşük faizli tarım kredilerinin vb. kesilmesini emreden IMF ve Dünya Bankası, Türkiye’nin 80 dolara sattığı buğdayı 165 dolara almasına hiç ses çıkarmıyor (Demek ki, bunlar kamu açıklarını artırmıyor!). Çünkü bu yolla dış borçlar büyüyor ve ülke daha fazla emir-komuta altına giriyor. Zaten IMF ve Dünya Bankası da bunun için çalışmıyor mu?
Tütünde de aynı oyun oynanmaktadır.
Geçtiğimiz yıl 1 milyon 450 bin lira olan tütün başfiyatı bu yıl 1 milyon 812 bin lira olarak açıklandı. Enflasyon % 67, tütünde artış % 25. Bu durumda üreticinin yıkıma sürüklenmesinden başka bir yol var mıdır? Bu fiyatları belirlemekle aslında devlet açıkça, bu işi bırakın gidin, başınızın çaresine bakın demektedir. Gitmeyenleri de işte böyle yol ve yöntemlerle süründüreceğini ilan etmektedir. Üstelik tütünde kota uygulaması vardır. Belirlenenden fazla üretim yapan köylüye, belirlenen fiyattan % 70 eksik ödeme yapılmaktadır.
Tüm bunların anlamı açıktır; batsın yerli tütün, gelsin ABD’den Virginia tipi ithal tütün! Tekellerin özelleştirilmesinin ardından piyasaya hâkim olacak ve alternatifsiz kalacak olan yabancı sigara tekelleri için şimdiden yapılan hazırlıkların bir parçası da işte budur.
1982–1992 yılları arasında ürün bedelleri, 12 kat artarken, girdi bedelleri 25 kat artmıştır. Demek ki çiftçinin geliri yarı yarıya azalmıştır. Bir başka ifadeyle, tarım girdilerinin büyük bir bölümü ithal olduğuna göre, çiftçinin cebinden dışa giden para neredeyse iki kat fazlalaşmıştır.
Şimdi IMF ve Dünya Bankası’nın bir yandan ürün bedellerinin düşük tutulmasını istemesiyle, diğer yandan fiyatların dünya piyasaları seviyesine çıkartılmasını istemesi arasında bir çelişki varmış gibi görülebilir. Ama hayır, bunda hiçbir çelişki yoktur.
IMF ve Dünya Bankası, ürün bedellerinin düşük belirlenmesiyle küçük ve orta ölçekli üreticinin çanına ot tıkamayı, üretim sürecinden kopartmayı, üretimi düşürmeyi, ekim alanlarının azalmasını hedeflemektedir. Ürün fiyatlarının dünya fiyatları seviyesine çıkartılmasını ise, aradaki mazot, gübre, zirai ilaçlar ve tohumlar vb. girdilere sürekli zam yaparak, bunlardan devlet desteklerini, sübvansiyonları kaldırarak sağlamaktadır. Böylece maliyetler yükselmekte, düşük ürün bedeli ile dünya fiyatları arasındaki fark bu yöntemle kapanmaktadır. Sonuçta bağımlı ülkelerin ürünlerinin dünya pazarlarında rekabet tehlikesi ortadan kaldırılmaktadır. Böylece, hem üretici ürünü karşılığı düşük bedel almakta, gerçek geliri sürekli gerilemekte, çoğu zaman zarara uğramaktadır. Hem de ithale dayalı mazot, gübre, vb. girdilere giden paralarla Türkiye’nin dış borçları çoğalmakta, emperyalizme daha bağımlı hale gelmektedir.
Eğer bir ürün emperyalistler tarafından üretilmiyor ve gerekli bir ürünse o zaman şartlı kredi, borç baskısı ve diğer oyunlar devreye sokularak ürün düşük fiyatla emperyalistlere aktarılıyor.
IMF ve Dünya Bankası’nın şart koştuğu şeylerden birisi de tarıma verilen düşük faizli kredilerin kaldırılması, faizlerin normal piyasa koşullarına uygun hale getirilmesidir. Oysa üretici düşük faizli kredileri bile ödemekte zorlanırken normal piyasa koşullarında belirlenen faizleri nasıl ödeyecektir? Her şeyden önce tarımsal alandaki kârlılık sanayi ve ticari işletmelerdeki kârlılığın gerisindedir. Üretim piyasa koşullarının dışında doğa, iklim, yağış, kuraklık vb. ile doğrudan bağlıdır. Diğer yandan sanayici aldığı krediyi yılda en az dört beş kez çevirebilmektedir. Bu bazı işkollarında çok daha fazladır. Oysa tarımda alman kredi ancak yılda bir kez döndürülebilmektedir. Bu durumda tarım alanına normal piyasa faizlerini uygulamaya kalkmak bu alanı defterden silmekle eş anlamlıdır.
Tarım ürünlerine yıllık % 20–25 zam veren devlet, üreticiye % 50-60’larla kredi vermeye kalkışmaktadır.
GATT ve Dünya Ticaret Örgütü sözleşmeleri, IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum programları çerçevesinde Türkiye tarımını bekleyen en büyük tehlikelerden biri de gümrüklerin indirilmesi, ithalatın tamamen serbest hale getirilmesi, böylelikle ülke tarımının kaplanların önüne yem olarak atılmasıdır.
Artık emperyalistlerin IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla uzun soluklu olarak sürdürdükleri ülke tarımını tahrip etme, güçsüzleştirme, üreticiyi çökertme planı başarılı olmuş, Türkiye tarımı rekabet şansını yitirmiştir. Ne teknolojik yeterlilik ve buna bağlı olarak kaliteli ve yüksek verimlilik, ne fiyatlar bakımından rekabet şansı yoktur.
ABD ve AB ülkeleri kendi tarımlarına % 40-50’lere varan destekler, sübvansiyonlar sağlarken, bizim gibi ülkelere desteklerin, sübvansiyonların, teşviklerin kaldırılmasını şart koşmaktadır. Nitekim emirler doğrultusunda destekler kaldırılmaktadır. Üstelik efendilere öyle bağımlı hale gelinmiş, öyle kölelik anlaşmalarına imza atılmıştır ki, Türkiye öyle canının istediği yere emperyalistlerin izni olmadan ihracat yapamayacaktır.
Uygulanan politikalar sonucu rekabet gücünü kaybeden tarım iç pazarda da yerini ithal ürünlere terk etmek zorunda kalıyor.
Şeker pancarına konulan kota bunun en bariz örneklerinden biridir. Üretim fazlası olduğu gerekçesiyle üretim alanları sınırlanan şeker pancarına konulan kota, aslında üretim fazlalığından değil, çok miktarda şeker ithal edilmesinden konmuş bir uygulamadır. ABD ve AB ile yapılan ikili anlaşmalar Türkiye’ye her yıl belli miktarda şeker ve başka ürünleri alma zorunluluğu getirmiştir. Şimdi ticaretin liberalizasyonu sonucu ithalatın tamamen serbest bırakılmasıyla pek çok tarım ürünü gibi şekerde de iç pazar ithal ürünlerin eline geçecektir. Çünkü Türkiye’nin rekabet şansı kalmamıştır.
Bu konuda birkaç örnek vermek durumun vahametini göstermek için yetecektir.
Şeker kamışından şeker üreten ülkelerde -ki dünya şeker üretiminin % 65’i şeker kamışındandır- şekerin tonu 250–280 dolar arasındadır. Bizim ülkemizde ise şekerin maliyeti 575 dolar seviyesindedir. İthalatın tamamen serbest bırakıldığını bir düşünün. Elbette yerli üretimin ithal şeker karşısında hiçbir şansı yoktur ve bir süre sonra birkaç ithalatçı büyük holding ve kapitalist ithalat yoluyla milyonlarca doları cebe indirecek, ama ortada yerli şeker üretimi diye bir şey kalmayacaktır. İlk önceleri piyasada biraz daha ucuza satılacak ithal şeker, yerli üretimin devreden çıkmasından sonra, eski fiyatlarının da üstünde satılacaktır.
Yine Türkiye’de özellikle Karadeniz bölgesinin en önemli geçim kaynağı olan çayın fiyatı 5–6 dolar düzeyindedir. Oysa bileşim, koku, tat, renk bakımından aynı vasıflara sahip Arjantin çayının dünya piyasalarındaki fiyatı 1 dolar düzeyindedir. İthalat tamamen serbest bırakıldığında Karadeniz çayı asla rekabet edemeyeceğinden ithal çaya yenik düşecek, Karadeniz’in en önemli gelir kaynağı yok olacak, on binlerce üretici, yüz binlerce üretici ailesi ferdi işsizliğin, yoksulluğun, açlığın kollarına atılacaktır.

