Köylü-tarım sorunu ve emperyalizme karşı mücadele

Halkın az çok yararlandı­ğı ne kadar kurum ve uygulama varsa onları yıkmak için “reformlara” girişen hükü­met, sağlıkta, sosyal güvenlikte, KİT’lerde vb. giriştiği reformdan sonra “Tarım Reformu”na da yöneldi.

Giriştiği “reformlar”la en çok IMF-Dünya Bankası yetkilileri ve onların Türkiye’de­ki işbirlikçilerinden alkış alan hükümet, iş­çilerin, emekçilerin, köylülerin (Bu yazı bo­yunca “köylü”den söz ettiğimizde, ayrıca belirtilmemişse, küçük ve orta üreticiler ile topraksız köylüleri kastedeceğiz) talepleri­ni duymamayı, emek ve emekçi düşmanlığı­nı da bir “erdem” düzeyine çıkarmıştır. Öy­le ki; “dünya küreselleşiyor” iddiası ne ka­dar yüksek perdeden seslendiriliyorsa, “re­formlar” da o ölçüde zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumu artırmaktadır.

Çünkü dünya, bütün bu küreselleşme id­dialarına karşın tam bir bölünme içindedir ve ABD, AB ülkeleri, Japonya, Kanada gibi emperyalist merkezler her gün daha da zen­ginleşirken geri kalmış ülkeler daha da yoksullaşıyor. En gelişmiş ülkeler de dâhil, birer birer ülkelerdeki zengin sınıflar (burjuvazi, rantçılar tefeciler, kara para babaları) servet­lerine servet katarken, işçiler, emekçiler, halk her gün daha da yoksullaşmaktadır.

Ancak, ülkeleri yönetenler eğer ortada her şeyi çok açık biçimde ortaya çıkaran, borsa çökmeleri, sanayinin iflasa sürüklenmesi, devletin moratoryum ilan etmesi gibi bir du­rum yoksa; bu durumu ülkeleri yönetenler, “ekonomi iyiye gidiyor” diye ifade ediyorlar.

Gelişmiş ülkelerin, geri kalmış ülkeleri bi­rer “tarım ülkesi” olmaktan da çıkarmaya yönelik politikaları dayatmış olmaları; tarı­mın temel dayanağı olan toprak, su ve at­mosferin kirletilme boyutları, teknolojinin doğa aleyhine kullanımında varılan aşama; hibrit tohum, suni gübre ve sulama teknikle­rinin kullanımında en çok ve en hızlı kârın yön verdiği tutum; geniş köylü yığınları ile emperyalizmi tarihte ilk kez bu ölçüde do­laysız ve “sofradaki ekmeği”, “elindeki topra­ğı” bakımından karşı karşıyla getirmiştir. Ör­neğin Türkiye’de; Kurtuluş Savaşı’ndan beri emperyalizm köylülük karşısında bu ölçüde açık, yakın ve somut bir tehdit olarak çıkma­mıştı. Bu yüzden de; gerçekte “politik tercih­leri” henüz çok değişmiş olmamasına karşın köylü yığınları; her protestolarında “Kahrol­sun IMF, Bağımsız Türkiye” şiarıyla öne çık­maktadır. Bu, taban fiyatı merkezli gösterilerde de, çevrenin korunması için girişilen eylemlerde de böyledir. GAP ise; köylülükle emperyalizmin, uluslararası tarım tekelleri şahsında “toprak” ve “ulus sorunu” (Kürt sorunu da dâhil) karşı karşıya gelmesi olarak ilerlemektedir. Dolayısıyla Kürt köylüler için de “tarım” ve “toprak” sorunu, yeni pek çok önemli unsurla karışarak gündemin ba­şına doğru tırmanan bir seyir izlemektedir.

Kısacası; Türkiye’nin tarım sorunu em­peryalizme karşı mücadele sorunuyla iç içe geçmiş olarak politik gündeme oturmuştur. Bu yüzden de taban fiyatlar, ürünün kaça alınıp kaça satıldığı gibi sorunlar; sadece bu temel sorunun yansımaları olarak ortaya çık­maktadır ve emperyalizme karşı, Türkiye’nin bağımsızlığı ve elbette demokratikleşmesiyle bağlanmayan bir tarım-toprak sorunu, köylü­lük sorunu, düzen partilerinin istismar ettiği bir sorun olma ötesine geçemez.

IMF, DÜNYA BANKASI VE TARIM

Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde hızla yoksullaşan en önemli toplumsal kategori­lerden birisi de geçimini tarım ve hayvancı­lıktan sağlayan emekçi köylü kesimlerdir. Küçük ve orta üreticiler ile topraksız köylüler olarak da ifade edilen bu kesim nüfu­sun önemli bir bölümünü oluşturuyor.

“Düzenin direği” ve düzenin en sadık partilerinin oy deposu olarak görülen bu ke­sim, son yüz yıl içinde “statüko” savunucula­rının, milliyetçi ve mukaddesatçı düzen parti­lerinin yedeğinde, onların politikasının dayanağı olan bu toplumsal kategori, ülke nüfu­su içinde % 42,5 gibi önemli bir yoğunluğu oluşturmaktadır. Ve bu yüzden de “köylü­lük” olarak ifade edilen bu kesim, “Köylü milletin efendisidir” ninnisiyle uyutuldu.

Ancak, son yarım yüzyıl içinde küçük ve orta üretici yığınların desteği ile politika ya­panlar, “köylüyü kalkındırıyoruz” propagan­dası yaparken, bugünkü durumun, küçük ve orta üreticilerin tarım alanından silinmesi­nin, ülke tarımının çökertilmesinin de yolu­nu açıyorlardı. Çünkü köye traktörün, biçer­döverin, suni gübrenin sokulmasının, tarı­mın desteklenmesi adı altında köylünün borçlandırılması ve “ihracata yönelik üretim” ve özelleştirmelerin amacı; uluslararası tarım tekellerinin ve emperyalist ülkelerinin ancak 1950-’60 ve 70’li yıllarındaki tarıma destek gibi görünen ve DP ve AP tarafından “mucizevî kalkınma” politikası olarak propaganda edilen Dünya Bankası kontrollü tarım ve ta­rıma dayanan hafif sanayi kredileri; aslında tarımı ilerletmek için değil, tam tersine em­peryalizmin dünya hâkimiyeti ve tarımın bu hâkimiyete uygun yönlendirilmesi için kulla­nılmıştı. Çünkü o yıllarda dünya, tarım ülke­leri ve sanayi ülkeleri gibi bir bölünme içindeydi. Tarım ülkeleri, tarım ürünleri ve tarı­ma dayalı sanayi ile sınırlı olarak “kalkmıyor­du.” Bu ülkelerde ağır sanayinin gelişmesi ve bu ülkelerin gelişmiş ülkelerin yarı sömürge­si, yeni sömürgesi olmaktan çıkmaları bu yol­la engelleniyordu. Örneğin o yıllarda, Dünya Bankası, sadece tavukçuluk-balıkçılık gibi ta­rım alanlarında “program kredileri” sağlar­ken, ağır sanayi için hiçbir kredi imkânı (Bu yüzden o yıllarda kurulan başlıca sanayi iş­letmeleri SB kredisi ve teknolojik yardımıyla kuruldu) tanımıyordu. Çünkü sistem içinde Türkiye’ye biçilen rol buydu. Ve kredinin ko­şulu elbette ABD ve Avrupa’nın tarım ürünü ihtiyaçları ve ancak onların tarımda boşluk bıraktığı alanlara yönelikti.

