Seçimler, kitle çalışması ve kongre süreci

Emek-Barış-Demokrasi Bloku’nun kurulması ve seçimler sürecinde yürütülen çalışmalar bir çok açıdan tartışıldı ve değerlendirildi. Emeğin Partisi (EMEP)’nin 3. Genel Kongre süreci de bu tartışma ve değerlendirmelerin yapıldığı dönemle iç içe geçerek başladı ve devam ediyor. Seçim döneminin işçi, emekçi halk yığınları içerisinde yürütülen kitle çalışması açısından gösterdiklerini, kongre sürecinde bir kez daha hatırlamak ve gelinen noktayı değerlendirmek, işçi, emekçi halk hareketinin ilerletilmesi açısından önemlidir.
3 Kasım seçimlerinin sonuçları, halkın, yaşadığı sorunların çözümü ve taleplerinin gerçekleşmesi için geleneksel siyasal tercihlerinden farklı, değişim isteyen bir tutum içerisinde olduğunu göstermişti. Seçimlerde oy vererek Meclis’e gönderdiği iki partinin beklentilere yanıt vermemesi durumunda “ne olacak” sorusuna halk kesimlerinden verilen “sandıkta onları da cezalandırırız” yanıtı ise, halkın kendine güveni açısından ileri bir noktaya işaret ediyor. AKP hükümetinin kısa süreli yönetimine ve emek ve halk karşıtı politikalarına ilişkin düşünceleri sorulan kesimlerin “böyle yaparlarsa oyumu haram ederim” şeklinde koşullu da olsa verdikleri yanıtlar, halk yığınlarının, sorunları ve talepleri konusundaki duyarlılığının devam ettiğini gösteriyor.
Elbette, AKP hükümetine ilişkin “ülkenin ve halkın sorunlarının çözümü için bir şeyler yapacaklar” beklentisi henüz ortadan kalkmış değil. Ancak özellikle ABD’nin Irak’a yönelik saldırı hazırlıkları karşısında hükümetin işbirlikçi tutumunun yarattığı rahatsızlığın giderek büyüdüğünü söylemek abartı olmayacaktır. Hükümet kendisine oy veren kesimlerden bile tepki ve tenkitler alıyor. Yani beklentilerle kaygılar iç içe.
Ülkenin ve halkın sorunlarının ABD ve IMF işbirlikçiliği temelinde sürdürülen politikalarla daha da artacağı açık. Hükümetin “acil plan” ve “programı”nın, IMF’ci Kemal Derviş’in “programları”ndan özünde farklı olmadığı gerçeği bunun somut göstergesi. Sömürünün yoğunlaşması ve 8 saatlik iş günü de dahil yüzyıllar önce kazanılmış hakların ortadan kaldırılması temelinde çalışma yaşamının yeniden düzenlenmesi için adımlar hızlanıyor. Özelleştirmeler, işten atmalar, eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetlerin tasfiyesi, tarımın, hayvancılığın çökertilmesi vb. gibi emek düşmanı politikalarda ısrar ediliyor. 
Dışişleri Bakanı açıklamalarıyla açık savaş savunuculuğu yapıyor. Başbakan Abdullah Gül ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ise işbirlikçi büyük sermayenin baskısıyla “örtülü savaş örgütçülüğü” yolunda adım adım ilerliyor. Halk yığınları ise sokakta, pazar yerinde, işyerinde ya da kahvede kendilerine uzanan bir mikrofon ya da teyp aracılığıyla her fırsatta gidişattan duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. İşbirlikçi patron örgütlerinin ve holding medyasının bütün savaşçı kuşatmasına rağmen, Irak’a yönelik ABD saldırısı konusunda yapılan anketler halkın yüzde 90’ının savaş istemediğini gösteriyor. Bu, hem bir duyarlılığın hem de henüz sokağa çıkmamış tepkinin boyutunun ifadesi.
Bu özet tablo da gösteriyor ki, emperyalistler ve işbirlikçileriyle halkın çıkarları ve beklentileri arasındaki uçurum derinleşiyor, çelişki ve çatışma keskinleşiyor. Seçimler dönemindeki düzeye henüz ulaşmamış olsa da, kadın, erkek işçi emekçi yığınların, gençlerin, kentin ve kırın yoksullarının politik duyarlılığı geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak kadar yüksek. Kahvede, lokantada, pazar yerinde, dolmuşta, otobüste, fabrikada, iş yerinde, kısacası insanların bir arada bulunduğu her yerde dünya ve ülkede yaşanan sorunlara ilişkin, halkın sıkıntılarına dair söyleyeceğiniz bir kaç cümle hızla herkesin katıldığı bir sohbete, tartışmaya dönüşüyor. Halkın birleşmesi ve mücadeleye atılması konusunda en karamsar ruh haline bürünenler bile, bir bakıyorsunuz, konuşurken, halkın ne kadar sıkıntılı ve tepkili olduğunu anlatmaya başlıyor.
Ve bu tablo, en az seçimler dönemindeki kadar yaygın, canlı, yoğun ve kesintisiz bir çalışmanın; halkın aydınlatılması, talepleri için mücadeleye seferber edilmesi ve örgütlenmesine yönelik bir kitle faaliyetin sorumluluğunu öncü işçilerin, devrimcilerin omuzlarına yüklüyor.

SEÇİM ÇALIŞMASI GİBİ BİR KİTLE ÇALIŞMASI
Seçim çalışmalarının özellikle son bir ayında, bütün parti örgüt ve üyelerinin seferber olması açısından bugüne kadarki en ileri ve verimli düzey yakalanmıştır. Yöneticilerinden, birim örgütlerine, üyelerinden etkilediği çevrelere kadar bütün güçleriyle parti, kitleler içerisinde bir aydınlatma ve örgütlenme aygıtı olarak çalışmıştır. Partinin politikalarının, fikirlerinin yazılı ve sözlü ajitasyon aracılığıyla halk kitleleri içerisinde açık ve kararlı bir tutumla yayılması için bir çok örnek iş yapılmıştır.
Ev, işyeri ve kahve toplantıları, açık ve kapalı salon etkinlikleri, mitingler, kapı kapı dolaşılarak, yığınlarla yüz yüze gelinen ve partinin fikirlerinin cesaretle dile getirildiği bir kitle çalışması çizgisi bütün parti güçlerinin çalışma tarzına hakim olmuştur. Canlılık, heyecan, kazanma isteği, sınıfların mevzilenişi ve emek cephesiyle sermaye cephesinin güç dengelerinde emek cephesi açısından somut bir adım atma ve başarı elde etme arzusu, bütün parti örgütüne ve çevresine hakim olmuştur. Yığınlara seslenme, birer propagandacı-ajitatör olarak kitlelerin karşısına çıkmada ataklık, halk kesimleri içerisinde doğal önder konumundaki kişilerle bağ kurma çabası, yaygın bir dağıtım örgütü olma vb. bir çok açıdan partimizin olanak ve kapasitesinin, öncesinden ne kadar ileriye çıkabileceği herkes tarafından görülmüştür.
Kendisini dar bir alandaki ilişkilerle, içe dönük bir git-gele sıkıştırmış partili bir işçi, emekçi kadın, genç, sendikacı, profesyonel, yarı profesyonel kadro ya da yönetici olmanın yerini, doğal ilişkilerini, çevresini hareketlendiren, bir fikre kazanan ve kitleleri de bir fikre kazanmaya yönelen güçlü bir parti aygıtı almıştır. Düne kadar bulunduğu mahalle, sokak, fabrika, işyeri ya da okulda kitlelerle politika tartışmaktan çekinen, partili olduğunu saklayan geri tutum ve alışkanlıklar yerini bunların tersi özelliklere bırakmıştır. Öyle ki, seçim çalışmalarına katılan bir EMEP’linin ya da çevresinde bulunan bir kişinin, artık kendisini kitlelerin dışına çekme, saklama şansı kalmamıştır.
Günlük çalışmanın merkezine konulmasında en çok sıkıntı yaşanan gazete gibi bir aracı, bütün yetersizliğine rağmen düne oranla daha ileri düzeyde kullanmayı bilen tutumlar yaygın olarak seçimler dönemindeki kitle çalışması içerisinde ortaya çıkmıştır. Yaptığı bir etkinliği gazeteye haber olarak yazmaktan, gazeteyi okuyarak öğrendiklerini kitlelerle yüz yüze geldiği etkinliklerde anlatmaya, gazeteyi aydınlatma çalışmasının merkezine koymanın önemini bütün herkes görmüştür.
Artık gelinen noktada, bir yönetici parti organının, herhangi bir alandaki parti biriminin, bir tek parti üyesinin ve parti çevresinin; nasıl bir kitle çalışması yürütmek gerektiğini, halktan öğrenen ve öğreten bir politik faaliyetin gücünün ne kadar önemli olduğunu, seçim çalışmalarına bakarak kafasında somutlayamaması için hiçbir neden yoktur. Tabii ki, kitle çalışmasının gereğini yerine getirmekten, üzerine düşeni yapmaktan bilinçli olarak imtina edilmediği sürece.
Şüphesiz bütün bu söylenenler, “seçim çalışmaları her şeyin başlangıcıdır” anlamına gelmiyor. İşçilerin, emekçilerin, halkın bağımsız, politik kitle partisinin çalışma tarzının nasıl olması gerektiğinin pratik olarak görülüp, yaşanması açısından seçim çalışmalarının önemine dikkat çekiliyor. Elbette ki seçim çalışmaları, parti çalışmasının dünkü birikimleri üzerinde yükselmiştir. Ancak, bu geçmiş birikimin üzerinde yükselen seçim çalışmalarının gösterdiği olanaklar, partinin yeniden inşasını gerçekleştirmede bir dayanak olarak önemsenmek durumundadır.
Bunun içindir ki, EMEP; 3. Genel Kongresi’ni toplamaya giderken, en küçük bir işi bile yapmaya mecali olan bir partilinin örgütlü çalışmanın dışında kalmadığı, mutlaka bir parti birimine bağlandığı bir yeniden inşa sürecini gerçekleştirme hedefiyle hareket ediyor. Bunun içindir ki, EMEP; politik-taktik platformunu kavramayı, bu platformu halkı aydınlatma faaliyetinin merkezine koymayı, günlük gazeteyi bunun temel aracı olarak sahiplenmeyi, üyelerinin günlük yaşamını bu temelde yeniden düzenlenmesini, kongre sürecinde ve kongre sonrasında kitleler içerisindeki parti çalışmasının güçlenmesinin temel koşulu sayıyor. EMEP, böyle bir yeniden inşa ve çalışma tarzıyla, emperyalist sermaye ve işbirlikçilerinin karşısına halk güçlerini dikmek için ileri atılma, bütün güçleriyle somut adımlar atma çağrısı yapıyor.
Yazının bu bölümünde, 3. Genel Kongre sürecinde gelinen noktayı değerlendirmeye geçmeden önce kısaca seçim çalışmalarına ilişkin yukarıda söylenenler ışığında savaş karşıtı mücadelenin yükseltilmesi için yapılanları kısaca değerlendirmekte fayda var.

SAVAŞ KARŞITI BİR KİTLE ÇALIŞMASI
Seçim çalışmaları sürecinde ortaya konan enerjik çalışma ve yaşanan seferberliğin halkın savaşa karşı tepkisinin açığa çıkarılması ve örgütlenmesi açısından da örnek alınması şarttır. Özellikle ABD’nin Irak’ı işgali ve bunun bir parçası olarak Türkiye’nin adeta önden, işbirlikçilerinin gönüllü tutumuyla işgal edilmiş bir ABD üssü haline getirilmesi konusunda atılan adımlar düşünüldüğünde, tehlikenin büyüklüğü ve somutluğu ortadadır. Halkın savaş istemediği ve özellikle ABD’ye karşı olan tepkisi biliniyor. Bu koşullarda, halkın tepkisini açığa çıkaracak canlı, sürekli ve yaygın bir ajitasyonun seçimler dönemindeki düzeyde sürdürülmesinin önemi büyük.
Ev ve kahve toplantıları, mahallelerde ajitasyon gösterileri, kapalı salon etkinlikleri yapılarak, kapı kapı gezerek halkın savaşa karşı saf tutmasının, tepkisini dile getirmesinin gereğini anlatmak önemli. Fabrika önlerinin, sanayi sitelerinin ve organize sanayi bölgelerinin, cuma namazlarında cami çıkışlarının gazete satışları ve bildiri dağıtımlarıyla, sözlü ajitasyonla kuşatılması, tıpkı seçim döneminde olduğu gibi “kürsünün sokağa kurulması”, savaş karşıtı yürütülecek kitle çalışmasının olmazsa olmazları durumundaki işlerdir.
Bugüne kadar yerel parti örgütlerinin ve birim örgütlerinin yürüttükleri savaş karşıtı çalışmalarda, parti güçlerinin seçimlerdeki gibi bir seferberliğe doğru somut adımlar attığını görmek mümkün. Mevcut durumla yetinmeden bütün güçler ve olanaklar sürekli ve sürekli gözden geçirilerek, gazeteden günlük olarak öğrenen ve öğrendikleri üzerinden zengin bir ajitasyon sürdüren bir tarzın, hızla çalışmalara egemen hale gelmesi gerekiyor. Bu işe, parti ve gençlik örgütü yöneticileri, emekçi kadınlar içerisindeki fonksiyonerlerden başlamalı, onlar, birer propagandacı-ajitatör olarak, örgütleri, üyeleri harekete geçirecek işlerin planlayıcısı, takipçisi ve birlikte iş yaparak yürütücüsü olmalı.
Seçim çalışmasında nerelerde, kimler tarafından kitle toplantıları örgütlendiği biliniyor. Yine seçim çalışması içerisinde çalınan kapılar, gidilen yerler bütün yerel örgütlerin bilgisi dahilindedir. Savaş karşıtı çalışmada, bunlardan, çok daha yaygın ve süreklilik içerisinde faydalanma imkanı vardır. Bu imkanlar kullanılarak, seçimlerde yakalanan kitle çalışması çizgisi sürdürülerek, halk güçlerinin birleştirilmesi yönünde ileriye dönük somut adımlar atmanın önünde bir engel yoktur.

KONFERANS VE KONGRE SÜRECİNİN GÖSTERDİKLERİ
Derginin bu sayısının elinize geçtiği günlerde, EMEP’in il kongreleri de tamamlanmış olacak. Birim konferanslarından il kongrelerine kadar geçen bir buçuk aylık süre zarfında, seçim döneminde parti saflarında ve çevresinde biriken kitle gücünün birim temelinde örgütlü hale getirilmesi için somut adımlar atıldı.
Örneğin İstanbul’da gerçekleştirilen birim konferansları sürecinde, temel alınan ilçeler başta olmak üzere bir çok yerde gençlik ve kadın gruplarının yeniden örgütlenmesinde somut adımlar atıldı. Kimi ilçelerde yeni Emek Gençliği grupları oluşturulurken, kimi ilçelerde de onlarca emekçi kadının içinde yer aldığı kadın grupları oluşturuldu. Mahallelerde onlarca parti grubu kuruldu. Bu grupların birim konferansları ağırlıklı olarak evlerde yapılırken, bazı gençlik konferanslarının, gençlerin gittiği kafe ve pastane gibi yerlerde yapılması, yapıldığı yerde Emek Gençliği gruplarının oluşturulması ve sorumlularının seçilmesi tutumu, örnek işler olarak öne çıktı. Kitlelerle birleşme ve mücadele örgütü olma açısından bu konferansların her birisi öğretici niteliktedir. 
Yapılan birim konferanslarında özellikle savaş karşıtı mücadeleye yönelik somut işler planlandı ve bunların bir kısmı gerçekleşti. Bir yandan kalan hedeflerin gerçekleşmesi için çalışmalar sürerken, bir yandan da yeni hedefler belirleniyor. Bunlar, seçimlerin ardından parti örgütlerinin kitle gücünü ve üye potansiyelini harekete geçirmeye yönelik olumlu adımlar.
Seçimlerin ardından parti çalışmalarının tekrar rutine dönüşmemesi için çaba sarf edilirken, bütün parti üye ve çevrelerinin parti gruplarında örgütlü bir çalışmaya katılmasında zorluklar ve sıkıntılar da yaşanıyor. Özellikle mahallelerde sokakları temel alan ve birbirine yakın oturan parti üyelerinin bir araya gelerek günlük bir çalışma yürütecek şekilde birim olarak örgütlenmesinin öneminin yeterince kavranmadığı görülüyor. Parti üyelerinin bu temelde örgütlü bir çalışma içerisine girmesi teknik bir iş gibi ele alınıyor.
3. Genel Kongre’nin, “sermayeye karşı halk güçlerinin birleştirilmesi ve mücadeleye seferber edilmesinin sorunlarının ve getirdiği sorumluluklarının tartışıldığı bir kongre olacağı” daha işin başında ortaya konmuştur. Bu temelde bir kongrenin örgütlenmesi demek, kitle çalışması çizgisinin bütün örgüt çalışmamıza egemen olması demektir. Bunun için de, parti birimlerinin sokak temelinde, yerleşim birimlerinin yakınlığına göre yeniden örgütlenmesi ve en küçük bir iş dahi yapan partilinin bu birimlerin dışında kalmaması, teknik bir iş değildir. Aksine kongre platformunun önümüzdeki süreçte yaşam bulmasının temel örgütsel dayanağıdır.
Burada bir gerçeğin daha altını çizmek gerekiyor. Fabrika ve işyeri birimlerinde çalışmaya katılan partili işçi ve emekçilerin sözü edilen birimlerde de yer alması işçi sınıfı ve emekçiler içerisindeki kitle çalışmasını zayıflatan değil güçlendiren bir adım olacaktır. Fabrika ve işyerlerini temel alan, onu halkın örgütlenmesiyle güçlendiren bir yaklaşım, 2 . Kongre hedeflerimizi günün ihtiyaçlarına uygun olarak yenilemekten başka bir anlam ifade etmez.
Öte yandan, konferans ve kongre tartışmalarında zaman zaman “Seçimler bitti, artık yuvamıza geri dönelim” şeklinde ifade edilebilecek bir içe dönme ve kendi içinde ve yakın çevresindeki ilişkilerle düzenli düzensiz bir araya gelmekle yetinme eğilimleri öne çıkıyor. Ya da oluşturulan parti, gençlik ve kadın gruplarının somut bir iş temelinde mücadeleye yeniden ve yeniden seferber edilmesinin sorunları ve zorlukları, yakınmacı tutumları gündeme getiriyor. Özellikle de günlük gazetenin okunması ve okutulmasını merkez alan bir çalışmanın istikrar kazanmasında “kolay pes eden” yaklaşımlar görülüyor. Seçim döneminde doğal kitle ilişkilerini ev ve, kahve toplantılarında vb. bir araya getirip politik mücadeleye katmak için somut adımlar atan partililerimizin bugün de benzer adımlar atma olanakları varken, bundan imtina ediliyor. Parti mücadelesini ve halk hareketini ilerletmek için “sihirli formül arayan” değerlendirmeler, farkında olunsun ya da olunmasın, yapılacak işlerin önüne geçip, yaygın ve ısrarcı bir kitle çalışmasının öneminin üstünü örten bir rol oynuyor.
Oysa mevcut durumdan bir adım ileri atmak için ne yapmak gerektiğini, İstanbul İl Konferansı’na katılan bir delegenin sözleri açıkça gösteriyor: “İstersek, müdahaleci olursak, emek harcarsak mutlaka ileriye gidiyor, somut bir mesafe kat ediyor ve emekçileri mücadeleye katmada olumlu bir sonuç alıyoruz. Bütün mesele, günlük hayatımızı ve alışkanlıklarımızı, mücadelenin ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden planlamakta.” Yine bir başka delege, fabrikasındaki parti çalışmasının dünden farkını şu kısa ama özlü cümlelerle ifade ediyor: “Seçim çalışmaları, işçilerle politika tartışma konusunda bizi cesaretlendirdi. Gördük ki, bugüne kadar fabrikamızda bir şeyleri başarabileceğimize inanmadan çalışmışız. 6 aydır ise, inanarak çalışıyoruz ve bu kısa süre bile neler yapabileceğimizi görmeye yetti. Çevremizdeki işçiler, bizi bugüne kadar kendileriyle politika tartışmadığımız için eleştiriyor.” Bir başkası ise şöyle söylüyor: “Emperyalistler ve işbirlikçileri, yöneticiler niyetlerini, yapmak istediklerini halka açıkça söylüyor ve onları bütün araçları kullanarak ikna etmeye uğraşıyor. Biz de, emekçilerin taleplerini ve yapılması gerekenleri en az onlar kadar açıklıkla, meşruluğumuza inanarak ve bütün araçlarımızı kullanarak halka anlatmalıyız. Halk bizi dinleyecektir. Çünkü biz doğruyu söylüyoruz.”
Her şey çok açık, somut ve pratik. Belki bu yaklaşımlar, konferans-kongre sürecinin geride kalan günleri içerisinde henüz bütünüyle parti güçlerimize egemen olmuş değil. Ancak mücadele devam ediyor ve yapılacaklar kongreyle sona ermeyecek. Emek, barış, demokrasi ve kardeşlik yolunda halk güçlerini birleştirmek için, ilk iki Kongre’nin öğrettiklerine yenilerini de ekleyerek yürüyüş devam edecek.

Resmi Kıbrıs politikasının iflası

Türkiye egemenleri, bugüne kadar sadece dış politikada değil, iç politikada da bol bol kullandıkları Kıbrıs konusunda tarihlerinin en zor dönemlerinden birini yaşıyorlar. Doğu Akdeniz ve çevresi açısından jeostratejik önemi nedeni ile Kıbrıs’ı “ezeli rakibi” Yunanistan’ın egemenliğine terk etmek istemeyen Türkiye, kendisinin bu yöndeki çıkarlarına uluslararası düzeyde bir meşruiyet kazandırmak için “Kıbrıs Türkü’nün can güvenliğini koruma” gerekçesini öne çıkarıyor, başka ülkeler tarafından “işgal gücü” olarak tanımlanan Ada’daki askeri varlığını da bununla açıklıyordu. Ayrı bir parlamentosu olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’nin ilanı bile temel olarak bu gerekçeye dayanıyordu. Böylelikle soruna müdahil olan uluslararası güçlere, “Tıpkı Güney Kıbrıs Rum yönetimi gibi Kuzey Kıbrıs’ta da bağımsız ve kendi parlamentosu olan bir Türk Cumhuriyeti var. Bu cumhuriyetin, halk tarafından seçilen parlamentosu ve hükümeti, Türkiye’yi kendi varlığının devamını garantiye alacak bir garantör olarak görmek istediği sürece, biz de doğal olarak onların yanında olacağız” denmiş oluyordu. Türkiye bu “taşıma devlet”le meşruiyet oluşturma politikasını garantiye alacak daha “derin” mekanizmalar da geliştirmiş, “Anavatan”dan taşınan on binlerce Türk aracılığıyla Kuzey Kıbrıs Parlamentosu’na, hükümetlerinin oluşumuna Ankara’nın resmi Kıbrıs politikasının sürekli hakim kılınması için kitle tabanı oluşturulmuştu. Denktaş ve Kuzey Kıbrıs’ta onunla birlikte davranan “şahinler”in kitle tabanını oluşturan “taşıma Türk”lere rağmen, Ankara politikalarının Kuzey Kıbrıs’taki egemenliğinin sallantıya gireceğinden endişe duyulan bütün seçimlere de zaten Ankara’nın müdahale etmiş olduğu bir sır değildir.
Ayrıca Kıbrıs politikası, Türkiye’deki siyasi odaklar bakımından hiçbir zaman sadece kendisini ifade eden bir sorun olmamış, Türkiye’deki iç politik dengeleri etkilemiş, onlardan etkilenmiştir. Kendi varlığının bir dayanağını “milliyetçilik” üstünden geniş halk yığınlarını arkasına almakta gören tüm siyasi güçler, bugüne kadar Kürt sorununu nasıl kendi varlıklarını güçlendirecek bir “iç tehdit” unsuru olarak kullandılarsa, Kıbrıs’ı da içeride kendilerine rakip partileri yıpratarak onlardan bir adım öne geçmek için öyle kullanmışlardır. Generallerden başlayarak, devlet bürokrasisine hakim olan bu eğilimin “sivil siyasi” tarafını sağdan MHP, “sol”dan da DSP ve İP gibi partiler oluşturmaktadır.
Kuzey Kıbrıs’ta, Denktaş ve onun Ankara’daki uzantılarının hedefe konulduğu mitinglere bu siyasi odakların “şahin” bir tepki ile karşılık vermeleri de, bu gerçekliğin somut göstergesidir. Kuzey Kıbrıs’ta çok sayıda siyasi parti, sendika ve kitle örgütü tarafından oluşturulan “Bu Memleket Bizim” Plaftormu tarafından düzenlenen mitinglerin geçtiğimiz Ocak ayının ortasında Kuzey Kıbrıs nüfusunun dörtte birine kadar ulaşması, hem Denktaş’ı hem onu destekleyen Türkiye’deki güçleri fazlasıyla endişelendirmiştir. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın oğlunun başında bulunduğu koalisyon ortağı partinin bile bu mitinglere katılım konusunda milletvekillerini serbest bırakacak duruma gelmesi, Ankara politikalarına karşı muhalefetin Kuzey Kıbrıs’ta ulaştığı boyutun öncesine göre çok daha ileri bir noktaya ulaştığını göstermektedir.

SAĞDAN ‘SOL’A KUZEY KIBRIS TÜRKLERİNE MEYDAN OKUYAN ANAVATAN TÜRKÇÜLÜĞÜ
Bugüne kadar “yavruvatan Türklerini” koruma üstüne siyaset yapan Türkiye’deki siyasi çevrelerde endişe uyandıran bu durum karşısında Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök’ün “Dikkatle izliyoruz” demesi, seçimde tarihi bir hezimet yaşayan DSP Genel Başkanı Ecevit’in katıldığı bir dizi toplantı ve konferansta “Kıbrıs elden gidiyor” türünden değerlendirmelerle kaybettiği “milliyetçi sol” tabanı yeniden genişletmeye çalışması, onunla birlikte barajın altına düşen MHP’nin benzer bir tutum içine girmesi, bu bakımdan hiç de sürpriz olmayan gelişmelerdendi. Kuzey Kıbrıs’ta alanları doldurarak Denktaş’ın istifasını isteyen ve Ankara’nın müdahalelerini reddeden Kuzey Kıbrıs Türklerine yanıt olarak harekete geçen Ülkü Ocakları mensupları Türkiye’nin çeşitli illerinde “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır” mitingleri düzenlediler.
Okurlarına promosyon olarak Türk-KKTC bayrağı veren Ortadoğu gazetesinin “Milli ruh şahlandı” başlığı ile manşetine taşınan haberde şöyle deniliyordu: “Gazetemiz Ortadoğu’nun verdiği KKTC ve Türk bayrakları ile on binler, tüm dünyaya Denktaş’ın yanında olduklarını haykırdılar. Dün Mersin, Tekirdağ, Konya, Samsun ve Niğde’de yapılan mitinglerde, Annan Planı’nın adayı Rum’a teslim etmekten öte bir anlamı olmadığı belirtildi.” (19 Ocak 2003)
28 Şubat askeri müdahalesi ile eşzamanlı olarak, MGK’yı “sol milliyetçi” bir noktadan desteklemek konusunda “militan” bir siyasi hat izleyen İşçi Partisi (İP) de, büyük kentlerin sokaklarını “Kıbrıs’ı veren, Türkiye’yi verir” yazılı afişlerle donattı. Varlıklarını, halkı “iç tehdit”, “dış tehdit” ve onunla bağlantılı “iç düşman”, “dış düşman” kamplaştırmasında gören bu akımları parlamento içinde de CHP destekledi. Tek başına iktidar olan AKP’nin lideri Erdoğan’ın, içeride elini güçlendirmek, kendisine başbakanlık yolunu açmak ve partisine belirli endişelerle yaklaşan çevrelere karşı “küresel güçlerin” desteğini arkasına alma siyasetinin bir ürünü olarak Annan Planı’na yakın durmasını fırsat bilen CHP; böylelikle Türkiye emekçilerini işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm eden, ülke kaynaklarının sınırsız bir biçimde emperyalist güçlere peşkeş çekilmesinin önünü açan IMF-DB politikalarına karşı tek bir laf söylememenin yarattığı “kuşkuyu”, Türkiye emekçilerinin yıllarca milliyetçi önyargılarla manipüle edildiği Kıbrıs sorununda sözde “milli” bir pozisyon alarak kamufle etmeye yöneldi. Bu akımları destekleyenler arasında siyaseten ciddi bir pozisyonu bulunmasa da “Türk Solu” çevresini de atlamayalım. “Sol milliyetçi” siyaseti provokatif bir zeminden yapan bu dergi çevresi de, Annan Planı üstünden yapılan tartışmaya, “BM’nin Kıbrıs Planı Türkleri ablukaya alıyor” değerlendirmesi ile katıldı ve şuna “dikkat” çekti: “Kıbrıslı Türkler ve liderleri Denktaş, bu mücadelede yanlarında en çok Türk hükümetini görmek isterlerdi. Ama olmuyor. Ancak elbette Türk halkının Milli davaya olan sarsılmaz bağlılığından şüphe duymuyorlar. Halkın Denktaş hakkındaki gerçek düşüncelerini ise, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Denktaş’ı Ankara’da İbni Sina Hastanesi’nde ziyaret ederken söylüyor: ‘Mücadeleci ruhu yüzüne vurmuş, çok yüce bir kişilik. Bir ömrü, inandığı dava uğruna harcamış bir kişi. Onun görmem bana her zaman yüreklilik ve cesaret vermiştir.’ Genelkurmay Başkanı Özkök, Denktaş’ın huzurunda ilgililere Milli davanın sahipsiz olmadığını bir kere daha bildiriyor.” (16\12\2002)
Bu siyasi parti ve çevrelere ek olarak, Türkiye medyasının konuya yaklaşımının en tipik örneklerinden birini Hürriyet gazetesi sergiledi. Gazetenin başyazarı Oktay Ekşi’nin de aralarında bulunduğu Hürriyet mareşallerinin Kıbrıs’a yaptıkları çıkarma, Denktaş-Ankara politikalarına karşı tarihinin en kitlesel gösterilerini yapan Kuzey Kıbrıs Türklerini hedefe koydu. Bugüne kadar, “düşman” muamelesi yapmak dışında muhatap almadıkları Güney Kıbrıs Lideri Klerides’le görüşen Hürriyet yazarlarının, “Klerides Kıbrıslı Türklere seslendi: Rauf Gitmesin” (22 Ocak 2003) başlığını manşete taşımaları, Kuzey Kıbrıs Türklerine yönelik “Bakın sizin yaptığını düşman yapmıyor. Sizin sokaklara dökülüp gitmesini istediğiniz liderinizi, onun ezeli düşmanı Klerides bile destekliyor” mesajını içeriyordu. Daha çok bir azarlama niteliği taşıyan bu mesajın ardından bir sonraki gün de Oktay Ekşi, “Mitinglerin bir başka yüzü” başlığı ile yayımlanan yazısında, daha önce Bergama köylülerinin mücadelelerini karalamak için başvurulan yöntemi kullanarak, Kuzey Kıbrıs’taki mitinglerin arkasında bazı Amerikan vakıflarının desteğinin olduğunu iddia etti. Bu kara propagandaların tümü, Kıbrıs sorunun, Türkiye medyası açısından aslında Kuzey Kıbrıslıların değil, Türkiye’nin stratejik çıkarları sorunu olarak kavrandığının açık bir itirafını oluşturmaktadır.
Ekşi bu tutumunu adaya gitmeden önce de şu sözlerle zaten ima etmişti:
“Halk oylamasında Annan Planı’nı isteyenler kazanırsa mesele kalmaz. Kıbrıs’la Türkiye’nin yolları ayrılır. Kıbrıs Girit olur. Türkiye bir ‘Kuzey Kıbrıs’ olmadan ‘Türklüğünü’ nasıl sürdürdüyse yine de sürdürür. Ama Kuzey Kıbrıs’ta şimdi yollara düşenler de acaba sürdürebilir mi? ‘Sürdüremezsek size ne’ diyenlere peşin söyleyelim: Ama sonra ağlama yok.” (Oktay Ekşi, Hürriyet, 16 Ocak 2003)