AVRUPA BİRLİĞİ TÜRKİYE TARIMINDAN NELER GÖTÜRECEK
Uzun zamandan beri sözü edilen ve Türkiye hükümetlerinin girmek için her türlü tavizi verdiği Avrupa Birliği’ne giriş hiç de hükümetlerin söyledikleri gibi, ülke için yeni bir umut değil, ama emekçiler açısından daha zor günlerin başlangıcıdır. Ancak gerek hükümetler, gerek burjuva ideologlar, medyanın kiralık kalemleri kendilerine söylenenler doğrultusunda öyle yaygaralar yapmakta, öyle süslü şeyler yazmaktadırlar ki, sanki AB’ye girince Türkiye ekonomisi bir anda düzlüğe çıkacak, refah ve gelir seviyesi bir anda yükselecek, üretimde patlama olacak, bütün Avrupa, işi gücü bırakıp Türk sanayi ve tarım ürünlerini almaya koşacak, Avrupa’nın dört bir yanı Türk ürünlerinin istilasına uğrayacaktır. Zaten Avrupa’da Türkiye’nin giriş sürecini bu yüzden uzatmakta, çünkü tarihlerinde Osmanlı’dan çok çeken Avrupa, tam ondan kurtulmuşken, şimdi Türk ürünlerinin istilasına uğramaktan büyük korku ve endişe duymakta, Avrupalıların uykuları kaçmakta, gece rüyalarından Türk ürünlerinin pazarları esir aldığı kabuslarıyla uyanmaktadırlar!!!
Burjuva ideologlar, yoksulları ve emekçileri bu yalanlarla kandırmak için didinirken, küçük burjuva aydına da hoşlanacağı başka masallar anlatmaktadırlar. Onlara AB’nin demokrasi getireceği masallarını, Kürt burjuvalarına da başka şarkılar söylemektedirler. Eh, yıllardır milyarlarca insanı sömürerek yöneten kapitalizmin heybesinde herkese, her keseye uygun yalan bulunur. Hele bu masallara inanmaya hazır zavallı küçük burjuva aklıevveller varsa, işleri daha kolay olmaktadır.
Dünya Ticaret Örgütü, GATT sözleşmeleri, IMF ve Dünya Bankası’nın icraatları ile önü düzlenen AB’nin öncü ülkeleri açısından Türkiye gibi ülkeler tam anlamıyla yağmalanmaya hazır pazarlardır. Zaten AB’nin uyum süreci olarak ortaya sürdüğü ve tamamlanmasını istediği süreç, bu yağma ve talanı daha da kolaylaştırmaktan başka bir şey değildir.
AB ile birlikte gümrük duvarlarının kaldırılması, gümrük vergilerinin sıfırlanmasıyla birlikte Türkiye tarımının AB tarımı ile hiçbir rekabet şansı bulunmamaktadır. Özellikle son otuz yıl içinde ortak tarım politikalarıyla tarımda büyük bir atak yapan ve net ithalatçı konumundan net ihracatçı konumuna geçen ve bu alanda ABD’ye ciddi rakip olan, kafa tutan AB karşısında, Türkiye bir açık pazardır. AB’nin, uygulaması için Türkiye’ye dayattığı şartlar, tam bir sömürgecilik uygulamasıdır.
Erbakan ve Çiller başkanlığındaki RP ve DYP’nin oluşturduğu hükümetin imzaladığı anlaşmaya göre, Türkiye, AB tarafından sübvanse edilen, başta et olmak üzere tarım ürünlerinin sıfır gümrükle Türkiye’ye girişini kabul etti.
AB ile yapılan anlaşmaya göre, Türkiye AB’den yapılacak tarım ürünleri ithalatına izin veriyor. Bu anlaşmaya göre, et, süt, yumurta, yağlar, nebati yağlar, şeker, 15 bin kasaplık sığır, 19 bin ton sığır eti Türkiye’ye gümrüksüz girecektir. Eğer Türkiye bu ürünleri ithal etmezse anlaşma gereği cezalar ve yaptırımlar gündeme gelecektir. Buna göre, AB Avrupa’ya satılan Türk ürünlerine % 25–20 düzeyinde ek vergiler koyarak satışını engelleyecektir.
Avrupa’nın Türk malı ithal etme mecburiyeti ve etmezse ceza uygulaması yok, ama Türkiye’ye var. Ne eşit bir anlaşma!
Oysa AB ülkelerinin Türkiye’den yaptıkları ithalat son derece düşüktür; toplam gıda ithalatı içinde % 0,83 gibi düşük bir paya sahiptir. Buna karşın Türkiye’nin AB ülkelerinden yaptığı ithalat, toplam gıda ürünlerinin % 35’ini teşkil etmektedir. Yani Türkiye toplam gıda ithalatının üçte birini AB ülkelerinden yapmaktadır. AB süreci ile birlikte imzalanan yeni anlaşmalarla bu rakamlar çok daha yukarılara tırmanacak, Türkiye almak zorunda bırakılacağı ürünler ve artan miktarlar için pek çok yeni anlaşmaya imza atacaktır. Yani yerli üretimden “kamu açıklarına neden oluyor”, “tasarruf” gerekçesiyle kesilen destekler ithal mallara sağlanacaktır.
Peki, Türkiye tarımsal üretiminin AB ile rekabet şansı var mıdır?
Avrupa’da tarım ürünlerinin gizli ve açık yolla % 90’ı sübvanse edilmektedir. Avrupa topluluğunda 1988 yılı itibariyle çiftçi aile başına düşen sübvansiyon tutan 5628 dolarken, Türkiye’de bu rakam 106 dolardır. Üstelik son iki yıl içersinde bu rakam daha da düşmüştür. 1999 yılında AB’de hektar başına verilen üretici desteği 597 dolarken, Türkiye’de 114 dolardır. Türkiye ile ilgili rakamların ne kadarının gerçekleri yansıttığı son derece şüphelidir. Çünkü daha önceki bölümlerde sözü edildiği gibi, kâğıt üzerinde tarıma ayrılmış gözüken desteklerin, kredilerin büyük bir bölümünün tarım dışı alanlarda kullanıldığı ortaya çıkmıştır.
Ocak 1999’da Ankara’da Ziraat Mühendisleri Odası tarafından düzenlenen “Dünyada ve Türkiye’de Tarımsal Desteklemelere Yeni Yaklaşımlar” konulu sempozyumda Türkiye Ziraat Odaları Birliği adına konuşan Saim Dağ, Almanya’nın tarıma verdiği destekle ilgili şunları söylüyor: “1996 yılında Almanya’da bir kooperatif işletmesini ziyaret ettik, bu kooperatif işletmesi Doğu Almanya’dan intikal etmiştir, tabii geçiş dönemi olduğu için de denilebilir, ama bir ihtiyaç olduğu için uygulandığını söylemek için açıklamak istiyorum. Yüzde 7,8 oranında zirai kredi faizi, bunun sadece 1,8’ini işletme ödüyor, 6’sı sübvanse ediliyor. Tabii ki, bu ortak tarım bütçesinden değil, oranın kendi ulusal bütçesinden ödenmek üzere. Arkasından 96 fenik dolayındaki mazotun tarımda kullanılan 40 küsur feniğini yine yılsonunda, tarımda kullanıldığını belgelemek suretiyle ödendiğini gördük…”
Konuşmacının belirttiği gibi, bu bir geçiş dönemi politikası olabilir. Ancak bir bölümünü geçiş politikası olarak kabul etsek bile, geri kalanı, teknoloji ve verimlilik bakımından ileride olan bir ülkeye başlı başına büyük bir avantaj sağlamaz mı? Bu avantajlara karşı, mazotu, gübresi ve diğer girdiler sürekli pahalanan, destekleri yok olan bir tarımın, karşısındaki güçle rekabet şansı olabilir mi?
Bir başka karşılaştırma yaparsak: Türkiye’de kullanılması gereken gübre yıllık 3,5 milyon tondur. Ama bunun ancak yarısı, yani 1,8 milyon tonu kullanılmaktadır. Devletin gübreye sağladığı destek % 80’lerden başlayıp % 30’lara kadar düşmüştür. Bu önümüzdeki yıllarda halen kullanılmakta olan gübre miktarının da düşeceğinin göstergesidir. Oysa Fransa’da hektar başına gübre tüketimi 295 kg, Türkiye’de ise 85 kg.dır.
Öte yanan IMF ve Dünya Bankası’nın programlan gereği gübre üretiminde bulunan devlete ait işletmeler özelleştirilecektir. Nasıl ki SEK’in, EBK’nın özelleştirilmesinden üretici büyük zarar görmüş, özel şirketlerin oluşturduğu kartellerin oyuncağı haline gelmişse, bu alandaki özelleştirmelerden de üreticinin büyük zarar göreceği unutulmamalıdır.
1996’da yürürlüğe giren Gümrük Birliği anlaşması gereği AB’den ithal edilen gübrede gümrük vergileri kaldırılmıştır. Özelleştirme öncesi emperyalistlere gerekli alt yapılar hazırlanmıştır. Özelleştirme ile birlikte zaten esas olarak dışa bağımlı bulunan gübrede piyasanın tamamen emperyalistlerin kontrolü altına girmesi ve fiyatları gönüllerince belirlemeleri kaçınılmazdır. Bu durumda önümüzdeki yıllarda gübre kullanımında düşüşler yaşanması, küçük ve orta ölçekli çiftçinin bu zorunlu veda dolayısıyla ürünlerdeki verimliliğin daha da düşmesi beklenmelidir.
Buna karşın gübre ve diğer girdileri giderek daha aşırı şekilde kullanan ve bunların imalatını elinde bulunduran, makine, teknolojiye sahip olan AB’nin tarımsal üstünlüğünün büyümesi kaçınılmazdır.
AB ile Türkiye’nin rekabet şansını engelleyen bir başka faktör de modernizasyon ve makine gücündedir. Türkiye bu bakımdan da AB’den çok geri düzeydedir.
Modernizasyonun ve makineleşmenin göstergelerinden biri olan traktör kullanımında, Türkiye’de her bin hektara 33 traktör düşerken, Avrupa’da her bin hektara 102 traktör düşmektedir. Arada üç katlık bir fark vardır. Biçerdöverde ise bu fark çok daha büyüktür. Türkiye’de aynı miktar tarımsal alana 0,6 biçerdöver düşerken Avrupa’da 14 biçerdöver düşmektedir.
Öte yandan patent yasasından ayrı olarak Avrupa Birliği’nce uygulanan makine standardı, AB’yi oluşturan güçlü ülkelere, geri kalmış ülkeler karşısında büyük yıkıcı bir güç sağlamaktadır.
Bu düzenlemeye göre, belirtilen normlara uygun makineler, tüm Avrupa Birliği ülkelerinde serbestçe ve hiçbir engelle karşılaşmadan satılabilmektedir. Bunun dışındakilere ise yaşama şansı yoktur. Elbette bu standartlar AB’nin ileri ülkelerindeki teknolojiye göre düzenlenmiştir. Bu durumda belirtilen standartlara uymayan, üzerlerinde CE damgası taşımayan makineler, diğerleri karşısında yok olacaklardır. Böylece, zaten Türkiye’de emekleme devresinde olan, ağırlıklı olarak daha çok atölye düzeyinde imal edilen, teknolojiden yoksun tarımsal sanayinin gırtlağı gelişemeden sıkılacaktır.
Yine TZDK’nın ve diğer tarımsal sanayi alanına giren KİT’lerin özelleştirildiği veya özelleştirilmek üzere oldukları anımsandığında vaziyetin dramatikliği daha belirgin bir biçimde ortaya seriliyor.
AB sürecinin Türkiye tarımını nasıl tahrip edeceği, emperyalistler ve Türkiye sermayesinin el ele ülke tarımını nasıl bitirecekleri başlı başına ele alınacak bir konudur ve bu genel yazının sınırları içine sığmayacak kadar geniş kapsamlıdır. Ancak şu kısa bölümdeki birkaç örnek ve birkaç rakamsal karşılaştırma bile AB’nin diğer alanların yanı sıra Türkiye tarımı için nasıl büyük bir tehlike arz ettiğini, AB’nin öne sürdüğü ve Türkiye egemenlerinin yerine getirmek için gayretle çalıştıkları koşulların nasıl ağır ve tarımı darmadağın edici olduklarını görebilmek için yeterlidir.
Aslında sadece şu soruya açık ve içten bir yanıt vermek bile meseleyi çözer. Emperyalizm ve onun bir parçası olarak AB’nin öncü ülkeleri Türkiye gibi geri kalmış ve boyunlarına borç kemendi geçirilmiş bağımlı ülkeleri kendi yanlarına niçin almaktadırlar? Onları hallerine acıdıkları, içlerindeki yardımseverlik duyguları çok geliştiğinden, yürekleri Türkiye’nin geri kalmışlığına dayanamadığından mı? Bunlara yardım edelim, gelişsinler, güçlensinler, karşımıza rakip çıksınlar diye mi? Yoksa hep biz onları sömürdük, eh biraz da onlar bizi sömürsünler diye mi?
Ancak, emperyalistlerin dünyayı daha fazla sömürme, daha fazla pazar üzerinde hegemonya kurma, rakipleri ile boğuşma, onları alt etme, pazar alanları dışına atma, güçsüzleştirme plan ve hedeflerini bırakıp dünyanın yoksullarını güçlendirmek için kafa yoracaklarını, kendilerine rakip çıkarmak için çabalayacaklarını düşünmek, ahmaklıktan başka nedir?
Bunca yıllık yaşanmışlık göstermiştir ki, kapitalizm para dağıtmak değil ama düş dağıtmak konusunda cömerttir. Ama AB’nin öncü ülkelerinin el attığı ülkelerin durumu hiçbir düşe yer bırakmayacak kadar da acıdır.
Polonya, AB’ye girme sürecinde olan ülkelerden biridir. Burada özellikle Almanya’nın etkisi giderek güçlenmektedir. Polonya’da 1988’den bu yana süreçte nüfusun % 30’unu oluşturan çiftçilerin gelirleri tamı tamına yarıya düştü. Çiftçi yokluk içinde kıvranırken, açlık ve yoksulluk her geçen gün daha büyük ve ciddi bir tehdit oluşturuyor. Aynı biçimde et üretimi de büyük ölçüde düştü. Yıllar sonra AB damgalı ithal etler Polonya’ya girdi. IMF ve Dünya Bankası’nın programları, AB’nin yağmacı planlan Polonya halkını her gün biraz daha yoksulluk batağına sürüklerken, dış borçlan artıyor, AB tarafından düzleniyor.
Aynı süreç Macaristan’da da yaşanıyor. Üç beş zengin aile, milyon dolarlara sahip olurken, devlet yöneticilerinin ve üst düzey bürokratların ülkenin peşkeş çekilmesi karşılığı yurtdışı bankalardaki hesapları kabarırken, halk görülmemiş bir yoksulluğun içine sürükleniyor.

HAYVANCILIK
Üretimi en fazla gerileyen alanlardan biri dendiğinde Türkiye’de ilk akla gelenlerden biri hayvancılıktır.
Özellikle 12 Eylül darbesi ve Özal hükümetinin emperyalizme kölece bağlı politikaları hayvancılığa büyük darbeler indirmiştir.
Hayvancılığın asıl merkezi olan ülkenin doğu ve güneydoğu bölgelerinde olağanüstü halin sürekli hale gelmesi, bölgedeki olaylar bahane edilerek yayla yasağının getirilmesi, köylerin boşaltılması, tarım ve hayvancılığı kökünden geriletmiş, bir yandan bölge insanının tek geçim kaynakları ellerinden alınıp köyünden toprağından kopartılmış, öte yandan tarım ve hayvancılığa büyük darbe indirilmiştir.
1980’li yıllarda ABD ve AB’de büyüyen et ve süt stokları, bunları pazarlama ihtiyacı, emperyalistleri bağımlı ülkelere baskı yapmaya, daha fazla tarımsal ve hayvansal ürün almaya zorlamış, bunun sonucunda emperyalizme bağlılık yemini etmiş 12 Eylül cuntası ve Özal hükümeti kapılarını hayvansal ürünlere açmış, sıfır gümrükle ithal edilen et ve süt ürünleri piyasayı kaplamıştı. Bu işten hayvancılık büyük bir yara aldı. Rekabete dayanamayan hayvancılıkta bir anda büyük bir gerileme yaşadı.
1992 yılında hükümet hayvancılıkta teşviki kaldırdı. Tüm bunların sonucunda binlerce aile hayvancılığı bıraktı.
Yine AB ile yapılan anlaşmalar sonucu her yıl belirlenen binlerce tonluk et ve süt ürünleri ithalatı, hayvancılığın çöküşünü hızlandıran bir başka etken oldu.
1988’de yürürlüğe giren Avrupa Birliği ile yapılan anlaşmaya göre tarım ürünleri ithalatı serbest bırakılırken, et, süt, yumurta ve yağlarla birlikte, 15 bin baş kasaplık sığır, 19 bin ton sığır etinin Türkiye’ye gümrüksüz girişine izin verildi.
1980–1993 arası dönemde Türkiye’de et üretimi % 40 azaldı.
SEK ve EBK’nın özelleştirilmeleri, üreticinin büyük kapitalistlerin ellerine terk edilmesi, sürekli artan yem fiyatlarına karşın ürünlerdeki fiyat artışlarının onun çok gerisinde kalması, bir kilo sütün bir kilo yemi karşılayamaması, yağmalanan meralar, aslında emperyalizmin uzun soluklu faaliyetlerinin sonuçlarıydı.
Bugün ülkede sağmal inek sayısı 3 milyon civarına düşmüş durumda. Günlük 2 milyon ton civarında süt üretimi var.
Yabancı ülkelerden ithal edilen süt ürünleri ise büyük bir artış göstererek günlük 700 tona ulaştı.
41 milyon hektar olan meralar 20 milyon hektara inmiş durumda.
Yem fiyatları, dünya fiyatlarının iki misli.
Hayvancılıkta gerileme sürüyor. Gümrük duvarlarının inmesi, AB ve diğer koşullar Türkiye hayvancılığını kepenk kapatmaya zorluyor.

