Resmi Kıbrıs politikasının iflası

Türkiye egemenleri, bugüne kadar sadece dış politikada değil, iç politikada da bol bol kullandıkları Kıbrıs konusunda tarihlerinin en zor dönemlerinden birini yaşıyorlar. Doğu Akdeniz ve çevresi açısından jeostratejik önemi nedeni ile Kıbrıs’ı “ezeli rakibi” Yunanistan’ın egemenliğine terk etmek istemeyen Türkiye, kendisinin bu yöndeki çıkarlarına uluslararası düzeyde bir meşruiyet kazandırmak için “Kıbrıs Türkü’nün can güvenliğini koruma” gerekçesini öne çıkarıyor, başka ülkeler tarafından “işgal gücü” olarak tanımlanan Ada’daki askeri varlığını da bununla açıklıyordu. Ayrı bir parlamentosu olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’nin ilanı bile temel olarak bu gerekçeye dayanıyordu. Böylelikle soruna müdahil olan uluslararası güçlere, “Tıpkı Güney Kıbrıs Rum yönetimi gibi Kuzey Kıbrıs’ta da bağımsız ve kendi parlamentosu olan bir Türk Cumhuriyeti var. Bu cumhuriyetin, halk tarafından seçilen parlamentosu ve hükümeti, Türkiye’yi kendi varlığının devamını garantiye alacak bir garantör olarak görmek istediği sürece, biz de doğal olarak onların yanında olacağız” denmiş oluyordu. Türkiye bu “taşıma devlet”le meşruiyet oluşturma politikasını garantiye alacak daha “derin” mekanizmalar da geliştirmiş, “Anavatan”dan taşınan on binlerce Türk aracılığıyla Kuzey Kıbrıs Parlamentosu’na, hükümetlerinin oluşumuna Ankara’nın resmi Kıbrıs politikasının sürekli hakim kılınması için kitle tabanı oluşturulmuştu. Denktaş ve Kuzey Kıbrıs’ta onunla birlikte davranan “şahinler”in kitle tabanını oluşturan “taşıma Türk”lere rağmen, Ankara politikalarının Kuzey Kıbrıs’taki egemenliğinin sallantıya gireceğinden endişe duyulan bütün seçimlere de zaten Ankara’nın müdahale etmiş olduğu bir sır değildir.
Ayrıca Kıbrıs politikası, Türkiye’deki siyasi odaklar bakımından hiçbir zaman sadece kendisini ifade eden bir sorun olmamış, Türkiye’deki iç politik dengeleri etkilemiş, onlardan etkilenmiştir. Kendi varlığının bir dayanağını “milliyetçilik” üstünden geniş halk yığınlarını arkasına almakta gören tüm siyasi güçler, bugüne kadar Kürt sorununu nasıl kendi varlıklarını güçlendirecek bir “iç tehdit” unsuru olarak kullandılarsa, Kıbrıs’ı da içeride kendilerine rakip partileri yıpratarak onlardan bir adım öne geçmek için öyle kullanmışlardır. Generallerden başlayarak, devlet bürokrasisine hakim olan bu eğilimin “sivil siyasi” tarafını sağdan MHP, “sol”dan da DSP ve İP gibi partiler oluşturmaktadır.
Kuzey Kıbrıs’ta, Denktaş ve onun Ankara’daki uzantılarının hedefe konulduğu mitinglere bu siyasi odakların “şahin” bir tepki ile karşılık vermeleri de, bu gerçekliğin somut göstergesidir. Kuzey Kıbrıs’ta çok sayıda siyasi parti, sendika ve kitle örgütü tarafından oluşturulan “Bu Memleket Bizim” Plaftormu tarafından düzenlenen mitinglerin geçtiğimiz Ocak ayının ortasında Kuzey Kıbrıs nüfusunun dörtte birine kadar ulaşması, hem Denktaş’ı hem onu destekleyen Türkiye’deki güçleri fazlasıyla endişelendirmiştir. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın oğlunun başında bulunduğu koalisyon ortağı partinin bile bu mitinglere katılım konusunda milletvekillerini serbest bırakacak duruma gelmesi, Ankara politikalarına karşı muhalefetin Kuzey Kıbrıs’ta ulaştığı boyutun öncesine göre çok daha ileri bir noktaya ulaştığını göstermektedir.