Emperyalistler önce ihtiyaçları olan tarım ürünlerini ucuz temin edilmesi için Türki­ye’yi arka bahçeleri gibi gördüler. Teknoloji­nin gelişmesi ve kendi ülkelerinde tarıma ver­dikleri olağanüstü destek sonucunda, artan ürün fazlalığını eritmek için daha sonraları iyi bir pazar olarak gördüler. Politikalarını da buna uygun olarak yürüttüler ve dayattılar.

Nitekim 1970’lerin sonlarından başlaya­rak, ülkemize tarım ürünlerine yönelik des­teklemelerin kaldırılması için dayatmalarda bulunurken ABD ve AB ülkeleri kendi ta­rımlarını korumak için, ithalatı sınırladılar, gümrük duvarlarını yükselttiler, çiftçilere düşük faizli krediler verdiler (sübvansiyon ABD’de % 38, AB’de % 39 olarak uygulan­dı, hatta İsviçre’de çiftçinin eline geçen pa­ranın % 54’ü doğrudan devlet tarafından karşılandı), bugün de yüzde 5 olan Türki­ye’deki tarıma sübvansiyonu kaldırmayı IMF ile anlaşmanın ön şartı olarak öne sü­rerken kendi ülkelerinde bu sübvansiyon­lar yüksek oranlı olarak sürmektedir.

Kısacası kendi ülkelerinde tarımı des­teklemek için her yolu denediler ama Tür­kiye gibi ülkelere turizm ya da enerji kredi­si vermek için bile, tarıma yönelik yeni ta­vizler istediler; sübvansiyonları ve ülke ta­rımını destekleyen gümrük uygulamalarını kaldırmayı koşul olarak dayattılar.

Patronluğunu ABD’nin yaptığı ama bü­tün uluslararası tekelci sermayenin finans merkezi olan IMF ve Dünya Bankası, 70’li yıllarda etkinliğini arttırarak, uluslararası fi­nans kapitalin gerçek merkezleri haline gel­diler. Yeni sömürge ülkeler, bu finans mer­kezlerinden yeşil ışık almadıkça kapitalist dünyada kredi bulmalarına olanak olmadığı gibi, IMF’nin pençesine bir kez düştükten sonra da onun dayattığı ekonomik politika­ları uygulamaktan başka çıkar yolları yoktu.

Bilindiği gibi 24 Ocak Ekonomik Karar­ları Türkiye ekonomisinin “kurtuluşu” için IMF’nin 1975’ten itibaren dayattığı, işbirlik­çi burjuvazinin de gönülden desteklediği ka­rarlardı. Sözde, enflasyon önlenecekti. Enflasyonun nedeni olarak da her zaman oldu­ğu gibi işçi ücretlerinin yüksekliği KİT’lerin verimsizliği bazen de aşırı tüketim eğilimi gösterilse de bunlar “kamu finansman açığı­na” bağlanıyordu. Kamu finansman açığı denilen de, KİT’lere açılan krediler, tarıma ya­pılan sübvansiyon ve destekleme alımlarıydı!

Aşırı silahlanma, bürokraside şişkinlik, emperyalizme bağımlı ekonomik sistem, patronlara devlet hazinesinin yağmalatılması, eşe dosta peşkeş, tüm bunlar gözlerden saklanmak isteniyordu. Bu programın söz­cülüğünü, dolar maaşlı köşe yazarları, hü­kümetler, yazılı ve görsel medya ve sözde bilim adamları sürdürürken, programın asıl mimarları uluslararası finans merkezleriydi.

1970’li yıllardaki hükümetlerin emekçi yı­ğınların tepkisinden çekindikleri için bir tür­lü uygulamaya cesaret edemediği bu kararlar, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasındaki baskı koşullarında uygulanmaya konulmuştu.

Ama bütün propagandalara rağmen alı­nan kredilerin yarattığı geçici bir rahatla­madan sonra ekonomi daha da kötüye git­ti. Sosyal adalet daha da dengesizleşti. Emekçiler ve bu arada tarım kesimi gittik­çe yoksullaştı.

Zaten amaç ekonominin düzelmesi değil­di, düzelmezdi de. Amaç, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmalarıyla Türkiye’yi açık bir pa­zar haline getirmek, özellikle tarımı da çö­kertmekti. Çünkü artık dünya 1950’li, ’60’lı yıllardaki gibi tarım ülkeleri ve sanayi ülkele­ri olarak bölünmüyor; sanayi ülkeleri aynı za­manda tarım ülkeleri olarak da geliştiği için (1950’den itibaren tarım ülkesi olan geri ül­keleri öyle yönlendirmişlerdi ki, kendi tarım­ları iyice semirirken, geri ülke tarımları onlar tarafından giderek nefesi kesilen bir kulvara sokulmuştu. Şimdi de onları, serbest piyasa koşullarına çekerek son darbeyi vurmayı he­saplıyorlardı) artık eski tarım ülkeleri, tarım ve hayvancılık, orman ve balıkçılık gibi alan­larda bile bu gelişmiş ülkelerin pazarı durumuna, onlara muhtaç duruma getirilmişti.

İşte, Türkiye tarımının ve hayvancılığının ’80 sonrası başına gelenler, emperyalist ül­kelerin bu tarım politikalarının sonucudur.

Gerçi süreç istedikleri hızda yürütülemedi, üreticinin tepkisiyle (ve başka birçok etken nedeniyle) politikalarını istedikleri gibi uygulayamadılar. Ama bu arada; tarım girdileri (akaryakıt, gübre, ilaç, tohum, traktör vb.) sürekli zam gördü, maliyetler arttı. Uluslararası piyasada tarım ürünleri açısından rekabet etme şansı azaltılarak amaca varılmaya çalışıldı. Ancak asıl darbe­nin vurulması aşağı yukarı 20 yıl sonra ha­zırlanan ve bugün uygulamaya sokulan “ta­rım reformu” olarak lanse edilen ama aslın­da IMF-Dünya Bankası programından baş­ka bir şey olmayan son saldırıya kaldı.

İLK SALDIRI TEKEL-TÜTÜN’DE BAŞLADI

Bugün uygulamaya sokulan programın kökleri aslında 1984 yılına kadar gider: Emperyalist tekellerin iştahını en çok ka­bartan sektörlerden biri olan tütün ve TEKEL, saldırının da ilk hedeflerinden bi­riydi. Emperyalist tütün ve sigara tekelleri­nin baskısıyla 1984 yılında Amerikan tipi harmanlanmış sigara ithaline imkân veril­di. Türkiye’de yabancı sigara fabrikaları açılarak üretime başlandı. Cibali Sigara Fabrikası kapatıldı. Şark tipi tütün üretimi­ne kota uygulaması başlatıldı. Destekleme politikalarının devletin kamburu olduğu ve vazgeçilmesi gerektiği söylendi.

29 Aralık 1996 tarihli Resmi Gazete’de ya­yınlanan 8939 sayılı hükümet kararıyla, ’84 girişimi daha da ilerletildi: Amerikan tipi tü­tün üretiminin ve ithalatının, TEKEL aracılı­ğıyla devlet tarafından destekleneceği açıklandı. Gelinen noktada TEKEL’in sigara, içki fabrikalarının ve tüm tesislerinin tamamen el­den çıkarılmasının son hazırlıkları yapılıyor.

Tarım alanlarının ve tarıma dayalı sana­yi alanlarının emperyalist sermayeye ardına kadar açılmasında ilk adımın tütün ve TEKEL’den başlanması, rastlantı değildir.

Emperyalizm öncelikle tarım sektörün­deki en kârlı alana yönelmişti. Çünkü onla­ra göre Türkiye 65 milyon nüfusu ve 20 milyon sigara içicisiyle önemli bir pazardır.