KÖYLÜLÜĞÜN TEK SEÇENEĞİ ÖRGÜTLÜ MÜCADELEDİR.
Emperyalist, kapitalist talanın en vahşi dönemi yaşanıyor. Tekelci sermaye aşırı kâr hırsı yüzünden insanlığın bugünü ve geleceğine ipotek koyuyor. Kendi sömürüsü sürsün, birkaç ülke dışında tüm dünya kendi egemenliğine girsin, var olan egemenliği daha da güçlensin diye dünya tarım alanlarına el koyuyor, üretimin önüne set çekiyor, en verimli alanları üretim dışına itiyor. Dünyadaki pek çok ülke gibi Türkiye tarımı da bu planların bir parçası olarak çökertiliyor. Bir zamanlar bölgenin tahıl deposu olan, kendine yeterinden fazlasını üreten ve ihraç eden ülke, bugün tarım ithalatçısı konumunda. Küçük ve orta köylülük yıkıma sürükleniyor. Yüz binlerce çiftçi ailesi toprağını büyük kapitalistlere, büyük toprak sahiplerine, tefecilere kaptırıyor. Gümrük duvarları kaldırılıyor, tarım aslanların önüne yem olarak atılıyor.
Siyasal iktidarlar bu soygun ve talanda, haydutların soygunlarını daha rahat sürdürebilmeleri için gözcülük ve korumalık yapıyor.
Küçük ve orta ölçekli üretici açısından sadece toprağa sahip olmak yetmiyor. Toprağı işleyebilmek için para gerekli. Para olmayınca üretici açısından toprağın bir anlamı yok. Artan maliyetler, girdilere gelen sürekli zamlar, ürün fiyatlarının reel anlamda değer kaybetmesi, kredilerin ve desteklerin büyük toprak sahiplerine gitmesi ve rekabet gücünün olmaması, üreticiyi vuruyor. Oysa para büyük toprak sahibinde, büyük kapitalistlerde ve bankalarda. Kapitalist sistemde ise güç para sahibinde.
Türkiye köylüsünün büyük bölümü yoksulluk sınırının altında veya sınırda. Yıllık gelir 1000 dolar civarında. Ancak bu rakam eşit dağılımı ifade etmiyor. Büyüklerin payı çıkıldığında büyük kesimin aylık geliri asgari ücretin çok altında kalıyor.
Türkiye köylüsü dilenci seviyesine indirildi. Son derece sağlıksız barınma koşullarında, ahırdan bozma yerlerde hayvanlarla, gübre ile iç içe yaşıyor. Yılın 350 günü aynı yemeğe, aynı çorbaya kaşık sallıyor. Giderek daha fazla kronik açlık çekiyor. Sağlık ve eğitim olanaklarından faydalanamıyor.
Kanalizasyonu olan köy sayısı sadece 678’dir. Bu sayı Türkiye’deki köylerin ancak % 2’sini teşkil etmektedir.
Köylerin % 82’sinde içme suyu şebekesi yoktur. Olanlarınsa % 88’i dezenfekte edilmemektedir. Su ihtiyacı ilkel koşullarda, her türlü dış etkiye, salgın hastalıklara açık kuyu vb. den karşılanmaktadır. Köylerin bir bölümünde ise hiç su yoktur.
Köylerde kanalizasyon sistemi yoktur. Büyük bölümü fosseptik kuyu kullanmaktadır. Bu ise her türlü sağlıksız koşulların kaynağıdır. Hangi köyde fosseptik kuyusu sızıntılarının su kuyularına karıştığı belli değildir. Evlerin yarısından çoğunda helâlar evin dışındadır. % 11’inde ise hiç hela yoktur.
Köy yollarının uzunluğu 326.521 km.dir. Bunların sadece % 7,8’i asfalttır.
DİE’nin 1990 yılı verilerine göre tüm ülkede okuryazarlık oranı % 80,45 iken, bu oran tarım kesiminde % 68,36’dır.
İlkokulda % 50,2 olan kız öğrenci oranı, ilkokuldan sonraki eğitim kuruluşlarında % 15,4’e düşmektedir.
1992 yılında denek olarak seçilen 241 aile üzerinde yapılan araştırmada, 19 yıl olarak saptanan ortalama evlilik süresinde doğan çocukların % 27,6’sı ölmüştür. Ölümlerin % 62,8’i bir yaşına gelmeden, % 17,9’u 1–2 yaş arasında, % 18,4’ü 3–7 yaş arasında, diğerleri de 7 yaş sonrası ölmüştür. Bir genelleme yapmak gerekirse, kırsal kesimde dünyaya gelen her bin çocuktan 174’ü bir yaşına gelmeden ölmüştür.
Ama köylerdeki karakol sayıları sağlık oranlarına oranla birkaç kat fazladır.
Rakamlar devletin rakamlarıdır ve Türkiye köylüsünün acıklı durumunu gözler önüne sermektedir.
Her geçen yıl bir öncekini aratmaktadır. Bu yıl tarım girdileri % 60 oranında zamlanırken ürün fiyatları % 25–30 oranında artmıştır. Yani üretici gerçek anlamda kaybetmiştir. Gelirleri azalmıştır. Ancak bu yıl köylü için bundan sonraki yıllar düşünüldüğünde en iyi yıldır. Tarımın liberalizasyonu, desteklerin, sübvansiyonların kalkması, kredilerin kısılması ve piyasa faizlerinin uygulanmaya başlaması ile bundan sonraki yıllar çok daha kötü olacaktır.
Artık Türkiye’nin tarım politikalarını IMF ve Dünya Bankası belirlemektedir. Hangi ürünün kaç para edeceğine, hangi ürünün ne kadar ekileceğine, ne kadarının satın alınıp ne kadarının çürümeye terk edileceğine, faizlere, ithalata hep onlar karar vermektedir. IMF ve Dünya Bankası ise, birkaç büyük emperyalistin, uluslararası mali piyasaları elinde bulunduran finans kapitalin temsilcisi, onların çek senet tahsilâtçısıdır. Görevi emrinde bulunduğu başta ABD, AB’nin öncü ülkelerinin içinde yer aldığı emperyalistlerin çıkarlarını korumaktır. Onları daha güçlü hale getirmektir. Onların daha güçlü hale gelmesi demek, bizim gibi ülkelerin daha da güçsüzleşmesidir. Birinin cebine para girmesi için birinden çıkması gerekir.
Diğer yanda toprak ağalığı sistemi azalmakla birlikte doğuda ve güneydoğuda sürmektedir.
GAP ile en gelişmiş altyapıya sahip olacak bereketli araziler ABD, İsrail, Alman, Fransız tekellerine, Koç, Sabancı gibi holdinglere sunulmuştur. Küçük ve orta köylüden esirgenen teşvikler, destekler, kıyaklar buralara akıtılacaktır.
Şimdi sorun çarenin nerede ve nasıl olduğudur.
Sorun sadece yıkıma uğratılan köylünün sorunu olmaktan çoktan çıkmıştır. Yıkıma uğratılan tarımdır. Dolayısıyla sorun başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin, gençliğin, ülkesini seven herkesin sorunudur.
Bugün Türkiye’de yıkıma uğratılan küçük köylülüğün önünde tek bir seçenek vardır; işçi sınıfı ile birleşmek, mücadeleyi birleştirip kendisini ezen ve açlığa sürükleyen yerli tekelci sermayeye, onların ağa babası IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlara, emperyalizme ve onların programlarına karşı bayrağı açmaktır. Emperyalist tahakkümün kırılması için mücadeleye atılmaktır.
Bu mücadelenin öncüsü, yol göstericisi olarak da işi sınıfının devrimci partisinin görevi, hareket merkezinin büyük sanayi kentleri olduğunu unutmadan, görevlerini ve gücünü hesaplayarak işçi sınıfı ile küçük köylülüğün ve emekçilerin birleşik mücadelesinin yaratılması için mücadele hattını örmektir.
Küçük köylülüğün mücadeleden başka şansı yoktur. Ve bu mücadele Ziraat Odaları’nın başına çöreklenmiş, başında bulundukları kurumları köylüyü soyan burjuva partilerinin yaması durumuna getirmiş ve o kurumları kendilerine çıkar sağlamak, destek, ucuz ve bol kredi, teşvik vb. türden avantalar sağlamak için kullanan asalakların önderliğinde olamaz. Küçük ve yoksul köylülük örgütlü bir güç haline gelebilmek için, bu asalakları başından defetmelidir. Köylünün dostu, kendisi gibi ezilen işçi sınıfı ve emekçilerdir.
Dünya ve Türkiye işçisi, emekçisi, köylüsü, genci için hiçbir şey bitmiş değildir, ama her şey yeniden başlamaktadır. WTO, G8 ve diğer toplantılar öncesi Amerika’da, Japonya’da ve başka yerlerde büyük gösteriler oluyor. Dünya emekçileri kendilerini ezen emperyalizme ve soygun düzenine karşı daha kararlı hale geliyor. Ve emperyalizm, dünya halklarını pimi çekilmeye hazır bomba gibi gererken, sınıf çelişkileri her zamankinden daha fazla keskinleşiyor, saflar netleşiyor. Kapitalizm, kendi mezarını kazmaya her zamankinden daha hızlı devam ediyor.

Ağustos 2000

Tarihsel perspektifte tarım ve sanayi ilişkisi

Tarımla sanayi ilişkisi üzerine yapılacak bir inceleme öncelikle azgelişmiş bir ülkenin bağımsız bir gelişme yoluna girmek için izlemesi gereken sanayileşme stratejisini saptamak bakımından önem taşıyor. Ancak konuyu daha da güncel kılan bir dizi gelişme daha var. Özellikle son dönemde kendi varlık koşullarını emperyalizme bağımlılıkta bulan Türkiye’nin egemen sınıfları ve onların hükümeti, ülkenin tarımını yok etmeye yönelik emperyalist planı büyük bir kararlılıkla hayata geçirmeye çalışıyor. Ve 1999 Aralık ayında IMF’ye sunulan niyet mektubuyla niyetlerini açık seçik ortaya koymuş bulunuyorlar; Tarımsal desteklemenin adım adım tasfiyesi, bu amaçla destekleme fiyatlarının, girdi ve kredi sübvansiyonlarının giderek aşağıya çekilmesi… Tüm bunlar yıllardır burjuva politikacıları tarafından her fırsatta dile getirilen “Türkiye’nin bir tarım ülkesi değil sanayi ülkesi olması gerektiği” yolundaki propagandanın nihai hedefini ortaya koyuyor. Ve ekonomide tarımın rolü ve öneminin azalmasıyla sanayileşme arasında dolaysız bir ilişki olduğu yanılsaması yaratılarak, tarımın tümüyle tasfiyesine zemin hazırlanıyor.
Yıllardır yürütülen politikalarla, tarımı dışa bağımlı hale getiren, değerli tarım arazilerini, doğa düşmanı emperyalist tekellerin talanına açan, uygulanan fiyat politikasıyla, köylülüğü açlık sınırına iten burjuva hükümetleri, tüm bunların sanayileşmenin olmazsa olmaz şartları olduğunu ileri sürüyor. Burjuva politikacılarının en kurt olanı, cumhurbaşkanı olduğu dönemde, bir devlet fidanlığının emperyalist bir tekele tahsis edilmesini eleştirenlere, sanayi için oturduğu köşkün bahçesini dahi vereceğini ilan etmesi daha hafızalardan silinmedi. Yıllardır ortalıkta “barajlar kralı” demagojisiyle dolaşan ve ucuz bir köylü popülizmini siyasi kariyerinin basamağı yapan Demirel, değişmemişti şüphesiz. Değişen, Demirel gibilerinin sözcüsü olduğu emperyalist kapitalizmin ihtiyaçlarıydı. Yani tarımın giderek yok edilmesiyle, Türkiye gibi ülkeleri emperyalizme bağlayan halkanın sağlamlaşması arasında yakından bir ilişki var. Dolayısıyla, burjuvazinin sanayileşmenin zorunlu bir sonucu olarak gördüğü bu gelişmenin, nasıl bir çarpıtma içerdiğini anlamak için, tarım ve sanayi ilişkisinin doğasını anlamak, bunun için de tarihsel bir inceleme yapmak zorunlu hale geliyor.

* * *
Tarımın tasfiyesine zemin hazırlamak amacıyla yürütülen propagandanın aksine kapitalist üretim tarzının ilk nüvelerinin boy verdiği 16. yüzyıldan başlayarak, günümüze kadar bütün ekonomilerde tarımla sanayi arasında organik, birbirini besleyen bir ilişki söz konusudur. Bu bakımdan özellikle yaşadığımız yüzyılda tarım ve sanayi ilişkisi azgelişmiş ve bağımlı ülkelerde iktisadi büyüme ve kalkınma tartışmalarında anahtar rolü oynamıştır. Ancak bu tartışmalarda, büyük ölçüde emperyalizmin belirlediği, aşağıda ele alacağımız stratejiler baskın çıkmıştır. Öte yandan sanayileşmede nasıl bir strateji izleneceği ve bu stratejide tarımın yeri saptanırken, tarımda üretim koşullarının doğa koşullarına bağlı olması, sermaye devir süresinin sanayiye göre uzun olması ve mevcut sermaye birikimi kaynaklarının kısıtlı olması vb. nedenler de, tarımsal gelişmenin göz ardı edilmesine neden olmuştur.
Açıktır ki; sanayi devriminin ortaya çıktığı 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ekonomide tarım ve sanayinin payı en önemli gelişme ve kalkınma ölçütü haline gelmiştir. Eğer bir ülkenin iktisadi yapısında tarımsal üretim ağır basıyorsa, o ülkenin azgelişmiş; tersine sanayi ağırlıktaysa, gelişmiş olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Bu durumu açık bir biçimde yansıtan ölçütler ise üretilen gelirin içinde tarımın ve sanayinin payları, istihdamın bu iki temel sektör arasındaki dağılımı, ülkenin dış ticareti içerisinde tarım ve sanayi ürünlerinin payı olarak sıralanmaktadır. Bu ölçütler yalnızca iktisadi yapının gelişmişlik düzeyini değil aynı zamanda, kapitalizm koşulları altında, uygulanan iktisadi modelin özellikleri, dışa bağımlılığın derecesi, kentleşme ve daha bir dizi sosyal ve ekonomik olgu hakkında fikir vermektedir.
Bu yazıda, tarım ve sanayi arasındaki ilişkiyi, Batı kapitalizminin öncü ülkesi İngiltere’de yaşanan iktisadi ve toplumsal dönüşümü temel alarak, genel çizgileriyle incelemeye çalışacağız. Buradan, tarıma dayalı bir ekonomik yapıdan sanayi devrimine uzanan süreçte, tarım ve sanayi arasındaki iktisadi ilişkiyi anlamayı amaçlıyoruz. Ancak bilindiği gibi kapitalist sistem altında, ülkeler arasında eşitsiz gelişme söz konusudur. Kapitalist dünya, gelişmiş ve azgelişmiş, emperyalist ve onlara tabi olan ülkeler biçiminde bölünmüştür. Bu yüzden, tarım ve sanayi ilişkisini, sadece yeni sanayileşen azgelişmiş ülkelerin kendi içsel dinamikleri açısından değil, bu ülkelere azgelişmişliği dayatan emperyalist dünya sisteminin yaşadığı dönüşümleri de göz önünde tutarak değerlendirmeye çalışacağız.

