1 Mayıs, İstanbul NATO toplantısı ve işçi hareketi

Türkiye ve dünyada işçiler, emekçiler ve ezilen halklar uluslararası emperyalizmin, kâr hırsı uğruna dünyanın her karış toprağını savaş alanına çevirmek istediği, sosyal hak gasplarının artarak sürdüğü koşullarda, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı kutlamaya hazırlanıyor. 1 Mayıs’ların sınıf mücadelesinde ne gibi bir rol üstlendiğini, az çok sınıf mücadelesi ve tarihinden haberdar olanlar bilirler. Kısaca değinmek gerekirse, ilk elde söylenmesi gereken şudur: Uzlaşmaz sınıf çelişkileri, burjuvaziyle işçi sınıfını (emekçileri ve tüm ezilenleri) her gün, her saat, her dakika karşı karşıya getirir. Ekonomik, siyasal ve ideolojik cephede kesintisiz süren bu mücadele, işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıslarda, çok daha özel bir anlam kazanır. Çünkü, o gün, dünya ölçeğinde, burjuvaziyle işçi sınıfı, karşılıklı olarak güçlerini bir kez daha sınar, açıktan güç denemesine girişirler. Bu kapışmada, her sınıf kendi cephesinden, kısa (dönemsel) ve uzak vadeli (gelecek) çıkarlarına uygun olarak, mevzisini ilerletmeye, moral ve güç toplamaya yönelir. Diğer yandan, 1 Mayıs yalnızca sınıf mücadelesinin aktüel gidişatına ayna tutmakla kalmaz, aynı zamanda, yakın geleceğe ilişkin de veriler sunar. O nedenle, işçi sınıfı, emekçiler, ezilen halk kitleleri ve demokrasi güçleri, 1 Mayıs’a bütün güçlerini seferber ederek hazırlanmak durumundadır.

İÇ VE DIŞ SİYASAL KOŞULLAR 
2004 1 Mayıs’ı öncesi, Türkiye’nin iç ve dış siyasal koşulları nedir? Sınıf güç ilişkileri ve buna bağlı olarak karşılıklı sınıf mevzilenmesi ne durumdadır?
Bu bağlamda altı çizilmesi gereken ilk şey; ABD emperyalizmi, uluslararası sermaye ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin, işçileri, emekçileri, bir bütün olarak Türkiye halkını her cepheden tam bir kuşatma altına almış olmasıdır. Türkiye halkının bugüne kadar gördüğü en Amerikancı hükümet olan AKP hükümeti iş başında bulunmaktadır. Üstelik AKP, yine bugüne kadar hiçbir partiye nasip olmayacak düzeyde, iç ve dış sermaye çevrelerinin, tekelci medyanın desteğini alarak girdiği yerel seçimlerden, elini daha da güçlendirerek çıkmıştır. Bu, işçiler, emekçiler ve halk açısından önümüzdeki dönemin zor ve zorlu geçeceğinin habercisidir. Zira, AKP hükümeti, en Amerikancı hükümet olmanın yanı sıra ve bununla bağlantısı içinde, en emekçi düşmanı hükümet olarak da hareket etmektedir.
AKP iktidarı, seçim sonuçlarından aldığı güçle, emekçilere çok daha azgın saldırılar yöneltmeye hazırlanmaktadır. İşçi ve emekçiler karşısında nasıl bir hat izleyeceğini/izlediğini ilk günden başlayarak gösteren AKP hükümeti, kendine ait bir programı dahi olmaksızın, Kemal Derviş’den devralarak program edindiği IMF politikalarını, tek parti olmanın getirdiği avantaj ve güçlü dayanaklara sahip olmanın pervasızlığıyla uygulamaktadır.
AKP’nin emekçi düşmanı icraatlarının başında, 1475 Sayılı İş Kanunu’nu değiştirip yerine getirdiği 4857 Sayılı Kanun çerçevesinde yaptığı düzenlemelerle işçilerin kazanılmış haklarını ellerinden almış olması gelmektedir. Bu yolla, çalışma yaşamı tam anlamıyla kuralsızlaştırılmış, taşeronlaştırmanın ve sendikasızlaştırmanın önü tümüyle açılmıştır. Özelleştirmeler sürmüş, işçi kıyımı devam etmiştir. Yasal işçi grevleri yasaklanmıştır. Sendikalaşmak isteyen işçiler, yüzler halinde işverenler tarafından kapı önüne konurken, hükümet, bu yasadışı tutumları teşvik etmiştir. Yoksulluk daha da artmış, işsizlik çığ gibi büyümüştür. Kamu emekçilerinin iş güvencelerini ortadan kaldırmasının yanı sıra eğitim, sağlık başta olmak üzere, kamusal alanı tümüyle piyasalaştırarak, uluslararası sermayenin hizmetine sunan Kamu Yönetimi Temel Kanunu (KYTK), TBMM gündeminde yeniden ele alınmayı beklemektedir. KYTK’yı takiben, sıra, Yerel Yönetimler Yasası ve kıdem tazminatını da ortadan kaldıracak düzenlemeler içeren, sendikalar yasasında yapılacak değişikliklere gelecektir.
Hükümet bu saldırgan politikalarını uygularken, henüz karşısına ciddi bir mücadele odağı çıkmamıştır.
İçeride emekçi halk karşısında aslan kesilen, iş ve aş isteyen insanları aşağılayan AKP, sıra dış ilişkilere gelince, yelkenleri suya indirmekte, özellikle de ABD ve AB gibi emperyalist mihraklar karşısında adeta süt dökmüş bir kediye dönmektedir. Türkiye; Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar gibi savaş odağı bölgelerin tam ortasında bulunmaktadır. Irak’ın işgali bölgeyi tam bir yangın yerine çevirmiştir. Neresinden bakılırsa bakılsın, dış ilişkiler bakımından, oldukça kritik bir süreç yaşandığı görülecektir. Ne var ki, böylesi bir dönemde, AKP gibi işbirlikçi bir partinin iktidarda olması; ülkenin geleceğini, tehlikelerle dolu bir belirsizliğe itmektedir. Son seçimden güçlenerek çıkan AKP, yalnızca iç değil dış politika alanında da daha “cesur” davranacağının işaretlerini vermektedir. Bu duruma en son örnek, Kıbrıs’tır. ABD’nin bastırmasıyla, Kıbrıs sorunu, hükümet tarafından, Amerikancı bir çözüme doğru hızla sürüklenmektedir.

IRAK’IN İŞGALİ, BOP, NATO VE TÜRKİYE
ABD’nin İkiz Kuleler’e yapılan saldırıları, Ortadoğu’ya ilişkin planlarını devreye sokmanın bahanesi olarak kullandığı biliniyor. ABD, saldırılardan sorumlu tuttuğu El Kaide’nin destekçisi ilan ettiği Taliban yönetimini devirmek için, önce Afganistan’ı; ardından “kitle imha silahları” bahanesiyle Irak’ı işgal etti. Şimdi ise, bölgeye ilişkin olarak, “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” adı altında, Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya uzanan bir coğrafyada, çok daha kapsamlı ve saldırgan bir politika izleyeceğini ilan etmiş bulunuyor.
Süreç izlendiğinde, görülecektir ki, ABD, bölge ülkeleri arasında İsrail dışta tutulduğunda, en büyük desteği AKP hükümetinden, dolayısıyla Türkiye’den almıştır. Irak işgali öncesi savaş tezkeresinin TBMM’den dönmesi, işgal sonrasında ise, ABD’nin, hükümetin Irak’a asker gönderme önerisini geri çevirmesi, ülkemizi batağın kıyısından döndürmekle birlikte; işgal sırasında Türkiye hava sahasının ABD uçaklarına açılması, İncirlik Üssü’nün sağladığı lojistik destek bunu kanıtlamaktadır. ABD, BOP’u hayata geçirme noktasında ise, Türkiye’ye merkezi bir rol biçmektedir. Siyasi ve askeri stratejistler, ABD’nin Türkiye olmadan bu projeyi hayata geçirmesinin olanaksız olduğu konusunda hemfikirler. ABD’nin BOP’la ilgili stratejik önemde gördüğü diğer husus; BOP’un NATO şemsiyesi altında gerçekleştirilmesidir. ABD, böylece, Irak işgali sırasında karşılaştığı Almanya-Fransa merkezli engelleme girişimlerini baştan önlemeyi, NATO’nun askeri imkanlarını da sonuna kadar kullanmayı hesaplamaktadır. ABD, NATO’nun görev sınırlarını, hem coğrafi hem de içerik bakımından, BOP’a uygun olarak yeniden tanımlamak istemektedir. 28-29 Haziran tarihlerinde İstanbul’da yapılacak olan NATO toplantısı, bu yönüyle tarihi bir önem kazanmıştır.
NATO toplantısı, ABD’nin istediği biçimde gerçekleşirse, BOP’un kabul gördüğü bir toplantı olmakla kalmayacak, Türkiye’yi de BOP’un karargah ülkesi ve taşeronu haline getirecektir. Bu durum, Türkiye’nin komşularıyla zaten gergin durumda olan ilişkilerini daha da gerginleştirecek, Türkiye’yi Ortadoğu halklarına düşman bir mevziye itecektir.
Irak halkının ABD işgaline karşı verdiği direnişin Şiileri de kapsayarak yaygınlaşması üzerine, şimdiden, yeniden Irak’a asker gönderilmesi gündeme gelmiştir. ABD emperyalizminin baş kalemşörü New York Times Başyazarı William Safire, “Türk hükümetinin göndermeyi teklif ettiği 10 bin askerin Irak’a gelişine izin verilmelidir” diyerek bu yönlü kamuoyu oluşturmaya girişmiş bulunuyor.

SOSYAL HAK GASPLARINA VE SAVAŞA HAYIR
Buraya kadar söylenenler, Türkiye emekçi halkının nasıl bir kuşatma altına alındığını göstermektedir. Bu kuşatmayı yarmak, emperyalist akbabaların ve yerli işbirlikçilerinin oyunlarını bozmak için, birleştirilebilir bütün güçlerin bir araya gelmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. 1 Mayıs bunun için önemli bir olanaktır.
Öncelikle; NATO toplantısının işçi ve emekçiler açısından taşıdığı önemin anlaşılmalıdır. Son günlerde medya ve devlet ve hükümet yetkilileri tarafından, “NATO İstanbul Toplantısı” üzerine bir kampanyanın başlatıldığı görülmektedir. Ülkenin çeşitli üniversitelerinde düzenlenen panel, söyleşi ve sempozyumlarla NATO halka tanıtılmakta, NATO’nun ülkemize getirecekleri üzerine vaazlar verilmektedir. Bilim yuvası olması gereken üniversiteler, NATO’nun propaganda merkezleri ve karargahları haline getirilmek istenmektedir.
Toplantıya üç aya yakın bir zaman varken, adeta terör estirilerek olası muhalefetin yıldırılması çabasına girişilmiştir. Üniversiteler dahil bütün eğitim kurumlarında yaz tatili öne alınarak, 20 Haziran’da eğitime son verilmesi kararlaştırılmıştır. Yine Üniversitelere gönderilen bir yazıyla, 20 Haziran tarihinden sonra hiçbir etkinliğe izin verilmemesi, üniversite salonlarının kapatılması istenmiştir.
Başbakan’ın ülkenin en büyük tekellerinin patronlarıyla yaptığı toplantıda, NATO  Toplantısı ele alınmış; parababaları NATO toplantısının giderlerini karşılamayı büyük bir istekle üstlenmişlerdir. Çalıştırdığı işçinin ücretini öderken üç kuruşun hesabını yapan patron takımı, nasıl oluyor da, bir toplantı için trilyonları saçıp savuruyor? Cevap soru kadar basittir: patron takımı, kaz gelen yerden tavuğu esirgemez.
Tek başına bu örnek bile, işçilerin, emekçilerin bu toplantıya niçin karşı çıkmaları gerektiğini açıklamaktadır.
NATO toplantısı, savaş tacirlerinin toplantısıdır. Savaşın işçi sınıfına, emekçilere ve halklara baskı, sömürü, sefalet, ölüm ve yıkımdan başka bir şey getirmediği, tarihi tecrübelerle bilinmektedir. Emperyalist parababalarının kasalarını tıka basa doldurmak için estirdikleri savaş rüzgarları, önce işçi haklarının, demokratik kazanımların, işçilerin, sosyalizm deneyimi dahil yeryüzünde bugüne kadar biriktirdiği tüm değerlerin üstünü örter. Bu yüzden, savaş ve sömürü politikalarına, öncelikle işçiler karşı çıkmak ve engellemek için mücadeleyi yükseltmek zorundadır.

EKMEK, ÖZGÜRLÜK, BAĞIMSIZLIK
İç, dış siyasal koşullar ve bunlara bağlı olarak sermaye ve hükümetin yönelimleri dikkate alındığında, tüm olgular, 2004 1 Mayıs’ının, Türkiye işçileri, emekçileri, Türk, Kürt çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı için savaşa ve sömürüye karşı, ekmek, özgürlük ve bağımsızlık talepleriyle kutlanması gerektiğine işaret etmektedir. Savaşın ve sömürünün kaynağı tektir: Kapitalizm. Türkiye halkını IMF politikalarına ezdirenler ile Irak’ta Amerikan askeri olmasını isteyenler aynı emperyalist merkezler ve işbirlikçileridir. AKP hükümetinin ekonomik ve sosyal alanda emekçilere saldırırken, siyasal alanda ABD ve AB’nin politikalarını izlemesi ve Türkiye’yi içine kayacağı batağın kıyısında dolaştırması, emekçi düşmanlığı ve tam bir işbirlikçiliktir. Öyleyse, Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, 1 Mayıs’ta, uluslararası kapitalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin, ekonomik ve sosyal haklara yönelttiği saldırılara ve BOP üzerinden ülkemizi yeni haçlı seferinin askeri karargahı haline getirmek üzere düzenlenen İstanbul toplantısını ve Bush’un Türkiye’ye gelişini hedef alarak, NATO’ya karşı mücadele bayraklarını yükseltmelidir.

İŞÇİLERİN 1 MAYISI
İşçiler, özelleştirmeye, işsizliğe, kuralsız çalıştırmaya, sendikasızlığa, düşük ücret dayatmasına, grev yasaklarına karşı 1 Mayıs’ta alanları doldurmalıdır. Kamu emekçileri, grevli toplusözleşmeli sendika hakkı için, iş güvencesini ortadan kaldıran KYTK’nın geri çekilmesi için meydanlara çıkmalıdır. Gençler, parasız, özerk-demokratik bilimsel eğitim hakkı için, iş ve gelecek için bütün enerjisini 1 Mayıs’ta ortaya koymalıdır.
Ancak, burada önemle belirtmek gerekir ki, son yıllarda yapılan 1 Mayıs kutlamaları bir işçi bayramı olmaktan çıkarak, adeta sol grup ve partilerin “resmi geçit” törenine dönüşmüştür. Bu duruma artık bir son verilmelidir. Bunun için, fabrikalarda, işyerleri ve hizmet birimlerinde, sanayi siteleri ve organize sanayi bölgelerinde, işçi ve emekçilerin talepleri etrafında bir çalışma örgütlenmelidir. 1 Mayıs’ın tarihsel anlamına uygun gerçekleşmesi için, kutlamalara önce buralarda başlanmalı, sonra alanlara yürünmelidir. Bir dönem önce, sanayi siteleri ve organize sanayi bölgelerinde işçiler, sendika, sigorta, sekiz saatlik iş günü taleplerini “3 S” biçiminde formüle etmişler, pankart ve bayraklarına kazımışlardı. 1 Mayıs çalışmalarında 3 S talebi, düne göre daha da fazla dile gelmelidir. Çünkü, iş kanununda yapılan değişikliklerle 3 S’den yoksun işçi kitlelerinin sayısı daha da çoğalmıştır. Bu taleplerin anti-emperyalist, NATO’ya karşı taleplerle birleştirilmesi ve kapitalizme karşı yöneltilmesi, kuşkusuz sınıf bilinçli işçilere düşmektedir.
Sendika bürokrasisinin tümüyle sermaye ve hükümet safında olduğu düşünüldüğünde, 1 Mayıs’ın kitlesel biçimde kutlanmasında, sınıf bilinçli işçilerin, mücadeleci sendikacıların alacakları tutum, yine, belirleyici önemde olacaktır. 1 Mayıs’ın kitlesel geçmesi için şartlar uygundur. Sermayenin saldırıları, çığ gibi büyüyen işsizlik, artan yoksulluk, emekçi kitlelerdeki hoşnutsuzluğu giderek artırmaktadır. Seçim döneminde, AKP mitinglerinde görüldü ki, hükümetten en az beklentisi olan kesim, işçi ve emekçilerdir. KYTK’ya  karşı 6 Mart’ta ülkenin çeşitli yerlerinden Ankara’ya gelen yüz bini aşkın kişi, hükümetin bütün baskı ve tehditlerine rağmen alanları doldurmuştur. AKP hükümeti, en çok, emekçi sınıflardan gelen muhalefet ve direnişten tedirgin olmaktadır. Nitekim, hükümet KYTK’nın TBBM’de görüşülmesini muhalefetin yatışması için erteleyip beklemeye almıştır. Özelleştirmelerle ilgili olarak 4046 Sayılı Kanun’da yapılan değişiklik, işçilerin direnişi karşısında, özelleştirmelerin zamanında yapılamadığını göstermektedir. Bu iki örnek, AKP hükümetinin emekçilerin kitlesel mücadelesi karşısında duramayacağının kanıtıdır. Kitlesel geçecek bir 1 Mayıs, işçi ve emekçi hareketini, hükümetin emekçilere yönelik saldırı politikalarını püskürtme hattına sokacağı gibi, Türkiye’nin NATO karargahı olması planlarına da önemli oranda set çekecektir.
Emeğin talepleriyle 1 Mayıs çalışmasına!
1 Mayıs’ı emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinin coşku ve heyecanıyla doldurmak için işçiler arasına!
Kapitalist sömürü ve zulme karşı işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadelesini yükseltmeye!

Hasan yoldaşın bıraktıkları ve öğrettikleri…

EVRENSEL Gazetesi Adana Bölge muhabiri Hasan İşler ve DİHA muhabiri Volkan Eryiğit, 19 Mart Cuma günü Adana’nın Ceyhan İlçesinde gerçekleştirilecek olan Demokratik Güçbirliği mitingi için oluşan konvoyda yaşanan kaza  sonucu yaşamını yitirdiler.
Hasan İşler, sadece Evrensel gazetesi muhabiri değildi. O aynı zamanda Emek Gençliği’nin militan bir önderi, Emeğin Partisi Adana İl Örgütü’nün  de yöneticisiydi.

AİLESİNİN TEK OKUYANI
Hasan, Çukurova Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde öğrenim görüyordu. Diğer kardeşleri okuyamamıştı. Annesi, babası Hasan’ın öğrenciliği ile gurur duyuyordu. Okuyor olmasından dolayı ailesi Hasan’a farklı bir değer veriyordu.
Ailede üniversite okuyan tek kişi olması Hasan için bir ayrıcalık değildi. O yine de diğer kardeşleri gibi duvarlara boya fırçasını sallamaktan ve köye gidip tarlada çalışmaktan geri durmuyordu. Özellikle yazları ailesinin bütçesine katkı sağlamak ve kendi okul harçlığını çıkarmak için boya işleri yapıyordu.
Hem okuyor hem çalışıyordu; ama emek dünyasına katılması yalnızca boyacılık yaparak çalışmasıyla sınırlı kalmadı. Emeğin dünyasının örgütlenmesine, işçilerle kaynaşma ve birleştirilmeleri davasına tam bir nefer olarak katılmak üzere, üniversite öğrenimini dondurdu, ve her Emek Gencinin örnek alması gerektiği şekilde bir parti örgütçüsü olarak, işçi sınıfının saflarına katıldı.

PARTİ MÜCADELESİNE ADANMIŞ BİR YAŞAM
Hasan İşler’in esas işi, partili mücadelenin işlerini yapmaktı. Çünkü o yaşamını işçi sınıfının emekçilerin davasına adamıştı. Çalışkan bir devrimci, kararlı bir parti işçisiydi. Onun için “parti hamalı” dense doğru olur. Mücadelenin sürekli ileriye gitmesi çabası ve inancı ile çalışıyordu. Partinin attığı her güçlü adım onun yüzündeki tebessümü artırıyordu. Yüreğiyle, enerjisiyle, tüm içtenliğiyle işe sarılıyordu. Bu tavrı herkesi sarıp sarmalıyor ve işin içine çekip katıyordu.
Devrim ve sosyalizm için yorulmadan koşuyordu. Güçlü bir iradesi ve bedeni vardı. Parti bayraklarını asmak, karşıdan karşıya pankart çekmek  için direklere en iyi o tırmanıyordu. Afişi en iyi o asıyordu.
Sadece duvarları boyamıyordu, o aynı zamanda işinin ehli olarak tüm hünerini partinin pankartlarını yazmakta da kullanıyordu. Her miting arifesinde eylem pankartlarını parti binasında geceleri hiç üşenmeden yazıyordu. Parti mücadelesinin ihtiyaçlarından olan tüm işler elinden geliyordu.
Hasan, sabahın altısında SASA’nın Mensa’nın, Bossa’nın işçi servislerine bildiri dağıtmak için kalkardı. Parti kortejinde slogancı olur, eylemlerin, mitinglerin örgütleyiciliğini yapardı. İş yaparken hiç usandığı, bıktığı olmamıştı. Partide hiçbir yoldaşı onun bir iş için geri durduğunu görmemişti.

ÖRNEK DEVRİMCİ KİŞİLİK
Samimi, sıcaktı, tereddütsüzdü. Hasan yoldaşın devrimci ahlakı ve yoldaşça ilişkisi özellikle gençlik içinde ilgi topluyordu. Halkın geleceği için tüm enerjisini harcaması ve bıkmak usanmak bilmemesi herkesin hayranlık duyduğu özelliği idi.
Bencillik, Hasan’ın yanından geçmemişti. Paylaşımcıydı en çok da sigarasını ve evinde yapılan güzel yemekleri paylaşırdı genç yoldaşları ile… Korkuları aşmıştı, kavganın ve eylemin içine ama ille de merkezine girerdi.
Devrimci kişiliği var eden ilişkilerin birçoğu Hasan’da somutlaşmıştı. Dayanışma, yardımlaşma ve fedakarlık Hasan’ın en belirgin özelliklerindendi.
Hiç bir yoldaşını kırdığı, bir yoldaşına bağırdığı görülmemişti. Suskunluğu, bir o kadar çalışkanlığı ve masum gülüşü, bir de o içten “kardeşş” deyişi herkesin beyninde iz bıraktı.

SAYISIZ GENÇLİK EYLEMİNİN ÖRGÜTLEYİCİSİ VE ÖNDERİ
Hasan yoldaş, Çukurova Üniversitesi’nde öğrenci gençlik mücadelesinin en önünde yer aldı. Kol, klüp ve ÖTK örgütlenmeleri ve YÖK’e karşı mücadele içerisinde gençlik mücadelesinin kararlı ve direngen önderlerinden biri oldu.
80 sonrası Adana’da ilk kez yapılan gençlik mitingi önerisinin en ısrarlı savunucusu ve çalışanı Hasan oldu. AOBP ve 6 Kasım YÖK protestosu için yapılan eyleme şiddetli yağmura rağmen 1500 kişi katılmıştı. AOBP ve YÖK karşıtı bu mitingte, sadece liseliler ve üniversitelerin eylemi bütünleşmemiş, Adana’daki tüm gençlik örgütleri de mitingte yer almıştı. Hasan, hem bu gençlik mitinginin örgütleyicisi hem de miting tertip komitesinin üyesiydi.
Ülke genelinde anadilde eğitim için dilekçeler verildiği 2001 yılında Ç.Ü.’nde binlerce dilekçe verilmişti. Dilekçe veren öğrencilerden 1030 öğrenci hakkında soruşturma açılmıştı. Bazı öğrenci önderleri cezaevine gönderilmişti. Devrimci öğrencilerin tırpanlandığı, okulun dışına atıldığı bir süreçti. Baskıların en yoğun olduğu bu dönemde 6 Mayıs anma etkinliği ile bu baskı ortamının kırılma fikrinin yine savunucusu ve örgütlenmesi için en çok koşturanı Hasan’dı.
Hasan, ses cihazı getirilerek üniversiteye kurulması önerisi getirmişti. Bazı yoldaşlarının “bunun parasını ödeyemeyiz, içeri sokamayız” önerileri Hasan’ı ikna etmemişti ve hemen işe koyularak ses düzeni kiralamış, tüm yeteneklerini kullanarak ses düzenini kampüsteki R 1 dersliğinin önüne kurmuştu. Ve estirilen terör ortamına meydan okuyan 6 Mayıs’ı, esmer tenindeki tebessümü ve yoldaşlarının kolunda çektiği halay ile kutlamıştı.
Üniversite gençliğinin işçi çalışmasında bir dayanak olması ve Adana Emek Gençliği’nin işçi merkezli bir örgütlenmeye yönelmesinde Hasan’ın önemli bir yeri vardır. Emekçi özellikleri Hasan’ın, işçi ve emekçi gençlik yığınlarına yönelmesini daha da kolaylaştırıyordu.
Aylarca süren EKSA grevinde işçilerle oturup kalkmış, onlarla birlikte grev okulunda pişmişti. Partinin Eksa işçileri ile ortak piknik yapma fikrine hemen kendi köylerinin yakınındaki piknik alanını önermiş ve bunun için araçların bulunmasına kadar bir çok işi üstlenmişti.
Yine SASA işçilerinin 12 günlük grev sürecinde ilk kez Ç. Ü. Kampüsü içinde grevci işçilerle dayanışma şenliği organize ederek Sasa işçilerini, sendikacıları öğrencilerle buluşturmuşlardı.
Ailesi tarafından Barkal Sanayi sitesinde alınan boya işi, Hasan’ı en çok sitedeki örgütlenme çalışması açısından sevindirmişti. Çünkü boya yaparken parti çalışmalarını aksatmak onun sıkıntı duyduğu bir durumdu.

ÜNİVERSİTE MÜCADELESİNDEN PARTİ YÖNETİCİLİĞİNE
Hasan, Emek Gençliği il yöneticiliği ve onlarca eylemin biriktirdiği mücadele deneyimiyle gerçek bir dava adamı olarak  partinin il yöneticiliği görevini üstlendi.
Genç bir aydın olarak, parti ile işçi sınıfını, emekçileri buluşturmak için yoksul emekçi mahallerine ve fabrikalara yüzünü tamamen çevirdi. Artık o profesyonelce parti görevlerini üstlenen bir parti kadrosuydu.
Çukobirlik işçilerinin direnişi ve fabrika önünde başlattıkları açlık grevinde, partinin sorumlu kadrosu olarak Hasan, yerini aldı. İşçi basınının eylem yerine düzenli ulaştırılması, işçilerin eyleminin başarıya ulaşması ve ileri işçilerin bağımsız politik örgütlenmeleri için günlerce koşturdu. Günlerce işçilerle hayatın her alanını paylaştı.
ABD emperyalizminin Irak’a bombalar yağdırdığı ortamda partinin Adana’nın birçok noktasına kurduğu imza standlarında gür sesiyle bağırıyordu: ”Ülkemizin hava alanları, toprakları ABD emperyalizmin hizmetine sunulamaz. ABD Ortadoğu’dan defolmadır. Üsler kapatılmadır. Türkiye’nin savaş batağına çekilmesine izin vermeyelim!” İncirlik Üssü ve İskenderun Limanı üzerinden Irak’a ABD askeri sevkiyatının yapıldığı günlerde, Emek Gençliği’nin önderi ve yapılan anti emperyalist gösterilerin örgütçü militanı Hasan’dı.
Hasan, her gün büyüyen, her gün yenilenen ve gelişen mücadele ve kavga dolu 6 yıllık parti yaşamını geride bıraktı. Ve yoldaşımız 6 yıllık partili yaşamına; yüzlerce eylem, etkinlik ve mücadele birikimi sığdırdı. İşçi sınıfının ve ezilen halkların özgürlük ve demokrasi mücadelesini, sosyalizm davasını hep ileriye taşımak için çalıştı. Bir gün, bir an bile yılmadı, inançsızlığa kapılmadı. En zor koşullarda, üniversitede birkaç kişinin kaldığı dönemde bile partiye sarılmaktan, mücadeleyi omuzlamaktan geri durmadı.

GAZETECİLİK GÜNLERİ
En çok gazete satanımızdı Hasan. İşçi basının güçlendirilmesi ve gazete etrafında sınıfın bağımsız politik örgütlenmesinin gerçekleştirilmesi kararına, işçi basınının muhabirliğini üstlenerek yanıt verdi. Ama o gazeteciliği bir meslek olarak ele almıyordu. Sabah gazeteye gelip akşam gitmiyordu. Gazetenin satışının örgütlenmesinde, gazetenin emekçilerin örgütlenmesi çalışmasında etkili bir şekilde kullanılmasında hem pratik görev alıyor hem de kafa patlatıyordu. İstanbul’dan uçağın kar-kış dolayısıyla aksadığı, Güney’in ve Doğu’nun gazetelerinin yerlerine ulaşamama tehlikesinin ortaya çıktığı durumlarda, Hasan geceyarıları bir yolunu bulup gecikmeli uçağı karşılar ve yine bir yolunu bulup yerlerine ulaştırırdı. Gazetenin mahallelerde, işyerlerinde daha yaygın dağıtılması için aktif görev alıyordu. Muhabirliği de hızlı bir sürede kavradı. 
Hasan’ın daha yapacağı çok iş vardı. Partisine, gazetesine ve tabii ki devrim ve sosyalizm mücadelesine katacağı çok şey vardı. Yazacağı çok haber, fotoğrafını çekeceği çok eylem vardı. Ama işte o lanet kaza sonucu DİHA muhabiri Volkan Eryiğit’le birlikte aynı yerde aynı işi yaparken, halkların kardeşliğinin birer simgesi olarak ve halkların kardeşleşmesine hizmet ederek aramızdan ayrıldılar. Sonuna kadar sosyalizm savaşçısı ve işçi sınıfı düşmanlarının yeminli düşmanı Hasan, partisinin halkları birleştirmenin bir yolu olarak geliştirdiği seçim taktiğinin uygulanması sürecinde, birikimlerinin ve mücadelesinin bilinciyle, SHP seçim otobüsünün üzerinde hayata gözlerini bir devrim şehidi olarak kapadı.
Şimdiye kadar onun hakkında söylediklerimiz, “her ölenin arkasından iyi konuşulur” yaklaşımıyla söylenmedi, öyle anlaşılmamalı. Söylediklerimizin azı var çoğu yoktur ve onu, en iyi tanıyanlar bilir. Bir de, kısa süre önce Qamışlo’da birbirine kırdırılan halkların binlercesinin kardeşlik sloganlarıyla Hasan’ın ardında birleştiği cenaze töreni, buna tanıktır.

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ SLOGANLARIYLA UĞURLAMA
Hasan Arap’tı, Volkan  Kürt. İkisi de halkların kardeşliği davası için koşturuyordu. Hasan sürekli Kürtçe müzik dinliyordu. “Hem Arapsın hem de hep Kürtçe müzik dinliyorsun” diye takılan yoldaşlara cevabı hazırdı; “hocam halkların kardeşliği… ”
Hasan ve Volkan’ın cenazesinde on bini aşkın uğurlayıcı vardı. Binlerce emekçi Hasan ve Volkan’ı, kurmak istedikleri kardeşlik sistemine uygun olarak alkışlar, zılgıtlar ve “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganları ile uğurladı. 2004 yılının Newroz ateşi de onlar için yandı.
Ölümleri bile halkları kardeşleştirici, birleştirici, kaynaştırıcı oldu. Adana’da ilk kez on binleri aşan Kürt ve Arap; yan yana durarak, beraberce gözyaşı dökerek, aynı sloganı attılar ve kol kola yürüdüler.
Herkesin yaşadığı duygu benzerdi, iki devrimcinin onurlu yaşamları, eğilmez başları ve halklarına bağlılıkları ile gurur duyuyorlardı. Onların mücadelesine daha ileriden sarılacaklarının, onları devrim ve sosyalizm davasında yaşatacaklarının sözünü verdiler.

HALA MEYVE VEREN  BİR EMEK VE DEVRİMCİ ÇABA
Hasan, 6 yıllık partili yaşamında hep sınıfsız, sömürüsüz ve savaşsız bir dünya özlemi içinde oldu. Ve ardında bu özlemi amaç edinen onlarca genç öğrenci bıraktı.
Bugün Çukurova Üniversitesi 3. sınıf 4. sınıf öğrencisi onlarca genç, Hasan’ın özverisi, paylaşımcılığı ve onları partili mücadeleye kazanma kararlılığı sonucu aramızdalar.
Levent ve Güneşli mahallelerinde Hasan’ın üniversiteye hazırlanmaları için ücretsiz ders verdiği gençlerin Hasan’ın ardından gelip partiye üye olmaları, onun emeklerinin boşa gitmediğinin başka bir göstergesidir.
Hasan’ın abilerinin partiye ve onun davasına sahip çıkacaklarını ifade etmeleri, partiden giden her genci “Hasan’ı kaybettik ama yüzlerce kardeş kazandık” diyerek bağrına basmaları, küçük kardeşinin gelip partiye üye olması, Hasan’ı en çok sevindirecek ve partiyi güçlendiren gelişmelerdir. Yine Hasan’ı yitirmemizin ardından, Evrensel gazetesi satarak onun anısına sahip çıkan gençlerin, partililerin halktan, “Hasan’ın gazetesi” diye olumlu tepki toplamaları, onun bize ve halka bıraktığı olumlu değerlerin en mütevazi olanlarındandır.

SÖZ VERİYORUZ…
Hasan’ın anısına açılan deftere yazan her Emek Gencinin “senin inancın, senin paylaşımın, senin yoldaşlığın bizim mücadelemizi daha da perçinleyecek” demesi, birçok üniversite öğrencisinin “Hasan yoldaş senin en çok şikayet ettiğin, üniversitedeki gazete satışlarının düzensizliği idi. Ama sana söz veriyoruz. Günlük işçi basınını üniversiteye daha düzenli ulaştırıp daha çok örgütlenmenin aracı haline getireceğiz” demeleri, Hasan’ın bize bıraktıkları ve öğrettiklerinden sadece birkaç tanesi…
Tüm genç devrimciler Hasan’a sahip çıkmanın, Hasan’ı unutmamanın yolunun partinin ilkelerine sıkı sıkıya sarılmaktan geçtiği gerçeğini unutmayacak olmalarının artık bir nedini daha var. Bundan böyle onlar, binlerce işçi ve emekçiyi parti mücadelesine katmada Hasan gibi koşturmak, Hasan gibi işe sarılmak ve Hasan gibi iş yapmak zorundalar.
Çukurova’nın Kürt, Türk, Arap  ezilen halkları Volkan’la birlikte Hasan yoldaşı unutmayacak.
Her iki militan gazeteciyi, devrim ve sosyalizm mücadelesinde yaşatacağız.
Bir kez daha anıları ve mücadeleleri önünde saygıyla eğiliyoruz.