Bugün gelişmiş kapitalist ülkelerde siga­ra kullanma alışkanlığına karşı etkin kam­panyalar yürütülmekte, akciğer kanserin­den ölenlerin yakınları, sigara tekellerinden mahkeme kararıyla trilyonlarca lira tazmi­nat almaktadırlar. Türkiye’de ise tam tersi­ne yabancı sigara içimi teşvik edilmektedir.

Bütün bu propagandanın temelini, kali­tenin artacağı bu alanda teknolojinin de gelişeceği iddiası oluşturuyordu.

Hâlbuki kendi yakın tarihimiz de gös­termektedir ki; emperyalist kapitalist dev­letlerin sömürge ve yarı sömürge ülkelerde tarımın gelişmesine yönelik girişimlerinin ülke ekonomisinin gelişmesi amacına yöne­lik olması mümkün değildir.

Tam tersine;

— Sadece kendi hammadde ihtiyaçları­nın karşılanmasına yöneliktir.

— Kendileri için kârlı olduğu sürece bu girişimleri ve ilişkilerini sürdürürler.

— En kısa zamanda en çok kâr elde edil­mesi mümkünse, o ülkedeki bir tarım kolu­nu desteklerler.

— Kendi ülkelerinde o tarım kolunda (ik­lim, toprak, su özellikleri vb nedeniyle) fa­aliyet sürdürülmüyorsa ya da başka ülke­lerde daha kârlı bir üretim yapmaları müm­kün değilse geri ülkelerdeki tarıma destek vermeleri de mümkündür. GAP’a ilgileri bu kategoridendir.

— Tohum ve tarım teknikleri konusunda bilgiyi sadece kendilerine saklayarak, bu alanda tekelleşirler, yatırımı ihtiyaç duy­dukları ürüne yapıp, diğer ürünler aleyhine gelişmesini sağlayarak, ülke ekonomisinde istikrarsızlık ve dengesizliğin büyümesine yol açarlar.

Bu tek yanlı çıkar ilişkileri, 1885’lerden itibaren çöküş sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana böyle devam etmiş­tir (sadece Kurtuluş Savaşından sonra 1930’lara kadar olan dönemi ayrı tutabiliriz).

Osmanlı’nın çöküş sürecinde “Duyunu Umumîye” ile ekonomi, en başta hemen tek ciddi tarımsal ürün olan tütün üretimi tamamen kapitalist devletlerin vesayeti altı­na girer. Ekonomi her şeyi ile bu devletler tarafından yönetilir.

Aradan geçen bu kadar zamana rağmen bugünkü tablo ana hatlarıyla aynen, bazı bakımlarından ise Osmanlı’nın son zaman­larına bile rahmet okutacak denli denetim ve dayatmalarla karşımızdadır.

BUGÜN OLANLAR DÜNÜN DEVAMIDIR

Bugüne kendiliğinden gelinmemiştir.

II, Dünya Savaşı’ndan sonra. NATO’ya giren Türkiye, ABD’nin dünya politikaları­nın ve ekonomik çıkarlarının tam bir des­tekleyicisi durumundadır. Türkiye’nin ko­numu ABD karşısında tipik bir “yeni tarz­da sömürge” konumudur.

ABD’nin başını çektiği emperyalist ül­keler 1950’li, ’60’lı yıllarda, kendi sanayile­rini geliştirirken, geri ülkeleri tarım ve tarı­ma dayalı sanayi ülkeleri haline getirmek istemekteydiler. Bu nedenle o dönemde açılan krediler tarım alanına yöneliktir. Traktör, biçerdöver, pulluk, gübre, tohum­luk vb. malların ithali için krediler açılmak­tadır. Ülkede traktör sayısı artar, sulama ve gübrelemenin yanı sıra sanayi bitkilerinin yetiştirme alanları hızla genişler. Üreticile­rin gelirlerinde artışlar olur.

Bu uygulanan politikanın görünen so­nuçlarının bir yanıdır.

Diğer yanda ABD savaş sırasında, tarım alanındaki üretimini devasa boyutlarda bü­yütmüştür. Savaş sonrası pazarı daralınca büyük miktarlarda tarım ürünleri stokuyla karşı karşıya gelmiştir. Bir yandan stokları eritmek diğer yandan yeni pazarlar bulmak için yeni politikalar geliştirmiştir.

Yapılan ikili antlaşmalarla ABD, aynı za­manda dünyanın en büyük tarım ülkesi ola­rak, Türk tarım ürünlerinin ihracatını açıkça kısıtlar. Sadece kısıtlamakla kalmaz, Türki­ye’nin tarım politikalarını doğrudan belirler.

ABD Senatosu elinde kalmış fazla tarım ürünlerini pazarlamak üzere PL 480 sayılı bir yasa çıkarır. Yasanın bir bölümünde kredi verme şartı şöyle açıklanmaktadır:

“… Yerli ve yabancı firmalara Ameri­kan tarım ürünlerinin pazarlanması ve tüketiminin arttırılması, dağıtılması ve kullanılmasına yardım edecek tesisler kurmak için verilir. Ancak Amerika’da üretilen veya imal edilen mallara rekabet maksadıyla ABD’ye ihraç edilmek için ya­hut Amerikan tarım malları veya imalatı­na dış pazarlarda Amerika ile rekabet edecek herhangi bir üretim veya imal için bu istikraz yapılmayacaktır.”

12 Kasım 1956 tarihinde ve daha sonra buna ek olarak yapılan 25 Ocak 1957 tarih­li ABD ile Türkiye arasındaki tarım ürünleri ile ilgili anlaşmalar bu çerçevede yapılmış, ABD lehine birtakım yaptırımlarla doludur.

Örneğin Türkiye’nin yetiştirdiği ve an­laşmada adı geçen veya benzeri mahsulle­rin Türkiye’den yapılacak ihracatın Ameri­ka tarafından kontrol edileceği açıkça an­laşmaya konmuştur: “… Türk ve Amerikan Hükümetleri Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini artır­mak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf edeceklerdir…”

Açıkça anlaşılacağı gibi her şey ABD’nin çıkarlarına uygun olarak düzenlenmiştir. Ayrıca Türkiye’ye borç verilmeyen ve ABD’den ithal edilen tarım ürünleri karşılığında Merkez Bankası’nda biriken parayı, tamamen ABD’nin istediği gibi kullanabileceği bir hüküm getirilerek, hükümete karşı bir şantaj unsuru olarak öne çıkarılmıştır. İthal edilen malların listesi şöyledir: Buğday, ar­pa, mısır, konserve sığır eti, peynir, süttozu, pamuk tohumu, soya yağı.

Ürünlerin hepsi dikkat çekicidir. Tarım­da özellikle bizim gibi ülkeler açısından üç önemli sektör vardır:

Hububat, Şeker Pancarı ve Hayvancılık.

Temel besin maddeleri olması dolayısıyla bu üç sektörün stratejik önemi vardır. İthal listesine baktığımızda hububat üretiminin bugün düştüğü durum, hayvancılığın iflas et­mesinin koşullarının daha o zamanlar bilinç­li ve planlı bir şekilde hazırlandığı görülür.

Aynı yıllarda Zeytinyağı Kararnamesi çı­karılarak, hem zeytinyağı ihracatı sınırlan­mış hem de sabun yapımında zeytinyağı kullanımı yasaklanmıştır. Sabun yapımında ABD’den ithal edilen soya yağı ve don yağı kullanılmaya başlanmıştır. Yine bugünkü zeytin ve zeytinyağı üreticilerinin içinde bulunduğu perişan durumun arkasında kimlerin olduğunu ve saldırının ne zaman başladığını gösteren gerçeklerdir bunlar.