ADAM YERİNE KOYMAMA SİYASETİNİN SONU
Oktay Ekşi’nin, “Ama sonra ağlama yok” diye ifade ettiği bu aşağılama, “aşağılayarak kurtarma” tutumu, aslında Türkiye egemenlerini Kuzey Kıbrıs Türklerinin gözünde kendisini tecrit eden politikaların da kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Kuzey Kıbrıs Türkünü “Adam yerine koymama siyaseti”, Kuzey Kıbrıs’ta oluşturulan parlamento ve kimsenin tanımamasından yakınılan “taşıma devletin” artık Kuzey Kıbrıslılar için bir yük haline dönüşmüş olmasının gerisindeki temel tutumlardandır. Bu tutum, Osmanlı’dan bugüne kadar değişmemiş bir tutumdur: “Kıbrıs’ta Türk tarafının bugünkü zor duruma düşmesini -bir başka deyişle, birçok ülke tarafından ‘işgalci’ olarak görülmesini- pek çok faktöre bağlayabiliriz. Burada sadece pek konuşulmayan bir faktör ele alınacak. O da Kıbrıs Türklerinin hiçbir zaman ciddiye alınmaması veya daha kaba bir tabirle ‘adam yerine konmaması’dır. Kıbrıs Türkleri ne Rumlar, ne Avrupalılar ne Amerikalılar ve ne de yazık ki Türkler tarafından hiçbir zaman ciddiye alınmadı. Kıbrıs Türkü, adanın Osmanlılar tarafından İngilizlere kiralandığı 1878’den beri ciddiye alınmamasına rağmen sömürgeci İngiliz idaresine karşı varlığını ve Türklüğü’nü sürdürmüştür.
Kıbrıs Türk’ü, 1950’li ve 60’lı yıllarda bu sefer Rumların tüm baskılarına ve mezalimine -yani adam yerine konulmamasına- rağmen yine varlığını ve Türklüğü’nü sürdürmüştür. Kıbrıs Türkü bu mücadeleyi vermeseydi bugün bir Kıbrıs sorunu olmaz ve Kıbrıs tamamen bir Elen adası olurdu.
1974 Barış Harekâtı’ndan sonra özgürlüğünü ve bağımsızlığını kazanan Kıbrıs Türkü, bu sefer de yıllar içinde Türk ve Kıbrıs Türk yönetici seçkinleri tarafından ciddiye alınmamıştır. Sonuç ise içler acısıdır. Bugün Kıbrıs Türkü, üretimden kopuk; Türkiye’nin yardımına muhtaç konumdadır. Hatta KKTC’de kendi kendini tam bağımsız şekilde yönetmesine bile izin verilmemiştir. Türk tezine alternatif tez üretenler ‘vatan haini’ olarak mimlenmiştir. Bundan dolayı da, Kıbrıs Türkü’ne Türkiye’deki bazı çevreler tarafından ‘tembel’, ‘asalak’, ‘kadir kıymet bilmez’ gibi haksız sıfatlar yakıştırılmıştır. Bu ağır koşullar içinde de birçok Kıbrıs Türkü adayı terk edip, ekmeğini başka ülkelerde aramaktadır.
KKTC’deki böyle bir görüntü, sadece müzakere masasında Türk tarafını zora sokmakla kalmayıp Türkiye’yi uluslararası platformlarda da zor durumda bırakmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin son kararı da bilindiği gibi adanın kuzeyinde sorumlu otorite olarak Kıbrıs Türklerini değil, Türkiye’yi görmektedir. Türkiye kabul etmelidir ki -Kıbrıs konusunda ne kadar haklı olursa olsun- bu görüntüyü bizzat kendisi yaratmıştır.” (Ahmet Sözen, “AB Sürecinde Kıbrıs Uyuşmazlığı: Tünelin Ucundaki Işık”, Foreign Policy, Türkiye Baskısı, Mayıs-Haziran/Temmuz-Ağustos 2002 s.68-69)
Ne var ki, ‘adam yerine koymama’ tutumu, sadece devletin yönetme geleneği ya da onu sağdan ve ‘sol’dan destekleyen çevrelerle sınırlı olmayan yaygın bir özellik taşıyor. “İşçi Mücadelesi” dergisi, “Emperyalizmin ve şovenizmin kıskacında Kıbrıs” başlığını taşıyan yazısında, “Ne yazık ki, çözüm yanlısı olan güçler emperyalist egemenliği sorgulamamakta ve umutlarını emperyalist AB’ye bağlamaktadır” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “Sol adına, sosyalizm adına emperyalizmin çizdiği çerçeve içinde, hareket etmeyi kabul eden, Kıbrıs burjuvazisinin sözcüleriyle birlikte davranıp, aynı görüşleri paylaşan sınıf işbirlikçisi ve emperyalizm yanlısı tutumun sosyalizmle bir ilgili bulunmadığı açıktır ve bu tutum teşhir edilmelidir.” (Kasım-Aralık 2002)
Öncelikle Kıbrıs’ta “Bu memleket bizim” platformunu oluşturan güçlerin tümünün tercihlerini AB’den yana kullanmadıklarını hatırlattıktan sonra, Kuzey Kıbrıs muhalefeti gerçeği içinde AB’ye yüklenen anlamla Türkiye’deki arasında bir fark bulunduğunu belirtmek gerekir. Türkiye burjuvazisinin Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana savunduğu temel politikalarının bir sonucu olarak bugün Türkiye’de -her ne kadar girişin tarzına ilişkin tartışmalar bulunuyor da olsa- MGK kararı olarak savunulan AB’yi, Kuzey Kıbrıs’ta savunan güçler, Ada’da bulunan MGK’cı şahin takımının hışmından kurtulamamakta, hatta saldırıya bile uğramaktadır. Bu gerçeklik, Kuzey Kıbrıs’ta çözüm yanlılarının özgürlük ve barış taleplerini dillendirirken, AB konusunda yaşadıkları sınıf kaymasını da etkileyen, onlarda Ankara’nın ve Denktaş’ın temsil ettiği resmi Kıbrıs politikasına karşı tavır almakla neredeyse eşanlamlı hale dönüşen bir özellik taşımaktır. Bu gerçeğin AB gerçeğini değiştirmiyor olduğunu söyleyip, işin bu tarafını tamamen kestirip atmak, Kuzey Kıbrıs gerçeğinde muhalefetin niteliğini çözümleme ve onu ileriye doğru değiştirme iradesini de olumsuz yönde etkileyecek bir özellik taşımaktadır. Zaten bu görüşü savunanların bugün için Kuzey Kıbrıs Türklerine önerdikleri bir şey de bulunmamaktadır. İşçi Mücadelesi dergisinin yukarıda aktarma yaptığımız yazısının devamında ifade edilen şu tespitler bu açıdan tipiktir: “Devrimci Marksistler Kıbrıs sorununun çözümünün, Kıbrıs halkına ait olduğunu, emperyalistlerin yer almadığı, eşit, adil, demokratik ve enternasyonalist bir yaklaşımla sorunların aşılabileceğini savunurlar. Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgili, dünyanın bu bölgesindeki devrim ve sosyalizm mücadelesini gözeterek tavır almak gerektiğini ve buradaki asli rolün de Rum ve Türk işçi ve emekçileriyle, onların gelecekteki devrimci siyasal partisine düştüğünü bıkmadan savunurlar.”
Bir paragrafta geçen onca “devrim”, “sosyalizm”, “işçi ve emekçi” laflarının ardından çözümün “gelecekteki devrimci siyasal parti”ye havale edilmiş olmasını, bugüne ilişkin politikasızlıktan başka neyle açıklayalım? Kıbrıslı Türk ve Rum emekçinin bugün yaşadığı gerçeklik konusunda, karşısına çıkan duruma nasıl tavır alması değil, onlara nasıl davranmaması gerektiğini söyleyen ve işi geleceğe havale eden bir yaklaşımın, geleceği değil bugünü yaşayan bir emekçiye hayrı dokunabilir mi? Hayattan tamamen kopuk, “labaratuvar sosyalizm”inin sınırlarını aşmayan bu türden değerlendirmeler, çözüm bekleyen yaşamın güncel gerçekleri karşısında ciddiyetten uzak bir özellik taşımaktadır. Yeni bir durumu, onun belirleyici öznelerinin emperyalist bir karakter taşıdığı gerekçesiyle reddederken, içinde yaşanılan durumun da emperyalist bir statüko olduğu unutulmamalı; dolayısıyla ortaya çıkan her yeni durumu, bu gerçeklikten kurtulma olanakları açısından değerlendirmenin gerekliliği de göz ardı edilmemelidir.

KUZEY KIBRIS HALKININ İRADESİNE SAYGI GÖSTERİLMELİ
Kıbrıs sorununda şovenizmin beslendiği zemini kaydıracak her türlü gelişimin, buraya kadar belirli örnekleri sıralanan şovenist kışkırtma siyasetin altını oyacağı, dolayısıyla Türkiye işçi ve emekçilerine dönük saldırılarda sık sık gözbağı olarak kullanılan bir sorundan onları kurtaracağı açıktır. Kuzey Kıbrıslı tüm emek örgütlerinin “Bu Memleket Bizim” adı altında oluşturdukları ortak platformun çatısı altında kendi kaderlerini tayin etme taleplerine bu biçimde yanıt verenlerin derdi; Kıbrıs Türk’ü olmadığı gibi, aslında Türkiye’nin ya da Türkiyeli emekçilerin çıkarı da olmadığı açıktır. Çünkü enternasyonalist bir politikadan beklenen doğal tepki Kuzey Kıbrıslıların ortaya koydukları taleplere saygılı davranmaktır. Kıbrıs sorunu konusunda Kıbrıslı Türk’ten daha fazla iddia sahibi olma yaklaşımı, Türkiye işçi ve emekçilerini fetihçi, şoven politikalara yedekleme siyasetinden başka bir amaca hizmet etmeyeceği için, Türkiyeli emek örgütlerinin de bu tür yaklaşımlara karşı uyanık olması ve karşısına enternasyonalist bir tutumla çıkmasını gerektirmektedir. Kıbrıs sorununda gerici bir tutum alan ülke egemenleri ile onlara sağdan ‘sol’a kitle tabanı oluşturmaya çalışan güçlerin, Türkiye’nin demokratikleşme sorunları konusunda ortak davranmaları, Kürt sorununun demokratik çözümünden diğer birçok temel demokrasi gündemine kadar ortak bir hatta hareket etmeleri tesadüf değildir. Ülkenin demokratikleştirilmesi için mücadele eden emek ve demokrasi güçlerinin, bu konuda da resmi tutumdan farklı davranmaları bir zorunluluktur.
Kıbrıslı Türk ve Rum emekçilerin çıkarı, Ada’ya dışarıdan yapılan müdahalelerin son bulmasını gerektirmektedir. İngiliz üsleri başta olmak üzere Ada’ya dışarıdan taşınan askeri varlıktan kurtulmadan, onların gölgesinden, onların politikaya ve tüm yaşama müdahalesinden kurtulmak da mümkün değildir. Ancak, Ada’nın her iki kesiminin egemenlik hakkını tanıyan bir adımın, Ada üzerinde stratejik çıkarları bulunan Ankara ve Atina’nın “güvenlik” endişelerinin dayattığı ideolojik iklimin gölgesinde kalmadan değerlendirilmesi gerekir. Kıbrıs’ın Türk-Rum işçi ve emekçilerinin, kendi kaderlerini özgürce tayin edebilme olanaklarını geliştirmek açısından, buna nispi düzeyde de olsa olanak tanıyabilecek her yeni durumu görme ve onu kendi lehlerine derinleştirmeyi tercih etmeleri göz ardı edilemeyecek bir gerekliliktir. Vaktiyle, içinde yaşadıkları Ada ile birlikte Osmanlılar tarafından İngilizlere “kiralanan” Türkler, bugün geldikleri noktada, “Artık kendi kaderimizi tayin etmek istiyoruz” diyorlarsa, ona Ankara politikalarını temsil eden güçlerin yaptığı gibi “Henüz gerçekleri göremiyorsun” demek yerine saygı göstermek en doğru tutum olur.
Bugüne kadar yaşadığı toprak parçasına, kontrgerilla talim merkezi, karapara aklama merkezi, kumarhane ekonomisinin merkezi muamelesini reva görenlerle artık aralarına büyük bir mesafe koyan Kuzey Kıbrıs Türklerine, “düşmanın elini güçlendiriyorlar” gibi gerekçelerle baskı ve kuşku ile yaklaşma tutumu, kendisini tecrit etmekten başka bir şeye yaramayacaktır.
Gelinen nokta; Ankara’nın onlarca yıldır uyguladığı resmi Kıbrıs politikasının iflasına işaret etmektedir. Bunu dikkate almayarak Türkiye ile birleşme iddiasında ısrar etmekse, Kuzey Kıbrıs Türklerinin başka ülkelere göç ederek terki diyar ettikleri bir kara parçası ile birleşmekten başka bir şeyi doğurmayacaktır.

ABD’nin bölge politikaları ve kürt sorunu

Son birkaç ayda, olayların gelişim yönü ve seyrinin işaret ettiği en önemli sorunlardan birini, emperyalist büyük devletlerin Irak politikaları kapsamında kızışan rekabeti ve ABD-İngiliz saldırgan cephesinin gündeme getirdikleri askeri müdahalenin, bölgenin diğer tüm halklarıyla birlikte, yoğun bir biçimde Kürt emekçilerinin yaşamını etki altına alması oluşturuyor.
Sorun, çeşitli yanlarıyla ve birçok kez, yayın organlarımızda değerlendirildi. Kuşkusuz yine de söylenecekler var. Ülkemizin de içinde yer aldığı geniş, verimli ve stratejik bölge, emperyalist rekabet ve çatışmalarda belirleyici alanlardan biri olmaya devam ettiği sürece, dış karışmalar ve istikrarsızlık kaçınılmaz olacak; çok yönlü sorunlar, politik-ideolojik ve pratik unsurlarıyla işçi sınıfı ve emekçilerin gündeminde de yer alacaktır. Bölgedeki gelişmelerin daha genel etkilere yol açanları farklı boyutlarda ele alındıkları için bir yana bırakılırsa, son birkaç aylık gelişmeler, sorunun bu başlık altında yeniden irdelenmesini bir zorunluluk haline getiriyor. Gelişmelere, geçmiş olaylarla bağlantıları içinde daha yakından bakalım: Türk ordusunun Irak Kürdistanı’nda askeri bir bölge oluşturması (Irak topraklarında 70 km. derinlikte bir tampon bölge oluşturulması için ABD yetkilileriyle görüşmeler yapıldı), Diyarbakır, Batman ve İncirlik üslerinin ABD-İngiliz savaş birliklerinin emrine verilmesi, Diyarbakır başta olmak üzere bölgenin altı başlıca kentinin “kritik iller” statüsüne alınması; Diyarbakır’da yapılmak istenen savaş karşıtı kitle protestosunun yasaklanması vb. gelişmeler; Irak’a yönelik saldırı savaşının Irak ve Türkiye Kürtlerinin yaşamını dolaysız olarak, ancak yıkıcı ve tahrip edici yönde etkileyeceğinin ilk işaretleridir. Salt bu gelişmeler dahi, savaşa Kürt ulus ve Kürt emekçi duyarlılığını önemli ve zorunlu kılmaktadır. Kuşkusuz, bu duyarlılık yoğunluğuna yol açan ve mücadele gerektiren gelişmeler daha da kapsamlıdır.
AMERİKAN EMPERYALİZMİNİN BÖLGE POLİTİKASI
Yıllar önce, Zbigniew Brzezinsky, ‘Avrasya’nın ele geçirilmesinin dünya hakimiyeti olanağı olarak görülmesi gerektiği yönünde sözler etmişti. Bugünkü Amerikan savaş karargâhının çetebaşı Bush’un babası eski “başkan” Bush da, 1991’de “Bizim ekonomimiz, bizim özgürlüğümüz, hatta bizim yaşamımız için en büyük tehlike, petrol rezervlerinin Saddam’ın elinde bulunmasıdır” diyordu. Bush çetesinin ekonomi danışmanlarından Lindsey de, birkaç ay önce, “Irak’ta rejim değişirse, dünya piyasalarına günde beş milyon varil daha fazla petrol akar. Başarılı bir savaş bu akışı sağlayabilir!” diyerek, Amerikan saldırganlığının ve bölgeye yönelik planlarının hedeflerinden birini “aydınlatmıştı”!
Amerikan-İngiliz savaş politikası, kapitalist-emperyalist dünya ekonomisinin içinde bulunduğu istikrarsızlık, durgunluk ve kriz koşullarından ve uluslararası ilişkilerin gerginleşmesinden bağımsız değildir. ABD ve başlıca büyük kapitalist ülkelerde bir yanda aşırı üretim, diğer yanda emekçilerin alım gücünün düşmesi ve tüketim yetersizliği durmaktadır. Özelleştirme, işten atma ve sendikasızlaştırma üzerinden düşük ücret ve maaş dayatması talep daralmasına neden olurken, stoklar büyümekte; emperyalist ülkelerdekiler başta olmak üzere burjuva devletleri silah sanayiine kaynak aktararak ekonomiyi canlandırmaya çalışmakta, bu da gerginlik ve çatışmalara ivme kazandırıcı ve büyüme oranlarını sınırlayıcı bir işlev görmektedir.(1) Pazarların yeniden paylaşımı talebi, hammaddelerin denetimi, sermaye ihraç alanlarının genişletilmesi, rekabette tekel hakimiyetinin dayatılmasını ve şiddet politikalarını gündeme getirmektedir. Büyük kapitalist güçlerin birbirleriyle çatışmasının bu rekabet üzerinden yol alacağı bugünden söylenebilir. ABD’nin bugünkü politikaları, az sayıda gelişmiş kapitalist ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu sömürge bağımlılığı altına almak üzere mali, diplomatik, politik ve askeri güç dayatmaya başvurması kapsamında gelişmektedir.
Amerikan politikası, Irak kaynaklarının ele geçirilmesi ve İran-Suriye-Yemen gibi bölge ülkelerinin daha dolaysız kontrolü üzerinden, başta Rusya olmak üzere Asya’nın büyük devletlerini rekabette geri püskürtmek ve hakimiyet alanlarını Güneydoğu Asya’ya doğru genişletmeyi içermektedir.
Amerikan yönetimi, BM Güvenlik Konseyi Irak’a askeri saldırıyı onaylamasa bile, bu ülkeye saldıracağını açıklamakla, iddia edildiği gibi, sorunun, “Irak’ı silahsızlandırma” değil; pazarların genişletilmesi ve hammadde kaynaklarını ele geçirme olduğunu göstermiştir. Bush yönetimi İkinci Dünya Savaşı sonrasında Japonya’nın General Mac Artur yönetiminde altı yıllık yağmasına benzer bir askeri vali idaresinde Irak’ı sömürge bağımlılığı içine alma çabasındadır.
Bush ve çetesi, Amerikan petrol ve silah tekelleriyle ortaklıklarının da etkisiyle (Irak petrol yatakları, dünya rezervlerinin yüzde 11’ini oluşturmaktadır ve Suudi Arabistan’dan sonra ikinci sırada gelmektedir) savaş çığlıkları atmaya devam etmektedir. Irak ve ardından diğer ülkelerin petrol ve doğalgaz kaynaklarının Amerikan-İngiliz tekellerinin ve devletlerinin denetimine alınması, salt ekonomik alanda değil, askeri-mali ve politik bakımdan da bu ülkeleri rakiplerine karşı daha fazla avantajlı duruma getirecektir. Bölgenin “stratejik kaynaklar”ının denetimi, Amerikan enerji sektörünün “kritik durum”dan çıkarılmasına hizmet edecek, ekonomisinin, dış politikasının ve “güvenliği”nin güçlendirilmesi olanaklarını genişletecektir.(2)
Amerikan yönetimi, 11 Eylül olaylarını saldırgan-yayılmacı politikalarını uygulamada yeni bir fırsat olarak değerlendirdi. “Küresel genişleme” için yaptığı planları “terörle savaş” adına  uygulamaya koydu. Afganistan’ın işgali ve ABD güçlerinin Orta Asya cumhuriyetlerine yerleşmeleri aynı gerekçeyle olanaklı olabildi. Bush çetesi yalan propagandayla “yandaş bulma”; Irak saldırısı için kullanabilecek “veriler” yaratma ve oluşturma çabalarını, “savaş koşulları gereği” sayarak sürdürmüştür. Kitleleri savaşın “demokrasiyi yerleştirmek” ve dünyayı “kötülerden kurtarmak” için çıkarıldığına inandırmak amacıyla yürütülen propaganda, savaş hazırlığında önemli bir yer tutmaktadır. Bu propaganda, genellikle istihbarat örgütlerinin ürettikleri veriler üzerinden ve yalana dayalı olarak yürütülmektedir.(3)
“11 Eylül’den sonra her şeyin değiştiği” propagandası yoğunluk kazanmakla birlikte, daha uçaklar Dünya Ticaret Merkezi’ne çarpmadan, Bush’un masasında Afganistan’ın işgal planlarının hazır durduğu sonradan açığa çıkarken, Rumsfeld ve savaşçı çetenin diğer üyeleri, Irak yönetimini devirme gereği üzerine konuşmaları yoğunlaştırdılar. 11 Ekim 2002 tarihli Los Angeles Times gazetesi, “Bush yönetimindeki yetkililerin CIA uzmanlarına, Irak değerlendirmesini, Saddam Hüseyin’e karşı cephe almaya yardım edecek şekilde yapmaları için baskı uyguladığını” yazarken, Amerikan politikasının önemli bir hedefine işaret ediyordu. “Ulusal Güvenlik Stratejisi” (UGS) ilanıyla, ABD ve Bush yönetimi, istediği zaman ve istediği yerde, Amerikan çıkarlarının tehdit edildiği ya da edileceği varsayıldığında, askeri güç kullanmayı, ABD’nin “hakkı” olarak ilan ediyor; “sağduyu itibariyle ve kendini savunmak için Amerika, bu tür tehditleri daha başlamadan bitirmek için harekete geçecektir” diyordu. Irak ve yönetiminin “Amerikan çıkarları için tehdit” sayılarak hedefe konması, ilan edilen bu stratejiye uygun düşmektedir. Aynı politika kapsamında hangi ülkenin ne zaman biyolojik, kimyasal ve nükleer Amerikan saldırısı hedefine gireceği belirsizdir. Nitekim Bush çetesi, nükleer güç sahibi bütün ülkeleri tehdit etmiş; bu teknolojiyi geliştirmek isteyenleri, daha “işin başında etkisiz kılmak” üzere “şeytan” ilan etmiştir.

ABD’NİN ASKERİ MÜDAHALESİ VE KÜRT SORUNUNA ETKİLERİ
Diğer emperyalist ülkeler gibi, ABD’nin Kürt politikasının özünü de, sorunun emperyalist amaçlarla istismarı ve kullanılması oluşturuyor. Öncesi bir yana son otuz-kırk yıllık süreç, ve bu süreçteki gelişmeler, ABD yönetimlerinin, Kürt sorununu, İran, Irak ve Türkiye egemen sınıflarını işbirlikçiliğe daha fazla zorlamak üzere bir baskı unsuru olarak kullanmaya; Kürt  işbirlikçiliği üzerinden Kürt özgürlük mücadelesini yedeklemeye çalıştıklarını; burjuva-şovenist propagandanın aksine, “bağımsız bir Kürdistan kurma”yı hedeflemediklerini; ancak bu “potansiyel tehdit”i bir şantaj aracı olarak kullanmaktan da vazgeçmediklerini göstermektedir. ABD yöneticileri, amaçları içinde Kürt devleti oluşturmak diye bir şey olmadığını birçok kez açıkladılar. Bu açıklamaların “samimiyeti”ni gösterir birçok örnekten söz edilebilir. En yakın ve bilinen örnek, Körfez saldırısı ya da savaşıdır. Saddam yönetiminin en güç dönemlerinden birinde ABD, Irak Kürtleri’nin bağımsız bir devlet kurmaları yönünde değil; aksine Irak’ın “Saddamsız yönetimi” üzerinde denetleyici olmak üzere, toprak ve devlet bütünlüğünü savunmaya devam etmiştir. Bu, ABD’nin bölge politikalarıyla uygunluk gösteren bir taktiktir. Onun çıkarları, Türkiye, İran ve hatta Suriye gibi bölge ülkelerinin Kürt sorunu nedeniyle karşıya alınmalarını değil, aksine hakimiyeti altında tutulmalarını ve kullanılmalarını gerektirmektedir.(4)
Batılı büyük güçlerin Kürt sorununa ilgilerinin tarihi, Ortadoğu’ya ilgilerinin tarihiyle zamandaş olmakla birlikte, Kürt unsura ilgileri, bölge ülkeleri yönetimleriyle ilişkilerinin seyrine bağlı olarak değişiklik göstermiştir. Irak, İran gibi ülkelerdeki toplumsal gelişmeler İngiliz-Fransız ve ABD çıkarlarına aykırılık gösterdiğinde, Kürt sorunu, bu gelişmelerin rotasını değiştirmek üzere istismar edilmiş, Kürt işbirlikçiliği geliştirilmeye; geri toplumsal yapının feodal, aşiretçi vb. bağlarından yararlanılmaya; bu “bağlantı”lar ilgili ülke yönetimlerinin uşaklık çizgisinde yürümesi için baskı unsuru olarak kullanılmaya çalışılmış; bu ülkelerin işbirlikçi sınıflarıyla ilişkilerin “istikrarlı olduğu” dönemlerde de, “Kürtlerin kaderi” sorunu “uyku hali”ne terk edilmiştir. Denebilir ki, Batılı emperyalist güçlerin Kürt sorunuyla ilişkilerinin özünü, ilgili bölge ülkeleri egemen sınıflarını uşaklık ve işbirlikçilik çizgisinde emperyalist politikalara bağlı tutmak üzere, sorunun kullanılması oluşturmuştur. Bu, Kürt özgürlüğü ya da ulusların bağımsız yaşama, bağımsız devlet kurma hak ve taleplerinin emperyalist politikada yerinin olmadığının da kanıtıdır. ABD başta olmak üzere, Batılı emperyalist yöneticilerin hemen her fırsatta, “Kürt devleti kurma gibi bir hedefleri bulunmadığı”nı ilan etmeleri, bazı gerici-şoven çevrelerin göstermek istedikleri gibi bir manevra değil; mevcut koşullarda emperyalist çıkarlara uygun düşen politika belirlemesidir. Bölgenin bugünkü yapısını değiştirmeyi gerektiren ve dayatan uluslararası bir büyük kapışma olmaksızın, Türkiye’yi parçalama pahasına “Kürdistan devleti kurma”yı Batılı emperyalistlerin yararlı bulmaları için bir neden yoktur.
Böyle bir adımın atılması, stratejik işbirliği anlaşmaları ve öteki kurumlaşmalarla kendisine bağlı, uluslararası alanda ve bölgede kendi politikalarının taşeronluğunu yapan ve büyük bir askeri güce, askeri-politik merkezi yapıya ve yüzyılların deneyimine dayanan devlet örgütlenmesine sahip bir önemli bölge ülkesinin gözden çıkarılması anlamına gelir ki, ABD ya da bir başka büyük emperyalist gücün yöneticileri bu kadar kör ve aptal değildirler. Emperyalistler için çıkar alanları ve hakimiyet bölgelerinin denetimi birincil önemdedir. İşbirlikçiler işbirlikçiliği sürdürdükleri sürece, emperyalistlerin uşak değişimine gitmeleri; deneyli ve kurumsallaşmış işbirlikçilik yerine, geri, kurumsallaşmaktan ve devlet deneyiminden uzak olanı koymaları için bir neden yoktur.
Son on iki yıllık süreç, uluslararası etkileri ya da bağlantıları olan diğer çeşitli sorunlarla birlikte Irak “sorunu” kapsamında “Kürt sorunu”nun da yoğun biçimde tartışıldığı bir dönem oldu. Kürt sorununun bu yoğunlukta tartışılmasının başlıca ve tek nedeni, elbette, “Kuzey Irak’ta kurulduğu” ya da “kurulma aşamasına geldiği” belirtilen “Kürt Federe Devleti”nin Batı emperyalist ülkeleri ve bölge ülkeleri hakim sınıflarıyla kurduğu “ilişkiler”le sınırlı değildi. Asıl neden, Kürt sorununun çözümsüz kalmış ve gecikmiş bir ulusal sorun olarak varlığını sürdürmesiydi. Kürt sorunu, uluslararası ve bölgesel özellikte bir sorun olması ve çözümsüz kalmasıyla, sorunun muhatabı tüm bölge ülkelerinde; özellikle de Türkiye ve Irak’ta istikrarsızlığın en önemli etkenlerinden biriydi. Türkiye ve Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeler, 90’lı yıllarda ABD’nin fiili müdahaleleriyle birleşince, bölgesel ve uluslararası gelişmelerin Kürt sorununa etkilerinde de yoğunlaşma yaşandı. ABD başta olmak üzere, Batılı büyük güçlerin Ortadoğu, Körfez bölgesi ve Kafkasya’ya yönelik politikaları kapsamında Kürt sorunu ve Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeler, bölge ülkelerinin birbirleriyle ilişkilerinin ve her bir ülkenin iç sorunlarının yoğunlaşmasında daha fazla rol oynamaya başladı. ABD-İngiliz politikasının yön verdiği Birinci Körfez Savaşı ya da Irak’ın emperyalist işgali amacıyla bu güçlerin merkezi yönlendirmesinde oluşturulan gerici koalisyon ordularının Irak’a saldırısı; Amerikan-İngiliz devletleri ve tekellerinin rakiplerle ve bölge ülkelerine karşı ekonomik-askeri ve politik hamlelerinin yanı sıra; bölge ülkeleri egemen sınıflarının “kendi Kürtleri”yle ilişkilerini de, bir tür yeni değişim sürecine soktu.
Kürt sorununun çözümsüzlüğü, stratejik konumu ve zengin hammadde kaynaklarıyla dünya egemenliği için sürdürülen kapitalist-emperyalist rekabette ihmal edilemez stratejik bir yer tutan –Türkiye’nin de içinde yer aldığı– Ortadoğu, Ortaasya, Kafkasya ve Hazar havzası gibi geniş bir bölgeye ilişkin gerici plan ve politikaların uygulanması doğrultusunda, bu sorunun istismarı için nesnel bir zemin sağlıyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın ilk yarısında İngiliz-Fransız emperyalistlerinin “bulaşmak”tan geri durmadıkları Kürt sorunu, işbirlikçi egemen sınıfların şovenist-inkârcı politikaları nedeniyle bugün de emperyalistler ve özellikle de Amerikan emperyalistleri tarafından, pazarların ve hammadde kaynaklarının denetimi yönünde istismar ediliyor.
Sorun çözümsüz kaldıkça, sosyal-politik ve giderek ekonomik bir kangrenleşmeye yol açıyor; işbirlikçi egemen sınıfları açmaza sokuyor, ulusal varlıkları ve hakları tanınmayan, özgürlük ve eşitlik talepleri silah gücü ve baskıyla karşılanan Kürt kitleleri içinde öfke birikimine ve bağımsızlık düşüncesinin filizlenip güç bulmasına ve bu yönlü örgütlenmelere yol açıyordu. Daha da önemlisi, emperyalist saldırıya uğrayan ve “Kürt hamiliği” adına topraklarının bir kesimi bir süredir “merkezi idare”nin denetimi dışında bırakılan Irak’ta Kürtler, önceki dönemleri de kapsayacak biçimde müdahale ve baskılarla karşılaşmalarına karşın, “otonomi”ye dayalı bir politik yapı içinde dil ve kültürlerini geliştirme yolunda bazı adımlar atmışlar, radyo istasyonları kurup okullar açabilmişler ve bu durum “ulusal hak kullanımı” için güçlü bir toplumsal zemin oluşturmuştu. Türkiye Kürtleri bakımından da, 80’li yılların ikinci yarısından itibaren “düşük yoğunluklu savaş” koşulları ve Kürt ulusal istemlerine karşı sürdürülen inkâr ve imha politikaları iç dinamizmi daha yoğun biçimde harekete geçirmiş; kapitalizmin Kürt kent ve kırında toplumsal yaşamda yol açtığı değişimden beslenen ulusal karakterli bir mücadele ve ulusların ve dillerin tam hak eşitliği talebi belirginlik kazanmıştı.
Bu iki gelişme, Kürt sorununun uluslararası alanda daha yoğun biçimde tartışılmasını sağlarken, ’91’de Irak’a Amerikan-İngiliz birlikleri komutasındaki gerici saldırı ve bu saldırı sonrasında Irak Kürtleri’nin yoğunlukla yaşadıkları toprakların emperyalist denetime alınması, zor ve dayatmayla “Saddam yönetiminin denetimi dışına çıkarılması” yönünde adımlar atılması, tüm tarafları, kendi Kürt politikalarını hakim kılmak üzere daha aktif bir duruma getirdi.

TÜRKİYE’Yİ VE TÜRKİYE KÜRT SORUNUNU KULLANMA
ABD’nin Ortadoğu, Orta ve Güneydoğu Asya’ya egemen olma ve hegemonyasını güçlendirme stratejisinde, Türkiye özel bir yere sahip. Amerikan emperyalistleri Türkiye’nin ‘üç kıtaya kapı’ konumundan yararlanmaya, Türkiye gericiliğini bölge politikalarının taşeronu olarak kullanmaya özel bir önem vermekte, bunu sağlamak üzere, Kürt sorunu dahil, Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve politik sorunlarından yararlanmaya çalışmaktadırlar. Irak’a askeri müdahale kapsamında Türkiye’ye dayatılan politikalar bunu bir kez daha ortaya koyuyor. ABD, Türkiye’nin ekonomik-politik açmazlarını kullanıyor, Kürt sorununu ve petrol bağlantılarını, işbirlikçilerini uşaklığa daha fazla zorlamak üzere şantaj silahına dönüştürüyor. “Türkiye’ye Musul ve Kerkük petrollerinden pay verilmesi” senaryosuyla ABD yönetimi, Türkiye’nin stratejik konumunu Ortadoğu ve Orta-Güneydoğu Asya’ya uzanmak için daha etkin biçimde kullanmak üzere, bir “satın alma fiyatı” biçilebileceğini açıklarken, Türkiye gericiliğini emperyalist çıkarları ve hegemonya mücadelesinin aracı olarak kullanma politikasını “açık ve anlaşılır bir biçimde” ortaya koyuyor. Türkiye’yi babalarının çiftliği gibi yol yapan Amerikan üst düzey askeri ve politik bürokratlarının hemen hepsi, aynı amaçla, “Kuzeyden cephe açma ve saldırıya ortak olmada acele edilmezse masada yer alınamayacağı” şantajıyla sonuç almak istiyorlar. ABD ve İngiliz yönetimi, İkinci Dünya Savaşı sırasında Winston Churchill’in taktiklerine benzer taktiklerle Türkiye’yi Ortadoğu “batağı”na çekmeye; işgal ordularının öncü kolu olarak kullanmaya çalışıyor.(5) 
ABD-İngiliz yöneticileri, Türkiye gericiliğinin Kürt sorununa ilişkin açmazını ve Musul-Kerkük üzerine tarihi emellerini, onu, batağa daha fazla sürmek amacıyla kullanmak istiyorlar. Böylece, on yılı aşkın süredir devam eden emperyalist propagandayla yıpratılan Irak yönetiminin “yıkılması” ve Irak’ta sömürge yapının kurulması daha kolaylaşacak, buradan bölgenin diğer ülkelerine kapı açılacak, “Avrasya rüyası” gerçeğe dönüştürülecek! “Kürt devleti” korkusu, ve Musul-Kerkük üzerine gerici emeller de, Türkiye yöneticilerini bölgeye “aktif müdahale” ve işgalci emperyalistlere istediklerini vererek “paylaşım masasına oturma hakkına kavuşma” politikası izlemeye yöneltiyor. Türkiye gericiliği, ABD’nin Irak’ta kalması süresince “Kuzey Irak’ta kalabileceği”, “o süre içinde ve geleceği garanti etmek üzere Kerkük-Yumurtalık petrol hattını denetleme olanağını elinde tutabileceği” hesapları yapıyor.
ABD hesabına Türkiye’de faaliyet yürüten uşaklar güruhu da Türkiye’nin Irak’a saldırı cephesinde yer alması için “ne mümkünse” yapıyor, hükümeti “pastadan pay kapma”ya çağırıyor, buna yönelik provokatif gerekçeler yaratmak için bütün üretkenlikleriyle çalışıyorlar.
ABD’ciler, “Kürt devletinin kurulmasının önlenmesi” ve “bölgenin yeniden şekillendirilmesinde söz sahibi olarak, Musul-Kerkük petrollerinden pay alınabilmesi” için  savaşa katılmanın kaçınılmaz olduğunu söylüyorlar.(6 )
Washington ve Londra’daki askeri-politik şeflerle el ele verip, Türkiye’nin topraklarını, hava meydanları ve limanlarını ABD-İngiliz ordularının emrine vermesi ve Kuzey’den Irak’a ikinci saldırı cephesinde yer almasını isteyenlerin gerici çabalarının “tarihsel” bir geçmişi de var. Musul-Kerkük petrollerinden Türkiye’ye pay verilmesi ve Kürt devletinin kurulmasının önlenmesi yönündeki “emperyalist garantiler” ve bu yönlü işbirlikçi girişimlerle, Lozan görüşmeleri sırasında İngiliz delegesi Lord Curzon’un, Türkiye’nin Musul isteklerine cevabı arasında bir bağ kurulabilir. Curzon, Lozan’da, Musul petrolleri üzerinde hak iddia eden İnönü’ye verdiği cevapta; “Petrol için size borç verebiliriz, ayrıca bizim petrol şirketleri size yardımcı olabilir! Kaldı ki, Musul’u almanız Bağdat’ın güvenliğini tehlikeye atar. Bu da, bizim Irak’la yaptığımız anlaşmaya aykırı” demektedir.
Türkiye gericiliğini emperyalist emellerine alet etmek isteyen ve bu amaçla Ankara’yı “diplomatik abluka”ya alan ABD ve İngiliz yöneticilerinin, olası bir saldırı ve paylaşım durumunda, Türkiye’nin tarihi emelleriyle ilişkili bugünkü girişimlerini de benzer bir tutumla püskürtmeye çalışacakları kestirilebilir.