28 mart seçim değerlendirmesi

28 Mart 2004’te yapılan yerel seçimler, kuşkusuz ki, hem yerel yönetimlerin büyük bir bölümünün AKP’nin eline geçmesi hem de pek çok konuda geleneksel yaklaşımları yıkacak olguları açığa vurmasıyla, önümüzdeki aylar ve yıllarda çeşitli yönleriyle tartışılacaktır.
Ancak, seçimin hemen sonrasında da çıkarılacak önemli sonuçlar olduğu açıktır.
Partimizin Genel Yönetim Kurulu, 3-4 Nisan 2004 günü yaptığı toplantıda; yerel seçim çalışmasını değerlendirmiş ve bir dizi karar almıştır.
Hiç kuşkusuz ki; 3 Kasım ve 28 Mart seçimleri, sermayenin medya gücünü yalnızca destekçi ya da yönlendirici olarak değil ama bir provokatör olarak da devreye soktuğu, devasa medya gücünün AKP’nin arkasında birleştiği seçimler olmuştur. Seçim çalışmaları sürecinde AKP’nin yüzde 57-58 oy alacağını tartışılmaz bir gerçek gibi propaganda eden medya, anket üstünden seçim ortamını provoke ederek, AKP’nin başarısında önemli bir rol oynamaktan öte, seçimin bir hafta önceden bittiği havasını yayarak adeta bir anket terörü estirmiştir.
*        *        *
Seçime bir bütün olarak yaklaşıldığında; partilerin bu seçimdeki pozisyonları şöyle tespit edilmiştir:
1-) AKP, seçimden oylarını artırmış olarak çıkmıştır. AKP’nin oylarını artırmasının nedenleri şöyle sıralanabilir:
a-) Her şeyden önce AKP, bir yerel seçimde, hükümet olmanın geleneksel avantajını kullanmıştır. AKP bu gücü, sadece pasif olarak da kullanmamış, iktidarda olmasını halka karşı bir şantaja dönüştürmüştür. “Hizmet istiyorsanız AKP’yi seçin” AKP’liler tarafından adeta bir slogan haline getirilmiş, Başbakan ve bakanları bunu her vesileyle yeniden yeniden öne sürmüştür.
b-) Hükümet partisi olan AKP, henüz yıpranmamış olmanın avantajını kullanmıştır. IMF’ci politikaların yıkıcı sonuçlarıyla Ecevit Hükümeti’nin IMF kılavuzluğunda giriştiği krizin yükünü halka yükleme operasyonunun tepkisini DSP, MHP, ANAP almış, bu tepki; Ecevit ve ortaklarını  tarihe gömmüş, ama meyvesini (enflasyonun düşmesi, faizler ve döviz fiyatların düşmesi gibi kimi global ekonomik göstergelerin üstünden “ekonomi düze çıkıyor” propagandasına fırsat veren tablo) AKP toplamış ve bu parti, o politikaların pervasız bir devamcısı olduğu gerçeğinin henüz halk tarafından fark edilmemiş olmasından yararlanmıştır.
c-) Sermaye güçleri, DP’nin güçlü yıllarında bile olmadığı kadar AKP’nin arkasında birleşmiştir. İç (TÜSİAD, MÜSİAD  gibi sermaye örgütleri, ticaret ve sanayi odaları, değişik adlardaki Mason locaları, esnaf-şoför odaları gibi kitlesel temelli organizasyonlar; çeşitli sendika yöneticilerine kadar uzanan çevreler…) ve dış sermaye çevreleri, AB ve ABD başta olmak üzere (IMF, DB gibi finans merkezleri) Türkiye’nin politikasına yön veren dış güç odakları, kendi aralarında çekişseler bile, AKP’nin arkasında yer almakta birbirleriyle yarışmışlar; 17 aydır süren desteklerini seçimlerde de her biçimde göstermişlerdir. Bunlara, irili ufaklı Sünni temelli dini cemaatlerin, tarikatların da, birlik ve bütünlük içinde AKP’nin arkasında yer almasını ekleyebiliriz.
d-) Bugüne kadar medya grupları, hiçbir siyasi partinin arkasında, AKP’nin arkasında olduğu kadar blok olarak hareket etmemiştir. Doğan Grubu, Çukurova Grubu, Fetullahçı, Nurcu, Nakşibendi gazete ve TV kanalları, Akitçiler, Yeni Şafakçılar, TRT, Star Grubu, Ilıcaklar’ın Tercümanı– her biri, kendi tarzlarıyla, AKP’nin birer propaganda merkezi olarak hareket etmişlerdir. Medyanın; seçim ortamını provoke etmek üzere bir CHP yöneticisiyle anket kuruluşunu da kullanarak, yaratılan “anket terörü”nün AKP karşıtı partiler içinde yarattığı moral çöküntüsünü bir yana bıraksak bile, AKP’nin oylarını en az birkaç puan artırdığını (anketin bir AKP-CHP karşıtlığı ve kutuplaşmasını kışkırtarak, CHP’ye, Güçbirliği ve öteki laik kesimlerden oy aktarıp yarar sağladığını da düşünmek gerek) söylemek abartı olmaz.
f-) Meclis’teki tek muhalefet partisi olarak CHP’nin etkisizliği, Baykal ve kliğinin karşı partileri güçlendirmedeki “yetenekleri” de, AKP’nin en önemli avantajlarından biri olmuştur.
Ancak, bunlara rağmen; AKP’nin oy artışı, anketler aracılığı ile fırtınası koparılan “rekorlara” da ulaşamamıştır. Hatta, 3 Kasım’la karşılaştırıldığında, Erdoğan’ın mitinglerine katılım ve AKP’nin hareketlendirdiği coşku ve sürükleme gücünün düşüklüğü, onun yükselişini esas olarak tamamladığını da göstermekte, AKP’nin “yelkeni”nin, karşısında bir muhalefet odağı bulunmamasından da güç alarak, “iktidar olma”nın avantajlarıyla ve 3 Kasım “rüzgarı”nın esintileriyle şişebildiğini ortaya koymaktadır. Ancak; seçim sürecinde oluşturulan hava, AKP bakımından sağlanan motivasyon ve sunulan destek; önümüzdeki dönemi anlamak bakımından önemlidir.
Sermaye güçleri tarafından, AKP; AKP Hükümeti’nin önceki hükümetlerden devralıp sürdürdüğü ekonomi ve siyaseti yenileme, emek güçlerini ezme, kazanılmış haklarını ortadan kaldırma amaçlı programı hayata geçirmede teşvik edilmiş; AKP oylarının artması, bu partinin hükümetini halk düşmanı politikalara bağlamıştır. Deyim yerinde ise, yerli ve yabancı güç odakları AKP’ye; “kendini ellerimize bırak gerisini merak etme” demişlerdir.
Bundan şu sonuç çıkar ki; önümüzdeki dönem, IMF güdümlü ekonomik program ve ona bağlı olarak yenilenmeye çalışılan siyasi ve idari yapıya yönelik operasyonları hükümet kararlılıkla, eskisinden daha acımasız hamlelerle yürütecek, emek ve halk düşmanlığında hiçbir sınır tanımayacaktır. Öyleyse bu dönem; emekçiler, halk, Demokratik Güçbirliği için zorlukların, ama aynı zamanda, hareketin zemininin genişlemesi için de yeni imkânların ortaya çıkacağı bir dönem olacaktır.
AKP’nin yükselişinden çıkarılacak en önemli sonuç da budur.
2-) CHP, oy kaybına uğramış; “ana muhalefet” iken bile oy kaybederek, “başarıları”na bir yenisini eklemiştir. Bu seçimde aldığı sonuçla bir kez daha görülmüştür ki, CHP, politika ve tutumlarıyla kuşkusuz bağlantılı olarak, AKP’nin ve “iktidarı”nın şöyle ya da böyle bir alternatifi olmadığı ve olamayacağını bir kez daha kanıtlayan, halk yığınları açısından, bugün olmazsa yarın, etrafında birleşebilmek üzere umut veren gelişme ve güçlenme halinde bir güç değil, elindekini korumaya uğraşan, ama sürekli kaybeden, gerileme halindeki bir güçtür.
Kuşkusuz CHP denilince, seçim yenilgisi bakımından, parti içi hizip çatışmalarından rant kavgasına, bürokratizmden abes bir laiklik ve “solculuk” zihniyetine kadar pek çok konu gündeme gelmektedir. Bu seçimlerde de, CHP’nin seçim taktiğinde, bütün kronik hastalıklarının etkisini görmek mümkündür.
Bürokratik, halka tepeden bakan bir parti olduğu; rantçılıkta ve rüşvet dağıtımında öteki partilerden pek de geri kalmadığı görülmüştür. İstanbul, İzmir ve Ankara’nın zengin semtlerinin CHP’ye, yoksul semtlerinin AKP’ye oy vermesi bile, uzun geçmişiyle CHP’nin, halk yığınları, yoksul kitleler karşısındaki pozisyonunun ibretlik bir ifadesidir. Ankara halkının üstelik de yarısından fazlasının Melih Gökçek gibi bir “fenomen”e oy vermek zorunda kalmasının nedeni, CHP solculuğunun, solculuğu bölücülüğe götürmesinin, halka tepeden bakan halkçılığının bir “abidesi”dir. Ne var ki, CHP’de ortaya çıkan oy kaybı, beklenenden daha az (aslında yüzde hesabıyla 1 puan civarında olan gerileme, seçmen sayısındaki artışa ve katılım oranındaki düşüşe karşın, mutlak rakam olarak hiç de az olmayan 1 milyon dolayında) olmuştur. Halkın hiçbir talebini sahiplenmeyen ve hiçbir ciddi muhalefet yapmadığı için bir umut ışığı olamayan, bu nedenle iç çekişmelerinin artması kaçınılmaz olan CHP’nin, rakamların da ötesinde gerileme halinde oluşunda şaşılacak şey yoktur. Dolayısıyla Güçbirliği’nin; daha demokratik, daha emekten yana bir Türkiye için CHP’ye gitmiş geniş halk kesimlerinin kazanılması yönünde çaba harcaması gerekecektir. Bunun için, başta, kuşkusuz, Güçbirliği’nin yaklaşım, tutum ve çalışmalarından ders çıkararak, kendisini, halk muhalefetinin gerçek bir odağı ve mücadele merkezi olarak konumlandırması zorunludur.
3-) “DYP ve MHP yeniden yükselişte mi?” sorusu sadece “oy” açısından sorulursa, MHP ve DYP’nin oylarının bir miktar arttığı gözlenmektedir. Buradan, sermaye güçlerinin AKP’nin seçeneği olmayı; hiçbir emek, hak hukuk kaygısı taşımayan bu iki partiye sipariş ettiğini, vatan-millet edebiyatlı iç politikayı bu partilerle sürdürmeyi tercih ettiğini söyleyebiliriz. Bunun içindir ki, medya; bu iki cesedi tabutlarından alıp, yeniden canlandırma teşviğiyle, halkın önüne koymuştur. Anlaşılmaktadır ki, bu iki “misyon” partisi, öyle DSP ve ANAP gibi, “kendiliğinden” ve kolaylıkla yokoluş çukurunda kaybolmayacak, bunun için mücadele etmek gerekecektir. Ancak bu partilerin canlanması için de bir hayli destek gerekmektedir. Sermayenin güç odakları, bu iki partiye ilk desteği seçimler üstünden vermek istemiş; CHP’de gerilik, eskiye bağlılık, statükoculuk olarak suçladıkları “vatan-millet edebiyatı”nı, “Kıbrıs’ta çözümsüzlük”, “piyasa karşıtlığı” gibi argümanları, bu iki partinin “direngenliği”nin, “kendilerini yenilemelerinin dayanağı” olarak sunmuş, üstelik bunda bir çelişkiye düşme kaygısını da taşımamıştır.
Bu da göstermektedir ki; sermayenin uzmanları, bilim adamları çifte standartlıdır ve statükoyu savunan DYP ve MHP’yi gelecekte güçlü partiler olmaya aday gösterirken, bugün onlardan çok “güçlü” olan CHP’yi, aynı nedenle, geleceksiz diye çöpe atmaktadırlar. Kaldı ki, MHP ve DYP kadar milliyetçi olan DSP, İP, BBP ve diğer milliyetçi partiler de oy kaybetmeye devam etmektedir.
*        *        *
Her şeyden önce yerel seçimler, bir kez daha göstermiştir ki; sermaye partileri ve arkalarındaki güçler, yerel seçimleri, rant dağıtımıyla yerel güç odaklarını yedekleyip besledikleri bir mekanizma olarak kullanmaktadır.
Bu durum, birinci olarak; bütün sistem partileri arasında ve bu partilerin yerel örgütleri ve yerel parti örgütleri içindeki çıkar gruplarının çıkar kavgası olarak kendisini ortaya koymaktadır. Ama rant ve çıkar mekanizması burada tamamlanmamakta; aynı zamanda, seçim bölgelerindeki nüfus içinde yaygın rüşvet ağının üstünden, halk yığınlarının oylarının denetim altına alındığı bir alt mekanizmayı da devreye sokmaktadır. Rüşvet; avanta, ranttan pay vermekten seçmenlere iş vaadine, kömür, küçük erzak paketleri dağıtmaktan elden para vermeye kadar, çeşitli biçimler altında olabilmektedir. Yoksulluk ve insanların zorunlu ihtiyaçları ne kadar büyümüş ve aciliyet kazanmışsa, rüşvetin miktarı küçülmekte ama yaygınlaşmakta ve rüşvete dayalı ilişkinin sayısı artmakta, emekçilerin onurlarını kıracak biçimler daha da yaygınlık kazanmakta, ahlak bozukluğunu artırıcı bir etki uyandıracak düzeye varmaktadır. Öte yandan bu, rüşvet dağıtımı ile oy toplama arasındaki ilişkiyi doğru orantılı olarak artırmakta, oyların kişisel irade ürünü olarak şekillenmesi oranını düşürmektedir.
Bu gerçeği herkes tarafından görünür kılarak, yerel seçimler; emek ve devrimci demokratik güçlerin bu alanda sermaye partilerini yenilgiye uğratabilmeleri için; sermayenin rant dağıtım mekanizmasını parçalayıp, emekçi yığınları demokrasi, bağımsızlık ve hak –emeğin hakları– mücadelesine çekecek, parlamentarizmi ve ona bağlanmış olan rantçılığı aşacak bir karşı güç odağı oluşturmanın zorunluluğunu bir kez daha göstermiştir.
Aslında bu saptamayla ifade edilen, son 50 yılda yapılan bütün seçimlerin gösterdiği bir gerçektir. Ama, önceki seçimlerde, her seferinde yeni bir bahaneyle gerçeklerin üstünü örtecek nedenler bulunabilirken, 3 Kasım 2002 ve arkasından gelen 28 Mart 2004 seçimleriyle birlikte; sermaye partileriyle –onların yaşam alanında– girilen bir yarışta; halk güçlerinin, emek güçlerini temsil eden partilerin seçimleri almasının (ve seçimleri aldıktan sonra halkın beklentilerine yanıt vermesinin) çok özel koşullarda mümkün olabileceği herkesin kabul edeceği bir gerçek haline gelmiştir.
Bu yüzdendir ki; Demokratik Güçbirliği’nin başarılarının, eksiklerinin ve erdemlerinin “teknik düzeyde” değerlendirilmesiyle yetinilemez. Ancak bu; Güçbirliği’nin oluşumu ve partimizin Güçbirliği’ni kavrayışı, örgütlerimizin ele alışındaki zaafların ve olumlulukların üstünden atlanması gerektiği anlamına gelmez. Bu, Güçbirliği’nin diğer bileşenleri açısından da kuşkusuz geçerlidir.
Nitekim gerek seçimden önce yapılan tartışmalarda, gerekse seçimler boyunca seçim çevrelerinde yapılan çalışmalarda görülmüştür ki:
– Demokratik Güçbirliği’nin bu seçimlerde oynaması gereken rol, bu rolün yerine getirilmesinde Güçbirliği partilerine, bu partilerin örgütlerine, hatta birer birer üyelerine düşen rol, partimiz de içinde olmak üzere, Güçbirliği partilerince yeterince anlaşılamamıştır.
EMEP’le sınırlı konuşursak, bu anlayamama kendisini, Blok’a, ÖDP ve SHP’nin eklenmesiyle oluşan genişlemenin, bize, daha önce bağlantı kuramadığımız, ve SHP yandaşlarından da öte, “sosyal demokrasi”nin etkisi altındaki çok geniş bir halk kesimine hitap etme, onlarla diyalog kurma imkânı sağlayacağı –özellikle seçim sürecinin başlarında– gözden kaçırılmasında, yine başlangıçta, devrimci parti ve militanlarının, halkın geniş kesimleri içinde yer tutma ve onları birleştirme temel amacını anlama ve düstur edinmeye bile yabancı, halktan kopuk “saflık” peşindeki “solcu” çevrelerin yaptıklarıyla benzerlikler taşıyarak, ideolojik kararlılık konusu olması gereken Karayalçın’ın ve sosyal demokrasinin misyonu, SHP’nin durumu vb. üstüne –sınıfın ve halkın birliğini sağlama ve örgütlenme ve mücadelesinin yolunu açma amaçlı– politik/taktik esnekliğe sığmayacak “çeşitlemeler” etkili olup yer yer öne çıkabilmiş ve Güçbirliği’nin yarattığı fırsatlar gölgelenmesinde göstermiştir. İkinci olarak, bu durum kendisini, yine özellikle başlangıçta, parti seçim çalışmasının EMEP adaylarının olduğu yerlere daraltmasında görülmüş, bu ise, bir yönüyle de, seçim öncesi ısrarlı adaylık pazarlıklarının bir devamı olarak ortaya çıkmış, ama her iki zaaf da, Güçbirliği ve yarattığı olanakların kavrayış yetersizliği ortak paydasına oturmuş, kaynağını onda bulmuştur. Sözü edilen anlayış yetersizliği ve ürünü olarak beliren zaaflar, yer yer ve özellikle Güçbirliği’nin diğer bileşenlerinden gelen benzer zaaflar karşısında bir tür korumacılıkla pekişerek –ama çoğu durumda kalıntılar haline gerileyerek– sürenlerin ötesinde, seçim çalışmasının ilerleyen günlerinde esas olarak aşılmış ve nitekim az çok Güçbirliği’nin gereğine uygun çalışmanın yapıldığı seçim çevrelerinde bunun etkisi görülmüş; önceki seçimlerde bağlantı kurulamayan pek çok çevre ile diyalog kurulabilmiş; hatta bu çevrelerin Güçbirliği’ne oy verdiği de gözlenmiştir.
Sözü edilen zaafların ve benzerlerinin EMEP’e özgü olmakla kalmadığı ve Güçbirliği’nin diğer bileşenleri açısından da geçerli olduğu söylenmelidir. Güçbirliği deneyinden, her partinin öncelikle kendisine dönük sonuçlar ve dersler çıkarmasını doğru yöntem bilerek –aksi halde, ilerletici sonuçlar çıkarmak bir yana, zaten yaşanmış olan “sen-ben” çekişmesinin sürdürülmesine hizmet edileceği ortadadır–, biz, kendimize ilişkin olanlara işaret ettik. Bu, Güçbirliği bileşenlerini hatasız varsaydığımızdan değildir. Ve, daha ileri giderek, belirtilebilir ki, 28 Mart ve Güçbirliği tartışmaları ve çalışmaları sürecinde, benzeri zaaflardan payına en azı düşenin partimiz olduğu, sanırız, tek tek Güçbirliği’nin tüm bileşenleri tarafından teslim edilecektir.
GYK’mız, bu ve benzeri zaafların; uzunca sayılabilecek tarihleri boyunca şimdiye kadar hiç bir araya gelmemiş ve hiçbir ortak çalışma yürütmemiş, hatta bunun olabilirliğini bile düşünmemiş, böyle bir birliğin kültür haline gelmesine temel olacak pratik deneye sahip olmayan bir dizi partinin ilk kez oluşturdukları bir Güçbirliği sürecinde ortaya çıkmasında şaşılacak bir yön görmemektedir. Hele farklı sınıf çıkarlarını esas alan, karşıt referanslara, tarihlere ve programatik temel farklılıklara sahip partilerin de bir araya geldikleri 28 Mart birliği düşünüldüğünde, ortaya çıkması kaçınılmaz sayılabilecek zaaflar üzerinden değil, ama olumluluklardan yaklaşıldığında, kuşkusuz karşılıklı eleştiriler ve özeleştirilerle birlikte, Güçbirliği’nin, üzerinden yürüyebileceği bir temeli az çok attığı ve bugün böyle bir temele sahip olduğu belirtilmelidir.
-GYK’mız, Güçbirliği ve seçim çalışmalarına ilişkin kavrayış yetersizlikleri, hata ve zaafların, yalnızca teknik ya da  uygulamada ortaya çıkan ve alt örgüt kademelerini ilgilendiren eksiklik ve yanlışlıklar olarak ele alınmamasının doğru olacağı düşüncesindedir. GYK’mız o görüştedir ki, bunlar, hem Partimiz ve hem de Güçbirliği’nin tüm partileri tarafından bir eğitim ve düzeltme faaliyetinin, partilerinden başlayarak, Güçbirliği’nin yenilenmiş sağlam bir temele oturtulmasının temeli edinilecek türdendirler. “Fraksiyonculuk” ya da aynı anlama gelmek üzere dar “particilik” yapılarak zaafların üstünün örtülmesi ya da “ortaklar”ın üzerine atılması yolu tutulmadan yapılacak değerlendirme ve düzeltmeler, güçlü bir Güçbirliği’ni yaratmanın koşulları arasındadır.
– Genel olarak seçime katılma platformunun belirlendiği programın oluşturulmasından sonra, yerel seçim bölgelerinde aday belirlemelerinde partiler arasında ayak oyunları, her partinin kendi adayının en öne geçmesi için girişilen manevralar, grupçuluk, kişisel çıkar kaygıları, özellikle de kazanma ihtimali olan bölgelerde devrimci ahlakla bağdaşmayan girişimler, bu seçimlerde değişik düzeylerde de olsa da Güçbirliği partilerinin hemen tümünde, bütün kademelerinde görülmüştür. Aday belirlenmesi sürecindeki tutumlar ve gösterilen olumsuzluklar, seçim süreci boyunca da; birlikte ve, ortak çalışmayı, bir muhalefet ve güç odağının dayanışma içindeki mücadelecileri olarak davranmayı engellemiştir.
– Güçbirliği içindeki SDP’nin “SHP varsa biz yokuz” tutumu, bu parti yöneticilerinin Güçbirliği dışındaki kimi mihraklara açıkça “imza ve güç verme”si, ÖDP’nin pek çok seçim bölgesinde adaylarını çekip Güçbirliği’ni açığa düşürerek CHP’yi desteklemesi, CHP ile ayrı bir güçbirliği yapması, kendi çatısı altında girmediği bölgelerde çalışmalara katılmamayı genel tutum edinmesi gibi, hiçbir şekilde birlik fikriyle bağdaşmayacak girişimlerinin, elbette ki, yukarıda sözü edilen partilerin ya da örgütlerin kavrayışı-kavrayışsızlığı, tepkili davranma, kırgınlık ifadesi gibi bir birlik içinde olabilecek “yanlışlar” kategorisini aşan tutumları, Güçbirliği’nin geleceği için ayrıca ele alınması gereken tutumlardır. Ölçek farkları dikkate alındığında genelleşmemelerine, ve bir ölçüde “yanlışlar” olarak kalmalarına karşın, bunlara, SHP’nin Ankara’nın ilçeleri, Antep ve Hatay gibi yerlerde liste vermek kendisine bırakılmışken –örneğin partimizi açmazda ve alternatifsiz bırakarak– aday göstermeyip CHP ve adaylarını işaret etmesi, pek çok yerde –Fehmi Işıklar dışta tutulursa, İzmir örneğinde olduğu gibi– “Güçbirliği” sözcüğünü bile kullanmaması, çatının farklı olduğu yerlerdeki çalışmalara ilgi göstermemesi gibi tutumları, çatı farklılığı durumunda çalışmalara katılma isteksizliği tutumuna yer yer DEHAP’ın da düşme eğilimi göstermesi, eklenmelidir.
– Güçbirliği’nin oluşum sürecinde karşılaşılan problemler, yer yer koltuk kavgası görünümü kazanan aday çekişmeleri, –en azından partimiz açısından– sosyal demokrasiyle birlikte iş yapmada (ve tersi, sosyal demokratlar açısından en azından partimizle birlikte çalışmada) ortaya çıkan, ve belirtildiği gibi, tahmin edilebilir ama asgariye indirilebilir olan sıkıntılar; Güçbirliği’nin en önemli ağırlığını oluşturan Kürt tabanın SHP’yi tanımada ve benimsemede güçlük çekmesi ve oy verme sıkıntıları, DEHAP çatısı altında daha büyük bir heyecanla seçime katılacak kesimlerin bir bölümünün gönülsüzce ve çok geç hareketlenmesi, seçim çalışmasının geç başlaması, AKP başta olmak üzere düzen partilerinin rüşvet dağıtımı, vaat yağmuru içinde gerçeğin kaybedilmesi gibi yollarla oy satın alınması… ve yerele indikçe bunlara eklenebilecek başka pek çok etken, yetersizlikler, yeteneksizlikler, elbette seçimden başarıyla çıkılamamasında rol oynamıştır. Ama, “bütün bu sıkıntıların en azından bizim tarafımızdan şikâyet edilen yanları ortadan kaldırılsaydı da; sonuç farklı olacak mıydı” sorusu akla gelebilir.
Elbette bazı farklar olabilirdi. Örneğin kaybedilen bazı yerellerde seçimler kazanılabilir; genel açıdan oy oranı da, sermaye propagandacılarının “Güçbirliği oy kaybına uğramadı” diyecekleri bir düzeye çıkarılabilirdi. Ama bu, Güçbirliği’nin sorununu çözmüş olmaz; halkın bizden beklentisi ve bizim Güçbirliği’ne biçtiğimiz misyon bakımından, bizim, “bu seçimlerden  başarıyla çıktık” dememize yetmezdi. Çünkü, 3 Kasım 2002 ve 28 Mart 2004 seçimleri birlikte değerlendirildiğinde şu veriler açıkça ortaya çıkar:
a-) Güçbirliği’nin (Blok’un) zemininin genişlemesi için çeşitli parti ve siyasi çevrelerin bir araya gelmiş olması yetmez, yetmemiştir Tersine, Güçbirliği; çeşitli emekçi kesimlerin birleştirilmesi; sadece Kürtlerin, devrimcilerin, solcuların, sosyal demokratların değil, her milliyetten halk için bir mücadele odağı olarak biçimlenmesi gereken bir odaktır. Nitekim 3 Kasım’a göre, Blok’a ÖDP ve SHP katılmıştır, ama genelde oy oranı düşmüştür. Ve elbette bu düşmenin “suçu”, yalnızca katılan partilere yıkılamaz. Aradan geçen sürede, güçbirliği yaparak 3 Kasım’da seçime giren Emek-Barış-Demokrasi Bloku’ndan, beklenenler gerçekleşmemiş; Blok, süreci, kedisini alternatif bir güç odağı olarak inşa etmek; emek ve demokrasi mücadelesine bir taraf olarak katılmak, gidişata müdahale etmek yerine, kendisiyle ilgili sorunlarla boğuşmakla geçirmiştir. Ama bundan daha da önemlisi; geçen süre içinde, halk yığınları açısından onlara güven veren, “bu güç odağına katılırsam demokratik haklarım artar, özgürlükler genişler, sendikal mücadelem, ekmek mücadelem, özgürlük mücadelem güçlenir” fikrini oluşturup geliştirecek bir çaba, bir inisiyatif gösterememiş; en iyimser değerlendirmeyle, sermaye güçlerinin ortaya koyduğu “çözümler”e orasından burasından itiraz eden, kutlamalar, anmalar, protestolarla güç gösterisi yapan bir tutumu aşamamıştır. Oysa Blok, mevcut güçleriyle bile, 3 Kasım seçimleriyle, Meclis dışındaki en geniş kesimlerin sözcülüğünü üstlenebileceği bir pozisyon elde ettiği gibi, ülkenin en dinamik güçlerinin temsilcisi olarak da, çok önemli bir rol oynama potansiyeline sahipti. Bu pozisyona sahip tek güç merkeziydi. Kendisini muhalefet merkezi olarak inşa etme ve örgütleme, ve bunun zorunlu koşulu olarak, mücadele eğilimi gösteren ve bloğun açacağı kanaldan bu eğilimi göstermesini kolaylaştıracağı işçi ve emekçilerin, Türkler ve Kürtlerin, halkın taleplerini sahiplenip eylemleri içinde ve önünde, destekçisi ve örgütçüsü olarak inisiyatif alma tutumunu geliştirmesinin koşulları fazlasıyla vardı. Bu, olanaklıydı ve halk hareketinin önünün açılması ve gelişmesi ile birlikte bir muhalefet odağı olarak Blok’un da gelişip güçlenmesi ve 28 Mart’ı farklı bir pozisyonda karşılaması anlamına gelir, bu durumda yeni katılımların sağlayacağı etki de büyürdü. Ancak halkın taleplerine sahip çıkılması ve “aşağıdan” mücadelenin kucaklanmasının (sendikalar, kitle örgütleri vb. gibi örgütlü kesimlerin katılımı ve henüz örgütlenmemiş kesimlerin Blok tarafından mücadeleye çekilmesinin) sağlayacağı olanaklar ve genişliğin önemi anlaşılamayıp, sadece yeni parti katılımlarıyla “genişleme”ye sabitlenilerek “genişleme” sorunu doğru çözümlenemediği gibi, böyle bir temel yaratılamadığından, 6 partinin güçbirliğinden de beklenen verim sağlanamadı.
b-) Blok’a ÖDP ve SHP’nin katılımı ve oluşan Güçbirliği’nin açtığı yerel seçim platformu; işsizlik, yoksulluk ve açlığın pençesindeki geniş emekçi yığınlar için etrafında birleşerek sorunlarını aşabilecekleri bir merkez görünümü ortaya koyamamıştır. Bunun doğal sonucu olarak da, yerel seçimlerde yerel sermaye odakları ve “kasaba politikacıları”nın yedekleme alışkanlığı üstünden, AKP başta olmak üzere, sistem partileri, kendi bildikleri, uzmanı ve alışkın oldukları kulvarda yarışarak, halkı kendi partilerinin arkasına yedekleyebilmişlerdir. Çünkü; bugün ekmek bulmakta zorlanan, hemen yarın işe girmek için suyun başında bir tanıdığının olmasını isteyenler, yarın küçük bir erzak çantasına sahip olmayı bile önemli kazanç görecek kadar çaresiz durumda olanlar, kendi çevresiyle, cemaatle iyi geçinmeyi tek güvencesi olarak görenlerin varlığı ve çözümsüzlüğü, bu kendi haline terkedilmişlik ve çözümsüzlüğün giderilememesi, bunun için gerekli koşulların yaratılamaması, örneğin bir önceki paragrafta üzerinde durulan alternatif mücadele odağının merkezinde olduğu bir toplumsal mücadelenin, ezilenlere yeni bir “ufuk” açıp, dayanağı, pratikte birleşmekte olan halk ve gelişmekte olan mücadelesinin kendisi olan bir çözüm kapısı göstererek yaratılacak umut ve tümünün sağlayacağı moral ve motivasyondan yoksunluğun boşluğu, her biri, kendi başına belki önemli görünmeyen, ama tümü insanları düzene bağlayan, onları düzen partilerine doğru sürükleyen bağcıklar, yerel seçimlerde oy dağılımının belirlenmesinde önemli role sahip olmuştur.
– Blok ve Demokratik Güçbirliği’nin aldığı oylar kıyaslandığında; Güçbirliği oylarındaki düşüşü açıklamak üzere; seçimin yerel olması, çatı partilerinin farklı farklı olmasından gelen oy verme güçlükleri, Kürt kökenli seçmenlerin DEHAP çatısı altında daha atak olmaları gibi nedenler söylenebilirse de; soruna daha yakından bakıldığında görülür ki, hem genelde hem de bölgede 3 Kasım’a göre oy kayması vardır. Genelde istisnalar dışında düşüş yaşanmıştır. Bölgede bazı illerde yükselişler olsa bile, oran ve mutlak rakam olarak düşüşler de görülmektedir. Her ne kadar oy sayısında ciddi bir azalma gözlenmese de, belirli istisnalarla, oy oranında azalma ve sermaye partilerine ve özellikle AKP’ye oy kaydığı bir gerçektir. Bunun ana nedeni ise; DEHAP’ın tabanı olarak şekillenen birliğin 1980’ler ve 1990’lı yıllardaki mücadelelerin üstünde, Kürtlerin ulusal hakları vb. “kimlik mücadelesi” temelinde oluşan saflaşmanın; bugün gelinen aşamada; geniş emekçi yığınların, Kürt yoksullarının iş, ekmek, daha iyi yaşam ve çalışma, sosyal yaşamın zenginleştirilmesi, daha iyi hizmet, daha iyi kentlerde oturma isteğine, yalnızca kendi başına, yeterli yanıt vermediğidir. Dolayısıyla bu, yığınların bir bölümünü, iktidar partisi AKP ile uzlaşarak, oylarını onlara vererek bir uzlaşma yapmaya yöneltmiştir. Bu durum bölgede hissedilmektedir, ama büyük kentlerde, son 10-20 yıl içinde varoşlara yerleşmiş halk içinde daha belirgin bir biçimde gözlenmektedir. 3 Kasım seçimlerinde Blok mitinglerindeki olağanüstü coşku ve kitleselliğin seçimlerde oy olarak realize olmamasının arkasında da, seçmen kütükleri sorunu vb.’nin yanı sıra ve ondan daha çok bu vardı. Kürt olarak DEHAP’a onun mitinglerine coşkulu katılım sağlayan yığınlar, yarınki talepleri için sistem partileriyle pazarlık yapıp onlara oy vermişlerdir.
– Buradan çıkarılması gereken sonuç, “kimlik” talebinden vazgeçmek olamaz. Kürt sorunu çözülmedikçe, bu talep olacak ve önemini koruyacaktır. Ancak giderek daha çok, kimlik talebinin, iş, aş ve daha iyi ve insanca yaşam talepleriyle birleştirilmesi, ve ikisinin birlikte, mücadelenin temeli edinilmesi zorunluluğu büyümektedir. Bu, DEHAP etrafında gerçekleşen birliğin; Kürt emekçilerin daha iyi ve daha insanca bir yaşam taleplerini de kapsayarak, daha geniş kesimleri birleştirecek biçimde yenilenemezse, eski birliğin de sıkıntıya girmeye başlamasıyla, giderek daha da kan kaybedeceğinin işaretidir. Bu yüzden; Güçbirliği’nin sorunu, sadece şu çevrenin katılımı, bunun da onlara eklenmesi ile değil, bundan da önemlisi; şu anda Güçbirliği’nin hâlâ en dinamik güç kaynağı ve gerçek muhalefet odağı olabilme pozisyonu açısından önem taşıyan kitle desteğinin birliğinin yenilenmesidir.
Bunun nasıl yapılacağı ise bellidir: Emekçi yığınların daha iyi yaşama, daha iyi çalışma koşulları, eğitim ve sağlık hizmetlerinin çağın imkânlarının elverdiği düzeye çıkarılması, insanca yaşam koşullarının sağlanması taleplerinin, kimlik talebinin yanı sıra, öne çıkarılmasıdır.
Dolayısıyla, iki seçimin sonuçları; bugüne kadar Blok’u ve Güçbirliği’ni adeta bloke eden; emekçilerin taleplerinin nasıl ele alınacağı sorununun bir açıklığa kavuşturulmasını dayatmaktadır. Çünkü; Kürt emekçilerin iş, aş ve insanca yaşamaya ilişkin taleplerini de mücadelenin talepleri arasına kattığımızda; artık “Kopenhag siyasi kriterleri” demekle yetinilemez. Çünkü bu durumda, Kopenhag siyasi kriterlerinin yanı sıra “Kopenhag’ın Ekonomik Kriterleri” hakkında da karar vermek gerekmektedir. Yani; “biraz öyle biraz böyle” tutumuyla “idare etme” yoluna girilmeyip, etkili, dolayısıyla ikna edici olmak zorunda olan, öyleyse, işçi ve emekçiler, halk için açık ve net talep ve görüşlere, bunlara dayalı anlaşılır ve sürükleyici bir platforma (programa) sahip, iktidarı amaçlayan alternatif bir muhalefet odağının yaratılabilmesi için; piyasa, mal ve hizmet üretimi ve dağıtımının piyasalaştırılması, ticaretin serbestleştirilmesi ilkesine “hayır” dendiğinin açıkça ilan edilmesi gerekecektir. Yine eğer emekçilerin hakları, talepleri de Güçbirliği’nin mücadelesinin dayanaklarından olacaksa; örneğin Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Yerel Yönetimler Kanunu ya da Devlet Personel Rejimi Kanunu için, Güçbirliği ve onun saflarına katılanlar; “Bunlar statükoya zarar verir, yerelleşmeyi geliştirir, öyleyse iyidir” deyip geçemezler. Çünkü bu kanunlar statükoyu tahrip ederken, aslında yeni bir statü de kurmakta, egemenlerin düzenini güçlendiren bir statü için temel yapılmaktadırlar. Ama bunun da ötesinde, bu kanunlar, kamuda çalışan tüm emekçilerin haklarını ortadan kaldırmakta, ve nihayet, eğitimden sağlığa, yerel yönetim hizmetlerinden sosyal güvenliğe, tüm hizmetleri, piyasa malına dönüştürüp paralı hale getirmektedir. Bu ise, Güçbirliği’ni dolaysız bir biçimde ilgilendirir. Yine özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, iş ve sendika yasalarının değiştirilmesi sorunu, Güçbirliği’nin temel önemde sorunu olmak durumundadır. Bu durumda Güçbirliği; sistemin yeniden yapılandırılması yasaları başta olmak üzere; emek mücadelesinin talepleri uğruna mücadelede, köylülüğün istekleri, tarımın yeniden yapılanması ve bu alanın uluslararası tekellerin eline geçmesinin önlenmesi mücadelesi gibi pek çok konuda, mücadelenin başına geçmeyi göze almak durumundadır. Ve elbette, sorun bu kapsamda ele alınınca; AB’ciliğin, liberalizmin savunuculuğunun bir yana bırakılması gerekecektir. Zaten AB’ciliği, liberalizmi savunan rafine AB’ciler, rafine liberaller çoktur. Ve açıktır ki, AB’cilikte, IMF ve DB’nın da kurucu üyesi olan AB’nin tüm iktisadi norm ve dayatmalarını hareket noktası edinen ve “terörizm” konsepti ve suçlaması dahil siyasal dayatmalarını da hayata geçirmekte olan AKP (ve kuşkusuz diğer düzen partileriyle de) yarışılamaz; böyle bir yarışmaya girilemeyeceği gibi, bunda başarılı da olunamaz. Yine bu durumda, NATO’ya, BOP’a, Irak’ın işgaline, Kuzey Irak’a, Kıbrıs’a dair söylenecek söz gerekecektir. Aynı zamanda, Güçbirliği’ni, “solcuların birliği”nden daha geniş bir yelpazeye açmak gerekecek ve bu tür bir birlik fikriyle yürünemeyeceği anlaşılacaktır. Ve Güçbirliği’nin açılım yapması bakımından, liberal kalıntılarla, tek başına ayakta kalma gücünü yitirmiş kimi çevrelerle yapılacak bir birliktelikten değil, on milyonlarca emekçiyi içine almayı olanaklı kılacak biçimde savunacağı talepleri ve platformunu belirlemiş bir birlikten, Güçbirliği’nin bu tarz bir genişlemesinden söz etmek gerekecektir.
Bu yüzdendir ki; seçim sonuçlarını bu açıdan değerlendirmek bir zorunluluktur. Her yeni adım, yeni bir saflaşmayı, eskiden birlikte olanların yeni koşullarda pozisyonlarını yenilemelerini, eskiden birlik içinde olmayanları da kapsamayı, eskiden birliğin içinde olan bazılarının da dışlanmasını zorlar. Önce 3 Kasım seçimi, sonra da 28 Mart seçimi, yeni bir saflaşmayı zorlamaktadır. Bunun ilk adımı da, Güçbirliği’nin siyasi platformunun zemininin, emek mücadelesinin, işçilerin, köylülerin, emeklilerin, kadınların, gençlerin, kır ve kentin yoksul emekçilerinin taleplerini kapsayacak biçimde genişletilmesidir. Seçim sonuçları, her şeyden daha çok, bunun zorunlu hale geldiğini göstermektedir.
– Elbette ki, talep yelpazesinin tüm halk kesimlerini kapsayacak biçimde genişletilmesi; hem Güçbirliği’nin kitlesel dayanaklarının genişletilmesinin hem de Güçbirliği’nin Kürt ve Türk emekçilerinin ortak mücadele mihrakı olmasının ön koşulu olması bakımından hayatidir. Ancak aynı zamanda, bu; yığınların örgütlenmesini, dişinden tırnağına silahlı, elindeki devasa medya gücüyle savaşın her yolu ve yöntemiyle halk yığınlarına her gün yeniden saldırıp onları yeniden saf almaya zorlayan sermaye güçlerine karşı mücadele edecek bir sağlamlık düzeyine çıkarmak, sendikalar başta olmak üzere tüm emek örgütlerini yeniden yapılandıracak bir örgütlenme ve mücadele hattında birleştirmek; işçiler, kamu emekçileri, gençlik, köylülük, emekliler ve öteki tüm toplumsal kesimler içindeki Güçbirliği partilerinin somut olanaklarını bu amaçla birleştirip seferber etmek anlamına gelmektedir. Çünkü, ancak böyle bir yöneliş; arayış içindeki emekçiler için, Güçbirliği’ni, ipine sarılmak gereken bir mücadele mihrakı haline getirecek; en acil talepleri için, iktidar partisiyle, sermayenin güç odaklarıyla uzlaşma eğilimine giren emekçi kesimleri, kendi güçlerine güvenmeye yöneltecek, taleplerini kendileri gibi yoksullarla, emekçilerle birleşerek, kendi güçlerine güvenerek elde etme isteğini yeniden uyaracaktır.
*        *        *
GYK’mız Güçbirliği içindeki çalışmanın yanı sıra; EMEP’in 28 Mart seçim taktiği ve bu taktik doğrultusunda yürüttüğü faaliyeti de değerlendirerek, merkez örgütlerinin yanı sıra tüm il, ilçe ve belde örgütleriyle birimlerde faaliyet gösteren parti örgütlerini, parti GYK’mızın Eylül kararları doğrultusunda çalışmalarını değerlendirmeye çağırmıştır. Bu amaçla; Eylül 2003’te alınan şu kararlara dikkat çekilmiştir. 
2003 Eylül’ünde GYK’ya sunulan ve onaylanan raporda* partimizin yerel seçimlerden beklentisi özetle şöyle ifade edilmişti:
İlk olarak; birinci koşulu, “emekçilerle sermaye partilerinin karşı karşıya gelmesi, sermaye partileri karşısında birleşen emekçilerin adaylarıyla sermayenin adaylarını ayırması” olduğu belirtilen “belirlenmiş bazı yerlerde, seçimi kazanarak partili ya da partimizin desteklediği adayların yerel yönetim mekanizmasında mevzilenmesi”. “Bazı önemli işçi havzalarında işçi hareketinin taleplerinden çıkarak ya da az çok siyasi birikimin olduğu alanlarda partili adayların ve partiyle ittifak içindeki güçlerin (belediye başkanlığı, belediye meclisi üyeliği, iller idaresi üyeliği, muhtarlık vb. gibi) kazanması için çalışmak.”
İkinci olarak; parti örgütü ve çalışmasının yerelleşmesini ve kalıcı temeller edinmesini sağlamak, “partili olmayan çevreler ve yörede saygınlığı olan kişiler ve kurumlarla ortak iş yapan, onların üyeleriyle ortak örgütler kuran bir pozisyona ilerlemek”, “yerel seçim sürecini, partimizin yerel ilişkilerinin güçlendiği, yörenin koşullarından mücadele için yararlanmasını öğrendiği bir süreç olarak değerlendirmek.”
Ve üçüncü olarak; “halkın iktidar mücadelesi için bir iktidar seçeneği yaratmak”; “yerel seçim duyarlılığını ve yarattığı imkânları; bağımsız ve demokratik Türkiye mücadelesi ve bu mücadelenin siyasi odağı olacak bir “cephe”yi oluşturma süreci olarak değerlendirmek.”
Partimiz yerel seçim sürecinin resmen başlamasından çok önce belirlediği bu amaçlara uygun olarak; seçimlere katılma biçimi, adayların belirlenmesi ve seçime katılmalarının nasıl olması gerektiği konusunda görüşünü ortaya koymuştu.
Buna göre;
1-) Her seçim bölgesinden emek örgütleri, sendika, yöre derneği gibi kitle örgütlerinin temsilcileri, muhtar, halk indinde itibar sahibi olan kişiler, aydın ve demokrat çevrelerin sözcüleri bir araya gelerek kendi adaylarını belirlemelidir.
2-) Partiler, elbette Güçbirliği partileri, halkın temsilcilerinin belirlediği bu adayları desteklemelidir.
3-) Adayları belirleyen halk temsilcileri, aynı zamanda, o seçim bölgesinde hangi partiden seçimlere girilmesi gerektiğini de belirlemeli, tüm partiler de bu karara saygı göstererek, desteklerini belirlenen parti çevresinde sürdürmelidir.
4-) Yerel platformlar önemsenmeden, belirli bir partinin, ülke ölçeğinde “çatı partisi” olarak öngörülmesi, doğru olmadığı gibi, seçimin yerel niteliğine de hiç uygun değildir.
Kuşkusuz ki, bu işlerin kendiliğinden böyle olacağını ya da her yerel seçim bölgesinde bu çizilen ideal tabloya tamamen uyan biçimler çıkmasını beklemek, aşırı idealizm olurdu. Bunun içindir ki, öncelikle parti örgütlerimize bu çağrı yapılmış; nitekim bu doğrultuda, Adana, Ümraniye gibi bazı merkezlerde sayıları yüzü geçen örgüt ve muhtarlıkları temsil eden yüzlerce kişi bir araya gelerek, kendi adaylarını belirleyip seçimlere böylesi bir güçbirliği ile katılacaklarını ilan etmişlerdir. Aliağa’da ise, özelleştirmeye karşı verilen mücadele üstünden petrol işçileri etrafında toplanan partilerin yerel yöneticileri, sendikalar ve dernekler bir araya gelerek, seçimlere, özelleştirmeye karşı mücadele eden adaylar etrafında birleşerek katılacaklarını açıklamışlardır. Benzer örnekler, pek çok il ve ilçede hızla ortaya çıkmaya başlamıştır. Ama bu aşamadan itibaren, düzen partileri, bu örgüt ve çevreler içindeki adamlarını, ortaya çıkan birlikleri ve bunlarda temsil edilen halk tepkisini kendi yedeklerine almak için harekete geçirmiş, özellikle sendikalardaki uzlaşmacı, CHP etkisindeki yöneticiler, kimi yöre derneği yöneticileri, bu hareketi CHP’ye kanalize etmeye çalışırken, başka bazı parti yöneticileri de “partiler adaylarını belirlesin, kendi aralarında birleşsin, bu kitle örgütü temsilcileri de onları destekleme kararı alsın” diyerek; bu bileşimin, hızla “solcuların birliğine yönelmesi” için kışkırtmalara girişmişlerdir. Böylece; emekçilere yapılmış “Kendi adaylarını çıkarıp onları destekle” çağrısı, hızla, “Bizim partinin çıkaracağı adayı destekle” biçimindeki geleneksel çağrıya dönüşmüştür. Ve daha ilk adımlardan itibaren, yapılan bu baltalamalarla oluşan birlikler dağılma sürecine girmiş; bizim örgütlerimiz de, fazlaca bir çaba göstermeden, dayatılan “solcuların birliği” tarzını kabule dönmüşler; sadece, adayların ve hangi partiden seçime girileceğinin belirlenmesinin yerel platformlarda olması üzerinde ısrarlarını sürdürmüşlerdir. Bu aşamadan itibaren, partimiz; hiç olmazsa, yerel güçlerin daha inisiyatifli olması, aday çekişmesinin, partiler arasında “kim çatı olacak” gibi konularda çıkabilecek gereksiz sürtüşmelerin aşılmasını amaçlamıştır. Ancak Güçbirliği partilerinin çoğunluğunun “adayları” ve “çatı”yı merkezden belirleme baskısıyla bu girişim de sönmüş, ve sonuçta, yerel platformlar daralarak, Güçbirliği partileriyle sınırlı kalmıştır.
Şimdi bütün bunlardan sonra söylenebilir ki; partimizin öne sürdüğü biçim yeterince anlaşılmamış, düzen partilerinin uzantıları tarafından provoke edilmiş ve Güçbirliği partilerinin desteğini de sağlayamadığı için, güçlü yerel dayanaklarla daha ileri sonuçlar elde edilebilecek bir seçimde geriye düşülmüştür. Kuşkusuz ki, burada asıl dikkat çekmemiz gereken sorun, partimizin yerel örgütlerinin de; öne sürülen kapsayıcı yerel platformların öne çıkarılması taktiğinin başarısı için müdahaleleri yerinde ve zamanında yapamaması, çoğu zaman ve çoğu yerde de inisiyatifi sendikal çevrelere ve düzen partilerinin “iyi niyetli” gördüğü unsurlarına bırakarak, onların sabotelerine fırsat tanımış olmasıdır.
GYK’mız, asıl olarak sürece müdahalemizdeki yanlışları ve yetersizlikleri de tartışarak, buradan dersler çıkarılmasını ve yerel örgütlerimizin kendi alanlarındaki çalışmalarında ortaya çıkan sorunlardan gerekli dersleri çıkarma konusunda tüm örgütlerimize çağrı yapmıştır.
– Yerel seçimlerde, partimizin önemli dersler çıkaracağı bir süreçten geçtiği tespitini yapan GYK’mız; her seçim çevresindeki yerel parti örgütlerimizin kendi çalışmasının dersleri üzerinden parti içi eğitimin sürdürülmesi gerektiğine dikkat çekerken, olumlu ve olumsuz dersleriyle, en azından Kıraç (SHP çatısı ve varoş ortasında bir işçi merkezi, partimizin de son iki yıldır ağırlık verdiği bir işçi bölgesi), Çiğli (EMEP çatısı ve Organize Sanayi Bölgesi ve az çok orta sınıfların da yer aldığı bir seçim bölgesi), Burhaniye (SHP çatısı ve orta sınıf yoğun bir kıyı-turizm kentinde çalışma), Tunceli (bölgede SHP çatısı altında bir çalışma) gibi dört başlıca bölgede yapılacak ayrıntılı bir değerlendirmenin üzerinden yerel seçimden çıkarılan deneyimin sonuçlarının partimize mal edilmesi kararı almıştır. Bu bölgelere ek olarak, GYK’mız, Eskişehir’de cam işçilerinin seçimlere katılımı ve bunun yarattığı sonuçlar, Uşak’ta yine dokuma işçilerinin, adayları ile EMEP’le kurdukları ilişki gibi özel deneylerin de, parti örgütümüze mal edilmesi için gerekenlerin yapılmasını kararlaştırmıştır.
*        *        *
28 Mart 2004 seçimlerini, sermaye güçleri, AKP eliyle yürüttükleri halk düşmanı politikaların onaylandığını iddia ederek; halka, emekçilere yönelik sermaye saldırısını daha büyük bir karalılıkla sürdürmek için eskisinden daha büyük bir balyoz olarak kullanmayı planlamaktadır. Sermaye, seçimi, AKP’nin gücünü mümkün olduğunca büyüttüğü bir manivela olarak kullanmıştır. Emek örgütleri, sendikalar ve en önemlisi de, Güçbirliği, bu gerçeği fark etmek; bu saldırıyı püskürtecek sağlamlıkta bir “mücadele hattı oluşturmak” ve buna uygun bir örgütlenmeyi de yaratmak üzere hareket etmek durumundadırlar.
Partimiz, böyle bir mücadelenin oluşturulması için, Güçbirliği içinde ve tüm öteki alanlarda var gücüyle çalışacaktır. Ancak partimizin misyonunun; “Güçbirliği hele adım atsın biz de onu destekleriz” denmesi anlamına gelmediğine, böyle bir tutumla bağdaşamayacağına dikkat çeken GYK’mız; partimizin, sermaye saldırılarına karşı, her iş ve hizmet biriminde, her sendikal mevzide, yaşamın her alanında bir “sathı müdafaa” yapacağına, ortak mücadele hattının da zaten bu birer birer işyerleri, işkolları, bölgeler üstünden genelleşip cepheleşeceğine bir kez daha vurgu yapmıştır.