Bununla da kalınmamış yapılan anlaş­malarla ABD Türkiye’nin buğday ihraç et­mesini de yasaklamıştır.

21 Şubat 1963 tarihli Zirai Maddeler Ti­caretinin geliştirilmesi hakkındaki 161 mil­yon dolarlık anlaşma ile ilgili olarak ABD’nin verdiği nota 23 Eylül tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu “Nota”nın iki maddesinde:

1. Zeytinyağı ihracatı 10 bin ton ile sı­nırlandırılırken, eğer bu sınırlamayı TC Hü­kümeti aşarsa, “aştığı miktar kadar ABD’de nebati yağı kendi kaynaklarıyla ithal edecek”tir.

2. Buğdayla ilgili ihracat sınırlamaları sürmektedir.

Açıkça görüldüğü gibi dünya gericiliği­nin merkezi ve mazlum ulusların ve halkla­rın amansız düşmanı emperyalist ABD’nin Türkiye tarımının geleceğini karartan uy­gulama, yaptırım ve saldırıları 50 yıl önce başlamış planlı bir şekilde katmerleşerek bugüne kadar sürmüştür.

Bunun içindir ki partimiz, “ABD Em­peryalizminin Türkiye tarımını destekle­mek için yardım ettiği propagandalarının arkasında, ABD’nin dünya pazarlarında kendi tarım ürünlerini rakipsiz kılma po­litikası yatmaktadır” demektedir.

Çok açıkça görüldüğü gibi, Türkiye’ye hem tarım ülkesi rolü biçiliyor, hem de ta­rım üretimi engellenip, tarım ürünleri ihra­cı sınırlanıp baltalanıyor. Tarıma, ABD’nin çıkarlarına zarar vermeyecek şekilde geliş­mesi için yön veriliyor. Dolayısıyla zaman içinde Türkiye’nin sadece bazı maddelerde değil, buğday gibi en stratejik ürünlerde bi­le ABD’nin pazarı olması için programlar geliştiriliyor. “Herkese sınırsız ticaret öz­gürlüğü” diyen ABD kendi tarımı, kendi ül­kesinin çıkarları söz konusu olduğunda sa­dece ülke sınırları içinde değil, dünya paza­rı içinde de koruyucu önlemler alıyor.

Öte yandan bugün gelinen noktada ABD ve AB ülkeleri kendileri için koruyu­cu önlemleri tarım ürünleri açısından ısrar­la yürürlükte tutarlarken (AB ile ABD ve Kanada arasındaki en büyük kavga tarım ürünlerinin koruyuculuğu üstüne oluyor. AB ülkeleri, kendi tarımlarını ABD’ye karşı koruma önlemleri alırken ABD bu önlemle­ri serbest piyasa koşullarına aykırı bulup bu ülkelere karşı “yaptırımlar uygulayaca­ğı” tehdidini savuruyor), Türkiye’ye koru­yucu önlemleri kaldırmasını, gümrük du­varlarının düşürülmesini öneriyorlar, önermekten öte IMF anlaşmalarıyla bastırıyor­lar, şart koşuyorlar.

En son ABD’nin Seattle kentindeki WHO (Dünya Ticaret Örgütü) toplantısında yaptığı konuşmanın bir bölümünde ABD temsilcisi zat; “Biz Amerikan çiftçisinin çıkarlarını savunmak durumundayız” di­yor. AB ülkeleri anlaşmayı imzalamamasına rağmen, Türkiye’yi temsilen giden Tunca Toskay imzalıyor.

Anlaşma, tarımda “tam bir liberalizasyon” amaçlıyor. Taban fiyatı uygulamasının tamamen kaldırılmasını, tarım ürünleri it­halatına uygulanan vergilerin sıfırlanması­nı içeriyor.

Burada amaç açıktır ve girdiği pazarda kendisine karşı direniş gücünü kırmaktır.

Örneğin Türkiye’de çiftçi; mazotu dünya fiyatlarının 3 katına, traktörü 2,6 katına al­maktadır. Gübre, tohum, ilaç, yem gibi ta­rım girdilerinde de aynı durum yaşandığı için Türkiye çiftçisinin rekabet etme şansı tamamen ortadan kalkmaktadır. Bütün bunlarla taban fiyatlarının maliyetin altında belirlenmesi, devletin destekleme alımları­nın kaldırılması, piyasanın tamamen tücca­ra terk edilmesi, ödemelerin uzun süreye yayılarak taksitlendirilmesi ve geciktirilmesi eklenince, her yıl büyük bir umutla ürünü­nü eken çiftçi sonunda zarar etmekte, ülke­de ekilemeyen arazi alanı hızla artmaktadır.

1960’lı yıllarda, hatta 70’li yılların başın­da, gıda maddeleri ihtiyacı yönünden dünya­da kendi kendine yeten yedi ülkeden biri ol­makla övünen Türkiye (Demirel, yandaşları­nı motive etmek ve sistemi eleştirenlere ya­nıt vermek için bu iddiayı sıkça kullanırdı), artık tarım ürünleri yönünden de emperya­lizmin açık pazarı haline gelmektedir.

Emperyalist ülkelerin istediği de budur.

Oyunun son perdesi 57. Hükümet döne­minde IMF’ye verilen “Niyet Mektubu” ve sanki tarıma iyilik yapılıyormuş gibi sunu­lan “tarım reformu” çerçevesinde oynanma­ya başlandı.

57. HÜKÜMET, IMF VE TARIM

Cumhuriyet tarihinde, işçi emekçi hakla­rına saldırı konusunda, “hangi hükümet en pervasızdır” diye bir soru sorulsa hemen herkesin aklına, “57. Hükümet” cevabı gelir.

AB’ye uyum ve sözde yeniden yapılanma programı çerçevesinde 57. Hükümet, sadece işçi ve emekçi hakları açısından değil, ulus­lararası sermayenin ve işbirlikçilerinin bütün öneri ve dayatmalarına boyun eğerek ülke­nin geleceğinin ipotek altına girmesini sağla­mıştır. Kapitülasyonlardan daha ağır koşul­lar içeren IMF dayatmalarına boyun eğildiği gibi, “Tahkim” bir gece yarısı operasyonu ile Meclis’ten geçirilip kabul edilmiştir.

Önceki hükümetlerin girdiği yolda iler­leyen 57. Hükümet’in IMF’ye verilen niyet mektubunda tarımla ilgili bölümde yapıla­caklar özetle şöyleydi:

“2000 yılından itibaren desteklenen ürün sayısı azaltılacak, 2001 yılından itiba­ren destekleme uygulamasına son verile­cek. Destek alımları yerine üreticiye doğru­dan parasal destek verilecek, tarımda yapısal değişiklikler hızla gerçekleşecek (bunun adına reform dediler), özelleştirmeler hızla uygulanacak, ithalat serbest kalacak.”

Bu birkaç cümlenin Türkiye ekonomisi, orta ve küçük üreticiler için anlamı şudur: Türkiye tarımı çökertilecek, ülke 65 milyon nüfusuyla tarım ürünleri yönünden de em­peryalizmin açık pazarı haline gelecektir!