BARZANİ-TALABANİ ÜZERİNDEN GİRİŞİLEN İLİŞKİLER NE SAĞLIYOR?
ABD’nin Irak Kürtleri’nin ”hamisi” rolüyle giriştiği müdahaleler ve Saddam yönetimine karşı Kürt partileri KDP ile KYP’yi kullanma çabaları, Ortadoğu ve Asya’ya yönelik stratejik planları kapsamında irdelenmeden, bu politikanın emperyalist muhtevası ve içerdiği tehlikelerin yalnızca Kürtler için değil, ama bölgenin tüm halkları ve ülkeleri aleyhine olduğu anlaşılamaz. ABD’nin Körfez saldırısı sonrasında bölgeye, Türkiye toprakları üzerinden yerleştirdiği “Çekiç Güç”ün “Kürtler’i Saddam yönetiminin saldırılarından korumak”la değil, ama Amerikan çıkarlarının etkin kılınması ve etki alanının genişletilmesi emperyalist hedefiyle ilgili olduğu da, ancak bu durumda daha iyi görülebilir.
ABD, Barzani ve Talabani yönetimindeki Irak Kürt Partileri’ni, bölgenin yeniden düzenlenmesinin “Irak ayağı”nı güçlendirmek üzere, “Irak muhalefetinin etkin güçleri” arasında tutmak, onlarla ilişkilerine yön veren emperyalist emellerini “Kürt koruyuculuğu” görünümü vererek maskeleyip, baskı görmüş, hakları tanınmamış Kürt emekçilerini bu ilişkiler üzerinden aldatmak istemekteydi. Bu hedefine ulaşmaya çalışırken, hiçbir zaman Kürtler’in hakları ve bağımsız yaşama isteklerini gerçekten dikkate almadı. Barzani ve Talabani’nin de aralarında bulundukları “Iraklı muhalif güçler”i Londra ve Washington’da bir araya getiren ABD yöneticileri, onları Irak yönetimine karşı kendi çıkarlarının eksiksiz savunusu temelinde kullanmaya çalıştıklarını gizleme gereği görmediler.
Türkiye gericiliği ise, Kuzey Irak’ta ”federe devlet oluşumu yönünde girişimler”i kendi güvenliğini tehdit eden bir gelişme ve savaş nedeni sayacağını her fırsatta yineleyerek, Barzani ve Talabani’yle sürdürülen emperyalist ilişkilerin dışına düşmemeye ve bu işbirliğinin ABD-Türkiye-Kuzey Irak Kürt Partileri işbirliği olarak biçimlenmesi için çaba gösterdi. Türk devlet ve hükümet yöneticileri, ABD işbirlikçiliğini bölgede İsrail gericiliğiyle birlikte sürdürdüklerini, Amerikan çıkarlarının taşeronluğunu üstlendiklerini ikide bir yinelemek ve “anımsatmak”la yetinmediler. Aslında, Amerikan gericiliğiyle 60 yıllık işbirliği sürecinde, kendileri de, emperyalistler için önemli olanın çıkarları olduğunu; bu çıkarlar gerektirdiğinde, en sadık uşakların bile gözden çıkarıldığını; başka örnekler bir yana, faşist Şah ve Saddam yönetimleriyle ilişkilerin “tarihi”ne bakarak görüyorlardı. Bununla birlikte, ABD’nin “Kürtlerle ilişkileri”nden çıkardıkları sonuç şuydu: “ABD’yi alacağı kararlarda etkilemek ve Saddam sonrası Irak’ın şekillenmesinde söz sahibi olmak için, ABD’yle işbirliğini sürdürmek gerekir.” İşbirlikçi Türkiye burjuvazisi, Irak Kürt Partileri’nin Kerkük’ü kurmak istedikleri Kürt Devleti’nin başkenti yapmak istedikleri, ”Kürt devleti kurmak istemiyoruz” yönünde açıklamalar yapmalarına ve bunu, uluslararası ve bölgesel nesnel durum ve ilişkilerinin uygun olmamasıyla izah etmelerine karşın, böyle hedeflerinin bulunduğu ve öyleyse, bu yöndeki gelişmeyi önlemek için “müdahil ve caydırıcı güç olarak işin içinde olmak gerektiği” propagandası yürüterek buna uygun askeri-politik girişimlerini sürdürdüler.
Barzani ve Talabani, son on iki yıl içinde Washington, Londra ve Ankara arasında “mekik dokur”ken, Türkiye gericiliği, Irak Kürdistanı’ndaki gelişmelere müdahale etmenin “askeri olmayan diğer yöntemleri”ni de daha etkili olarak devreye koydu ve onları birçok kez Ankara’da “ağırlayarak” ya da sermaye basını baronlarının ifadesiyle “çağırarak uyardı”! Bölgede, Şah diktatörlüğünün yıkılmasından sonra en önemli işbirlikçi olarak gördüğü Türkiye gericiliğinin “Kürt hassasiyeti”ni bilen ABD, Barzani ve Talabani’yi ABD’ye götürerek, Clinton’un Dışişleri Bakanı Madaleine Albrigt’ın denetimi altında “anlaştırır”ken, bu hassasiyeti de ihmal etmedi. Basında ”Washington Barış Anlaşması” olarak yansıyan Barzani-Talabani anlaşmasının içeriği hakkında bilgi veren Barzani ve Talabani de aynı nedenle “ayrı bir Kürt devleti kurma hedeflerinin olmadığını”, “Türkiye’ye rağmen bir oluşum içinde olmayacaklarını”; kuracakları yönetimin “Irak sınırları içinde, merkezi yönetime bağlı bir federasyon olacağı”, ancak bunun da “Irak yönetimiyle anlaşma içinde gerçekleşebileceğini” belirtmeye özel bir önem veriyorlardı.
Washington anlaşması, Kuzey Irak’ta sayım ve seçim yapılmasını, Irak Kürt parlamentosunun Erbil’de toplanmasını, Talabani’nin de ‘idari birimlerde temsil edilmesi’ni, “Kürtler’in durumu”yla ilgili unsurlar olarak içermekteydi. Buna “paralel” bir gelişme olarak Ankara’da da sürdürülen işbirliği görüşmeleri “Ankara Süreci” olarak adlandırılmıştı ve Barzani, Washington Anlaşması’nın Ankara Süreci’nin devamı olduğunu vurgulamaya kendini zorunlu sayıyordu. O, ayrıca, bu anlaşmanın uygulanmasının “Türkiye’nin desteğiyle mümkün olacağını”, federasyon sorununun “bir dilek olarak” ifade edildiğini, ancak, “yalnızca Bağdat’taki merkezi yönetimle birlikte uygulanabilir olduğunu” sözlerine eklemekteydi.
Barzani ve Talabani’yle yapılan “görüşmeler”in Ankara’da gerçekleştirilenlerinin bir kısmına ABD ve İngiliz temsilcileri de katılmışlar, böylece “hizaya getirme ve kullanma operasyonu”nu Washinton-Londra-Ankara hattına yaymışlardır. Ankara’da Barzani ile yapılan görüşmeye ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Robert Pelletrau ve İngiliz Büyükelçiliğinden ‘Irak Sorumlusu’ kimliğiyle bir kişi de katılmıştır. Türkiye gericiliği de Irak Kürt partileri yöneticilerine “Türkmenler’in siyasal-kültürel hakları”, “yönetimde yer almaları”, “PKK’ye karşı işbirliği”, “federatif vb. adı altında devlet oluşumundan geri durulması” gibi koşullar dayatmış ve bunların kabul edildiğine dair onlarca açıklamanın -en azından Ankara’da- yapılmasını sağlamıştır.
Barzani ve Talabani, Madeleine Albright ile kol kola basın mensuplarının karşısına çıkarak “işbirliği anlaşmaları”nı ilan etmişler, temaslarının Ankara’da da Türk yetkililerle birlikte devam edeceğini, kendi aralarında anlaşmaya varmalarının “tarihsel bir anlam taşıdığı”nı, “Kürt tarihinde acılı bir dönemin geride bırakıldığı”nı belirtmişlerdi. KDP ve KYP başkanlarının Washington’da yaptıkları açıklamada “PKK’nin kendi bölgelerinde bulunması ve üslenmesine izin vermeyecekleri”nin de “mutabakatta yer aldığını” belirtmişlerdi. Bu açıklama, aslında “tarihten ders alındığı”, “Kürtler arası çatışmaların yol açtığı acıların artık son bulduğu” sözlerini yalanlıyordu ve Türkiye Kürt hareketine karşı kullanılmaya açık olunduğu, bir kez daha ilan ediliyordu. “Tanık” sıfatıyla “mutabakata imza koyan” ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilisi David Welch de, “her iki liderin sınır güvenliği için ellerinden geleni yapacaklarını ve terörist PKK’nin da hedef alındığı”nı söyleyerek, ABD-Türkiye işbirliğinin gözetildiği belirtilmiş oluyordu.
Son on yıldır giriştiği saldırıları ve Irak işgali yönündeki tüm girişimlerini “demokrasi”, ”diktatörün oluşturduğu tehdit” vb. demagojik gerekçelere dayandırmaya ve böylece yandaş bulmaya çalışan ABD, aslında bölgedeki varlığını ve çıkarlarının devamını, halklara karşı acımasız politikalarla işbaşında bulunan gerici, monarşist ve teokratik rejimler üzerinden “teminata alma”ya çalışmış ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bölgede demokratik, ilerici, devrimci ve sosyalist hareketin gelişmesine karşı; saldırılar örgütlemiş, ulusal kurtuluş yönündeki mücadelelerin kanla bastırılması ve yok edilmesi için çaba göstermiş, işbirlikçilerini bu yönde kullanmaktan bir an dahi geri durmamıştır.
ABD-İSRAİL-TÜRKİYE “ORTAKLIĞI” VE KÜRT HAREKETİNE KARŞI SABOTAJ POLİTİKASI
Irak Kürt hareketi “önderleri”nin bölge ülkeleri ve emperyalist devletlerle ilişkilerinin -tarihsel nesnel etkenleri bir tarafa- Kürt hareketi ve ulusal bağımsızlık yararına olmadığı ve olamayacağı, yaşam pratiğinin öğreticiliğiyle açıklık kazandı. Bu yukarıda belirtildi. Kürt hareketini ezmek için işbirliğinden kaçınmayan bölge ülkeleri işbirlikçi egemenlerinin -ve bütün sistem asalaklarının- “Kürt işbirlikçiliği” ya da “CIA Kürtleri” propagandası tam bir ikiyüzlülük ifadesidir. Vatanlarını emperyalistlere peşkeş çeken ve uşaklık politikası izleyenlerin, “Kürt ağaları” ve “aşiret şefleri”nin işbirlikçiliğini ya da tutarsızlıkları ve politik oportünizmlerini, Kürtler’e karşı bir silah olarak kullanmaya çalışmaları, sınıf karakterlerine uygun düşen, pişkin arsızlığın “üste çıkma” tutumudur. Bu propagandayı sürdürenlerin başında, bölgede emperyalistlere uşaklık yapan sözde egemen devletlerin yöneticileri geliyor ve onlar, Kürt ulusal hareketine karşı, onu, birbirlerine karşı şantaj aracı olarak kullanmakla birlikte, esas olarak ve bölgesel düzeyde işbirliği içindedirler. Kürt hareketi karşısındaki tutumları ve Kürtler’e uygulamaları bunun “canlı” örneğidir. Bu propagandaya en yoğun biçimde baş vuran Türkiye gericiliği ve Türkiye’deki emperyalizm uşakları, Kürtler’e karşı inkârcı baskı politikalarında ısrar etmekle yetinmeyerek, İsrail Siyonizmiyle birlikte Arap halklarına karşı da ABD’nin baskı kuvveti olarak faaliyet sürdürmektedirler.
İsrail ve Türkiye ABD’nin bölgedeki en önemli iki işbirlikçisiydi ve Türkiye-İsrail stratejik işbirliğiyle, Siyonist gericilik, Arap halkları ve devletlerine karşı daha önemli güç ve mevziler kazandı.
İsrail’in bölgedeki varlığı ve Siyonist faaliyetin en önemli desteğini ABD emperyalizmi oluşturuyor. İsrail, Arap devletlerinin “suni olarak yapılandırıldığını”, “etnik toplumsal çelişkiye sahip oldukları”nı; bunun da onları parçalamak üzere kullanılabilir nesnel bir dayanak oluşturduğunu düşünmüş, bölge ülkeleriyle ilişkilerinde bunu kullanmıştır. ABD’nin bölge politikalarına bağlı olarak, -ancak kendisinin çıkarlarını ve Siyonist ırkçılığın vazgeçilmez hedeflerini unutmaksızın- bölge ülkelerinde bölücü-sabotajcı bir politika izlemiştir. İsrail’in önce İran ve sonra Irak-İran savaşı sırasında ABD’nin yanında Irak’a destek verdiği; İran ve Irak’la ilişkilerinin durumuna göre Kürtler’in içinde tutuldukları statüyü, bu ülkeleri zaafa uğratmak üzere kullanmaya çalıştığı görülmektedir. İsrail yönetimi, Irak-İran savaşı sırasında Irak’ı ABD ile birlikte desteklemişti. Bugün de, Irak ve Saddam yönetimini “barış için en büyük tehdit” olarak gösterip ABD’nin saldırı hedefi haline getirmek için büyük bir çaba gösteriyor. İsrail gericiliğinin Arap topraklarını işgali ve Arap halklarına karşı saldırgan politikası, onu, Arap ülkelerini “destabilize” etmeye; ve aynı amaçla bu ülkelerin etnik-dini farklılıklarını istismara yöneltiyor.
Belirgin örneklerden biri, Bağdat yönetimine karşı birçok kez ayaklanan Irak Kürtleri içinde önemli bir yere sahip Barzanilerin içine düştükleri durumdur. 1930-40’lı yıllarda Zağros bölgesinde çeşitli eylemlere girişen grupları yöneten Mustafa Barzani, Irak Kürtleri içinde önemli bir prestije sahipti ve bu durumunu hem merkezi hükümetle hem de Batılı büyük sömürgeci güçlerle ilişkilerde kullanmaya çalıştı. Mustafa Barzani, 1945’te Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nin desteğiyle İran Kürdistanı’nda kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin, İngiliz ve Amerikan yöneticilerinin baskısı ve İran’ı desteklemeleri sonucu yıkılmasıyla Sovyetler’e doğru geri çekilmek zorunda kaldı ve 12 yıllık uzun “yolculuk”tan sonra SB’ne sığındı. Sovyetler Birliği’nin yardımı ve Bağdat yönetimiyle yaptığı anlaşma sonucu Barzani, Kuzey Irak’a geri döndü. Irak’ta krallığın devrilmesi ve Baas Partisi’nin yönetimi ele geçirmesi üzerine, Kürtler’e petrol gelirlerinden pay verilmesi ve kültürel özerklik tanınması gündeme geldi. Bu, o güne kadar Kürtler’e, yaşadıkları ülkelerde, merkezi devlet ve hükümetler tarafından “önerilmiş” ya da “tanınmak istenmiş en ileri “durum”du.
ABD’nin “o gün” izlediği Kürt politikası, bugün için de uyarıcı özelliktedir. Bugün de Mesut Barzani ve Celal Talabani sık sık Batı başkentlerinin yolunu tutmakta, ABD-İngiliz emperyalist şefleriyle ve arada da Ankara’da Türk devlet ve hükümet yetkilileriyle görüşmekte; Kürtler’in “durumunun düzeltilmesi” için “destek” ve bazen de “himaye” istemektedirler. ABD ise, kullanma ve istismar etme politikasından vazgeçmiş değil.
ABD-İngiliz ordularının “koalisyon güçleri” desteğinde Irak’ı işgale girişmeleri ve “Irak’ın Kuzeyi”nin merkezi yönetimin denetimi dışına çıkarılması yönündeki girişimleri, bölgeye “çevik güç” ya da “Kuzeyden Keşif Gücü” adı altında silahlı güç yerleştirmeleri, harekât sonrasında, Irak Kürt partileri KDP ve KYP yöneticileri Mesut Barzani ve Celal Talabani’ye Batı başkentlerinde “devlet ricali” muamelesi yapılması ve onların Saddam yönetiminin yıkılması için kullanılacak “Iraklı güçler”in ilk sıralarında görülmeleri, ve bunun alenen ilan edilmesi, “Kürtler’in Amerikan-İngiliz himayesine alındığı” propagandasını inandırıcı kılmış ve güçlendirmiştir. Bu gelişmelere bağlı olarak Türkiye’de bugün birçok kişi, yürütülen burjuva gerici propagandaya kapılarak “Kuzey Irak’ta Batılı büyük güçlerin korumasında bir Kürt devleti kurulduğu”na; bu “devlet”in Türkiye Kürtleri için “bir emsal oluşturma tehlikesi içerdiği”ne inanmaktadır.
Bu propaganda, aynı nedenlerle ve tersten Kürtler’in çeşitli kesimleri üzerinde de etkili olabilmiştir. Irak ve Türkiye Kürtleri içinde bazı kesimler, Saddam yönetiminin Kuzey Irak’taki askeri-politik hakimiyetine ABD tarafından son verilmesinden ve Türkiye Kürt sorununun “çözümü” üzerine emperyalist “tavsiyeler”den hareketle, Batılı büyük emperyalistlerin Kürtler’in özgürlüğü ve eşit hakları kaygısıyla hareket ettikleri ve edebilecekleri sanısına kapılmışlar, “Kopenhag Kriterleri”ni bunun önemli bir işareti saymışlar ve ABD-İngiliz müdahalesini “özgürleştirici” bir dış karışma sayacak kadar umutlanabilmişlerdir. Birbiriyle ilişkili bu iki gelişme, Kürt sorununun “dış güçler” tarafından bir şantaj ve baskılama aracı olarak kullanılması politikasının uygulanma alanını genişletmiştir.
Irak Kürtleri’nin 1969’daki başkaldırısı karşısında İran Şahlığı, Kürtleri, Irak’ın istikrarsızlığını artırma amacıyla desteklerken, İsrail de, İran’la ittifakını, bölge ülkelerini destabilize etme yönünde değerlendirme taktiği izledi.
Irak’ın 1972’de Sovyetler birliği ile “dostluk ve işbirliği anlaşması” imzalaması, ABD’nin Irak’a karşı politikalarında yeni bir adımı gündeme getirdi. Irak-SB stratejik anlaşması Amerikan emperyalistlerini rahatsız ediyordu. Richard Nixon ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger, Şah yönetimiyle ilişkileri kullanarak, Irak Kürt sorununa müdahale etmeye karar verdiler ve Tahran’da görüştükleri Şah’la bu yönde gizli bir anlaşma yaptılar. 1972-75 yılları arasında Kürt isyanının yayılmasına bağlı olarak çatışmalar yoğunlaşırken, Irak ve İran arasında imzalanan Cezayir Anlaşması’yla yeni bir durum ortaya çıktı. Irak yönetimi, Şat-ül Arab Boğazı’nın eşit kullanım hakkı üzerinde Şah’la anlaşmaya vardı. İran’ın Kürtleri destekleme gerekçesi ortadan kalkmıştı. Şah rejimi tarafından İran-Kuzey Irak sınırı kapatıldı. Irak yönetimi derhal durumu değerlendirdi ve Kürtler’e karşı büyük bir askeri saldırıya girişti. İsyan bastırılırken, Molla Mustafa Barzani ve isyanın önemli diğer liderleri Kuzey Irak’ı terk ettiler. Mustafa Barzani ABD’ye gitti ve Amerikan yöneticilerinden “daha önce verdikleri destek sözlerine bağlı kalmalarını” istedi. Ancak çabaları herhangi bir karşılık bulmadı ve yaşlı Barzani ABD’de öldü. ABD emperyalist burjuvazisi, çıkarlarının gereklerini yerine getiriyordu ve Kürtler’e “ihtiyacı” ya da aynı anlama gelmek üzere Kürtler’in kullanılmasına duyduğu gereksinim o gün için son bulmuştu. Henry Kissinger, bu politikayı eleştirenlerin, “gizli operasyonlarla misyonerliği karıştırdıklarını” söylüyordu.
İran Şahlığı’nın Irak yönetimi ile imzaladığı Cezayir Anlaşması’nın arkasında büyük patron ABD’nin olduğu çok geçmeden açıklık kazandı. Aslında İran, İsrail ve Türkiye için, Irak Kürt hareketinin başarıya ulaşıp “en azından otonom bir yapının oluşturulması”yla sonuçlanması istenir bir durum değildi. İran Şahlığı’nın 1969-75 yılları arasındaki Irak Kürt hareketine verdiği destek böylesi bir “Kürt başarısı”nı içermiyordu. Amaç, Irak’ın güçsüz kılınması üzerinden bölgede İran’ın etkisini artırmak ve İran üzerinden Amerikan politikalarının uygulanma olanaklarını genişletmekti. Irak Kürtleri’nin zaferi, İran ve Türkiye Kürtleri için de “kötü örnek” oluşturacaktı ve bu devletlerin “kendi Kürtleri”nin böylesi bir harekâtına tahammülleri yoktu. İran ve Irak, bazen de Türkiye, ülkelerindeki Kürtler’in ulusal taleplerini baskı ve inkâr politikalarıyla karşılamalarına rağmen, “komşu ülke Kürtleri”ni, o ülkenin yönetimine karşı kullanmaya çalışmaktan geri durmamışlardır. Osmanlı-İran çatışmaları döneminden itibaren böylesi bir “gelenek” devam etmiştir. Bu “gelenek”, ancak Kürt başkaldırılarının ciddi bir tehlike haline gelip, “sınır aşarak” bölgesel düzeyde güç kazanması durumunda bozulmuş; böylesi dönemlerde, aynı ülkelerin yönetimleri Kürt hareketini bastırmak için işbirliğine gitmişlerdir. Türkiye gericiliği bugün çok açık bir biçimde ve her fırsatta, Kürt otonomisini ya da oluşturulacak bir federal devlet içinde Kürtler’in yer almasını, “kendi Kürtlerine emsal oluşturacağı için” istemediğini; böylesi bir durumu savaş nedeni sayacağını ilan ediyor.

KÜRT ÜST SINIFLARININ HAREKETTEKİ YERİ VE AŞILAMAYAN AÇMAZ
Kendi devletlerine sahip olamayan Kürtler, tarihi parçalanmışlık durumunun sonuçlarından biri olarak, sınırları içinde yer aldıkları ülkelerde farklı iktisadi-toplumsal gelişme süreçlerini, merkezi devletlerin inkârcı baskı politikaları altında yaşamak zorunda bırakılmışlardır, parçalanma ve kuşatılmışlık, devlet olarak örgütlenmelerinin önemli engellerinden biri olarak rol oynamıştır. Bu durum, hareketin bugüne dek henüz aşılamayan önemli bir açmazına dönüşmüş, özellikle Kürt üst sınıfları içinde daha büyük güçlerin himayesinde ve desteğinde “hak kazanma” eğilimini geliştirmiş, Kürt feodal-burjuva politik çevreleri bölge ülkeleri arasındaki çelişki ve çatışmalardan “yararlanma” adına, bu ülkeler egemen sınıflarının politikalarının aleti olabilmişler; bölge devletleri ve emperyalistlerin anlaşmaları durumunda da “kullanılıp bir yana atılmış olmak”tan kurtulamamışlardır. Kürt hareketinin önemli özelliklerinden biri, gecikmiş bir ulusal hareket olması, aynı zamanda kendileri de bağımlı olan bölge ülkelerinin, toplumsal gelişme düzeyi en geri olan bölgelerinde -bunda inkârcı politikalar önemli bir rol oynamıştır- yaşayan halkın hareketi olmasıdır. Bu toplumsal koşullar ve ulusal hareketin burjuva karakteri; ortaya çıkabildiği kadarıyla, “bağımsızlık” ve dil-kültür eşitliği “talepli” harekette, Kürt feodal, feodal-burjuva ve burjuva feodal kesimlerin etkin olmasını da koşullamıştır. Kuşkusuz, hareket bir başkaldırıya dönüştüğü her durumda, Kürt köylü ve diğer emekçi kesimlerinden de destek görmüştür. Türkiye Kürt hareketinin son yirmi otuz yılının açıklıkla gösterdiği gibi, kapitalizmin Kürt toplumsal yaşamında yol açtığı sınıfsal ayrışma, harekete emekçi ilgisini ve küçük mülk sahiplerinin saflarından katılımı artırmıştır. Burjuva; burjuva-feodal kesimlerin harekete etkilerinin ve oluşturdukları engelin henüz aşılamamış olmasına karşın, toplumsal değişime bağlı olarak mücadelenin “yükü”nün esas olarak ezilen sınıflarla genç kuşaklarının omuzlarında olması, bu engelin aşılmasının olanak ve güçlerini artan bir hızla oluşturuyor. Emekçilerin ağırlığı ve sınıf talepleri belirginlik kazandıkça, açmazın aşılması ve demokratik-halkçı, bağımsızlığı ve özgürlüğü hedefleyen hareketin başarısının koşulları genişliyor; parçalanmışlığın ve geri toplumsal yapının; onun geleneksel bağlarının önemli bir etkeni oldukları, “büyük güçler arası ilişkilere yedeklenme”; ABD ve Batı Avrupa’dan “çözüm bekleme” tutum ve politikalarının geçersizleşmesinin koşulları daha da olgunlaşıyor.
“Kısa hikayesi”ne burada değindiğimiz Irak Kürt hareketinin gelişme süreci ve “dış ilişkileri”, Kürt ulusal hareketinin karşı karşıya bulunduğu açmazın aşılmasının koşulları ya da yoluna da işaret ediyor. Kürt hareketi bugün, geçmişteki “çaresizlik” durumunu ve ona dayandırılabilecek gerekçeleri geçersiz kılacak olanak, güç ve araçlara daha fazla sahip durumdadır. Kapitalizmin Kürt kent ve kırındaki gelişmesi, hareketin ezilen sınıfların bağımsızlıkçı-demokratik hareketi olarak şekillenmesini olanaklı kılıyor. Kürt işçi ve emekçileri ulusal karakterli hareketin başına geçme ve onunla sınıfsal hareketi birleştirme gücüne bugün daha fazla sahipler.
Bunun gerçekleşmemesi durumunda ise, çekilecek acılar daha da ağır olacak; “Kürtler’in kullanılması” propagandalarına dayanak oluşturan Kürt üst sınıflarının “büyük güçler” ve bölge devletleriyle ilişkilerinin devamı, ağır tahribatlara yol açmaya; yenilgilere yol açan çizgi yinelenmeye devam edecektir.

TARİHTEN DERS ÇIKARMA; KEYFİYET Mİ, ZORUNLULUK MU?
Toplumsal tarih, öğrenmesini bilenler için derslerle doludur. Öğrenmek ise, mücadeleden söz edenler için, keyfiyetten öte zorunluluktur. Öğrenmesini bilmeyen, yaşanmış olanlardan sonuçlar çıkarmayan sınıf, örgüt, kişi -kim olursa olsun-, önüne koyduğu hedefe ulaşmada, olabileceklerin sınırlarının ötesinde zorluklar, engeller ve olanaksızlıklarla karşı karşıya gelmekten; yönünü şaşırmaktan; dost ve düşmanı karıştırmaktan ya da düşmanı tarafından kullanılmaktan kurtulamaz.
Kürtler; özellikle Kürt emekçileri için “Kürtler’in kendi tarihleri”nden ve bölgede ve uluslararası alanda yaşanmış olanlardan, bugün karşı karşıya bulundukları sorunların aşılmasına hizmet edecek sonuçlar çıkarmak özel bir önem taşımaktadır. Bunu zorunlu kılan genel gereklilikler var. Ama, Kürtler’in yaşadıkları toprakların çeşitli bölge ülke ve devletlerinin sınırları içinde yer alması ve bugüne kadar, bu ülkelerden hangisinde hakları için mücadeleye yöneldilerse, karşılarında yalnızca o devleti değil; ama bölge ülkelerinin gerici sınıfları ve devletlerinin değişik düzeydeki saldırı ve ortak karşı tutumlarını da bulmaları; bu ülkeler arasındaki ilişkilerin düzeyine bağlı olarak, Kürt sorununun ilgili ülkelerin yöneticileri tarafından istismar edilip kullanılmaya çalışılması ve ilişkileri düzenlemenin pazarlık konularından biri haline getirilmesi, ve buna dünya hakimiyeti ve pazarların ele geçirilmesi için birbirleriyle rekabet içindeki emperyalist büyük devletlerin de, doğrudan ya da Kürt sorunuyla dolaysız ilişkili bölge devletleriyle ilişkileri üzerinden soruna müdahalelerinin eklenmesi, bütün bunlar; ders alma ve sonuç çıkarmayı, deyiş yerindeyse, özel bir gereklilik haline de getirmektedir.
19. ve 20. yüzyıldan çözümlenmemiş olarak 21. yüzyıla devrolunan Kürt ulusal sorununu; burjuva; burjuva-feodal sınıfların öncülüğü ve yönetiminde ve bu “geleneksel” sınıfların şu ya da bu emperyalist büyük devletle -bölge gericilikleri arasında müttefik bulma taktiklerini de bir yana bırakmadan- işbirliğine giderek çözmek, artık olanaklı olmadığına göre; ders çıkarması en fazla gerekli olanlar, sorunu çözüm sorumluluğu omuzlarına yıkılan Kürt işçi ve emekçileridir. Kuşkusuz, Kürt sorunu özgülünde olmakla sınırlanamayacak birkaç örnek üzerinden, burjuva, burjuva-feodal kesimler, ulusal sorunun “çözümü” üzerine söz söylemeye ve Irak Kürdistanı’nda görülebileceği gibi, ulusal karakterli mücadelenin önünde olmaya devam ediyorlar. Bu durum, Kürt haklarından ve bu haklar için mücadeleden söz ettikleri sürece onları da “tarihten” ve kendi tarihlerinden öğrenme ve doğru sonuçlar çıkarma “sorumluluğu” altına sokmakla birlikte; Kürt işçi ve emekçileri için, bugüne kadar emperyalist devletlerle kurulan gerici ve işbirlikçi ilişkiler üzerinden sonuç almaya çalışan bu kesimlere; KDP, KYP gibi partilere güvensizlik duymak ve onların ardından yürümemek için yeterinden fazla neden vardır. 
Irak Kürtleri’nin mücadelesinde özel bir yerleri bulunmakla kalmayan, uzun yıllardır Kürt hareketi içinde tuttukları yer nedeniyle Türkiye ve diğer bölge ülkeleri Kürtlerinin de ilgiyle izledikleri Barzanilerin -ve bir süreden beri Mesut Barzani-Celal Talabani “ikilisi”nin- Batılı büyük devletlerle kurulan ilişkiler üzerinden “hak kazanma” politikasındaki ısrarları hâlâ devam ettiğine göre; tarih dersine, Irak Kürt hareketi tanıklığında baş vurmakta yarar var.
Irak Kürtleri içinde, bugünkü Barzani ailesinden önce, geniş etki alanına sahip olan Bedirhaniler’in 1920’lerde Fransız ve İngilizlere, “kendilerinin ve haklarının garantörü olma” talebiyle başvurmaları, “trajedik bir olay” denilip geçilmeyecek kadar önemlidir. Bedirhaniler uzun yıllar Kürdistan’da geniş bir etkiye sahip olmuşlar; Kürt hareketinde önde yer almışlar; sonuçta umutsuzluğa kapılıp İngiliz ve Fransız emperyalistlerinden “manda” isteyecek bir noktaya varmışlardır.(8 )
“Botan Beyliği”nin hakimi olan Bedirhaniler’in Osmanlı İmparatorluğu içinde devlet düzeyinde de önemli ilişkilere sahip olmaları ve bizzat Abdulhamit’in “Kürt ağalarının bazılarının çocuklarını İstanbul’a getirip memuriyete yerleştirdiği” için eleştirildiği dikkate alındığında; onların, bölgenin İngiliz ve Fransız etki alanı olarak bölünmesinin planlanması üzerine her iki ülkeye birden başvurarak, “Botan-Cezire Beyliği” olarak kendi etkilerinin bulunduğu geniş bölgenin bu iki ülkeden birinin hakimiyeti altına alınmasını çıkarları için yararlı gördükleri söylenebilir. Ancak, bu, onların politik tutumlarının Kürtler’in özgürlüğü bakımından teşkil ettiği tehlikeyi ve emperyalistlerden medet umma politikasının iflasa mahkûm olması gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Emperyalistlerin Kürt sorunuyla ve “Kürtler’in kaderi”yle ilişkilerinin niteliğine açıklık kazandıran bir diğer öğretici örnek, -yine Irak Kürdistanı “pratiği”nden-, Şeyh Mahmut Berzenci hareketinden verilebilir.
Irak Kürt halkıyla dolaysız ve önemli ilişkilere sahip ve saygınlığı bulunan Şeyh Mahmut Berzenci, İngilizlere rağmen bağımsızlıkçı bir politika izleyince, bölgeyi hakimiyetleri altında tutan İngilizler’in hedefine girmiş ve etkisiz kılınması için çalışılmıştır. İngilizler, bağımsızlıkçı eğilimlerini bildikleri Berzenci’nin‚ Sevr Barış Konferansı’na gönderdiği -Reşit Zeki ve Said Ahmet- delegeleri reddetmişler; onların yerine kendilerinin ilişkide bulundukları ve İngiliz politikalarına yakınlığıyla tanınan Şerif Paşa’yı “delege” olarak tanımışlardır.
İngiliz ve Fransız emperyalistleri için Irak ve Suriye Krallıkları’nın oluşturulması ve bunların kendi mandalarına alınması, bölgedeki etkilerini genişletmede tutunacak mevzilerin bulunması anlamı taşıyordu ve Kürtler’in durumu, ancak “gerektiğinde kullanılabilir” bir öneme sahipti. Şeyh Mahmut Berzenci’nin Irak Krallığı’ndan ayrı “bağımsız bir Kürdistan” istemesi, hem Türkiye’nin, hem de Irak’ı egemenliği altında tutan İngilizler’in karşı oldukları bir şeydi. Sömürgeci Britanya İmparatorluğu, “Bağımsız bir Kürdistan” fikrine asla yakın değildi ve Irak Krallığı içinde “otonom” bir yapı içinde Kürtler’in bazı haklarını kullanmalarından öteye geçmelerini istemiyordu. Şeyh Berzenci’nin bağımsızlıkçı hareketine karşı tutum almalarının nedeni de buydu. Bir diğer örneği, yine Irak Kürtleri’nin Barzaniler yönetimindeki yakın dönem tarihleri oluşturuyor. Buna önceki bölümde değinildi. Son örnek ise bugün hâlâ devam eden Barzani-Talabani ABD-İngiltere-Türkiye (ve dolayısıyla İsrail) ilişkileridir.
Kürt sorunu karşısındaki emperyalist politika ve taktikler, günümüzde hâlâ devam eden ve Kürtler’in kendi kaderlerini ellerine almaya yönelik her talebini “yabancı kışkırtması” ve “bölücülük” sayan burjuva-şoven propagandayı da geçersiz kılmaktadır. İngiliz ve Fransızların “Kürt devleti kurmak istediklerini” söyleyenlerin, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı ve Anadolu’nun işgali döneminde, bunun uygun koşulları oluşmuşken, üstelik de İngilizler ve Fransızlar Irak ve Suriye gibi bölgeleri ellerinde tutuyorlarken, bunu neden yapmadıkları sorusunu cevaplamak zorundadırlar.
Emperyalistler bakımından Kürtler’in durumu olası gelişmelerin seyri içinde kullanılabilir olmaya uygun bir sürüncemeye bırakılmıştır. Türkiye’nin bölünerek bir Kürdistan kurulması, büyük güçler tarafından yararlı görülmemiştir. Fransızlar ve İngilizler, bölgede, kendi çıkarları yönünde Kürt sorunundan yararlanmaya çalışmışlar, ancak bağımsız bir Kürdistan kurulması gibi bir politika izlememişler, bunu yararlı görmemişlerdir. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde Fransızlar, “Otonom Kürt Emirliği, en kesin çıkarlarımıza terstir” diyebilmişler; İngilizler de Musul sorununu, bölgedeki çıkarları yönünde kullanmaktan öte gitmemişler ve M. Kemal hükümetiyle ilişkilerine daha fazla önem vermişlerdir. Bu emperyalist politika, ABD’nin politikaları da dahil olmak üzere, bugün için de geçerlidir. Bunu görmezden gelip, Amerikan-İngiliz; Fransız ya da Alman emperyalistleriyle “yatağa girenler”, uşaklıklarına karşın, günün birinde gözden çıkarılacaklarının güncel göstergesini de Saddam Hüsseyin’e karşı Amerikan sabotaj ve yıkım politikasında görebilirler. Bush’un “basın sözcüsü” Ari Fleischer, “Saddam’a bir kurşun, Irak halkını savaştan kurtarır” diyerek, Amerikan sabotaj ve suikast politikasının bir yanını ilan ederken, çok değil on yıl öncesine kadar Amerikan askeri-politik ve ekonomik desteğine sahip işbirlikçiliğin bugün yıkılması gereken hedeflerden biri ve başta geleni olduğunu da göstermiş oluyordu. ABD yönetimi, “Birleşmiş Milletler üyesi egemen bir devlet”in başkanına suikast çağrısı çıkarırken, çıkarları dışında kendisini bağlayıcı hiçbir “ilke” tanımadığını da ilan ediyordu.(9)
Kürt emekçileri gelişmelerden ders çıkarıp, bulundukları ülkelerde, diğer milliyetlerden emekçilerle birlikte, işbirlikçi gerici sınıflarla emperyalistlerin plan ve politikalarını boşa çıkaracak bir mücadeleye atılmadıkça, Kürt sorununun gerici sınıflar ve emperyalistler tarafından çıkarlara bağlı istismarı, bir olanak ve olabilirlik unsuru halinde hep var olacaktır. Bu, bugün somut olarak ABD-İngiliz saldırı cephesine karşı, Irak, Türkiye, İran, Suriye gibi bölge ülkelerinde mücadeleye atılmayı gerektirmektedir. Kürtler’in haklarını elde edebilmelerinin, bölge ülkelerinin Arap, Türk, Fars halklarıyla, her bir ülkede ve bölge düzeyinde birleşmekten ve sermaye hakimiyetine karşı birlikte mücadelesinden geçtiği; buna bağlandığı; ulusların ve dillerin tam hak eşitliğinin teminatının gerçekte bu mücadele olduğu, yaşanan ve yaşanmakta olan olaylar tarafından birbiri ardına kanıtlanmaktadır.
Kürt hareketi bakımından bugün, emperyalist plan ve politikalara karşı mücadelede en ileri mevzide Türkiye Kürt hareketinin bulunması, toplumsal gelişmenin ruhuna uygun düştüğü kadar, hareketin geleceği bakımından da bir avantaj oluşturuyor. Kapitalizmin Kürt kent ve kırındaki gelişmesinin yol açtığı emekçi sınıf gelişmesi ve ezilen sınıfların hareketin önüne geçerek bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin temel gücü rolünü oynamaları, Türkiye Kürt hareketini bugün olduğundan da fazla olarak “tarihsel bir sorumluluk”la karşı karşıya getirmiştir. İlkel milliyetçiliğin ve emperyalist gericiliğe umut bağlamanın; emperyalistlerin hakimiyet amaçlı saldırılarından halklar yararına demokratik ve bağımsızlıkçı sonuçlar ortaya çıkabileceği hayalinin boş olduğunu, olayların “tarihsel diyalektiği” ortaya koymuştur.