Büyük Ortadoğu Projesi ya da paylaşımın yeni adı

ABD tarafından ortaya atılan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi), hemen hemen son aylarda üzerinde en fazla tartışılan uluslararası politika konusu oldu. Bugün olup bitene bakıldığında, BOP’a yönelik ilginin ve tartışmanın her geçen gün artacağını öngörmek gerekmektedir. Çünkü Ortadoğu’yu, çevresini ve İslam dünyasını yeniden yapılandırma iddiasındaki bu ”projenin”, önümüzdeki birkaç on yıla damgasını vurması bekleniyor.
Bunun da ötesinde; Afganistan, Irak işgal edildi, Libya hizaya sokuldu, Suriye ve İran sürekli tehdit altında, Azerbaycan ve Gürcistan’da Amerikancı yönetimler işbaşına getirildi, Orta Asya’da ABD üsleri kuruluyor vb.. Bütün bunlar, ”proje” değil gerçek, ve ABD zaten işbaşında.
Öte yandan, ABD, Haziran ayı sonunda İstanbul’da yapılacak NATO Zirvesi’nde projeye ilişkin önerilerini –dayatmalarını– gündeme getirecek. Daha önce G-8’lerin toplantısı var, ve BOP’un, ABD tarafından, burada da gündeme getirileceği biliniyor. “Yemek”, muhtemelen G-8’lerin toplantısında pişirilecek ve NATO toplantısında “servis” yapılacak.
Bütün bunları dikkate alarak, BOP’u, hiç olmazsa ana çizgileri ile de olsa irdelemek gerekiyor. Üzerinde bu kadar tartışılan BOP nedir, ABD bu projeyi ortaya atmakla neyi amaçlamakta, dünya halklarını nasıl bir girdabın içine çekmeye çalışmaktadır? Dahası bu ABD projesi çerçevesinde Türkiye’ye nasıl bir rol biçilmektedir?

BOP NEDİR VE HANGİ AMACI GÜTMEKTEDİR?
BOP nedir sorusunu ortaya atarken, şimdilik, bununla, sahiplerinin projeyi açıklarken verdikleri tarifi kastediyoruz. ABD ve onun stratejik çıkarlarını savunan kurum ve kişiler, bu projeyi nasıl açıklıyorlar, hangi ambalaj içerisinde dünya kamuoyuna takdim ediyorlar?
Öncelikle, projenin ortaya attığı ”Büyük Ortadoğu” neresidir sorusunu yanıtlamak gerekiyor. BOP’u ortaya atanlar, bu soruyu, “bir taraftan Cebelitarık Boğazı’ndan –Fas’tan– başlayarak, Batı Afrika, Akdeniz kıyısındaki Kuzey Afrika ülkeleri, tüm Ortadoğu ve İsrail, Türkiye ve Hindistan sınırına kadar olan bölge, diğer taraftan Kafkaslar ve tüm Orta Asya’dan, Çin Seddi’ne kadar olan bölge” olarak yanıtlıyorlar. Bütün bu alanın merkezinde ise, kolayca tahmin edilebileceği gibi, Ortadoğu’nun petrol bölgesi bulunuyor. Projenin kalbinin attığı yerin Ortadoğu olduğunun altını kalınca çizmek gerekiyor. Projenin coğrafyası böyle. Peki ama, bu projeye neden gerek duyuluyor?
BOP, ABD emperyalizminin ideologları tarafından, “yüzyılın medeniyet ve uygarlık projesi” olarak takdim ediliyor ve savunuluyor. Peki, ama neden, bu bölge seçiliyor ve tüm hesaplar bu bölge üzerine yapılıyor? Bunun yanıtı da şöyle veriliyor: ABD’ye göre, Ortadoğu bölgesi, ‘uluslararası terörizmin ekildiği ve üretildiği’ esas alandır. Tüm dünyanın güvenliği açısından, bu alan içindeki bütün ülkelerin demokratik bir siyasi sisteme ve piyasa ekonomisine kavuşturulması gereklidir. Bu gereklilik, bölge halklarının istemlerine bırakılamaz. Gerektiğinde güç kullanılarak, bu ‘düzen sağlanmalıdır’.*
Demek ki, isim babaları, BOP’u, ”uluslararası terörizme karşı” bir mücadele ve uygarlık projesi olarak adlandırıyorlar; ve 22 ülkeyi kapsayan projenin, bu bölgeye siyasi olarak demokrasiyi, ekonomik olarak da liberalizmi getirerek, bu soruna –terörizm– kökten bir çözüm bulacaklarını ya da onun üzerinde sıkı bir kontrol kurabileceklerini ileri sürüyorlar. Buradan, ABD ve bazı diğer emperyalist devletlerin, terörizmin panzehiri olarak ”serbest piyasa ekonomisini” gördüklerini anlıyoruz! Yani işsizlik, yoksulluk ve geleceksizliği sürekli üreterek, kitleler arasında kapitalist tekellere ve emperyalist büyük devletlere karşı öfke ve nefreti her geçen gün daha fazla körükleyen sistemi! Siyasi demokrasi ise, sözde reformlar ve modernizm adına, “akıllı” bombalar ve diğer kitle imha silahlarıyla halklara dayatılan “kol-bacak koparan demokrasi” olarak, bu bulamacın sosu oluyor ve ortaya bu yüzyılın ”harikası” çıkıyor.
Projeyi ortaya atan ABD, böylece, bol pembe rengin kullanıldığı bir ”büyük Ortadoğu” tablosu çiziyor ve tüm ”uygar uluslar”dan bu projeye katkı beklediğini ilan ediyor. Kadınlar özgürleşecek, demokrasi ve piyasa ekonomisi gelişecek, bölgede barış ve refah hüküm sürecek, insanlık terörizm belasından kurtulacak, kitle imha silahları tehlikesi ortadan kalkacak vb. vb.! Kan, gözyaşı, işgal, savaş, terör vb.den başını kaldıramayan –üstelik bu belalarla, neredeyse yalnızca ABD’nin “projeleri” ve “demokrasi aşkı” adına yüz yüze kalan– insanlık için, daha iyisini bulmak oldukça zor olacak! Burada, belki şunları yeniden hatırlamak yerinde olacak: Biz bu lafları, “Yeni Dünya Düzeni” safsatalarının pazarlanmasında da çok duymuştuk. Ama ne oldu da dünyanın çivisi çıktı!
Gerçekte ABD’nin amacı ne?
Büyük Ortadoğu Projesi birden bire ortaya çıkmadı. ABD, Doğu Bloku’nun yıkılmasının ardından, zaferin asıl sahibi olarak; tek süper güç olmanın avantajlarını kullanarak, egemenliğini kalıcılaştırma ve yaygınlaştırmaya, dünyanın, kendisi ile rekabet edilemeyecek ve boy ölçüşülemeyecek tek emperyalist gücü olmaya, ”imparatorluğunu” kurmaya yöneldi. ABD, tek süper güç olarak, Başkanı Bush’un sözleri ile, “21. yüzyılı, Amerikan yüzyılı” yapmaya koyuldu. Bush, ”Tarihin geri kalanı”nı ABD’nin yazacağını ilan ediyordu. Bu amaçla, ABD, Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni ilan etti. Bu doktrin başlıca 4 temel hedefe yönelikti:
1. ABD askeri gücünün, nükleer silah kullanma ve rejim değiştirme dahil, “hedef ülkelerin, tehdit yeteneği kazanmadan vurulması” esasına göre kullanılması,
2. Herhangi bir uluslararası anlaşma veya uluslararası örgütün Washington’un kararlarını sınırlamasının reddi,
3. Herhangi bir stratejik rakibin (ekonomik veya askeri) ortaya çıkışının engellenmesi,
4. ABD’nin siyasi çıkarları bağlamında, askeri ve siyasi gücünün, açık bir şekilde ortaya konması ve kullanılması.**
Bu doktrin; gerici ve saldırgan emperyalist amaçlarını açıkça ilan eden ABD’nin; geçmişte de bolca başvurduğu müdahale ve işgalleri –Afganistan ve Irak’a saldırısı ve işgali, Latin ve Orta Amerika’daki müdahale ve işgalleri–, bundan sonra daha pervasızca uygulayacağının bir kez daha ilan edilmesi anlamına geliyordu. Enerji ve uluslararası geçiş yollarının merkezi olan Ortadoğu’nun, ABD’nin stratejik planları içerisinde merkezi bir yer tutmaması ise, düşünülemezdi bile. ABD’nin, Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını, Hazar havzasını, enerjinin geçiş yollarını tam bir kontrol ve denetim altına almadan dünya hakimiyetini sürdürmesi, ”doktrini” uygulayabilmesi olanaksızdır. Hem diğer emperyalistlerin gırtlağına basmak hem de bölgedeki halkların hareketini ezmek için, bölgeye egemen olmak gerekiyor, ve, ABD’nin büyük Ortadoğu projesi ile yapmak istediği işin özünü de, aslında, bu oluşturuyor. Ancak bu emperyalist amaç; uluslararası terörizmi önlemek, bölgeyi kitle imha silahlarından arındırmak, demokrasi getirmek vb. türünden bir ambalajla takdim edilmektedir.
Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı William J. Burns, Kasım 2003’teki konuşmasında, doğrudan proje ile ilgili olarak, şunları söylemektedir:
”Büyük Ortadoğu Projesi dört ana hattan oluşur. a) Irak’ın stabıl (istikrarlı- A.Y.) hale getirilmesi ve demokratik bir yapının tutturulması, b) İsrail Filistin uyuşmazlığı, c) Terör ve kimyasal silah tehdidinin giderilmesi, d) Bölge ülkelerini ekonomik ve politik desteklemek.”
Aşağı yukarı az önce yukarıda çizilen pembe tabloya uyan bir tarif! Ancak bu sözlerin ve yukarıda ilan edilen pembe görüntülü BOP tablosunun üzerini kazımak, tablonun altında saklı olan asıl resmi ortaya çıkarmaya devam etmek gerekiyor. Bunu yapmaya giriştiğimizde, ortaya çıkan görüntü hemen hemen şöyledir:
Enerji ve petrolün büyük devletler arasındaki mücadelede stratejik bir öneme sahip olduğunu biliyoruz. Bu önem, petrolün ve diğer enerji kaynaklarının salt parasal değerinden kaynaklanmıyor. Asıl ve belirleyici olan, bu stratejik maddelerden yoksun olan güçlerin adeta ”kıpırdayamaz” duruma gelecek olmalarıdır. Bu, sadece savaş makinelerinin stop etmesi değil, uygar günlük yaşamı sürdürmede de büyük ve içinden çıkılamaz güçlüklerle karşı karşıya kalmaları anlamına geliyor. Yakın dönemde bu enerji kaynaklarının yerine kullanılabilecek farklı kaynakların bulunabileceklerine dair bir belirtinin ortada görünmemesi ise, petrol ve doğalgazın ve bunların deposu olan bölgenin önemini büyütmektedir.
Petrole ilişkin olarak, bizzat ABD uzmanlarının yaptıkları hesaplamalara göre; dünya petrol ihtiyacı, 2030 yılına kadar, her yıl yüzde 1.6 oranında artarak, günde 75 milyon varilden 120 milyon varile yükselecektir. ABD, 2020 yılında, ithal edilecek petrol için yıllık 150 milyar dolar ödemek zorunda kalacaktır. Bu tarihe kadar, Çin’in petrol ithalatı yüzde yüz artarken, Avrupa ülkeleri ise, petrol ihtiyaçlarının yüzde 92’sini ithal etmek zorunda olacaklardır. Küresel petrol ihtiyacını karşılayacak en önemli kaynak Ortadoğu olacaktır.
Dünyanın kanıtlanmış petrol rezervlerinin yüzde 66’sı Ortadoğu’dadır. 2020 yılında Ortadoğu ülkelerinin, dünya petrol ihracatının yüzde 46’sını karşılayacağı hesaplanmaktadır.
Ortadoğu’nun petrol rezervleri; yüzde 36 ile Suudi Arabistan’da, yüzde 16 ile Irak’ta, yüzde 13 ile İran’da, yüzde 14 ile Birleşik Arap Emirlikleri’nde ve yüzde 13 ile Kuveyt’te yoğunlaşmıştır. Ayrıca, dünyanın kanıtlanmış doğalgaz rezervlerinin yüzde 34’ü de Ortadoğu’dadır.*** “Proje”yle Ortadoğu “büyütüldüğü”ne göre, bunlara Orta Asya’nın zengin enerji kaynaklarını ve madenlerini, Hazar havzasını da dahil etmek gerekiyor ki, Ortadoğu, ABD’nin siyasal-stratejik amaçlarının yanı sıra bu nedenle “projelendirilip” “büyütülmekte”dir.
Yukarıdaki tablo sanırız yeterince açık ve ikna edicidir. Petrol ve enerji kaynaklarını, bunların geçiş yollarını elinde bulunduran güç, diğer güçlere karşı tartışmasız bir üstünlük kazanmakta, onları hizaya getirmenin, gerekirse teslim almanın olanaklarını elinde bulundurmaktadır. Ayrıca bu geniş bölgedeki sadece bugün bulunmuş ve işletilmekte olan, kanıtlanmış rezervler değil, bulunması muhtemel kaynaklar ya da sonradan değerlenebilecek kaynaklar da dikkate alınmalıdır. Emperyalist paylaşım, bunlar da hesaplanarak yapılıyor; uzun vadeli adımlar atılmaya çalışılıyor.
Bütün bunlardan sonra, ABD’nin BOP’u ortaya atarak başlıca şu gerici, emperyalist hedeflere ulaşmayı amaçladığını ileri sürebiliriz.
1) ABD, ”doktrin”de ilan ettiği gibi, tek süper güç olarak egemenliğini sağlamlaştırma ve yaygınlaştırmanın peşindedir. Bunun en temel dayanaklarından birisi, Ortadoğu’ya ve bu bölgenin –Hazar vb. – çevresine, zengin enerji kaynaklarına ve geçiş yollarına egemen olmaktır. Böylece, gücüne erişilemeyecek tek süper güç olacaktır.
2) ABD’nin bölgeye ilişkin hesapları, kuşkusuz enerji ve geçiş yolları üzerinden yaptığı hesaplarla sınırlı değildir ve Avrasya olarak da tanımlanan bölgenin siyasal-stratejik önemi ya da belirleyiciliğine de ilişkindir. Enerji ve geçiş yollarının denetiminin yanında, ABD; BOP aracılığıyla, Avrupa, Rusya ve Çin’le “komşuluk” ve onları kuşatıcı üstünlüğün de peşindedir ve bununla süper güç olarak tekliğini dayatmayı amaçlamaktadır.
3) Bu bölge, bugünden ortaya çıkmaya başladığı gibi, gelecekte de anti-Amerikan halk hareketlerin merkezi olmaya adaydır. ABD, burada yaşayan halkları kontrol altına alarak, aralarında düşmanlık ve çatışmalar yaratıp var olanları körükleyerek tam bir egemenlik peşinde koşmakta, böylece bölgede kalıcı olmanın adımlarını atmaya çalışmaktadır.
4) ABD, bütün bunları, tek başına ve belli başlı emperyalist devletlerin desteğini almadan ya da onların bazılarını tarafsızlaştırmadan başaramayacağını az çok bilmektedir. Onlar projeye davet edilmekte, böylece hem halkların karşısına daha büyük bir güçle çıkmanın, ayrıca emperyalist büyük güçler arasındaki rekabetin disiplin altına alınmasının hesapları yapılmaktadır. ABD “paylaşım bölgemiz burası, aslan payı benim olmak üzere, bana tabi olarak, siz de kırıntılar alacaksınız demektedir.” Böylece hem “uluslararası konsensüs”le halklara boyun eğdirilecek, hem de olanaklı olursa, yıkıcı emperyalist rekabet denetim altına alınacaktır. Tutarsa bir hesap da budur! Başta Almanya ve Fransa olmak üzere, tek tek görüşme ve pazarlıklar sürmektedir. Ancak burada emperyalist çıkarların keskinliği belirleyici olacaktır.
5) Bölge ülkelerinden Mısır, İsrail ve Türkiye’ye özel rol ve görevler biçilmekte, bölgedeki gerici rejimler, halkların tehdidine karşı açık emperyalist güvence altına alınarak, halk hareketlerine karşı desteklenmektedir. Bu arada İsrail güvence altına alınmakta, Filistin ve bölge halkları üzerindeki tehdidi sürdürülmektedir.