Çünkü Türkiye’ye “tarımı destekleme”nin kaldırılmasını dayatanlar kendi ül­kelerinde tam tersini yapıyorlar. ABD’de sübvansiyon % 38, AB ülkelerinde % 39’dur. İsviçre’de çiftçinin eline geçen pa­ranın % 54’ü doğrudan devlet tarafından karşılanmaktadır. Yine IMF’nin dayattığı ve desteklemenin tamamen kaldırılmasının ze­minini hazırlayan ve bir geçiş sistemi olan DGD sistemi (Doğrudan Gelir Destekleme) Türkiye’ye uygun bir sistem değildir ve bu­günkü koşullarda sadece büyük çiftlik sahi­bi çiftçiler ve toprak ağaları DGD’den ya­rarlanacak, asıl desteğe ihtiyacı olan küçük ve orta üreticiler ve topraksız 200 bin çift­çi ailesi yararlanamayacaktır.

Bu uygulamaya, Tarım KİT’lerinin özel­leştirilmesi ve kamu bankalarının tarıma yö­nelik kredi faizlerinin “ticari faizler” düzeyi­ne yükseltilmesi eklenince; tarımın itildiği çıkmazın anlamı daha iyi anlaşılacaktır.

Şöyle ki;

Türkiye’de tarım kesimine kredi akta­ran organize kredi kaynakları 1. Ziraat Bankası, 2. Tarım Kredi Kooperatifleri, 3. Tarım Satış Kooperatifleri’dir.

55. Hükümet döneminde (Mesut Yılmaz Hükümeti) Ziraat Bankası’nın üreticiye ver­diği kredilerin hem faiz oranları arttırılmış, hem de kredi almanın koşulları ağırlaştırıl­mıştır. 57. Hükümet döneminde aynı uygulama devam etmekte; Ziraat Bankası işlevsizleştirilerek özelleştirmenin önü açılmaktadır.

Ziraat Bankası’nın dışında diğer organi­ze kredi kaynaklarının da faiz oranları art­tırılmış işlev açısından çiftçiye destek veren rolleri iyice zayıflatılmıştır. Onun için bu­gün DPT’nin verilerine göre tarımda kulla­nılan kredinin Adana’da yüzde 45’i, Sam­sun Bafra’da yüzde 47’si, Denizli’de yüzde 45’i, Ankara’da yüzde 60’ı organize olma­yan kaynaklardan (yani tefecilerden) sağ­lanmaktadır.

Desteklemenin kaldırılması ve kredi ola­naklarının yok edilmesinin ardından tarım alanına yönelik en büyük saldırılardan biri özelleştirmelerdir. SEK (Süt Endüstrisi Ku­rumu), EBK (Et Balık Kurumu), Yem Sana­yisi gibi kuruluşlar özelleştirmenin ilk he­defleri olmuşlardır. Böylece, tarım ve hay­vancılığın en önemli dayanakları yıkılmıştır.

Şimdi sıra, Tarım Satış Kooperatifleri’nin tasfiyesine gelmiştir. 16 birlik 415 ka­dar kooperatifin önümüzdeki birkaç yıl içinde tasfiyesi planlanmaktadır. Oysa TA­RİŞ, ÇUKOBİRLİK, ANTBİRLİK, FİSKOBİRLİK, TRAKYABİRLİK gibi tarımsal ko­operatif birlikleri ile TEKEL, Şeker Fabrikaları ve TMO gibi kuruluşlar tarımda sis­temin temel taşlarıdır. Ama IMF’nin ve 57. Hükümetin, toplumsal kurum ve kuru­luşlar ile tarımdaki emekçi kesimlere des­tek veren kuruluşlara tahammülü yoktur. Onun için hükümetin “Birlikler” ile ilgili yasayı da çıkarması IMF ve Dünya Bankası yetkilileri tarafından övgü ve alkışlarla kar­şılandı. Çünkü böylece, tarım üreticileri çok önemli bir destekten daha yoksun bıra­kılırken, üretici, tamamen serbest piyasa koşullarının ve dünya piyasasının kurtları­na teslim edilmiştir.

Sıra, bir milyon çay üreticisini ilgilendi­ren ÇAYKUR, üç milyon tütün üreticisini il­gilendiren TEKEL ve şeker fabrikalarının özelleştirilmesindedir.

Şeker fabrikalarını özelleştirmenin or­tamını yaratmak için yıllardır bilinçli politi­kalar izlenmektedir. 1996 yılına kadar sü­rekli kâr eden Şeker Fabrikaları AŞ, 1997 yılını 4 Trilyon 500 Milyon TL zararla ka­patmıştır. Bu açıkça bir sabotaj hareketidir. Ve tarımda çok temel bir sektör olan şeker pancarı üretimi ve hammadde sağladığı şe­ker fabrikaları işletmeleri açıkça IMF’nin istekleri doğrultusunda sabote edilmiştir.

Bu politikaların sonucu olarak, iki mil­yona yakın şeker pancarı üreticisinin önemli bir holümü, borçları yüzünden traktörlerini salmak zorunda kalmış, icra kap­larında sürünmektedir.

DÜZEN PARTİLERİNİN İKİYÜZLÜ POLİTİKALARI

Şimdi parlamentodaki muhalefet partile­ri DYP ve FP; 57. Hükümetin çiftçiyi dü­şürdüğü zor durumu kullanarak politika yapmakta, buradan siyasi rant sağlamaya çalışmaktadırlar. Hatta çiftçi mitinglerinde boy göstermekte, gelinen bu noktada kendi­lerinin sorumluluğu yokmuş gibi davrana­rak, çaresizliğe ve iflasa sürüklenmiş köylü yığınlarını kendi siyasetlerinin dolgu mad­desi olarak kullanmayı amaçlamaktadırlar.

Hâlbuki şeker pancarındaki tahrip edici uygulamaların en somutu 1993 yılında Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde ya­şandı. O dönemde pancara 1000 Lira gibi son derece düşük bir fiyat verildi. Çiller “gerekirse açığımızı ucuz ithal şeker ile ka­patırız” gibi sözler söyledi. Aldığı parayla maliyetleri karşılayamayan çiftçi ertesi yıl şeker pancarı ekmedi. 4 Milyon 100 bin de­kar olan pancar ekimi 2 milyon 300 bin de­kara düştü. Üretim iç tüketimi karşılayamayınca, şekerde ithalat yolu açıldı, kara para aklayıcılarına ve vurgunculara gün doğdu. Çünkü Türkiye’de bir ton şekerin maliyeti 650 dolar civarındayken, ithal şeker nakli­yesi, gümrük fonu ile 550 dolar civarınday­dı, yurda kaçak sokulan şekerin maliyeti ise 300 doları geçmiyordu. İthalatçılar, ka­çakçılar büyük paralar kazanırken, ülkede şeker bolluğu yaşandı. Bu durum PANKOBİRLİK fabrikalarında üretimi vurdu, Şeker Fabrikaları AŞ’nin günlük 6000 ton şeker satışı 2000 tona kadar düştü.

Fiyatlar tüketiciye yansımadı, üretici yoksullaştı, sefil oldu, şeker fabrikaları za­rar etti. Ama kaçakçıların, vurguncuların, IMF’nin istediği oldu.

Şeker pancarının küspesi hayvan yemi olduğu için dolaylı olarak hayvancılık da bu tahribattan etkilendi.

23 Temmuz 2000 tarihinde FP lideri Kutan. Giresun’da çiftçilere dönük bir mi­ting düzenledi ve çiftçiyi vuran politikaları, Hükümeti ve IMF-Dünya Bankası dayatma­larını eleştirdi. Hâlbuki 1996 yılında Refah-Yol döneminde “Birliklerin özerkleşti­rilmesi” kanun tasarısını meclise onun par­tisi ve diğer “çiftçi dostu” parti DYP sun­muştu. Bu tasarı ile birlikte, kooperatif­lerin, fabrikalar ve tesisler diye ikiye ayrılıp satılmasının yolu açılmıştı.