dipnotlar:
(1)- ABD’li Edmund McCarthy gibi bazı ekonomistler ABD ekonomisinin “motor güç olma” durumundan çıkarak dünya ekonomisinin “ağır yükü” olmaya yol aldığını; yıllardır sürdürdüğü mali genişlemeyle çeşitli ülkelere sattığı borç senetlerinin oluşturduğu yükü “temizleme”nin gündeme geldiğini; “130 trilyon dolarlık kredi köpüğü üzerinde sürdürülemez karşılıksız alacaklar yükü oluştuğu”nu; Avrupa ve Japon bankalarının “mali yapılarını düzeltmek için ellerindeki ABD kâğıtlarını boşaltmaları durumunda” ABD ekonomisi ve doların “hızla göçeceği” yönünde değerlendirmeler yapmışlardır. Dünya ekonomisinin büyüme hızının son yıllarda öngörülen oranın bir hayli altına düşmesi; durgunluk ve düşüş eğiliminin devam etmesi, sermaye ve mal akış alanları üzerine rekabeti sertleştirmektedir. 2001’de bu oran, resesyon (durgunluk) sınırı olarak kabul edilen % 2.5’un altına düşerek % 1.1 olarak gerçekleşmişti. Dünya Bankası’nın 2002 için öngördüğü % 1.7’lik büyümenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belirsizdir. Durgunluğun aşılamadığının önemli göstergeleri vardır. Japonya ve ABD’den sonra, Alman ekonomisinin beklenen büyümeyi gösterememesi, durgunluk ve büyüme oranlarının düşmesinin devam edeceği, bunun da rekabeti ve gerginlikleri körükleyici etkide bulunacağı yorumlarını güçlendirmektedir.

(2)- Enron’un hisse ortakları arasında adı geçen Dick Cheney’in 2001 yılı Mayıs ayında hazırladığı “Ulusal Enerji Politikası Raporu”, ABD’nin, halihazırda tükettiği petrolün yarısını ithal ederken, 2020 yılında bu oranın üçte ikiye yükseleceğine işaret ediyordu. 6 Ekim 2002 tarihli The Observer ise, Uluslararası Enerji Ofisi’nin 2001 yılındaki verilerini dayanak göstererek Irak yönetiminin Fransa, Rusya, Çin gibi ülkelerle önemli petrol anlaşmaları imzaladığı; çeşitli ülkelerin şirketleriyle imzalanmış sözleşmelerin tutarının 1.1 trilyon dolar gibi büyük bir “meblağ tuttuğu”nu yazmıştır. ABD-İngiliz saldırgan politikası “Saddam sonrası Irak”taki “petrol pastası”nın pay edilmesini hedeflemiştir. Aynı nedenle, Rusya, Fransa gibi Irak’la önemli petrol anlaşmaları olan ülkelerle ABD’nin ilişkileri giderek sertleşmektedir. 16 Eylül tarihli Washington Times gazetesi, aynı nedenle, Fransa ve Rusya’yı “Saddam’dan yana tavır koymaları durumunda yeni Irak hükümetinin kendileriyle çalışmasının zor olacağı”yla tehdit etmiş, bu yönlü yayınlar yapmıştır.

(3)- Bush ve çetesinin yalan propagandasına karşın, Uluslararası Atom Enerjisi Ofisi (IAEA) 1998 yılında Irak’ın nükleer silah üretmesine işaret eden “en küçük bir iz bile bulunamadığını” açıklamıştır.

(4)- Saddam yönetiminin “antikomünist” politikaları ve Irak Komünist Partisi’ni tasfiyeye yönelik acımasız eylemleri, onun ABD tarafından “beğenilmesi”ni kolaylaştırıcı özellikteydi. ABD-İngiliz politikasında, “komünizmin yeşil kuşakla çevrilmesi” özel bir yer tutuyordu ve “yeşil hat” üzerinden bölge ülkelerinin “Sovyet etkisi”nden kurtarılması için on milyarlarca dolar harcanıyor; CIA ve İngiliz gizli servisi çok yaygın casusluk faaliyeti yürütüyorlardı.

(5)- Ankara’ya, İngiliz Genelkurmay Başkan yardımcısı  Anthony Pigott ile birlikte bir “gece baskını” yapan İngiliz Savunma Bakanı Geoffrey Hoon, “Türkiye gecikirse Irak’ın geleceğinde etkin olamaz” diyor; “koalisyon dışında kalırsanız, Irak’ın geleceğiyle ilgili söz hakkınız azalır” türünden tehditvari laflar edebiliyor. Hoon’a göre Türkiye yönetimi bir an önce “koalisyonda yer alma” kararı vermeli!

(6)- Hoon’un Ankara “çıkarması”yla denk gelecek biçimde Milliyet gazetesinde, Barkın Şık imzasıyla ve “askeri strateji uzmanları”na dayandırılarak, “Saddam’ın elinde Türkiye’yi hedefleyen 12-25 balistik füze bulunduğu” haberi yayımlandı. Aynı gün bir başka haber Yasemin Çongar imzasıyla Amerika’dan veriliyordu. Çongar, “Irak’a kuzeyden cephe açılması”na Türkiye’den gösterilen “kararsızlığın” ABD’yi “öfkelendirdiğini” bildiriyordu ve “üst düzey bir Amerikalı yönetici”nin, “Bu gidişle ABD Kongresi’nin Türkiye’ye askeri-mali ve ticari yardım yapılmasını engelleyebileceğini” bildirdiğini belirtiyordu. Çongar, hızını alamıyor, makalelerinde de “bir an önce cephede yer alıp masaya oturma ve bölgenin düzenlenmesinde söz sahibi olma” çağrılarını güçlendirmek üzere, asparagas haberciliğe soyunuyordu. Adını vermeyerek, “üst düzey Amerikalı yönetici”den alıntılarla güçlendirmeye çalıştığı Washington mahreçli haberinde, “Türkiye’nin kararsızlığının Washington’da hayal kırıklığı yarattığı”nı belirtiyor ve “o yetkili”nin, “bu gidişle, Arap başkentleri ile Irak konusundaki işbirliğimiz, Ankara ile yapacağımız işbirliğinden daha kapsamlı olacak” dediğini yazarak, efendisi yararına pazarlığı kızıştırmaya çalışıyordu. Çongar, “ABD’nin son umudu TSK” manşetiyle geçtiği Washington mahreçli haberinde yine “ABD’li yetkililer”in, “Türk Genelkurmayı’nın Kuzey Cephesi’nin işlevini ve bununla ilgili zamanlamanın önemini, AKP hükümetine kıyasla daha iyi anladığı”nı bildirmektedir. Onu doğrularcasına, Sami Kohen, Genelkurmay Başkanı Özkök’ün, sermaye basını patronları ve burjuva gazetecilerine verdiği “resepsiyon”da, “Askeri bakımdan kuzeyden bir cephenin açılması, elbet savaşın süresini kısaltır, zaiyatı azaltır. Türkiye bu konuda belirleyici bir konumdadır” dediğini aktarmaktadır. (10 Ocak Milliyet) Aynı “resepsiyon”da Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt da Meclis’ten bir an önce bir karar çıkması gerektiğini belirtmiş ve “en kötü karar, kararsızlıktan iyidir” demiştir. Abdullah Gül’ün Ortadoğu ülkeleri yöneticileriyle görüşmesini eleştiren Doğan Heper şöyle yazıyor: “..Gül’ün tutumu ABD’ye tavır gibi algılanırsa, bu çıkarlarımız açısından iyi sonuç verir mi? Ankara, ABD askerlerinin Türkiye’den Kuzey Irak’a girmesine izin vermezse Saddam’ı koruyan bir konuma düşmez mi? O zaman‚ stratejik ortaklık diye bir şey kalır mı? Savaşa seyirci kalan bir Türkiye, savaş tazminatlarından da mahrum kalacaktır. Savaş sonu bölgenin yeniden şekillenmesinde de söz sahibi olamayacaktır. Ankara’nın Musul-Kerkük sorunu, Türkmenler’in geleceği, Kürt devleti ve Irak petrollerinden anlaşmalara bağlı olarak istenecek pay konusunun da üzerine bir bardak su içmekten başka yapacağı bir şey kalmayacaktır.”
Güngör Mengi, Türkiye’nin “Irak savaşıyla ilgili olmazsa olmazları”nı; “Kürt devleti kurulmasın, Musul-Kerkük Kürtler’e bırakılmasın, Türkiye’nin savaş zararları ödensin, Kürt gruplarına verilecek silahlar savaş sonrasında toplansın, İngiliz askerleri Kuzey Irak’a girmesin” diye sıraladıktan sonra, “Bunların hepsi Türkiye’nin güvenlik ve ekonomik geleceği adına haklı isteklerdir. Ama savaş sonrası oluşacak‚ galipler masasında yer almamız şartıyla. Bu da savaşa tam destek koşuluna bağlı” demekte ve hükümetin kararsızlıkları nedeniyle “Türkiye’nin hesabını doğru yapamadığı”ndan yakınmaktadır. Ona göre, “Başbakan Gül’ün bölge ülkelerine yaptığı ziyaretler tamamen ters mesajlar veriyor ve Washington’da‚ Türkiyesiz çözüm” arayışına yol açıyor. Mengi bundan fazlasıyla rahatsızdır ve ABD’nin yanında Irak’a karşı Kuzey cephesinden saldırıya girişilmesini istemektedir. Savaşın dışında kalındığında “Türkiye’nin kayıplarının daha ağır olacağı”nı ileri sürerek, hükümetin “ülkenin güvenlik ve ekonomik çıkarları”nı gözetmesinin ancak ABD’nin yanında saldırıya katılmasıyla mümkün olacağını anlatmaktadır.(9 Ocak-Vatan)

(7)- Sevr Barış Konferansı döneminde, Bedirhan ailesi adına Emin Ali Bedirhan tarafından Fransız Yüksek Komiserliği’ne yazılan başvuru şöyle başlamaktadır:
“Ekselans,
Emir Bedirhan ailesi bu satırlarla kendi ülkelerinde, kendi otoriteleriyle ilgili olarak güvenceler altında onlara bölgesel otonomi vererek, Kürtler’in ulusal istemlerini gerçekleştirmiş olmaktan ötürü Barış Konferansı’nı oluşturan güçlerden biri olarak Fransa’ya teşekkür eder. Bedirhan ailesi VII. yüzyıldan 1847’ye kadar ataları tarafından yönetilen, tamamen Kürt olan bu bölgelerin Fransız adaletinin esprisi altında, Güney Kürdistan’ın bir bölümünü (Cezire İbn-i Omar) Fransa’nın ekonomik gözetimi altında konulmasını dikkate almasını rica eder.
(….)
Ekselanslarınıza bu ayrıntıları sunduktan sonra bütün Kürdistan’da ve özellikle Fransız mandası altına düşen bölümde -bütün özel çıkarların dışında- büyük bir etkimizin olduğunu söylemek istiyoruz. Ki bu etkiyi hükümetiniz, nüfusu altına aldığı ülkenin sadece mutluluğu ve barışını garantilemek için kullanabilir. Ekselanslarınızın, istemlerimizi hükümete bildirme umudu içinde teşekkürlerimizi kabul etmesini rica ediyoruz…”
(Fransız belgelerinden aktaran Doç. Hasan Yıldız)

(8) Aslında, aynı politikaların devamı olarak, İngiliz temsilci Lord Curzon, Lozan görüşmelerinde, Kürdistan sorununa ilişkin olarak süren tartışmalarda şunları dile getirmiştir: “Bir kez daha soruyorum: Güvenliği sağlamak için gerekli birlikleri kim bulacaktır? Oy verilmesi istenen konunun ne olduğunu halka nasıl anlatacaksınız? Kürtler bağımsız bir Kürdistan için, Araplar bir Arap devleti için, Türkler Türk uyrukluğu için, Hıristiyanlar da kendilerini Türkler’den korumak şartıyla, herhangi bir yönetimden yana oy vereceklerdir. Bu koşullar altında sınırları nasıl saptayabileceksiniz? Sonuç içinden çıkılmaz bir karışıklıktan başka bir şey olmayacaktır. Böylece büyük devletler kendilerini gülünç bir duruma sokmuş olacaklardır.” (Seha L. Meray – Lozan Barış Konferansı.1.cilt)
Öyle anlaşılmaktadır ki, İngilizlerle Türkiye arasında, Irak Kürtleri’nin İngiliz “koruması” altında kalmaları, otonom bir Kürdistan’ın tanınmaması ve Türkiye Kürtleri’nin de mevcut statüde tutulmaya devam edilmesi yönünde, “zımni” ya da gizli bir “anlaşma” sağlanmış durumdadır. Musul üzerindeki ısrarın “gizi” böylece açıklık kazanmaktadır. Türkiye ve Mustafa Kemal hükümeti, “Musul Kürtleri”nin, Türkiye Kürtleri’ne göre, elde edebilecekleri daha ileri bir politik mevzi veya otonomi vb. yapının, “emsal teşkil etmesi”nden çekinmekte ve İngilizlerle bunu önlemek için pazarlıklar yapmaktadır. Ama, yukarıda görüldüğü üzere, İngilizler, Kürtler’in durumuyla, bu, kendilerinin bölgedeki varlığı ve çıkarları yönünde kullanılabildiği oranda ilgilidirler ve bu temelde Türkiye ile anlaşmalarını önleyecek bir engel yoktur.
(9)- Bush çetesi savaş için gerekçe aramakta; aradığı gerekçeyi oluşturmak için çaba göstermekte; Irak, devlet başkanlığı sarayları dahil tüm askeri-sivil kurum, bina, kompleks, fabrika vb.’ni “biyolojik, kimyasal, nükleer silah arayıcıları”na açmışken ve silah denetimi kurumunun temsilcileri herhangi bir ize rastlamadıklarını açıklamalarına; Irak yönetimi istenirse CIA ajanlarının da araştırma ve “aramalara katılabileceğini açıklamış olmasına karşın, savaşılacağını ilan etmektedir. Burjuvazinin uluslararası hukuk düzeninde, uluslararası alanda geçerli kabul edilmiş anlaşmalara ve ilişkilere karşın; onları ayakları altına almaya ABD’yi iten onun sahip olduğu ekonomik, askeri ve politik güçtür. ABD, rekabette kendisine yakın bir düzeye çıkma ya da kendisini yakalama teşebbüsünü dahi imhayla tehdit etmekte ve nükleer güç kullanarak bunu engellemekten kaçınmayacağını “dünya aleme” ilan etmektedir.

Emekçi kadınlar içinde çalışma üzerine bir örnek

Emeğin Partisi, 3 Kasım seçim sonuçlarını değerlendirirken, temel hedeflerinden birini, uluslararası ve iç politik gelişmelerden çıkardığı sonuçla, halk yığınlarının örgütlenmesi ve bir emekçi iktidarı yolunda birleştirilmesi olarak belirlemişti. lll. Genel Kongre sürecini de partiyi  bu hedefler doğrultusunda yeniden mevzilendirme süreci olarak ilan etmişti. İşçi, gençlik, kadın gibi temel örgütlenme alanları başta olmak üzere bütün alanlarda her bir parti üyesinin, taraftarının, bir üyesi/parçası olduğu bir parti grubunda günlük parti çalışmasına katılmasının, bu hedefin başarısının güvencesi olacağını vurgulamıştı. Parti böylece, gruplar (birimler) temelinde yürüyen bir günlük çalışma/mücadele üzerinden gelişerek, partisiz işçi, semt, gençlik ve kadın grupları halinde halk yığınlarını kapsayan ve yönlendiren bir örgütlenmeyi sağlayabilecekti.
Bilindiği gibi, partinin tanımladığı bu örgütlenme tarzı yeni değildir. Kuruluşundan bu yana defalarca tanımlanmış, gerçekleştirilmeye çalışılmış bilinen bir örgütlenme tarzıdır. Ancak, her yeni politik durumda bütün güçlerini yeniden konumlandırmak durumunda olan bir işçi ve emekçi partisi açısından uluslararası ve iç politik gelişmelere uygun olarak daha ileri bir düzeyde örgütlenmenin, halk yığınlarını örgütleme görevinin bugünün koşulları içinde bir kez daha tanımlanmasını ifade etmektedir.
Bu bakımdan emekçi kadınlar içinde parti çalışması da pek çok kez yeniden tanımlanmış, pratik görevler belirlenmiş, parti örgütleri tarafından yerine getirilmeye çalışılmıştır. Bu alandaki çalışma da her alandaki çalışmanın taşıdığı eksik ve zayıflıkları bağrında taşıyarak, paralel bir seyir izlemiştir. Genel özelliği; istikrarsızlık, çalışmanın kazanımlarını biriktirmeme, bir çok yerde denebilirse her seferinde yeniden başlamak zorunda kalma vb. gibi nedenlerle sınırlı ya da çoğu zaman verimsiz kalmak olmuştur.
Bu yazıda bir örnek üzerinden bu alandaki çalışmamızın temel sorunlarını aşma yolundaki olanakları somut olarak incelemeye çalışacağız.

DÖNEMSEL BİR ÇALIŞMADAN GÜNLÜK BİR ÇALIŞMAYA
Ele aldığımız çalışma, İstanbul’da emekçilerin yoğun olarak yaşadığı bir ilçede yürütülmektedir. Emekçi kadınlar içindeki çalışma da bir kaç mahalle ile sınırlı bir çalışmadır. Şu veya bu düzeyde bugüne dek propaganda ve ajitasyon çalışmasının ulaştığı kadınların çoğunluğu ev kadınlarıdır; gruplar içinde az sayıda atölye-küçük fabrika işçisi, büro çalışanı, memur, ev veya bürolarda temizlik hizmetlerinde çalışan kadınlar vardır. Çalışma yürütülen yerler, geçmişte düzen partileri yanında çeşitli küçük politik akımların etkin oldukları, halen varlıklarını sürdürdükleri ama bir etkinlik gösteremedikleri yerlerdir. 
3 Kasım seçim çalışmalarının başladığı 2002 yaz sonlarına kadar, partinin gündemindeki her dönemsel politik çalışma; söz konusu ettiğimiz ilçemizde, kadın çalışması yürüten partililer tarafından “genel bir çalışma”nın  parçası olarak emekçi kadınlar içinde de yürütülmüş, eylem çağrıları yapılmış, çoğu zaman olumlu karşılıklar alınmıştır. Zaman zaman kadınlara seslenen özel çağrılar ve propaganda araçları da kullanılarak, emekçi kadınların örgütlenmesi fikri tartışılmıştır. Ancak, bütün bu çalışmalar, sonuçları değerlendirilip, daha ileri düzeyde bir adım atılmadan bir süre sonra tavsamış; yeni bir hamleye kadar bağ kurulmuş olan emekçi kadınlara bir daha uğranmamıştır. Bir üst yönetici organ tarafından da çalışmanın izlenmesinde, gerekli yardım ve denetimde aynı istikrarsızlık paylaşılmıştır.
3 Kasım seçim sürecinde ise, her alanda olduğu gibi daha yaygın ilişkiler üzerinden günlük bir seyir izleyen yoğun bir çalışma yürütülmüştür. Diğer dönemlere göre daha rahat propaganda olanağı taşıyan, daha kaygısızca kapı çalmayı, daha hesapsızca halktan/emekçi kadınlardan talepte bulunmayı zorunlu kılan koşullar; bu alanda çalışma yürüten partili kadınların pek çok konuda deneyimlerini zenginleştirmiş, kendilerine güvenlerini artırmış, diğer emekçi kadınlarla kesintili olsa da olumlu bir geçmişi olan bağlarını sıkılaştırmıştır. Çoğalma olasılığı yüksek bir örnek: Seçim çalışması içinde tanıştıkları ve AKP’li olduklarını gizlemeyen ve bu tercihlerinde de bilinçli oldukları anlaşılan bir kaç kadın, partili kadınların çalışmasından etkilenerek AKP’ye değil DEHAP’a oy vermeyi bir sorumluluk saymışlardır.
Böyle bir çalışma, anlaşılacağı gibi, bütün olumlu yönlerine karşın, bağ kurulan, propaganda götürülen, eyleme çağrılan emekçi kadın topluluklarına henüz örgütlemeye dönük bir adımla yaklaşılmadığını göstermektedir. Gerçi bu arada, bu çalışma üzerinden partiye üye olan kadınlar olmuştur; ama partisiz kadınların kendi aralarında örgütlenmesini sağlayacak bir adımdan söz edilemez.
Ancak, seçimlerden sonra çalışma kesintisiz sürdürülmüştür. Günlük gazete haftanın belirli günlerinde düzenli olarak belirli sayıdaki kadına ulaşmaktadır.
Kongre sürecine girildiğinde, ülkede ABD’nin Irak’a planladığı saldırı gündemin ilk sırasına yerleşmiştir. Halkın, emekçilerin önündeki temel sorun, bu saldırıyı durdurmak olarak şekillenmiştir. Kadınlar içindeki çalışmanın ve örgütlenmenin ekseni de ABD saldırganlığına karşı mücadele ve örgütlenme olarak biçimlenmek durumunda olmuştur.
Söz konusu ilçede kongre sürecinin başında emekçi kadınlar içinde çalışmanın geneli üzerinde sorumluluk taşıyan, bilgisine ve ilişkilerine sahip partili üç kadından oluşan grupla yapılan bir durum değerlendirmesinde; bu dağınık, örgütsüz kadınlardan bir araya gelmelerindeki kolaylık dikkate alınarak ilk elden örgütlenebilecekler üzerinden iki mahallede ( her birinde üç-sekiz arası kadın bulunan) yirmi dört kadın grubu oluşabileceği ortaya çıkmıştır. Üç kişilik başka bir partili kadın grubunun oturduğu bir başka mahallede on kadın grubu oluşabileceği saptanmış; yedi kişilik bir partili kadın grubunun bulunduğu dördüncü bir mahallede ise, örgütlenebilecek kadınların dökümü bile yapılamayarak, bir sonraki aşamaya bırakılmıştır.
Daha durum tespiti yaparken ortaya çarpıcı sonuçlar çıkmıştır. Çalışma yürüten partili kadınların, bu çalışma içinde bağ kurdukları kadınlar hakkında sayıları, özellikleri, ayrıntılı sosyal durumları vb. türden net bilgilere sahip olmadıkları, az çok siyasi eğilimleri ve gidildiğinde kapısını açan, istendiğinde evine komşularını çağıran, falanca memleketli, filancanın arkadaşı/akrabası olmakla sınırlı bir bilgiyle yetindikleri, kendileri tarafından da fark edilmiştir. Özellikleri, nitelikleri; tek tek kadınların politik düzey, bireysel özellik ve nitelikleri, beceri ve ilgi alanları, aile,komşu, iş, akraba çevresi vb. bakımdan durumları, politik çalışmaya gösterdikleri ilgi düzeyinin değerlendirilmesi, çalışma yürüten partilileri o güne dek pek ilgilendirmemiş görünmektedir. Kendiliğinden edinilmiş bu türden bilgilere ise, çalışmanın ilerletilmesi açısından bir işlev yüklenmemiştir. Yürütülen çalışmanın tarzı ve niteliği de, esasen daha fazla bilgiyi gerekli kılmamıştır. Çünkü, politik gündemin gereği olan propagandanın, eylem çağrısının bir bildirim mahiyetinde yüz yüze gelinen kadınlara sunulmasından ibaret bir çalışma sergilenmiştir. Bu kadarı ile partiye katılan kadınlar katılmış; geride kalan kadınların böyle bir ilişki tarzına daha farklı bir katılımı mümkün olamamıştır.
O ana kadar yürütülen çalışmalar içinde bağ kurulmuş kadınlar, gruplandırma fikri üzerinden ele alındığında, bu sonuçlar anlamlı hale gelmiştir. Kadınların çeşitli özellikleri, becerileri, ilgi alanları, diğer özellikleri hatırlanmış, belirginleşmeye başlamıştır.

GENEL BİR ÇALIŞMADAN GRUPLARIN ETKİNLİĞİNE DAYANAN BİR ÇALIŞMAYA
Sadece iki mahallede yirmi dört gruptaki kadınlarla ABD’nin Irak’a saldırısına karşı bir çalışmayla günlük olarak yüz yüze gelinmeye başlanmasından on beş gün sonra, bu gündemi konu edinen bir panele yetmiş kadın katılmıştır. Savaşa karşı imza metinleri, gruplardaki kadınlar tarafından paylaşılarak, bu süre içinde dört yüz imza toplanmıştır. Gruplar içinde çalışmalara daha ileri düzeyden katılma isteği gösteren kadınlarla pazar yerlerinde bildiriler dağıtılmıştır. Yine gruplar içinde günlük gazetenin bir haberini, bir makalesini birlikte okuma ve tartışma yaygınlaşmaya başlamıştır. Partililerin gruplarda söz konusu ettikleri “Nazi İşgalinde Sovyet Kadınları” adlı kitabı okumak ve edinmek isteyen kadınlar olmuştur. 
Paneldeki tartışmalar sırasında partili kadınların savaşa karşı bir hafta sonra bir  basın açıklaması yapılması önerisine panele katılan kadınlar hemen aynı gün açıklama yapılması önerisiyle yanıt vermişler, yapılan oylamayla, açıklamanın ertesi gün yapılması kararlaştırılmıştır. Basın açıklamasına katılım, gruplardaki kadınların toplamından çok daha az sayıda gerçekleşmiştir. Ancak bu, çalışmanın olumlu özelliklerini ve başarısını gölgeleyecek bir sonuç olarak değerlendirilemez. Dikkate değer yanı, ABD’nin saldırganlığına karşı partisiz kadınların hemen harekete geçmeye, çalışma yürüten partili kadınların umduğundan çok daha hazır ve istekli olduklarını oylama ile kanıtlamak zorunda kalmalarıdır. Eyleme şu veya bu nedenle gelinememesi çalışmanın gereksizliğini ve başarısızlığını göstermez. Aksine, bir grup toplantısına gelmek, günün belirli bir süresini politik tartışma ve sohbetlerle değerlendirmek, bir gazete yazısı okuyup, tartışmak vb. gibi yaşamına giren değişikliği alışkanlık haline getirmekte -çeşitli nedenlerle- zorlanan, çoğu ev kadını olan kadınların yüzde yirmisinin, bu kadar kısa sürede örgütlenen bir eyleme katılmış olması sevindirici bir durumdur. Çalışmanın; aynı günlük tempo içinde, kendi doğal komşuluk/akrabalık ilişkileri çerçevesinde oluşturulan gruplar içindeki kadınların iş bölümüne dayanması, ortak iş ve mücadele fikrini geliştirerek sürmesi, her bir kadın için sorularına ve temel sorunlarına yanıt olacak, yaşamını daha nitelikli ve öğrenerek sürdüreceği bir seyir izlemesi halinde ortaya çıkacak sonuçlar, bugünkü kısa vadeli sonuçlarından çok daha farklı ve ileri olacaktır. 
Sözü edilen paneli izleyen günlerde bu çalışmaya katılan gruplardan bir bölümünün temsilcisi sayılabilecek, çalışmalara daha ileri düzeyden yanıt veren kadınlarla bir toplantı gerçekleştirilmiştir. Bu toplantı, bir ölçüde bu kadınların kendi gruplarının sorumluluğunu üstlenmeleri fikrinin paylaşılmasına yol açmıştır. Bu kadınlar, toplantıda her türlü aydınlatıcı çalışmada, kadınların örgütlenmesi ile ilgili çalışmalarda, savaşa ve ortak sorunlara karşı mücadele örgütleme ve bütün bu çalışmalarda sorumluluk alma yönünde istekli olduklarını ifade etmişlerdir. AKP’den CHP’ye farklı eğilimlerden bu kadınlar, partili kadınların çalışması etrafında hiçbir önyargıya sığınmaksızın, ortak sorunların çözümünde rol almakta düşünce birliği içindedirler. Yürütülen çalışmaların bugüne kadarki seyrinden olumlu yönde etkilenmişler ve sürdürmek konusunda isteklidirler.