SAĞDAN ‘SOL’A KUZEY KIBRIS TÜRKLERİNE MEYDAN OKUYAN ANAVATAN TÜRKÇÜLÜĞÜ
Bugüne kadar “yavruvatan Türklerini” koruma üstüne siyaset yapan Türkiye’deki siyasi çevrelerde endişe uyandıran bu durum karşısında Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök’ün “Dikkatle izliyoruz” demesi, seçimde tarihi bir hezimet yaşayan DSP Genel Başkanı Ecevit’in katıldığı bir dizi toplantı ve konferansta “Kıbrıs elden gidiyor” türünden değerlendirmelerle kaybettiği “milliyetçi sol” tabanı yeniden genişletmeye çalışması, onunla birlikte barajın altına düşen MHP’nin benzer bir tutum içine girmesi, bu bakımdan hiç de sürpriz olmayan gelişmelerdendi. Kuzey Kıbrıs’ta alanları doldurarak Denktaş’ın istifasını isteyen ve Ankara’nın müdahalelerini reddeden Kuzey Kıbrıs Türklerine yanıt olarak harekete geçen Ülkü Ocakları mensupları Türkiye’nin çeşitli illerinde “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır” mitingleri düzenlediler.
Okurlarına promosyon olarak Türk-KKTC bayrağı veren Ortadoğu gazetesinin “Milli ruh şahlandı” başlığı ile manşetine taşınan haberde şöyle deniliyordu: “Gazetemiz Ortadoğu’nun verdiği KKTC ve Türk bayrakları ile on binler, tüm dünyaya Denktaş’ın yanında olduklarını haykırdılar. Dün Mersin, Tekirdağ, Konya, Samsun ve Niğde’de yapılan mitinglerde, Annan Planı’nın adayı Rum’a teslim etmekten öte bir anlamı olmadığı belirtildi.” (19 Ocak 2003)
28 Şubat askeri müdahalesi ile eşzamanlı olarak, MGK’yı “sol milliyetçi” bir noktadan desteklemek konusunda “militan” bir siyasi hat izleyen İşçi Partisi (İP) de, büyük kentlerin sokaklarını “Kıbrıs’ı veren, Türkiye’yi verir” yazılı afişlerle donattı. Varlıklarını, halkı “iç tehdit”, “dış tehdit” ve onunla bağlantılı “iç düşman”, “dış düşman” kamplaştırmasında gören bu akımları parlamento içinde de CHP destekledi. Tek başına iktidar olan AKP’nin lideri Erdoğan’ın, içeride elini güçlendirmek, kendisine başbakanlık yolunu açmak ve partisine belirli endişelerle yaklaşan çevrelere karşı “küresel güçlerin” desteğini arkasına alma siyasetinin bir ürünü olarak Annan Planı’na yakın durmasını fırsat bilen CHP; böylelikle Türkiye emekçilerini işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm eden, ülke kaynaklarının sınırsız bir biçimde emperyalist güçlere peşkeş çekilmesinin önünü açan IMF-DB politikalarına karşı tek bir laf söylememenin yarattığı “kuşkuyu”, Türkiye emekçilerinin yıllarca milliyetçi önyargılarla manipüle edildiği Kıbrıs sorununda sözde “milli” bir pozisyon alarak kamufle etmeye yöneldi. Bu akımları destekleyenler arasında siyaseten ciddi bir pozisyonu bulunmasa da “Türk Solu” çevresini de atlamayalım. “Sol milliyetçi” siyaseti provokatif bir zeminden yapan bu dergi çevresi de, Annan Planı üstünden yapılan tartışmaya, “BM’nin Kıbrıs Planı Türkleri ablukaya alıyor” değerlendirmesi ile katıldı ve şuna “dikkat” çekti: “Kıbrıslı Türkler ve liderleri Denktaş, bu mücadelede yanlarında en çok Türk hükümetini görmek isterlerdi. Ama olmuyor. Ancak elbette Türk halkının Milli davaya olan sarsılmaz bağlılığından şüphe duymuyorlar. Halkın Denktaş hakkındaki gerçek düşüncelerini ise, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Denktaş’ı Ankara’da İbni Sina Hastanesi’nde ziyaret ederken söylüyor: ‘Mücadeleci ruhu yüzüne vurmuş, çok yüce bir kişilik. Bir ömrü, inandığı dava uğruna harcamış bir kişi. Onun görmem bana her zaman yüreklilik ve cesaret vermiştir.’ Genelkurmay Başkanı Özkök, Denktaş’ın huzurunda ilgililere Milli davanın sahipsiz olmadığını bir kere daha bildiriyor.” (16\12\2002)