Yani işin gerçeği, parlamentodaki bütün partiler tarımın çökertilmesi için adeta bir­birleriyle yarış içine girmişlerdir. Yıllardır KİT’ler, KİK’ler ve Tarım Satış Kooperatifleri’ni halkın gözünden düşürmek, bunları yük gibi göstermek için ellerinden geleni yaptılar. Kasten zarara uğrattılar. Oysa gerçekler böyle değildi. Ne var ki emperya­lizm, Türkiye tarımını, onu ayakta tutan te­mel taşları yok etmeye kararlıydı. Her ge­çen yıl küçükbaş ve büyükbaş hayvan sayı­sındaki azalma bu açığın azalmayacağını, daha da büyüyeceğini gösteriyor.

Türkiye’nin, tarımsal alandaki emperya­list tekellerin bir açık pazarı haline gelme­si için her şey yapılıyor.

En son buğdayda oynanan oyun çiftçile­ri isyan noktasına getirdi. Gübre fiyatları aşı­rı derece yükselirken buğdaya 102 bin TL fi­yat verildi. Hâlbuki 1 kg buğdayın maliyeti 122 bin TL idi. Verileri fiyat maliyetin altın­da olduğu gibi bu miktar bile üreticinin eli­ne geçmedi. Üretici buğdayı 75–80 bin TL’den satmak zorunda kaldı. Edirne Ziraat Odası Başkanı’nın dediği gibi “IMF ve Dün­ya Bankası’na çiftçi kurban edilmiştir. Bu fiyatlarla çiftçi ve tarım yaşayamaz.”

Buğday taban fiyatında da görüldü ki uluslararası tekeller, tarımı bütünüyle ba­tırmaya yönelmiştir ve IMF ve Dünya Ban­kası bu batırma rolünü planlayan ve daya­tan kurumlar olarak rol oynamaktadır.

Bu yüzden Türkiye’de “tarım sorunu”, emperyalizme karşı mücadeleye açık bir şe­kilde bağlanmıştır Böyle bir mücadelenin dayanaklarının tarımla uğraşan çok geniş bir kesim olduğu ortadadır. Yoksul toprak sız köylü, küçük toprak sahipleri, hatta or­ta köylülük, saldırı politikasından en fazla etkilenen kesimdir. Bunların tümü; bugün gelinen noktada, IMF ve onun tarım politi­kalarına karşı birleşmiş durumdadır. Bu yüzden bugün, köylülüğün emperyalist po­litikalardan zarar gören kesimlerinin em­peryalizme karşı mücadelede birleştirilme­si bu alanda yakalanacak temel halka ola­rak görülmektedir.

Daha, yakın bir geçmişe kadar, üretici köylülük kesimi ve köylülük bu konuda gerçek düşmanlarını görebilmekten uzaktı. Sorunu A partisinin becerisine, B partisi­nin çiftçi düşmanı veya dostu olmasına bağlıyordu. Ama bugün artık üreticiler “Kah­rolsun IMF Bağımsız Türkiye” diye haykırıyorlar. Cottarelli’yi hepsi tanıyor ve lanet okuyorlar. 14 Haziran’da Manisa’da yapı­lan kapalı salon toplantısına katılan üretici­ler tepkileriyle bunu ortaya koyarak, daha büyük, daha yaygın, sonuç alıcı eylemlerin yapılması gerektiğini ifade etmişlerdir.

‘İŞÇİ-KÖYLÜ EL ELE’ EMPERYALİZME KARŞI

Geç kalındığını söyleyebileceğimiz bu ayağa kalkışın ilk mitingi 23 Haziran’da Te­kirdağ Cengiz Topel Meydanı’nda yapıldı. 20 binin üzerinde çiftçinin katıldığı miting­de insanlar mücadele azim ve isteğiyle do­luydu. Belki de Türkiye tarihinde çiftçiler ilk defa; “İşçi-çiftçi el ele genel greve” slo­ganları attılar.

Türkiye üreticisi yıllardır çektiği acılar­la düşmanını görmeye başladı. Uluslararası sermaye, IMF ve işbirlikçi hükümetler bu öfkeden paylarına düşeni alacaklar.

Bölgedeki partili arkadaşlarla Tekirdağ köylerinde yaptığımız gezi ve ülkenin baş­ka bölgelerinde gördüklerimiz, sermaye hükümetlerine, IMF’ye öfkeyi doğrular ma­hiyetteydi. Tekirdağ’ın “sosyal demokrat” gelenekli köylüleri sosyal demokratına da, demokratik solcusuna da, dincisine de, her tür istismarcı partiye ateş püskürüyordu.

Aynı tepki, 22 Temmuz tarihinde Petrol-İş’in Kütahya’da TÜGSAS ve İGSAŞ’ın sa­tılmasını engellemek için yaptığı mitinge de yansıdı.

(Gübre sanayisinin tamamen özel sektö­rün eline geçmesinden en büyük zararı gö­recek olan kesim, fabrikada çalışan işçilerin yanında tarım kesimidir. Zaten aşırı fiyat ar­tışları sonucunda yılda 20 milyon ton gübre kullanılması gerekirken, sadece 5 milyon ton gübre kullanmak zorunda kalan üretici­ler, gübre fabrikalarının özel sektörün eline geçmesiyle birlikte bu ölçüde bile gübre kullanamayacaklarını düşünüyorlar.)

Bu nedenle Kütahya çiftçileri Petrol-İş’in düzenlediği mitinge aktif olarak katıl­dılar. Ve bu yine Türkiye tarihinde nadir gerçekleşmiş ortak işçi köylü eylemlerin­den biridir. Böyle bir bilincin uyanmaya başlaması ise; partimiz ve ülkemizin tüm demokratları için son derece önemle dikka­te alınması gereken bir gelişmedir.

Önümüzdeki günlerde, hem acımasızca uygulanan tarım politikalarına karşı, hem de uluslararası sermayenin her alandaki kapsamlı ve çok yönlü saldırılarına karşı iş­çi ve köylü birliğinin anti-emperyalist bir mücadele ekseninde kendini göstermesinin bütün koşullarının iyice olgunlaşacağı gö­rülmektedir.

Bütün bir ’60’lı, ’70’ yılların mücadele günlerinin “İşçi köylü el ele” sloganı etra­fında sürdürülen tahlil ve eylemlere sahne olduğu düşünülüp ve son 15 yıldır köylülü­ğün devrimci ve demokrat kesimlerin lite­ratüründen çıkarılmış olduğu göz önüne alındığında bu gelişmeler; son derece önemlidir. Çünkü Türkiye’de köylü-tarım sorunu emperyalizme karşı mücadele ile çok açık bir biçimde iç içe geçmiş ve ona bağlanmıştır.

Partimizin 2. Kongre Kararları’nda be­lirtildiği gibi; “Ulusal tarım politikası em­peryalizm ile çelişir.

Sermaye partileri­nin hiçbiri emperyalizme karşı olan ta­rım politikalarını ortaya koyamazlar. Bu nedenle bu politikaları ortaya koymak, savunmak, ulusal sanayi programına bağ­lamak bugün partimize düşmektedir.”