KAPİTALİZMİN DOĞUŞU VE İLKEL BİRİKİM
Kapitalist ekonominin en önemli özelliği meta üretimine dayanmasıdır. Meta üretiminin mümkün olabilmesi için ise sermayeye ihtiyaç vardır. Sermayenin oluşumu, sermaye birikimi adı verilen süreci zorunlu kılar. Bu birikim, sermaye aracılığıyla üretilen artı değerin, tekrar sermayeye eklenerek daha fazla sermaye elde edilmesiyle sağlanır. Sermaye birikimi, artı değerin varlığını; artı değer ise kapitalist üretimi zorunlu kılar. Kapitalist üretim ise meta üreticisi kapitalistin elinde daha önceden büyük bir sermaye ve emek-gücü kitlesinin bulunmasını öngörür. Bir kısır döngü gibi görünen bu hareketin çözümlenebilmesi için kapitalist birikimden önce, bu üretim tarzının sonucu değil, çıkış noktasını oluşturan bir ilkel birikimin varlığını kabul etmek gerekir. İlkel birikimin kendisine düşen rolü yerine getirebilmesi için ise elde edilen parasal servetin sermayeye dönüşmesi gerekir. Ancak,
“Üretim ve geçim araçları nasıl kendiliğinden sermaye değilse para ve metalar da kendiliklerinden sermaye değildir. Bunların sermayeye dönüşmeleri gerekir. Ama bu dönüşümün kendisi ancak belli koşullar altında olabilir, yani birbirinden çok farklı türde iki meta sahibinin yüz yüze ve temas haline gelmesi gerekir. Bir yanda başkalarına ait emek-gücünü satın alarak ellerinde bulunan değerler toplamını artırmak isteğinde bulunan, para, üretim aracı ve geçim aracı sahipleri; öte yanda kendi emek-güçlerini, dolayısıyla emeklerini satan özgür emekçiler. İki anlamda özgür emekçiler; Çünkü bunlar, ne köleler, sertler vb. gibi üretim araçlarının ayrılmaz bir parçasıdırlar, ne de mülk sahibi köylüler gibi üretim araçlarına sahiptirler; demek ki bunlar, kendi üretim araçları bulunmayan, böyle bir engel ve yükten kurtulmuş kimseler olmalıdırlar.” (K. Marx, Kapital, C. 1, Sol Yayınları, Ankara, 1997, s. 678.)
Bu koşullar altında ilk nüveleri oluşmaya başlayan kapitalist üretim tarzının kökenleri 16. yüzyıla dayanmaktadır. Bu döneme kadar, Batı Avrupa’da feodal üretim tarzı hâkim durumdadır. “Kapitalist toplumun ekonomik yapısı feodal toplumun ekonomik yapısından doğup gelişmiştir. Bu ikinci toplumun da çözülmesiyle birincinin öğeleri serbest kalmıştır.” (K. Marx, aynı eser, s. 679.) Feodal üretim tarzının iktisadi yapısını; kentlerde, kapalı lonca ekonomisi içerisinde faaliyet gösteren zanaatkarlar kitlesinin denetimindeki imalat sektörü; kırda ise senyöre tabi serflerin, belli bir malikane içerisinde, senyör topraklarını belli bir rant karşılığında işlediği, geçimlik tarımsal ekonomi karakterize etmektedir. Feodal toplumun çözülmeye başlamasıyla kapitalist üretim tarzını belirleyen en temel iki öğe serbest kalmıştır. Bunlardan ilki parasal sermayenin ortaya çıkması diğeri ise emek-güçlerini satışa çıkarmaktan başka yolu olmayan mülksüz emekçilerin, yani proletaryanın ortaya çıkmasıdır. Bu koşulların sağlanmasından sonra kapitalist birikim kendi yasaları doğrultusunda işlemeye başlamıştır;
“Kilise mallarının yağmalanması, devlet mülkünün hileli yollardan ele geçirilmesi, ortak toprakların çalınması, feodal ve klan emlakinin gasp edilerek başıboş bir terör havası içinde modern özel mülkiyet haline getirilmesi, ilkel birikimin birçok sevimli yönteminden birkaçıydı. Kapitalist tarım için gerekli alan ele geçirilmiş, toprak, sermayenin bir parçası haline getirilmiş ve kent sanayileri için gerekli (özgür ve yersiz yurtsuz) proletarya sağlanmıştı.” (K. Marx, aynı eser, s. 696.)
Bu gelişmelerin sonucunda, 15. yüzyılın son otuz yılından başlayarak, sermayeyi kendisi yatıran ve bunu ücretli emekçi çalıştırarak çoğaltan, artı ürünün bir kısmını parasal ya da ayni (ürün karşılığı) olarak toprak (soylusuna) ödeyen bağımsız, kapitalist çiftçi ortaya çıkmıştır. Bu dönemden itibaren ortak toprakların gaspı, bu çiftçinin elindeki hayvan sürülerinin büyük ölçüde çoğalmasını sağladığı gibi toprağın işlenmesi için neredeyse hiç masraf etmeksizin gübre elde etmesini de kolaylaştırdı. Uzun vadeli kira sözleşmeleri ile kendisini garanti altına almış olan bu çiftçi, 16. yüzyılda Amerika kıtasından gelen değerli maden akışıyla paranın değerinin düşmesinin ücretleri düşürüp, [tahıl, yün, et gibi] tarımsal ürünlerin fiyatlarını artırması sayesinde para sermayesini çoğalttı. Böylece toprak soylusuna ödediği kira da önemsiz hale geldi. Böylece bu çiftçiler, emekçilerin ve toprak beyleri sınıfının sırtından zenginleştiler. Öte yandan aynı dönemde kent tüccarları da, feodal malikânelerin alımı için yoğun bir faaliyet içindeydi. Toprağa yapılan bu yatırım genellikle spekülatif amaçlı ya da kiraya vererek rant elde etmeye yönelik olsa da sermayenin toprağın iyileştirilmesine yatırıldığı, mülkün ücretli emekle kapitalist bir çiftlik olarak işlendiği durumlara da rastlanıyordu. (M. Dobb, Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler, Çev F. Akar, Belge Yayınları, İstanbul 1982, s. 112.)
İngiltere’de tarımsal nüfusun mülksüzleştirilmesi, kentlerdeki imalat sektörüne, lonca kuruluşlarından tamamen bağımsız ve loncaların koyduğu engellerin bulunmadığı bir proleter kitlesi sağlamıştır. Bununla birlikte, tarımsal nüfus azaldığı halde, toprak eskisi kadar, hatta daha fazla ürün vermeye devam etmiştir. Çünkü tarımda üretim ilişkilerinin değişmesiyle, işleme yöntemleri gelişmiş, elbirliği ve üretim araçlarının yoğunlaşma derecesi artmış, ücretli tarım emekçileri daha sıkı çalıştırıldığı gibi, (çitleme faaliyetleri nedeniyle) kendileri için işledikleri alanlar azalmıştı.
Tarımsal nüfusun bir kısmının serbest hale getirilmesinin bir diğer önemli sonucu, bunların daha önceki beslenme araçlarının da serbest (piyasaya tabi) hale gelmesiydi. Bundan böyle her türlü değer, manifaktür sahibi kapitalistin elinden ücret biçiminde alınmaya başlanmıştır. Bu durum aşağıda ayrıntılı biçimde değerlendireceğimiz, iç pazarın oluşumu sürecini hızlandıran bir rol oynamıştır. Geçim araçlarının ve hammaddelerin meta halini almasıyla, geçmişte bunları kendisi üretip kendisi tüketen köylü ailesi, artık, manifaktür tarafından üretilen mallara bağımlı hale gelmiş ve genişleyen iç pazarın tüketici kitlesinin bir parçası olmuştur. Manifaktürün bu malların üretimi için ihtiyaç duyduğu tarımsal nitelikli girdiler ise gelişen kapitalist çiftçi tarafından sağlanmaya başlamıştır.
Sanayi Devriminin neden başka bir ülkede değil de İngiltere’de ortaya çıktığı konusundaki tartışmaların üzerinde birleştiği ortak nokta, sanayi devrimini önceleyen yıllarda, bu ülkenin büyük bölümünde, toprak sahibi köylülüğün ortadan kalkmış olmasıdır. 1750’li yıllara kadar İngiltere’de tarımsal arazilerin yaklaşık dörtte üçü büyük toprak sahiplerinin eline geçmiştir. Bu yıllarda İngiliz toprak mülkiyetinin yapısı şu şekildedir:
“Birkaç bin toprak sahibi, bunların topraklarını kiralayan on binlerce kiracı çiftçi, bu kiracı çiftçilerin toprağı işlerken emeklerini kiraladığı ve zamanlarının büyük bölümünde emeklerini kiraya veren yüz binlerce tarım işçisi, uşaklar ve çok küçük mülk sahipleri.” (E.J. Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, Çev. B.Sina Şener, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1998, s.27.)
Bu tablo, tarımda, geçimlik tarımsal faaliyetle sınırlı küçük mülkiyetin tasfiye edilmiş olduğunu, tarımdan sanayiye aktarılacak geniş bir işgücünün ortaya çıktığını ve toprak mülkiyetinin merkezileşmiş olduğunu gösteriyor. Toprak mülkiyetindeki bu merkezileşmenin temelini, 16. yüzyıldan başlayarak giderek artan çitleme faaliyetleri oluşturmuştur. Çitleme, mevcut tarımsal araziler ile kullanıma açılan boş arazilerin, kapatılarak, önemi giderek artan yünlü ticareti için geniş koyun otlaklarına dönüştürülmesine dayanıyordu. Böylece sanayileşme için gerekli önkoşullardan en önemlisi sağlanmış, tarımda kapitalist üretim ilişkileri yerleşik bir nitelik kazanmıştır. Bu sürecin önkoşulları, parasal sermaye birikimi ve serbest işgücünün ortaya çıkmasıyla sağlanmıştır. Ancak bu ülkede sanayileşmenin ortaya çıkışını anlamak için önemli bir dizi etkenin daha altını çizmek gerekiyor. Bu etkenler;
a) İç pazarın oluşumu
b) Dış pazarın oluşumu
c) Devletin üstlendiği rol
şeklinde üç ana başlık altında ele alınabilir. (E. J. Hobsbawm, aynı eser, s. 39–40.)
Bu etkenlerden iç pazarın oluşumu, tipik olarak, bir dizi koşulun sağlanmasına bağlıdır;
a) Nüfusun artması ve bu yolla, sanayinin ihtiyaç duyduğu talebin oluşumu için tüketici kitlesinin (ve tabii ki üretici kitlesinin de) artması,
b) Özellikle tarımda kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi ve mevcut imalat sektörünün (manifaktür) yaygınlığı ile bağlantılı olarak halkın para dışı gelirlerden parasal gelirlere doğru kayması,
c) Kişi başına ortalama gelirin artmasıyla talep yapısının gelişmesi,
d) Ve son olarak, eski tür imalat ürünleri ve ithal mallarının gelişen sanayi ürünleri tarafından ikame edilmesi.
Tüm bu koşulların şu veya bu biçimde gelişmiş olması kapitalist iç pazarın oluşumu açısından belirleyici bir önem taşımaktadır.
Kapitalist sanayileşmenin tipik ülkesi İngiltere’de, sanayi devrimini etkileyen bir diğer önemli etken ise geniş ve yaygın bir dış pazarın oluşmasıdır. Dış pazarın oluşumu sanayileşme açısından büyük bir atılım sağlamıştır. Bu süreç Komünist Manifesto’da açık bir biçimde özetlenmiştir;
“Amerika’nın keşfi, Afrika’nın gemiyle dolanılması, yükselen burjuvaziye yeni bir alan yarattı. Doğu Hint ve Çin pazarı, Amerika’nın sömürgeleştirilmesi, sömürgelerle alışveriş, mübadele araçlarında ve genel olarak metadaki artış, ticarete, gemiciliğe, sanayiye görülmemiş bir yükselme getirdi ve böylece de yıkılmakta olan feodal toplumun içindeki devrimci öğeye hızlı bir gelişme sağladı.” (K. Marx – F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, Çev: Yılmaz Onay, Evrensel Basım Yayın, 2. Basım, İstanbul Haziran 1999, s. 47.)
Dış pazarın oluşumunda coğrafi keşifler sonucu, Akdeniz ticaret yollarının önemini kaybetmesi belirleyici olmuştur. Ancak bu durum yalnızca bir başlangıç noktasıdır. Dış pazarlar, sömürgeleştirilen ülkelerin, pazar oluşumuna uygun bir işbölümü ile görevlendirilmeleri sonucu oluşturulmuştur. Bu işbölümünün bir ayağı sömürgeleştirilmiş ülkelerde (özellikle Latin Amerika’da) Afrika’dan getirilen kölelerin çalıştırıldığı büyük ölçekli tarımsal çiftliklerdi (plantasyonlar). Bunlar, İngiltere’deki imalat sektörü için gerekli tarımsal hammaddeyi sağlıyordu. Öte yandan, burada üretilen imalat ürünleri sömürge ülkelerde pazarlanıyordu. Sanayi Devrimini önceleyen yıllarda ve sanayi devriminin ilk yıllarında, imalat sektörünün itici gücünü büyük ölçüde tarımsal girdilere dayanan gıda ve tekstil (özellikle pamuklu dokumacılık) sektörleri oluşturuyordu. Dolayısıyla toprak üzerinde denetim kurmak büyük bir önem taşıyordu. Dış pazarların oluşumunda sömürgeleştirmenin yanı sıra bir diğer önemli etken ise savaştı. Savaş ve sömürgeleştirme yoluyla birçok ülkenin iç pazarındaki rekabet ortadan kaldırılıyor ve bu pazarlar tümüyle ele geçiriliyordu. Bu noktada devletin rolü büyük bir önem kazanıyordu. Devlet, burjuvalaşan soyluların elinde, dış pazarların ele geçirilmesinde etkin bir rol oynuyordu.
Tüm bunlardan sanayi devriminin öncü ülkesi olan İngiltere’de sanayileşme sürecinde tarımdaki dönüşümün belirleyici bir rol oynadığını görmüş bulunuyoruz. Sanayi devriminin bu ülkede ortaya çıkmasını sağlayan bir dizi koşul tarımsal yapıdaki dönüşüm tarafından elverişli hale getirilmiştir. Özetleyecek olursak; bu sürecin ortaya çıkması öncelikle tarımda, kendine yeterli, kapalı, geçimlik bir ekonominin hâkim olduğu (ekonomi politiğin kavramlarıyla ifade edersek; değişim değerinin değil, kullanım değerinin ön planda olduğu), feodal sistemin çözülmesi ve tarımda kapitalist üretimin hâkim hale gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Ve tarımsal metaların, ticaret sermayesi yoluyla pazarlanması, tarımsal nüfusun topraklarının çitlemelerle gasp edilmesi, parasal sermaye oluşumunda önemli bir görevi yerine getirmiştir. Sanayi Devrimine giden yolda, gerekli serbest emek-gücünün sağlanması da yine tarımda kapitalist ilişkilerin yerleşmesinin bir ürünüdür. Yine gördüğümüz gibi, sanayi devriminin öncü sektörleri olan gıda ve tekstil sektörleri büyük ölçüde tarımsal girdilere dayanan sektörlerdir. Bu gelişmelerin incelenmesi, günümüzün azgelişmiş toplumlarının sanayileşme sorunlarına bire bir yanıt veren bir içerik taşımamakla birlikte, tarımsal yapı ile sanayi arasındaki organik ilişkiyi anlamak bakımından büyük bir önem taşımaktadır.