Bu siyasi parti ve çevrelere ek olarak, Türkiye medyasının konuya yaklaşımının en tipik örneklerinden birini Hürriyet gazetesi sergiledi. Gazetenin başyazarı Oktay Ekşi’nin de aralarında bulunduğu Hürriyet mareşallerinin Kıbrıs’a yaptıkları çıkarma, Denktaş-Ankara politikalarına karşı tarihinin en kitlesel gösterilerini yapan Kuzey Kıbrıs Türklerini hedefe koydu. Bugüne kadar, “düşman” muamelesi yapmak dışında muhatap almadıkları Güney Kıbrıs Lideri Klerides’le görüşen Hürriyet yazarlarının, “Klerides Kıbrıslı Türklere seslendi: Rauf Gitmesin” (22 Ocak 2003) başlığını manşete taşımaları, Kuzey Kıbrıs Türklerine yönelik “Bakın sizin yaptığını düşman yapmıyor. Sizin sokaklara dökülüp gitmesini istediğiniz liderinizi, onun ezeli düşmanı Klerides bile destekliyor” mesajını içeriyordu. Daha çok bir azarlama niteliği taşıyan bu mesajın ardından bir sonraki gün de Oktay Ekşi, “Mitinglerin bir başka yüzü” başlığı ile yayımlanan yazısında, daha önce Bergama köylülerinin mücadelelerini karalamak için başvurulan yöntemi kullanarak, Kuzey Kıbrıs’taki mitinglerin arkasında bazı Amerikan vakıflarının desteğinin olduğunu iddia etti. Bu kara propagandaların tümü, Kıbrıs sorunun, Türkiye medyası açısından aslında Kuzey Kıbrıslıların değil, Türkiye’nin stratejik çıkarları sorunu olarak kavrandığının açık bir itirafını oluşturmaktadır.
Ekşi bu tutumunu adaya gitmeden önce de şu sözlerle zaten ima etmişti:
“Halk oylamasında Annan Planı’nı isteyenler kazanırsa mesele kalmaz. Kıbrıs’la Türkiye’nin yolları ayrılır. Kıbrıs Girit olur. Türkiye bir ‘Kuzey Kıbrıs’ olmadan ‘Türklüğünü’ nasıl sürdürdüyse yine de sürdürür. Ama Kuzey Kıbrıs’ta şimdi yollara düşenler de acaba sürdürebilir mi? ‘Sürdüremezsek size ne’ diyenlere peşin söyleyelim: Ama sonra ağlama yok.” (Oktay Ekşi, Hürriyet, 16 Ocak 2003)

ADAM YERİNE KOYMAMA SİYASETİNİN SONU
Oktay Ekşi’nin, “Ama sonra ağlama yok” diye ifade ettiği bu aşağılama, “aşağılayarak kurtarma” tutumu, aslında Türkiye egemenlerini Kuzey Kıbrıs Türklerinin gözünde kendisini tecrit eden politikaların da kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Kuzey Kıbrıs Türkünü “Adam yerine koymama siyaseti”, Kuzey Kıbrıs’ta oluşturulan parlamento ve kimsenin tanımamasından yakınılan “taşıma devletin” artık Kuzey Kıbrıslılar için bir yük haline dönüşmüş olmasının gerisindeki temel tutumlardandır. Bu tutum, Osmanlı’dan bugüne kadar değişmemiş bir tutumdur: “Kıbrıs’ta Türk tarafının bugünkü zor duruma düşmesini -bir başka deyişle, birçok ülke tarafından ‘işgalci’ olarak görülmesini- pek çok faktöre bağlayabiliriz. Burada sadece pek konuşulmayan bir faktör ele alınacak. O da Kıbrıs Türklerinin hiçbir zaman ciddiye alınmaması veya daha kaba bir tabirle ‘adam yerine konmaması’dır. Kıbrıs Türkleri ne Rumlar, ne Avrupalılar ne Amerikalılar ve ne de yazık ki Türkler tarafından hiçbir zaman ciddiye alınmadı. Kıbrıs Türkü, adanın Osmanlılar tarafından İngilizlere kiralandığı 1878’den beri ciddiye alınmamasına rağmen sömürgeci İngiliz idaresine karşı varlığını ve Türklüğü’nü sürdürmüştür.