Bu anlayışla, birçok il örgütümüzün bu alandaki temsilcilerinin katılımıyla, Anka­ra’da merkezi bir toplantı yapılmış; tarım sorunu tartışılarak, köylülük içinde bu ek­sende sabırlı, kesintisiz bir çalışma yürütülmesi, üreticilerle mutlaka buluşulması, ta­banda yapılacak çalışmalarla “bölgesel üre­tici kurultayları” düzenlenmesi, daha sonra merkezi bir kurultayla, tarım sorunlarını tartışıp gerekli kararların alınması için girişimler yapılması kararı alınmıştır. Bugün birçok bölgede, tam istenildiği gibi olmasa da, bu çalışmalar yürütülürken, EMEP üre­ticilerin günlük mücadelesi içinde yer al­ması gerektiğinin, düne göre daha çok bilincinde olarak bir yandan köylülüğü kendi içinde birleştirme, işçilerle ve diğer emekçi kesimlerle köylülüğün birleştirilmesi vb. konularında çabalarını sürdürmektedir.

Hiç kuşkusuz, antiemperyalist tutumun köylülük içinde yaygınlaşmasına karşın; köylülerin mücadeleci örgütlere sahip olma­ması (Köylü örgütü olarak ortaya koyan Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin (TZOB) yö­netim ve denetim kurullarının zengin köylü­ler, büyük toprak sahipleri ve toprak ağala­rının elinde olması köylü mücadelesinin en önemli sorunlarından birisidir) ve köylülük üstünde düzen partilerinin etkinliğinin sür­mesi, bu alandaki mücadele açısından bun­dan sonrası için de handikap olmaya devam etmektedir. Bu yüzden Partimizin kurultay çalışmalarında, aynı zamanda köylülüğün örgütlenmesi için de TZOB’un aktifleşmesi ve mücadeleci köylü örgütlerinin ortaya çık­masının yolunu açacak bir perspektifle yü­rütülmesi esas alınmıştır.

MÜCADELECİ, ANTİ-EMPERYALİST BİR KÖYLÜ HAREKETİ İÇİN

Özellikle son yirmi yılda, Gümrük Birli­ği ile koruma duvarları kaldırılır, tarım ürünleri alanında ithalat serbest bırakılır­ken, tarım girdilerine sürekli zam yapılmış, ürün fiyatları düşük tutulmuştur. Tarımsal KİT’ler ve KİK’lerin özelleştirilmesi ve “Ta­rım Reformu” vb. peş peşe yasalaştırılırdı, “birlik”lerin özelleştirilmesine başlandı; sübvansiyonlar kaldırıldı, temel ürünlere kota uygulaması her gün daha ilerletilirken “hayvancılığın çöküşü” bizzat Demirel tara­fından “elbirliği ile hayvancılığı batırdık” diye ilan edildi. Bütün bu gelişmeler olup biterken, var olan üretici örgütleri, olup bi­ten hakkında açıklama yapmak, kınamak, “protesto ediyoruz” demek ötesinde bir aktiviteye sahip olamamıştır. Protestocu bir mantığı aşamamışlardır.

Bugünlerde yapılan kurultay çalışmala­rı, Türkiye’nin her köşesinde, bu mantığı aşmanın, köylülüğü anti-emperyalist bir mücadelede birleştirmemin çabalarıdır.

Yürütülen çalışmalar partimizin 2. Kongre Kararları’nda belirtildiği gibi, şu ta­leplerin öne çıkarılması doğrultusunda iler­lemektedir:

1. IMF ve Dünya Bankası’nın tarım po­litikalarına son verilmeli, bu alanda yapılan ikili anlaşmalar (GATT, DTÖ, AT ve ABD ile anlaşmalar) iptal edilmelidir.

2. Türkiye tarımını yok eden, AB ülkele­rine üstünlük sağlayan, koruma duvarlarını kaldıran Gümrük Birliği anlaşması feshedilmelidir.

3. AB’ye uyumlu tarım politikalarından vazgeçilmeli, AB’ye girilmemelidir.

4. Tarım ve hayvancılık sektöründeki tüm özelleştirme çalışmaları durdurulmalı, yapılanlar iptal edilmelidir.

5. TÜGSAŞ ve İGSAŞ’ın özelleştirilmesi çalışmaları durdurulmalı, yeni gübre fabri­kaları açılmalıdır.

6. Yabancı sigara tekellerinin faaliyetle­ri ve TEKEL üzerindeki özelleştirme çalış­maları derhal durdurulmalı, kapatılan fab­rikalar, modernize edilerek yeniden açıl­malıdır.

7. Türkiye’deki toprak mülkiyeti eşitsiz dağılmıştır, adil bir toprak reformu mutla­ka yapılmalıdır.

8. GAP’ın yerli ve yabancı tekellerin yağ­ma alanları olarak kullanılması önlenmeli­dir. Bölgede köylülüğün yararına toprak re­formu ve adil düzenlemeler yapılmalıdır.

9. Canlı hayvan ve et ithalatı yasaklan­malı, ucuz krediler ve bilimsel çalışmalarla hayvancılık desteklenmelidir.

10. Taban fiyatları, üretici birlikler ka­nalıyla üreticiler belirlemeli, ödemeler pe­şin yapılmalıdır.

11. Tüccarın egemenliğinde olan tarım borsaları, tarımda desteğin tamamen çekil­mesi demek olan DGD (Doğrudan Gelir Destekleme) uygulamaları kaldırılmalıdır.

12. Ziraat Bankası üreticiye yeterli, ucuz ve kolay kredi vermeli, bankanın özel­leştirme çalışmaları durdurulmalıdır. Tarım Birlikleri ve tarımsal KİT’lerin özelleştiril­mesi durdurulmalı, özelleştirilenler yeni­den kamulaştırılmalıdır.

13. Stratejik bölgelerde (iklim ve toprak yapısına göre) değişik amaçlı tarım işletme­leri genel müdürlükleri kurulmalı (TİGEM), bilimsel araştırma ve desteklemeler­le, bunlar sektörün bölgedeki merkezi olmalı, işletmelerin yönetimine üretici temsil­cileri seçimle gelmeli, yöneticilerin görev­den alınma yetkisi de üreticilerde olmalıdır.

14. Üreticinin doğrudan söz sahibi ol­duğu tarım politikaları üzerinde söz söyle­yebilen, fikir üretip onların belirlenmesin­de dolaysız rol oynayan, taban fiyatlarını belirleyen, en geniş üreticiyi, onların talep ve çıkarları üzerinde bir araya getirebilen üretici birlikleri oluşturulmalıdır.

Bunlar tarım ve hayvancılıkla uğraşan insanların haklarını koruma ve emperyalist talana direnme temelinde meşru mücadele örgütleri olmalıdır.

ÜRETİCİLERİN ÖRGÜTLENME ZORUNLULUĞU

Tarımla ilgili olan herhangi bir kurum, kuruluş, dernek vb.nin, tarımda yaşanan em­peryalist talan sürecine seyirci kalması, en ha­fif deyimiyle kendini inkâr etmek demektir.

Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi il­gili kurum ve kuruluşların yeterli tepkiyi gösterdiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü adı geçen bu örgütlerin hemen hep­si devlet eliyle kurulmuş olan (TZOB, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri, Tarım Kredi Kooperatifleri, Ziraat Bankası, TMO, TZDK, Şeker ve Tütün Şirketleri vb.) örgütlerdir.

Devlet eliyle kurulduğu gibi onun, de­netiminde, yönlendirmesinde, desteğinde olan, demokratik olmayan yollardan ya da doğrudan “tayin”le gelen yöneticileri; ser­mayenin çıkarları doğrultusunda davran­mayı bir gelenek haline getirmişlerdir.

Böyle olduğu, özerk ve demokratik ol­madığı için de devletin kabullenip uygula­maya soktuğu, IMF ve Dünya Bankası eti­ketli emperyalist tarım politikalarına karşı, ulusal tarım politikalarını savunarak, ol­ması gereken tepkiyi gösterememiştir.