TÜRKİYE VE BOP
Bir süredir ABD emperyalist çevrelerinden ve bunların ülkedeki Amerikancı uzantılarının ağzından ve kalemlerinden ”Türkiye Modeli” lafları dökülmektedir. Bunlar, ”laik ve demokratik yapısı, ılımlı İslamcı hükümeti, Batı yanlısı tutumuyla” Türkiye’yi örnek ülke olarak göstermektedirler. Ancak işin bu yanının halklara yutturulacak zoka olduğunu, asıl amacın, Türkiye gericiliğini, bölgedeki gücü ve etkisi ile temel vurucu güçlerden birisi haline getirmek olduğunu görmek gerekir. Başbakan Erdoğan ”Diyarbakır’ın bölgenin çekim merkezi olacağını” söylerken, Dışişleri Bakanı Gül çeşitli uluslararası platformlarda –İslam Konseyi vb. – İslam ülkelerini değişmeye çağırırken, ABD’li stratejistlerin kulaklarına üflediklerini yüksek sesle tekrarlamaktan öte bir şey yapmamaktadırlar.
Ülkeyi yönetenler, BOP’la; ”soğuk savaşın” ardından ülkenin, bazı emperyalist çevrelerce dile getirilen jeopolitik öneminin ”hafiflediği” tespitlerinin terk edileceği –Irak saldırısı ile tırmanışa geçen–, bu önemin yeniden artacağı ve “proje” çerçevesinde Türkiye’ye dayatılan pozisyonun kendilerine yeni kozlar kazandıracağını hesap etmektedirler. Emperyalist şeflere, ülkenin ordusu ve insan kaynakları, coğrafi olanakları –şimdiden İncirlik’teki birliklerin düzeyi yükseltildi– dini, bölge ülkeleri ile geçmişte kurulmuş ilişkileri, tarihi ”referans” olarak sunulmaktadır. Egemen sınıflar, tarihin her kavşak noktasında, hassas burunları ile koku alma ve kendilerini büyük güçlerin hizmetine sunmada uzmanlaşmış durumdadırlar. Öyle ki, onlar, efendilerine ”içeriden” bilgilerde vermekte, ”tavsiyeler”de bulunmaktadırlar.
Türkiye’de proje üzerine en fazla konuşanlardan birisi, Dışişleri Bakanı Gül’dür. Gül, ”projenin, sadece ‘güvenlik ve askeri konular’la ilgili ve dayatmacı bir üslupla sunulması veya algılanmasının yanlış olacağı, böyle bir algılama olması halinde, bölge ülkelerinin tedirgin olacağı ve reaksiyon gösterecekleri” uyarısında bulunuyor.”**** ABD’nin Gül’ün bu tavsiyesini dikkate alıp almayacağı bilinmez. Ancak Gül’ün istemeden itiraf ettiği gibi, görmezden gelinip reddedilemeyecek bir gerçek var. Bu projede, ”askeri ve güvenlik sorunları”, petrol ve enerji kaynaklarının askeri yöntemlerle ele geçirilmesi ve güvenlik altına alınması, halklar karşısında olduğu kadar, emperyalistler arası ilişkilerde de enerji ve siyasal-stratejik ilişkiler bakımından dayatmalar boyutuyla, temel bir yer tutmaktadır.
Son olarak, Mart ayı sonlarına doğru ABD’ye giden Genelkurmay İkinci Başkanı Başbuğ, projeyi muhatapları ile görüştüklerini açıkladı. Başbuğ şunları söylüyor:
”Burada temel nedenin, terörle mücadelenin daha etkili kılınması olacağına inanıyoruz. Terörü en alt düzeye indirmek için silahlı mücadele dışında, teröre neden olan unsurları ortadan kaldırmak gerekiyor. Bu açıdan Büyük Ortadoğu Projesi’nin yararlı, isabetli olacağı düşüncesindeyiz. Teröre karşı mücadelenin sadece askeri tedbirlerle olmayacağını biz 80’lerden beri söyledik. Eğitimsel, ekonomik, sosyal, kültürel unsurlar da olmalı. Bu girişimin şeffaf olması, tepeden inme, zorlayıcı olmaması gerektiğini de muhataplarımızla paylaştık.”***** Yani, Dışişleri Bakanı Gül’ünkine paralel bir yaklaşım. Ancak bütün bu ”temenniler” emperyalizmin ruhuna aykırıdır ve şimdiye kadar ABD’nin bölgede yaptıkları ortadadır. Projeyi kabul etmek demek, bölgede ABD’nin gerici stratejik amaçlarına bağlanmayı kabul etmek, biçilen görevi yapmak demektir.
Sonuç olarak söyleyebiliriz ki; Türkiye, hem bir Ortadoğu ülkesi hem de Kafkaslara doğru açılan kapı niteliğiyle, Amerikan emperyalizmi tarafından BOP’un köşe taşlarından birisi olarak değerlendirilip kurgulanan ve bu işlevi üstlenmeye zorlanan bir saldırı üssü, Amerikancı yönetimiyle de, kendisinden istenilenleri karşılamaya hazır bir ülke konumundadır. Ancak ne kendi içerisinde sorunsuzdur ne de ABD’li efendi ile ilişkileri pürüzsüzdür. Başta Kürt sorunu olmak üzere, hem tehdide ve boyun eğdirmeye hem de sözde ”işbirliğine” açık sorunları bulunmaktadır. ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin bölgeye bu kadar girmesi ve sınırsız bir egemenlik kazanması, onların ”Türkiye planları”nın da uygulanması zeminini genişletmektedir. ABD ve müttefikleri, böylece, egemen sınıflarla bir yandan pazarlık yapmakta, diğer yandan da tehdit ve şantajla onları istedikleri çizgiye getirme olanağına daha fazla sahip olmaktadırlar. Öte yandan, Türkiye, halk arasında anti-Amerikancı duyguların yaygınlığı ile, potansiyel halk hareketlerinin en güçlüsüne aday bir ülke konumunda da bulunmaktadır. Kısacası, Türkiye, BOP’tan ”nasiplenecek” bir ülke değil, fatura ödeyecek bir ülke durumundadır.
Türkiye ve bölge halklarının çıkarı ise, projeyi reddetmekten, halklar arasında anti- emperyalist bir mücadele birliği kurmaktan geçiyor. ABD ve projeci müttefikleri, Ortadoğu’nun kendileri için dikensiz gül bahçesi olmadığını herhalde biliyorlar. Eğer bu ”proje” için daha büyük müdahalelerde bulunmayı göze alırlarsa, Ortadoğu’nun gerçekten ”değişeceğini” öngörebiliriz. Ama bu değişim, ABD ve emperyalizm karşıtı bir değişim olabilir.

Halkları teslim alma projesi olarak ‘büyük ortadoğu’

Batılı emperyalistlerin Ortadoğu’yu “hizaya getirmek” için ileri sürdükleri “proje”lerin tarihi, epey eskiye dayanır. Devasa enerji kaynaklarının yanı sıra, “Eski Dünya”nın merkezindeki konumuyla Ortadoğu, emperyalist/sömürgeci hesaplarda daima ön planda oldu. Öyle ki; başka bölgelere yönelik askeri/politik hamlelerde dahi hesaba katılmaması mümkün olmuyordu.
Tarih boyunca her sömürgeci/emperyalist “proje”, hedef bölgenin ve giderek dünyanın “hoşuna gidecek” söylemlerle süslenmeye çalışıldı. Afrika’dan Latin Amerika’ya dek; yağma ve soykırımlar önce “medeniyet”, daha sonra “demokrasi” götürmek adına yürütüldü.
Ortadoğu, son yüz yıldır bu söylemin aralıksız kullanıldığı bir bölge. İstisnasız tüm Batılı sömürgeciler, bölgenin stratejik/ekonomik önemini kavradıkları ölçüde, Ortadoğu’ya “demokrasi, hak, hukuk” götürmek için “yanıp tutuşur” oldular.
Bundan iki yüz yıl önce, 1789’da, Napoleon’un orduları Mısır’ı işgal ederken; İmparator, “demokrasi aşkını” gösteren bir bildiri yayınlamıştı. Mısırlı tarihçi El Gabarti’nin aktarımına göre, bildirinin ilk maddesi şöyle: “Fransız otoritesi adına, hürriyet ve eşitlik temelinde, Fransız Ordusu Komutanı Bonaparte’nin mesajıdır: Mısır’ı kontrol eden şefler, Fransız toplumunu aşağılamakta, Fransız tüccarlara adaletsiz davranmakta, onları çeşitli yollarla zarar ve tehlikeye uğratmaktadır… Bugünden itibaren hiçbir Mısırlı, toplumda yükselememekten dolayı şikayet etmeyecektir. Bilim adamları ve ülkenin en zeki insanları ülkeyi yönetecek, bu da Mısır’daki durumu düzeltecektir.”
Napoleon, Mısır’ı “kalkındırmak” için, üşenmeyip denizler aşmış, Mısır halkı adına onların ülkesini işgal etmiştir!
ABD emperyalizminin, “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) ile, Napoleon’dan çok farklı bir niyet içinde olduğuna dair bir emare yok. Aksine; Afganistan ve Irak’ı işgal edip on binlerce insanı öldürerek, 55 yıldır süren Filistin işgaline tam destek vererek, Kosova’yı cehenneme çevirip Yugoslavya’yı parçalayarak, son örnekleri Pakistan, Gürcistan ve Haiti olmak üzere sayısız ülkede darbe tezgahlayarak, ABD emperyalizmi kanlı sicilini gözler önüne sermiştir. Bu nedenle; ne “Büyük Ortadoğu”da, ne de başka bir bölgede, Washington’un “iyi niyetli” hareket ettiğini söyleyebilecek tek bir namuslu kişi bulmak mümkün değildir.
Henüz resmen ortaya konulmamış olan BOP’a ilişkin ipuçları, onun da özünde “yeni bir fetih projesi” olduğunu gösteriyor. Ancak bağlamı, boyutları, hedef aldığı coğrafyanın genişliği ve olası etkileri göz önüne alındığında, onun “modern bir Napolyon bildirisi”nden ibaret olduğunu düşünmek, yanılgı olacaktır.
Öyleyse, BOP’u daha yakından incelememiz gerekiyor.

HELSİNKİ MODELİ
ABD’nin bu projeyi somutlaştırmaya Irak işgali ile birlikte, hatta işgalden önce başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. İşgalin ardından kapalı kapılar ardında yürüyen “BOP diplomasisi”, kamuoyuna ilk defa 9 Şubat 2004’te, Washington Post gazetesi aracılığıyla duyuruldu. 10 Şubat tarihli Evrensel’in aktardığına göre, plan, “Kuzey Afrika, Ortadoğu, Güneydoğu Asya ve Kafkasya” olarak tanımlanabilecek (Avrupalı emperyalistlerin BOP’a yönelik tutumlarına bağlı olarak, Balkanlar’ı da eklemek isabetli olacaktır) geniş bir coğrafyada kapsamlı bir “değişim” öngörüyordu.
Washington Post, planın, “Sovyetler Birliği’ni çökertilmesinde büyük rol oynayan” 1975 Helsinki Anlaşması’nı model aldığını ekliyordu. Söz konusu anlaşma ile, “insan hakları, özgürlük ve demokrasi” gibi kavramlar, sosyalizme karşı birer propaganda ve baskı unsuru olarak kullanılmaya başlanmıştı. Böylelikle, 1960’lara dek esas olarak sosyalizm ve uluslararası proletaryanın, kapitalizmin gerçek niteliğini teşhir amacıyla ve gerçek içeriklerine uygun olarak kullanmakta olduğu kavramlar, “resmen” emperyalist burjuvazinin “mülkiyetine” geçirilmekteydi.
ABD, Varşova Paktı ülkelerine de kabul ettirdiği bu anlaşma ile, “insan hakları, demokrasi ve özgürlükler” alanında kapitalizmin sosyalizme “üstün” olduğunu ve giderek, sosyalizmde ne özgürlük ne de demokrasiden bahsedilemeyeceğini SSCB’ye adeta onaylatmıştı. Helsinki Anlaşması’na dayanarak Varşova Paktı ülkelerinde “muhalif hareketler” örgütlenmiş, kimi aydın çevreler satın alınmış ve Sovyet sistemine karşı “beşinci kol” faaliyeti yürütülmüştü.
O dönemde de ABD, asıl derdinin demokrasi olmadığını elbette itiraf etmiyordu ama aradan geçen bunca yıldan sonra, Helsinki Anlaşması’nın “SSCB’nin çökertilmesinde önemli rol oynadığını” Washington Post gibi bir kaynaktan okumak, gecikmiş bir itiraf olarak görülmeli.
BOP ile ilgili ilk açıklama, Ocak ayında, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney tarafından Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu kürsüsünden yapıldı. Cheney, aralarında Başbakan Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün de bulundugu topluluğa, “Özgürlük için cephe stratejimiz, Büyük Ortadoğu çapında reform için çalışan ve bedel ödeyenlere destek vermemizi gerektiriyor. Özellikle Avrupalı demokratik dost ve müttefiklerimizi, bu çabaya katılmaya çağırıyoruz” diye sesleniyordu. Esasen askeri bir terim olan “cephe” ifadesine özellikle dikkat çekeriz.

PİYASA REJİMİ VE DİNDE ‘REFORM’
İşin perde arkasında ise, hâlâ devam eden yoğun bir diplomasi bulunuyor. Avrupa devletleri ile görüşmeler çoktan başladı. Amerikalı yetkililer, yaz aylarına kadar bir “master plan” hazırlanmasını öngörüyor. Bu plan; Haziran 2004’te yapılacak olan G-8, NATO ve Avrupa Birliği zirvelerinde masaya yatırılacak. Batılı emperyalistler arasındaki pazarlıklar ABD için olumlu sonuç verirse, planın asıl “muhatabı” olan “Büyük Ortadoğu”daki Amerikan uşağı rejimlerin “oluru” istenecek.
Medyaya yansıdığı kadarıyla, BOP, ortak özelliği “İslam dini” olan geniş bir coğrafya için hazırlanan bir “siyasi/ekonomik değişim” reçetesi. Bu reçetenin maddeleri arasında “insan hakları ve kadın haklarının geliştirilmesi”, “demokrasinin yerleştirilmesi” ve elbette, “serbest piyasa rejiminin tesisi” öne çıkıyor. Sadece kapalı kapılar ardında tartışılan ek bir madde ise, “İslam dininin reforme edilmesi”!
ABD, sunduğu reçeteleri kabul eden rejimleri, 2. Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa ve Türkiye’yi Washington’a bağlamak için kullanılan “Marshall Planı” benzeri bir “ekonomik/askeri yardım” planıyla ödüllendirecek. Pazarlarını Batılı tekellere açmayı ve özelleştirme programlarını hızlandırmayı kabul eden devletlere, ek olarak “mali yardım” ve “siyasi angajman” önerilecek. Bu devletlerin Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesi kolaylaştırılacak ve askeri alanda “Batı’nın güçlü şemsiyesi”nin altına olmasa da, kenarına ilişmelerine olanak tanınacak.
Planı kabul etmeyen devletlerin; diplomatik ve/veya askeri yöntemlerle “hizaya getirilmesi” söz konusu olacak.
BOP’un, Ortadoğu’da öncelikli olarak tartışılan iki dikkat çekici -ve bağlantılı- yönü bulunuyor:
1. Filistin ve Irak işgalleri, sanki “ilelebet sürecekmiş” gibi ele alınmaktadır.
2. Irkçı ve şeriatçı bir rejimle yönetilen, işkencenin yasal sayıldığı ve hükümet toplantılarında ‘suikast kararları’ alınan tek ülke olan, 55 yıldır Filistin halkını işgal altında tutan İsrail, “Ortadoğu’nun kalbindeki tek demokratik devlet” olarak sunulmaktadır. Buna mukabil, Amerikan-İngiliz postalları altında çiğnenen Irak’ta, “demokrasinin hızla geliştiği” öne sürülmektedir.

BÖLGENİN EN ZAYIF ANINDA…
BOP’un “demokrasi” maskesini sıyırmak için, hangi şartlar altında ortaya atıldığını incelemek gerekiyor. Bu şartları şöyle özetleyebiliriz:
– Filistin sorununun, “uluslararası toplum” tarafından adil bir biçimde çözülmesine dair hiçbir umut yoktur. Aksine, Filistin halkı ve onun meşru lideri Yaser Arafat, fiilen “terörist” ilan edilmiştir. Filistin’in bağrında örülen dev Utanç Duvarı, bütün bir halkı “açık cezaevi”ne hapsetmekte, Filistinli liderler füzelerle katledilmekte, milyonlarca insan işsizlik, açlık ve yoksulluğa itilmekte, başını kaldıran yok edilmektedir. ABD, kendisinin de üye olduğu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin son elli yıl içinde aldığı onlarca kararı dahi çiğnemektedir.
– Ortadoğu’nun çözülmemiş bir diğer büyük meselesi olan Kürt sorunu adeta içinden çıkılmaz hale getirilmekte; özellikle Kuzey Iraklı Kürt liderlerin Amerika’nın kanatları altına girmesi nedeniyle, bölgede Kürtler ile diğer halklar arasındaki gerilim tehlikeli bir biçimde artmaktadır.
– Irak topraklarının işgal altına alınması ve Suriye gibi komşu ülkelere yönelik askeri saldırı tehditleri ile, Arap ve Ortadoğu halkları güçten düşürülmek istenmektedir.
– “Büyük Ortadoğu” adı verilen bölge, Fas’tan Pakistan’a, Yemen’den Afganistan’a dek, büyük bir kargaşa ve umutsuzluk içindedir. Yoksulluk, işsizlik, ekonomik ve siyasi krizler kronikleşirken; ulusal ve dini ayrımlar, hemen her bölgede tehlikeli bir kutuplaşmaya doğru ilerlemektedir.
Kısacası bölge, tarihinin en güçten düşürülmüş dönemini yaşamaktadır.
ABD, böylesi bir dönemde “öldürücü hamleyi” yaparak, bölge üzerinde denetimini tahkim etmek, askeri/ekonomik/siyasi, elindeki bütün araçları sonuna dek kullanıp halkları köleleştirmek istemektedir. BOP, bu “öldürücü hamle”nin adıdır.

PEREZ’İN DE PROJESİ VARDI
BOP ile ilgili zamanlamayı daha iyi açıklayabilmek için, Irak’ın yerle bir edildiği 1991 Körfez Savaşı’na dönmek gerek. Bir milyona yakın Iraklı’nın katledildiği o dehşet verici saldırıdan hemen sonra, dönemin İsrail Başbakanı Şimon Perez, elbette Washington’dan gelen işaretle, “Yeni Ortadoğu İnisiyatifi” adlı bir plan ileri sürmüştü. Plan, Irak saldırısı ile darmadağın edilen Arap dünyasına, “İsrail ile normal ilişkiler kurulmasını” öneriyordu. Petrol Şeyhliği Kuveyt işgal edildi diye Irak’ın üzerine yüz binlerce ton bomba yağdıran Amerika, Filistin işgalinin sürmesine onay vermekle kalmıyor, bu onayı bütün Arap ülkelerinin vermesi için bastırıyordu!
Arap dünyasının o zayıf döneminde; ABD-İsrail ikilisi stratejik bir başarı elde etti ve “İsrail sorunu”nu Filistin’den ibaretmiş gibi kabul ettirmeyi başardı. İlerleyen süreçte, Arap devletleri ve Batı’nın da bastırmasıyla Filistin, “Oslo Barışı”nın altına imza attı. Bu “barış”ın sonuçları çok iyi biliniyor: Filistin halkının en temel ve vazgeçilemez talepleri bitmek bilmeyen müzakerelerde “kaybolurken”, Filistin toprakları üzerindeki ekonomik, siyasi ve askeri denetim, işgalci devletin elinde kalmaya devam etti. Filistin halkı üçbuçuk yıl önce bu “barış oyunu”na yeter deyip inisiyatifi bir kez daha eline aldığında ise, bütün dünyanın gözleri önünde her gün yeni bir katliam yaşamaya başladı.
Filistin terörize edilirken, “İsrail sorunu”nun diğer bir önemli unsuru olan Suriye ve Lübnan işgalleri, bir kenara itildi. İsrail halen, Lübnan’da Şebaa Çiftlikleri bölgesi ile Suriye toprağı olan Golan Tepeleri’ni askeri işgal altında tutmakta, dahası bu toprakları ilhak etme niyetini açıkça ifade etmektedir. On üç yıl önceki ilk Irak saldırısının ardından “masaya oturtulan” Arap dünyası ise, bu sorunlar yokmuş gibi davranmaya devam ediyor. (Suudi Arabistan’ın, masaya sunmak için fırsat kolladığı son ‘barış planı’ uyarınca İsrail, Filistin topraklarından çekilecek ve bunun karşılığında Arap dünyası tarafından ‘normal bir devlet’ olarak kabul edilecektir!)
“İsrail sorununun” bir diğer unsuru olan kitle imha silahları da, dünyanın gündeminden çıkmış bulunuyor. Son bilgilere göre İsrail, elindeki nükleer silah stokuyla İngiltere’yi dahi geçerek, dünyanın en büyük üçüncü nükleer gücü haline gelmiştir!
“Yeni Ortadoğu İnisiyatifi”nin dolaylı sonuçları da var elbette. Bunlardan en önemlisinin, “Filistin sorunu çözülüyor” deme fırsatı bulan Türk burjuvazisinin, İsrail ile girdiği “stratejik ittifak” olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Filistin sorunu her geçen gün ağırlaşmaktadır, ama bu lanetli ittifak, derinleşerek devam etmektedir.

HALKLARI TESLIM ALMA PLANI
Bu anlamda BOP, bölgenin, özellikle de Arap-İslam dünyasının demoralize edildiği bir dönemde, bölge dışı güçler tarafından hazırlanan, geçmişteki emsallerinden çok daha cüretkâr bir “teslim alma” planıdır.
Mısır gazetesi El Ahram’dan Celal Emin’in ifadesiyle: “BOP, bölgenin teröre eğilimini azaltmaktan ziyade artıracaktır. Çünkü bu proje, bölgenin ABD ile ilişkisini kuvvetlendirecek, ilişkiyi daha da dengesiz hale getirecektir… Kadın haklarını geliştirmek ve cehaleti yenmek adına eğitim sistemini değiştirmek, öğrencileri İsrail ile işbirligi fikrine kabule alıştıracaktır. ABD fonları ile kurulacak televizyon kanalları, Amerikan ve İsrail mallarını satacaktır. Planda ifade edildiği üzere bir Ortadoğu Kalkınma Bankası kurulması ile İsrail, bölgenin petrol gelirinin dağılım ve paylaşımında, ayrıca bölgeye gelen yabancı yardımın dağıtılmasında söz sahibi olacaktır.” (1 Nisan 2004)
BOP’un Filistin halkına vaad ettiklerini ise, Muhammed Sid-Ahmed’den okuyalım: “Ortadoğu’nun coğrafi sınırlarının genişletilmesi, Filistin sorununun önemini seyrelterek, onu Ortadoğu siyasetindeki merkezi konumundan çıkartmayı, geniş bir bölgedeki birkaç ‘sıcak mesele’den birine indirgemeyi amaçlamaktadır. Dahası, Washington’un terörizm fikri sabiti dikkate alındığında, Filistin mücadelesi, terörizmin bir örneği olarak sınıflandırılabilecektir. Böylesi bir bakış açısı, Usame Bin Ladin ile Yaser Arafat arasında hiçbir ayrım gözetmeyecek ve mantıki sonucuna götürüldüğünde, Oslo Anlaşması’nı bir kurtuluş hareketinin lideri ile değil, bir terörist ile yapıldığı için geçersiz sayacaktır… Eğer Filistin mücadelesi meşru bir direniş değil rastgele terörizm ise, İsrail de kendisini korumak için her şeyi meşru olarak yapabilecektir: Masum sivilleri öldürmek, evleri yıkmak, ayrım duvarı yapmak ve toprak işgal etmek. Filistinli eylemcilerin sistematik olarak öldürülmesi devlet terörü değil meşru müdafaa olarak görülecek, terörist tehdide karşı yürütülen küresel mücadelenin bir parçası olarak ele alınacaktır. Nihayet, Filistin mücadelesini terörizmle eş tutmak, onun ideolojik karakterini yok ederek saf yıkıcı bir hareket olarak gösterilmesine yol açacaktır. Bu da, İslam’ın imajını lekelemek ve Huntington’un Medeniyetler Çatışması teorisini doğrulamak için kullanılabilir. Huntington, İslam ile Yahudi-Hristiyan dünyası arasında bir çatışmanın kaçınılmaz olduğunu söylüyordu.” (Al Ahram Weekly, 26 Şubat 2004)

HASTALIKLI KAFALAR
Sid-Ahmed, “medeniyetler çatışması” vurgusu ile önemli bir noktaya temas ediyor. Ancak BOP’un “bu yönde kullanılabileceği” ifadesi fazlaca iyimserdir. BOP, zaten özel olarak “bu iş için” yaratılmıştır!
Geçtiğimiz yılın Ekim ayında, ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in bir “iç yazışması” Amerikan basınına sızdırılmıştı. Rumsfeld, kurmaylarına şu soruyu yöneltiyordu: “Medrese ve mollaların her gün eğittiği ve konuşlandırdığı teröristlerden daha fazlasını yakalıyor, öldürüyor veya caydırıyor muyuz?”
Tek başına bu soru, Amerikan yönetiminin “terörle mücadele”yi aynı zamanda bir “Haçlı Seferi” olarak ele aldığını kanıtlamaktadır. Gerçekten de, ABD yönetiminin çeşitli seçkin isimleri, 11 Eylül 2001’den bu yana kafayı “İslam”a takmış durumda! 20 Eylül 2002’de, 11 Eylül saldırılarından bir yıl sonra hazırlanan ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nden birkaç cümle: “İslam dünyasının geleceği gibi konularda karşıt değer ve fikirler arasında bir muharebe başlamıştır. Bu muharebe; diplomasi, ekonomik yardım, IMF ve Dünya Bankası gibi araçlar eliyle yürütülecektir.”
New York Times gazetesinin Buşçu yazarı Thomas Friedman, 10 Ağustos 2003 tarihli makalesinde, “Batı, İslam ile askeri bir savaşı engelleyecekse, İslam içinde bir fikirler savaşı yaşanmalı” diyordu.
Aynı “fikir”, bir Washington Post yazarı tarafından şöyle ifade ediliyor: “Amerikalılar, bu mücadelenin dini bir iç savaş olduğu gerçeğinden kaçamaz. Bu savaş; İslam’ın içinde kazanılacak veya kaybedilecektir.” (“İslam’ın İç Savaşı”, Jim Hoagland, 3 Mart 2004)
Bush’un, Rumsfeld’in, Perle’ün ve diğer Amerikalı yetkililerin bu yöndeki sayısız demecini alt alta dizdiğimizde, ortaya bir “Medeniyetler Çatışması” reçetesi çıktığı inkâr edilemez. “Büyük Ortadoğu”nun ana gövdesini teşkil eden İslam ülkeleri içinde yeni kargaşa ve iç çatışmalar çıkarmak ve bunu, dini temelde gerçekleştirmek.
Rumsfeld’in “medrese teorisi” veya Irak’a binlerce Hıristiyan misyoneri gönderilmesi, bu amaca işaret etmektedir.
Öyleyse; Amerikalıların son bir yıl içinde “Sünni-Şii” ayrımına gösterdiği yoğun ilgi, sadece Irak işgalinin yarattığı sorunlarla açıklanamaz. Bush yönetimi, bölge halkları için en tehlikeli “arı kovanlarından” birine çomak sokmaktan çekinmemekte, yaraları hâlâ kapanmamış olan Sünni-Şii bölünmesini kaşımaktadır.
Bakın, Türk kökenli bir “nüfuz casusu”, patronlarını nasıl bilgilendiriyor: “İslam tarihinin son 1300 yılına, bu iki kesim arasındaki çatışma damga vurmuştur. Bir grubun siyasi egemenliği, hemen her zaman, diğer grubun baskıya uğramasını getirmiştir. Ortadoğu’daki Sünni ve Şii Müslümanlar, birbirlerine kuşkuyla bakmaktadır. Birçok durumda karşılıklı nefret, Müslüman olmayanlara yönelik nefret kadar derindir.” (Soner Çağaptay, Daily Standard, 1 Mart 2004)
1300 yıllık bu felç edici bölünmeyi kullanmak, ABD’nin İslam ülkelerini “kıvama getirme” amacında elverişli bir araçtır. Irak’ta yaşanan gelişmeler, bu ülkenin, yaygın bir Sünni-Şii çatışmasının tetiklenmesinde “pilot bölge” seçildiği kuşkusunu uyandırıyor. Geçtiğimiz Aşura günü Irak ve Pakistan’da yaşanan kanlı bombalı saldırıları unutmak mümkün mü?
Neyse ki Iraklı Araplar; 1900’lerin başındaki İngiliz sömürgeciliğine karşı edindikleri deneyimin de ışığında, bugüne dek bu oyuna gelmediler. Ancak önümüzdeki dönemde, Sünni-Şii ayrımını derinleştirmek için bu ülkede veya başka bölgelerde yeni, kanlı provokasyonların devreye sokulacağından kuşku duyulamaz. Şii ve Sünni emekçilerin birlikte Amerikan-İngiliz işgaline karşı ayağa kalktığı Nisan ayı başlarında, El Kaide’den geldiği belirtilen bir mesajda savrulan tehditler, demek istediğimizi daha iyi anlatacaktır: “Düşman Irak’ı ele geçirmek için Şiileri Truva Atı olarak kullandı. İmamlarını doğramaya devam edeceğiz, kellelerini uçuracağız!”

AKP, FETHULLAH HOCA VE BOP
ABD “konsepti”, elli yıl boyunca Sovyetler Birliği’ne karşı bir kalkan olarak kullanılan Türkiye’yi, bu kez sadece coğrafi bakımdan değil, “sosyolojik” olarak da BOP’un merkezine oturtmaktadır. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Ocak ayında Washington’a gerçekleştirdiği ziyarette, Bush’un Erdoğan’a “bölgede BOP’un reklamını yapın” mesajını verdiği biliniyor. Zaten bu ziyaretin ardından Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, her vesileyle Amerikan projesinin faydalarından dem vuran bir çizgiye oturdular. Arap gazetelerinde, Türkiye’nin “İslam dünyasının geri kalanına din adamları ihraç edeceği”, bu ihraç mallarının “İslam’ın reforme edilmesi” yönünde faaliyet yürüteceği yönünde pek çok haber ve yorum yayınlandı.
Zaman gazetesinde 11 gün boyunca pehlivan tefrikası gibi yayınlanan Fethullah Gülen söyleşisinde de, bu dolar Müslümanının, dünyanın dört bir tarafındaki meşhur okulları ile, “alternatif medreseler oluşturma” yönünde kullanılacağına dair pek çok emare bulmak mümkündü. Amerika’da bir kez daha hidayete ermiş görünen “Fethullah Hoca”nın sözlerinden bazı alıntılar, ne demek istediğimizi açıklayacaktır: “Müslümanlar çıkıp demeliydiler; ‘Hakiki Müslümanlıkta terör yoktur.’… Kimse intihar komandosu olamaz… Bana göre İslam dünyası diye bir dünya yok. Müslümanların yaşadığı yerler var. O da kültür Müslümanlığı… Dünyada en nefret ettiğim insanlardan bir tanesi Bin Ladin’dir. Çünkü Müslümanlığın aydınlık çehresini kirletmiştir… Bir arkadaşımız İsrail’e gitmişti. Biraz Filistin’de de kaldı. Bana çok enteresan bir şey anlattı. Orada doktora yapan çok akıllı bir arkadaş. ‘Beş altı ay kaldım İsrail’de. Bir barış organizasyonunun yönetim kuruluna girmem için bana teklifte bulundular.’ dedi. ‘İsrailliler tarafından teklif edildim’ diyor. ‘Orada bir Filistinli mani oldu buna. Gördüm ki o Filistinli bir silah tüccarı. Bu kavganın devamını istiyor. Alış verişi var o işte. Belki başa yakın çok insanlar da aynı şeyi düşünüyorlar’ dedi. Dolayısıyla birileri bu türlü hadiseleri hep canlı tutmak suretiyle bir yere varmak istiyor.”
Elli beş yıllık İsrail işgalini “Filistinli silah tüccarının kârı”na indirgeyen, bu ve diğer bütün sorunlardan dolayı “Müslüman”ı sorumlu tutarak zaten ayyuka çıkmış olan aşağılık duygusunu daha da artıran Fethullah Hoca’nın, bir bildiği vardır elbette!

TÜRKİYE İSLAM CUMHURİYETİ!
ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Türkiye’yi “İslam Cumhuriyeti” olarak nitelemesi, bu bağlamda yerine oturuyor. Eğer Türkiye, hedef alınan ülkelere “model” gösterilecekse, onun “laik-demokratik” niteliği değil, “İslami” kimliği ön plana çıkarılacaktır! Washington’u arkalarına alan AKP Hükümeti yetkilileri, bu ve benzer ifadelerden hoşnut olduklarını gizlemiyorlar.
ABD, Türk egemen sınıflarını “BOP”a kazanmak amacıyla sadece hükümet nezdinde değil, ordu ve diğer düzen partileri nezdinde de yoğun bir faaliyet yürütüyor. Amerika’ya çağrılan generallerden birinin, “BOP, takdire şayan bir proje” demesi (7 Nisan 2004, Evrensel) bu faaliyetin meyve vermekte olduğunun göstergesi. Vakit gazetesine inanılacak olursa, İsrail’de muhalefette bulunan İşçi Partisi’nin lideri Şimon Peres (hani şu “Yeni Ortadoğu Projesi”nin mimarı!) 14 Şubat’ta Ankara’da sosyal demokrat liderlerle BOP’u görüşmüştür! Aynı Peres, temaslarının ardından Fethullah Gülen’e yakın STV ekranlarına çıkarak, “Türkiye’nin İslam dünyası için model olduğunu, bölgede kilit rol oynayabileceğini” söyledi.
Siyonist lider, Fethullah Hoca’nın ondan da ileri giderek “İslam dünyası falan yoktur”diyeceğini bilemezdi elbette!
BOP, sadece diplomasiden, ekonomik “yardım”dan, “eğitim”den ibaret değil tabii. Bu araçların yetmediği yerde, devreye çıplak zorun sokulması gerekiyor.
Batılı emperyalistleri elli yıl boyunca Sovyetler Birliği’ne karşı Amerikan çatısı altında tutmuş olan NATO, burada devreye girmekte.

NATO’NUN YENİDEN İNŞA PLANI
Revizyonist blokun çöküşünden önce NATO’nun asli görevi “Sovyet tehdidi” ile uğraşmak olmakla birlikte, bununla bağlantılı çok önemli bir görevi daha bulunuyordu. ABD, bu dev askeri ittifakı, “Almanya’yı aşağıda, Rusya’yı ise Avrupa’nın dışında tutmak” için kullanmaktaydı. Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra, NATO’nun varlığı için hiçbir resmi koşul kalmadığı halde, bu saldırı aygıtının ayakta tutulmasının en önemli nedeni budur. Doğu Almanya’yı yutan Alman burjuvazisi olağanüstü bir hızla güçlenirken Fransa ile ilişkilerini sağlamlaştırmakta, Rusya ise bir yandan Batı Avrupalı emperyalistler, diğer yandan Çin ile ilişkilerini güçlendirmektedir. Avrupa Birliği, bu anlamda Batı Avrupalı emperyalistlerin -İngiltere şimdilik dışta tutulmak kaydıyla- Amerika’nın kanatları altından çıkmasının diğer adıdır.
Bush yönetiminin akıl hocalarından olan, azılı yeni muhafazakâr William Kristol, yedi yıl önce Amerikalı senatörlere şöyle hitap etmekteydi: “İki dünya savaşı ve bir soğuk savaşın deneyimi gösteriyor ki; Avrupa’ya egemen olma tehlikesi içeren her devleti caydırmak veya gerektiğinde yenmekte hayati çıkarımız vardır… Buna karşılık; Orta ve Doğu Avrupa devletlerini jeopolitik bir ıssızlığın ortasında bırakırsak, Birleşik Almanya’nın olağanüstü güçlü çekim gücü ile potansiyel olarak yeniden canlanma gücü taşıyan Rusya arasında kalacaklardır. NATO, Orta ve Doğu Avrupa’ya genişleyerek, bölgedeki devletleri bu durumdan kurtarmaktadır.” (8 Ekim 1997) Kristol bu sözleri söyledikten iki yıl sonra Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti NATO’ya dahil oldu. Bugün ise NATO, bu üç devlete ek olarak yedi bölge devletini daha bünyesine katmış bulunuyor (Litvanya, Letonya, Estonya, Romanya, Bulgaristan, Slovakya, Slovenya). Önümüzdeki yıllarda; Hırvatistan, Arnavutluk ve Makedonya’nın da “kulübe” girmesi muhtemel olacaktır. Washington Times gazetesi, bu büyük genişlemenin ek bir faydasını şöyle ifade ediyor: “Böylece Avrupa’daki NATO müttefikleri, Türkiye ile doğrudan kara bağlantısına kavuşmuş oluyor. Bu yolla Ortadoğu ve Orta Asya’ya asker ve malzeme sevkıyatına olanak tanınmıştır.”
Bu noktada; ABD’de 1990’ların ikinci yarısında kurulan “NATO’yu Genişletme Komitesi”nin ilk üyelerine yakından bakmakta fayda olacak: Paul Wolfowitz, Richard Perle, Peter Rodman ve Stephen Hadley. Bugün Bush yönetiminde önemli mevkilerde bulunan bu kişiler, aynı zamanda şu meşhur “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nin (PNAC) da üyeleri.
NATO’nun “Avrupa’da Amerikan egemenliğini sağlamanın” da aracı olduğu kamuoyu önünde açıkça ifade edilemediği için, Washington, 1991’den bu yana, bu köhnemiş aygıtı yaşatmak için bir “bahane” aramaktaydı. Aranan bahane, 11 Eylül saldırılarından sonra “terörizm” adı altında bulunmuş görünüyor. “Yeni muhafazakâr” plan uyarınca bu askeri ittifak; bundan böyle “komünizm” ile değil “İslam” ile savaşa sevk edilecektir!