Kıbrıs Türk’ü, 1950’li ve 60’lı yıllarda bu sefer Rumların tüm baskılarına ve mezalimine -yani adam yerine konulmamasına- rağmen yine varlığını ve Türklüğü’nü sürdürmüştür. Kıbrıs Türkü bu mücadeleyi vermeseydi bugün bir Kıbrıs sorunu olmaz ve Kıbrıs tamamen bir Elen adası olurdu.
1974 Barış Harekâtı’ndan sonra özgürlüğünü ve bağımsızlığını kazanan Kıbrıs Türkü, bu sefer de yıllar içinde Türk ve Kıbrıs Türk yönetici seçkinleri tarafından ciddiye alınmamıştır. Sonuç ise içler acısıdır. Bugün Kıbrıs Türkü, üretimden kopuk; Türkiye’nin yardımına muhtaç konumdadır. Hatta KKTC’de kendi kendini tam bağımsız şekilde yönetmesine bile izin verilmemiştir. Türk tezine alternatif tez üretenler ‘vatan haini’ olarak mimlenmiştir. Bundan dolayı da, Kıbrıs Türkü’ne Türkiye’deki bazı çevreler tarafından ‘tembel’, ‘asalak’, ‘kadir kıymet bilmez’ gibi haksız sıfatlar yakıştırılmıştır. Bu ağır koşullar içinde de birçok Kıbrıs Türkü adayı terk edip, ekmeğini başka ülkelerde aramaktadır.
KKTC’deki böyle bir görüntü, sadece müzakere masasında Türk tarafını zora sokmakla kalmayıp Türkiye’yi uluslararası platformlarda da zor durumda bırakmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin son kararı da bilindiği gibi adanın kuzeyinde sorumlu otorite olarak Kıbrıs Türklerini değil, Türkiye’yi görmektedir. Türkiye kabul etmelidir ki -Kıbrıs konusunda ne kadar haklı olursa olsun- bu görüntüyü bizzat kendisi yaratmıştır.” (Ahmet Sözen, “AB Sürecinde Kıbrıs Uyuşmazlığı: Tünelin Ucundaki Işık”, Foreign Policy, Türkiye Baskısı, Mayıs-Haziran/Temmuz-Ağustos 2002 s.68-69)
Ne var ki, ‘adam yerine koymama’ tutumu, sadece devletin yönetme geleneği ya da onu sağdan ve ‘sol’dan destekleyen çevrelerle sınırlı olmayan yaygın bir özellik taşıyor. “İşçi Mücadelesi” dergisi, “Emperyalizmin ve şovenizmin kıskacında Kıbrıs” başlığını taşıyan yazısında, “Ne yazık ki, çözüm yanlısı olan güçler emperyalist egemenliği sorgulamamakta ve umutlarını emperyalist AB’ye bağlamaktadır” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “Sol adına, sosyalizm adına emperyalizmin çizdiği çerçeve içinde, hareket etmeyi kabul eden, Kıbrıs burjuvazisinin sözcüleriyle birlikte davranıp, aynı görüşleri paylaşan sınıf işbirlikçisi ve emperyalizm yanlısı tutumun sosyalizmle bir ilgili bulunmadığı açıktır ve bu tutum teşhir edilmelidir.” (Kasım-Aralık 2002)