SONUÇLAR
Ele aldığımız örnek, partinin kongre sürecinde halk kitlelerini örgütleme, hak ve çıkarları için seferber olmalarında etkin olma ve bunu başarmak için parti üye ve kadrolarını bu göreve uygun olarak yeniden mevzilendirme çağrısına uyma çabası içindeki bir kitle çalışmasının emekçi kadınlar alanından bir örnekti. Benzerleri, daha gelişkin olanları kuşkusuz var. Fakat bunların yaygınlaşması, parti çalışmasının genelinde egemen hale gelmesi için bu mütevazı örnek,  önemli sonuçlar çıkarmamıza bir vesile oluşturuyor.
1. Bugüne dek sözü edilen ilçe örgütümüz, pek çok örgütümüz gibi, emekçi kadınlar içinde heyecanla, fedakarca, çalışmalar yürütmüştür. Ancak, çalışmanın bir süre sonra kesintiye uğraması, hem çalışmayı yürütenlerin bir sonraki seferde cesaretini kıran, boşa çalıştığı duygusunu güçlendiren, üremeyen bir çalışma olarak kalmasına, güdükleşmesine yol açmıştır. Hem de çalışma yürütülen kesimlerde “geliyorsunuz, geliyorsunuz, değişen bir şey yok” dedirten bir güvensizliğe neden olmuştur. Öncesini bir yana bırakırsak, sadece seçim çalışması ve devamındaki kongre-konferans sürecini kapsayan bir dönemde göze çarpan; çalışmadaki kısa bir “istikrar dönemi”nin bile, gidilen emekçi kadın kesimleri arasında politik etkisinin yanında parti çalışmasına karşı bir saygı ve sorumluluk duygusu oluşmasına yol açmış olmasıdır. AKP’li kadınların partili kadınların çalışmasına duyduğu sorumlulukla DEHAP’a oy vermesi bunun göstergesidir.
2. Kongre süreciyle birlikte seçim çalışmasının kazanımlarını kitle ilişkilerini gruplar halinde yürüyen bir çalışmaya dönüştürme çabası; hem çalışma yürüten partili kadınların önünü açan bir etken olmuş, hem de çalışmanın partisiz kadınlar tarafından da paylaşılarak, daha önce pasif bir dinleyici konumundaki kitle ilişkilerinin, katılımcı, kendi emeğini ve ilişkilerini de çalışmaya aktaran bir pozisyona geçmesine yol açmıştır.
3. Her bir gruptaki her bir kadının, ailesi, komşusu, arkadaşı, akrabası vb. gibi çevresinin örgütlenmesine olanak açan ve buralardan da örgütlenmenin genel çalışmaya oranla kat be kat daha hızlı ilerlemesini pratik bir olanak haline getiren bir perspektif  oluşmuştur.
4. Gruplar halinde bir araya gelen kadınlar arasındaki olağan ilişki biçimi, daha nitelikli, daha öğretici, işbirliği ve dayanışmayı geliştiren bir ilişki biçimine dönüşmektedir. Aynı değişim, çalışma yürüten partili kadınlar açısından da söz konusudur. Halka, emekçilere karşı sorumluluk duygusunun artması, bunun aynı zamanda günlük pratik bir sorumluluk olarak da gelişmesi, inisiyatif ve özgüvenin geliştiği bir alanın oluşması vb..
5. Gruplar içindeki kadınların gelişimini yakından izleme ve bilme, bunlar arasında öne çıkanlara daha ileri düzeyde görev ve sorumluluk verme, ideolojik ve politik eğitimlerine özel olarak eğilme gibi çalışma yürütülen alanın daha somut bilgisine sahip olma ve bu bilgileri gereği gibi değerlendirerek ilerleme olanağı somutlaşmıştır.
6. Mücadelenin üzerinde yükseleceği mevcut bu durumu bir başlangıç olarak varsayarsak,  daha ileri daha gelişkin örgütlenme ve mücadelelerin en önemli unsurunun, bütün bu süreç içindeki temel rolün bu çalışmayı gece gündüz yürütecek, çalışma yürütülen alandaki insanlarla ilişkileri yaşamının merkezine koyacak profesyonelce bir/birkaç/birçok partilinin çalışması olduğu anlaşılacaktır. Daha önce değinildiği gibi, 24 grupla başlayan iki mahalledeki çalışma, üç partili kadının bu alana yoğunlaşmasıyla (bunlardan biri tam zamanlı, diğeri ev ve çocuklarının sorumluluğuyla birlikte, bir üçüncüsünün ise işinin dışındaki zamanını bu çalışmaya ayırarak) yol almış bir çalışmadır. Buna ek olarak, ilçede parti yönetimi yanında profesyonel il görevlisinin de bu çalışmanın günlük gelişmelerini izleyen, yer yer uyaran, yardım eden bir yönetim tarzıyla çalışmanın sorumluluğunu fiilen de omuzladığını belirtmek gerekir.
Bu çalışmanın bundan sonraki seyri ne olur ? Kuşkusuz iç ve dış politik gelişmeler, olağanüstü nedenler durumu tümden değiştirebilir. Ama bunları da dikkate alarak belirtmek gerekir ki, profesyonel ve yarı profesyonel çalışma yürüten partili kadınların şimdiye kadar olduğu gibi içinden katıldıkları çalışma tarzının, bundan sonra da çalışmanın seyri üzerinde belirleyici olduğu gün gibi açıktır. Bu tarzda çalışmaya katabildiğimiz partili sayısını çoğaltabildiğimiz ölçüde, daha derinlemesine kök salan bir parti olma ve daha geniş alanlarda halk yığınlarının örgütlenmesinde rol ve söz sahibi olma kaçınılmaz bir gelişme olacaktır.

AKP-YÖK sarkacında ‘reform’ tartışmaları ve üniversiteler

Üniversite kadar, yirmi yılı aşkın süredir sayısız protestolarla karşı karşıya kalan, sorunlu olduğu herkesçe kabul edilen ama kamuoyunda çözüme yönelik belirli bir yargının oluşmadığı bir konu olmasa gerek. Eğitimin sorunları çözüldükçe başka birçok toplumsal alanda da ilerleme sağlanacağı yaygın olarak kabul ediliyor, ancak, belki de bu yüzden, iş, örneğin üniversitelerin ne olacağı konusuna geldiğinde, medyada konuşma şansı elde edenlerin çoğu, ne demek istedikleri tam belli olmayan birtakım ‘çözüm’ önerileri sunuyor, özerk ve demokratik bir üniversite için mücadele eden kesimler de sürekli aynı eleştirileri yineler konuma düşüyorlar gibi bir görüntüyle karşılaşıyoruz.
Aslında YÖK marifetiyle yerlebir edilmiş, neredeyse bütün yorumlama ve tartışma refleksleri zorla elinden alınmış olan üniversiteler, kendilerine mikrofon tutulduğunda, tam da tartışmanın kaynağı olan aczlerini ortaya koymaktan başka bir şey yapmıyorlar. Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu’nun YÖK’e çatmasından sonra genişleyen tartışma da, (iddia edildiği gibi YÖK tartışması, elbette Bakan Mumcu tarafından açılmamışsa da) tüm üniversite bileşenlerinin gönlündeki üniversite sistemine ilişkin değişiklik talebini de, olması istenen üniversite modeli konusundaki kafa karışıklığını da göstermeye yetmiştir. Özellikle bilimsel ve mesleki formasyon edinme derdiyle üniversiteye gelen yüzbinlerce genç ve ‘içgüdüsel’ olarak çözümü kendilerini laboratuvarlara kapatmakta bulan öğretim üyeleri tartışmanın dışında kaldıkça da, hükümetin, YÖK’ün, vs. müdahaleleri dışında bir çözüme ulaşmak, olanaklı olmayacak görünüyor.
Kurulduğu günden bu yana YÖK, tüm Türkiye üniversitelerinin üzerine bir kâbus gibi çökmüştür. 22 yıldır öğrencilerin de, akademisyenlerin de hareket alanlarının ne kadar kısıtlandığı; derslerde anlatılan “bilimin” niteliğinin ne kadar düştüğü; halkın, üniversitelerin bir anlamda toplumun beyni olma işlevlerinden ne denli yoksun bırakıldığı; bilgisiz, korkak, yorumlama, eleştirme yeteneğinden yoksun kuşaklar yetiştirme yolunda ne kadar mesafe kat edildiği ve tüm bunların ilk elden sorumlusunun, kampüste kim, ne varsa, atan, ‘satan’, atayan, ödeneksiz bırakan, asan, kesen YÖK olduğu biliniyor.
Aslında bunca yıllık icraatı, YÖK’ün, üniversiteleri fazlasıyla istediği şekle sokmasına, üniversite olmaktan çıkarmasına yetmiştir. Bu yüzden, hükümeti kuran egemen sınıf kliğinin ayağına dolanmaya başlamasının, medyanın bunca yıl ‘nazını çektiği’ YÖK’e acımadan saldırıya geçmesine de bakarak, onun “işlevini tamamladığı” fikrini de akıllara getirdiği söylenebilir. Üniversitede Türk-İslam sentezi savunucusu kadroların konuşlanmaları, baskıcı ve bilim düşmanı zihniyetin yerleşmesi, bürokrasinin aşılmaz duvarları, programların, müfredatların kısır ve boş içeriği, artık, üniversitenin ve bilimin neye benzediğinin, hatırlanamayacak, hayal edilemeyecek kadar üniversitenin imgeleminden uzaklaşmasına neden olmuştur.

ÖZERKLİK OLMADAN ÜNİVERSİTE OLMAZ
Üniversite, ‘bilim yapmak üzere tasarlanmış bir yapı’ fikri olarak var olduğu andan itibaren bile, tarihi boyunca, bir “özerklik” kavrayışına ihtiyaç duymuştur. İşi bilimin üretilmesi, öğretilmesi, biriktirilmesi olan bir yerin kurulması, din adamları eliyle gerçekleştirilmiş dahi olsa, özerklik tasarımını içeren ve gerektiren bir olaydır. O günün sınırlı üniversitesinden bugün hayatın her alanına ilişkin bilimsel bilginin merkezi olan, felsefeden mimarlığa, doğa bilimlerinden konservatuara, güzel sanatlardan sosyal bilimlere, mühendislikten tıbba onlarca tür fakülteyi bünyesinde toplayan modern üniversiteye ulaşan gelişimin tarihi de, özerklik ve akademik özgürlüğü kazanma ve genişletme kavgasıyla paralel bir seyir izlemiştir.
Üniversitenin ihtiyacının, tarafları olarak gözüken YÖK ve hükümet yetkililerinin tartışmayı hapsetmeye çalıştıkları gibi, yalnızca başörtüsü, göstermelik bir af, bölünmek, piyasalaşmak, “laik” baskıcılık vb. olmadığı, geçen ay boyunca süren tartışma vesilesiyle üniversite bileşenleri tarafından defalarca yinelendi. Başta öğrenci gençlik, üniversitenin YÖK’leştirilmeye başladığı tarih olan 6 Kasım 1981’den bu yana, hatta 1968 eylemlerinden bu yana “özerk, bilimsel, demokratik, parasız üniversite” talebini ısrarla dile getirmiş, sesini yükseltmeye soyunduğu her fırsatı bu çerçevede değerlendirmişti.
Peki nedir özerkliği, akademik özgürlüğü üniversite için bu kadar vazgeçilmez yapan? Dünya Üniversiteler Servisi’nin 1988 tarihli ünlü Lima bildirgesinde şöyle deniyor:
“‘Özerklik’ yükseköğretim kurumlarının iç işleyişlerine, mali işlerine ve yönetimlerine ilişkin kararlar almada ve eğitim, araştırma, dışa yönelik çatışmalar ve diğer ilgili faaliyetlerde kendi politikalarını oluşturmada devlet ve toplumun tüm diğer güçleri karşısındaki bağımsızlıkları anlamına gelir. (…)
Akademik özgürlük, üniversitelerin ve diğer yükseköğretim kurumlarının üstlendikleri eğitim, araştırma, yönetim ve hizmet işlevleri için vazgeçilmez bir ön koşuldur. Akademik çevrenin tüm üyeleri herhangi bir ayrım yapılmaksızın ve devletten ya da herhangi bir başka kaynaktan gelebilecek müdahale veya baskı endişesini taşımadan işlevlerini yerine getirme hakkına sahiptir. (…)
Akademik özgürlükten gerektiği gibi yararlanmak ve yukarıdaki maddelerde sözü geçen yükümlülüklere uymak, yükseköğretim kurumlarının üst düzeyde özerkliğe sahip olmasını gerektirir.”1
YÖK üniversitesinin burada sözü edilen özelliklerden nasibini almamış olduğunu söylemeye gerek yok. Üniversitenin bütün bilim dışı ve baskıcı niteliklerinin demokratik ve özerk üniversite talebine bağlanmasını olanaklı kılan da budur. Zaten rektörlerin peş peşe görevden alındığı, bütün öğrenci kulüplerinin bir gecede kapatıldığı, Kürtlerin bir halk olmadığını kanıtlayan(!), “Atatürk ilkelerine muhalif ideolojik akımları eleştiren” araştırmalar yapılması talimatını veren genelgelerin yayınlandığı, vakıf üniversitelerine devlet üniversitelerinden kat kat fazla kaynak ayrılarak hemen hiçbir araştırma için ödenek bırakılmadığı bir üniversite ortamı hakkında “daha ne söylenebileceği” bahis konusu mudur?
Üniversitenin en çok göze batan “disiplin” altına alınma çabalarından güncel bir örnek olarak; son iki üç yılda üniversiteden birer ikişer ve ‘normalleştirilmiş’ bir sessizlik içinde atılan yüzlerce öğrenci ve öğretim elemanı verilebilir. 28 Şubat 1997’den bu yana kamu görevinden ve meslekten men edilen öğretim elemanı sayısı tam 151’dir. 2000 yılındaki aftan bu yana atılan veya uzaklaştırılan öğrenci sayısı ise 357 ve bunun 149’unu, “Yükseköğretim kurumlarının ideolojik ve siyasi amaçlarla huzur, sükûn ve çalışma düzenini bozmak veya boykot, işgal, engelleme, personelin işini yavaşlatma gibi eylemlere katılmak, bu amaçlara yönelik eylemleri tahrik etmek” gerekçesiyle uzaklaştırılanlar oluşturuyor.

PİYASAYLA NEREYE?
Özerkliğe yönelik tek tehdit, küçük birer sultan misali yetkilerle donatılmış bürokratlar değildir. AKP ve YÖK’ün üzerinde anlaştığı bilinen piyasa üniversitesi modeli de, farklı mekanizmalarla dört bir koldan çevrilmiş, özerkliği, akademik özgürlüğü yok edilmiş bir üniversitedir. Finansman ihtiyacını doğrudan sermayeyle baş başa kalarak çözmesi beklenen piyasa üniversitesi, Batı ülkelerinin çoğunda, özellikle, herhalde ilk olarak hayata geçtiği ABD’de yaşanan örnekleriyle, toplum çıkarları için bilim üreten, araştıran, tartışan bir kurum olma özelliğinden tümüyle uzak olduğunu şimdiden göstermiştir.
ABD’nin en büyük devlet üniversitesi olan California Üniversitesi (University of California-UC), birkaç ayda bir, tekellerin bilim adamı onurunu ayaklar altına aldığı skandallarla gündeme geliyor. Bu kadar kısa süre içinde, piyasaya mahkûm üniversitenin ulaştığı pespaye durum, tüyler ürperticidir. İlk fırtına koparan gelişme, UC’nin Berkeley kampüsünün, 1998 Kasım’ında ilaç tekeli Novartis’le imzaladığı anlaşmaydı. Buna göre, Novartis, üniversitenin Botanik ve Mikrobiyal Biyoloji bölümüne 25 milyon dolarlık bir bağış yapacak, karşılığında ise, bu bölümde yapılacak buluşların lisans hakkının üçte birine sahip olacak, üstüne üstlük, beş kişilik araştırma komitesinde iki kişiyle temsil edilecekti. 2 Böylelikle, üniversitenin bilimsel, düşünsel üretimi satın alınmakla kalınmıyor, öğretim üyeleri neyle uğraşıp neyle uğraşmayacaklarına, “parayı çar çur etmemelerinin nasıl sağlanacağına” kadar kontrol altına alınmış oluyordu! Bu anlaşma öğretim üyelerini ayağa kaldırdı, Novartis’in lisans hakkı biraz kısıtlandı ama komitedeki sandalyelerine dokunulmadı.
Belki en ahlaksız olanı da, üniversitenin bu kez İşletme Fakültesi’ne (bu fakülte Haas İşletme Fakültesi adını, yine okula bolca bağış yapan Haas ailesinden alıyor) 2 milyon dolarlık bir “bağış” yapan Bank of America ile ilgili. Banka, bu “bağışıyla” dekanın “ünvanını” satın almış oldu; dekanın resmi ünvanı artık, “BankAmerica dekanı” (BankAmerica dean). 3 Üniversitenin Santa Cruz kampüsünde ise, 2 milyon doları aşkın bağışlar sonucu, bir “Yahudi araştırmaları” bölümü kuruldu. 4 Piyasalaşma konusunda en ileri giden üniversite sayılabilecek California Üniversitesi’nin en adı çıkmış ‘faaliyetleri’ bunlar.
Bir örnek de ülkemizden; özel yurtlar, yemekhaneler, yaz okulu, misafir öğrencilik gibi piyalaşma girişimlerinin öncülüğünü üstlenen Boğaziçi Üniversitesi’nden. BÜ’de henüz yasal gereklilikleri tamamlanmadığı için kitabına uydurulmadığından resmen inkâr da edilse, bir iki yıldır hazırlıkları süren bir “Aydın Doğan İletişim Enstitüsü”nün kurulma aşamasında olduğu biliniyor. Elbette medya patronunun bağışlarıyla kurulan enstitü hakkındaki ‘söylentilere’ göre, Doğan, üniversitenin olanaklarını istediği kişiye istediği eğitimi vermek için kullanmaya hazırlanıyor. Geçen yıl öğretim üyelerinin önemli bir bölümü, Doğan Medya patronunun bağışlarıyla kendi istediği gibi yöneteceği bir enstitü kurabilmesi ve üniversitenin merkezi yönetim organlarında da söz hakkına sahip olmasına sert tepki göstermiş, yönetim tarafından güçlükle yatıştırılmışlardı. Bunun kamuoyu nezdinde bir skandal olarak gündeme gelmemiş olmasında, yönetimin gizliliği korumakta, ‘duyumlar’ alan öğrencilerin ellerine hiçbir kanıt geçmemesini güvence altına almakta ve öğretim üyelerini de sorunu ‘üniversite içinde’ çözmeye, dışarıya duyurmamaya ikna etmekte gösterdiği başarının etkisi olmuştu.
Piyasalaştırma operasyonunun bütün üniversitelerde benzer etkileri olacağını söylemek de doğru olmaz. Belli başlı, köklü on-on beş üniversite dışında, neredeyse tüm yetersizliklerine nesnel bir gerekçe uydurmak için söylenmiş “taşra üniversitesi” sözüyle ifade edilen onlarcasının payına, en iyi ihtimalle teknik eleman yetiştiren ve atölyelerinde çevreye ucuz üretim yapan meslek yüksekokullar olmak düşüyor, düşecektir.
Üniversitenin finansmanını ‘kendisi’ halletmek zorunda bırakılması (kimi zaman ‘özerklik’ kavramı çarpıtılarak bu anlamda da kullanılıyor), piyasanın kucağına atılarak bütün formasyonunu piyasa mekanizmasına göre ayarlamaya zorlanması, küreselleşme çağının üniversiteye çıkardığı ölüm fermanıdır. Görüldüğü gibi, piyasa üniversitesi, zaten buna yabancı olmayan mevcut YÖK üniversitesinden daha makbul değildir. Üniversiteyi sermayenin en doğrudan kısa vadeli ihtiyaçları dışında tüm işlevlerinden arındırmayı hedefleyen bu operasyon, özerkliği, akademik özgürlüğü yerleştirmek, bilimin sınırsız gelişiminin önündeki engelleri aşmak gibi ayak bağlarıyla zaman ve enerji yitirmek niyetinde değildir. Her iki model de, üniversitenin, bilimin ihtiyaçlarını gözeterek uygulanması yoluyla değil, üniversite dışından, egemen sınıflar tarafından belirlenen güncel üniversite ihtiyacının dayatılması biçiminde gerçekleştiriliyor. Bilimsel sosyalizmin ve toplumun ihtiyaçlarını öne alan bir bilim anlayışının üniversitelerde kökleşmesine karşı kurulan ve deyim yerindeyse ‘toplum için bilim’ fikrinin bir daha yeşermesine dahi izin vermemek üzere, önce Türk-İslam sentezi savunucusu kadroları üniversiteye yerleştiren, hızla yurdun dört bir yanında birbirine tıpatıp benzeyen bir “yükseköğrenim cemaati” yaratan, 28 Şubat’tan sonra yine egemen geleneksel politik çevrelerle uyumlu olmayan görüşlere üniversitede göz açtırmayan YÖK, şimdi de piyasa üniversitesinin kuruluşu görevinin hakkıyla üstesinden gelmek istiyor.

SORUNUN ÜSTÜNÜ ÖRTEN BİR TARTIŞMA
Egemen sınıf siyasetinin üniversitelerde uygulanışının 20 yıllık vefalı mimarı YÖK ile, IMF’yle, ABD’nin Irak’ta açmaya çalıştığı savaşla ilgili tutumlarında, programında da, ülkenin her alanda küreselleşme politikaları doğrultusunda emperyalizme entegrasyonunu kimseye bırakmamaya çalıştığını gösteren AKP, piyasa üniversitesi modelinde tam bir uzlaşma içindeler. Aralarındaki çatışma, işin başında kimin olacağı üstünedir. Daha geçen yıl üniversitenin ve bilimin sermayenin insafına terk edilmesi anlamına gelen bir yasa tasarısı hazırlayarak bu işi bitirmeye yönelen YÖK mü; yoksa bir ‘acil küreselleşme programına’ bağlanarak her alanda piyasa egemenliğinin kurulmasının öncüsü olmak isteyen, aynı zamanda üniversite mevzisini, başka alanlarda çatışmayı göze alamadığı geleneksel egemen politika çevrelerine üstün geleceği bir sıçrama tahtası olarak kullanmaya niyetlenen AKP mi? İkisi de farklı gerekçelerin arkasına gizleniyor, kamuoyu desteğini arkasına almaya çalışıyor, bu arada da aralarındaki “türban” gibi, “diploma denkliği” gibi ortalama bir öğrenci ve öğretim üyesini hiç de ilgilendirmeyen, bilimsel-özerk üniversite davasıyla alakası olmayan anlaşmazlıklar için birbirlerini geri adım atmaya zorluyorlar. Bu sırada, olan yine üniversiteye, bilime, gençlere oluyor.
Bu çatışmanın üniversitenin derdine derman olması bir yana, en çok zararının dokunacağı yer üniversitenin kendisi, en çok zararının dokunacağı uğraş da bilimdir. Aslında, üniversite camiasının, (elbette YÖK’ün de bir uzantısı olduğu) egemen siyasi çevrelerin üniversiteye müdahalesinden çözüm beklentisi içine girdiği ilk olay bu değildir. 2000 yılında, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Üniversitelerarası Kurul’un YÖK üyeliğine önerdiği isimleri, gelenek olduğu gibi onaylamak yerine, veto etmişti. Bu meydan okuma, daha sonra Sezer’in Cumhurbaşkanlığı kontenjanından bütün YÖK üyeliklerine, Alparslan Işıklı, Aysel Çelikel, Türkan Saylan gibi “YÖK karşıtı” olarak bilinen profesörleri atamasıyla sürdü. Yine, Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlüğü için en çok oy alan iki adayın YÖK tarafından Cumhurbaşkanına ‘öneri’ listesine alınmaması, Sezer tarafından sert tepki görmüş, YÖK Sezer’in dediğine gelene kadar tartışma devam etmişti. Aralıklarla olan bütün bu olaylar, YÖK’ün, herhalde o güne kadarki tarihindeki en yaygın tartışmanın konusu haline gelmesini sağlamış, medya aylarca YÖK’te nelerin değişeceğiyle, üniversitenin neler çektiğiyle yatıp kalkmıştı. Kamuoyu önünde rahatça konuşma hakkına kavuşan rektörler, kimi öğretim üyeleri ve öğrenciler de, umudunu Sezer’e ve onun atadıklarına bağlamış, üniversiteyi kurtarmasını beklemişti. Sonuç, elbette, “bu kurumu içeriden değiştirmeye heveslenen” YÖK’e atanan üyeler için bile, hayal kırıklığıydı.
Kendisini özerklikle var eden bir kurum olarak üniversitenin, bundan dolayı, özerk üniversitenin kuruluş ilkelerini benimsemeyen ve bunu savunacak bir toplumsal temele sahip olmayan hiçbir ‘dış’ müdahaleyle kurtulması mümkün değildir. Samimi olarak üniversitenin ‘kurtuluşundan’ yana olan hocalar, öğrenciler, kampüs emekçileri de, üniversite dışı tartışmalardan medet ummayı bırakmadıkça, kendilerine, üniversiteye, bilime en büyük kötülüğü yapmış olacaklardır.

ÖZERK DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE İÇİN
Üniversitenin sorunlarının çözümünde kırk yıldır ısrarla savunulan bir talepler çerçevesi olan “özerk, bilimsel, demokratik, parasız üniversite” şiarı, bu kez kazananın üniversite olması için doğru yolu işaret ediyor.
Ancak, son yıllarda “akademik mücadele” ya da “akademik-demokratik mücadele” sözünün, ileri öğrenci kuşağı tarafından “politik ve ideolojik olmayan her şey” gibi anlaşılması gibi bir zaafın varlığından söz etmek gerekir. Akademik mücadelenin konuları, başta yemek ücretleri olmak üzere, kredi, yurt, mediko sorunları, soruşturmalardan ibaret kabul edilince (en azından pratikte öyledir), özerk, bilimsel, demokratik bir üniversitenin önemi, öğrenci gençliğin büyük çoğunluğu için soyut ve anlaşılmaz kalıyor. Özerklik deyince, “YÖK olmasın, soruşturma açmasın”; demokrasi deyince, “sınav tarihlerini, yemek ücretlerini bize de sorsunlar” gibi talepler anlaşılıyor. Üniversitenin toplumsal rolü, bilimsel araştırmanın gereklilikleri, bunlardan dolayı üniversitenin ve bileşenlerinin ihtiyacı olan koşullar ile, özerk, demokratik üniversitenin ilişkisi kurulmayınca, aslında 40 yıllık mücadelenin başlıca talebinin içeriği pek de anlaşılmamış oluyor.
Öğrencisi, hocası, emekçisiyle üniversite bileşenlerinin özerk, demokratik, bilimsel, parasız üniversite mücadelesinin en önde gelen işlevi, günümüz üniversitesinin tek yanlı olarak burjuvaziye ve kapitalizme hizmet eder niteliğinin teşhir edilmesi ve toplumun çıkarlarını, din, gelenekler, devlet, piyasa da içinde olmak üzere her şeyin önüne koyan bir bilim anlayışına yönelik bir tartışma yaratılmasıdır. “Kendini kurtarmak” fikrine çoktan ikna olmuş geniş gençlik kesimlerini, “daha iyi bir eğitim” almak için harekete geçmeye kazanmak pek olanaklı değildir, ancak üniversitenin toplumsal rolü ve bugün kendi çıkarları için toplumu üniversiteden, bilimden mahrum etmek isteyenlerin girişimleri tartışmaya açıldığında, gerçek bilim yuvalarının kurulması için gerekli olan platform oluşturulabilecektir.
Üniversite özerkliğini istemek için, hükümetin ve sermayenin üniversiteye her türlü müdahalesinin karşısında olmak gerekir. Hükümet YÖK’le istediği kadar dalaşabilir, ama üniversitelerden elini çekmelidir. Üniversitelerin sorunlarının çözümüne götürecek değişiklikler, göstermelik olarak değil, gerçekten üniversite bileşenlerinin katıldığı geniş tartışma platformlarında, bilim komiteleri kurulmasıyla ciddi bir araştırmanın sonucu olarak hayata geçirilmelidir. Öğrenci hareketine düşen özerk demokratik üniversite mücadelesini bunu göz önünde bulundurarak örmektir.

1) Yükseköğretim Kurumlarının Özerkliği ve Akademik Özgürlük üzerine Lima Bildirgesi, Eğitim: Ne için? Üniversite: Nasıl? YÖK: Nereye? içinde, Öğretim Elemanları Sendikası Yayınları, Ankara, 1999
2) California Üniversitesi öğretim üyesi İbrahim Warde, Satılık: Amerika’nın Akademik Saygınlığı!, Le Monde Diplomatique’den aktaran Evrensel Gençlik, çeviren Okay Deprem, sayı 71, 13 Haziran 2001
3) Joan Obra, Stacy Schwandt and Peter Woodall, Corporate Donors’ Influence Spilling into UC Classrooms, San Francisco Chronicle, June 26, 2001
4) a.g.y.

Uzlaşmacı sendikal anlayışın yeni adı: “sosyal diyalog”

13 Ekim 1970’te, İstanbul Eyüp’teki Gislaved Lastik ve Kauçuk Sanayii Fabrikası’nda, 15-16 Haziran tarihinde eyleme katılan işçilerin üzerindeki baskının son bulması ve ücretlerin kesilmesine karşı fabrika içinde oturma eylemi başlar. İşveren gün boyunca makine başındaki işçilere baskı yaparak çalışmalarını ister. Tüm baskılara rağmen işçiler taleplerin karşılanması için oturma eylemlerini devam ettirir. Lastik-İş sendikası yöneticileri, işveren çağrılara cevap vermediği ve işçilerin talepleri karşılanmadığı sürece, işçilere çalışmaları yönünde çağrı yapmayacaklarını açıklar.
15 Ekim’de işveren toplum polisleri ve komando desteği ile fabrikaya müdahale eder. İşçiler ilk saldırıyı içerden sıcak su sıkarak püskürtür. Bunun üzerine polisler ve komandolar, fabrikanın kapılarını greyder ile kırdırarak içeri girerler. Çıkan çatışmada bir işçi yaşamını yitirirken, çok sayıda işçi yaralanır. Bu arada fabrikaya çevreden gelebilecek yardıma karşı tüm yollar kapatılır.
1970’li yıllardan 1980’e kadar bu örneğe benzer onlarca direniş ve işgal yaşandı. Çatışmalar, işten atmalar, ölümler işçileri mücadeleden alıkoymadı.
Şimdi bugüne gelelim ve soralım; bu direniş şimdiki süreçte yaşansaydı, sosyal diyalogcu sendikacılar ne yapardı? Önce “direniş nasıl kırılır, fabrika işgalden nasıl kurtulur”un planları yapılırdı. Sonra da işçiler, bu plana uygun olarak, alavere-dalaverelerle direnişten vazgeçirilmeye çalışılır, “sorunların diyalogla çözüleceği, diyalogun önemli olduğu” üzerine nutuklar atılarak, direnişin hakkından gelinirdi.
1980’e gelindiğinde, çalışan işçiler içinde sendikalı işçi sayısı, yaklaşık 2,5 milyondu. Ekonomik ve demokratik talepleri için mücadeleci bir hat izleyen, zaman içinde önemli kazanımlar elde eden işçi hareketi, sınıf dayanışmasını güçlendirerek, “hak verilmez alınır” şiarı etrafında birleşerek, mücadele eden bir sendikacı kuşağı yaratma konusunda önemli mesafe almıştı. O dönemde de sorunlara masa başında çözüm arayan anlayışlar olmakla birlikte, bu anlayışlar günümüzdeki gibi, açıktan sınıf karşıtı bir tutum olarak ortaya çıkamıyordu.

12 EYLÜL, YASALAR VE SENDİKAL HAREKET
12 Eylül askeri darbesinden sonra tek taraflı olarak hazırlanan 1475 Sayılı İş Kanunu, iş yerlerinde çalışma koşulları açısından bütünü ile patronların isteğine uygun, işverenin egemen olduğu bir anlayışı getirdi.
Patronun, istediği işçiyi istediği biçimde çalıştırmasına olanak sağlayan ağırlaştırılmış yasalardan birisi de, tamamen anti demokratik bir içeriğe sahip olan 2821sayılı Sendikalar Kanunu’dur. Noter şartı, yüzde on işkolu barajı, yüzde 51 işyeri barajı ile adeta işçilerin nasıl sendika üyesi olamayacağını ortaya koyan düzenlemelerden ibaret bir kanun. Noter ve baraj şartı aşıldığı taktirde ise, önünüze 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu çıkıyor. Toplu İş Sözleşmesi yapabilmek için; sırat köprüsünden geçmeyi gerektiren, bin bir hile düşünülerek yapılmış olan bu yasalar, işverenlerin her aşamada toplu iş sözleşmesine engel olabilecekleri hükümleri içeriyor. Bütün bu yasal düzenlemeler, 20 yıldır Demoklesin Kılıcı gibi işçilerin tepesinde sallanıyor.
12 Eylül askeri darbesinin ve hukukunun getirdiği uzun bir suskunluk döneminden sonra, ’89 Bahar Eylemleri ile esen mücadele rüzgarı, sendikaları mücadele içinde inşa etmek, yaşamını işçi sınıfı davasına adamış mücadeleci bir sendikacı kuşağı yaratmak için önemli bir olanak sundu. Bu olanak sol, sosyal demokrat sendikal anlayışları yönetimlere taşıdı. Uzun süre ne yapacağını bilemeyen bu anlayış, devletin resmi sendikal anlayışı ile iç içe geçerek, işçilerin açtığı bu önemli yolu yeniden tıkayacak bir noktaya geldi.
Tüm bunlar dünyadaki  gelişmelerden bağımsız olarak ele alınamaz. Dünyanın her tarafında işçi hareketine, mücadeleci sendikacılara yönelik çok yönlü saldırılar devam etti. Mücadele eden işçilerin kendi militan sendikal anlayışını yaratma çabaları sistem tarafından yenilgiye uğratılmak istendi. Sendikaların, işçi hareketleri karşısında dalgakıran rolü oynayan, hak alma örgütleri olmaktan öte uzlaşan, sorunları kazasız-belasız atlatmak için uğraşan, içi boşaltılmış, giderek işçilerden kopan örgütler haline gelmesi hedeflendi.
Son 10 yıllık süreçte daha belirginleşen “çağdaş sendikal anlayış”ın savunucuları ile, işçi sınıfının değiştirici, devrimci gücüne inanan sendikacılar arasında kıyasıya bir tartışma yaşandı. Mücadeleci sendikacılığı savunan kesimler yerel sendikal platformlarda bir araya gelerek, işçi hareketinin ve sendikaların önünü açmak için çaba sarfetti. Ancak bu çaba, uzlaşmacı sendikal anlayışın yarattığı tahribatı ve sendikalardaki egemen konumunu değiştirmeye yetmedi.
Uzlaşmacı sendikal anlayış, “üretim araçlarındaki değişim ve teknolojinin gelişmesi, üretim ilişkilerini etkilemiş, bu nedenle artık eskisi gibi kaba güçle sorunları çözme devri kapanmıştır” safsatasından hareketle, işçinin gücünü küçümseyen, sermayenin bakış açısını kendisine rehber edinerek kaleyi içerden yıkmaya çalışan, düşman kuvvetlerinin birer ajanı olarak sendikalar içindeki rolünü sürdürdü. “Çağdaş sendikal anlayış” olarak ortaya çıkan, işçilerin yaşadığı sorunları, işçilerin iradesinden bağımsız bir şekilde masa başında patronlar ile konuşarak, kavga, gürültü çıkarmadan çözme sevdasının sendikaları getirdiği nokta, uçurumun kenarı olmuştur.
1999 yılında, “Mezarda Emeklilik Yasası”nın hazırlık sürecinde Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral’in oynadığı rolü hepimiz yakından biliyoruz. Bir yanda yasaya karşı çıkar gibi yaptığı işler, diğer yanda kapalı kapılar ardında hükümetle girdiği iğrenç pazarlık… Yüz binlerin alanları doldurduğu, emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı verilen mücadele, Bayram Meral’in hükümetle kurduğu diyalog sonucunda satışla sona ermişti. Bürokratik sendikal anlayış, “vatanın ve milletin bekası için” bir kez daha milyonların talebini bir kenara bırakarak, sorunu hükümetle el ele çözmüştü!
Diğer konfederasyonların belki düşündüğü ama yapamadığını Bayram Meral hepsinin adına yaptı. Bugün artık üç işçi konfederasyonunun yönetimleri, her alanda birlikte hareket ederek, her düzeyde aynı çizgiye gelmiş durumdalar. Konfederasyonların içinde az çok mücadeleci unsurlar ve sendikalar tasfiye edilmek istenirken; iş yeri temsilcileri ve ileri işçiler, patronlar ile işbirliği yapılarak işten attırılmakta ve bütün bunlara “çağdaş, diyalogtan yana sendikacılık” kılıfı giydirilmektedir.