BİR TAŞLA BİRKAÇ KUŞ
Irak saldırısına karşı ABD’nin hiç beklemediği bir direnç gösteren Avrupa Birliği’nin önde gelen ülkelerinin bu “sevkıyat” karşısında ne tutum alacağı henüz netleşmiş değil. Ancak zaten genişleme, Avrupa kıtasındaki güç merkezini “eski Avrupa”dan “yeni Avrupa” olarak adlandırılan ve siyasi olarak neredeyse hepsi Washington tarafından yönetilen Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine kaydırma hesabının da bir parçasıdır. Bu devletlerin kullanılması ile, NATO Konseyi’nde karar almanın “oy birliği”nden “oy çokluğu” sistemine geçirilmesi hesaplanmakta, böylece yeni işgal ve saldırıların önündeki tüm engeller kaldırılmak istenmektedir.
Bu anlamda; NATO doğuya doğru genişleyerek;
a. Rusya’yı sıkıştırmakta, ve
b. Almanya ve Fransa’nın başını çektiği Batı Avrupalı rakiplerin gücünü zayıflatmaktadır.
Görüldüğü üzere “Almanya’yı aşağıda, Rusya’yı dışarıda” tutmak için yeni bir yol bulunmuşa benziyor! Ancak dünyanın geldiği noktada; Batı Avrupalıların “böyle” bir NATO’yu kabul edeceği şüphelidir.
“Büyük Ortadoğu Projesi”, burada bir kez daha “anahtar” rolü üstleniyor ve Avrupalı rakiplere projede “uygun” bir yer açılıp bölgenin yağmalanmasında yeni olanaklar tanınıyor. İstenen; Almanya, Fransa ve Belçika gibilerinin projeye dahil olup Ortadoğu’nun “nimetlerinden” belli ölçüde faydalanmalarına göz yumulması karşılığında, NATO’nun yeniden yapılandırılmasına rıza göstermeleridir.
ABD yönetimi, attığı bütün bu adımlar ile NATO’yu, dünyanın her yerinde işgal ve saldırılara koşacak bir “çevik kuvvet” yapmayı amaçlamaktadır. Afganistan işgaline NATO’nun dahil edilmesi bu yönde atılan ilk somut adım oldu; Irak işgaline katılımı ise, tartışılıyor. NATO’nun yeni Genel Sekreteri olan Hollandalı Hoop de Schaeffer’in verdiği ilk demecin, “elverişli şartlar olduğunda Irak’ta görev alınabileceği” yönünde olması, dikkat çekicidir.
Öyleyse, 28-29 Haziran’da İstanbul’da yapılacak olan NATO zirvesinde, “hazır asker” olarak görülen Türkiye, bir kez daha ve kendi komşularına karşı “göreve” çağrılacaktır. Ne de olsa hem “sarsılmaz bir NATO müttefiki”, hem “laik ve demokratik”, hem “ılımlı İslamcı”, yeri geldiğinde de bir “İslam Cumhuriyeti” değil midir?
Yazımızın başında, Napoleon’un 1789 Mısır işgali sırasında yayınladığı bildirinin ilk maddesini aktarmıştık. Bildirinin ikinci maddesi ise şöyle diyor: “Fransız askerlerine karşı ayaklanan her köy, yakılacaktır.”

Sosyal güvenlik hakkı, genel sağlık sigortası sistemi ve ‘sağlıkta dönüşüm’

CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SOSYAL GÜVENLİK
Türkiye’de sosyal güvenlik hukuku ile ilgili ilk yasal düzenlemeler; Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte, ‘devletçilik’ ilkesine uygun olarak, ekonominin yeniden yapılanması ve “ulusal burjuvazi yaratma” çabaları yönünde endüstrileşmenin sağlanması ve sınıf mücadelesinin reddi anlayışına uygun olarak ‘halkçılık’ ilkesi ile birlikte olgunlaştı. Aynı dönemde yaşanan 1929 ekonomik bunalımı ile birlikte, kamu ve özel sektörde çalışanlar için çıkartılan yasalar ve devletin ekonomik yaşam ve çalışma ortamına müdahalesi, dünyada gelişen eğilimlerle de paralellik gösteriyordu. Çıkış aramaya yönelik ekonomik, siyasi ve ideolojik tercihler, Türkiye’de sosyal politikaların değişimini de sağladı. Dünyada sosyal güvenliğin elli yıllık tarihi olmasına rağmen; Türkiye’de işçi haklarından söz edilmiyor, devletçi yapının güçlenmesi için; kamu emekçilerinin iş güvencesi ve ücret başta olmak üzere sosyal haklarının kapsamı dengede tutuluyordu. Bu dönemde emekçiler; ‘iş’ üzerinden değil, işçi/memur gibi farklı yapay statüler ve ‘devletçi’ ve ‘halkçı’ değer yargıları ile özellikle işçi haklarını yok sayan çifte standartlı insan hakları anlayışı ile denetim altına alındılar. Bu dönemde işçileri yok sayan, sendikal örgütlenme ve grev hakkı vermeyen, hatta yasaklayan devletçi denetim istisna örnekler de verdi. İşçiyi koruyan ilk düzenleme kadın emekçilerle ilgiliydi; yaşanan savaşlar nedeniyle erkek emekçi sayısının azalması ve istihdam daralması üzerine, İzmir İktisat Kongresi (1923) kararları doğrultusunda kadın emeğinin yaygın olarak kullanılmasına ve kadın emeğinin korunmasına yönelik yasal açılımlar sağlanması, gerçekte istihdamın genişlemesini hedefledi.

İŞÇİ-MEMUR AYIRIMI
Emek cephesinde işçi-memur yapay ayırımı kırılma noktası olarak hep canlı tutuldu. Kamu emekçileriyle ilgili, ilk defa 1926’da çıkartılan yasada; iş yasasına bağlı çalışanlar dışında ‘memurluk’ ve ‘müstahdemlik’ gibi iki ayrı statü öngörüldü. Daha sonra (1939) çıkartılan yasalar, kamu çalışanları içerisinde bedenen çalışanları ‘işçi’, diğerlerini ‘memur’ olarak tanımladı. Özellikle 1965 yılında yürürlüğe giren 657 sayılı Devlet Memurları Yasası (DMY) ve diğer birçok yasal düzenleme özü değiştirmeden işçi-memur ayırımına vurgu yaptı. 1960 sonrasında gelişen sendikal örgütlenme çabaları sonrasında, 1970 yılında ‘yardımcı hizmetli’ unvanı ile memur, 1973 yılında ile yeniden işçi olan müstahdem, 1975 yılında tekrar memur oluyordu. Yürürlükteki Anayasa gereği kamu hizmeti; “kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle” görülüyor. Yasa ile düzenleneceği belirtilen ‘diğer kamu görevlileri’ açılımı sonraki yıllarda Kalkınma Planları aracılığı ile “Kamu Yönetimi Reformu Rejimi” taslağı kapsamında ‘sözleşmeli personel’ adı ile açılacak ve son yirmi yılın tüm hükümet programlarına benzer ifadelerle geçecekti.

‘SOSYAL DEVLET’ TEZLERİ KAPSAMINDA SOSYAL GÜVENLİK
İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında dünyada yükselen sosyalist değerler karşısında kapitalist ülkelerde; toplumsal çözülmeyi önlemeye ve sınıflararası uzlaşma sağlamaya yönelik önlemler alındı. Büyük ölçekli işletmelerde kitle üretimi; ekonomik, sendikal örgütlenme ve sosyal hakların teşviki ile güvence sağlamaya yönelik önlemlerin gereği olan Fordist politikaların uygulanması gündeme gelerek; sosyal devlet ve sosyal güvenlik gereksinimi giderek daha fazla hissedildi. Uluslararası planda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (1948), İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerinin Korunması Avrupa Sözleşmesi (1950) ve ek protokol (1952) sonrasında Avrupa Konseyi devletleri tarafından kabul edilen Avrupa Sosyal Şartı (1965) tüm (kamu dahil) çalışanların sosyal güvenlik hakkına vurgu yaptı.
Türkiye’de emekçilerin sosyal güvenlik hakları ile ilgili politikalar ilk defa 1945’li yıllarda tartışılmaya başlanmasına rağmen, örgütlenme eksiği, ülkenin sosyoekonomik yapısı ve bu yapının siyasi yansıması nedeniyle değişim arzulanan biçimde gerçekleşmedi. Bu dönemde, devlet güdümünde de olsa işçi cephesinde sendikalaşma girişimleri (1952), politikalara ve yasal düzenlemelere yansıdı.
İşçi konumunda olanlar için; iş kazaları ve meslek hastalıkları ve analık sigortası İşçi Sigortaları Kanunu (bugünkü Sosyal Sigortalar Kanunu) kapsamında kabul (1945) edilirken, Emekli Sandığı Yasası (ESY); kamu emekçilerine, hastalık, adi ve vazife (iş kazası ve meslek hastalığı sonucu) malûllüğü ve yaşlılık gibi sosyal güvenlik hakları vererek yürürlüğe (1949) girdi. Ancak kamu emekçileri için bu haklar, aktif çalışma döneminde değil, çalışma yaşamı ile ilişkinin iradi olmayan bir şekilde kesilmesiyle, yani emeklilikle birlikte gündeme gelebiliyordu. Türkiye’de kamu emekçileri için sosyal güvenlik modeli karma ve eksik olarak inşa edildi; malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortası prim ödenerek ESY kapsamına girerken, hastalık ve analık yardımları genel bütçeden karşılanıyor, iş kazası ve meslek hastalıkları ile ilgili malûliyet dışında gelişen geçici iş göremezlik durumunda sosyal güvenlik hakkı bulunmuyordu. Geçen zaman içerisinde 1961 ve 1982 Anayasaları “herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu” ifadelerine yer verdiği halde, bu eksik sistem bugün de aynı şekilde devam ediyor. İçinde olduğumuz dönemde sosyal güvenlik sistemleri bütçe üzerinde ‘yük’ olarak görülüyor ve haklar kısıtlanıyor.

SOSYAL GÜVENLİĞİN ASGARİ NORMLARI
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından 1952 yılında kabul edilen “Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Hakkında” 102 sayılı Sözleşme, gelişmekte olan ülkeler için sosyal güvenlikte yeni bir açılım sağlamasına rağmen, Türkiye tarafından gecikmeli ve şartlı olarak kabul (1971) edildi. İş kazası ve meslek hastalıkları, malûliyet, hastalık ödenekleri, ihtiyarlık ve ölüm yardımları onaylanırken, sağlık ve analık yardımları şartlı olarak, işsizlik yardımı sonraki yıllarda (1999) onaylandı, aile yardımı ise onaylanmadı. Kabul edilen iş kazası ve meslek hastalığı yardımları sadece işçiler için değil tüm çalışanlar için geçerli olmasına rağmen, kamu emekçileri için gerekli yasal düzenleme malûliyet hariç hiçbir zaman yapılmadı.
Dünyada yükselen kapitalist trendleri izleme ve uyum sorunu yaşayan siyasi iktidara yönelik yapılan askeri darbe ve 1961 Anayasası ile birlikte Türkiye’de sosyal politikalarda ciddi boyutta değişimler yaşanmaya başlandı. 1960 sonrasında gündeme gelen ‘sosyal devlet’ olgusunun çalışma yaşamına yansıması 1971 yılında 1475 sayılı İş Yasası ile tamamlanmıştı. Kapitalizmin 1970 bunalımı, İş Yasası’nın gebelik dönemine denk geldi ve ölü doğan 1475 sayılı Yasa yaşama şansı bulamadı.

KAPİTALİZMİN BUNALIMI
1970 sonrasında Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonuna bağlı olarak dünyada güçler dengesinin değişmesi sonucu sosyal politikalar da değişti. Kapitalizmin ekonomik bunalımı ve sosyal güvenlik harcamalarının da artmasıyla artı-değer oranlarının düşmesi neoliberal arayışları gündeme getirdi. Küreselleşme ile birlikte gündeme gelen; toplam kalite yönetimi, esnek üretim, tam zamanında üretim, işin ne kadar ve ne zaman yapılacağının standardize edilmesi, hukukun esnekleştirilmesi vb gibi kavramlar üretimden çok insan gücü kullanımının esnekleştirilmesini, taşeron işçiliğini, kayıtdışı ve ucuz işçiliği hedefledi. Emek piyasalarındaki esnekleşme, sendikal örgütlenmeyi yok ederken, sosyal güvenlik başta olmak üzere tüm hakları tırpanlamaya yöneldi.
1970-80 arasında güçlenen toplumsal dinamikler sadece geri adımları engelledi. 1980’de askeri darbe ile demokrasiye yaşam olanağının tanınmaması, insan hak ve özgürlüklerinin toplumsal olarak içselleştirilme eksikliği, sınıf bilinci yetersizliği gibi nedenlerle, sosyal güvenlikle ilgili tüm kazanımlar sadece yasal düzenlemelerde kaldı.
1980 sonrasında Türkiye’de küreselleşme politikaları ve uluslararası kapitalist sisteme entegrasyon sürecinde işbirlikçi sermaye, sosyal güvenliği gereksiz harcama kalemi, sağlık sektörünü ise; sermaye birikim süreçleri ve emek sermaye sınıflarının güçler dengesi içerisinde mal ve hizmetleri üreten ekonomik etkinlik olarak algılıyor ve hizmeti alınır-satılır meta haline dönüştürmeyi hedefliyor. Sağlık hizmetinin piyasa koşullarına terk edildiği günümüzde; koruyucu sağlık hizmetlerinin verilmemesi nedeniyle sağlık talebinin artması ve artı değer yoğunlaşması gündeme getiriliyor ve hatta teşvik ediliyor.

AVRUPA BİRLİĞİ ÖZLEMİ VE SOSYAL GÜVENLİK
Avrupa Sosyal Şartı kabul edildikten sonra, Avrupa ülkelerinde de hakların içerik olarak boşaltılmaya başlandığı dönemde, Türkiye’nin de Avrupa Birliği (AB) özlemi doruğa ulaştı. 1989 yılında, birçok hak ayıklanarak içi boşaltılan Avrupa Sosyal Şartı göstermelik olarak onaylandı. TBMM’de genel ifadeleri kapsayan haklar doğrudan ve çekincesiz kabul edilirken, kamu harcamalarını artıracak maddelere çekinceler kondu. Örneğin,“AB uyum politikaları” gereği; Çalışma Hakkı (m. 1) kabul edilirken, Adil Çalışma Hakkı (m. 2), Güvenli ve Sağlıklı Çalışma Koşulları Hakkı (m. 3), Çalışan Kadınların Korunma Hakkı (m. 8) tümden, Adil Ücret Hakkı (m. 4), Örgütlenme Hakkı (m. 5), Toplu Pazarlık Hakkı (m. 6), Çocukların ve Gençlerin Korunma Hakkı (m. 7) kısmen reddedildi.

MEVCUT SİSTEMDE SAĞLIK FİNANSMAN YAPISI
Sağlık sisteminde finansman üç ayrı yöntemle sağlanıyor: a) Kamu (bütçe), b) Sosyal güvenlik kuruluşları: yarı kamu (bütçe+prim), c) Özel-vakıf (cepten-özel)

Kamu Sağlık Finansmanı
Hizmet sunan kamu kurumları: Sağlık Bakanlığı (SB), Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB), Milli Savunma Bakanlığı, üniversiteler, KİT, belediyeler, vakıflar, bankalar, fon idareleri.
Finansman sağlayan sosyal güvenlik kurumları:
a.    SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı, Banka sandıkları
b.    Devlet Bütçesi: Sosyal güvenlik kuruluşları (SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı)
·    Devlet Memurları
·    Yeşil Kart
c.    Döner Sermaye: (Kamu+özel)
d.    Cepten: Kişisel harcamalar
Mevcut sistemde; sağlık finansmanının bileşenlerini ağırlıklı olarak sosyal güvenlik sistemleri, kalanını ise bütçe, fon ve cepten ödemeler oluşturuyor. Neoliberal politikalar doğrultusunda arzulanan ve yasallaştırılmaya çalışılan sistemde ise; sosyal güvenlik harcamalarının bütçe desteği olmaksızın primlerle sürdürülmesi planlanırken, bütçe desteğinin, giderek azalacak kamu emekçilerine ve prim ödeme gücü olmayanlara aktarılması kurgulanıyor. Ancak toplam ödeme miktarı hesaplandığında devletin yükünün azalmayacağı, tersine artacağı tespit edilebiliyor.

Sağlık Bakanlığı finansmanı ve harcamaları
Gelirler: Genel bütçe, döner sermaye ve fon kaynaklı.
Giderler: Sağlık Bakanlığı, kaynaklarının 1992 yılında % 51’ni, 1998 yılında ise % 64’nü hastanelere harcadı. Hastane harcamaları bununla da kalmadı. Hastanelerde döner sermaye payı; 1992 yılında % 24 iken, bu oran 1993 yılında % 27’ye çıktı.
Sağlıkta Dönüşüm Projesi “Birinci basamak hizmetlerin güçlendirilmesinin kaynak israfını önlemesi için ne denli öncelikli olduğu…” vurgusunu yapmasına rağmen, SB harcamalarının ağırlıklı olarak dün de bugün de hastanelere aktarıldığı gözleniyor. Doğal olarak koruyucu sağlık hizmeti payı; 1992 yılında % 7 iken, 1998 yılında % 3’e, bugün ise % 1’in altına düştü. Kötü tabloya rağmen, yeni kurgulanan sistemde; ayrılan kaynağın tedavi edici hizmetten birinci basamak ve koruyucu sağlık hizmetlerine yönlenme eğiliminin olmadığı fark ediliyor.

Sosyal güvenlik kurumları sağlık finansmanı ve harcamaları
a)    SSK, sağlık hizmetini; yüzde 68 sağlık tesislerinde, yüzde 32 hariçteki tesislerde ve anlaşmalı hekimler aracılığı ile veriyor.
b)    1972 yılında kurulan Bağ-Kur, 1985 yılında sağlık hizmetine başladı, 1988 yılında ise sağlık hizmetini yaygınlaştırdı. Sağlık hizmeti satın alan Bağ-Kur, primler ve katkı payları ile gelir sağlıyor.
c)    Emekli Sandığı prim toplayarak gelir sağlamaya çalışıyor: Sandığın açıkları genel bütçeden karşılanıyor.
d)    Aktif çalışan memurların sağlık finansmanı ve harcamaları; konsolide (genel + karma) devlet bütçesi aracılığı ile sağlanıyor.

SAĞLIKTA ÖZELLEŞTİRME DENEMELERİ
1980’den günümüze kadar kamu açıklarının süratle artması gerekçe gösterilerek, sosyal harcamalarda (özellikle sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik) tasarruf gündeme getirildi. İlk kez Turgut Özal ve ANAP Hükümeti tarafından, ileri aşamada kamudan tamamen vazgeçilmesi hedefine uygun olarak, kurumsal yapıların özelleştirilmesinin sistematik hazırlıkları Dünya Bankası (DB) ile birlikte yapıldı. Sosyal güvenlik ve sağlıkta özelleştirme kurguları, sürekli geri adım atılmasını gerektiren sosyal politikalara uygun olarak, olgunlaştırıldı. İkinci aşamada bayrağı alan Tansu Çiller; DYP-SHP birlikteliğiyle ilk fiili saldırıyı da başlattı. Genel Sağlık Sigortası’nın (GSS) ilk defa yasa tasarısı olarak hazırlandığı 1993 yılında; sağlık sistemi tümden değiştirilerek, olmazsa olmaz özelleştirme hedefine kilitlenildi. Daha sonra bayrak yarışı, FP-DYP Hükümeti ile, 1996-97 yıllarında aynı yasa tasarıları üzerinden yürütüldü. ANAP-DSP Hükümeti’nin 1998 yılında hazırladığı “Kişisel Sağlık Sigortası Sistemi Kanunu Tasarısı”, içeriği değiştirmeden GSS’nin tekrarı anlamına geliyordu.

SOSYAL GÜVENLİK YASASI
Neoliberal politikaları kabul eden Bülent Ecevit’in başını çektiği DSP-MHP-ANAP; hükümet olur olmaz, kısa zamanda (25 Ağustos 1999), sosyal güvenlik haklarını makaslayan ve sosyal güvenlik harcamalarını asgariye indirmeye çalışan Sosyal Güvenlik Yasası’nı “reform” diye yutturmaya çalıştı.
Bu Yasa;
1.    Çağdışı 45 saatlik haftalık çalışma süresinde indirim yapmadan, yıllık ücretli izin hakkını ve doğum izinlerini artırmadan, emeklilik yaşını kadınlar için 58, erkekler için 60 yaşına çıkarttı. Türkiye gerçeğine uymayan bu hüküm halen tartışılıyor.
2.    Ortez-protez gibi araçların kullanımında çalışanlarda % 20, emeklilerde % 10 katılım payı ödenmesi zorunluluğu getirilmesi,
3.    SSK kapsamındakilerin sağlık yardımlarından yararlanabilmeleri için 120 gün prim ödeme zorunluluğunun getirilmesi,
4.    SSK’lıların asgari 5 bin gün prim ödeme zorunluluğunun asgari 7 bin güne çıkartılması,
5.    Malûlen emeklilikte aylık ücret miktarlarının düşürülmesi,
6.    Yaşlılık aylığı miktarının düşürülmesi,
7.    Bağ-Kur için poliklinik ücretlerine % 20 katılım zorunluluğu getirilmesi,
8.    Çalışanın ödeyeceği sosyal güvenlik prim miktarlarının yükseltilmesi,
9.    İşsizlik sigortası hakkının kısıtlanması,
10.    Yetim aylığı koşullarının sınırlandırılması vb. gibi birçok hak kaybının yürürlüğe girmesini sağlamıştır.

İŞ KAZASI VE MESLEK HASTALIĞI SİGORTASI
Sosyal Sigortalar Kanunu iş kazası ve meslek hastalığının tanımını ayrı ayrı yapmıştır; okuduğumuz zaman bu iki kavram arasında çok benzerlik olmadığını görüyoruz. İş kazası, somut durum ifade eder, sigortalıyı hemen veya sonradan fiziksel veya psikolojik olarak etkiler. Meslek hastalığı ise, işin yürütüm koşulları ile ilgili olarak, belirli yükümlülük süreleri geçtikten sonra, sağlık sakıncası yaratan bir etkenin geçici veya sürekli, hastalık, sakatlık veya psikolojik bozukluk halidir. Bu iki risk bir arada da olabilir, ayrı ayrı da.
Bu iki kavramı bir arada değerlendirmek, iki ayrı sigorta kolunu, “İş kazası ve meslek hastalığı sigortası” adı altında, tehlike ve risk düzeyini aynı kabul ederek ve 12 tehlike sınıfına ayırarak (prim oranı % 1,5-7 arasında değişir), tek sigorta kolu gibi prim toplamak, bilgisizlik olarak değerlendirilemez. Bu uygulamanın arkasındaki gerçek; iş kazalarında Avrupa’da en fazla, dünyada ilk üç sıraya giren, meslek hastalıklarında ise, tespit yapılamadığı için istatistiklere göre dünyanın “en iyi” ülkesi durumunda olan bir ülkede, her iki uç değeri ortalayarak, meslek hastalıkları için toplanan primin iş kazaları veya başka bir sigorta kolu için kullanılmasını amaçlamakla ilgilidir.
SSK, 2001 yılında İş Kazası ve Meslek Hastalığı Sigorta Kolu’nda 494 trilyon TL. prim toplamıştır. Bu primin % 34’ü iş kazası ve meslek hastalığı fiili giderleri için harcanırken, % 66’sı aktüeryal dengeleri sağlamak üzere, önceki yılların biriken tazminatları için veya başka sigorta kollarında kullanılmıştır. İş kazaları ve meslek hastalığı için harcanan 160 trilyonun % 77’si (123 trilyon TL), ölenler ve sürekli iş göremezlerin hak sahiplerine ödenmiştir. Örneğin, meslek hastalığı riskinin yüksek olduğu bir fabrikada toplanan primler, meslek hastalıkları için harcanmamış; başka bir alana aktarma yapılmış, yani hep sonuçları düzeltmek için çalışılmıştır. SSK, iş kazası ve meslek hastalığı tedavisi için 160 trilyondan sadece 6.7 trilyon ayırmış, koruyucu sağlık hizmetleri için ise herhangi bir harcama yapmamıştır. Yani sorunun nedenlerini hiç düşünmemiş, düşünmediği için her yıl toplanan primlerin 2/3’ü geçmiş yılların tazmini için harcanmıştır. Diğer taraftan, SSK, tüm tedavi giderleri için (sağlık tesislerinde ve hariçte) 2,4 katrilyon TL. ödemiştir.
Sonuçta, ortada olan gerçek şu ki, sosyal güvenliğin asgari normlarından bir tanesi olan iş kazası ve meslek hastalıkları yardımı sigortacılık anlayışına göre sağlanamıyor.

Analık Sigortası
Sigortalı kadının veya sigortalı erkeğin sigortalı olmayan eşinin analık halinde; gebelik ve doğumda muayenesi ve gerekli sağlık yardımlarının sağlanması, emzirme yardımı, doğum öncesi ve sonrası yardımları sağlayan sigorta kolu. Prime esas kazancın % 1’i oranındaki prim işveren tarafından ödenir. Analığın korunması adına toplanan primlerin, son 6 yılda sadece yüzde 20-25’inin amacına uygun kullanıldığı açıklanıyor. Doğurganlık oranının yüksek olduğu bir nüfusta primlerin amaç dışı kullanıldığı anlaşılıyor.

Hastalık Sigortası
İş kazası ve meslek hastalığı sigortası kapsamı dışında kalan hastalık ve sakatlık hallerinde yardımları kapsayan sigorta kolu. Sigortalının prime esas kazancının % 11’i (% 6 işveren hissesi, % 5 sigortalı hissesi) prim olarak kesilir. Koruyucu sağlık hizmetleri için kaynak ayırmayan SSK, hastalık sigortası giderlerini karşılayamıyor. Diğer sigorta kollarında sigortacılık anlayışını da hiçe sayarak yaptığı tasarrufları hastalık sigortasına aktararak, durumu kurtarmaya çalışıyor.

Malûllük, Yaşlılık ve Ölüm Sigortası
Ağır ve tehlikeli işlerde prime esas kazancın % 22’si (% 13 işveren, % 9 sigortalı), ağır ve tehlikeli olmayan işlerde % 20’si (% 11 işveren, % 9 sigortalı) prim olarak toplanır. Son yıllarda toplanan primler, bu sigorta kolunda giderlerin ancak % 13-20’sini karşılayabiliyor.

İşsizlik Sigortası
17 Ağustos Marmara depremi sonrasında oluşan kaos ortamında alelacele yedi gün içerisinde 25 Ağustos 1999 tarihinde çıkartılan yasa ile, İşsizlik Sigortası, 1 Haziran 2000 tarihi itibarı ile ilk kez kabul edilmiş oldu. İlham kaynağı olan 102 sayılı ILO sözleşmesi “çalışmaya muktedir ve iş almaya hazır bulunan bir kimsenin uygun iş bulma imkansızlığı ve kazancının geçici olarak durması (işten çıkma veya çıkarılma) durumunda işsizlik sigortası uygulanır” yaptırımı öngörmesine rağmen, çıkartılan yasa, tüm çalışanları kapsamadan ve kısıtlı haklarla yürürlüğe girdi. Yasadan işçinin yararlanabilmesi için; a) “haklı” bir nedenle işten atılmış olması, b) kendi isteği ile işten çıkmamış olması, c) işten ayrılmadan önceki 3 yıl içerisinde 600 gün ve son 120 gün içerisinde kesintisiz prim ödemiş olması gerekiyor.
Hâl böyle olunca, İşsizlik Sigortası Fonu, para dağıtan değil para biriktiren ve bütçe açığını kapatan kaynak durumuna geldi. Örneğin; Fon’da biriken 9 katrilyon 264 milyar TL. paradan, geçtiğimiz Ocak ayında, 56 bin kişiye 12 trilyon 794 milyar TL. ödendi. Fon’da sürekli büyüyen kaynağa rağmen, sosyal güvenliğin temel haklarından birisi kullanılamıyor veya göstermelik kullanılıyor.

EMEKÇİLERİN ‘TERBİYE’ EDİLEREK YENİ FORMATA UYARLANMASI
Türkiye’de “24 Ocak İstikrar Programı” gereği ve sermaye cephesinin isteği üzerine, 12 Eylül 1980 sonrasında sendikalı işçi sayısı % 70 oranında azaltılarak, sendikal cephede “istikrar” oluşturuldu. 7. ve 8. Beş Yıllık Kalkınma Planlarında; “İşgücü piyasasında esnekliği artıracak, yaygınlaştıracak yeni çalışma biçimlerini düzenleyecek” gibi mesajlar verilerek, ‘esnek modeller’, ulaşılması gereken hedef olarak gösterildi. Bu istikrarın ürünü olarak, DSP-MHP-ANAP hükümeti tarafından hazırlanan, AKP hükümeti tarafından ‘gözden geçirilen’ 4857 sayılı İş Yasası, neoliberal politikalar doğrultusunda, çalışma yaşamında AB uyum süreci aldatmacaları ile yeniden düzenlendi. Arzulanan düzenin kurulabilmesi için öncelikle çalışanların ‘terbiye’ edilmesi gerekiyordu.
AB ülkeleri bir taraftan haftalık çalışma sürelerini azaltırken, diğer taraftan ücretleri de düşürerek, istihdam fazlasını işveren çıkarlarına uygun düzenliyor. Haftalık çalışma süresi 32-43 saat arasında değişen AB ülkelerinde, esnek çalışma modeli ile, çalışan, gün içerisinde 12 saat işyerine bağlanıyor. Türkiye’de gelişen eğilim ise; “yasal” haftalık çalışma süresini 45 saatte sabitlerken, esnek çalışma modeli ile, işçiyi 14 saate kadar işyerinde tutmayı hedefliyor. Bununla da kalmıyor; yaptıracak iş bulamadığı günlerde, işçiyi başka bir işyerine göndermek veya başka bir işverene kiralamak istiyor.
Sistem, bir kurgu içerisinde, geri dönüş şansı vermeden, sendikasız ve iş güvencesiz ortamda iş bulduğuna şükrettirerek, işçiyi, çıkmaz bir yola yönlendiriyor. Küreselleşen kapitalist sistem ve neoliberal işbirlikçileri kamu-özel tüm çalışanları bu yolda buluştururken, “sağlıklı çalışma hakkı”, içi boşaltılmış genel bir söylemden başka bir anlam ifade etmiyor.
Tüm kamu emekçileri için İş Yasası benzeri uygulamaların gündeme geleceğinin mesajları, “Eleman Temininde Güçlük Çekilen Yerlerde Sözleşmeli Sağlık Personeli Çalıştırılması” hakkında Yasa ile verildi. Yasa; ‘sözleşmeli’ statüsü ile istihdamın azaltılması yönünde; sendikasız ve her yıl ‘performans ölçümü’ ile ücretlendirilen, performans ölçümü ile ücret ve sözleşme yenileme ölçütleri subjektif olarak gerçekleşecek, sözleşmesi gereksinim duyulursa yenilenen, bütçe üzerinde yük olmayan ve yerel yönetimlere devredilmiş yeni bir “çalışan” modeli yaratmayı amaçlayarak; sözleşme (iş akdi) ile çalışmasına rağmen işçi sayılmayan ve devlet memuru gibi tarif edilen, bir yıllık sürelerle yenilenen sözleşmelere bağımlı, iş güvencesi ve toplu iş sözleşmesi hakkı olmayan, ‘norm kadro’ uygulaması ile daha fazla görev yüklenebilecek, örgütsüzleştirilebilecek köleleri tanımlıyordu. Örgütlü toplumsal muhalefet yetersizliğiyle cesaretlenip pervasızlaşan hükümet, bir hamle daha yaparak; yeni sistemde kamu emekçilerinin DMY değil, İş Yasası kapsamında sözleşmeli olacağını ilan etti.