Öncelikle Kıbrıs’ta “Bu memleket bizim” platformunu oluşturan güçlerin tümünün tercihlerini AB’den yana kullanmadıklarını hatırlattıktan sonra, Kuzey Kıbrıs muhalefeti gerçeği içinde AB’ye yüklenen anlamla Türkiye’deki arasında bir fark bulunduğunu belirtmek gerekir. Türkiye burjuvazisinin Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana savunduğu temel politikalarının bir sonucu olarak bugün Türkiye’de -her ne kadar girişin tarzına ilişkin tartışmalar bulunuyor da olsa- MGK kararı olarak savunulan AB’yi, Kuzey Kıbrıs’ta savunan güçler, Ada’da bulunan MGK’cı şahin takımının hışmından kurtulamamakta, hatta saldırıya bile uğramaktadır. Bu gerçeklik, Kuzey Kıbrıs’ta çözüm yanlılarının özgürlük ve barış taleplerini dillendirirken, AB konusunda yaşadıkları sınıf kaymasını da etkileyen, onlarda Ankara’nın ve Denktaş’ın temsil ettiği resmi Kıbrıs politikasına karşı tavır almakla neredeyse eşanlamlı hale dönüşen bir özellik taşımaktır. Bu gerçeğin AB gerçeğini değiştirmiyor olduğunu söyleyip, işin bu tarafını tamamen kestirip atmak, Kuzey Kıbrıs gerçeğinde muhalefetin niteliğini çözümleme ve onu ileriye doğru değiştirme iradesini de olumsuz yönde etkileyecek bir özellik taşımaktadır. Zaten bu görüşü savunanların bugün için Kuzey Kıbrıs Türklerine önerdikleri bir şey de bulunmamaktadır. İşçi Mücadelesi dergisinin yukarıda aktarma yaptığımız yazısının devamında ifade edilen şu tespitler bu açıdan tipiktir: “Devrimci Marksistler Kıbrıs sorununun çözümünün, Kıbrıs halkına ait olduğunu, emperyalistlerin yer almadığı, eşit, adil, demokratik ve enternasyonalist bir yaklaşımla sorunların aşılabileceğini savunurlar. Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgili, dünyanın bu bölgesindeki devrim ve sosyalizm mücadelesini gözeterek tavır almak gerektiğini ve buradaki asli rolün de Rum ve Türk işçi ve emekçileriyle, onların gelecekteki devrimci siyasal partisine düştüğünü bıkmadan savunurlar.”
Bir paragrafta geçen onca “devrim”, “sosyalizm”, “işçi ve emekçi” laflarının ardından çözümün “gelecekteki devrimci siyasal parti”ye havale edilmiş olmasını, bugüne ilişkin politikasızlıktan başka neyle açıklayalım? Kıbrıslı Türk ve Rum emekçinin bugün yaşadığı gerçeklik konusunda, karşısına çıkan duruma nasıl tavır alması değil, onlara nasıl davranmaması gerektiğini söyleyen ve işi geleceğe havale eden bir yaklaşımın, geleceği değil bugünü yaşayan bir emekçiye hayrı dokunabilir mi? Hayattan tamamen kopuk, “labaratuvar sosyalizm”inin sınırlarını aşmayan bu türden değerlendirmeler, çözüm bekleyen yaşamın güncel gerçekleri karşısında ciddiyetten uzak bir özellik taşımaktadır. Yeni bir durumu, onun belirleyici öznelerinin emperyalist bir karakter taşıdığı gerekçesiyle reddederken, içinde yaşanılan durumun da emperyalist bir statüko olduğu unutulmamalı; dolayısıyla ortaya çıkan her yeni durumu, bu gerçeklikten kurtulma olanakları açısından değerlendirmenin gerekliliği de göz ardı edilmemelidir.