KONFEDERASYONLARIN YAPISI
Türk-İş’in kurulduğu günden beri devletçi anlayışı hep öne çıktı. Kamuda örgütlü olmanın getirdiği rahatlıkla hareket ederek, deyim yerinde ise, sendika ağalığını her düzeyde yapısına sindirdi. İşçilerin haklarının korunması ve ilerletilmesi değil, “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” adı altında sermayeyle kol kola yürümek onun için hep öncelik oldu. Sesini yükselten tek tek sendikacıları ve sendikaları,  yalnızlaştırma ve Türk-İş politikalarına karşı gelebilecek bir pozisyondan çıkarma tutumuyla hareket etti. Ama, Süleyman Demirel’vari bir tutumla, “yaptıklarının hepsini işçiler için yaptığını” söylemekten geri durmadı. Türk-İş içinde mücadeleci sendika ve sendikacıların çabaları dönem dönem etki yaratsa da, Türk-İş’ i değiştirmeye ve mücadeleci bir konfederasyon yapmaya yetmedi. 
DİSK’e gelince. 12 yıllık bir aradan sonra, 12 Eylül öncesi mücadele kuşağından gelmiş ama bir çoğu bu sürede sistemle uzlaşarak ayakta kalmış olan sendikacılar, 90’lı yılların ilk yarısında DİSK’i yeniden sendikal alana sürdüler. DİSK’in sendikal alana çıkmasıyla, “çağdaş sendikal anlayış”; “sadece işçilerin değil patronların da çıkarlarını gözeten, işyeri var olmadan işçi olmaz, öyleyse işyerinin sorunları işçi sorunundan daha önce gelir anlayışı” sendikalar içinde yaygınlık kazandı.
DİSK’in bu çizgisini alkışlarla karşılayan sermeye çevreleri, DİSK’in 12 Eylül öncesi sendikal anlayışının üzerine giderek, tabandan gelecek hareketleri, DİSK yönetiminin de yardımıyla etkisiz kıldılar. DİSK eski Genel Başkanı Rıdvan Budak, “Konfederasyonu devlet ile barıştırdık” diyerek, işçilerin mücadele geleneğini hiçe saymış ve bu tavrıyla sermayeden özür dilemiştir. Bir yandan DİSK’in yeniden sendikal alana çıkmasını umut olarak gören işçiler DİSK’e yönelirken, DİSK’in yöneticileri, savundukları “çağdaş sendikal anlayış”la,  konfederasyonu bitme noktasına getirmişlerdir. 12 Eylül öncesi işçilerin yaratığı mirası yiyerek tüketmişler, DİSK varlık yokluk meselesini tartışır duruma gelmiştir.
Hak-İş ise, DİSK in kapatılmasının yarattığı boşluk ve Türk-İş’e duyulan tepkinin sonucunda, saflarına geçen işçiler sayesinde var olmuştur. Bu noktada bazı eski TKP’lilerin katkısını da hatırlamak gerekir.
Daha çok, dönemin siyasal özelliklerini de dayanak yaparak dini motiflerin ağırlıkta olduğu bir sendikacılıkla kendini tanıtmıştır. Refah Partisi (RP)’nin yerel yönetimleri kazanmasıyla birlikte,  RP’li belediye başkanlarının olanaklarını kullanarak üye sayısını artırmıştır. Başkanlarının keskin söylemleri ile öne çıkmasına rağmen, örgütlendiği iş yerlerinde, işçileri hiçbir karar sürecine katmayan, “işi en iyi sendikacılar ve uzmanlar yapar” anlayışından hareketle, tipik bir bürokratik sendikacılık anlayışının temsilcisi olmuştur.

AYRI KONFEDERASYONLAR, AYNI SENDİKAL ANLAYIŞ
Sonuç olarak, her üç konfederasyon ayrı gibi görünse de özünde birbirinden ayrılamaz yapışık üçüzler gibi sorunları masa başında çözmekten yana anlayışa sahip olarak duruyorlar. Toplu iş sözleşmelerinde, hak gasplarında, genel saldırılarda, öncelikli olan tutum, sorunları mücadeleye mahal vermeden çözmektir. Şüphesiz bu anlayış, sendikaların oturup “biz bu sorunları bundan sonra böyle çözelim” diye düşünüp var ettikleri bir durum değildir.
Sermaye hayatın her alanında kendisini yeniden yapılandırırken, sendikaları da kendi ihtiyaçlarına göre biçimlendiriyor. Yukardan başlayarak aşağıya doğru sermayenin çıkarlarına uygun davranabilecek bir sendikacı kuşağı için tüm güçlerini seferber ediyor. Artık “kimin işçi ya da sendikacı, kimin patron olduğunun bir önemi kalmadı, hepimiz aynı gemideyiz, batarsak beraber batarız, çıkarsak beraber çıkarız” diyerek, işçileri patronun çıkarlarını düşünen, bununla yatıp kalkan bir fikri kuşatma altına alıyor.
İşçiler kürek çekerken aynı gemide olduklarını iddia eden sendikacılar güvertede, “aşağıdaki kürekçilerin durumunu nasıl düzeltsek” diye düşünmüyorlar. “Aman kürekleri iyi çekin. Yoksa birlikte batarız” diye nasihat ediyorlar. “Sosyal diyalog”un içi bu demagojilerle doldurulurken, işçi sınıfının yüz yıllık kazanımlarını bir çırpıda tırpanlayacak kadar gözü kararmış “sosyal diyalog” uzmanı sendikacıların teslimiyetçi çizgisi, 1475 sayılı iş yasa tasarısı hazırlanırken ortaya koydukları tutumla bir kez daha tescil ediliyor.
12 Eylül gerici yasaları elbette değişmelidir. Ancak, değiştirilenin yerine neyin konduğu önemlidir. Bugün fiili olarak uygulanan, esnek çalışma, sigortasız çalışma, iş yerinde keyfi uygulamalar, iş durumunun patronun iki dudağı arasında olduğu koşulları yasal hale getirmeyi hedefleyen, “gelenin gideni arattığı” bir değişikliğin, sermayenin saldırılarını dizginlerinden boşaltmaktan başka bir şey olmadığı açıktır. Yasama, yürütme ve yargı erkinin sermeyenin egemenliğinde olduğu koşullarda hangi “sosyal diyalog”dan bahsedeceksiniz! İş güvencesi yasa tasarısında, işsizlik sigortası yasa tasarısında yaşananlar henüz hafızalardadır. Güdük bir iş güvencesi, asgari ücretin yarısı gibi komik bir işsizlik sigortası üzerinden dağ devirmiş yiğit edası ile, “bakın sizin gücünüze gerek kalmadan bunları alabiliyoruz” diyerek, gözümüzün içine baka baka yalan söyleyen bir sosyal diyalogculuğun, işçi sınıfına, emekçilere ne hayrı olabilir!
1475 sayılı iş yasasına ilişkin değişiklik temelinde ortaya çıkan ihanet belgesine imza atan anlayış da bunun ürünü değil midir?

“BİLİM KURULU” NEYİN KURULU?
En iyi “sosyal diyalogu” bilim insanları gerçekleştirir diye, kalemlerini ve beyinlerini sermayenin hizmetine sunmuş sözde bilim adamlarına hazırlatılan iş yasa tasarısı, bütünüyle sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir içerikte ortaya çıkmıştır.
Oluşturulan “bilim kurulu” kimi patronlara taş çıkartacak ölçüde patrondan çok patroncu kesilmiştir. Hazırladıkları taslağı savunurken, “zaten bu yazdıklarımız fiilen uygulanıyor. Biz bunları yasal güvence altına aldık” diyorlar. Yani, kuralsızlığı yasal güvence altına aldıklarını söylüyorlar. Sayısal temsil noktasında bile eşitliğin olmadığı, yapılacak işin renginin belli olduğu bir “kurul”dan işçiler lehine yasaların çıkmasını beklemek hayalden öteye bir şey değildir. Deyim yerindeyse “sosyal diyalogcu” anlayış, iş yerlerinin taşeronlaşması gibi, yasaların hazırlanmasını da taşerona havale etmiştir.
Şimdi sormak gerekiyor. Ey “bilim insanları”; hayatınızda hiç fabrika veya atölyeye gidip buradaki sıkıntıları, sömürü çarkının dönüşünü yaşayarak gördünüz mü? “Yazdıklarımız ne kadar gerçekçi olacak ve kimin işine yarayacak” diye kendinize sorun ettiniz mi? Her halde patronlar ve “sosyal diyalogcu” sendikacıların anlattıkları size yeterli geldi. Yoksa siz zaten başından beri  “Bilim Kurulu” değil, sermayenin hizmet kurulu olduğunuzu biliyordunuz da, kimsenin bunu anlamayacağını mı düşündünüz?

AVRUPA BİRLİĞİ STANDARTLARINA UYGUN “SOSYAL DİYALOG”
Peki nereden geliyor bu “sosyal diyalog” meselesi. Kırk yıldır aşındırılan Avrupa Birliği (AB) kapısı, AKP hükümeti ile, üyelik için müzakere tarihi alma yolunda hızlandırıldı. Gidip AB kapısında biz şöyle demokratikleştik, böyle demokratikleştik diye günlerce tantanalar koparıldı. Bu süreçte, işçi sendikaları ve bir kısım kamu emekçileri sendikaları tüm umutlarını AB’ye bağlamış, tarih almak için hükümet ile birlikte kırk takla atar oldular. Tam da bu sürece paralel olarak, Avrupa Birliği katkıları ile hazırlanmış programlar gündeme geldi ve ETUC tarafından “sosyal diyalog” anlayışının propagandasının yapıldığı “müfredatlar”la, sendikalara yönelik seminer ve eğitim toplantılarına hız verildi. Bu toplantılara işveren örgütleri çağrılarak, sendikacıların doğrudan söylemeye cesaret edemediği kimi konuları işveren örgütleri temsilcilerine söyleterek, ilerisi için zemin yaratma ve nabız yoklama faaliyetleri gerçekleştirildi. Şüphesiz bunlar, birer tesadüf olarak değerlendirilemez. Hükümet, sermaye ve sendikalar arasında süren görüşmelere yön veren “sosyal diyalog” anlayışının temellerinin atıldığı ve ilerletildiği işler olarak anlam kazanıyorlar. Sermaye cephesinden itiraz edilmediği koşullarda uyumlu olarak devam eden “diyaloglar”ın, hükümet ve sermaye cephesinin isteklerinin kabul edilmesiyle sonuçlanıp, sorun olduğunda tüm kamuoyunun sermaye tarafından bilgilendirilmesinin bir gelenek haline gelmesinde, bu işlerin rolü olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.
Hatırlanacağı gibi, güdük iş güvencesi yasa tasarısı, sendikalar ile mutabakat içerisinde hükümetin çekmecesinde bekletildi. Refik Baydur “tasarıyı 1,5 yıldır bekletiyorum” diye açıklayınca, konfederasyon başkanlarının tavrı, “bu iş hükümetin namusudur” diyerek topu taca atmaktan öteye gitmedi. “Sosyal diyalog” topu, bir işverenin bir konfederasyon başkanlarının elinde gidip gelir oldu. Avrupa Birliği standartlarına uygun bir “sosyal diyalog”dan, işçi sınıfı ve emekçiler için, hep daha fazla hak gaspı, sömürünün yoğunlaşması ve sendikal örgütlülüğün zayıflatılması sonucu çıktı.

ESK VE “SOSYAL DİYALOG”
Ekonomik Sosyal Konsey (ESK)’in ortaya çıkışı ve işleyişinin temeline de, taraflar arasında “sosyal diyalog”un geliştirilmesi ve sorunların bu diyalogla çözüleceği tezi oturtuldu.
ESK’ten medet umanlar, burada eşit koşullarda temsil olduğunda (daha çok DİSK ve Hak-İş tarafından dile getirildi) her sorunu tartışarak çözüme kavuşturabileceklerinin, sorunların çözülemeyişinin nedenin ESK’in yapısından kaynaklandığının, ESK’in yasal bir güvenceye kavuşturulmasıyla bu sorunun aşılacağının propagandasını yaptılar.
Öyle ki DİSK yöneticileri, DİSK Genel Kurulu’nda ESK’e katılmanın reddedilmesine rağmen, delegelerin iradelerini yok sayarak toplantılara katıldılar. Sendikalar açısından görüntüyü tamamlamanın ötesine geçmeyen bu toplantılarda sürdürülen “sosyal diyalog”dan, bugüne kadar işçiler lehine tek bir karar çıkmadı. Yaşanan bu gerçeklik ortada iken, konfederasyonların genel başkanları toplantılara katılmaktan geri durmuyorlar. Tutumlarını da, “biz masadan kaçan taraf olmak istemiyoruz” diyerek gerekçelendiriyorlar. Sonuç ise, işçilerin mücadele ile elde ettiği kazanımların, masalarda birer birer sermayeye teslim edilmesi ve işçilerin sendikalara güveninin azalması oluyor.
ESK yasal statüye kavuşmasına rağmen, sermaye ve hükümet istemeden toplanmıyor. Eğer yapacağı işlerde aksaklıklar ve engeller çıkarsa toplanıp, yeniden ihtiyacın olduğu döneme kadar rafa kaldırılıyor. ESK’in toplantılarında nelerin konuşulduğu, nelerin tartışıldığı soruları cevapsız kalıyor. Ekonomik Sosyal Konsey’in “Emekçilere Saldırı Konseyi” olarak çalışmaktan başka bir işe yaramadığı kendi yaptıklarıyla sabittir.
“Sosyal diyalog” adı altında, işçi ve emekçilerin iradesinden bağımsız kurulan her oluşumun, işçi ve emekçilerin mücadelesinin önüne çıkmış bir engel olarak, sermayeye hizmet ettiğinin en somut örneklerinden biri de ESK olmuştur.

“SOSYAL DİYALOG” VE İŞ YASALARININ DEĞİŞTİRİLMESİ
Sonunun ne olacağı halen belli olmayan İş Güvencesi Yasası’nın, 15 Mart tarihi itibarı ile yürürlüğe girecek olması, patronlar cephesinde “infiale” neden oluyor. Bir an önce 1475 sayılı yasadaki değişikliklerin Meclis’ten geçirilmesi isteniyor. Dost ve düşman biliyor ki, 1475 çıktığında, iş güvencesinin hiçbir anlamı ve yaptırımı kalmayacaktır. Bu nedenle patron takımı, 1475’e ilişkin değişikliklerle İş Güvencesi Yasası’nın eş zamanlı olarak çıkması ve uygulanması için düğmeye basmış durumdalar. Konfederasyon başkanları, “İş Güvencesi Yasası, 1475 sayılı yasaya ilişkin değişikliklerden ayrıdır. Birbirleriyle bağlantı kurulamaz. İş yasasının 15 Mart’a yetişmesi gibi bir acelemiz yok deseler” de, kapalı kapılar ardında birbirleri ile mutabakata vardıkları anlaşılıyor.
Çalışma Bakanı Murat Başeskioğlu, konfederasyonlar 15 Şubat’a kadar aralarında anlaşamazlarsa 1475 Sayılı İş Yasası’na ilişkin değişiklikleri Meclise sevk edeceklerini ilan etti. Yani bir kez daha, sorunu, “sosyal diyalogu” hızlandırarak çözme telkininde bulundu. Yani, bakan ile sendikacılar, sendikacılar ile patronlar, bakan, sendikacılar ve patronlar ikili ve üçlü komisyonlar kuruyor ve “sosyal diyalog”la işleri hallediyorlar. Ve bütün bu işler, çalışmanın “sağlıklı” (!) bir “sosyal diyalog”la sürdürülmesi ve sonuçlandırılması için milyonlarca işçi ve emekçiden gizlenerek kotarılıyor. Genişletilmiş işçi, temsilci ve başkanlar kurulu toplantılarında bu tutumlar yerden yere vurulmasına rağmen, hala cesaret ile satış yapılabiliyor. Bütün bu süreç gösteriyor ki, “sosyal diyalog” diye ortaya atılan anlayış, kapalı kapılar ardında işçilerin, emekçilerin emeği ve başı üzerinden yapılan gizli pazarlıkların sendika piyasasındaki popüler adından başka bir şey değildir.

SONUÇ OLARAK
Bataklıkta yüzenler bataklıkta boğulacaklar. Sendika ağaları sermeyenin sunduğu olanaklardan yararlanarak işçi hareketi ve sendikal örgütlenme üzerinde büyük tahribatlar yarattılar. 2003  yılı, büyük oranda konfederasyonlara bağlı sendikaların kongre yılı olacak. Yukarıda ortaya konan tablo da gösteriyor ki, sınıf bilinçli, ileri işçilerin omuzlarındaki yük daha fazla sorumluluk almayı gerektiriyor. Gelinen yerde, sendikaların üzerine çöreklenmiş uzlaşmacı, “sosyal diyalog”cu anlayışı silkelemek, sendikaları işçi sınıfının mücadele örgütleri, direniş merkezleri olarak yeniden örgütlemek, işçi sınıfının, emekçilerin ekonomik ve demokratik talepleri uğruna mücadele eden bir anlayışı sendikal alana egemen kılmak için ileri, sınıf bilinçli işçilerin seferber olması ve duruma el koymasına olan ihtiyaç hayati düzeydedir.

AKP programı ve ekonomik yaşam

AKP, “Seçim Beyannamesi”nden başlayarak IMF Programı’nı tartışma konusu yapıyor göründü. Derviş eliyle ve “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” adı altında uygulanan IMF’nin ekonomik yıkım programını karşısına almadı, kökten eleştirmedi, suçlamadı; ama örneğin beceriksizce uygulandığını söyledi, “reel ekonomi”yi gözetmediğini, yalnızca finans sistemi ile ilgilendiğini, bu nedenle beceriksizce ele alındığını ileri sürdü. Bir de “sosyal boyut”a gereken ilgi gösterilmeden uygulanmaya çalışılmıştı!
AKP, temel bir veriyi görmekte, saptamaktaydı. Geniş emekçi yığınlar, sonuçlarını düşük ücret, işsizlik, yoksulluk, eğitimsiz, sağlıksız kalma ve hatta açlık olarak yaşadıkları IMF ve Programı’ndan nefret etmekteydiler. AKP Programı’nda saptama olarak dile getirilen gerçek, yoksulların sosyal huzursuzluğunun artışı, kutuplaşma ve umutsuzluğun yaygınlaşmasıydı: “Son yıllarda, özellikle ekonomik krizlerin etkisiyle, kesimler arasındaki gelir dağılımı büyük oranda bozulmuş, ücretlerde meydana gelen reel kayıp ve artan işsizlik sonucu halkımızın refah düzeyinde önemli düşüşler meydana gelmiştir. Krize karşı dayanma gücü aşınan yoksul kesimlerde sosyal huzursuzluklar artmıştır… Özellikle kentlerde artan yoksulluk, geniş halk kitlelerinin ekonomik, siyasal ve sosyal hayattan dışlanması ve giderek marjinalleşmesine neden olmaktadır. Bu durum, kentlerde asayiş ve huzurun bozulmasına, zenginle yoksullar arasındaki yaşam standardı farkının açılmasına, toplumsal kutuplaşmaya ve ‘umutsuzluk’ duygusunun yaygınlaşmasına neden olmaktadır.”
3 Kasım Seçimleri, bu gerçeği, doğrudan IMF Programı’nın uygulanmasının ürünü olduğunu, sadece uygulayıcılarının tümünü değil ama bu programa yeterince muhalefet yapmayan partileri de cezalandırarak, halkın geniş kesimlerinin bilip gördüğünü gösterdi. Ellerinde anket kuruluşları ve geniş araştırma imkanları olan yönetenler, yönetime talip olanlar ve bu arada AKP, bunu saptamadan edemezdi. Bu nedenle, olası yükselişi ve “umut” olabilmesinin IMF’ci görünmemesine ve farklılık beyan etmesine bağlı olduğu sonucunu kolaylıkla çıkardı. IMF Programı ile tamamen hemfikir değilmiş ve eleştirileri varmış gibi yaptı. “İşsizlik ve yoksulluğa çözüm arayışı”ndan söz etti, işsizlik sorununa istihdamın önünü açarak çözümü ima eden “reel sektörün desteklenmesi” gereği üzerinde durdu, yalnızca finansal uygulamaların yetersizliğinden söz açtı ve köylüyle esnafları da kapsayan “sosyal boyut” eksikliği üzerinde durdu. Bunlar, yeterince inandırıcı ve güçlü bir halk muhalefetinin geliştirilememesi ile birlikte, AKP’nin en azından IMF Programı’nın uygulanması bakımından suçsuz bulunmasına kaynaklık etti, sonuçta “oy patlaması” için yeterli oldu. Ve seçim sonrası açıklanan “Acil Eylem Planı” ile 58. Hükümet Programı’nda görünürde temel bir yaklaşımı ve maddeler halinde kendisine yer buldu.

AKP VE “GÜÇLÜ EKONOMİYE GEÇİŞ PROGRAMI”
AKP Programı, doğrudan IMF dayatması olan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile ilişkisini ustalıkla kurmuş gibidir. IMF Programı’ndan başka bir şey olmayan bu Program’a hem eleştirisi hem onayı vardır AKP’nin. Tıpkı Irak’a yönelik Amerikan saldırısı karşısında “sonuna kadar barışı savunma” lafı edilirken üs, liman ve asker konuşlandırma “kolaylıkları”yla fiilen ABD saldırganlığı onaylanması ve onun temel bir dayanağı olunması gibi. AKP, “sosyal boyut” vb. eleştirilerini havaya uçuştururken “geniş bir mutabakat”tan da söz edebilmektedir. Önce eleştiriler:
“Son yıllarda koalisyon hükümetleri tarafından uygulanan ekonomi politikaları başarısızlıkla sonuçlanmış, Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizleri yaşanmış ve halkımız görülmemiş bir şekilde yoksulluğa maruz bırakılmıştır. Krizin ekonomik ve sosyal maliyeti çok yüksek olmuş; iç ve dış borç yükü inanılmaz bir şekilde büyümüş, on binlerce iş yeri kapanmış, yüz binlerce insan işini kaybetmiştir. Daha da önemlisi, insanımızın devlete ve siyaset kurumuna olan güveni sarsılmış, geleceğe ilişkin umutları kırılmıştır.”
Burada oldukça net bir suçlama var. Son koalisyon hükümetlerinin IMF tarafından önlerine konulduğu bilinen programları, krizle bağlantısı kurularak, Derviş’in gidip ABD’den getirdiği, 57. Hükümet’in tam bir IMF patenti taşıyan “Geçiş Programı” da içinde olmak üzere, başarısızlıkla suçlanmaktadır. Burada programlar değil, ekonomi politikaları suçlanıyor denebilir. Bütün olarak “ekonomi politikaları”nın sözü edildiğine dikkat edilirse, suçlananın, ardında IMF olduğu bilinen programlar olduğu ortadadır. Ve zaten AKP Programı, bir başka paragrafında açıktan “programları” da suçlamakta ve “yeni bir ekonomik program uygulayacağı”nı ilan etmektedir:
“Uygulanan yanlış programlar ve yönetim hataları yüzünden gerekli reformlar yapılamadığı için ülkemiz, yüksek enflasyon, büyük bir kamu borç stoku, düşük büyüme ve dengesiz gelir dağılımı, yüksek işsizlik gibi ciddi sorunların içine düşmüştür.
“Hükümetimiz, enflasyonu tek haneli rakamlara indirmek, kamu borç stokunu düşürmek, yüksek ve istikrarlı bir büyüme performansına ulaşmak için yürürlükteki ekonomik programın aksayan ve yetersiz bölümlerini de dikkate alarak toplumumuzun desteğini alacak yeni bir ekonomik program uygulayacaktır.”
AKP Programı, Derviş Programı ile önceki koalisyon hükümetleri programlarını açıkça “yanlış programlar” olarak ilan etmektedir. Üstelik hem “Acil Eylem Planı”nda hem de 58. Hükümet Programı’nda, sadece sonuncusu başta olmak üzere geçmiş hükümet programları eleştirilmekle kalınmamakta, bu programlarla IMF ve Programı arasında bağlantı da kurulmaktadır. AKP Hükümet Programı’nda; “IMF ile birlikte uygulamaya konulan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programında ağırlık finans sektörüne verilmiş ve sosyal boyut ihmal edilmiştir. Sonuç olarak, sosyal politikalar alanında bir gelişme sağlanamadığı gibi, özellikle dar gelirli kesim ekonomik krizden daha çok etkilenmiş ve bu zamana kadar yaşanmayan bazı sosyal tepkilerle karşılaşılmıştır. Bu kesimleri krizin etkisinden kurtarmaya yönelik bazı sosyal tedbirler alınmazsa gelecekte ortaya çıkacak sosyal tepkilerin boyutunu tahmin etmek güç hale gelecektir.” denerek IMF’ye gönderme yapılmaktadır. Bu paragrafı, “finans kesimine ağırlık verilmesi” ile “sosyal boyut ihmali” arasında kurduğu ters ilişki ya da başka bir deyişle sosyal boyutun gözetilmesini reel sektörün desteklenmesiyle eşitlemesi bakımından ele alacağız. Ancak şimdi şu söylenmelidir ki, Program’ın görünümü, “dar gelirli kesimlerin ekonomik krizden daha çok etkilenmiş” olması ve güçlü sosyal tepkiler dolayısıyla IMF ve Programı’nı suçladığı şeklindedir.
“Acil Eylem Planı”, üstelik eleştirmekle kalmamakta, icraatı da öngörmektedir:
“IMF ile yürütülmekte olan Stand-By Anlaşmasına yönelik hazırlıklar hızla yapılacaktır. Bu görüşmelerde programın temel çatısını bozmadan mevcut ekonomik programda temel eksiklikler olarak görülen reel sektör, sosyal politikalar ve tarım konularında farklı çözümler konusunda IMF ile müzakereler yapılacaktır.”
“Acil Plan”, IMF Programı’nı “temel eksiklikleri” üzerinden eleştirirken, “esneklik” ustalığı yine burada ortaya çıkmaktadır. “Ekonomik programda temel eksiklikler”le ilgili “farklı çözümler”i vardır AKP’nin; ancak tantanayla üzerinde konuştuğu bu “temel” eksiklikleri IMF Programı’nın “temel çatısını bozmadan” düzeltmeyi düşünmektedir, bunun için “IMF ile müzakereler yapılacaktır”. “Temel çatı” bozulmadan düzeltilecek “temel eksiklikler”! Ya sözü edilenler “temel”e ilişkin eksiklikler değildir, o halde krizin dar gelirliyi kesimleri daha çok ezmesi” türünden temelli sonuçları olmamalıdır; yok eğer “temel”e ilişkin iseler IMF Programı’nın “temeli”ni de “çatısı”nı da değiştirmek, “bozmak” gerekecektir. Ama Erdoğan “Plan”ı, hem “temel eksiklikleri”ni düzeltmeyi hem de “temel çatısını bozmadan” IMF Programı’nın savunulup uygulanmasını bağdaştırabilmektedir. Bu, “barış, barış” diyerek savaşa katılmaya, savaşmaya benzemektedir. AKP bağdaşmazları bağdaştırma “ustası” rolündedir.
Aynı yaklaşım, daha da yumuşayarak AKP Programı’nda görülmektedir. Program’da “yeni ekonomi programı”na ilişkin olarak ele alınan konuların öteden beri bilinen, tartışılmış ve üzerinde geniş bir mutabakat sağlanmış konular olduğu söylenerek, seçim propagandalarında da en çok vurgu yapılan AKP’nin ayırt edici yanının “basiret” olduğuna değinilmektedir. Böylece IMF Programı ve yanlışlığına ilişkin koca koca laflardan geriye “hayata geçirilme basiret ve kararlılığı” kalmaktadır: “Esasen ortaya koyacağımız konuların birçoğu uzun zamandır tartışılan, üzerinde geniş bir mutabakat olan, ancak, yeterli siyasi basiret ve kararlılık gösterilemediği için bugüne kadar hayata geçirilememiş konulardan oluşmaktadır.”
Geniş emekçi yığınları aldatmaya yönelik onca lafın ardından, anlaşılmaktadır ki, IMF ve Programı ile AKP’nin bir problemi yoktur. Sorun, IMF Programı’nda değil, onu hayata geçirecek kadrolarda, onların “basireti” ve “ehliyeti”ndedir: “Hükümetimiz, dürüst, cesur, bilgili ve ehliyetli kadroların öncülüğünde, siyaseti ve devleti yeniden milletle buluşturmak için kapsamlı bir programla, umut ve güven dolu bir geleceği yeniden tesis etmek üzere yola çıkmıştır.”
Söylediklerimiz, kuşkusuz yalnızca AKP Programı’nın bir yorumuna dayalı değildir. Geniş emekçi kesimlerin, bütün halkın nefret duyduğu ve savunucularını cezalandırdığı, üstelik dar bir burjuva kesim olan mali oligarşi, tekelci büyük sermaye dışında kalan burjuva kesimlerde itirazlara neden olan, hatta oligarşi içinde bile tartışılan IMF ve Programı’na ilişkin “eleştirel” yuvarlamaların ötesinde AKP Programı’nın içeriği, sorunlara ve çözüm yollarına ilişkin yaklaşımları yanında Hükümet’in iki aylık somut icraatları da net bir biçimde söylenenleri doğrulamaktadır.