NEOLİBERAL POLİTİKALARIN SAĞLIK AYAĞININ OLUŞUMU
GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) ile Dünya Ticaret Örgütü’ne verilen söz gereği hizmet alanlarını özelleştirerek serbest piyasa koşularına terk etmeyi hedefleyen Kamu Yönetimi Temel Kanunu (KYTK) ve özellikle sağlık sektöründe yaşanan gelişmeler, izlenecek politikaları tüm çıplaklığı ile göz önüne seriyor.
Sağlık alanıyla sınırlı konuşulduğunda, KYTK, “geniş toplum katılımını sağlamak, yerel özgüveni geliştirmek, gücün küçük bölgelere aktarılması” gibi söylemlerle halk desteği alarak açılım sağlamaya; devletin üzerindeki görevi, kamu hizmeti olarak sağlık hizmetini yerel otoriteye, doğrusu, onun üzerinden kapitalist şirketlere transfer etmeye çalışıyor. Bir başka anlatımla; sağlık hizmetinin “yükü” devletin üzerinden atılarak, halktan toplanan gelirlerle (ek vergilerle) finansman güvencesi sağlanacak ve özel sektör aracılığıyla ‘rekabet’ ortamında hizmet verilecek.
“Sağlıkta istikrarı” yakalamak için uzun mücadeleler veren sermaye cephesi; ANAP, DYP, SHP, FP, DSP ve MHP denendikten sonra, AKP’nin tek başına iktidara gelmesi ile amacına ulaşma fırsatını yakaladı. DB tarafından Haziran 2002’de yayınlanan “Türkiye: Yaygınlığı ve Verimliliği İyileştirmek Amacıyla Sağlık Sektöründe Yapılan Reformlar” başlıklı Rapor, AKP’nin, gerek parti gerekse hükümet programlarında sağlıkla ilgili politikalarının kaynağını oluşturdu. Başka bir anlatımla; seçimden 5 ay önce yayınlanan söz konusu Rapor, Türkiye’de iktidar adayının yol haritasını çiziyordu. Bu rapora göre, Türkiye’de;
1.    Sosyal güvenlik sistemlerinin birleştirilmesi gerekiyordu,
2.    Umumi Sağlık Sigortası kurulmalıydı,
3.    Sağlık hizmetleri ‘temel hizmetler paketi’ çerçevesinde sunulmalıydı,
4.    Kamu hastaneleri özerkleşmeli ve tüm personel sözleşmeli çalışmalıydı,
5.    Sağlık ve Çalışma Bakanlıkları sağlık hizmeti üretilmesi ve sunulması işinden çekilmeli; Sağlık Bakanlığı “politika üretmek ve düzeni denetlemek”, Çalışma Bakanlığı ise “sağlık sigortası sistemini yönetmek ve denetlemek” görevini sürdürmeliydi,
6.    Temel sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi için ‘aile hekimliği sistemi’ uygulamaları benimsenmeliydi.
Bu rapordaki ana temalar, önce AKP programına, sonra 58. ve 59. Hükümet programlarına girdi.
AKP tek başına hükümet olduktan sonra sosyal güvenliğe ve sağlığa inanılmaz bir hızla el attı. Ocak 2003’te ortaya çıkan “Hükümet Programı ve Acil Eylem Planı Çerçevesinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Sorumluluğunda Yürütülen Faaliyetler” çerçevesinde öncelenen hedefler içerisinde DB raporunda yazılanlar olduğu gibi tekrarlandı:
·    Sağlık hizmetlerinin sunumu ile finansmanının birbirinden ayrılması,
·    Nüfusun tamamını kapsayacak ‘GSS Sistemi ve Kurumu’nun kurulması,
·    Uzun ve kısa vadeli sigorta programlarının birbirinden ayrılması,
·    Sağlık Sigortası’nın uzun vadeli sigorta kolundan çıkartılması, Sağlık Sigortası ve Emeklilik Sigortasının birbirinden ayrılması,
·    Prim karşılığı olmayan ödemelerin kaldırılması (prim ödeme gücü bulunmayanların primlerinin devlet tarafından ödenmesi),
·    Sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerindeki finansal yükünün azaltılması,
·    Sosyal güvenlik kuruluşlarında norm ve standart birliğinin sağlanması, sosyal güvenlik faaliyetlerinin tek çatı altında toplanması ve bütünleştirilmiş bir ‘Sosyal Güvenlik Ağı’ kurulması,
·    Bütünleştirilmiş ‘Sosyal Hizmet ve Yardım Ağı’ ve kurumsal yapının oluşturulması.
DB’nın 26 Mayıs–6 Haziran 2003 tarihleri arasında SB ve ÇSGB ile birlikte yaptığı toplantıdan sonra Haziran 2003’te tartışmaya açılan Sağlıkta Dönüşüm Projesi (SDP) ve GSS Sistemi ve Sağlık Sigortası Kurumu Kanunu Tasarısı Taslağı, milat olarak kabul edilen 1 Temmuz 2003 tarihi itibarı ile yürürlüğe giren “SB ve SSK Sağlık Tesislerinin Ortak Kullanımı” başlıklı protokol, “Devlet memurlarının özel sağlık kurum ve kuruluşlarına sevki” ile ilgili genelge ve 24 Temmuz 2003 tarihli “çakılı sözleşmeli sağlık personeli” namı ile anılan “Eleman Temininde Güçlük Çekilen Yerlerde Sözleşmeli Sağlık Personeli Çalıştırılması” hakkında 4294 sayılı Kanun, ve en son, Kasım 2003’de tartışmaya açılan “Sağlık Kanunu Tasarısı” ile, AKP ve dayandığı IMF ve DB gibi kuruluşlarıyla uluslararası tekeller ve ülke yönetimini ellerinde tutan işbirlikçileri, özelleşecek veya işletmeler haline getirilecek sağlık sektörünün piyasa koşullarına terk edilmesi hedefine kilitlendiler.
Aradan geçen süre içerisinde yasa, yönetmelik ve genelgelerle inanılmaz bir hızla yol aldılar. Kötü tabloyu öne çıkarıp ‘çözüm’ adına başlattıkları her yeni uygulama, sağlık alanında yeni bir karmaşanın yaşanmasına neden oldu.

SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROJESİ
Bu proje;
a)    SB’nın yönetim yapısının düzenlenmesi,
b)    Genel Sağlık Sigortası,
c)    Sağlık hizmet sunumunun yeniden yapılandırılması,
d)    Sağlık insan gücünün motivasyonu,
e)    Ulusal sağlık bilgi sistemi (e-sağlık) başlıklarını içeriyor.
Uygulanabilirliği de dahil, uygulaması ve sonuçları ile çok uzun süre tartışılacak olan SDP ile, sistematik olarak her adım bir sonraki basamağı desteklemek üzere; sağlıkta finansman ve hizmet sunumu birbirine paralel olarak aynı anda yapılanıyor.

SDP’nin temel hedefleri
1)    Nüfusun tamamını GSS kapsamına almak (tek sosyal güvenlik sistemi),
2)    Uzun ve kısa vadeli sigorta programlarını birbirinden ayırmak,
3)    Sağlık hizmetleri sunumu ile finansmanını birbirinden ayırmak,
4)    İdari ve mali yönden özerk hizmet satın alacak Sağlık Sigortası Kurumu kurmak,
5)    Oto-kontrol mekanizmaları oluşturmak.

SDP’nin kullandığı argümanlar
·    “Dönüşümün çıkış noktası; genelde toplumu oluşturan bireylerin, özelde ise hastaların ve sağlık emekçilerinin göreceli durumlarını iyileştirmek olacaktır.”
·    “Hizmet planlaması, uygulaması ve değerlendirilmesinde hizmeti kullananlar da yer almalıdır.”
·    “Hizmet; toplum katılımı ilkeleri üzerine oturtulmalıdır.”
·    “Tüm bireyler eşit bir biçimde sağlık giderlerine karşı koruyuculuk altına alınmalıdır.”
·    “Sistem işler bir sevk sistemi ile desteklenmelidir.”
·    “Sağlık doğuştan kazanılan bir haktır ve sağlık hizmetinin herkese eşit olarak ulaştırılacak biçimde örgütlenmesi zorunludur.”
·    “Adalet ve eşitlik ilkesine uygun olarak herkese sağlık güvencesi sağlanmalıdır.”
·    “Hizmet sunumunun yaygınlığını ve erişilebilirliğini artırma: Sağlık hizmeti; kolay, erişilebilir, çağdaş düzeyde ve etkili olmalıdır.”
·    “Kaynaklar hastanelere aktarılmış”, “Birinci basamak hizmetlere çok sınırlı kaynak aktarılmış ve kaliteleri şüpheli”, “Tüm hizmet sunucuları tedavi edici hizmetlerin sağlanmasına yoğunlaşmış”, “Koruyucu ve halk sağlığı hizmetlerine ayrılan pay oldukça az olup, son yıllarda gittikçe düşmektedir.”
Siyasi iktidar, genel kabul gören argümanlarla kötü tablonun sınırlarını çizerken kendi adına sorumluluk anlayışına girmedi. Aradan geçen süre içerisinde kötü tablonun daha kötüye gitmesiyle, çözüme yönelik de sorumluluk hissetmedikleri gözlendi. Nitekim, SDP uygulandığı kadarıyla çözümsüzlük getirdi.

BUGÜN İZLENEN SOSYAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GELİŞEN EĞİLİMLER
Türkiye’de emekçilerin işçi, memur ve sözleşmeli personel şeklindeki yapay ayrımı nedeniyle oluşturulan sosyal güvenlik sistemindeki çok başlılık, aşılması gereken engel olarak tüm kesimlerce kabul ediliyor. Ancak, çözüm üretme aşamasında izlenen politikalar, çalışma ortamında daha ağır koşulların geleceğini hissettiriyor.
8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda; “Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur’un norm ve standart birliği sağlanması amacıyla gerekli hukuki ve kurumsal düzenlemelerin yapılacağı” ifadesi AKP’nin Hükümet Programı ve Acil Eylem Planı ile pekiştirildi. Ancak Hükümet Programı’nın devamında yer alan;
“Sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerindeki finansal yükü azaltılacaktır”, “Uzun vadeli sigorta programları ile kısa vadeli programlar birbirinden ayrılacaktır. Sağlık sigortası uzun vadeli sigorta kollarından çıkartılacaktır” ve “Prim karşılığı olmayan ödemeler kaldırılacaktır” … gibi ifadeler, “nasıl bir sosyal güvenlik sistemi kurgulanıyor?” sorusunun yanıtları hakkında ipuçları verdi. Gecikmiş “norm ve standart birliği” ile beraber; esnek üretim ve çalışma ilişkileri, kamu yönetimi reformu, kamu çalışanları personel rejimi, performansa dayalı ücretlendirme, toplam kalite yönetimi vb. gibi yeni modeller gündeme alındı.
“Norm ve standart birliği, emekçileri hangi asgari kazanımlarda buluşturmayı hedefliyor?” sorusunun yanıtı, “nasıl bir sosyal güvenlik sistemi?” sorusunun yanıtına denk düşüyor.

SOSYAL GÜVENLİĞİN TEK ÇATI ALTINDA TOPLANMASI
SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı gibi mevcut sosyal güvenlik sistemleri içinde verilen parçalı hizmet ile yeşil kart adı altında fon kaynaklı hizmetin tek bir kurum altında norm ve standart birliğinin sağlanması ve koordinasyonu, geç kalmış bir organizasyon olup, ‘sosyal devlet’ formasyonuna uygun olarak dünyada elli yıl önce başlamış ve yerleşmiştir.
ÇSGB tarafından sürdürülen “Sosyal Güvenliğin Tek Çatı Altında Toplanması ve GSS” çalışmaları, finansmanı ‘prim sistemi’ ile sağlamayı hedefliyor. “Prim nasıl toplanacak?” sorusunun yanıtını Hükümet programında bulmak olası: “Prim karşılığı olmayan ödemeler yapılmayacak”, bir başka anlatımla “ödediğin prim kadar sosyal güvenlik sisteminden yararlanacaksın”! Ek hizmet alabilmek için ek ödeme yapmak zorunluluğu getirecek bu proje, sağlık hizmetini iki kategoriye ayırıyor. TTP çerçevesinde ‘prim’ karşılığı verilecek hizmet, ve, Tamamlayıcı Sağlık Sigortası (TSS) çerçevesinde parası olan kendisini özel olarak TTP kapsamı dışındaki hizmetler için koruma altına alacak, parası olmayan ise, ya cepten para ödeyecek veya ödemeden sonuçlarına razı olacak.
Dünyada ve dolayısıyla Türkiye’de, 1970’lerden bu yana “sosyal devlet” kavramı ve paralelinde sosyal güvenlik hakkının aşama aşama sistematik olarak nasıl terk edildiğini ibretle izliyoruz. Sosyal hakları yok etme hedefli eylemlilik sürerken, “Sosyal Güvenliğin Tek Çatı Altında Toplanması” ve “GSS’nin Oluşturulması” adı altında başlatılan çalışmaları ve oluşturulan “Sosyal Güvenlik Kurumu”nu olumlamak olanaksız.

SOSYAL GÜVENLİK KURUMU
Ocak 2003’te ortaya atılan iddia gereği; Sosyal Güvenlik Kurumu Teşkilat Kanunu 24 Temmuz 2003’te yasalaştıktan sonra tartışmaya açılan; “Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı Kanunu Tasarısı Taslağı”, “Emeklilik Sigortası Sistemi ve Emeklilik Sigortaları Kurumu Kanunu Tasarısı Taslağı”, “Sosyal Hizmetler ve Sosyal Yardım Temel Kanunu Tasarısı” ile, AB uyum süreci adı altında, sosyal güvenlikle ilgili var olan hakların tek tek tırpanlanması amaçlanıyor.
Acil Eylem Planı’nda geçen “Bütünleştirilmiş ‘Sosyal Hizmet ve Yardım Ağı’ ve kurumsal yapının oluşturulması” anlayışına uygun olarak Temmuz 2003’te yürürlüğe giren Sosyal Güvenlik Kurumu Teşkilatı Kanunu ile; SSK, Bağ-Kur ve Türkiye İş Kurumu arasında koordinasyonu ve sosyal güvenlik alanında norm ve standart birliğini sağlamak ve sosyal güvenlik politikalarını belirlemek üzere, ÇSGB’na bağlı yeni bir kurum oluşturuldu.
Sosyal güvenlik ile ilgili var olan kurumsal yapılara rağmen, yeniden, bütünlüklü ve entegre hizmete yönelik organize olunarak, Sosyal Güvenlik Kurumu kurulabilir ve toplumun tüm bireyleri sosyal güvenlik korumasına alınarak, hizmet sunumunun yaygınlığı ve erişilebilirliği artırılabilir. Ancak, sistem gerek finansman sağlama, gerekse hizmet sunumunda iç tutarlılıktan yoksun ise, başka bir hesabın varlığından kuşkulanmak gerekir.
Kurgulanan odur ki; serbest piyasa koşullarında verilecek hizmet sunumu, tüm bireylerin sağlık giderlerine katılması sonucu sürekli mali kaynak yaratılmasıyla gerçekleşecek. Başka bir ifade ile; sağlık hizmeti talebini artırarak, yani sağlıksızlığı teşvik ederek, hizmet sunumunun piyasa koşullarında önünü açmaya çalıştığınızda; prime dayalı sigorta sistemi ile yükselen talebi karşılayacak finansmanı da sağlamak durumundasınız. Nitekim, bu politikalarla uyumlu olarak; 1980’de 2.5 milyar dolar olan toplam sağlık harcaması, 2003‘te yaklaşık 10 milyar dolara çıktı. Ancak harcamalardaki yüzde 400 artışa rağmen, sağlık göstergelerinde iyileşme gözlenmedi.

GENEL SAĞLIK SİGORTASI (GSS) SİSTEMİ
GSS sistemi içeriğinde en çok tartışılan iki ana başlık; finansmanın nereden-nasıl sağlanacağı ve hizmet sunumu için eldeki kaynağın kullanımında kimlerin nasıl rol oynayacağıdır.
AKP hükümetinin “sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerindeki yükü azaltılacak” ve “tüm nüfusu kapsayan sigorta yapısı, sağlık sistemine sürekli ve belirsiz bir kaynak aktarımı gereğini ortadan kaldıracak” gibi söylemleri, son 20 yılın tüm hükümetlerinin de hayali olup; sosyal güvenliği hak olarak düşünmeyen, sağlıksızlığı ise kişinin sorunu olarak algılayan politikaların da özünü yansıtıyor. Bütçeden kaynak aktarımı olmadan “sürdürülebilir sağlık finansman modeli”nin oluşturulabilmesi için, herkesten sağlık sigorta priminin (ek vergilerin) toplanması zorunludur ve bu hedefleniyor.
Devleti devreden çıkarmayı kurgulayan yeni sigorta sisteminde; ‘piyasa’, para bulabildiği ölçüde, “işlerin iyi gitmesini”, yani hasta sayısının artmasını isteyecek. ‘Hizmetin’ (sistemin) sürekliliği, mali kaynağın sürekliliğinin sağlandığı koşullarda, yani paranın bireyden sisteme aktarıldığı ölçüde sağlanacak; tıkandığı noktada ise, birey (hasta) elini cebine atarak ek ödemelerle sistemi canlandıracak; sistemin içi boşaldığında, İtalya, Portekiz, İspanya, Yunanistan gibi Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, tekrar kamusal (vergiye dayalı) sistemlere dönme eğilimi gelişecek.

GSS’NİN EN ÖNEMLİ AYAKLARINDAN BİRİ: TEMEL TEMİNAT PAKETİ (TTP)
Sağlık sigortası kapsamında, sigorta tarafından karşılanacak standart tanı ve tedavi kriterlerinin sınırları, TTP ile belirleniyor.
Gelişmeler çerçevesinde yeniden belirlenerek TTP ile verilecek hizmetler şunlar:
·    Birinci, ikinci ve üçüncü basamak sağlık hizmetlerinde sevk yönetmeliğine uyulması koşulu ile tanı ve tedavi hizmeti,
·    İlaç, iyileştirme araçları, ortez ve protez (estetik amaçlılar hariç),
·    Diş hastalıkları tedavisi, diş dolgusu ve protezi,
·    Yol parası ve zaruri giderler,
·    Kurumca uygun görülen temel ve koruyucu sağlık hizmeti: Aşı, serum, kontraseptif malzeme vs.,
·    Sadece aktif ve bağlılar için geçerli olacak geçici işgöremezlik giderleri,
·    Yurtdışı tedavi giderleri kapsam dışı.
SDP, TTP’yi, “GSS’nin en önemli ayaklarından biri” olarak kabul ediyor. TTP; “sunulacak sağlık hizmet ve yardımlarının esnek ve değişken bir kavram olduğu” ve “başlangıçta, paketin ana başlıklarının belirlenmesinin temel yaklaşım olması gerektiği” öngörüsünden hareketle “sonrasında, Sağlık Sigortası Kurumu eliyle; değişen teknoloji, ortaya çıkan ihtiyaçlar ve ekonomik dengeler göz önünde bulundurularak, sürekli güncelleştirilen dinamik bir yapıda sürdürülerek” yeniden belirlenecek sağlık hizmetlerinin bütünü olarak kabul ediliyor.
Avrupa’dan örnekler üzerinde durmak önemli. Türkiye’de uygulamanın nasıl olacağını bugünden görmenin yolu, GSS ile yol alan ülkelerde durumun incelenmesinden geçiyor. Örnek alınan ülkelerde, teminat paketlerinin kapsamı daraltılırken, katkı payları artırılıyor. Örneğin; Almanya’da, geçtiğimiz Eylül-Ekim aylarında yapılan düzenlemelerle, başlangıçta sigorta kapsamında olan diş ve göz tedavisi ile iyileştirme araç ve gereçleri için, artık, ek para ödemek gerekiyor. Yine Almanya’da, yıllık gelir üzerinden ödenecek prim artarken, muayene ve tedavi giderleri üzerinden de daha fazla katkı payı ödeme zorunluluğu getirildi. Bulgaristan örneğinde; sağlık sigortası primi olarak, sigortalının ödediği pay artarken, işverenin ödediği pay, oransal olarak sürekli azalıyor. Ağız-diş sağlığı ise, teminat paketinden çıkartıldı.
Gerek uluslararası deneyimler, gerekse ayrılan kaynaklar dikkate alındığında, Türkiye’de hazırlanacak TTP’nin içeriği tahmin edilebilir. “Finansal açıdan uygulamaları tehlikeye sokacak istisnai başlıklar ve hizmetler paket içinde öncelikle yer almamalıdır” ifadesinde, paketin içeriğini anlamamız için yeterince mesaj veriliyor. Bu mesajın gereği; tedavi masrafları yüksek olan kronik ve ölümcül hastalıkların paket dışında bırakılması ve bu nedenlerle ek prim alınmasıdır. Ödenen primler, sadece TTP kapsamında hizmeti öngörüyor. GSS Sistemi ve Sağlık Sigorta Kurumu Kanun Tasarısı, “TTP dışında, ek hizmet almak isteyen kimseler veya sosyal sigorta kurumları kapsamında bulunan sigortalılar ve hak sahipleri için, bu hizmetin karşılığı ödenmek suretiyle bu Kanun kapsamı dışında kalan sağlık yardımlarını alabilirler” ifadesini kullanıyor. GSS sistemi kurulduğunda, düşük ücretlerle geçinmeye uğraşan emekçilerin, TTP dışında bir hastalığa yakalanmaları durumunda, tedavi şansları yok.
GSS tartışmalarının Türkiye’de yoğunlaştığı 1990’lı yıllarda büyük sermaye gruplarının teşviki ile ‘yaşam’ ve ‘hastalık’ gibi sigorta faaliyetleri alanında başlayan cılız yönelimler, bugün birçok sermaye grubunun yoğun ilgisini çeker hale geldi.
Başlangıçta sermayenin sağlıkta sigortacılığa soğuk bakmasının en önemli nedeni, genel olarak hayatta, özel olarak da sağlıkta risk faktörünün yoğunluğudur. Risk, koruyucu sağlık hizmetleri eksikliğinde daha da artıyor, risk yoğunluğunun artışı ise hedef kitleyi daraltıyordu. Kronik hastalıklardaki artış ve sağlıkta risk boyutunun belirsiz olması nedeniyle, sigorta şirketleri, bilinmeyenleri fazla olan alanda yatırım yapma noktasında dikkatli davranma yolunu tercih etti. Bu nedenlerle, 90’lı yıllarda, GSS ve özelleştirme politikaları fazla kabul görmedi.
Neoliberal politikaların Batı deneyimlerinin, DB ve IMF dayatmaları ile, Türkiye’de parti ve hükümet programlarına yansıması sonucu -GSS örneğinde olduğu gibi- verilen kredi güvenceleri ile sağlık politikaları bütünlüklü uygulama ortamı bulmaya başladı, ve birçok özel sigorta şirketi, pazardan pay almak için harekete geçti. Böyle bir ortamda; devletin sağlık sorununu, prim sistemiyle finansmanı sağlanacak GSS ile çözmesi, ‘akılcı çözüm’ olarak benimsendi. Başlangıçta sisteme aktarılacak kaynağın yüksek olması, devletin yeni önlemler almasını gündeme getirdi; bugün, yapılanlardan da anlaşıldığı gibi, öncelikle, sosyal güvenlik haklarının kısıtlanması, katılım paylarının artırılması ve TTP’nin içinin hafifletilmesi gerekiyordu.

FİNANSMAN
Mevcut sistemin yıllık maliyetini 5.1 milyar dolar olarak hesaplayan ÇSGB, GSS’nın yıllık maliyetini ise 7.9 milyar dolar olarak belirtiyor. GSS uygulaması ile sağlığın maliyeti arttığı halde, hizmet, “TTP” ile sınırlı kalıyor. Paket harici yapılacak cepten harcama için, olası maliyet hesaplarını ayrıca yapmak gerekiyor.
Yapılan hesaplara göre, tüm sigortalıların primlerini düzenli ödemeleri gibi gerçekleşmesi olanaksız bir kurgu üzerinden hareket edildiğinde dahi, GSS’nin devlete maliyeti, (kurumsal yapılanma giderleri hariç) 3.5 milyar dolar; yani, oransal olarak, yapılacak yıllık toplam harcamanın en az yüzde 44’ünü devlet ödeyecek.
Son yirmi yılda, bir taraftan GSS politikaları savunuldu, diğer taraftan sağlığa ayrılan bütçe yüzde 2-3 arasında gezindi. 2004’te hükümetin yasalaştırmayı düşündüğü GSS’nın maliyeti ortada iken, 2004 bütçesinden sağlığa ayrılan pay, 4.7 katrilyon TL. GSS ile, çalışan ve çalıştıranların sağlık primleri artıyor; çalışanlar, ‘sağlıklı’ olmak için, en az asgari ücretin yüzde 30’una denk düşen oranda pay, yani sağlık primi ödemek zorunda kalacaklar. Devletin de, bu durumda, daha fazla kaynak aktarması gerekiyor. Toplanan kaynağın sağlık sektöründe iyileştirmeleri sağlaması beklentilerine karşılık, sağlık hizmetinin kapsamı TTP ile daraltılıyor.
Amaç kâr etmek olduğundan; sağlık hizmetinin esnek ve değişken bir kavram olması, sağlık talebi ve arzının kârın maksimize edilmesi düşüncesinin etkisi ile sübjektif belirlenebilmesi gibi nedenlerle, “TTP” çerçevesinde verilecek sağlık hizmeti ile, ‘paket’ dışına çıkan hizmette yeniden istenecek para, ters orantılı bir anlayışla piyasa koşullarında belirlenecek. Örnek alınan Batı ülkelerinde olduğu gibi; para artarken hizmet azalacak, en yüksek prim ile en az hizmet alınması sağlanacak.
Görünen de odur ki; T.C. Nüfus Cüzdanı olan herkese hiçbir karşılığı olmaksızın verilecek sağlık hizmetinin maliyeti, hiçbir şekilde GSS ile ödenecek rakamlara ulaşmayacak.

PRİMLER
Kurum’a ödenmesi gereken meblağ ‘prim’ olarak adlandırılıyor. Temel hedeflerden olan “uzun ve kısa vadeli sigorta programlarının birbirinden ayrılması” ve “sağlık hizmetlerinin sunumu ile finansmanının birbirinden ayrılması” varsayımları gereği; hizmet karşılığında prim ve katkı payı toplanarak elde edilecek gelirlerin, sürekliliğe ve finansal açıdan güvenceye kavuşturulmuş olması zorunluluğu var. Emeklilik Sigortaları Kurumu (ESK); uzun vadeli ve sadece malûliyet, ihtiyarlık ve ölüm yardımları sigortacılık kolu temelinde sigorta yapacak. Tüm primler ESK’da toplanacak ve % 12,5 oranındaki prim, ESK tarafından, Sağlık Sigorta Kurumu’na (SSK) transfer edilecek. SSK, kısa vadeli ve sadece hastalık, analık, kısmen iş kazası ve meslek hastalıkları sigortacılık kolunda sigorta yapacak. Hizmet, SSK tarafından, tek elden satın alınacak. Prim ödeme gücü olmayanların primleri, kısa vadeli sigorta kapsamında kullanılmak üzere, devlet tarafından karşılanacak.
Bir başka anlatımla, “idari ve mali özerkliğe” sahip Sağlık Sigorta Kurumu’nun hizmet sunumu ile finansman arasında denge unsuru olabilmesi için, ‘ödenen primler karşılığında’ hizmet satın alması kurgulanıyor. Buradan çıkartılması gereken sonuç; “sağlık hizmeti sunanların rekabet ortamında bu hizmet karşılığında elde edecekleri gelirler; düzenlenmiş, sürekliliğe ve finansman güvencesine kavuşturulmuş olacak” veya bugün SSK ve Bağ-Kur hizmetlerinde olduğu gibi, primler yeterince toplanamazsa, hizmet satın alınması da aksayacak, ve aktüeryal denge bozulacak. Böylesine bir denge için oluşturulan havuzun bir taraftan doldurulup, diğer taraftan da boşaltılması gerekiyor. Havuzu boşaltmak kolay da, yanıt aranan soru başka; finansman sisteminin temeli olan havuz nasıl dolacak?
Sigortalıların TTP’de belirtilen sağlık hizmet ve yardımlarını alabilmeleri için; çalışanlar, işverenler, yoksulluk sınırı üzerinde kazanç ve geliri olanların kendilerinin, yoksulluk sınırı altında kazanç ve geliri olanlar için -teorik olarak- devletin prim ödemesi gerekiyor. Havuz; primler ve katılım payları ile dolacak. Kazancı yasa ile belirtilen prime esas asgari kazancın altında kalanlar için, fark, devlet tarafından ödenecek. Yani sistemin işleyebilmesi için, T.C. vatandaşı olan herkesten prim alınacak!
“Geliri olmayanların giderleri devlet tarafından karşılanacak mı?” sorusunun yanıtı kolayca bilinebilir: Kayıtdışı ekonominin kayıtlı ekonomiye eşit olduğu, bireysel gelir düzeylerinin belirlenemediği bir ülkede; devlet, bu “külfeti”, halka ‘salma’ göndererek karşılayacak veya bugüne kadar yaptığı gibi karşılamamanın yollarını arayacak!
Prime esas kazancın % 12,5’i ‘sağlık sigortası prim oranı’ olarak dikkate alınıyor. İşverenler % 6,5 öderken, SSK ve Emekli Sandığına bağlı sigortalılar % 6 ödüyor. Bağ-Kur, tarım işçileri, kendi hesabına çalışanlar, isteğe bağlı sosyal güvenlik kurumuna bağlı olmayanlar % 12,5 öderken, prim ödeme gücü olmayanlar için devlet % 12,5 oranında prim ödüyor.
Eşitlikler üzerine kurulu olduğu iddia edilen sistem, tamamen eşitsizlikler üzerinde şekilleniyor. Prim toplarken ileri sürülen ‘bireylerin eşitliği’; hizmetin verilmesindeki hakkaniyeti değil, “toplanacak paranın eşitliği” ilkesini gözeten duruşu yansıtıyor. Bireyler finansmana katkıyı eşit olarak sunarken, hizmetin verilmesi tamamen eşitsizlikler üzerinden kurgulanıyor. Bu anlamda, sistem, kuşkusuz herkese ‘adalet ve eşitlik ilkesine’ uygun sağlık sistemi sağlamıyor. Herkes ödediği prim kadar hizmet alıyor, hatta düşük gelirlilerde prim oranları artıyor. Örneğin, sigortalıların hastalık sigorta primi yüzde 5’den 6’ya (% 20 artış) çıkarken, işveren payı yüzde 6’dan 6,5’e (yüzde 8,3 artış) çıktı. Emekli Sandığı üyesi çalışan ve emeklilerden ek yüzde 1 GSS payı alınmaya başlandı (bu uygulamayı Anayasa Mahkemesi iptal etti). Prime esas kazanca üst sınır getirilirken, yüksek gelirliler korundu.
Prime esas kazancın alt ve üst sınırları, 506 sayılı Yasa (m. 77-78) gereğince belirlenmektedir. Ödeme gücü olanların isteğe bağlı sigortalarında da, aynı değerler dikkate alınıyor. Bu maddelere göre, o ay içinde alınan tüm ücretlerin brütü esas alınırken; yapılan yasa değişikliği (29.7.2003) ile, ücret dışındaki her türlü tazminat ve ek ödeme hesap dışı tutuldu. Ne tesadüftür ki, bu maddenin yürürlük tarihi ile GSS Yasa Tasarısının olası yürürlük tarihi 01.01.2004 olarak belirlenmişti. Bu yasa değişikliği ile devletin; ödeme gücü olmayanlar, işsizler ve yoksulluk sınırı altında çalışanlar için, prime esas kazanç alt sınırının 1.5 katı esas alınarak ödeyeceği miktar da aşağı çekilmiş oldu.
Primlerin miktarı ne olacak? 2004 yılı için prime esas kazancın aylık üst sınırı 2 milyar 748 milyon olup, yüzde 12,5 olarak belirlenen GSS primlerinin yıllık ödenecek üst sınırı 4 milyar 122 milyon TL olacak. Gelir bu değerin üzerinde ise, prim oranı adaletsizliği, gelirle orantılı olarak artacak. Yani, gelir fazlası için prim ödenmeyecek.
2004 yılı için prime esas kazancın aylık alt sınırı 550 milyon olup, yüzde 12,5 olarak belirlenen GSS primlerinin yıllık ödenecek alt sınırı 824 milyon TL olacak.
Alt sınır dikkate alınmış olsa dahi; bu değer, ÇSGB tarafından belirlenen prim ödeme gücü olmayan 14.5 milyon kişilik nüfusa göre hesaplandığında, 4,5 katrilyonluk bir açık çıkıyor. SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı kapsamındaki sigortalıların primlerinin ödeneceği varsayılsa dahi, devletin ödemesi gereken 3,6 katrilyon ile birlikte, 8.1 katrilyon TL’nin bütçeden aktarılması gerekiyor. Prim ve katılım paylarının ne kadarı toplanabilecek veya devlet kendi vaat ettiği katkının ne kadarını, ne zamana kadar ödeyecek? Yanıtlar; bilinmiyor.
Hükümet bütçeden sağlığa 4.7 katrilyon ayırırken, ilave katkıyı hangi kaynaktan sağlayacak? Yanıt; “ek vergi ve zam paketleri” olsa gerek. Çünkü, iktidarın önerisi, açıkların sadece 3 yıl karşılanmasını öngörüyor.
Sistemin yürümesi için, hiçbir sosyal güvencesi olmayan ve kapsama alınması gereken kayıtdışı 11.4 milyon kişiden prim toplanabilecek mi? Bu soruya yanıt aramak gerekmiyor, çünkü prim ödemeyene hizmet verilmeyecek veya ücreti sonradan mahsup edilmek üzere, yalnızca acil hizmet verilecek. Toplanamayan primler yerine ya cepten ödeme yapılacak ya da bütçeye yeni bir yük gelecek.

KATKI/KATILIM PAYLARI
Sağlık hizmeti, katkı/katılım payı nedeniyle zorlaşıyor. Her yıl yeniden tespit edilecek katkı ve katılım payı şu durumlarda alınacak: Poliklinik muayene ücreti, ayaktan teşhis-tedavi, ilaç (ayaktan tedavide), kayıtlı bulunduğu yerden başka bir yerde hekime veya sağlık kuruluşuna başvurma zorunluluğu halinde, liste olarak yönetmelikle belirlenecek acil haller (acil haller dışında ve sevk zincirine uymama halinde giderler karşılanmayacak), ortez, protez ve iyileştirme araç-gereçleri kullanımında. Katkı paylarının alt-üst sınırları yasa, uygulamaya ilişkin kesin rakamlar ise, yönetmelik ile belirlenecek.
DB kamu hizmetlerinden kullanıcı ödentisi alınması tavsiyesini ilk kez 1987’de dile getirdi ve Türkiye’de uygulama, neoliberal politikaların ilk taşeronu Turgut Özal tarafından eşzamanlı başlatıldı.
Hazırlıkları sürdürülen Sağlık Kanunu Taslağı (SKT) kabul edilirse; sağlık hizmeti almak isteyenler; prim adı altında katkı payı ve hemen hemen her konuda, yapılan her işlemde katılım payı adı altında ek ücret ödemek zorunda kalacak. TTP kapsamında olan hizmetler için, katkı payına ilaveten, yüzde oranlarla katılım payı belirlenirken; sevk edilmeden yapılan başvurular ve TTP dışındaki hizmetler için ise, hasta yeniden cepten ücret ödeyecek. Üstelik “sağlık hizmet ve yardımlarının esnek ve değişken bir kavram olduğu” gerçeğini vurgulayan SDP’nin “değişen teknoloji, ortaya çıkan ihtiyaçlar, ekonomik dengeler göz önünde bulundurularak sürekli güncelleştirilen dinamik bir yapıda sürdürülmelidir” öngörüsü gereği, TTP kapsamı dışına çıkacak uygulamalar, her yıl yeniden açıklanacak.