TÜRKİYE VE DİĞER AZGELİŞMİŞ ÜLKELER
Sanayi Devriminin ortaya çıkışında tarımın sermaye birikiminde oynadığı rol burjuva iktisatçılar tarafından çağımızda azgelişmiş ülkelere, sanayileşmede uygulamaları gereken klasik strateji olarak önerilmiştir. Tarımın sanayileşmede oynadığı rol açık olmakla beraber bu öneri, özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından oluşan emperyalist düzenin ihtiyaçları doğrultusunda, azgelişmiş ülkeleri tarıma dayalı bir uzmanlaşmaya razı etmek için önemli bir ikna aracı olarak kullanılmıştır. Öncelikle vurgulamak gerekir ki, bir dizi tarihsel gelişme sonucu sanayileşmede ilk sırayı alan Batı Avrupa ülkelerinin izlediği tarihsel şemanın, azgelişmiş ülkeler tarafından taklit edilmesi mümkün değildir. Çünkü Batı Avrupa kapitalizmi, bir dizi gelişme yanında, bu ülkelerin sömürgeleştirilmesi, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin yağmalanması ve insanlarının kökleştirilmesi yoluyla gelişmiştir. Dolayısıyla bu ülkelerin sanayileşmek için azgelişmişliğin tarihsel sorumlusu olan sömürgeci ve emperyalist kapitalizmi “taklit etmesi” değil, onun tahakkümünden sıyrılmaya çalışması gereklidir.
Azgelişmişliğin temel nedeni sömürgecilik ve emperyalizm olmakla beraber, kimi içsel nedenleri de vardır. Sanayileşme öncesinde tarım toplumu olan Batı Avrupa ülkelerinin kapitalistleşme ve sanayileşme ikilisi gerçekleştirdiğini görmüş bulunuyoruz. Bunu başaramayan diğer ülkeler, 18. yüzyılın ikinci yarısında ve 19. yüzyılda, ya sömürgeleştirilmiş (Hindistan ve Endonezya) ya da geri ve bağımlı tarım toplumları durumuna düşmüşlerdir. Bu geri ve bağımlı toplumları, Latin Amerika ülkeleri ve Asya ülkeleri olarak ayırmak doğru olacaktır.
Latin Amerika ülkelerinde, Amerika kıtasının keşfinden itibaren, Colomb öncesi uygarlıklar yıkılmış yerlerini özgül yapılar almıştır. Bu yapılar köle ve yarı köle ilişkileri temelinde oluşan değerli maden ve plantasyon ekonomileridir. Bu özgül yapılar Batı Avrupa’nın sanayileşmesinde belirleyici roller üstlenmişler, deyim yerindeyse bu gelişmenin bir parçası olmuşlardır. Dolayısıyla bu ülkelerde geri kalmış tarım ekonomilerinin varlığı, büyük ölçüde, dışsal nedenlerin (sömürgeciliğin) belirlediği öze tarihsel koşulların bir ürünüdür. Öte yandan, içlerinde Çin, İran ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bulunduğu bazı Asya ülkeleri, geçmişte ileri tarım toplumları olmalarına rağmen, bu ülkelerde sömürgeciliğin, ekonomilerini yemden yapılanmaya yöneltecek bir yıkıma yol açmadığı görülmektedir. Sözgelimi Osmanlı İmparatorluğu açısından, özellikle 19. yüzyıldan itibaren Batılı kapitalist devletlerin etki ve baskıları, kapitalistleşme süreci önünde ciddi bir engel oluşturmakla birlikte, bu devletin özgül üretim tarzından kaynaklı içsel engeller de kapitalist sanayileşmenin başarılmasında olumsuz bir rol oynamıştır. Bu içsel engellerin en önde geleni, devletin başlıca iktisadi etkinlik olarak savaşı görmesi nedeniyle büyük bir bedel tutan askeri harcamaları karşılamak için alınan ağır vergiler ve bu vergilerin, acil nakit ihtiyacı nedeniyle iltizam sistemine devredilmesidir. Bu durum, parasal servetin sanayileşmeye öncülük edecek ellerde birikmesine engel olmuştur. Öte yandan yine vergisel nedenlerle, lonca sisteminin direnişinin kınlamaması ve bunun yanı sıra Batı kapitalizminde proleterleşmeyi sağlayan köylülük içindeki farklılaşmanın, mültezim sistemi tarafından engellenmesi, bağımsız kapitalist çiftçinin ve bir emek-gücü kitlesinin ortaya çıkışını engellemiştir. Bağımsız çiftçinin ortaya çıkamamasının bir diğer sonucu ise tarımda verimliliği artıracak yatırımları yapacak sermaye birikiminin oluşamamasıdır. (S. Gürsel, Osmanlı Toplumu ve Kapitalizm, YAPIT, sayı 46, 1983, s. 29–36.) Osmanlı’da tarımın üretken temelini, devlet mülkiyetinde olan küçük toprakları işleyen aile işletmesi birimleri oluşturmuştur. Tarımdan elde edilen artığa ise, devlet tarafından atanan yerel bürokratlardan sultana kadar, hiyerarşik bir biçimde oluşturulan karmaşık bir idari sistem aracılığıyla el konulmaktadır. Bu sistemin istikran ve sürekliliği, köylünün özgür bir üretici birim olarak kalmasına; yerel bürokratın ise bağımsız bir ekonomik serveti ve siyasi gücü bulunmayan bir kişi olmasına bağlıdır. Buna ek olarak, Osmanlı hukuk sisteminde toprağın el değiştirememesi, tarımda büyük ölçekli üretimi engelleyen bir başka etken olarak ortaya çıkmıştır. (R. Margulies ve E. Yıldızoğlu, Tarımsal Değişim: 1923–1970, E. A. Tonak ve I. C. Shick (der), “Geçiş Sürecinde Türkiye” içinde, Belge Yayınları, İstanbul, 1998, s. 286.) Var olan büyük ölçekli çiftlikler ise tarımın yapısını dönüştürecek bir ağırlık ve etki kazanamamıştır. Dışsal etkenler ise daha çok ticaret aracılığıyla ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılda özellikle Batı Anadolu’da dünya pazarıyla artan bütünleşme sonucu, tarımın ticarileşmesi hızlanmış, bu durum toprak ve üretim süreci üzerinde, gayrimüslim tefeci ve tüccar sermayesinin denetiminin artışına neden olmuştur. Bu dönemde Batılı kapitalist ülkelerin hammadde ihtiyacı nedeniyle Osmanlı tarımına ilgileri artmış, kapitalistleşme önündeki içsel engellere emperyalist sömürü de eklenmiştir.
Osmanlı Devletinde tarımdaki küçük köylü işletmelerinin egemen olduğu yapı, Cumhuriyet dönemine büyük ölçüde devredilmiştir. Cumhuriyeti kuran kadrolar, yerli ticaret burjuvazisi ve toprak ağaları sınıflarının temsilcisi olduğu için tarımın kapitalist sermaye birikimini mümkün kılacak biçimde yeniden yapılandırılması mümkün olmamış, yalnızca Aşar’ın kaldırılması gibi adımlarla yetinilmiştir. Türkiye’de kapitalist sanayileşmenin temellerini atmak bakımdan özel bir önem taşıyan 1930’lardaki devletçi sanayileşme döneminde de tarımın yapısına dokunulmamış, dolayısıyla tarımdaki Osmanlı mirası günümüz Türkiye’sinin tarımsal yapısını belirlemiştir.
Tarımsal yapı, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’nın ardından BM, NATO, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlara üye olmasıyla başlayan emperyalizme bağımlılık sürecinin 1950’de iktidara gelen Demokrat
Parti döneminde yerleşik hale gelmesiyle Dünya Bankası tarafından çerçevesi çizilen uluslararası işbölümüne tâbi hale gelmiştir. II. Dünya Savaşı’nın ardından ABD hegemonyasında oluşan “Yeni Dünya Düzeninin dayattığı bu işbölümü, burjuva ekonomi politiğinin en önemli ayaklarından birini oluşturan “karşılaştırmalı üstünlükler teorisi” doğrultusunda azgelişmiş ülkelerin tarımsal ürünlerin üretimi ve ihracatı konusunda uzmanlaşmalarını öngörüyordu. Bununla öncelikle savaştan büyük bir yıkımla çıkmış bulunan Avrupa ülkelerinin besin ihtiyacının karşılanması hedefleniyordu. Ama temel amaç savaşın ardından oluşturulan IMF, Dünya Bankası ve GATT gibi kurumlarla, emperyalist tekellerin denetiminde, ülkeler arasındaki eşitsizlik ve sömürü ilişkilerini tahkim eden bir sistemin kurulmasıydı. Bu sistemin temel özelliği azgelişmiş ülkeleri tarımsal ürün ihracatı ile sınırlandırarak, bunların bağımsız bir ekonomik gelişme yoluna girmelerini engellemek ve savaş sonrasında yeniden yapılanan Batılı kapitalist ekonomiler için dış pazar ve yayılma alanları oluşturmaktı. Bu yolla azgelişmiş ülkeler sanayileşme konusunda ihtiyaç duydukları sermaye mallan açısından emperyalizme bağımlı kılınıyor, ekonominin ihtiyaç duyduğu yatırımların emperyalist merkezlerde belirlenmesi ve bu yatırımların finansmanının yine aynı merkezin elindeki dış borç kanallarıyla yapılması sonucu bağımlı bir gelişme stratejisi izlemeleri zorunlu hale getiriliyordu. Tümüyle iç pazarı hedefleyen bu stratejide sanayi yatırımları, uluslararası tekeller ve yerli “ortakları” tarafından gerçekleştiriliyor ve yüksek gümrük duvarlarıyla korunan sanayi, emperyalist tekellere devasa karlar sağlıyordu. (Türkiye’de Sabancı ve Koç Grupları esas itibariyle bu dönemde emperyalist tekellerle kurdukları ortaklıklar sonucu bugünkü güçlerine ulaşmışlardır. Bu dönemde özelikle otomotiv ve dayanıklı tüketim malları alanında kurulan bu ortaklıklar, tümüyle yabancı yatırımlar olmalarına rağmen yerli isimlerle ortaya çıktılar. O nedenle haklı olarak bu sanayiye montaj sanayisi adı veriliyordu.) Tarım alanında ise bu işbölümünün tahkim edilmesi için Dünya Bankası tarafından makineleşme ve sulama amaçlı baraj yapımı için kredi veriliyordu. Buna rağmen Türkiye’de 1950’lerden başlayan bu dönem boyunca gelişen büyük burjuvazi, çoğunluğunun kökeninde tarım ürünleri ticareti olduğu halde kapitalist tarımdan uzak durdu. (Örneğin, Sabancı Grubu Adana yöresinde, Karamehmetler ise Mersin yöresinde etkili tüccarlardı.) Tarımla öncelikle tekstil ve gıda gibi sektörlere ucuz, düzenli ve kaliteli girdi sağlaması bakımından ilgilendi. Tarımın, sanayinin ihtiyaç duyduğu yedek işgücünü sağlama niteliği ise tarımdaki kapalı yapı nedeniyle uzun yıllar burjuvazinin istediği sonuçları veremedi. 1980 öncesi dönemde uygulanan strateji gereği, yer yer çiftçi lehine sonuçlar doğurabilen bölüşüm ilişkileri nedeniyle sanayiye yönelen yedek işgücünün sağlanmasında sorunlar yaşandı. Bu durum burjuvazi tarafından, yüksek ücretlerin nedeni olarak görülmüştü. Kente göçün yoğun olduğu 1980 sonrası dönemde ise bu durum sorun olmaktan çıktı. Diğer yandan 1980’e kadar geçerli olan bu modelde, tarım kesimi ekonomik modelin dayandığı iç pazar açısından önemli bir tüketici kitlesi oluşturuyordu. Ve en önemlisi, büyük ölçüde yatırım malları ithalatına dayanan modelin devamı için gerekli döviz tarımsal ürünlerin ihracatından sağlanıyordu. (M. Sönmez, Büyük Burjuvazi ve Tarım, 11. TEZ, sayı 7, İstanbul, 1987, s. 230–237.) Bu strateji, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu azgelişmiş ülkelerin, tarımsal ürün ihracatının böyle bir strateji için gerekli dövizi sağlamaması sonucu içinden çıkılmaz bir dış borç yükü altına girmesine neden oldu. Bu gelişme, emperyalist kapitalizmin 1970’lerde durgunluk ve enflasyonla ortaya çıkan bir bunalım içine girmesinin ardından uluslararası düzende ortaya çıkan yeniden yapılanma arayışını hızlandırdı. Ve emperyalist kapitalizm tarafından strateji değişikliğine gidildi. Bu değişikliğin en temel özelliği, azgelişmiş ülkelerin “ihracata dayalı sanayileşme” stratejisi adı altında emperyalizmin merkezlerinde biriken ve hareket arayan devasa mali sermayenin dolaşım ihtiyacına, uluslararası tekellerin her türlü mal ve hizmetin serbestçe dolaşması talebine yanıt veren ve en önemlisi uluslararası düzeyde emeğin kazanılmış haklarına karşı pervasız bir saldırıyı içeren yeni uluslararası düzene katılmalarıydı. Bu dönem mal ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi sloganıyla azgelişmiş ülkelerin tarımını yok eden en önemli gelişme GATT görüşmeleri ile geri ülkelerin tarımsal ürünlerini dış rekabete karşı koruyan gümrük duvarlarının indirilmesi oldu. Böylece son 20–30 yılda, tarımda kendine yeterliliğin öneminin farkına vararak kendi tarımsal yapılarını ve tarımsal verimliliği, büyük mali destekler ve teknolojik yatırımlarla geliştiren emperyalist ülkeler azgelişmiş ülkeleri bu alanda da kendilerine bağımlı hale getirmeye başladılar. Bunun sonucunda, ekonomik yapıları büyük ölçüde tarıma dayalı olan azgelişmiş ve bağımlı ülkelerin tarım sektörleri büyük bir yıkıma uğratıldı. Emperyalizm tarafından bu ülkelere dikte edilen programlarla, tarıma verilen destekler azaltıldı, tarım ürünlerini ve üreticiyi, dünyadaki fiyat dalgalanmalarından koruyan ve yerli üretimi teşvik eden gümrük duvarları indirilerek, tarımda dışa bağımlılık hızlandırıldı. Ve tarımsal üretim azaltıldı. Türkiye özelinde 1980 sonrasında uygulanan bu neoliberal politikalar sonucu, devletin tarıma girdi sübvansiyonu ve kredi desteği giderek azaltıldı, tarımda ithalat adım adım serbestleştirildi ve tarım alanlarının önemli bir kısmı, verimli tarım alanları üzerinde çarpık ve plansız bir biçimde kurulan sanayi tesisleri nedeniyle kullanılamaz hale getirildi. Böylece, 1980’li yıllar boyunca, geçmiş dönemde % 3,5 olan tarım sektörünün büyüme hızı yan yarıya azalarak % 2’ye düştü. Bu politikalar sonucunda üretici köylülük büyük bir yoksullaşma girdabına itildi ve tarım alanları diğer yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle birlikte emperyalistlerin talanına açıldı. Öte yandan 1980 sonrasında Türkiye’de burjuvazi tarımsal girdilere dayanan gıda ve tekstil alanında önemli yatırımlar yapmasına rağmen, modern kapitalist tarıma ilgisiz kalmaya devam etti. Bu durum tarımda verimliliği azaltan, küçük ölçekli yapının, ağırlığını sürdürmesine neden oldu. Ancak son yıllarda, giderek artan bir şekilde emperyalist tarım tekelleri ve “yerli” büyük grupların, GAP bölgesi ve diğer tarım alanlarına, göz diktikleri görülüyor. Bu yatırımlar, tarımsal üretimi geliştirecek, tarımı modernleştirecek bir içerik taşımıyor. Aksine, emperyalistler, birçok azgelişmiş ülkede yaptıkları gibi, toprağı 5–10 yılda kullanılamaz hale getiren tekniklerle tarıma son öldürücü darbeyi vurmayı planlıyorlar.
Tarımdaki büyük çöküşe rağmen Türkiye’de tarıma dayalı nüfus ve istihdam yapısı varlığını, büyük ölçüde devam ettiriyor. 1927–1990 döneminde tarımsal nüfusun toplam nüfus içindeki payı % 75’ten % 41’e düşerken, 1935 yılından bugüne tarımsal işgücünün toplam istihdam içindeki payı, % 80’den % 43’e gerilemiştir. Diğer yandan tarımın milli gelir içindeki yeri Cumhuriyetin ilk yıllarında % 40 civarında iken bu oran günümüzde % 15 olarak hesaplanıyor. Yani, Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana, tarımsal işgücü, yarı yarıya azalırken, tarımın milli gelir içindeki payı yaklaşık üçte bir oranında düşmüştür. Bu, tarım kesiminin giderek yoksullaştığını gösteriyor. Bu durumu, iç ticaret hadleri gibi daha sağlıklı bölüşüm göstergelerinden de izlemek mümkündür. Tarımın ekonomideki ağırlığını gösteren bir diğer ölçüt olan tarımsal ürünlerin ihracat içindeki payı açısından 1980 dönüşümü önemli rol oynamış; 1980 yılında % 80 olan tarım ürünlerinin toplam ihracat içindeki payı, 1995 yılında % 10’a gerilemiştir. Yani burjuvazinin istediği olmuş, Türkiye bir tarım ülkesi olmaktan “kurtulmuştur”. Ama bir sanayi ülkesi de olamamıştır. 1980 yılından bu yana, emekçilerin sırtından verilen bin bir türlü teşvike ihracat içindeki payı artmasına rağmen, sanayinin milli gelir içindeki payı halen % 25 civarındadır. (A. Şahinöz, Tarım Sektörü, A. Şahinöz (der), “Türkiye Ekonomisi Sektörel Analiz” içinde, Turhan Kitabevi, Ankara, 1998, s. 90, 100.) Sanayinin yapısı ileri kapitalist ülkelerde son 20 yıldır gerçekleşmeye başlayan yapısal dönüşümün çok uzağındadır. Ve ağırlıklı olarak geri ve ithal teknolojiye dayalı küçük ölçekli işletmelerden oluşmaktadır. Yani Türkiye ekonomisinde milli gelirin % 60’ı hizmetler sektörü denilen, turizm, bankacılık, ticaret, gibi herhangi bir değer üretmeyen alanlardan kaynaklanmakta, mevcut sanayi ise dünya piyasalarında rekabet edecek bir yapıya sahip bulunmamaktadır. Bu durumun temel nedeni ekonominin dışa bağımlı yapısıdır. Bu yapı ekonominin bağımsız bir sanayileşme stratejisi uygulamasının önünde en büyük engeldir. Ve hiç kuşkusuz, böyle bir sanayileşme stratejisi, burjuvazi ve onun devleti tarafından yaşama geçirilmeyecektir. Çünkü emperyalizm, bağımlı ülkelerde, böyle bir strateji uygulamaya niyetlenebilecek olan ulusal burjuvazi kategorisini tarihin dışına itmiştir. Türkiye burjuvazisi de, ortaya çıkışı, gelişme özellikleri ve faaliyetleri açısından emperyalist tekellerin taşeronu olarak şekillenmiştir. Kimi “iyi niyetli” aydınlarca sanayileşme konusunda kendisinden öncülük etmesi beklenen devlet ise öteden beri tüm varlığıyla, emperyalizmin ve onun “yerli” işbirlikçilerinin hizmetindedir. Dolayısıyla ülkenin tarımı ve sanayisinin, dengeli, yeni teknolojileri hayata geçiren ve halkın çıkarlarına uygun bir biçimde gelişmesi ancak işçi sınıfının öncülüğündeki bir halk iktidarının işi olabilir.