KUZEY KIBRIS HALKININ İRADESİNE SAYGI GÖSTERİLMELİ
Kıbrıs sorununda şovenizmin beslendiği zemini kaydıracak her türlü gelişimin, buraya kadar belirli örnekleri sıralanan şovenist kışkırtma siyasetin altını oyacağı, dolayısıyla Türkiye işçi ve emekçilerine dönük saldırılarda sık sık gözbağı olarak kullanılan bir sorundan onları kurtaracağı açıktır. Kuzey Kıbrıslı tüm emek örgütlerinin “Bu Memleket Bizim” adı altında oluşturdukları ortak platformun çatısı altında kendi kaderlerini tayin etme taleplerine bu biçimde yanıt verenlerin derdi; Kıbrıs Türk’ü olmadığı gibi, aslında Türkiye’nin ya da Türkiyeli emekçilerin çıkarı da olmadığı açıktır. Çünkü enternasyonalist bir politikadan beklenen doğal tepki Kuzey Kıbrıslıların ortaya koydukları taleplere saygılı davranmaktır. Kıbrıs sorunu konusunda Kıbrıslı Türk’ten daha fazla iddia sahibi olma yaklaşımı, Türkiye işçi ve emekçilerini fetihçi, şoven politikalara yedekleme siyasetinden başka bir amaca hizmet etmeyeceği için, Türkiyeli emek örgütlerinin de bu tür yaklaşımlara karşı uyanık olması ve karşısına enternasyonalist bir tutumla çıkmasını gerektirmektedir. Kıbrıs sorununda gerici bir tutum alan ülke egemenleri ile onlara sağdan ‘sol’a kitle tabanı oluşturmaya çalışan güçlerin, Türkiye’nin demokratikleşme sorunları konusunda ortak davranmaları, Kürt sorununun demokratik çözümünden diğer birçok temel demokrasi gündemine kadar ortak bir hatta hareket etmeleri tesadüf değildir. Ülkenin demokratikleştirilmesi için mücadele eden emek ve demokrasi güçlerinin, bu konuda da resmi tutumdan farklı davranmaları bir zorunluluktur.
Kıbrıslı Türk ve Rum emekçilerin çıkarı, Ada’ya dışarıdan yapılan müdahalelerin son bulmasını gerektirmektedir. İngiliz üsleri başta olmak üzere Ada’ya dışarıdan taşınan askeri varlıktan kurtulmadan, onların gölgesinden, onların politikaya ve tüm yaşama müdahalesinden kurtulmak da mümkün değildir. Ancak, Ada’nın her iki kesiminin egemenlik hakkını tanıyan bir adımın, Ada üzerinde stratejik çıkarları bulunan Ankara ve Atina’nın “güvenlik” endişelerinin dayattığı ideolojik iklimin gölgesinde kalmadan değerlendirilmesi gerekir. Kıbrıs’ın Türk-Rum işçi ve emekçilerinin, kendi kaderlerini özgürce tayin edebilme olanaklarını geliştirmek açısından, buna nispi düzeyde de olsa olanak tanıyabilecek her yeni durumu görme ve onu kendi lehlerine derinleştirmeyi tercih etmeleri göz ardı edilemeyecek bir gerekliliktir. Vaktiyle, içinde yaşadıkları Ada ile birlikte Osmanlılar tarafından İngilizlere “kiralanan” Türkler, bugün geldikleri noktada, “Artık kendi kaderimizi tayin etmek istiyoruz” diyorlarsa, ona Ankara politikalarını temsil eden güçlerin yaptığı gibi “Henüz gerçekleri göremiyorsun” demek yerine saygı göstermek en doğru tutum olur.
Bugüne kadar yaşadığı toprak parçasına, kontrgerilla talim merkezi, karapara aklama merkezi, kumarhane ekonomisinin merkezi muamelesini reva görenlerle artık aralarına büyük bir mesafe koyan Kuzey Kıbrıs Türklerine, “düşmanın elini güçlendiriyorlar” gibi gerekçelerle baskı ve kuşku ile yaklaşma tutumu, kendisini tecrit etmekten başka bir şeye yaramayacaktır.
Gelinen nokta; Ankara’nın onlarca yıldır uyguladığı resmi Kıbrıs politikasının iflasına işaret etmektedir. Bunu dikkate almayarak Türkiye ile birleşme iddiasında ısrar etmekse, Kuzey Kıbrıs Türklerinin başka ülkelere göç ederek terki diyar ettikleri bir kara parçası ile birleşmekten başka bir şeyi doğurmayacaktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