SAĞLIKTA YOKSULLUK TUZAĞI!
Dünyanın seçkin tıp dergilerinden olan Lancet’te yayınlanan “Eşitlik ve Sağlık Sektörü Reformları” başlıklı yazı; ‘kullanıcı ödentileri’ olarak cepten yapılan ödemelerin, “Avrupa gibi gelişmiş sosyal refah sistemlerinde eşitliğe açık bir tehdit; orta ve düşük gelirli ülkelerde daha acil tehditler ve büyük bir yoksulluk tuzağı oluşturduğunu” söylüyor ve soruyor: “Düşük gelirli ülkeler medikal yoksulluk tuzağından kaçabilir mi?”
Araştırma; DB’nın “hizmetten az yararlananları sübvanse etmek, aşırı kullanımı önlemek ve hizmet kalitesini artırmak için finansal olanak sağlama” iddiaları ile ortaya çıktığını, ancak uygulamanın faturasının, yaşlı, çocuk ve yoksullardan oluşan hasta grubuna bindiğini söylüyor.
Özel tıbbi uygulamaların ve özel eczanelerde ilaç satışlarının patladığını dünyadan örneklerle anlatan araştırma; gelişen ekonomilerde ilaç kullanımının toplam sağlık harcamasının % 15’ini geçmediğini, “gelişmekte olan ülkeler”de ise, bu oranın, % 30-50 düzeyinde olduğunu söylüyor. ÇSGB, bu oranın SSK’da % 36, Emekli Sandığı’nda ise % 62 olduğunu açıklarken, araştırmayı da doğruluyor.
Kamu/özel ayırımı yapmadan, sağlık hizmetlerinde cepten harcama artışı, toplumu yoksulluğa sürüklerken, yoksul olanların yoksulluğunu da artırıyor. Tedavi edilmemiş hastalar, gücü yetmediği veya katılım ücretlerinden tasarruf için, sağlık hizmetini gereksinim olarak kabul etmiyor. Hastane masraflarını göze alamayanlar, hastane bağlantısı dahi kurmuyor. Bu saptamayı, Türkiye’de, Doğu ve Güneydoğu sağlık hizmetleri verili durumu ve pratiğinde gözlemek olası. Sonuçta, tedavi edilmemiş bireylerin, tüberküloz örneğinde olduğu gibi, kişiye ve topluma maliyeti, potansiyel olarak tahrip edici boyutlara gelebiliyor.
Türkiye pratiğinde de çok iyi gözlemlendiği gibi; yoksul insanlar, acil bir durum oluşuncaya kadar sağlık hizmetini erteliyor. Örneğin, ishal şikayeti nedeniyle muayene yerine elden ilaç kullanımını önceleyen hastalarda yapılan araştırmada, 7-8 kat daha fazla antibiyotik kullanıldığı gözlenmiş. Sağlık hizmetlerinin ertelenmesi, sağlığın kötüleşmesi ve artmış tıbbi bakım giderleri nedeniyle daha pahalı sağlık hizmeti almak durumunda bırakırken, her türlü katılım ödentileri de en az ikiye katlanıyor.
KYTK ile yerelleşecek ve yeni Sağlık Yasası ile özelleşecek/özerkleşecek (!) olan kamu/özel sağlık sektörü, gelirleri (kamu desteği olmaksızın) katkı/katılım ücretlerine tabi olacağı için; olası ödeme olanağı olan hastalara öncelik verecek ve hastaneler yüksek ödentiyi ödeyebilecek olanlar tarafından kullanılacak.
Bütün nüfus için risk paylaşımlı ve vergi politikaları üzerinden kamu finansal stratejilerinin sağlanmasıyla çözümün gerçekleşeceği vurgulanan söz konusu araştırmada; vergiyi, yoksullardan çok zenginlerden toplama konusuna odaklanmak gerektiği belirtilirken; dünyada vergisiz ‘off-shore’ hesaplarında gizlenen 8 trilyon ABD doları (IMF tahmini) üzerinden yüzde 5 kazanç elde edilmiş olsa dahi, bu kazancın vergisi olan 160 milyar doların, “gelişmekte olan ülkelerin” temel sosyal hizmetlerini karşılayacak maliyetten daha çok olduğu tahmin ediliyor.

AİLE HEKİMLİĞİ SİSTEMİ
“Ülkemizde, 1950’li yıllarda toplumsal sağlık anlayışını topluma en yakın yerlerde hizmete dönüştürmeyi hedefleyen politikalar doğrultusunda, 1961 yılında sağlık hizmetlerinin sosyalleştirildiğini”, dünya ülkelerinin bu yaklaşımı 20 yıl sonra benimsediğini, “birinci basamak sağlık hizmetlerinin nüfusa dayalı ve bütünleşik örgütlenme modelinin ülkemiz açısından uygun olduğunun düşünülebileceğini”, “sağlık hizmetlerine ulaşılabilirlik ve birinci basamak sağlık hizmetlerinin etkin ve yeterli kullanımının mevcut model içinde sağlanamadığını”, ikinci basamak yataklı kurumlardaki yığılmanın “sevk sisteminin işlememesi” sonucu olduğu, “sağlık kurumlarının yerinde, yeterli ve etkin kullanılamamasının, toplumun sağlık düzeyinde istenen düzeye ulaşılamaması ile sonuçlandığı”, ‘sağlıkta sosyalizasyon’ adı ile simgelenen sağlık ocağı ve sevk sisteminin işletilememesi nedeniyle “ülkemiz, ekonomik güç olarak dünyada 17.sırada, sağlık ve eğitimin de içinde olduğu sosyal göstergelere göre hazırlanan insani gelişim endeksine göre 86.sırada yer almakta” olduğunu itiraf eden SDP, “birinci basamakta çözüm”ün Aile Hekimliği Sisteminde olduğunu söylüyor.
Prime dayalı GSS, birinci basamakta sağlık hizmet sunumunu; prim toplandığı sürece, rekabet ortamında sözleşmeli çalışacak aile hekimleri/aile doktorları ile sağlayacak. Başka bir anlatımla; Sağlık Sigorta Kurumu, birinci basamakta; özel muayenehane veya bu alanda çalışacak aile hekimlerinin koordinasyonunu sağlayarak, hizmet satın alma yoluyla kaynakları kullanarak, ortaya çıkan sağlık talebini karşılayacak.
Aile Hekimliği Sistemi ile; “toplumun sağlığını korumak ve geliştirmek” yerine, koruyucu ve iyileştirici hizmetleri birbirinden ayırarak, “aile hekiminin kendisine kayıtlı kişi/kişilerin sağlığını korumak ve geliştirmek” iddiası ile, sadece sağlık sorunu olanlara yönelik tedavi hizmetinin verilmesi kurgulanıyor. Koruyucu sağlığı ve toplumu bir kenara bırakan, “hastalıkları ve kişileri ailenin bir parçası olarak ele alan” temel düşünce gereği; aile bireylerinin farklı aile hekimini seçmesi veya uzmanlık alanları nedeniyle farklı adresleri tercih etmesi durumunda, aile hekimi, ‘aileyi’ değil ‘kişiyi’ kayıt altına alıyor. Sağlık ocağı hekimi ise, tüm bölgeyi (toplumu) kayıt ve denetim altına almaktadır.
Diğer taraftan, ‘hekim seçme özgürlüğü’ ile cilalanan iddia; “bireyin kendi seçeceği aile hekimi” iddiası ile hiç örtüşmüyor. “Doktor ve aile üyeleri daha yakın ve kişisel ilişkiler kuracak” ise, bireylerin ‘hekim seçme hakkı’ kısıtlanacak. Ya da bireyler özgürce hekimini seçecekse, aile farklı hekimlerle temas halinde olacak.
Durum böyle iken ‘aile hekimliği’ demagojisinin nedeni nedir? Sorunun yanıtını, “birinci basamak sağlık hizmetleri ile kişiye yönelik koruyucu sağlık hizmetinde verimliliği ve hizmet yarışını sağlamak amacıyla aile hekimliği sisteminin öncelikli hayata geçmesi gerektiği” söyleminde aramak gerekir. Sağlık hizmetinin piyasa koşullarına terk edilmesiyle, aile hekimliği hizmetinin, “rekabet ortamında müşteri ihtiyaçlarına, beklentilerine ve memnuniyetinin sağlanmasına yönelik” olması, ‘hizmet yarışı’ hedefine uygun bir tarz. Müşterinin (hastanın) beklentisi; ihtiyacının giderilmesi (hastalığının tanısı), memnuniyetinin (tedavisinin) sağlanması olduğuna göre, kişinin müşteri yapılabilmesi veya müşteri sayısının artırılması için, önce hasta olmasının kolaylaştırılması veya hastalık yapan etkenlere müdahale edilmemesi gerekir. Türkiye’de izlenen politikalar sonucu hasta sayısının artış nedeni budur!
Aile hekimi, kendisine kayıtlı hastalara hizmet verdiği sürece ücretini alacağına göre, kayıtlı kişi sayısı arttıkça –ki koruyucu sağlık hizmeti verilmediği sürece kayıtlı sayısı artacak– kazancı da doğru orantılı artacak. Kayıtlı sayısını artırmanın bir başka yolu; hekimler arasındaki rekabet, müşteriyi memnun etmenin (prezentasyonun iyi yapılmasının) ve kaybetmemenin yolları bulunacak, iş, hekimlikten tezgâhtarlığa dönüşecek.
Ülkenin toplumsal ve kişisel sağlık sorunlarının büyük bir kısmı topluma sunulacak koruyucu sağlık hizmeti ile çözülebilecek nitelikte ise; çözüm, hizmeti satın almak için sağlık kuruluşuna veya aile hekimine gelen müşteriye (hastaya) verilecek hizmetle değil; koruyucu sağlık hizmetlerinin, kamu sağlık merkezlerince, yaygın, örgütlü ve disiplinli bir şekilde yürütülmesi ile sağlanabilir. Böyle bir sistem halen kurulu ve geliştirilebilir konumda ise, yeni bir sistem neden öneriliyor?
Koruyucu sağlık hizmetlerini aile hekimi sağlayabilir mi? Sağlık ocaklarına alternatif olarak gösterilen Aile Hekimliği Sistemi ile “temel sağlık hizmetlerinin güçleneceği” iddiası; kaynakların hastanelerde kullanılmasının tercih edilmesiyle sağlık ocaklarında kalitesi düşük hizmet verildiği tespiti üzerinde şekilleniyor. “Hastane polikliniklerinin birinci basamak sağlık hizmetlerine ihtiyaç duyan hastalarla dolup taşmakta” olduğunu, “tüm hizmet sunucuların, tedavi edici hizmetlerin sağlanmasına yoğunlaşmış” olması nedeniyle “Bakanlık bütçesinden bu hizmetlere (koruyucu ve halk sağlığı) ayrılan pay oldukça az olup son yıllarda gittikçe düşmekte” olduğunu, “Sağlık Bakanlığının koruyucu sağlık hizmetine yaptığı harcamanın 1992’de yüzde 7 iken 1998’de yüzde 3’e (Not: Bugün yüzde 1’den daha az) düştüğünü” itiraf eden SDP, kaynağın nerelere yönlendirildiğini anlatmakta zorlanmıyor! Ancak SB, son 16 aylık icraatında, beğenmediği bu tablonun en iyi uygulayıcısı konumundaydı.
Yeterince sahip çıkılmayan sağlık ocağı sisteminden aile hekimliğine geçişin asıl nedeni; ayrılan paranın yanlış adreslerde ve/veya kötü kullanım sonucu tüketilmesiyle gündeme gelen yeni kaynak arama anlayışıdır. Bu nedenle, “standart ve sürekli bir finansman modeli yaratılması” zorunluluk haline gelmiş; birinci basamağı da içine alan hizmet sunma, ücretlendirme ve ödeme sistemi yaratılmıştır. Oysa ki; kamu için hizmet anlayışını benimseyen sağlık ocağı sisteminin, finansman modeli yaratma olasılığı yoktur.
SB da biliyor ki, parayı dolaylı olarak hastadan (müşteriden) isteyen ‘aile doktoru’ ile “herkesin ulaşabileceği nitelikli ve etkin çalışan bir sağlık sistemini meydana getirmek” olanaksız. Bulaşıcı salgın (örneğin kızamık) hastalıklarda, aile hekiminin tek tek kişilere vereceği birinci basamak sağlık hizmetinin toplumun bütününü kapsaması, pratik olarak olası değil. Bir evde veya bölgede bulaşıcı hastalık tespit edilmiş ise, her türlü görev ve sorumluluk sağlık ocağı hekiminindir. Bağışıklama çalışmaları, tüm hedef nüfus aşılandığında amacına ulaşır. Oysa, aile hekimine kayıtlı evde/bölgede nasıl bir organizasyonla sorunun çözüleceği belli değildir! Yeni bir hastalık tanısı durumunda, sağlık ocağı hekimi tarafından aile/bölge kontrol altına alınarak, risk altındaki olası yeni gruplar için ‘erken tanı’ görevi üstlenilir. Erken tanı sayısı arttığında, ‘toplumsal erken tanı’ ve hastalıkların azalması sağlanır. Aile hekimi ise, her yeni hastadan sonra yeni bir hastanın gelmesini bekler. Sağlık ocağı hekimi kendi bölgesinde; bebekler, çocuklar, anneler öncelikli olmak üzere, tüm halkı tespit edip kayıt altına alacak, tüm evleri, tüm mahalleleri, tüm köyleri gezebilecek, izleyebilecek, çevre sağlığını bütünlüklü koruyabilecek, istatistik bilgileri toplayacak ve bütünleştirebilecek bilgi, beceri ve donanıma sahip olup, verebileceği eğitimler geniş katılımlıdır. Aile hekimi; ancak bireysel eğitim verebilir, gezmez, yerinde oturur ve ‘müşteri’ bekler.
Toplumda eşitsizlikleri artıran ve kuralsızlaşmaya yönlendiren, aile hekimliği sistemi yerine; tüm toplum sağlığı uzmanlarının kabul ettiği ve savunduğu; genel bütçeden sağlanan kamu olanakları ile, “TTP” gereksinimi duyulmaksızın, parasız, nüfusa orantılı, entegre, koruyucu sağlık hizmetine ekip hizmeti ile öncelik ve önem veren sağlık ocağı sistemiyle –üstelik daha az maliyet ve daha az külfetle– çözüm olası. SB verilerine göre, “birinci basamak sağlık hizmetlerinin doğru yapılandığı ve yeterli kalitenin sağlandığı durumlarda; sağlık sorunlarının % 90’a yakın bir bölümünün birinci basamakta çözümlenebileceği bilinen bir gerçek”. Ama insanların içtikleri sudan olduğu kadar sağlığından da para kazanılmak amaçlanmıştır, sağlığın piyasalaştırılması doludizgin ilerlemekte ve pek çok diğeri gibi, bu “bilinen gerçek”in de ters-yüz edilmesi gerekmektedir.

SAĞLIK HİZMETİ SUNUMU YENİDEN YAPILANDIRILIYOR
Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri: SDP’de tıbbi tanı ve tedavi için; sağlık ocakları, dispanserler, ana-çocuk sağlığı ve aile planlaması merkezleri, ambulansla yapılan tıbbi yardım, kurum tabiplikleri, işyeri hekimlikleri, aile hekimleri/aile doktorları ilk müracaat edilecek yerler olarak tanımlanırken; SKT ile, dispanserlerin, ana-çocuk sağlığı ve aile planlaması merkezlerinin kapatılması öngörüldü.
İkinci Basamak Sağlık Hizmetleri: Birinci basamak sağlık hizmeti sunan hekimler tarafından sevk edilenler, yataklı sağlık tesislerinde sunulan sağlık hizmetlerinden (eğitim ve özel dal hastaneleri hariç) yararlanacak.
Üçüncü Basamak Sağlık Hizmetleri: Özel dal, eğitim, üniversite ve araştırma hastaneleri hariç, ileri tetkik ve tedavi için hekim tarafından sevk edilenler yararlanacak.

HASTA SEVK SİSTEMİ
İlk kez 1961 yılında “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi” hakkındaki yasa ile tanınan ‘sevk sistemi’ kavramı, yeni bir olgu gibi, GSS’nin “kritik ögesi” olarak öne sürüldü. İşlemeyen sevk sistemine paralel sonuçlar (SDP’de); “1992 yılında toplam sağlık harcamalarına oranı yüzde 51 olan hastane harcamaları sürekli artarak 1998 yılında yüzde 64’e yükselmiştir” şeklinde vurgulanıyor. Birinci basamakta hizmet kalitesinin düşmesinin nedenleri; “desteklenmeyen sağlık ocaklarında yetersiz personel ve finansal kaynak” olarak gösteriliyor.
8. Beş Yıllık Kalkınma Planı, konuya vurgu yapıyor. AKP; parti programında, “sevk zinciri sağlıklı hale getirilecek, ihtisas hastanelerinde anlamsız yığılmalar önlenecektir” diye söz vererek genel seçime girerken; uyguladığı sistem sayesinde bugün hastaneler nefes dahi alınamaz hale geliyor. Hükümet’in “sağlam ve daha etkili bir sevk sistemi” ifadelerinden anlaşılan; “Özel Sağlık Kurum ve Kuruluşlarına Hasta Sevki” hakkında tebliğ (Temmuz 2003) ve “Sağlık Bakanlığı ve SSK Sağlık Tesislerinin Ortak Kullanımı” başlıklı protokol (Temmuz 2003) ve hasta sevkini kaldıran (1 Ocak 2004) genelge uygulandıktan sonra, bugün yaşanan tabloda gördüklerimizdir. Gereği yapıldığında, birçok engelin aşılmasını sağlayacak ‘hasta sevk sistemi’; sağlıkta sistemin çökmesinin nedeni ve en hassas noktası iken, ‘işler bir sevk sistemi’ yerine, alt yapısı hazırlanmadan kurulan ‘ne olduğu belli olmayan sevk memurluğu sistemi’, 01 Ocak 2004 tarihi itibarıyla iflas etti.
Yeni sistem, SSK hastanelerindeki sorunları devlet hastanelerine taşıyarak, çözmek şöyle dursun, daha da kötüleştirdi. Tamamen kuralsızlaştırılan ortamda hastalar birbirini ezerken, hasta-sağlık çalışanı çatışması gibi kaçınılmaz sonucu da beraberinde hazırladı. Birinci basamak sağlık tesisleri ‘sevk merkezi’ haline dönüştü. Yasa, protokol gibi yazılı metinlerde “birinci basamak sağlık tesislerinde tanı ve tedavisi sağlanamayan hastaların ikinci basamak sağlık tesislerine gönderilmesi” zorunlu bir yaptırım olmasına rağmen; birinci basamak sağlık kuruluşlarında yeterli donanım sağlanamadı. Her türlü donanıma sahip sağlık ocaklarında dahi, muayene edilmeden doldurulan hasta sevk evrakları; özel muayenehanelerde ücreti alınan hastaların tetkik ve tedavilerinin hekimin çalıştığı devlet ve SSK hastanelerinde yapılması şeklinde uygulanan ‘muayenehane-hastane köprüsü’ üzerinden gelen ‘sevkler’, meşru uygulamalar haline geldi.
GSS’de “Parayı verebilen istediği gibi ikinci-üçüncü basamakta hizmetten yararlansın” anlayışına uygun yapılanma ile arzulanan; sevki olan ve olmayan hastalar için farklı ücret alınmasını sağlayabilmektir. Sağlık Bakanı yasa çıkana kadar durumu idare etmeye çalıştı; bir taraftan, sevk sisteminin gereğinin yapılmasını istedi, diğer taraftan, yazdığını yok sayıp, “isteyenin istediği yere gidebileceğini” söyledi, sistem tıkandığında, halkın tepki gösterdiği bu uygulamaya alternatif kurgusunu gündeme getirdi; şimdilik sevk sistemini iptal etti.

KAMU YÖNETİMİ ‘REFORMU’ VE YENİ SAĞLIK SİSTEMİ
Başta eğitim ve sağlık olmak üzere, hizmet alanlarını özelleştirerek, serbest piyasa koşularına terk etmeyi hedefleyen KYTK; “hizmetin kârlı olanının öne çıkartılması, para etmeyen tarafının da törpülenmesi” anlayışını teşvik ediyor.
Milat olarak kabul edilen Temmuz 2003 tarihinden bu yana, uygulamalar, toplumu oluşturan bireyleri rahatlatmak yerine daha da rahatsız etti. ‘Sözleşmeli sağlık personeli çalıştırılması’ ve ‘performansa dayalı döner sermaye uygulaması’ ise, sağlık personelini huzursuz etti.
Sistemi değiştirmeye ve çalışanları da “terbiye” etmeye yönelik bir dizi düzenlemeyi gündeme getiren “Eleman Temininde Güçlük Çekilen Yerlerde Sözleşmeli Sağlık Personeli Çalıştırılması” hakkında Yasa’nın; Gerekçesi’nde yazılan “ihtiyaç olduğunda daha hızlı bir şekilde sağlık hizmetleri ve yardımcı sağlık hizmetleri sınıfına dahil personel temin etmek amacıyla ve bütçeye ek yük getirmemek üzere ücretleri döner sermaye gelirinden karşılanmak kaydıyla…” gibi derin gereksinimler durumu izah ediyordu.
Sağlık hizmeti devletin temel görevleri arasında yer almasına rağmen; yükü üzerinden atarak, personel ücretlerinin döner sermaye geliri içerisinden, yani halkın cebinden verilmesi arzulanıyor. “Sağlık hizmetleri ve yardımcı sağlık hizmetleri sınıfına dahil personel tarafından yerine getirilmesi gereken hizmetlerin, üçüncü şahıslara ihale yoluyla gördürülmesi zaruri ihtiyaç haline geldiğinden” ifadesi ile, 657 sayılı DMY’nın Sağlık Hizmetleri ve Yardımcı Sağlık Hizmetleri Sınıfı başlıklı bölümüne eklenen “Bu sınıfa dahil personel tarafından yerine getirilmesi gereken hizmetler, lüzumu halinde bedeli döner sermaye gelirlerinden ödenmek kaydıyla, Bakanlıkça tespit edilecek esas ve usullere göre hizmet alınması yoluyla gördürülebilir” cümlesi birleştirildiğinde tamamen anlaşılır olacak kurguya uygun olarak; bugün hastanelerde tedavi hizmetleri dışındaki sekreterlik, güvenlik, temizlik, mutfak, çamaşır, bakım-onarım vb. gibi tüm hizmetler taşeron şirketler aracılığıyla verilmekte iken, uygulamanın sağlık personelini de kapsayacak şekilde yasal hale getirildiği görülüyor.
KYTK, “Sağlık Bakanlığı taşra teşkilatının görev ve yetkileri ile önleyici sağlık hizmeti verilen sağlık evi, sağlık ocağı, sağlık merkezi, dispanser gibi tesisler, araç, gereç, taşınır ve taşınmaz malları, alacak ve borçları bütçe ödenekleri ve kadroları ile birlikte olmak üzere personeli nüfusu 10 bin ve üzerinde olan belediye sınırları içinde belediyelere; bu yerler dışında bulunan tesisler ile eğitim hastaneleri hariç diğer hastaneler araç, gereç, taşınır ve taşınmaz malları, alacak ve borçları bütçe ödenekleri ve kadroları ile birlikte olmak üzere personeli il özel idarelerine” geçiriyor.
“Sözleşmeli Sağlık Personeli Çalıştırılması” hakkında Yasa’da yer alan; “Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşları tarafından hizmet akdi ile sözleşmeli olarak istihdam edilecek ve işçi sayılmayan sağlık personelinin…” ifadesi, SKT ile yeniden düzenlenerek, “Sağlık işletmeleri personeli, İş Kanunu’na tabi iş sözleşmeleriyle çalıştırılır” gibi tartışmasız net yaptırıma dönüştürülüyor ve hizmet akdi ile, bir yıllık sürelerle yenilenen sözleşmelere bağımlı, iş güvencesi ve toplu iş sözleşmesi hakkı olmayan, örgütsüzleştirilebilecek köleleri tanımlanıyor.
SKT incelendiğinde; iktidarın, sağlık hizmetlerine yönelik ‘özelleştirme’ ve ‘sağlık işletmeleri’ kavramlarını, serbest piyasa bakışıyla nasıl değerlendirdiğini net olarak gözleyebiliriz. SKT’nın en önemli değişikliği; Milli Savunma Bakanlığı, üniversiteler ve SSK hastaneleri hariç tüm kamu hastanelerinin ‘sağlık işletmesi’ haline dönüştürmesidir. Büyük hastaneler doğrudan, küçük hastaneler ise, gerektiğinde birleştirilerek veya bir büyük hastanenin birimi olarak işletme haline geliyor. Eğitim ve araştırma hastaneleri SB’na, diğer tüm hastaneler ise il özel idaresine bağlanıyor. Aile Hekimliği Sistemi ile sağlık ocakları işlevsiz hale getirilirken, Verem Savaş Dispanserleri, Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Merkezleri ve Ruh Sağlığı Dispanserleri de halka ücretsiz verilen spesifik kamu görevleri sonlandırılarak sağlık ocağı haline getiriliyor.

YERELLEŞEN SAĞLIK HİZMETLERİ
Sağlığın alınır-satılır meta haline getirildiği yeni kurgu içerisinde, ‘toplum katılımı’ sahteciliğini açığa vurmak üzere; sağlıkta il düzeyinde en üst kurul olarak, vali başkanlığında ‘İl Sağlık Kurulu’ oluşturuluyor.
İl Sağlık Kurulu’nda; büyükşehir belediye başkanı dahil tüm belediye başkanları, milli eğitim, tarım, çevre ve imar müdürleri veya belirleyeceği yetkililer, vali tarafından belirlenen 7 ‘sivil toplum’ örgütü temsilcisi yer alacak. Kurul’un görev tanımı; “Bütün ilin sağlık durumunun gözetilmesi ve kamu sağlığı açısından gerekli tedbirlerin alınması” olarak yapılıyor. Bu heyet içinde, sağlıkla ilgileri olsa olsa ‘işletmecilik’ düzeyinde olabilecek üyeler dışında; varsa üniversite hastaneleri başhekimleri, valinin belirleyeceği bir başhekim, özel idarenin belirleyeceği bir sağlık görevlisi ve varsa kamu niteliğindeki meslek kuruluşunun temsilcinin “sağlık”la bağlantısı kurulabilir. Vereceği kararları tahmin etmek pek de zor olmayan bu heyette, temsiliyet özelliği taşıyan tek kişinin ise, meslek kuruluşu üyesi olduğu söylenebilir. Hastayı müşteri sayan neoliberal yaklaşıma uygun olarak, sağlığın, sağlıkla ilgisiz işletmecilere emanet edildiği, bu kurula bakarak kolaylıkla anlaşılabilir.
Sağlık işletmeleri, yani hastaneler, ister Bakanlık’a, ister il özel idaresine bağlı olsun, ‘özerk’ yapısı gereği, bazı organların işlevsel hale gelmesiyle kurumsallaşıyor. Genel Kurul, bu organlardan en yüksek ve önemli olanı. Genel Kurulu oluşturan 3 üye Bakan veya il özel idaresi tarafından, 10 üye “Vali tarafından yöredeki kişiler arasından belirlenecek”, 5 üye Belediye Meclisi, 5 üye de İl Genel Meclisi’nin içinden seçilecek. Omurgayı ve çoğunluğu oluşturacak ve yörenin eşrafından seçilecek bu 23 üyeye ilaveten; üniversite varsa, rektör tarafından seçilecek 5 üye, varsa meslek odalarının en fazla 5 olmak üzere birer temsilcisi genel kurul üyesi olacak.
SDP’de “hizmet planlaması, uygulaması ve değerlendirmesinde hizmeti kullananlar da yer almalıdır” ve “hizmet toplum katılımı ilkeleri üzerine oturtulmalıdır” söylemlerine karşılık; yönetim eşrafa verilirken, “geniş toplum katılımı sağlamak”, “yerel özgüveni geliştirmek”, “gücün küçük bölgelere aktarılması” gibi palavralarla KYTK’nu çıkarabilmek için halk desteği almaya çalışılıyor. Ancak zaman AKP iktidarını yalanlıyor ve aleyhine işliyor. SDP, kamu yataklı tedavi kurumlarına özerk yönetim modeli geliştirilmesi için, “yerel dinamiklerin karar mekanizmasında rol aldığı müşteri odaklı organizasyon yapılanmasına geçilmelidir” önerisini getirirken, gerçek niyetini de açıklamıştı. SKT, bu niyetin ürünü!
SDP’nin “Dönüşümün çıkış noktası; genelde toplumu oluşturan bireylerin, özelde ise hastaların ve sağlık çalışanlarının göreceli durumlarını iyileştirmek olacaktır” iddiası, SKT ile çürütülmüştür. “Sağlık çalışanlarının durumunu iyileştirmek” gibi bir görev tanımı yapılırken, uygulama, hiç de söylendiği gibi yaşanmıyor. Sağlık Yasası’nın yürürlüğe girmesi ile birlikte, 6 ay içinde ‘sağlık işletmesi’ haline dönüştürülecek hastanelerde çalışan personel, “istekte bulunmaları halinde ve kuruluşun kabulü şartıyla yeni bir atamaya gerek kalmaksızın sözleşmeli olarak” çalıştırılabilecek. “İlgili sağlık kuruluşunca sözleşme isteği kabul edilmeyen ya da sözleşme isteminde bulunmayan personel, sağlık kuruluşunun talebi ve kurumların uygun görmesi halinde uygun bir kadroya” nakledilecek. Bir başka anlatımla; Yasa çıktığı gün, sağlık personeli terörize olacak. Sözleşmeli olarak çalışmayı kabul etmediğinde, birlikte çalıştığı taşeron işçilerinin konumuna düşecek; düşük ücretli, sosyal ve örgütlenme hakkından yoksun, iş güvencesiz çağdaş köle! Sözleşmeli olarak çalışmayı kabul etmezse; devlet memuru olarak çalışabileceği kadrolar, onu sözleşmeye zorlayacak olası yer ve bölgelerde olacak.
SKT herhangi bir yenilik getirmezken; Umumi Hıfzısıhha, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi, Verem Savaş, Eczacılar ve Eczaneler, Hemşirelik, Sıtma İmhası Kanunları başta olmak üzere, sağlıkta 1927’den bu yana kazanılmış birçok hakkı içinde barındıran 20 ayrı kanunu yürürlükten kaldırıyor.

SAĞLIK BAKANLIĞI YÖNETİM YAPISININ YENİDEN DÜZENLENMESİ
Tüm bunlara karşılık, siyasi iktidar, “bölgeler ve gruplar arasında eşitsizlikler giderilmeli”, “merkeziyetçi yapı, hizmetlerin etkili ve verimli sunumunu olumsuz yönde etkilemektedir”, “yetişmiş insan gücünün yayılmasındaki dengesizlik”, “kaynakların verimsiz kullanılması” gibi destek bulabilecek argümanlar kullanarak, KYTK için kamuoyu desteği alabilmenin yollarını arıyor.
Dünya Sağlık Örgütü önerileri doğrultusunda: Desantralizasyon (otoritenin transferi) sağlanmalı, SB’nın düzenleyici rol ve sorumluluklarını yeniden belirleyecek yapılanma sürecine girilmeli, stratejik yönetim; politika geliştiren olmalı (ulusal politikaları yönetmek), ‘yönetişim’ anlayışını öncelemeli, standartları tanımlamalı, SB insan kaynakları yönetimini ve yönetici seçim ve atamasında liyakat sistemini (sözleşme+performans) üstlenmeli gibi öneriler, KYTK’nun ön hazırlığı anlamında tartışılıyor. SB’nın, planlayıcı, yönlendirici (önderlik) rolüne yoğunlaşması için hizmet sunucu rolünden vazgeçmesi gerekliliği vurgulanarak; denetleyicilik-denetim, kalite standartları, ilaç ve tıbbi malzeme kalitesi ve hasta hakları konularında işlevsel olması gerektiği vurgulanıyor.

İŞYERİ SAĞLIK HİZMETİ
Çalışma yaşamı, sosyal güvenlik ve sağlıkla ilgili planlanan düzenlemeler içerisinde doğrudan sağlık ocağı veya işyeri sağlık hizmetlerini yok sayan bir ifadeye rastlanmıyor. Ancak, tüm düzenlemeler, gerek sağlık ocağı gerekse işyeri hekimlerinin görev ve yetkilerini kısıtlıyor; son 20 yıl içerisinde ayrılan finansal kaynaklarını kurutma noktasına getirerek koruyucu sağlık hizmetlerinin içini boşaltan neoliberal politikalar, alternatif olarak, Aile Hekimliği Sistemi’ni önceliyor. Yeni sistemde, sağlık ocakları sembolik hale getirilirken, işyeri hekimi çalıştırma zorunluluğu neredeyse ortadan kalkıyor. Bugüne kadar ÇSGB tarafından “SSK hekim yetkisi” adı altında angarya olarak işyeri hekimine yüklenen tedavi hizmetlerinin yeni adresleri, “aile hekimleri/doktorları” olacak, ve, işverenlerin daha önce tedavi hizmetleri için istihdam ettiği işyeri hekimlerinin eksikliği duyulmayacak. Bu nedenle, İş Yasası değişiklikleri ve devamındaki düzenlemeler, KYTK’dan; “Sağlıkta Dönüşüm” ise, işyeri sağlık hizmetinden ayrı düşünülemez.