Ağustos 2000

Tarım ve çevre

PROF. DR. TÜRKER ALTAN
PROF. DR. RIZA KAMBER
PROF. DR. HÜSEYİN ÖZBEK
PROF. DR. ERDAL ŞEKEROĞLU

GİRİŞ
Çiftleşmek için bağrışan kurbağaların sesleri, ormanlardaki potasyum döngüsü, doğal ayıklanma ve mutasyon arasındaki genetik denge, lentik canlıların enerji bütçesi, bitkilerdeki tozlaşma sistemleri, av-avcı ilişkileri; tüm bunlar ekolojinin birer parçası olup içinde bulundukları çevrede etkileşimli olarak yaşarlar. Farklı organizmalar aynı bölgede yaşasa bile her birisinin çevresi farklı fiziksel parametrelerden ve biyolojik etkileşimlerden oluşur. Örneğin bir meşe ağacı ve onun üzerindeki sincap, aynı arazi parçasını paylaşmalarına, aynı güneşte banyo yapmalarına ve aynı yağmur altında ıslanmalarına karşın oldukça farklı çevreye iyedirler. Meşenin gelişip serpilmesinde toprak büyük ölçüde etkili olurken, sincabın yaşamı onunla beslenen alıcı kuşların baskısı ile yönlenebilir. Oldukça dinamik bir yapı sergilemesine karşın, çevre kendi içerisindeki canlı ve cansız bileşenlerinin etkileşimli bir dengesine sahiptir. Bu denge ancak iki nedenle bozulabilir; doğal afetler ve insan.

ÇEVRE
Biyosfer. Biyosfer en büyük biyolojik birim olup yaşam için gerekli tüm sistemlerin bir bütün olarak değerlendirilmesini sağlar. Küresel yapısı gereği, içerdiği tüm etkileşimler nedeniyle dünyanın bir bölgesindeki çevrede meydana gelen fiziksel ve biyolojik değişmeler, bir başka bölgesini de etkileyebilir. İki temel güç biyosferi oluşturur: (1) canlı ve cansız bileşenlerdeki materyalin (örn. hidrojen, oksijen, karbon, nitrojen, fosfor, kükürt, potasyum, magnezyum, kalsiyum ve iz elementler) biyosfer içerisinde döngüsü, dönüştürülmesi ve taşınması ki bunlar organizmanın yapısını oluşturur ve (2) biyosferdeki organizmaların etkinliklerine güç sağlayan enerjinin (temel olarak güneşten) tutulup dağıtılması. Bu iki işlevin gereği gibi çalışmaması, yeryüzündeki yaşamın kısa sürede sona ereceği anlamını taşır (Flint ve van den Bosch, 1983).
Birçok canlının büyümeleri ve yaşamlarını sürdürebilmeleri için yaklaşık 30 zorunlu element vardır ki bunlar belirli yollardan sağlanır: (1) yeryüzünde buluna çökelti depolarındaki su çözeltilerinden kökler veya içme yoluyla; (2) atmosferik depodakileri solumayla veya genel olarak diğer canlılar veya atıklarıyla beslenerek. (Şekil 1)

ATMOSFERİK DEPO

Şekil – 1                               O2    CO2    N2

ORGANİK HAVUZ
Okyanus Derinliklerinde Dönüşümsüz Kayıplar
Üreticiler:        -Tüketiciler
-Ölüm-Atıklar
Elementlerin Suda Çözülen Formları                        Su Kullanımı        -Çürükçüller