AKP VE IMF İTİRAZCILIĞI
İşsizliğe, yoksulluk ve sefalete, açlığa, ülke ve halkın içine sürüklendiği batağa “acaba çare olabilir mi” arayışı, umutsuzluğun “umudu” ve “inşallah” beklentisiyle iktidara taşınan AKP, ezici çoğunlukça “yılanın başı” olarak bilinen IMF ve Programını tartışma konusu yapmadan edemezdi! Yanı sıra IMF ve Programı’na itirazları olan sermaye kesimlerinden önemli ölçüde güç alan AKP, bu açıdan da tartışma ihtiyacındaydı. Tekelci büyük sermaye en son Derviş eliyle ortaya konmuş olan IMF Programı etrafında birleşmişti; ancak “reel sektörün desteklenmesi”, “kur politikası” vb. konularda bir dizi tartışma yaşamıştı ve bu pozisyonuyla işine gelecek düzenlemelere en azından yatkındı. AKP’nin IMF itirazcılığı ve tartışmacılığı bu üç etkenden kaynaklandı.
Bu “itirazcılık”ın somut şekillenişi, kaynaklandığı üç etkenin özellik ve gereklerine dayandı ve üç belirgin yönüyle göründü.
Birinci yönü, sermaye kesimlerinin, kendilerini de olumsuz etkileyen Program’ın bazı yönleriyle revize edilmesine yönelik isteklerini ifade edişidir. “Reel sektör” üzerinden ileri sürülen itirazda olduğu kadar “karar mercii”nin doğrudan IMF ve –“üst kurullar” türünden– bağlı kuruluşları değil ama Hükümet olmasına ilişkin itirazda da dile gelen bu yöndür. Bu yönlü itirazlar, küreselleşme ya da uluslararası sermaye ve emperyalizm karşısında, başlıca IMF dayatmaları ve krizden olumsuz etkilenen tekel-dışı sermayenin yakınmaları durumundadır. Ulusal ya da daha doğru deyişle “yerli” özellik taşımaktadır; çünkü bir dizi yükleri emekçilerin yanında tekel-dışı sermayeye de yıkmış olsa bile, sözü edilen türden itirazlar, tekel-dışı sermaye ile tekelci sermayenin birbirine bağlanma noktasından yükselmekte, iki türden sermaye kesiminin kesişme noktasına dayanmaktadır. Tekelci sermaye, tüm varlığıyla uluslararası sermayeye bağlanmıştır; ancak yabancı sermaye lehine gerçekleştirilen düzenlemeler, onun da hareket alanını, dolayısıyla tatlı kârlarını sınırlandırmaya yöneliktir. Buradan da bir “yerli” tartışmacılık eğilimi gelmektedir. Tekel-dışı sermaye kesimlerinde görece yüksek tekelci sermaye kesimlerinde –hele emperyalist sermaye ve IMF’nin Uzan ve Çukurova grupları vb. gibi canına kast ettiği bazı kesimlerden daha sert olmak üzere- görece düşük düzeyli, ancak bir çok yönüyle ortaklaşan, IMF Programı’na yönelik tepkiler oluşmuş olması anlaşılmaz değildir. AKP bu tepkileri dillendirmiştir.
Ancak itirazlar yöneltir ve tartışırken bile “temel çatı”sını sahiplendiği IMF Programı’na “rötuşlar” peşine düşerek, bu rötuşları da IMF ile müzakerelere, dolayısıyla IMF’nin onayına bağlayarak, cesaretsizliğini ve kararsızlığını ya da programın genel çerçevesinin dışına çıkmama tutumunu ortaya koymuştur. Bu, tartışıyor olsa bile, kendisini ve geleceğini, çıkarlarıyla birlikte uluslararası sermayeye bağlamış tekelci sermayenin tutumuna denk düşmektedir. Bu arada, görece daha üst perdeden programa itiraz yönelten tekel-dışı sermayenin itirazları da “güme gitmiştir”. Çıkarları uluslararası tekelci sermaye ile çelişme halinde olan, ondan ve programından, politikalarından zararlar gören, hatta kapanan ya da yutulan çok sayıda orta büyüklükte işletme ve şirket örneğinde olduğu gibi krizin iflasına yol açtığı tekel-dışı sermaye burjuvazi, tepki vermiş, itiraz etmiştir ama bir başka programatik genel çerçeve oluşturma yeteneğiyle uluslararası tekelci sermayenin dayattığı çerçeve dışına çıkma cesaret ve tutarlılığı gösterememiş; onun çizdiği sınırlar içindeki karşı çıkışları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. AKP itirazlarında bu tutum da yansımıştır.
AKP itirazcılığının birinci yönüne ilişkin söylenebilecek olan budur ve AKP’nin muhalefetten iktidara yürüyüş macerasında, itirazlar yöneltmekten bunları hayata geçirmeye geçişte başarısızlığını, burjuva dayanakları ve niteliği belirlemiştir. Bir kez daha kanıtlanmıştır ki, tutarlı IMF karşıtlığı, kararlı bir anti emperyalizmle mümkündür ve bu, çıkarları IMF ve ardındaki uluslararası sermaye ve emperyalizmle kökten çelişen işçi ve emekçilere, halka dayanmadan olanaksızdır.
Emperyalist çerçeve, uluslararası sermayenin dayattığı küresel neoliberal politikalar ve bunları maddeleştiren IMF/DB programı benimsenerek, “temel çatı bozulmadan” düzenlemeler, program koyucu/dayatıcılar tarafından istenmediği durumda, çok özel koşullar dışında, yapılabilir değildir. Özel koşullardan başlıcası, “itirazcılar”ın da kontrol etmeye güç yetiremez olacağı, halkın, kendi çıkarlarını dayatan ayağa kalkışı olabilir. “İtirazcılar” ve dayanaklarının kendilerini bağlamış oldukları uluslararası sermayenin çıkarlarının ifadesi olan küreselleşme politikaları ve şekillendirdikleri programın genel çerçevesiyle dokunulmaz sayıldığı, hele düzeltilmesinin IMF dolayısıyla uluslararası sermayenin “olur”una bırakıldığı durumda, değiştirilmesi ya da düzeltilmesinin mümkün olmadığı, AKP’nin itirazcılığı aracılığıyla bir kez daha görülmüştür. Bu süreç, AKP’nin, daha da çok dayanaklarının açmazını da ortaya koymuştur. Tekelci ya da tekel-dışı yerli sermayenin itirazsız ya da itirazlarla kendilerini bağlamış oldukları uluslararası sermaye düzeni, bugünkü kapitalizm içinde, kendileri tarafından da yüceltilen “piyasa”nın görece küçükleri ve çıkarlarını büyükler lehine örseleyip öğüten “görünmez eli” tarafından püskürtülmeleri kaçınılmazdı, böyle olmuştur.
AKP, seçim öncesinde IMF kuruluşları olduğunu herkesin bildiği, doğrudan ondan emir alan ve ona bağlı olan “üst kurullar” denetim altına alınmasından, hatta hükümete bağlanması gereğinden söz açmıştır. Aynı şeyi bankalar, BDDK ve Merkez Bankası ile ilgili olarak da yapmıştır. Hatta “üst kurullar”ın denetimi lafı, yumuşasa da, “Acil Plan”da hala vardır: “Sayıştay’ın denetim yetkisinin kapsamı, Cumhurbaşkanlığı, TBMM ve Üst Kurullar dahil olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşların hesaplarını içine alacak şekilde genişletilecektir.” Ama “Plan”dan birkaç gün sonra açıklanan Program, “bağımsız ve özerk kurumlar ve kurullar düzenleme ve denetleme işlevini sürdürecek; özerk kurumların kamuoyuna, hükümete ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düzenli bilgi vermeleri sağlanacaktır.” noktasına gerilemiş; “denetim” “üst kurullar”da kalırken, hükümet ve TBMM’nin bilgilendirilmesiyle yetinme benimsenmiştir. Hükümet’in, IMF “talebi” olarak Derviş’in bağımsızlaştırdığı Merkez Bankası’na ilişkin “hak” iddiaları yine Program’da sonucuna ulaştırılmıştır: “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı korunacaktır.”
“Temel” eksikliklerini düzeltmek bir yana, AKP’nin, IMF ve Programı’nın noktasına bile dokunamayacağı, bir hafta içinde görülmüştür.
“Üst kurullar” bir yana bırakılsa bile, IMF Programı’nın “temel eksiklik”i olarak sayılan üç başlıca konuda, “reel sektör”, “sosyal politikalar” ve “tarım” konusunda henüz bir “düzeltme” ya da düzeltme girişimi görülmediği gibi Başbakan’ın 20 Ocak tarihli açıklamaları, IMF ve DB’ne bağlılık andı içeriklidir. IMF ile yeni Stand-by anlaşması için tam uyum görüntüsü egemendir. Kaynakları örneğin “reel sektör”e değil ama borç faizlerine yönlendirmek anlamına gelen yüksek faiz dışı fazla, makro ekonomik dengenin temel ölçütü olarak benimsenmiştir. Bu fazlanın hedeflenmesi, aynı zamanda, sosyal politikaların reddi anlamındadır.
AKP itirazcılığı, şimdilik bir noktada ısrarlı durmaktadır. “Duble yol” başta olmak üzere ihalelerde AKP özellikle yakın dayanağı ya da çevresi durumundaki sermayedarları, ama genellikle yerli sermayedarları gözeten bir tutumu sürdürmekte ve “devlet ihale yasası”na bu yönüyle yaklaşmaktadır. Erdoğan “ihaleleri 60-70 firmaya yedirmem” mevziinde durmakta ve henüz kesin bir sonuca varmamış olsa bile, bu noktada geçici bir “taviz” koparacak gibi gözükmektedir.
AKP itirazcılığının ikinci yönüne gelince, bu, AKP ile emekçiler arasındaki ilişkiye ilişkindir.
Öncelikle, IMF’ci neoliberal iktisatçılarla ve genel olarak göbeğinden bağlı köşe yazarlarının “hani kaynak” haykırışlarıyla ortaya dökülmelerine neden olan emekli maaşlarına yapılan zamma değinilmelidir. “Yoksulların gözetilmesi” ya da “sosyal politikalar”ın bir örneği bu olmalıdır. Anlaşılan AKP böyle gösterilerle aldatıcılığını sürdürmek eğilimindedir. Bu zam iyidir ama, IMF Programı’nın “temel çatısı”nın bozulmaması düstur edinildiği için, hemen ardından otomatiğe bağlanan petrol zamlarıyla birlikte, ÖTV yoluyla sigara ve içkiye yüksek oranlı zamlar gelmiştir. Zammın öncesinde ise, memurlara enflasyonun çok altında kalan yüzde 5’lik zam ve zorunlu tasarruf nemalarının ödenmesinden kaçınılarak “yaratılan ek kaynaklar” vardır. Değineceğiz. Sonuçta “temel çatı”nın bozulmaması için, başlıca yüzde 6,5’luk faiz dışı fazlanın gerçekleştirilmesi için önlemler alınmıştır. Bu “ek kaynaklar”, başka bir yerden değil, ama yoksulların sırtından sağlanmıştır. “Sosyal politikalar” yönüyle de IMF Programı’ndan sapma olmadığı gibi, temel tutum, zaten “üzerinde geniş bir mutabakat olan” konulardaki, kısacası IMF Programı’ndaki kararlılıktır. Evet, AKP, ekonomi programında “basiretli ve kararlı” durmaktadır. Bir sorun vardır: Kararlılık, IMF ve Programı lehinedir!
Programı’nın maddelerini ele alırken AKP’nin “yoksullukla mücadele” ya da “sosyal boyut”tan, tarımın göz önünde bulundurulmasından ne anladığını göreceğiz. Ancak burada, itirazcılığının ikinci yönünü doğrudan halkın aldatılmasının oluşturduğu söylenmelidir. IMF Programı’nın “temel çatısının bozulmaması” şartına bağlanan IMF itirazcılığı, bu “temel çatı” dolaysız olarak geniş emekçi yığınların, halkın çıkarlarını hedef aldığından, işsizlik, yoksulluk, sefalet, açlık üretmesi yanında, ücretlerin düşürülmesi, çalışma koşullarının kuralsızlaştırılması, tarımda küçük üretici köylülüğün ve esnafların desteklenmesine son verilmesi, memurların sözleşmeli personel haline getirilmesi, gelirlerinin enflasyona ezdirilmesi gibi hak gaspları üzerine kurulu olduğundan, tam bir aldatmacadır. Laf olarak “itiraz”da bulunmanın, “sosyal boyut” ya da “işsizlik ve yoksullukla mücadeleden söz etmenin beklenticiliği diri tutacağı gözetilerek, oynanan oyun kategorisindendir.
Artık AKP itirazcılığının bu ikincisiyle bağlantılı üçüncü yönüne gelebiliriz. Aslına bakıldığında AKP itirazcılığı, itiraz yöneltmekle ilgisizdir. Özünde, AKP IMF Programı’nı savunmaktadır. Bu, yalnızca “temel çatısı”nı benimseme açıklaması nedeniyle söylenmiyor. AKP, seçim öncesinden beri savunduğu “ne yapacaksak, IMF istedi diye değil kendimiz istediğimiz için yapacağız” aldatmacasıyla, aynı şeyi, “IMF istediğinde” farklı “kendimiz istediğimizde” farklı olarak sunmaya yönelerek, aslında IMF Programı’nı AKP Programı haline dönüştürmüştür. “Temel çatısı”nı savunması, bu noktada anlam kazanmakta, AKP gerçekte, eğer mümkün olabilirse yerli sermayenin birkaç isteğinin elde edilmesinin ötesinde, zerrece farkı olmadan, IMF Programı’nı savunmuş ve 58. Hükümet Programı olarak da, bu programı getirip önümüze koymuştur. Şimdi maddeler halinde programı bu yönüyle ele alalım.

KAMUNUN YENİDEN YAPILANDIRILMASI YA DA “DEVLETİN KÜÇÜLTÜLMESİ”
Program, kamusal üretim ve hizmetlerin kamu kaynaklarını tükettiği fikri üzerine kuruludur. Bu, on yıllardır yalnızca Türkiye’de değil ama tüm dünyada neoliberal iktisatçılar tarafından propagandası yapılan ve a priori doğru kabul edilen bir “saptama” durumundadır. “KİT’ler ülke ekonomisinin sırtındaki kamburdur”, “SSK devleti batırmıştır”, “hantal devlet, masraf kapısıdır”, “devlet, arpalık haline getirilmiştir”, “bir kişinin yapacağı işi on kişi yapmaktadır” türünden yıllardır kulaklara üflenen, bazılarında gerçek payı da olan propaganda malzemeleri, 58. Hükümet yetkilileri tarafından da sık sık tekrarlanmaktadır. Program da “ekonomik rasyonelliğini yitirerek kamuya yük haline gelen KİT’ler”den söz etmektedir kuşkusuz.

Borç Sarmalı ve Faiz Dışı Fazla
Türkiye’nin bir borç çıkmazı vardır. Program, buna kökten bir çözüm bulma yerine, “borç stokunun sürdürülebilir bir yapıya gelişmesine imkan verecek düzeye çekilmesi”ni çözüm ilan etmiş ve “bu kapsamda, faiz dışı fazla hedefi içinde kalmak şartıyla, verimsiz harcamalar kısılarak üretken harcamaların artırılması veya ekonomik aktiviteyi canlandıracak vergi indirimlerine gidilmesi” gibi “önlemler” peşine düşmüştür. Üretken harcamaların artırılması, “kaf dağının ardında”dır, zaten göreceğiz, Program da bunu ileriye ertelemektedir. Ama bununla birlikte vergi indirimleri, her ikisi de “reel ekonomi”yi hareketlendirecek sermayeyi teşvik önlemleridir ve koşulludurlar: “faiz dışı fazla hedefi içinde kalmak şartıyla”. “Verimsiz harcamalar” kategorisi ise; 3 Aylık Geçici Bütçe, “kaynakların stratejik hizmet önceliklerine göre tahsisi”ni öngören “kamu harcamaları reformu” hedefi ve en son “zorunlu emeklilik” istisnalarını sıralayarak bu “önceliklere” –askerler, emniyet, istihbarat gibi “güvenlik” elamanları, savcı ve hakimler, YÖK’e bağlı olanlar– açıklık getiren hükümet sözcüsünün açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla, hemen tüm devlet yatırımları ve hizmetlerini kapsamaktadır. Tüm kamu yatırım ve hizmetleri kısılması düşünülen “verimsiz harcamalar”dandır.
Program, hem iç hem de dış borçlara, faiz ödemeleriyle birlikte borçların “yönetilmesi”ne ve kuşkusuz alacaklılarına sadakat belgesi niteliğindedir. Beceriyle bu borçları halkın sırtından çıkarma yönelimindedir. Borçların ödenmemesi, ertelenmesi gibi önlemler bir yana, “maliye politikasının temel önceliği”ni, “mali disiplini sağlayarak, borç stokunu sürdürülebilir seviyeye indirmek ve makro ekonomik istikrarı koruyacak faiz dışı fazlalığı vermek” olarak ilan etmiştir.
“Faiz dışı fazla”nın anlamı açıktır. Bütçenin gelir-gider dengesini oluşturan kalemler içinde, faiz ödemelerine ayrılmış fon ya da kaynaklar dışında kalan kamu harcamalarının kısılarak bir fazla yaratılması ve bunun da “borç stokunu sürdürülebilir seviyeye indirmek” için kullanılmasına bu ad verilmektedir. Faiz dışı fazlanın hedeflenmesi ve üstelik bunun “makro ekonomik istikrarı koruma”nın temel önceliği olarak belirlenmesi, devletin vatandaşları karşısında vazgeçilmez görevi olan –Anayasal olarak da vazgeçilmezliği hala geçerliliğini koruyan– kamusal mal ve hizmetleri sunmaktan vazgeçmesi anlamına gelmektedir. Vergilerin tamamını götüren ve yarısından çoğu borç faizi ödemelerine ayrılan bütçenin IMF tarafından dayatılan yüzde 6,5’unu kamu harcamalarını kısıp artırarak yaratılan “fazla”nın borç ödemelerinin desteklenmesine tahsis edilmesi, AKP Programı’nın “sosyal boyutu”na dair önemli bir belirtidir! Önceki Hükümet’in ya da Derviş eliyle gündeme getirilen IMF’nin “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın, faiz dışı fazlanın temel öncelik ilan edilerek sürdürülmesi; AKP Programı’nın kurgusuna olduğu kadar ekonomik yaşama ilişkin tüm sorunlara yaklaşımına damgasını vurmaktadır.
Faiz dışı fazla hedefinin tutturulması, savaş önlemleri yanı sıra, AKP ve Hükümeti’nin son haftalarda, başlıca uğraş konusu olmuştur. Seçim dolayısıyla gevşeyen devlet harcamaları musluğunun kısılması ve Program’da öngörülen yeni kaynakların yaratılması çabaları, AKP’nin yoğunlaştığı asıl sorun durumundadır. Program, “Kamu borç stoku kabul edilebilir ve sürdürülebilir seviyelere indirilecektir. Bunu sağlamak için; faiz dışı dengede fazla verilmeye devam edilecek, özelleştirme hızlandırılacak, ilave gelir kaynakları bulunacak…” demektedir.
Gerisi palavradır; ülkenin ve kuşkusuz halkının borç sarmalından kurtarılmasını aklının ucundan geçirmeyen AKP, borç ödemelerinin garanti altına alınması üzerine kurduğu Programı’nı, bunun gereklerini yerine getirmeyi öngörerek kaleme almıştır. Borç sarmalı ise, emperyalistlerin, uluslararası mali sermayenin, IMF’yi muhasebeci olarak kullanıp başına bekçi diktiği Türkiye’nin yağmalanmasının başlıca yolu durumundadır. Halkın sağlık, eğitim gibi yaşamsal tüm ihtiyaçları, faiz dışı fazlanın oluşturulmasına kurban edilerek; kuşkusuz emekçilerin, halkın yarattığı değerler başta olmak üzere, ülke kaynakları, dayatılan borç sarmalı dolayısıyla uluslararası tekellere aktarılmaktadır. IMF’nin girdiği ülkelerdeki başlıca görevi budur ve AKP Programı, bunu garanti etmektedir. IMF’ye ve Programı’na “eleştiri” yöneltmek laf olarak güzeldir, ama faiz dışı fazla ve borç sarmalının devamı garanti edilerek “güzellik”in ardına aldatma ve IMF’cilik gizlenmeye çalışılmıştır.
AKP Programı, borç sarmalının ve dayanağı faiz dışı fazlanın yeniden üretilmesi programı olarak, ulusal bağımlılığın pekiştirilmesi programıdır.
“İlave gelir kaynakları bulunması”na gelince.. Bunlar bilinen, çok tartışılmış ve “üzerinde geniş bir mutabakat olan” kaynaklardır!

Kamu Harcamalarında Kısıntılar..
AKP Programı, “Faiz dışı fazlanın… bileşimi, ekonomik verimlilik, büyüme ve sosyal politikalar dikkate alınarak şekillendirilecektir. Bu kapsamda,.. verimsiz harcamalar kısılarak…” demektedir.
Önceki hükümet döneminde, kamunun Karayolları, Köy Hizmetleri, MTA gibi üretim ve hizmet birimleri “gereksiz masraf kapısı” sayılarak kapatılmıştır. Bu hükümet döneminde bunlara Diyarbakır’da TMO’nin kapatılması eklenmiştir. “Verimsiz harcamaların kısılması”nın bir yöntemi, üretimin sürdürülebilmesini ve halkın olağan yaşamının devamını sağlayan koşullardan olan kamusal üretim ve hizmetlerden vazgeçilmesidir. Köy yolları ve su şebekesinin yapımı ve bakımı, hatta anayolların kışın açık tutulması, maden arama, tüm bunlar karşılığı olmayan ve tasarruf konusu yapılması gereken masraf olarak görülmektedir. Program ayrıntılandırmamakta, ama hem “tasarruf” zorunluluğunun hem de “verimsiz harcamaların kısılması”nın altını çizerek, örneğin köylerdeki üretimi ve halkın yaşam koşullarını hiçe saydığını ortaya koymaktadır. “Tarım”ı ihmal ettiği için sözde IMF Programı eleştirilmektedir ama, kastedilen, büyük çiftliklerdeki makineli tarım olmalıdır!
Eğitim ve sağlığa yapılan harcamaların da “verimsiz” sayılıp kısılmasının öngörüldüğü, zaten özele devredilerek ve giderler velilere, genel olarak halka yıkılarak kısıldığı bilinmektedir. Bütçeden bu alanlara ayrılan pay sürekli azalmaktadır.
Program’a göre, “etkin, verimsiz ve şeffaf olmayan kamu harcama sistemimizin iyileştirilmesi için yapılacak kamu harcama reformu” başlıca “makro ekonomik istikrarın sağlanması”nı ve “kaynakların stratejik hizmet önceliklerine göre tahsisi”ni hedeflemektedir. AKP uygulamalarının şeffaflığı hiçe sayışını biliyoruz. “Etkin ve verimli olmayan” kamu harcamaları sisteminin düzenlenmesi, makro ekonomik istikrarın temel kaldıracı ya da önceliği sayılan faiz dışı fazlanın garanti altına alınması hedefiyle gerçekleştirilecek ve ancak “güvenlik” harcamalarına kaynak ayrılacaktır. Zaten faiz dışı fazlanın yüzde 6,5 gibi bir büyüklükte gerçekleştirilmesinde ve borç ödemelerinin sürdürülmesinde, özetle IMF ve emperyalizme kölelikte kararlılık programı olan AKP Programı’nın, geri kalan kamu harcamaları için kaynak oluşturması değil ama bu harcamaları kısarak ya da kaldırarak “ilave gelir kaynakları”na dönüştürmesi olanaklıdır. AKP’nin bir “ilave gelir kaynağı”, kapatılarak ya da kısılarak “tasarruf edilecek” kamu üretim ve hizmetleridir. Köye hizmet götürmekten tasarruf edilebilir mi? Halkın sağlığından tasarruf eden, köye hizmetten neden tasarruf etmesin!
AKP Programı, “eğitim ve sağlıkla ilgili temel hizmetleri yürütmek, temel altyapı hizmetlerini yapmak ve yaptırmak” görevlerine de sözde yer verdiği “devletin rolü”nü tanımlarken nelerden “tasarruf” edeceğini açıklamaktadır:
“Devletin rolü;
· Adaleti tesis etmek,
· İç ve dış güvenliği sağlamak,
· Makro düzeyde, esnek ve katılımcı özelliklere sahip stratejiler geliştirmek,
· Makro ekonomik dengeleri ve istikrarı sağlamak,
· Gelir dağılımı başta olmak üzere sosyal ve bölgesel dengesizlikleri gidermeye yönelik tedbirleri almak,
· Koyduğu standartlara göre denetim yapmakla sınırlı kalacaktır.”
“Gelir dağılımının giderilmesi”ne ilişkin rolünün nasıl ele alındığına da değineceğiz. Ancak ekonomiyi, IMF ve DB ile tam bir uyum halinde bütünüyle “serbest piyasa” kurallarının işleyişine terk etme peşinde olan AKP’nin, devletin küçültülmesini son sınırına kadar vardırma niyet ve kararlılığını program edindiği görülmektedir. AKP’ye göre, devlet, güvenlik, adalet, strateji geliştirme, makro dengeleri sağlama ve standart denetimi dışında bir işle uğraşmayacak küçüklüğe ulaştırılmalıdır. AKP kamunun tüm halk yararına iktisadi etkinlikten, tamamını “verimsiz harcama” sayarak, elini çekmesi yanlısıdır, IMF’den çok IMF’ci, sonuna kadar neoliberaldir. Burada “IMF istedi diye değil biz istedik diye” tekerlemesi anlam kazanmaktadır.
AKP’nin bu yaklaşımıyla, kamu harcamaları, verimli-verimsiz ayrımının da ötesinde, güvenlik-adalet dışında, kategorik olarak reddedilmektedir. Devlet, silahlı ve onaylayıcı kurumlarının yanında bir idari bürokrasiden ibaret kılınmak istenmektedir. Devletle küreselleşme ve piyasa arasında kurduğu ilişki buna işaret etmektedir:
“Küreselleşme ve bilgi toplumuna dönük gelişmeler, geleneksel devlet ve yönetim yaklaşımlarını büyük ölçüde geçersiz hale getirmiştir.
Hükümetimiz, bu yeni süreçte devletin, ekonomiye doğrudan müdahale ve üretim yapması yerine, politika oluşturma, altyapı ve kaynak yaratma, standart koyma ve denetim yapmasından yanadır.
Devletin ekonomideki temel rolü, piyasalarda serbest rekabet koşullarını sağlamak ve teşebbüs gücünün önündeki engelleri kaldırmaktır.”
Artık küreselleşme koşullarında ekonomiye müdahale eden devlet yerine serbest piyasanın işleyişine bekçilik eden devlete ihtiyaç var! Devletin rolü; piyasaları gözetmek ve serbest rekabet koşullarını sağlamak, her şey teşebbüs gücünün engelsiz kılınmasına bağlı! Emekçilerle teşebbüs gücü olan müteşebbisler, burjuvazi arasında net taraf olan, emeğiyle geçinenlere, işçilere, memurlara, tüm yoksullara piyasanın zalim dişlileri arasında öğütülmekten başka seçenek bırakmayan, devletin bugüne kadar kendilerine sağlayageldiği hizmetleri verimsizliğini ileri sürerek kaldırmayı öngören parti ve hükümeti, bir de kalkmış tüm kesimlere eşit mesafede durmaktan, tümüyle diyalogdan söz açıyor!
Net. Devlet tüm kamusal üretim ve hizmetlerden çekilecek. Tarım da, köy hizmetleri de, sağlık ve eğitim de, enerji üretim ve dağıtımı da, devletin kâr kaygısı gütmeden toplumsal bir yaşam için, sübvanse ederek sunmak durumunda olduğu hizmetlerin tümü piyasaya, serbest rekabet halinde, birbirini, halkın sırtından en yüksek kârı kendisi elde etmek üzere boğazlayan “müteşebbisler”e bırakılacak. Program, başka yerlerde “eğitim ve sağlık hizmeti sunma”, “gelir dağılımı dengesizliğini gidermek üzere tedbirler alma” gibi görevlerinden söz etse de, bunların sadece laf olduğunu itiraf ederek devletin ekonomideki temel rolünü belirliyor: “piyasalarda serbest rekabet koşullarını sağlamak ve teşebbüs gücünün önündeki engelleri kaldırmak”! Güvenlik, adalet, stratejistler, makro denge kurucuları, devleti devlet kılan ve vazgeçilmez olanlar, devlet, piyasanın işleyişini garanti etmek içindir!
Devletin tüm ekonomik etkinliğinden çekileceği böylelikle açıklanmıştır. Çünkü tümü “verimsiz”dir! Verimliliğin piyasada ölçüldüğü, dolayısıyla kâr ölçütüne bağlandığı koşullarda, kapitalizmde, Program, bu yönüyle pek de “aşırı” sayılmaz!
İki sorun vardır. Sağlık hizmetlerini örneğin verimliliği, yani kârlılığı ile ölçebilir misiniz? Ya da eğitimi? Ya da köye hizmet verilmemeli ve köyler, yakılıp yıkılan Güneydoğu’daki benzerleri gibi harabeye mi döndürülmelidir? TMO, verimliliği yani kârlılığı nedeniyle mi yoksa örneğin beslenmenin ve köylünün belirli bir gelir düzeyine sahip kılınmasının vazgeçilmez toplumsal ihtiyaçlar olması nedeniyle mi ele alınmalıdır? Yolların bakımı gereksiz midir, gerekliyse, bu hizmet, desteklenen Karayolları tarafından karşılanmamalı piyasanın dişlileri arasında bundan en yüksek kârı amaçlayan müteşebbislere mi bırakılmalıdır?
Birincisi, devletin vazgeçemeyeceği hizmetleri olduğu, bunların kârlılıklarıyla ölçülemeyecekleri açık olmalıdır. İkincisi, kamusal hizmetlerde verimlilik gözetildiğinde, en yüksek kârın amaçlanacağı, ama bu yüksek kârlılığın yine devlet tarafından, halkın sırtından toplanan vergilerle finanse edilmek durumunda kalınacağı bellidir. Adı üstünde kamusal olan hizmetlerde verimliliğin ölçüsü kârlılık değil ama halkın insani ve yaşamsal ihtiyaçlarının en uygun koşullarda ama en yüksek düzeyde karşılanması olabilir. Ama halkla ilişkisi aldatıcılıkla sınırlı olan AKP, bu ihtiyaçların karşılanmasını piyasaya, kâr hırsına sınır tanımadığını, devleti  iktisat alanından bütünüyle çekerek ortaya koymaktadır.
Üstelik AKP, halkın ihtiyaçlarının karşılanmasını sadece yerli sermayeye açmakla da kalmamakta, emekçileri, azgın uluslararası rekabetin pençesine atmakta; bunu “büyümenin temel kaynakları”ndan saymaktadır:
“Büyümeyi sağlayacağımız temel kaynaklar; verimlilik artışı, atıl üretim faktörlerinin harekete geçirilmesi, uluslararası ölçekte rekabet edebilir mal ve hizmet üretimi ile doğrudan yabancı sermaye girişi olacaktır.”
Büyümenin temel kaynağı olarak “uluslararası ölçekte rekabet edebilir mal ve hizmet üretimi”, DB’nın GATTS kararları çerçevesinde tüm hizmet alanlarının yabancı sermayeye açılması kapsamındadır. Somut bir uygulaması Antalya’da bir Fransız firmasına verilen şehir suyu dağıtımının, hala eski uygulamanın sürdüğü çevreye göre suyun tonunun on misli pahalılaşmasına  götürmesi olan bu Program yaklaşımı, görülmektedir ki, IMF ve Programı’na başlıca “itiraz” noktalarından olan “sosyal boyut” titizliğinin de hakkını vermektedir!
Nasıl olacaksa, büyümenin temel kaynaklarından olacak “uluslararası ölçekte rekabet edebilir mal ve hizmet üretimi”; iki temel programatik ya da makro yaklaşımı daha gerektir ki, ikisi de programın baş köşelerine kuruludur. Biri, yine büyümenin “temel kaynakları”ndan sayılan “doğrudan yabancı sermaye girişi”ni özellikle öngören özelleştirme, diğeri kamu emekçilerinin sömürüsünün yoğunlaştırılmasıdır.

Özelleştirme Programı
AKP’nin ekonomide “yapısal reform programı”nın ilk dört ayağı, bütünüyle tartıştığımız AKP yaklaşımını ortaya koymaktadır:
“Hükümetimizin ekonomide gerçekleştireceği yapısal reform programı;
· Kamunun yeniden yapılanması,
· Kamu harcamalarında disiplin, tasarruf ve şeffaflığın sağlanması,
· Özelleştirmenin hızlandırılması,
· Yerli ve yabancı yatırımlar için ortamın iyileştirilmesi,
· Mali sektör ve sosyal güvenlik sisteminin ıslahı,
· Tarımda yeniden yapılanma ve verimliliğin artırılması
gibi alanları kapsayacaktır.”
“Kamunun yeniden yapılandırılması”na kamunun tasfiyesi yönüyle değindik ki, bu, doğal olarak bazı tümden vazgeçilen hizmetler dışında kalanların özele devredilmesi, özelleştirilmesi anlamına gelmektedir. Kamu emekçilerinin durumu açısından öngörülenlere geleceğiz. “Kamu harcamalarında disiplin, tasarruf ve şeffaflık”a, yine hizmetleriyle birlikte kamunun tasfiyesi açısından değindik. “Sosyal güvenlik sisteminin ıslahı” yine bir tasfiye ve özelleştirme yaklaşımına bağlanmıştır. Tarıma da öyle. Ele alacağımız “özelleştirmenin hızlandırılması” ve “yerli ve yabancı yatırımları için ortamın iyileştirilmesi” ile birlikte, “yapısal reform programı” ve toplam olarak AKP Programı’nın; ülke ekonomisinin kapitalist dünya ekonomisine tamamen entegrasyonu ile birlikte, bir kamunun tasfiyesi ve liberalizasyon programı olduğu söylenebilir ki, IMF ve Programı’nın temel içeriği budur. AKP’nin IMF’ye “itirazları”, tuluattan ibarettir.
Gerçekten AKP Hükümeti, gelmiş geçmiş en kapsamlı ve hızlı özelleştirmeci hükümet olacağa benzemektedir. 2003 özelleştirme takvimini övünerek açıklayan sözcü ve Başbakan Yardımcısı Şener ve ardından grup toplantısında Erdoğan 17 yılda yapılmış 8 milyar dolarlık özelleştirmenin en az yarısını bu yıl içinde gerçekleştireceklerini ilan etmişlerdir.
Açıklanan takvim; Turban, TZDAŞ, TDÇİ gibi bazı kuruluşların tümden kapatılarak tasfiyesini de kapsamakta, çok sayıda varlık ve işletmesiyle birlikte 34 kuruluşun özelleştirilmesini öngörmektedir. Bunlara kamu bankaları, belediye ve kamu vakıflarının varlık ve şirketleri dahil değildir, onların da özelleştirilmesi gündeme alınmıştır. Özelleştirme takvimine alınan kuruluşlar arasında ülkenin en büyük petro-kimya tesislerine sahip işletmelerinden PETKİM, SEKA’nın çok sayıda işletmesi, TEKEL, TDİ’ne bağlı limanlar, Sümerbank (Sümer Holding) işletmeleri, THY, AKP’nin tarıma verdiği “önem”den olsa gerek, çok sayıda gübre sanayi işletmesi ve TZDK işletmeleri, eski Etibank’a bağlı maden ve metalürji işletmeleri, şeker fabrikaları, enerji üretim ve dağıtım tesisleri, Halk Bankası ve Milli Piyango bile vardır.
Özelleştirme, kuşkusuz AKP Programı doğrultusunda bu hıza kavuşmuştur!
Gördüğümüz gibi “piyasanın üstünlüğü” fikri üzerine kurulu olan AKP Programı, piyasa ve “serbest rekabet”in gerekleri ile çeliştiği ve üstelik kamuya “yük” oluşturduğu için özelleştirmenin kaçınılmaz hale geldiğini saptamakta, gereğinin yapılmasını öngörmektedir, hızlı özelleştirme.
“Kamu İktisadi Teşebbüslerinin (KİT) bir çoğu faaliyette bulundukları sektörlerde tekel veya belirleyici konumdadır. Kamu mülkiyetinin avantajlarını kullanarak riski olmayan bir ortamda çalışmaları, piyasa mekanizmasının işleyişini bozmaktadır. Siyasi müdahaleler sonucu ekonomik rasyonelliğini yitirerek kamuya yük haline gelen KİT’lerin özelleştirilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.
“Özelleştirmenin temel amacı, ekonomide serbest piyasanın daha iyi işlemesi için gerekli koşulların oluşumunu sağlamak, etkinlik ve verimliliği artırmaktır. Piyasa ekonomisinde kamunun iktisadi rolü, piyasa mekanizmasının iyi çalışması için gerekli düzenleyici ve denetleyici mekanizmaları oluşturmaktır.”
Siyasi müdahalelerle KİT’lerin “arpalıklar”a dönüştürüldüğü ve bir “rasyonellik” sorununun ortaya çıktığı doğrudur. Ama “milli eğitimi düzeltmek için okulları kapatmak” türünden tüm KİT’leri elden çıkarma çözümü, ancak piyasacı ve emekçileri, tüm yaşamsal ihtiyaçlarının desteklenmesinden yoksun bırakarak piyasanın dişlileri arasına atmanın yanında ulusal ekonomiyi temel dayanaklarından yoksun bırakıp yerli ve özellikle yabancı tekelci sermayeye peşkeş çekici kafaların ürünü olabilir.
Ve gören de sanacaktır ki, AKP tekellere karşıdır ve piyasa söylemi gerçekten serbest rekabeti öngörmektedir. Öyle olmadığı kuşkusuzdur. Halkın birikimleriyle kurulmuş örneğin TEKEL’i Sabancı-Philippe Morris lehine elden çıkarmak, ne kadar serbest rekabeti savunmak ya da piyasa mekanizmasının iyi çalışması için gerekli düzenleme” yapmaktır? PM mi tekelci değildir Sabancı mı? Devir, devlet tekelinden özel tekele yapılmaktadır. Palavraya gerek yoktur! Ama olan, kazanılmış haklarıyla birlikte tekel işçi ve memurlarıyla 2,5 milyonluk bir kitle olan tütün üreticilerine ve bütün bir sigara-içki piyasası yabancı tekellere açılarak birikimleriyle yabancı kasaları doldurmak zorunda bırakılan tüketici halka ve yaklaşık 3 katrilyonluk bir kaynaktan yoksunlaşan ulusal ekonomiye olmaktadır. “İlave kaynak yaratılacak”tır ya! Bırakalım yenisinin yaratılmasını eldekileri har vurup harman savurmaktadırlar.
Üstelik KİT’ler, örneğin elektrik üretimi ve dağıtımı yapan TEAŞ ve TEDAŞ nasıl piyasa mekanizmasının işleyişini bozmaktadır? Eskiden TEK nasıl bozmaktaydı? Özelleştirme adımları atıldıkça ürün ve hizmetlerinin fiyatları arttığında mı bu “mekanizma” sağlamlaşmış oluyor? Eskiden ucuz elektrik üretilmesi ve dağıtımı piyasacı kafaları bozabilirdi, ama elektrik üretim ve dağıtımı kamunun elinden örneğin Uzan ya da Çukurova gruplarının tekeline geçtiğinde ve fiyatlar piyasada belirlenmeye geçildiğinde, önünde övgülerle diz çökülen piyasa, tekellerin egemenliğindeki piyasadır, buradaki “rekabet” de serbest değildir, fiyatlar dikte edilip dayatılır.
EMO Adana Şube Başkanı’nın açıklamasına göre, Türkiye’de elektriğin kilovat saat fiyatı gelişmiş ülkelerin 2 katı yüksektir ve ülkemizde dünyanın en pahalı elektriği satılmaktadır. (Bkz. Evrensel, 13 Ocak, sf. 6) Elektrik üretiminin devredildiği özel tekellerle yapılan piyasa ve serbest rekabet kurallarına pek uygun (!) anlaşmayla tekellere tanınan haklar sonucu hem kamu kaynakları peşkeş çekilmekte hem de halka pahalı elektrik kullanımı dayatılmaktadır. 2002’de 129 milyar kws elektrik üretiminin 52 milyar kws’lik bölümünü özel tekeller karşılamış ve bu elektriği devlete 3 milyar 120 milyon dolara satmıştır. Oysa aynı miktar elektriğin devlet tarafından üretilmesi durumunda maliyeti 1.2 milyar dolar olacaktı. Yaklaşık 2 milyar dolarlık kaynağın (kuşkusuz vergilerle halktan toplanan kaynağın) tekellere peşkeş çekildiği ve aradaki bu farkın doğrudan tüketiciye yüksek fiyat olarak yansıtıldığı açıktır. Bu, piyasadır! Yüceltilen ve AKP Programı’nın her şeyi çerçevesine sıkıştırmayı amaçladığı aynı piyasa mekanizmasının 2003’deki işleyişi, elektrik tüketicileri için tam bir felaketi haber vermektedir: Bu yıl üretilecek 139 milyar kws elektriğin yüzde 60’ını oluşturan 79 milyar kws’lik bölümü özel tekellerce sağlanacaktır. Devletin elektrik için ödeyeceği rakam, 4 milyar 700 milyon dolardır. Anlamı açıktır: bu yıl elektrik fiyatları aşırı yükselecektir, fiyatların en az 4-5 kat artırılmaması durumunda sübvanse edilmesi gerekecektir ki, bunun için ne kaynak vardır ne de piyasaya böyle bir müdahaleye piyasacı AKP Programı ve yaklaşımında bir yer. Program’da tam tersini okuyoruz: “Enerji piyasasının rekabete açılması hızlandırılacaktır.(..) elektrik enerjisi üretim ve dağıtım tesislerinin özelleştirilmesi hızlandırılacaktır.” Program bir de kalkmış, “elektrik enerjisi satış fiyatının ucuzlatılması ve özellikle sanayi sektörüne ucuz enerji temin etmek üzere satış fiyatlarının içindeki fon ve payların düşürülmesine yönelik çalışmalar sürdürülecektir.” demektedir! Ucuzluk ancak elektrik üretiminin kamu eliyle yapılmasına bağlıdır. Elektrik üretimini piyasa üzerinden tekellere aktararak pahalı elektriği dayatanların “ucuzluk” lafları tam bir aldatmacadır.
Diğer alanları tek tek ele almak gerekmiyor. Petrolden gübreye, limanlardan şekere, madenlerden demiryollarına tüm KİT’leri özelleştireceğini açıklayan AKP; özelleştirmeleri, üstelik “kaynak yaratmak” adına savunmaktadır! Şimdiye kadar yapılan özelleştirmelerden ülke kaynakları sadece talan edilmişken, kendi başına KİT satışlarından elde edilen gelirler satış masraflarını karşılamazken, bu savunma da, aldatıcılıktan başka bir şey değildir.
Değinilmesi gereken son şey, “büyümeyi sağlayacağımız temel kaynaklar” arasında “doğrudan yabancı sermaye girişi”nin sayılmış olması ve yabancı sermaye ile özelleştirme bağlantısıdır. AKP Programı’nda, özelleştirme zaten kendi başına “kaynak” sağlayıcı olarak sayılmaktadır. Ayrıca, yerli sermayeden çok yabancılara devir öngörüldüğü ve zaten tatlı kâr olanaklarına başta yabancı sermaye göz diktiği için özelleştirme yoluyla ülkeye girişi de gerçekleşeceği için, aynı nedenle iki kez kaynak yaratılmış olacaktır! Ne mutlu bize! Ama yabancı sermaye girişi ile büyümenin sağlanacağı iddiası tamamen palavradır. Birincisi, yabancı sermaye, doğrudan yatırımlar olarak değil ama “sıcak para hareketleri” de denen mali sermaye girişi, borç, kredi vb. olarak girmekte ve rakamlara göre örneğin 2001’de girdiğinin 50 katını götürmektedir. Ve ikincisi, doğrudan yatırımlar biçiminde girişi de, yoğun sömürünün kâr olarak karşılığını kısa vadede ve sağlanmış transfer kolaylıklarına dayanarak dışarı çıkarmak üzere olmaktadır. Yıllardır bu masal anlatılır, ancak yabancı sermayenin ülke ekonomisinin büyümesine ve ülkenin kalkınmasına bir katkısı görülmemiştir. Üstelik büyüme etkeni olduğu varsayılsa bile, bu büyümenin nimetlerinin dağılımından ülke halkı bir yarar sağlamadığı durumda, kime nedir!