Bugünkü temel ihtiyaç, üreticilerin et­kili bir biçimde örgütlenmesidir. Devlet bu alandaki koruyucu politikaları terk ede­rek, emperyalist politikalara tamamen tes­lim olmuştur.

Bu politikalara karşı koyup, kendi poli­tikalarını oluşturmak, uygulama koşulları­nı belirlemek, yaptırım gücü olmak tarımın, ülkenin geleceğinin, ülke insanının gelece­ğinin savunulması zorunlu, kaçınılmaz bir görev olarak karşımızda durmaktadır.

En geniş üreticileri kendi talepleri etra­fında birleştiren, meşru mücadele örgütle­ri, “Üretici Birlikleri”, yani örgütlü üretici­ler bu zorlu görevin üstünden gelebilir.

Ülke nüfusunun % 42,5’ini doğrudan il­gilendiren bu kesimin örgütlenmesi de­mokrasi mücadelesi açısından da önemli bir kazanç olacaktır.

Bu birliklerin amacı ne olacaktır?

1. Üreticilerin çıkarlarını savunma.

2. Emperyalist tarım politikalarına kar­şı ulusal tarım politikalarını savunma (da­ha önce belirttiğimiz talepleri kararlı bir şekilde savunma).

3. Yenilik ve gelişmeleri izleme, onların yayılmasını ve benimsenmesini sağlama.

4. Üreticinin öz örgütü olarak politik baskı grubu oluşturma, kendi talepleri için verdiği mücadeleyi demokrasi mücadele­siyle birleştirme.

5. Verimlilik ve kalitenin arttırılması için gerekli girdi ve teknolojilerin sağlan­ması için mücadele edilmesi, bu amaçla, Zi­raat Mühendisleri Odası ve öteki meslek kuruluşlarıyla ortaklıklar sağlama.

6. Kırsal kesimin ekonomideki etkinliği­ni arttırmak için mücadele.

7. Tarım üreticisinin gelir ve yaşam dü­zeyini yükseltmek için mücadele… Vb. ol­malıdır.

Amaçlarını daha da genişletebileceği­miz bu örgütlerin yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarıya doğru kurulması esas alınmalı, üreticiler tartışma, geliştirme ve kuruluş sürecine doğrudan katılmalıdır. Birliklerin amaçları, talepleri yerel somut önerilerle zenginleştirilmelidir.

Dünyanın birçok ülkesinde, işçilerin, memurların sendikaları gibi örgütlenme­ler, meşru mücadele örgütleri olarak ta­rım politikalarında doğrudan rol oyna­maktadırlar.

Türkiye’de genel nüfusun yüzde 42,5’ini istihdam eden bu sektör, GSHM içinde ancak yüzde 15-16’lık bir pay alabil­mektedir.

Partimiz; yukarıdaki perspektif doğrul­tusunda bir çalışmayı başlatmış ve sürdür­mektedir. Ancak henüz çalışmanın çok ba­şında bulunduğumuz ve önümüzde çetin görevler bulunduğu da bir gerçektir. An­cak üretici köylülük tarihinde hiç olmadı­ğı kadar sorunlarının ve bu sorunların kaynağının farkındadır, bu da bizler için son derece önemli bir dayanaktır.

Çünkü hiçbir dönem köylülüğün müca­delesinin anti-emperyalist mücadeleyle bir­leştirilmesinin koşulları bu kadar uygun olmamıştı.

GAP VE EMPERYALİZM

Bugün GAP bölgesi binlerce dönüm ba­kir, dinlenmiş toprağıyla, 17 hidroelektrik santral, 22 milyar KW saat elektrik üretimi kapasitesi ile emperyalistlerin iştahını ka­bartmaktadır.

GAP’ta önümüzdeki yıllarda dünyanın en fazla ihtiyaç duyacağı üç önemli unsur vardır: Toprak, Su, Enerji.

Bu nedenle herkesin gözü burada, ABD’nin, AB emperyalistlerinin, İsrail’in gö­zü GAP’ta. IMF ve Tahkimle, MAl ve MIGA ile Türkiye’yi köşeye sıkıştırmışlar, pastadan nasıl pay alacaklarının hesabını yapıyorlar.

Çünkü tüm dünyada bilinçsiz ve aşırı kimyasal madde kullanımı topraklan öldü­rüyor, verimsizleştiriyor. Buna karşılık GAP bölgesi bu açıdan da bakir topraklara sahip.

Bilimsel verilere göre bugün, tüm dün­yada kullanılan sudan yüzde 17 daha fazla tatlı suya ihtiyaç var.

17–22 Mart 2000 tarihlerinde Hollanda Lahey’de yapılan “Dünya İkinci Su For­umu” toplantısında yapılan tartışmalarda şu sonuçlar ortaya çıktı.

Dünyada temiz suyun en büyük müşte­risinin tarım sektörü olduğu görülüyor ve dünyadaki temiz su kaynaklarının % 70’i bu amaçla kullanılıyor.

Yine dünyada 1,2 milyar insan temiz iç­me suyu kullanamıyor. 2,3 milyar insan ye­terli temizlik olanaklarından yararlanamı­yor. Her yıl 5 milyonu aşkın insan bu yüz­den yaşamını yitiriyor.

1950’de dünyada birkaç ülke su soru­nundan etkilenirken 20. yüzyılın sonların­da aynı sorundan 26 ülke etkileniyor. 2050 yılında etkilenen ülke sayısının 66’yı bula­cağı, bunun da dünya nüfusunun üçte ikisi olduğu belirtiliyor.

Su kaynakları için yapılan yıllık yatırı­mın 70–80 milyar dolardan 180 milyar dola­ra çıkarılması gerektiği belirtiliyor.

Yoksa onlar Diyarbakır’ın arıtma tesisle­ri, Dicle’nin temizliği ile neden ilgilensin­ler? Kürt sorunu, demokrasi ve insan hak­ları ile neden ilgilensinler? Onları asıl ilgi­lendiren 21. yüzyılda en değerli olacağı açık olarak görülen Toprak, Su ve Enerji faktörüdür.

Bunun için bölgeye yabancı heyetlerin biri gitmeden öteki geliyor.

Özgürlük Dünyası’nın Temmuz sayısın­da Ayhan Özgür, bu konuyu geniş bir şekil­de ele aldığı için burada daha fazla ayrıntı­ya girmeyeceğiz.

TEK ÇIKAR YOL ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELEDE BİRLEŞMEK

Yazıyı bilinen bir öyküyle bitirmek isti­yorum.

Afrikalı Zenci lider anlatır:

“Beyazlar geldiğinde bizim geniş bere­ketli topraklarımız vardı. Elimize İncil’i tutuşturup gözlerimizi kapatarak bize dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığı­mızda bir de baktık ki İncil bizim olmuş, bizim topraklarımız ise onların.”

Bu yöntem hiç değişmedi; sadece incel­tildi ve başka “çok taraflı anlaşmalar”, “bölgesel paktlar” vb. ile örtüldü. Eğer top­raklarımıza, tarımımıza, doğamıza sahip çıkmayı bilmezsek, Türkiye de Afrikalaşacak. Çünkü tekellerin yağmasına uğrayıp da ilerlemiş, mutluluğun çoğaldığı bir ülke daha tarihte görülmedi; bundan sonra gö­rülmesini de kimse beklemesin. Çünkü kapitalizm her gün daha vahşileşiyor; yağma ve talan becerisi artıyor.

Türkiye için de tek çıkar yol, emperya­lizme karşı mücadeleden, işçilerin, emekçi­lerin, köylülüğün birleşik mücadelesinden geçiyor.

Ağustos 2000

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