Çökelti Depo                        Ayrışan Organik Madde

Topluluklar ve ekosistem. Biyosfer içerisinde birbirlerine bağımlı ve bir etkileşim içerisinde bulunan bitki, hayvan ve mikro-organizma popülasyonları aynı çevreyi paylaşır ve oradaki enerji ve materyal döngüsünü sağlayan oldukça güçlü bir trofik yapı oluştururlar. Topluluk adı verilen bu gruplar çok değişik biçimlerde görülebilirler. Ormanda, bataklıkta, durgun veya akarsularda, çürüyen bir ağaç gövdesi altında yaşayan tüm canlıları içeren birer topluluktur. Organizmalar arasındaki biyolojik ve ekolojik ilişkileri daha sağlıklı izlemek ve değerlendirmek için insanoğlu tarafından geliştirilmiş bir kavram olması nedeniyle topluluklara kesin bir ölçü koymak doğru değildir. Orman içerisindeki küçük bir gölün içerisinde veya çevresinde yaşayan canlılar bile orman topluluğundan farklı bir topluluk olarak değerlendirilebilir. Ekosistem ise topluluk ve onu destekleyen cansız birimler sistemidir. Örneğin bir orman ekosistemi barındırdığı canlılardan oluşan topluluklarla peyzajı içerisindeki toprak, su, hava ve diğer fiziksel bileşenlerinden oluşur. Ekosistemler doruk noktasına ardışık gelişmelerden geçerek ulaşır. Toprak altından yüzeye çıkan bir kaya ilkin hiçbir yaşam emaresi göstermez. Oraya ilk ulaşan rüzgâr ve yağmurla taşınan likenler olur. Likenler kayayı parçalamaya koyulurlar. Uzun süreç içerisinde liken popülasyonları ve atıkları kaya çevresinde az da olsa organik bir birikim yaratırlar. Parçalanan kaya parçacıkları ve bu organik madde daha yüksek bitkilerin tutunup yaşayabileceği bir ortam yaratır. Yeni gelenler rüzgârın ya da kuşların taşıdığı karayosunlarının sporları ya da otların tohumlarıdır. Her gelen grup zamanla organik madde birikimini arttırır; su tutma yeteneği ve besleme özelliği gittikçe gelişir. Daha sonra çalımsı bitkiler, derken ağaçlar büyümeye başlar. Oluşan bu koruyucu ve besleyici ortama yaban hayatı göç etmeye başlar, böylece tüm bileşenleri ile kalıcı bir orman topluluğu oluşmaya başlar.
Ekosistemin canlı ve cansız bileşenlerinden yapısallaşmayı gösteren bu ardışık gelişme belirli eğilimler gösterir (Whittaker, 1975).
1. Organik madde yığılımı, kayaçların sürekli yıpranması sonucu toprakta ileriye doğru bir gelişme vardır. Organik madde içeriği ve toprak derinliği artar. Toprak tabakalarındaki farklılaşma bunun göstergesidir.
2. Zamanla bitki toplulukları daha uzun boylu olur ve kitlesi artar; daha çok farklılaşma gösterir. Hayvan toplulukları da büyür ve çeşitlilik artar.
3. Organizmalar tarafından kullanılabilecek organik besinlerin niteliği artar. Topluluk geliştikçe bu besinlerin büyük bir bölümü canlı dokularda tutulur.
4. Bitkiler, büyük bitkilerin çoğalması ve uzun yaşamaları nedeni ile birim alandaki organik materyalin üretimi artar.
5. Ekosistemdeki canlı bileşenler büyüyüp daha yoğunlaşınca ekosistemin geleceği doğrultusunda fiziksel çevreyi etkilemeye başlar.
6. Başlangıçtaki fakir tür sayısı ardışık gelişme ilerledikçe zenginleşir.
7. Ardışık gelişme süreci içerisinde sisteme canlılar sürekli olarak gelip giderler. Gelişme sonlarında bu akış hızı özellikle bitkilerde daha büyük ve daha uzun yaşayanların küçük ve kısa ömürlü bitkilerin yerini alması nedeniyle yavaşlar.
8. Tür sayısındaki artış ve bu türlerin davranışlarındaki çeşitlilikler oldukça karmaşık bir besin ağı oluşturarak ekosistemin daha dengeli duruma gelmesini sağlar. Son dönemlerde besin zinciri içerisindeki birkaç halkanın eksilmesi, ekosistemi erken dönemlere göre çok daha az etkiler.

GÜNEŞ (G)                G                G
I   I    I   I                         I
BİTKİLER (B)                  B  B  B  B                 B
I   I    I   I                 I    I    I    I
OTÇULLAR (O)            O                O  O  O  O
I                 I    I    I    I
ETÇİLLER (E)                E                E
Polifag otçul         Otçul çekişmesi

GÜNEŞ                G                G
I   I   I                        I   I   I
BİTKİLER                    B  B  B                      B  B  B     
I   I    I                     I    I    I
OTÇULLAR                   O  O  O                     O  O  O
I    I    I                    I    I    I
ETÇİLLER                    E  E  E                         E  E  E 
Polifag otçul çekişmeciler      Polifag etçil çekişmeciler

Şekil 2. Trofik ilişkiler içerisinde bazı besin ağı örnekleri.

Şekil 2’de görüldüğü gibi besin zincirinin ilk halkasında bitkiler yani kendileri için gerekli besini oluşturabilen üreticiler yer alır. Bunlar cansız kaynaklardaki enerjiyi organik moleküllere dönüştürürler. Diğer tüm organizmalar, otçullar ve etçiller diğer bir deyişle tüketiciler bir basamaktan diğerine tamamen bitkiler tarafından oluşturulan enerji açısından zengin organik moleküllere bağımlıdır. Besin zincirinin her basamağındaki tür sayısının çokluğu ve tüketicilerin beslenmede polifag özellik göstermeleri ekosistemin dayanıklılığını arttırır. Daha önce de belirtildiği gibi bu basamaklardan bazı türlerin eksilmesi enerji akışının kesilmesine neden olamaz. Oysaki her basmakta yalnızca bir tür bulunan sistemlerde zincirin bir halkasının kopması, enerjinin üst basamaklara aktarılmasına engel olur. Mono-kültür tarım yapılan alanlarda görülen hastalık ve zararlı epidemilerinin başlıca nedenlerinden birisi yapay olarak oluşturulmuş olan bu trofik ilişkinin zayıflığıdır. Doğal ekosistemlerde her basamaktaki tür sayısının zenginliği, aynı basamaktaki türler arası çekişme ve bir üst basamaktakilerin alt basamak üzerinde uyguladığı beslenme baskısı, tüm türlerin popülasyon yoğunluklarının belirli bir düzeyde kalmasını sağlayarak hiçbirinin aşırı çoğalmasına izin vermez.

TARIM
Tarımsal gelişme. Sadece doğal ekosistemlerden oluşan bir çevre içerisinde insan, ancak avcı ve biriktirici kültür düzeyinde varlığını sürdürebilir. Böyle bir çevrede bile besin zinciri içerisine kendisi ile aynı halkada olan diğer hayvanlarla çekişme durumundadır. Gerçekten de bitki ve hayvan yetiştirmeye geçildikten sonra insanların doğal ekosistemlere bağımlılığı azalmaya başlamıştır, ilk tarımın başladığından günümüze değin gelişmelere bakıldığında Avrupa’da endüstri devrimi, ülkemizde ise ’50’li yılların başlarına değin tarımın doğanın bir parçası, ona zenginlik ve çeşitlilik katan, bir faaliyet biçimi olduğu görülür. İnsan, doğa içinde onunla bütünleşmiş olarak yaşamış, kuşaklarca kazanılan deneyimler aynı işi yapan gençlere aktarılarak doğa ile uyumlu bir yaşam biçimi geliştirilmiştir. Dünyada tarım kültürünün başladığı merkezlerden birisi ve en önemlisi olan Anadolu ve diğer eski kültürler incelendiğinde (Akdeniz Orta Asya, İnka veya Uzakdoğu) incelendiğinde doğayı koruyucu bir yararlanma biçimini görmekteyiz. Akdenizin seki ve teras kültürleri, göçerlerin hayvancılık ve mera kültürü, Uzakdoğu’nun çok katlı üretim biçimi gibi (Altan, 1998). Bu doğa ile kullanıcılar arasındaki dengeli ilişki, toplumun “Kendine Yeterli” üretimden “Pazar İçin Üretim”e geçmesi ile bozulmaya başlamıştır. Endüstri devriminin etkilerinin geç ulaştığı ülkemizde pazar ekonomisine geçiş dönemi ikinci dünya savaşı sonrasına rastlar. Özellikle 1948 ertesi Marshall yardımı tarımda makineleşmeyi, bu arada traktör kullanımını özendirir. Ulaşım sistemindeki altyapının da iyileştirilmesi ve yaygınlaştırılması iç pazarı güçlendirmeye başlar. Tarımın modernleştirilmesi için mekanizasyonun ve modern tarım girdilerinin artırılması kısa süre içinde etkin bir “Pazar İçin Üretimi” yaratır (Toprak, 1988).
O zamana değin doğa içinde ona özen göstererek, onun bir öğesi olarak yaşayan tarımcı bu ani değişim ile kendini yeni bir teknik ve sosyal yapı içinde bulur. Politik güçlerle işbirliği yapabilen ve modernleşme programından yüksek pay alan kesim, işlemeli tarım alanlarını genişleterek, o zamana değin dengeli bir yapı gösteren doğal ve sosyal yaşamın tersine dönmesine neden olur.

TARIM VE ÇEVRE İLİŞKİLERİ
Doğal ekosistemler gibi insanoğlunun yönlendirdiği tarımsal üretim alanları da birer ekosistemdir. Her ikisi de enerji yakalayan ve serbest bırakan bir trofik yapıya ve materyal döngüsüne sahiptir. Ancak insanoğlu kendi yararlarını arttırma doğrultusunda ekosistemi yönlendirdiği için bu sistemlere giren ve çıkan enerji ile materyal miktarı doğal ekosistemlere göre çok daha fazladır. Örneğin tarımsal ekosistemlere dışardan gelenler aşağıdakilerden oluşabilir.
1. Gübre, tarımsal savaş ilaçlan ve diğer tarımsal kimyasallar (hormon vb.)
2. Tohum, fide ve fidanlar
3. Fosil enerjisi (akaryakıt), işgücü ve dışardan diğer enerjiler
4. Su (sulu tarımda)
Üretici hasat ettiği ürüne ek olarak istenilmeyen materyali de oradan uzaklaştırdığı için tarımsal ekosistemleri terk eden materyal ve enerji de çok fazladır. Bunlar aşağıdaki gibi özetlenebilir.
1. Hasat edilen ürün
2. Yabancı otlar
3. Budanan bitki parçaları
4. Seyreltme nedeni ile fideler
5. Besin maddeleri (sulama suyu ile yıkanarak)
Doğal sistemlerle karşılaştırıldığında tarımsal ekosistemlerin tüm basamaklarında çeşitlilik azalır. Verim arttırma, bazı zararlılara karşı dayanıklılık gibi genetik çalışmalar sonucu birçok tarımsal bitki türünün genetik zenginliği büyük ölçüde zayıflamıştır. Mono-kültür tarımın yaygınlaşması nedeni ile bu alanlardaki tür zenginliği kaybolmuş, buna bağlı olarak bu alanlardaki besin zincirinin diğer basamaklarında yaşayan türlerde neredeyse yok olmuştur.
Bu kendine yeterli sistemden pazar için üretime yönelik sürekli şeklinin yapısal değişikliği Şekil 3’te verilmiştir.

Yakacak odun            Ormanların tahribi           Erozyon,organik madde        Degradasyon        Üretimin azalması
Yapacak kereste          Pazar        yok edilmesi            kaybı,toprak yüzeyi        Kuraklaşma        Fakirmeşme
Ekono-                     sıkışması, doğal        Çölleşme        GÖÇ
misine                     gençleşme yok.

Gıda Üretimi                      İşlemeli tarımın uygun           Erozyon, toprak           Degradasyon        Üretimin azalması
Olmayan alanlara           kalitesinde bozulma       Çoraklaşma        Fakirleşme
Yığılması, aşırı tarımsal     üründe verim azalması       Çölleşme        GÖÇ
kullanım

Su                kendine    Erozyon v toprak            Tüm doğal dengede       Degradasyon        Üretimin azalması
Kaynakları            yeter         Sıkışması sonucu infilit-     doğanın onarım yetene-      Çoraklaşma        Fakirleşme
durum-    rasyon sonucu toprak-su   ğinin kaybı, verimlilikte         Çölleşme        GÖÇ
dan       dengesinde bozulma         azalma
Şekil 3. Geri bıraktırılmış ve/veya gelişmekte olan ülkelerde kırsal kesimde doğal kaynakların tahribi ve sonuçlan (Altan, 1998).

Artan nüfus beslenmesine yönelik “yeşil devrim” sıçramasında, verim artışını sınırlayan en önemli etkenlerden su eksikliği veya su stresini giderme yöntemleri, ilkel tekniklerden gelişmişliğe doğru çok hızlı bir atılım göstermiş ve sulama, yüksek girdili tarımsal yöntemler içerisinde çok özel bir öneme sahip olmuştur. Genel olarak aşırı su kullanmaktan kaynaklanan düşük sulama randımanlarına bağlanmasına karşın (Kanber ve ark., 1995), sulu tarımın bulunduğu doğal çevre üzerine etkileri çok sayıda araştırmacı tarafından irdelenmiştir (Hornsby, 1990). Sulu tarımın çevresel etkileri, genel olarak, aşağıdaki gibi özetlenebilir (Pereira, 1995).
– Toprak tuzlulaşması: Özellikle tuzlu suyun uygulandığı veya aşırı sulama yapılan koşullarda tuzlu bir taban suyu katmanı meydana gelir, anılan katman yükselerek toprağın tuzlulaşmasına neden olur.
– Eriyiklerin taşınmasını sağlayan aşırı su uygulanması ve tarımsal üretimde çok fazla kimyasal kullanılması ile ilişkili olarak yeraltı suyuna nitrat ve pestisitlerin bulaşması.
– Sulama sırasında tarlayı terk eden kuyruk suları ile hareket eden agro-kimyasalların yüzey sularına bulaşması.
– Yüzey sulama sistemlerinde yüzey akışı ve yağmurlama ile ıslatılan alanlarda aşırı yüzey akışlarından dolayı toprak aşınımı ve taşınımı.
– Su kaynaklarının korunamaması yüzünden çiftlik sularının veya hareketli kaynakların aşırı kullanılması.
– Uygun olmayan arazi düzeltmesi (tesviye), yüzey akışları ve yağmurlama yöntemi yüzünden toprak yapısının bozulması ve toprak profilinin hasar görmesi ile ilgili olarak arazinin çökmesi.
– Aşırı su kullanma (çeltik tarımı) ve gereğinden fazla agro-kimyasal uygulanması nedeniyle toprağın kimyasal özelliğinin değişmesi. Bunlardan önemli kimi etkileşimler, aşağıda Örnekler verilerek, irdelenmiştir.
Sulama-tuzluluk ilişkileri. Sulamayla toprak, su ve bitki arasında olumlu bir dengenin yaratılması temel amaçtır. Bu nedenle sulama, bitki gelişmesi için yeterli nem koşulunu sağlayan bir işlem olarak da tanımlanır. Eğer, toprakta gereğinden fazla nem varsa sulama ile ürün miktarında bir azalma ve daha önemlisi, toprakta tuzluluk, alkalilik ve taban suyu gibi sorunlar ortaya çıkmaktadır. Taban suyu, toprakta geçirimsiz bir katman üzerinde bulunan ve bulunduğu düzeyin altındaki toprak katlarını sürekli doygun halde tuttuğu için bitkilere zararlı olan su katmanı diye tanımlanır (Tekinel ve Kanber, 1987). Örneğin, 1950’li yıllarda sulamaya açılmış olan Aşağı Seyhan Ovası’nda gerek üreticinin bilinçsiz sulama yapması, gerekse mevcut drenaj sisteminin yeteri ölçüde etkin çalışmaması yüzünden, yüksek taban suyu içeren alanlar artmıştır. Örnek olması bakımından verilen Çizelge 1’den görüldüğü gibi, 1979-1982 arası dönemde Aşağı Seyhan Sulama Projesi’nde taban suyunun 0 ile 1 metre arasında olduğu araziler toplamı, tüm proje alanının % 51.7 ile % 59.0’unu kapsar duruma gelmiştir (Tekinel, 1992).