Çalışma Yaşamı ve Kamunun Yeniden Yapılandırılması
“Hükümetimiz, ekonomik faaliyetlerin nihai amacının insanların yaşam kalitesinin yükseltilmesi olduğuna inanır.”
“‘İnsanı yaşat ki devlet yaşasın’ düşüncesinden hareket eden Hükümetimiz, bütün politikalarının merkezine insanı koyacaktır.”
Bunlar, Program’ın vecizeleridir! Elektrik üretim ve dağıtımı ile özelleştirme arasındaki AKP’nin daha ilerisini öngördüğü ilişki, bu vecizelerin açık aldatıcılığını ortaya koymaktadır. AKP insanlarımızın yaşam kalitesini düşürmeye girişmiştir ve bütün politikalarının merkezine insanı değil ama insanı, emeğini ve yarattığı değerleri öğüten piyasayı ve tekelleri koyduğu kesindir. Bu, kamu işçileri ve emekçileri ile ilgili amaç ve hedeflerinde de görülmektedir.
Son açıklanan özelleştirme takvimi ile bu işletmelerde kapsam içi çalışan 64 bin işçi gözden çıkarılmış olmaktadır. Kuşkusuz, sadece işçiler değil ama sendika, sigorta, toplu sözleşme düzeni, kıdem tazminatları, ikramiyeleri, fazla mesai ücretleri, bütün sosyal hakları içinde olmak üzere tüm kazanımlarının üzerine özelleştirilecek işletmelerde çizgi çekilecektir.
Kamu işçileriyle sınırlandırmadan AKP’nin işçilerle ilgili tasarlayıp uygulamaya koymaya başladıklarına bakalım.
En son IMF 1. Başkan Yardımcısı Kruger’in isteğiyle bütün işçi sınıfı açısından da emsal oluşturacak kamu işçilerinin ikramiyelerinin ödenmemesi (2002’den zaten bir ikramiye 2003’e ertelenmişti) ve 2003 zamlarının enflasyonun altında ve düşük tutulması benimsenmektedir. Kuşkusuz mücadele ve güç sorunudur. SSK ve yanı sıra Bağ-Kur harcamalarında, en başta sağlık harcamalarında denetimler sıklaştırılarak örneğin ucuz “eşdeğer” ilaç kullanımına geçilmesi, yine Kruger’in “uyulması zorunlu tavsiyeleri”ndendir. Nemalar sorunundaki Hükümet tutumu ortadadır, yargı kararına karşın ve sermaye açısından pek çok kaynak bulunurken, ödemeler, “kaynak yokluğu”ndan yapılmamaktadır.
Ancak tüm bunlar, 1475 sayılı İş Kanunu’nun 15 Mart’a kadar değiştirilmesinin oluşturduğu büyük saldırı üzerine gelmektedir. Program, “İş Kanunu gibi temel kanunlarımız çağdaş gelişmeler ve AB normları dikkate alınarak güncelleştirilecektir.” demektedir. 1475 değişikliğinin, Mart 15’de yürürlüğe girecek İş güvencesi Yasası ile birlikte uygulamaya sokulması konusunda büyük patronlar ve örgütleri bastırmakta ve hükümet de onları kırmamaktadır. Yasa’dan uzunca söz etmeyeceğiz, öngördüğü değişiklikler dergimizde yer aldı. (Bkz. Özgürlük Dünyası, s. 123, “İşçi Haklarına Saldırı”) Ancak hatırlatmak bakımından, tüm iş yaşamını kuralsızlaştırmayı, kıdem tazminatlarını, fazla mesai uygulamasını kaldırmayı, toplu işsözleşmesi düzenini yok etmeyi hedeflediği söylenmelidir. Esnek çalışma, çalışma yaşamına, bu yasayla tamamen ve hukuksal olarak da yerleştirilmek istenmektedir. Ödünç işçiden, geçici süreli çalışmaya, telafi çalışmasına tüm kazanılmış hakları yok etmeye yönelmiş bu değişiklik, kuşkusuz AB normları doğrultusundadır, ancak ne iş yeri ne iş saati ne de iş günü bırakmakta, Başbakan’ın gerçek dışı “bir kişinin işini on kişi yapıyor” biçimindeki “yakınması”yla haber verdiğini yasallaştırmaya yönelmektedir: Artık on kişinin işini bir kişi yapacaktır, yapmaya başlamıştır. AKP, IMF ve programını tartışıyor görüntüsü altında, onun temel bir amacı olan esnek çalışmanın yerleştirilmesi yoluyla sömürünün yoğunlaştırılmasını ve artı-değer, dolayısıyla kâr oranlarını yükseltme peşindedir. Bunun adını da “insanı merkezine alan politikalar izlemek” takmıştır!
1475 sayılı yasa tasarısını hazırlayan patron-hükümet-konfederasyon temsilcilerinden oluşan “bilim kurulu”nun benzeri, şimdi 2821 sayılı Sendikalar Yasası ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası’nda değişiklik için oluşturulmaktadır. 1475’deki değişiklikle ne 2821 ne de 2822’nin bir anlamı kalacağı için bu yasaların değiştirilmesi girişimi anlaşılmaz değildir. 1475 değişikliği sendikaya da yer bırakmamaktadır toplu iş sözleşmesine de. “Kuralsızlığın kurallaştırılması” bu değişikliklerle tamamlanmak istenmektedir.
Sonuçlar, şimdiden yaşanmaktadır: işsizlik, düşük ücretler, sosyal hakların gaspı, tüm toplu iş sözleşmelerinde bugünden 1475’deki değişikliğe ve değişikliklerin uygulanacak olmasına atıf yapılması, sözleşmelerin iş olsun diye yapılır hale gelmesi, sendikalı işçi sayısında düşüş…
Kamu emekçilerine gelince, haklarında tasarlananlar işçilerden iyi değildir.
Devletin küçültülmesiyle (verimin sağlanmasıyla!) tasfiyeye uğrayacak ya da harcamaları kısılacak işletme ve devlet dairelerinde memur kıyımı kapıdadır. Kruger personel alımını yasaklamıştır! Öğretmen ve sağlık elamanından çok savcı-hakim, polis vb. açığı nedeniyle zorunlu olan personel alımı niyet edilen 55 binden 35 bine şimdiden indirilmiştir. Program’da da, “geçici ve nitelik gerektirmeyen işler için ilave personel alımı önlenecektir” demektedir.
Ama asıl 657 sayılı yasa nedeniyle çıkarılamayanların işten çıkarılması için düzenlemeler gündemdedir. Hükümet buna “Personel Reformu” adını takmıştır.
“Ekonomik rasyonelliğini yitirerek kamuya yük haline gelen KİT’ler”de ve genel olarak hantal ve “verimsiz”  kamuda çalışan kamu emekçileri, kuşkusuz verimliliği yükseltecek ve ekonomik rasyonelliği gerçekleştirecek “kamunun yeniden yapılandırılması”ndan zarar göreceklerin başında geliyor. IMF öteden beri devletin küçültülmesinde ve temel unsurlarından biri olarak personel azaltılmasında ısrarlıdır ve dayatmaktadır. Şimdiden memurların işçi yapılması, sözleşmeli personel gibi yöntemlerle 657 sayılı yasa ve sağladığı işgüvencesi sorunu aşılmıştır; zorunlu emekliliği dayatmak üzere emeklilik yaşının indirilmesi bir başka işten çıkarma yöntemi olarak devreye sokulmaktadır. AKP’nin memurların çeşitli yollarla sokağa atılmasında kararlı olduğu görülmektedir.
Peki, ya çalışmasına “göz yumulanlar”a hangi koşullar dayatılmaktadır? Toplu sözleşme yerine toplu görüşme ve devletin bildiğini okuması düzeni yürürlüktedir. Bu çerçevede en son memurlara verilen zam net yüzde 5 olmuştur. Şimdi bunun yılın geri kalan kısmı için yüzde 7 ile tamamlanması üzerinde durulmaktadır. AKP Hükümetince toplam 12 puan, enflasyon karşısında yeterli görülmektedir.
Peki özlük hakları da dahil ne tür çalışma koşulları öngörmektedir AKP?
AKP, “Yönetim ve karar alma sürecinin her aşamasında toplam kalite anlayışını benimseyecek” ve “Kamuda yöneticiler ile çalışanlar arasında yapılacak sözleşmelerle performans yönetimi geliştirilecek, uzun vadede performansa dayalı ücret sistemine geçilecektir.”
“Personel reformu” denilen şey, işgüvencesi kaldırılarak personel sayısının azaltılmasının yanında asıl olarak “performans yönetimi” olan “toplam kalite yönetimi” ve “performansa dayalı ücret” anahtar sözcüklerinde tanımını bulmaktadır.
Esnek çalışma ile birlikte işçilerin başına sarılan bela durumundaki toplam kalite yönetiminin memurlara da uygulanması AKP ile resmileşmektedir. Bu, zaten birçok devlet dairesinde başlanan uygulamadır, ancak AKP genelleştireceğini açıklamaktadır. Kalitenin yükseltilmesi ve verimlilik adına, “kalite çemberi” denen gruplara bölünen kamu emekçileri, grup içi ve gruplar arası yüksek performansı amaçlayan ve hem işgüvencesini hem de ücreti bu performansa bağlayan rekabet içinde yarışmaya ve birbirlerine kırdırılmaya yöneltilmesine, “toplam kalite yönetimi” denmektedir. Performans, birim zamanda daha çok iş ya da hizmet üretmenin adı durumundadır ve sözde “bir kişinin işini on kişinin yapmasının” alternatifi olarak dayatılmakta, tek tek kamu emekçileri ve gruplarından sömürünün yoğunlaştırılmasıyla alınacak verimin yükseltilmesini ve birkaç kişinin işinin bir kişiye gördürülmesini amaçlamaktadır. Personel azaltılmasının başlıca yöntemlerinden biri olarak öngörülmektedir. AKP, toplu görüşmenin ve 657’nin yerini “kamuda yöneticiler ile çalışanlar arasında yapılacak sözleşmelerle” geliştirilecek “performans yönetimi”nin alacağını da açıklamıştır. AKP hedefi, 657 yerine tüm memurların sözleşmeli personel yapılması ve kamudaki “verimsizlik” sorununun da “personel yönetimi” ile aşılmasıdır! Özlük hakları mı? Hayır, piyasa! Yeterli performansı gösteremeyenlerin eleneceği kalite çemberleri, kuşkusuz piyasanın gereğidir. Başka türlü “uluslararası ölçekte rekabet edebilir mal ve hizmet üretimi” olanağı var mıdır? GATTS gereği uluslararası rekabete açılmakta olan hizmetler alanında ne merkezi ne de yerel (belediyeler vb.) birimleriyle kamunun ucuz maliyetli personel istihdam etmeden rekabet olanağı olmadığı açıktır. O halde, asker-polis gibi vazgeçilmezler dışında, en ucuz ve en az ve işgüvencesiz memur- hedef budur ve gerçekleştirilmesine girişilmiştir.
Başta işgüvencesi sorunu olmak üzere, kamu emekçilerine yönelik AKP tehdidinin bir diğeri, öngörülen “yerel yönetim reformu”nda gizlidir. AKP, “yerinden yönetim” gibi kabul edilebilir olduğunu düşündüğü ve taraftar toplayacağını umduğu yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ardına, Dünya Bankası’nın GATTS kararları doğrultusundaki hizmetlerin peşkeşini amaçlayan projesini gizlemektedir.

“Yerel Yönetim Reformu” ve Kamu Emekçileri
Özgürlük Dünyası’nın 120. sayısında “Yönetişim” üzerine makalede soruna değinilmişti: “Yerelleşme”, “Kent Konseyleri”, “Gündem 21” koduyla; demokrasisiz demokrasi ya da piyasa egemenliğinin örgütlenmesi olan yönetişimin önemli unsur ve dayanakları olarak öngörülmüşlerdir. Amacı, kentlilerin yönetime katıldıkları duygusunun yaratılmasının yanında yerel yönetimlerin, tüm hizmet alanlarıyla birlikte şirketlere ve özellikle uluslararası sermayeye açılmasıdır.
AKP, ulusal ölçekte, Ekonomik Sosyal Konsey vb. kurumlaşmalarında ifadesini bulan “yönetişim” anlayışını uygulayacağını açıklar ve bunu “sivil toplum” ve “devlet-piyasa-toplum” kaynaşmasına ilişkin yönelimleriyle ortaya koyarken, bunu, sözde “kamuoyu denetimi”ne verdiği önemle ifade etmektedir:
“Hükümetimiz, insan haklarına dayanan ve eksiksiz işleyen demokratik bir yönetimin hayata geçirilmesi için sivil toplumun güçlenmesini ve ‘yönetişim’ anlayışı içinde etkili bir kamuoyu denetimini kaçınılmaz görmektedir.”
Ee, peki! Sonra: “Devlet-piyasa-toplum birbirlerinin alternatifi değil, tamamlayıcılarıdır.” Ve Ekonomik Sosyal Konsey türü “diyalog” ve ezilenlerin ezenlere, emekçilerin sermayeye tabi kılınması demek olan “işbirliği” platform ve kurumlarına bağlamak, açıktan sermaye ve emperyalizm yanlılığını gizlemek üzere, “eşit mesafede durma” demogojisine başvurmaktadır. “Yönetişim” kavramı, tam da bunun aracı olarak kullanılmakta; devlet-şirket-sivil toplum kuruluşları ya da AKP formülasyonundaki “devlet-piyasa-toplum” üçlemesi aracılığıyla ve “toplum” ya da “sivil toplum” üzerinden kamuoyu denetimine gönderme yaparak, piyasanın egemenliğini gizlemeye yaramaktadır.
Programı ve uygulamalarıyla piyasa yüceltmesinde sınır ve rakip tanımayacağını gösteren AKP, “Hükümetimiz, tüm sivil toplum örgütlerine eşit mesafede duracak, sivil toplum örgütleri arasında diyalogu ve işbirliğini destekleyecektir.” demekte ve sendika sözcüğünü tek bir kez, sendikaların işverenler ve örgütleriyle işbirliğini, dolayısıyla emeğin sermayeye peşkeş çekilmesini öngördüğünde kullanarak şunu söylemektedir:
“Hükümetimiz, yönetime katılımı engelleyen yasal ve idari etkenleri kaldırarak, kamu yönetimine sivil toplumun daha aktif katılımını sağlayacaktır. İş dünyası, sendikalar, meslek odaları, çiftçi örgütleri ve gönüllü kuruluşların sorunlarını, hizmet alanlarındaki kamu görevlileri ile birlikte çözmelerini kolaylaştırıcı mekanizmaları geliştirecektir.” Kamu emekçilerini kamudan tasfiyeye, çalıştıkları kadarıyla da “toplam kalite yönetimi” ve “performansa dayalı ücret” üzerinden piyasaya bağlayarak köleleştirmeye girişen AKP’nin “kamu yönetimine sivil toplumun aktif katılımı”ne dair söylediklerinde olumlu bir şey olabilir miydi! Sendikaları ve emeği tüm örgütleri aracılığıyla sermayeye ve piyasaya bağlama çabası dışında hiçbir şey… Üstelik devlete biçtiği rol, piyasa mekanizmasının çalışmasının önündeki engelleri kaldırmak olan ve topluma bunda ifadesini bulan piyasa ve üstünlüğünü dayatan AKP Programı’nın “Devlet-piyasa-toplum birbirlerinin alternatifi değil, tamamlayıcılarıdır” vecizesi, devlet ve toplumun piyasanın hizmetinde birbirlerinin “tamamlayıcıları” sayıldıklarından başka anlama gelmez.
AKP, bu yönetişimci anlayışı (yönetişim kavram ve anlayışı, kuşkusuz AKP’nin değil, ilk kez DB raporlarında dile getirilen, DB ve IMF tarafından dayatılan emperyalistlerin neoliberal bir “icadı”dır), yine IMF ve DB’nin yol göstericiliğinde yerele, yerel yönetimlere uygulama peşindedir. İl genel meclislerinin “gerçek anlamda birer yerel meclise dönüştürülmesi” de içinde olmak üzere AKP “kapsamlı bir yerel yönetim reformu” gerçekleştireceğini açıklamaktadır: “Ulusal öncelikler ile yerel farklılıklar barıştırılarak kamu hizmetlerinin yerinden karşılanması temel ilke olacak, merkezi yönetim tarafından yürütülmesi zorunlu olmayan hizmetler, kaynaklarıyla birlikte yerel yönetimlere devredilecektir.”
Kamu emekçilerini en başta ilgilendiren son cümleciktir. Bu sözde “yerel yönetim reformu” kapsamında bazı merkezi yönetim hizmetleri yerel yönetimlere devredilecektir. Memur azaltışının yakıcı bir sorun olarak gündemde olduğu düşünüldüğünde, tıpkı memurların işçi kapsamına alınması ya da sözleşmeli personele dönüştürülmesi örneklerinde olduğu gibi, bu devir sırasında, yerel hizmetlere verilecek memurların tüm haklarını kaybedeceklerini tahmin etmek zor değildir. Bir sürgün uygulaması olarak da anlaşılabilecek yerele devirlerin kamu emekçilerinin başına açacağı ek sorunlar da tahmin edilebilir. Bu devirle memurlar aleyhine elde edilmek istenenler, sürgünlerin kayda bağlanması anlamındaki şu program ifadesiyle de pekiştirilmektedir: “Kuruluş içi, kuruluşlar arası ve bölgeler arası personel dağılımının yeniden düzenlenerek, vatandaşa doğrudan hizmet verilen (yerel yönetimlerde olduğu gibi- K.Y.) noktalardaki personel açığının giderilmesi…” Burada, kuşkusuz, bir kişiye birkaç kişinin işi yaptırılarak “personel açığının giderilmesi” anlamı da gizlidir!

“REEL SEKTÖR”E DESTEK
Programın, hem de IMF’ye itirazları göze alarak en çok üzerinde durduğu konuların başında reel sektörün desteklenmesi gelmektedir. Bunu, burjuvazi ya da sermaye teşvikleri olarak düzeltmek gerekecektir. Program’a sinmiş reel sektör-finans sektörü ayrımı bir soyutlama değeri taşımanın ötesinde anlamsızdır, bu sektörler, tekelci koşullarda ve tekellerin şahsında iç içe geçmiş ayrılmaz bir bütün oluşturmuşlardır. Program, “sermayeye destek” vurgusunun herkese, bu arada ima edildiği gibi sözde emeğe ve sermayeye, açıkça söylendiği gibi “tüm sivil toplum örgütlerine”, herkese “eşit mesafede duruşu”na halel getireceği düşüncesiyle, “reel sektöre destek” söylemini tercih etmektedir. Yoksa, hangi alandan aktarılacak olursa olsun, tüm destek, bir eli yatırımlarda diğer eli finans oyunlarında olan sermayeye yapılmaktadır. İşçisi ve memuruyla emeğin tüm haklarına saldırılırken, “gelir dağılımı dengesizliğinin giderilmesi” tiradları ardında bu dengesizliği daha da bozacak sermayeye desteklerin ardı arkası kesilmemektedir.
Önce “reel sektörün desteklenmesi” vurgusunun gerçek dışılığının itirafını görüp devam edelim: “Kamu borç stokunun  azalmasıyla, kamunun finans sektöründeki fonları emmesi sona erecek, finans sektöründeki kaynaklar özel sektör kuruluşlarına yönlendirilecektir. Böylece yatırım, üretim ve istihdam artışı sağlanacaktır.” Doğrudan üretimi canlandıracak yatırıma yönelik desteklerin “kamu borç stokunun azalmasıyla”, “finans sektöründeki kaynaklar özel sektör kuruluşlarına yönlendirilerek”, yani borç sarmalından çıkıldığında yapılacağı söylenerek, çözümsüzlük ilan edilmiş olmaktadır. İddialı olmak iyidir, ama izlenen ekonomik ve mali politikalar, borç sarmalının ağırlaşarak devamını öngörmektedir ve bu yaklaşımla borç stokunun ancak artışı olanaklıdır.
Yine Program, söylem ne olursa olsun, finans ağırlıklı ekonomi politikaları izleyeceğini ve “büyüme ve istihdam”a, bu politikaların başarısı sonrasında sıra geleceğini açıklamaktadır: “Enflasyonda kalıcı bir düşüşe ulaşılması ve para politikasına güvenin tesis edilmesini müteakip, para politikası uygulamasında Merkez Bankası, fiyat istikrarıyla çelişmemek kaydıyla, büyüme ve istihdamın sağlanmasını da dikkate alacaktır.” İnşallah demek gerekiyor!
Peki sermayeye ne tür destekler sunuluyor?
Vergi kolaylıkları sağlanıyor: “Halen teşvik belgesi kapsamında uygulanan (…) vergisel destek unsurları, (…) teşvik belgesiz ve otomatik olarak KOBİ’ler de dahil tüm yatırımlara uygulanır hale getirilecektir.”
Yine vergi kolaylığı: “İhracatçı firmaların rekabet gücünün artırılabilmesi için, istihdam ve haberleşme üzerindeki yüksek vergiler düşürülerek ihracatçı firmaların başta enerji olmak üzere girdi maliyetleri aşağı çekilecektir.”
Sanayie sübvansiyonlu elektrik: “Elektrik enerjisi satış fiyatının ucuzlatılması ve özellikle sanayi sektörüne ucuz enerji temin etmek üzere; elektrik üretim maliyetlerinin, kayıp-kaçak oranlarının, verimsiz kullanımların ve satış fiyatlarının içindeki fon ve payların düşürülmesine yönelik çalışmalar sürdürülecektir.”
Yine vergi kolaylığı: “vergi politikaları, reel sektörü ve sosyal politikaları dikkate alan bir anlayış içinde uygulanacaktır (…) kapsamlı bir vergi reformu yürürlüğe konulacaktır.”
Arsa tahsisi ve henüz belli olmayan özendirmelere de “Acil Plan yer veriyor: “Yatırımlarda Devlet Yardımları Çerçeve Kanunu çıkarılacak ve bu kapsamda,
· Yatırımcılara bedelsiz arsa tahsisi sağlanacaktır.
· Doğrudan Yabancı Yatırımların özendirilmesiyle ilgili düzenlemeler yapılacaktır.”
Bir de “duble yol” ve inşaat sektörünün teşviki var: “Emek-yoğun bir sektör olması ve beraberinde yüzü aşkın alt sektörleri harekete geçirmesi nedeniyle inşaat sektörünü canlandırıcı önlemler alınacaktır.”
Görüldüğü gibi, teşvikler ağırlıklı olarak vergi indirimlerinde yoğunlaşmakta, doğrudan yatırımlar bakımından soyut destek düşüncesinin pek ötesine geçilememektedir. Kaynak sorunu mu? Şimdilik finans oyunları, para politikaları revaçta! IMF öyle buyurmaktadır.
Ancak vergi ve kayıt dışı kaynakların “ekonomiye kazandırılması” (!) alanında epey mesafe alındığı görülüyor.
Bu yıl başlayacak “nereden buldun” soruşturması, “Mali Milad”a getirilen çözümle ortadan kaldırılmıştır. Az şey değildir.
“Vergi barışı” sağlanması az şey değildir. Yaklaşık 180 bin ihtilaflı dosya ile ilgili, matrah beyanı, aynı anlama gelmek üzere rüşvet karşılığı son 5 yıllık vergi beyanlarının inceleme dışı bırakılması, faiz indirimleri ve taksitlendirilmesi, bunlara bağlı tüm vergi kaçakçılığı davalarının düşmesi, kuşkusuz destektir. Kaynak kaybı mı? Tartışma konusu işçi ya da memurlar değil ki, kaynak bulunamasın!
Birikmiş vergi borçlarına faiz indirimi getiren vergi affı az şey değildir.
Rantiyeye, borsa oyuncularına teşvik olsa bile, 607 milyar TL’lik hisse senedi, tahvil alım-satımlarının istisna sayılarak vergi dışı ilan edilmesi az şey değildir.
Hükümet, Programı’nda ilan ettiği “kapsamlı vergi reformu”nu bitirmiş gibi görünmektedir! En yoğun mesaisini bu konuda harcadığı görülüyor. Ancak “bu hamur daha çok su kaldırır”, daha çok vergi düzenlemesi görürüz!
Bir sorun kalıyor. Program’da, “bu reformun çıkış noktası vergide adalet ve ödeme gücü ilkeleri olacak” yazılıydı. Bu sermayenin adaletidir!
Dolaylı vergiler, tüm vergi gelirlerinin yüzde 70’inden fazlasını sağlamaktadır. Vergiler dolaylısı ve dolaysızıyla “bordro mahkumları”nın sırtından çıkıyor ve “sosyal boyut” derken neredeyse dili şişecek AKP yöneticilerinin hiçbirinin aklına bunca “vergi reformu” yapılırken örneğin asgari ücreti vergi dışı kılmak gelmiyor! Program’da “Çalışan kesimlerin vergi yükü kademeli olarak hafifletilecektir” yazıyor ama, bu kadar yoğun vergi yasası çıkarma mesaisi içinde böyle bir çabaya tanık olunmuyor.

“SOSYAL BOYUT”
Aslında şimdiye kadar üzerinde durulan konu ve sorunlar, “sosyal boyut” lafının palavradan ibaret olduğunu göstermektedir. Laf düzeyinde söylenenler yok değildir ve görünüşte IMF’ye başlıca itiraz konularından birini “sosyal boyut” sorunu oluşturmaktadır! Ne vergi başka biri, hükümetin bugüne kadar ele aldığı konular içinde ne tek başına ne de bağlı halde “sosyal boyut”a dair tek bir adım atılmıştır. Tersine Kruger’in önerisiyle “eşdeğer” ilaç uygulaması hayata geçirilecektir.
Sosyal güvenlik sisteminin oluşturduğu “yük”ten kurtulma kararlılığı kesindir: “Mevcut sosyal güvenlik sistemimiz, sosyal güvenlik olmaktan çıkarak devletin sırtındaki kambur haline dönüşmüştür”, “Sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerindeki finansal yükü azaltılacaktır.” Neden de saptanmıştır: “Sosyal güvenlik kuruluşlarının asıl yapması gereken işlerini engelleyen sağlık işleri ile uğraşması, bu kuruluşları da verimsiz hale getirmiştir.” Çözüm, hastanelerin tek elde toplanması ve özele devredilmesinde bulunmuştur.
Yine de laf edilmiştir: “Hükümetimiz, üstlendiği sosyal sorumlulukların gereği olarak, krizden olumsuz etkilenmiş kesimlerle yakından ilgilenecek, sosyal yardım projelerini uygulamaya koyacaktır.”
“Kapsamlı bir ‘yoksullukla mücadele’ programı uygulamaya konulacaktır.”
“Açlık sınırı altındaki nüfusa götürülecek hizmetlerin sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilmesi için bir veri tabanı kurulacak ve açlık sınırının altındaki aileler belirlenecek ve desteklenecektir.”
“Eğitimde fırsat eşitliğini sağlamak ve sağlıklı bir nesil yetiştirme hedefleri doğrultusunda yoksulluk sınırı altında olan ailelerin çocuklarına eğitim ve sağlık yardımları yapılacaktır.”
Proje, program, “cek-cak”! Belki tek somut AKP yaklaşımı, finans ve para politikalarının başarısına bağlanmış olsa da, ekonominin hükümet eliyle değil ama kendiliğinden bir canlanmasıyla, meçhul bir gelecekte uygulama şansı bulabilir. Bu, emekçiler, yoksullar ve açlıkla boğuşanların “sosyal politikalar”la doğrudan desteklenmeleri ihtimaline değil, ama “reel sektör destekleri” kapsamı içinde emekçilerin istihdam olanağı bulma ihtimaline ilişkin bir şanstır. AKP’nin, bu nedenle, “işsizlik ve yoksullukla mücadele” kapsamında söylediği tek anlamlı laf da odur. Program’da bu ihtimal, reel sektörün desteklerle canlandırılmasına bağlanmaktadır. Ancak asıl olan, ekonominin kendiliğinden canlanması durumunda yoksullar açısından sağlayacaklarıdır. Örneğin istihdam olanaklarının genişlemesi gibi.
Bu nedenle, AKP’nin “sosyal boyutu” olduğu söylenebilecek tek yaklaşımı, işçi ve emekçilere, yoksullara yönelik “yardım” önlemlerine ilişkin lafları değil ama, doğrudan yoksulları ilgilendirmeyen, çünkü onlara sunulan destek olmayan, tersine sömürülmelerine olanak açabilecek “reel sektöre destek” içerikli söyledikleridir. Bunlardan biri de son derece çarpıktır:
“İstihdamdan alınan vergiler ve primler gözden geçirilerek, gerekli önlemler alınmak suretiyle, haksız rekabete yol açan kayıt dışı istihdam ve yabancı kaçak işçi çalıştırılması önlenecektir.” ve
“İstihdam yaratmadaki etkinlikleri (…) dikkate alınarak, KOBİ’lerin gelişmesi desteklenecektir.”
“Sosyal boyut” ya da “işsizliğin önlenmesi” adına ileri sürülen bu görüşler kuşkusuz işçi ya da işsizlerin değil ama patronların desteklenmesinden başka bir şey değildir. AKP’nin “sosyal politikaları”, “reel sektör” ve “KOBİ’lerin desteklenmesi”ne indirgenmiştir. Anlamlıdır, içi boş değildir, ama AKP’nin bu tek anlamlı yaklaşımı da, genel yaklaşımının bir parçasıdır. Patronun yanında olmak, sermayeye destek sağlamak. AKP, patronun, sermayenin, piyasanın partisidir…
Aynı, yaklaşımını, AKP’nin sözde IMF ile karşı karşıya geldiği tarım konusundaki tutumunda görmek de mümkündür:
“Tarım sektörünün GSMH içindeki payı yüzde 14’e gerilemiştir. Öte yandan, toplam sivil istihdamın yaklaşık yüzde 40’ı tarım sektöründe çalışmaktadır. Bu nedenle, tarım sektörü sadece ekonomik politikalar kapsamında değil, öncelikli olarak sosyal politikalar kapsamında ele alınacaktır.”
Peki bu “sosyal politikalar” lafı anlamlı mıdır? Program; “Tarım politikalarımızın temel hedefleri; ülkemizin temel gıda ürünleri üretimi bakımından sadece kendi kendine yeterli olmakla yetinmemesi, uluslararası piyasalarda rekabet edebilmesi, verimli tarım arazilerinin sürekli işlenir halde tutulması ve tarımsal üretimde verimliliğin artırılmasıdır.” demektedir.
“Verimlilik” artışı ve “uluslararası piyasalarda rekabet edebilirlik” konularını, KİT’ler ve kamu emekçilerinin çalışma ve üretim (ve hizmet) koşulları bakımından tartışmıştık. Bu tarımdaki küçük üreticilerin ölüm fermanı demektir. Hangi küçük üretici uluslararası tekellerle rekabet edebilir ve bunun için gerekli verimlilik düzeyine ulaşabilir? Gereken, tarımın, küçük üreticilerin desteklenmesidir. Fiyat politikasıyla, destekleme alımlarıyla, gübre ve diğer üretim girdisi desteklemeleriyle… Ancak “sosyal politikalar” lafını seven AKP iş lafın ötesine geçtiğinde ve kuşkusuz lafta da en çok piyasayı sevmektedir. Tarıma ilişkin tutumunu da bu belirlemektedir ve en son söyleye söyleye şunu söylemektedir: “Fiyatların serbest piyasada oluşması esas alınarak, üretimin piyasa koşullarındaki talebe göre yönlenmesi sağlanacaktır. Devlet, tarım ürünlerinin ticaretini yapmayı bırakacaktır.”
Ne destekleme alımı vardır ne diğer türden destekler! IMF yasaklamıştır. Piyasasever AKP gereğini yapmaktadır.
Program, her satırında böyledir. Piyasa aşkı ona damgasını vurmuştur. Sermayenin programıdır. Üstelik sermayenin küreselleşme politikalarına uyum programıdır. AKP, IMF partisidir dendiğinde tek eksiği yoktur!

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