Taban Suyu Derinliği (m) – Çizelge-1
Yıllar         Alan        0-1    1-2    2-3    3-4    -4        0-1    1-2    2-3    3-4    -4
Kritik Maksimum                Kritik Maksimum

1979-1980    %        51,7    44,6    3,05    0,65    –        1,2    40,6    48,45    8,9    0,85
1000 ha    44,3    41,8    2,2    0,4    –        0,8    37,2    43,5    6,6    0,6

1981-1982    %        59,0    37,2    2,65    0,6    0,55        0,8    4,1    44,3    13,6    0,5
1000 ha    54,0    37,1    2,12    0,45    0,55        0,67    37,43    44,27    11,22    0,55

En iyi nitelikteki sulama suyu bile tuz getireceğinden, su bitki tarafından kullanılırken ve buharlaşırken tuz kalıntıları, bitki kök bölgesinde birikir. Bitki istemini geçen yağmur ve sulamanın her ikisi de tuz kalıntılarını profil içerisinde daha derinlere yıkar ve böylece kalıntılar bu yolla yeraltı sularına geçerler. Toprağın kök bölgesinde biriken tuzlar, nitelikleri ve konsantrasyonlarına bağlı olarak bitki ve toprağı olumlu veya olumsuz (çoğu kez) yönde etkilerler.
Sulama-Toprak Aşınımı İlişkileri. Yanlış planlanmış ve kötü yönetilen yüzey sulama yöntemleri, önemli miktarda toprak kaybına da neden olmaktadırlar. Zaten, Türkiye’de toprak aşınımının önemli bölümü, ülkenin yüksek kesimlerinde değil, sulanır koşullardaki alüviyal ovalarda meydana gelmektedir. Ülkemizde değinilen konuda oldukça ayrıntılı bir çalışma yapan Önder (1994), suyun sürekli verildiği ve yüksek debilerin kullanıldığı yöntemlerde önemli toprak kayıplarının meydana geldiğini sergilemiştir. Benzer sonuçlar Öylü (1997) tarafından Harran Ovası için verilmiştir.
Sulu Tarımda Kirleticiler. Bazı tarım toprakları, özellikle alüviyal depozitler önemli miktarlarda As, B, Cd, Se, Zn, vd. gibi iz elementleri veya sağlığa potansiyel zararı olan ağır metaller içerirler. Sulama sırasında bu elementler, yeraltı sularında veya yüzey su kaynaklarında bulunabilmektedirler. Sulu tarım alanlarında ortaya çıkan bu olumsuzlukları arttırmaya neden olabilir. Sulanır alanlarda toprak profilinde özellikle N ve P gibi besin elementleri aşırı miktarlarda bulunduğunda, yüzey sularına karışarak, değinilen kaynaklarda yaşayan canlıların vücutlarında depolanabilirler. Özellikle ölü balık gövdelerinde N ve P artıklarının bulunması, yeraltı su kaynaklarında nitrat birikmesi halkın sağlığını tehdit edebilir (Kırda, 1995). Böyle alanlardan meydana gelen drenaj ve yüzey akış suları, nehirlere karışarak su niteliğini bozar ve bu suyun sulamada kullanıldığı yörelerde bitki çeşitleri sınırlanabilir; uzun dönemde üreticiler, önemli verim azalışları ile karşı karşıya kalabilirler.
Su, giderek artan bir sorun niteliğindedir. Yüzey su kaynakları her yıl önemli ölçüde kirlenirler. Sulamadan dönen akışlardaki pestisitler, hem yönetsel hem de sağlık sorunları meydana getirirler (Hornsby, 1990). İçme sularında pestisitlerin bulunması, ciddi bir halk sağlığı problemine neden olabilir. Çok aşırı durumlarda, pestisit kalıntılarının yüzey su kaynaklarında bulunması, balık ölümlerine neden olabilir veya besin zincirinde birikerek su canlıları üzerinde ciddi zararlanmalar yapabileceği gibi bunlarla beslenen kuşlarla çok farklı bölgelerdeki ekosistemlere taşınabilirler. Sulama suları ayrıca insan ve hayvanlara patojen etkisi olan birçok mikro-organizmayı taşıyabilirler. Özellikle kaynak, kentsel ve endüstriyel kullanımınla ilgili atık sularla karışmış yüzey sularından alınıyorsa sorun çok daha geniş boyutlara ulaşabilir.
Gübrelemeyi salt verimi arttırmaya yönelik bir işlem olarak görmenin ne kadar yanlış olabileceği ve uygulama sonuçlarının nerelere ulaşabileceği Şekil 4’te verilmiştir.

Şekil 4. Gübreleme uygulamalarının ekosistem üzerine olası etkileri.

Yapımda
yenilenemeyen             Gübreleme
kaynak tüketimi

Bitkiler    Tarafından        Büyük, daha        Daha iri
Alınmayan miktar        çekişmeci        ve sulu
bitkiler            ürün

Toprakta toksik    yağmur veya            yeşil organlar            otçullara daha
Düzeylerde        sulama ile başka        gelişebilir ama            çekici duruma
Birikebilir        ekosistemlere ulaşabilir    her zaman iyi meyve        getirilir
vermeyebilir

okyanus derinliklerine     sucul ekosistemlerde
ulaşabilir            birikerek aşırı
bitkisel büyümelere
neden olabilir

Aşırı bitkisel gelişme
O2tüketimi nedeni
İle ekosistemi balık vb.
Açısından olumsuz kılar

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen arkasından DDT ve BHC gibi sentetik-organik tarımsal savaş ilaçlarının büyük başarısı bitki koruma alanında yeni bir dönem başlattı. Bu iki ilacın hemen arkasından yüzlerce tarımsal savaş ilacı geliştirilerek tarımda zararlı ve hastalıklara karşı uygulanmaya başlandı. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde ruhsatlı ilaç sayısı 1936 yılında 30 iken, bu sayı 1971 yılında 900’den fazlaya ulaştı, buna bağlı olarak da üretilen ilaç miktarı yaklaşık 50 bin tondan 1971 de 1.100.000 tona ulaştı (Metcalf ve Luckman, 1975). Bu aşırı ilaç kullanımı çevre üzerindeki baskılarını arttırırken, hedef alınan zararlıların ilaçlara dayanıklılık geliştirmesine ve tarımsal savaş yaklaşımının salt kimyasal yöntemlere dayalı olması dünyanın birçok bölgesinde pamuk alanlarında yıkımlara neden oldu. Tarımsal savaş ilaçlarının olumsuzluklarının ortaya çıkması sonucu yeni arayışlar aranmaya başladı. Bitki korumadaki bu gelişmeler ışığında, birçok kültür bitkisine de uyarlanabilir bitki koruma gelişmeleri, pamuk üretimi için beş sınıf altında toplandı (Smith, 1969).
Kendine yeterli dönem. Kuruda üretim, düşük verim, elde edilen ürün yerel olarak tüketilir. Bitki koruma doğal sınırlar içerisinde, ilaç uygulaması yok denecek kadar az.
Gelişme dönemi. Yeni üretim alanları, yeni çeşitler ve yeni pazarlar nedeni ile artan ürünü koruma için bitki koruma programlarının geliştirilmesi. Üreticilerin sentetik pestisitlerin büyük başarılarını görmeleri üzerine yalnızca kimyasallara dayalı koruma uygulamaları. Zararlının varlığına bakılmaksızın takvimsel uygulamalar. Başlangıçta başarılı, birim alandan maksimum ürün elde edilen bir dönem.
Kriz dönemi. Gelişme döneminin başarıları azalmaya başlar, başarılı bir mücadele için daha sık ve daha yüksek dozda ilaç uygulamaları başlar. Zararlılarda ilaçlara karşı dayanıklılık gittikçe artmaya başlar, yeni zararlılar ortaya çıkar. Bitki koruma girdileri sürekli artış gösterir.
Yıkım dönemi. Artan mücadele girdileri üretimin karlı olmaktan çıkmasına neden olur. Topraktaki ilaç birikimleri bitkilerin büyümesini engellemeye başlar. Bitki koruma programları tamamen başarısızlıkla sonuçlanır.
Ìntegre savaş dönemi. Ekolojik faktörleri dikkate alan ve onları kullanacak şekilde bitki koruma programlarının geliştirilmesi. Amaç, zararlıları yok etme yerine onlarla birlikte, onları ekonomik zarar düzeyi altında tutarak maksimum yerine optimum ürün elde etme.
Bu aşamalardan da görülebileceği gibi bitki korumanın tarımsal üretimde yarattığı sorunlar, diğer tarımsal etkinlikler gibi çevre üzerinde oluşan olumsuzluklardan kaynaklanmaktadır. Mono-kültüre geçiş birçok otçul böceğin ortadan kalkmasına neden olmuş ve ortamda belirli böcek türlerinin yaşamasına izin vermiştir. Trofik ilişkilerde otçul türlerin azalması bir basamakta yer alan etçil, doğal düşmanların azalmasına neden olmuştur. Hem çekişme hem de avcı baskısının ortadan kalkması bazı zararlıların hızlı popülasyon artışlarını sağlamıştır. Önceleri kimyasal savaş yöntemiyle başarılı bir şekilde kontrol altına alınabilen bu zararlıların dayanıklılık kazanması üretimin kârlı olmaktan çıkmasına, yıkımlara neden olmuştur. Bunun en güzel örneği Çukurova pamuk alanlarında 1970’li yıllarda beyazsinek (Bemisia tabaci Genn.) sorunu ile kendini göstermiştir. Mono-kültür düzeyinde yapılan geniş pamuk alanlarında, aşırı gübre ve sulama sonucu bitkiler hızlı büyüyerek tarlada kapalı bir ortam yaratmış, bitkilerin alt bölümlerinde görece yüksek nemin oluşmasına neden olmuştur. Bu oluşum beyazsinek için en uygun gelişme ortamını yaratmış ve hızlı popülasyon artışları görülmeye başlamıştır. Havadan uçaklarla yapılan ilaç uygulamalarının yetersizliği ve zararlının ilaçlara dayanıklılık kazanması sonucu ortaya çıkan epidemiler önlenemez olmuş, birçok üretici pamuk üretiminden vazgeçmiştir.
Burada genel olarak sulama ve bitki koruma etkinliklerinin çevre ile olan ilişkileri özetlenmiş, tüm tarımsal etkinliklerin, daha doğrusu “yeşil devrim” olarak adlandırılan tarımda modernleşmenin gerek ekolojik gerekse sosyolojik açıdan çevreye etkileri yukarıdaki diyagramda verilmiştir (Altan 1994).

SONUÇ
Tarımın çevreye getirdiği baskıları önlemek için alışılagelmiş bir dizi önlem önerilebilir. Örneğin, tarımsal tekniklerin gereği gibi uygulanması; tarımsal girdileri en aza indirmek, böylece çevreyi koruma, buna bağlı olarak da üretimi azaltmak, ürün fiyatlarını yüksek tutmak; organik tarıma geçiş yapmak; gelecek kuşakların kendi gereksinimlerini karşılamaları doğrultusunda bizlerin bugünden uygulamamızı sağlayacak sürdürülebilir tarım felsefesini yaşama geçirmek gibi.
Üretici, doğanın sonuna kadar sömürülemeyeceğini herkesten daha iyi bilir. Ancak, öncelikli olarak “dün patates büyüyen tarlalarda bugün fabrikalar kuruyoruz” diyen zihniyeti değiştirmek, gerekli bilgiyi ve ekonomik desteği üreticiye aktarmak için ülkemizin her dalda gereksinimi olduğu gibi tarımda da politikalar üretme zorunluluğu vardır. Çukurova örneği karşımızda dururken GAP şimdiden sömürücü tekellerin eline bırakılmış, bilinçli ve geleceğe yönelik doğa dostu, üreticinin geleceğini güvence altına alacak üretim yerine belirli kitleleri daha da zenginleştirecek şekilde biçimlendirilmeye yönlendirilmiştir.

Ağustos 2000

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