“İŞVEREN” BAKIŞIYLA GENEL SAĞLIK SİGORTASI
Ocak 2004 sayısını GSS’ye ayıran TİSK’in ‘İşveren’ dergisinde, ÇSGB, Türk-İş, TİSK temsilcileri ve bir öğretim üyesi tarafından konunun irdelenmesi; sağlıktaki yıllık 10 milyar dolarlık rantın nasıl paylaşılacağının tartışılması anlamına da geliyor. Böyle bir konuyu elbette ki TİSK gündeme almalıydı! Derginin yayın sorumlusu Bülent Pirler, sosyal güvenlik kuruluşlarının 2003 yılında 16 katrilyon TL açık verdiğini ve GSS’nin aktüeryal dengesinin iyi kurulması gerektiğini vurguluyor. Pirler, bu açığın devlet tarafından ödenmesine karşı. Hükümet ise, bu açığın prim ve katılım payları ile kapanacağını söylüyor.
Hükümet adına görüşlerini bildiren ÇSGB Müsteşarı Enis Yeter, Hazine Müsteşarı İ. Halil Çanakçı ve Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı A. Demirhan Atasoy “GSS ile sağlık sorununun çözüleceğini” iddia ederlerken, yeni sistemle ‘dikensiz gül bahçesi’ tanımı yapıyorlar. İşçinin ödeyeceği primin yüzde 5’ten 6’ya, işverenin ödeyeceği primin ise yüzde 6’dan 6,5’e çıkacağını yazan ÇSGB Müsteşarı, “ek bir külfet yok” diyerek, kocaman bir yalan söylüyor. Gerçekte, sadece sağlık sigorta kolu için yüzde 28,3 artış yapılıyor.
Enis Yeter, “Prime esas kazancın tanımı genişletilerek, çalışanların ücret, ikramiye, zam ve tazminat vb. prime tabi tutulmuştur” ifadesini kullanıyor. Prime esas kazancın yükseltilmesi işçinin yararına değil; hizmet standart verilirken, kazancın yükselmesi ile prim miktarı yükselecek. Prime esas kazancın yükseltilmesi ile, devletin, ödeme gücü olmayanlarla işsizler için ödeyeceği miktar düşecek. Bu dengeleri tartan Hükümet, Temmuz 2003’te 506 sayılı Sosyal Sigortalar Yasası’nda bir değişiklik yaparak; ikramiye, zam ve tazminatların prime esas kazançta dikkate alınmamasına karar verdi. Anlaşıldığı kadarıyla, ÇSGB’nın yaptığı yasa değişikliğinden Müsteşarı’nın haberi yok.
Sayın Müsteşar, İşveren dergisine hoş görünmek için, ikna edici bir üslup kullanmış. Örneğin; emekçilerin fazladan ödeyeceği katkı/katılım paylarından hiç söz etmemiş. Müsteşar’ın tartışmaya korktuğu konuları, işveren temsilcileri ‘kaygıları’ ile birlikte tartışıyorlar. TİSK görüşü olarak yayınlanan bildirge:
·    GSS ile yapılan hizmetin nitelik olarak değişmeyeceği,
·    Mevcut sistemin değişmesi ile sigortalılar açısından sosyal huzursuzluğun gelişeceği,
·    Ücretli ödeme sistemine geçileceği,
·    Sigortalıların kendi malı olan tesislerde para ile hizmet alacağı,
·    Prim ödemeyenlerin sağlık hizmeti yükünü prim ödeyen işçi ve işverenlerin üstleneceğini söylüyor.
TİSK’in kaygısı; kayıtdışı istihdamın prim ödemeden sistemden yararlanacağı ve devletin de mali kaynak olarak toplanan primleri kullanacağı şeklinde. SSK’dan hizmet alamayan sigortalıların daha kötü koşullara itilmesinin doğuracağı sosyal huzursuzluk, TİSK’i kaygılandırıyor. TİSK “ek mükellefiyet” istemiyor. Hükümet, işverenin işçi adına ödediği prim artışını düşük tutarken, yüksek gelirlilerin ödeyeceği primlere de üst sınır getiriyor. Aylık 2 milyar 748 milyonun üzerindeki kazançtan prim kesilmiyor.
TİSK, “SSK hastanesi, sağlık tesisleri ve fonlara el konulmaması” gerektiğini söylüyor. Bu görüşü dikkate alan Hükümet, SSK sağlık kuruluşlarının işletme haline dönüşmesini şimdilik kapsama almadı.
Sağlık Endüstrisi İşverenleri Sendikası Başkanı Metin Demir, GSS sisteminde özel sektörün iki şekilde yer alacağını söylüyor. Birincisi; TTP sınırları içerisinde aile doktoru olarak hizmet verecek olanlar. İkincisi ise; TTP sınırlarını aşan katılım payları ve cepten ödemelerle alınacak hizmete Tamamlayıcı Sağlık Sigortası (TSS) ile talip olan özel sigorta kuruluşları. Metin Demir iktidara akıl hocalığı yapıyor. Diyor ki; TTP’ni daraltırsanız TSS riskleri genişleyecek ve TSS için özel sigortaların daha fazla prim toplaması gerekecek. Oysa, TTP için prim ödeme zorunluluğu olmasına rağmen, TSS için böyle bir zorunluluk yok. Yani sigortalılar kendi istekleri ile prim ödeyecek. Bu nedenle, TSS sistemi sıkıntı yaşayabilir. Böyle bir sıkıntının yaşanmaması için TTP’nin mümkün olduğu kadar geniş tutulması gerekiyor, dolayısıyla prim oranlarının yükseltilmesiyle, “eldeki para” gibi bakılan finansmanın da miktarı yükselecek.
Derginin en ‘popüler’ yazarı Dr. Tandoğan Tokgöz olmalıydı. Dr. Tokgöz, 1986-88 yılları arasında Turgut Özal zamanında Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı yaptı. Neoliberal politikalar doğrultusunda sağlık sisteminin değiştirilmeye başlanması ve GSS’nin gündeme getirilmesi Tokgöz’ün müsteşarlığına rastlar. 1986 yılında Dünya Bankası’nın ‘Nüfus, Sağlık ve Beslenme Bölümü’, “Türkiye Sağlık Sektörü Araştırması”nı yaptırmış, Mayıs 1987’de Özal Hükümeti Tandoğan Tokgöz ile ilk somut adımı atarak, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nu çıkartmıştır. Bugün İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası Genel Sekreteri olan Tandoğan Tokgöz, ‘İşveren’ dergisinde ne yazmış diye sorarsanız; bu da ayrı bir muamma! Tokgöz, “Genel Sağlık Sigortası” başlıklı yazısında, SB-ÇSGB-DB konsorsiyumu tarafından yazılan SDP’nin GSS ile ilgili bölümünü olduğu gibi aktarmış. Veya SDP’ni kendisi yazmış!

Kaynaklar
1.    1475 sayılı İş Kanunu, 1971
2.    4857 sayılı İş Kanunu, 2003
3.    4924 sayılı Eleman Temininde Güçlük Çekilen Yerlerde Sözleşmeli Sağlık Personeli Çalıştırılması ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun, Temmuz 2003
4.    4947 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Teşkilatı Kanunu, R.G. 24.7.2003
5.    4958 sayılı Sosyal Sigortalar Kurumu Kanunu, Temmuz 2003
6.    5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu, 1949
7.    58. ve 59. Hükümet Programları
8.    657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 1965
9.    Avrupa Toplumsal Anlaşması (Avrupa Sosyal Şartı), 1961 (Yürürlük 1965)
10.    Avrupa’da Sosyal Koruma, ETUC Konferansı (1996), Harb-İş Sendikası Yayını, 1997
11.    “Devlet memurlarının özel sağlık kurum ve kuruluşlarına sevki” ile ilgili genelge, SB, Haziran 2003
12.    Döner Sermaye Gelirlerinden Personele Ek Ödeme Yapılmasında Uygulanacak Esaslar Hakkında Yönerge, SB-Ocak 2004
13.    Emek Açısından Yeni İş Kanunu (Dosya), Tes-İş Sendikası Yayını, Ağustos 2003
14.    Emiroğlu C., “Türkiye’de Kamu Çalışanlarının Sağlığı ve Güvenliği”, Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Sayı 13 (Ocak-Şubat-Mart), 2003
15.    Emiroğlu C., “Türkiye’de Sağlık Çalışanlarının İş Sağlığı ve İş Güvenliği”, SES Yayın Organı, Sayı 1 (Ekim-Kasım), 1996 ve Sayı 2 (Ocak-Şubat ),1997
16.    Genel Sağlık Sigortası (Dosya) İşveren Dergisi, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, Ocak 2004
17.    Genel Sağlık Sigortası ile ilgili Çalışmalar, SB, Şubat 1990
18.    Genel Sağlık Sigortası Sistemi ve Sağlık Sigortası Kurumu Kanunu Tasarısı Taslağı, ÇSGB ve SB-Haziran 2003
19.    GSS ve Sağlık Sigortası Kurumu Kanun Tasarısı Taslağına İlişkin Türk Tabipleri Birliği Görüşleri, Ağustos-2003
20.    Halk Sağlığı ve Sağlıkta Reform, TTB Yayını, Haziran 2003
21.    Hamzaoğlu O., Nalçacı E., Belek İ,. “Kapitalizm, Sosyal Politika, Sosyal Devlet, Sosyal Güven(siz)lik”, Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Sayı 1, Ocak 2000
22.    “Hükümet Programı ve Acil Eylem Planı Çerçevesinde ÇSGB’nın Sorumluluğunda Yürütülen Faaliyetlerimiz”, Ocak 2003
23.    İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği: Süreçler, Dönüşümler, Sorunlar (Dosya), Tes-İş Yayını, Aralık 2003
24.    İşsizlik Sigortası Nedir? Ne Değildir? Petrol-İş Sendikası Yayını, Haziran 2000
25.    İşyeri Hekimliği Ders Notları, TTB Yayını, Nisan 2003
26.    Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı
27.    Sağlık Finansman Kurumu Kuruluş ve İşleyiş Kanunu Tasarı Taslağı ve Gerekçeleri, Sağlık Bakanlığı,1997
28.    Sağlık Kanunu Tasarısı, Sağlık Bakanlığı, 10 Kasım 2003
29.    Sağlıkta Dönüşüm Programı, 2003 Türkiye’sinde Halka ve Hekimlere/Sağlık Personeline Ne Getiriyor?, TTB Yayını, Ekim 2003
30.    Sağlıkta Dönüşüm Projesi, ÇSGB ve SB, Haziran 2003
31.    SB ile SSK Sağlık Tesislerinin Ortak Kullanıma Dair Protokoller, 1 Temmuz 2003 ve 1 Ocak 2004
32.    Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Hakkında 102 sayılı ILO Sözleşmesi, 1952
33.    Sosyal Güvenliğin Tek Çatı Altında Toplanması ve Genel Sağlık Sigortasının Oluşturulması, Ocak 2003
34.    Sosyal Güvenlik Düzenlemeleri Nedir? Neden Karşıyız?, Genel-İş Sendikası Yayını, Aralık 2000
35.    SSK Başkanlığı Çalışma Raporları, 1999-2000-2001
36.    SSK Başkanlığı İstatistik Yıllıkları, 1999-2000-2001
37.    Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 2001-2005, T.C.Başbakanlık, Devlet Planlama Teşkilatı
38.    Whitehead M., Dahlgren G., Evans T., “Eşitlik ve Sağlık Sektörü Reformları: Düşük Gelirli Ülkeler Medikal Yoksulluk Tuzağından Kaçabilir mi?” Toplum ve Hekim (TTB Yayın organı), Temmuz-Ağustos 2003

Sanatın gerçekle ilişkisi üzerine*

Felsefeyi iki kampa bölen temel sorun, düşüncenin varlıkla ilişkisi sorunu ise; o halde, bilim olarak estetiğin temel sorununu, sanatın gerçekle ilişkisi olarak nitelendirmek gerekir. Sonuçta estetiğin diğer tüm sorunlarının çözümü, bu soruya verilen yanıta bağlıdır. Bu sorun, estetik anlayışın tüm yapısının üzerine kurulduğu temeli, altyapıyı oluşturur. Hegel’in sanatı, “mutlak tin”in kendisini geliştirmesinin bir biçimi olarak ilan etmesiyle birlikte, Prusya monarşisinin bu filozofunun son derece idealist ve tümüyle hatalı estetiği belirlenmiş oldu. Büyük Rus demokrat Çernişevskiy, Hegel’in estetiğini eleştirmeye koyulduğunda, işe, “Sanatın gerçekle kurduğu estetik ilişkiler üzerine” sorusunu ortaya atıp, sanatsal yaratımın, yaşamın yansıması olduğunu ilan etmekle başladı; ve bu temel üzerinden, tüm Marx öncesi felsefedeki materyalizmin en ilerici ve en bütünlüklü estetik anlayışını geliştirdi.
Estetiğin temel sorununu Marksizm-Leninizmin bakış açısıyla belirlemeye çalışacak olursak, işe kuşkusuz, sanatın gerçekle ilişkisi sorununa kesin bir bilimsel, materyalist yanıt vermekle başlamamız gerekir.
Sanat, toplumsal bilincin bir biçimidir. Stalin, “toplumun maddi yaşamının, insanın iradesinden bağımsız olarak var olan objektif bir gerçek olduğunu, toplumun düşünsel yaşamının ise, bu objektif gerçeğin bir yansıması, varlığın bir yansıması olduğunu”  söyler. Böylece sanat, toplumsal varlığın insan bilincindeki bir yansıma biçimidir. Tıpkı bilim gibi, o da, toplumun –ideolojileri şahsında– dünyaya dair tasavvurlarını biçimlendirdiği bir ideolojidir; ki, ne kadar fantastik olursa olsunlar, bu tasavvurların kaynağını, daima toplumun maddi altyapısı, insanların gerçek yaşam koşulları oluşturur. Demek ki, bir toplumsal bilinç biçimi olarak sanat, insan bilincinin tabi olduğu aynı yasalara tabidir.
İnsanlığın gelişim aşamalarının tümünde –ilkel topluluğun ilk adımlarından günümüze dek– sanat, insan için, gerçeğin bilgisine ulaşmanın bir biçimiydi ya da Marx’ın deyişiyle, dünyayı elde etmenin sanatsal-pratik yöntemiydi. Daha mağara resimlerindeki ilk hayvan tasvirleri, insanın dünyaya ilişkin tasavvurunu şekillendirme, gerçekte gözlenen biçimleri yeniden oluşturma denemesiydi. Sanatın bütün o çok biçimli dünyası, birçok yüz yıllık tarihsel süreçte nesnel gerçekliğin insan bilincinde nasıl yansıdığına dair tabloyu, sanatsal formlar olarak kaydedilmiş ve sabitlenmiş suretleri halinde sunmaktadır. Fakat bu suretler, gerçekten de, her zaman gerçekle örtüşmeyebiliyor. Örneğin Ortaçağ sanatı, olay ve olguların, somut, gerçek görünümünden çok uzak sembolik tasvirlerini yarattı. Ne var ki, bunlar da, tüm fantastikliğine karşın, dünyayı bilince çıkarmanın örneğidirler. El Greco’nun mistik hayali sanatı, garip eğretilmiş bir dünyada yaşayan hayaletvari insan figürlerini tasvir ediyor. Fakat somut bir analiz, bize bu, gerçekçilikten böylesine uzak sanatın dahi dünyevi temelini ortaya çıkarma olanağı tanıyor. Bu deformasyona uğramış bilinci, “maddi yaşamın çelişkileriyle…. açıklamak” gerekiyor.”  Sanatsal bilincin bu tür deforme edilmiş fantastik biçimlerinin ortaya çıkışı, evren bilgisinin sanatsal yönteminin temel özelliklerinden değil, tersine, somut tarihsel koşullardan, “(diyalektik) insanın sonsuz karmaşık bilgi edinmesinin” tek tek yönlerini abartan, tersyüz eden ve bozuşturan belirli sınıf çıkarlarının, sanatın özünü ve görevlerini deforme eden tahrifatından kaynaklanır.
İnsan bilincinin bir biçimi olarak, sanatın temelini, onun, gerçekliği objektif olarak yansıtma yeteneği oluşturur. “Materyalist için” der Lenin, “duyumlarımız, biricik ve nihai nesnel gerçekliğin suretleridirler.”  Marksizm-Leninizm, nesnel gerçekliğin bilgisinin edinilebilir olduğunu; insan bilincinin, bizim dışımızda ve yanı başımızda var olan maddeyi daha büyük veya daha düşük bir kesinlikle yansıttığını, daha kesin bir ifadeyle, yansıtabildiğini öğretir. “İnsan düşüncesi, demek ki doğası gereği, göreli gerçeklerin bir toplamı olan mutlak gerçeği verebilme yeteneğindedir ve verir de.”  Lenin, diyalektik materyalist bilgi teorisinin bu temel tezini böyle vurgular. Bu genel tez, sanata da uygulanmalıdır. Ve bilim gibi, sanat da, ilkesel olarak, yansımaya müsait olmayan hiçbir şeyin var olmadığı gerçeğin bir yansımasıdır.
Sanatın konusu, kelimenin gerçek anlamıyla, bizi çevreleyen tüm dünyadır. İnsan yaşamı ve doğa, insanın en derin duyumları ve ister göz, ister söz ya da sesle aktarılsınlar ya da bunların bir bileşimi olsunlar, akla gelebilecek her şey, olaylar ve olgular, sanatsal ifadenin içeriğini oluşturur.
Sanatın yanında ve dışında var olan gerçek, sanatın konularını seçtiği kaynaktır, ve onsuz var olamayacağı malzemedir. İnsan bilinci, deneyim aracılığıyla reel dünyayla temasa geçmezse eğer, boş, içeriksiz olur. Sanat, kendisini gerçekten yalıtır yalıtmaz, her türlü içeriğini kaybeder. Modern formalizm (biçimcilik), bunun en açık örneğidir. Biçimlerin soyut kübist ya da sürrealist bir araya getirilişi, nesnel gerçekliğe dair bir dirhem gerçek içeriğe sahip değildir ve bu, onları, herhangi bir nesnel değeri olmayan içi tamamen boş anlamsızlıklar haline getiriyor.
Başka bir ifadeyle, bilicin dışında var olan gerçeklik birincil olandır, onun sanatsal yansıtılması ikincil olan. “Maddenin varlığı, duyumdan bağımsızdır. Madde birincil olandır. Duyum, düşünce, bilinç, belirli bir biçimde örgütlenmiş maddenin en üst ürünüdür.”  Böylece sanatsal bilinç, gerçeğin bir yansımasıdır; ama bu gerçeğin özünü, içeriğini, niteliklerini ve özelliklerini az ya da çok nesnel olarak yansıtan bir yansımadır.
Bu genel önkoşullar, bizim için, bizi ilgilendiren insan bilinci biçiminin, yani sanatsal biçimin karakteristiğinin hareket noktasını oluşturmalıdır.
Sanat tanımına, en kolay, onun insan bilincinin diğer biçimleriyle olan ilişkisi irdelendiğinde ulaşılabilir. İnsan, gerçeği çeşitli yöntemler aracılığıyla görebilir; bilimin yanı sıra sanat bu yöntemlerden biridir. İkisi, amaç ile konunun birliği dolaysıyla birbirine yakındırlar: Bilim gibi, sanatın da görevi, nesnel gerçekliğin bilgisini edinmektir. Bu anlamda bilim ve sanat, toplum içinde yaşayan insanın etrafındaki dünyanın bilincine varmasının farklı biçimleridir yalnızca. SSCB’de tarımın kolektifleştirilmesi, örneğin, bir tarihçinin araştırma konusu ve sanatsal bilgi edinmenin nesnesi olabilir. Birinci durumda, bilimsel araştırmanın sonucunu elde ederiz, ikincisindeyse, diyelim Şolohov’un “Saban altında yeni toprak” gibi bir romanını. İki durumda bilgi edinmenin nesnesi ve amacı (nesnel olarak doğru bir bilgi edinme yönteminin uygulanması koşuluyla elbette) aynıdır: Belirli bir dönemde kırsal alanda meydana gelen olaylar ve bunların özünün ortaya çıkarılması. İleride de göreceğimiz gibi, farklı olan, bilgi edinmenin biçimidir, ve kimi durumlarda, sanatçının ve bilim insanının dikkatini yoğunlaştırdığı nokta, olayın farklı yönleridir.
Bazen dünyanın bilgisinin bilimsel ve sanatsal edinimi el ele yürüyebilir, öyle ki, gerçeğin bilgisinin edinilmesinin bu iki biçimi arasındaki sınır zaman zaman silinir. İtalya’da, Rönesans döneminde, örneğin, anatomi bilimi ile resim sanatı son derece sıkı bir karşılıklı etkileşim içinde bulunuyordu. Leonardo da Vinci, bilim insanı olarak, insan bedeninin yapısını araştırıyordu ve bu bilimsel uğraşısının onun resim yaratımına bir katkı mı oluşturduğunu, yoksa tersine sanatsal incelemelerinin bilimsel çıkarımları için hazırlık çalışmaları mı olduklarını söylemek güçtür.
18. yüzyıl Rus peyzaj ressamlığı tarihinde, sanatçıların çeşitli coğrafik keşiflere katılıyor olması büyük bir rol oynuyordu. Bilimsel “arazi şartlarının saptanması” görevi, sanatsal doğa gözlemiyle birleşiyordu.
Sanatın özünü belirlemeye çalışırken, Marksist yazında ilk kez Plehanov tarafından benimsenen Belinskiy’nin bir tanımını dayanak edinebiliriz. Belinskiy’e göre “sanat …. tasvirler halinde bir düşünmedir.”  Bu tanıma göre sanat ve bilim aynı ölçüde gerçeği idrak eder; ama sanat, gerçeği resimler halinde idrak ederken, bilim, bunu kavramlarla yapar.
Soruna biraz daha yakından bakalım.
Bilim, yaşamın tek tek olgularını gözlemleyerek başlar, bu tek tek gözlemleri genelleştirir ve genel kavramlara ulaşır, şu ya da bu görünümü koşullayan yasayı keşfeder. Somut, tarif konusu malzeme, bütün bilimlerde birincil önem taşır. Bu, –olmadığında her bilimsel kavramın boş bir soyutlamaya dönüşeceği– genellemenin kaçınılması mümkün olmayan zorunlu zeminini oluşturur. Ancak somut olguların salt tarifi, bilimin nihai hedefi değildir. Geçmişin karanlıkta kalan, az araştırılmış bir dönemini araştıran bir tarihçi, bu araştırmasıyla, daha başka genellemeler için, ve nihayetinde, tarihsel gelişmenin belirli yasalarının saptanması için somut malzemeler sağlar. Tarih öncesi bir yerleşim alanının kazısını gerçekleştiren arkeolog, deyim yerindeyse, ilk bilimsel gerçekleri temsil eden tek tek somut olgular tespit eder: Örneğin, söz konusu tarih öncesi yerleşim alanında yaşayanların toprağı işlediklerini. Bu nesnel gerçek ise, bilim açısından, çıkarılan belirli bir genel sonucu kanıtlamak üzere bir delil oluşturur. Başka bir ifadeyle, bilimin amacı, bir olguyu belirleyen yasaları keşfetmektir. Ardından bu yasaların bilgisi, insanın pratik çalışmasının bir hareket noktası haline gelir. Miçurin ve Lisenko tarafından bulunan ve araştırılan kalıtım ve değişim yasalarının bilgisi, tarımda faaliyet yürüten insanlara, doğanın pratik dönüştürülmesinde yardımcı olmaktadır.
Sanatta durum farklıdır. Bilgi edinmenin sonucu, burada, kavramın soyut biçimiyle değil, tersine daima suretin somut-maddi biçimiyle ortaya çıkar. Bir sanat eserinin içerdiği genellemeler hangileri olursa olsun, daima tek bir olgu, görünüm, kişi tarafından cisimleştirilirler. Edebiyat eserlerinde, başlarından belirli olaylar geçen somut insanlar konu edilir. Eugen Onegin, toprak sahiplerinin Rusyası için en tipik figürdür; o, Puşkin’in, yaşamın gerçek olgularından çıkardığı son derece derinlikli genellemelerin sonucudur. Fakat o, kendi kişisel yazgısı olan belirli bir insandır ve yine tipik olsalar da, tam da bu Onegin’in biyografisinin gerçekliklerini oluşturan olaylar yaşar. Repin’in “Treidler”i de, aynı şekilde, önemli genellemeleri şart koşan yaşamın bilgisini derinlemesine edinmenin meyvesidir. Fakat sanatçının çizdiği tabloda, bunlar, somut insanlardır: Kanin, Larka, terhis olmuş asker – sıcak bir yaz gününün belirli bir zamanında, Volga kıyısının belirli bir yerinde bulunurlar.
Böylece, gerçekliğin genellemesi, bilimde ve sanatta farklı biçimlerde gerçekleşir. Sanatçı, yasalar formüle etmez, ancak gerçeğin tipik olaylarını ve karakteristiklerini görebilme yeteneğine sahip olmalıdır. Bilim insanı için ise bu tipik görünümler, bunları belirleyen yasaları keşfetmek için temel aldığı malzemedir. Dolayısıyla sanatçının hedefi, görünümlerin yasalarını keşfetmek değildir, tersine yasalı, kendi bakış açısından zorunlu görünümleri tasvir eder. Kuşkusuz bilimsel ve sanatsal düşünce arasındaki sınırlar mutlak değildir. Lev Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ında onlarca sayfa, yazarın tarihsel felsefi görüşlerinin açıklanmasına ayrılmıştır, ve bunlar, aslına bakılırsa, bu dahiyane sanat eserinin dokusuna işlenmiş olsalar da, bilimsel felsefi alana girerler. “Komünist Manifesto”nun ünlü girişi, çarpıcı ve etkileyici bir sanatsal tablodur. Bilim insanının sanatsal, plastik bir ifade tarzına başvurduğuna ender olarak rastlanmaz; aynı sıklıkta sanatçı da saf bilimsel genellemelere başvurur.
İdealist estetik, sanat ve bilimi birbirinden koparıp karşı karşıya getirmeyi tekrar tekrar denedi. Örneğin gerici sembolizm “teorisi”, insanın yalnızca bir sanatsal “sembol” yardımıyla “kendinde şeyler”in “sırrı”nı çözebileceğine, bilimin ise, sözüm ona gerçekten derinlemesine bilgiyi sağlamaktan aciz olduğuna dair uydurma fikri yaymıştır. Fakat bu “teori”, nesnel gerçekliğin her türlü bilgi edinimini itibardan düşürmeyi amaç edinmiştir. Gerçekten de, bilim ve sanat arasındaki farklılıklar yalnızca görelidir; ve bunlar, nesnel gerçekliğin bilgisini edinmenin biçim farklılıklarıdır.
Tıpkı bilim gibi, sanat da, dünyanın bilgisini edinir, özel gözlemleri genelleştirir, yasalı ve tipik olanı bulmaya çalışır. Ne var ki, genel kavram ve fikirler, sanatsal yaratımda, somut-maddi, dolaysız olarak bireysel biçimde cisimlenir. Bilimde tek olan, genelin biçimiyle görünüre çıkarken, sanatta, genel olan tekin biçimiyle, duyular aracılığıyla belirli tek bir görünüm olarak algılananın biçimiyle açığa çıkar.
Gerçeğin her bilgisinin edinilmesinin hareket noktası duyumdur. “Madde” diye yazar Lenin, “insana duyumları aracılığıyla verilen, duyumlarımız tarafından kopya edilen, resmedilen, yansıtılan ve duyumlarımızdan bağımsız olarak var olan nesnel gerçekliği tanımlamaya yarayan felsefi bir kategoridir.”  Dolayısıyla duyumlar, insanın dünyaya dair tüm bilgilerinin kaynağıdır. Duyum, dünyanın sanatsal bilgi ediniminin de kaynağıdır.
Ancak sanatın özünü, somut duyumlara –görme, işitme–, dünyanın ilk, maddi algılanmasına indirgemeye kalkarsak hata yaparız. Sanat ile bilim arasındaki farkın, ilkinin içeriğinin duyumlardan, duygular dünyasından, ikincisinin ise fikirlerden, aklın dünyasından oluştuğunu iddia etmek, tümüyle yanlış olur. Gerici formalist (biçimci) eleştiri, birden çok defa, sanatın düşünmemesi gerektiği, fikri bir içeriğe sahip olmaması gerektiği tezine dönmüştür. Sanatın salt duyumsal özünün olduğunu propaganda etmenin amacı açıktır: Sanatsal yaratımı, bilgi aktaran anlamından yoksun kılmak, onu, yalnızca temel maddi duyumlara geriletmek. Formalist pratiğin kendisi de bu yolda hareket etmiştir. Daha empresyonizm, sanatta düşünce derinliğinden uzaklaşmaya ve sanatı, duyumların kaydedilmesine geri çekmeye çalışmıştır.
Duyumsallığın, hem sanatçının yaratım sürecinde hem de sanat eserinin kendisinde olağanüstü büyük bir önem taşıdığı tartışılmazdır. Her büyük sanat, dünyanın somut pırıltısının belirgin bir duyumunu verir. Velazquez ve Repin’in gücü, büyük oranda, bu büyük sanatçıların, gerçekliğin duyumsal algılanmasının devasa gücünü yansıtmayı başarmalarına dayanır. Ne var ki, sanatın duyumsal yönü, yalnızca sanat eserinin varlığının zorunlu bir önkoşuludur, fakat onun özü değildir. Empresyonistlerde, örneğin Degas’da, dünyanın duyumsal algılanması kendi kendinin amacı olurken, duyumun kendisi, kaba hayvani bir nitelik kazanır. Koşan atlar ve dansözler, sanatçı için, estetik duyguların eşdeğerdeki kaynakları haline gelirler. Sanatta duyumsal olanın gerçek anlamına kavuşması için, ilkel duyumdan daha yüksekte olması gerekir. Marx’ın bir sözüyle ifade edecek olursak; duyumsallık, insani duyumsallık haline gelmelidir.
Bu ne anlama gelir?
Bilim için olduğu gibi, sanat için de duyum, bilgi edinmenin başlangıç aşamasıdır. Lenin, insanın bilgi edinme sürecini şöyle tanımlar: “… canlı gözlemden soyut düşünceye ve oradan da pratiğe — gerçeğin bilgisini edinmenin, nesnel gerçekliğin bilgisini edinmenin diyalektik yolu budur.”  Dünyanın her bilincine varma, başlangıcını oluştursa da, “canlı gözlem”le kalmıyor. Kendi başına bu, gerçeğin nesnel bir yansımasını oluşturmuyor henüz. Duyumdan “soyut düşünceye” geçişi, yaşamın zengin görünümlerinden uzaklaşıp kuru ve boş soyutlamaların alanına bir geçiş olarak algılamamak gerekir. Tek olandan özel olana ve özel olandan genele bir geçiştir bu.
Bilgi edinmenin her biçiminde, insan, canlı gözlemden genele, sanatta da, genelleme olarak tanımlayabileceğimiz şeye yönelir. Genelleme, sanatta devasa bir rol oynar; “canlı gözlem” gibi genelleme de, sanatın olmazsa olmazlarındandır. Aklın faaliyeti, dünyanın sanatsal bilgi ediniminin zorunlu bir halkasıdır. Duyumdan fikre, düşünceye geçiş, sanatsal bilgi ediniminin ikinci halkasını oluşturur, ve, gerçekliğin görünümlerinin genellemesini oluşturan bir fikirden yoksun, gerçekten önemli bir sanat eserinin olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Sanatın özüne ilişkin teorinin merkezi bir kavramının açıklanmasına geçelim – tasvir kavramına.
Yukarıda öne sürülen tezi farklı formüle ederek, sanatın, gerçeğin bilgisini edinmenin sonuçlarını, bilimin yaptığı gibi kavramlar biçiminde değil, tersine tasvirler biçiminde, gerçeğin somut-duyumsal, eşsiz bireysel yansıması biçiminde cisimleştirdiği söylenebilir. Suret, yalnızca, belirli bir olgunun ya da belirli bir nesnenin görünüşünün duyularca algılanmasının basit bir kaydı değildir. Sanatçı, herhangi bir görünümü, örneğin masa üzerinde duran bir bıçağı algıladığında, gözünün ağ tabakasında bu bıçağın bir “sureti” oluşur. Ne var ki, tasvirin en temel görevinin dahi, dış uyarımların ağ tabakası üzerinde yarattığı sonucu yansıtmaktan oluştuğunu düşünmek yanlış olur. Bir ressam, natürmort yapmak üzere önüne bir dizi nesneyi dizdiğinde, görünürdeki niyeti, yalnızca gözünün ağ tabakasına sabitlenen görüntüyü yansıtmaktır. Oysa durum, elbette farklıdır. Nesnelerin görünüşlerini büyük bir titizlikle aynen yansıtma çabasında olan Hollandalı natürmort ressamları, eserlerinde, şeyler hakkında bütünlüklü “felsefi” düşünüşler ortaya koymuşlardır. Bunun olabilmesi için, ressamın, görülen şeyi kavraması gerekir. Dış uyarım ağ tabakası tarafından algılanır algılamaz, bilinç, onu egemenliği altında alır, ve, bir dizi etmen –tecrübeler, çağrışımlar, soyutlama yeteneği, şu ya da bu bilgi– harekete geçerek, ilk baştaki duyumu bir genellemeye dönüştürürler. Nesne, –yalnızca belirli bir görüş açısınca olsa bile– insan tarafından teşhis edilir. Örneğimiz açısından sonuç, nesnelerin insan yaşamında oynadıkları rolün bilgisidir, bu sırada, genel çıkarımlar, söz konusu nesnelerin, aletlerin, yiyeceklerin vb. şeylerin tasvirlerinde cisimlenirler.
Görsel bilginin özelliği, karmaşık genellemelerin sonuçlarının tek tek nesneler veya görünümler biçiminde cisimleniyor olmasıdır. Aleksander İvanov, ünlü “Dal” tablosunda, canlı gözlemin muhteşem bir zenginliğini yansıtmayı başardı. Fakat “Dal” tablosu, belirli bir ağacın belirli bir dalının son derece titizlikle hazırlanmış tasviridir. Sanatçı, bir ağacı yansıtmak istediğinde, her zaman, dallarının ve yapraklarının belirli düzene sahip olduğu belirli bir ağacı çizer. Bilginin, gerçeğin genellemesinin sonuçlarını, onun somut, biricik görünümü halinde tasvir eder; yani, verili genelleme için malzeme olarak hizmet eden tek tek görünümlerden biri halinde tasvir eder. Fakat sanatsal tasvir, derin nesnel bir bilginin sonucu ise, başka bir deyişle, resim, bilginin konusunun içeriğine uygun geliyorsa, tüm rastlantısal, tipik olmayan her şey dışta bırakılır ve karakteristik olan her şey öne çıkarılır.
İoganson’un “Komünistlerin Sorgulanması”nda, her şey, tutarlı bir biçimde bireyseldir, ancak tablodaki her bir kişi, yalnızca belirli bir insan olmakla kalmıyor, aynı zamanda, bir grup insanın niteliklerinin “temsilini” de oluşturuyor. Dahası, bir sanat eserindeki güç ve derinlik, bireyselleştirmeyle çelişmez; tersine, tasvir, gerçek zenginliğine, ancak tek olanın en güçlü inandırıcılığı aracılığıyla kavuşmaktadır.
Sanatta genel olan, karakteristik olanın biçimlerine kavuştuğunda, gerçek anlamda inandırıcı olur. Belirli tipik bir ruh hali, belirli bir kişinin ruhsal durumunun sergilenmesiyle iletilir.
Tipik suret, görünümün genellemeye tabi olan genel özelliklerini canlandırmalıdır, ama bu sırada, bireysel karakteristik olanın tüm biricikliği de korunmalıdır. Gerçeğin kendisinde genel olan, yalnızca tek olanda varlığını sürdürür. Ve bilim, tek olandan soyutlama yaparak ortaya –daima tek olandan daha yoksul olan– genel bir kavram çıkarırken, sanat, bu geneli, tek olanın şahsında tasvir eder. Bireysel olanın sonsuz çeşitliliği, tipik olanla çelişmez kesinlikle. Repin’in “Baş rahip” tablosu, bireysel karakteristiği açısından şaşırtıcıdır. Burada her şey –yüz çizgileri, bedenin duruşu, kısa parmaklı tombul ellerin şişkin göbeğin üzerindeki konumu–, tam da bu insana aittir. Fakat bununla birlikte ya da daha doğru bir ifadeyle, tam da bu yüzden, karşımızda gördüğümüz, Rus ruhban sınıfının tipik bir temsilcisidir.
Dolaysıyla genelleme, yani felsefede soyutlamanın ifade ettiği, gerçeğin sanatsal bilgisinin zorunlu bir ögesidir. Bilgi ediniminin bu alanında da Marksist-Leninist bilgi teorisinin genel yasası etkilidir: Somuttan, özelden genele ve sonra yeniden somuta.
Fakat sanatta, genellemenin, özel, spesifik bir karakteri vardır. Yukarıda, genel olanın somut olandan, tek olandan daha yoksul olduğunu söylemiş olmamız, kesinlikle, bilimsel bilginin sanatsal olandan daha yoksul olduğu sonucunu doğurmaz. Mesele, Lenin’in de dediği gibidir: “Genel olan her şey, bütün tek olan şeyleri ancak yaklaşık olarak kapsar. Tek olan her şey genelin içinde yalnızca eksik olarak yer alır…”  Her tek görünümde, en önemli olanı gölgeleyen bir rastlantı ögesi bulunur. Burada, sanat ile karşılaştırıldığında, bilim, belirli bir avantaja sahiptir. Bilimde “…bir dizi özelliği, rastlantı olmaları nedeniyle bir kenara bırakıp yalnızca görünenin en önemli olanını alırız ve bunları karşılaştırırız.”  Felsefe tarihiyle ilgilenen bilim insanı, Sokrates’in çirkin bir görünüme sahip olmasına kayıtsız kalır; çirkinlik, bu filozofun bilgisini edinmek açısından rastlantısal bir etmendir. Sokrates’in bir resmini yapmak isteyen ressam, onun çıplak kafasını görmezden gelemez. Sanatçı, sürekli olarak, görünümlerin son derece karmaşık bağıntılarıyla uğraşmak zorundadır, oysa bilim insanı, bunları rahatça bir kenara bırakabilir. Burada bütün mesele, rastlantıların tüm o kalabalık kitlesini; şeylerin, görünümlerin ve süreçlerin özünü ortaya çıkarma zorunluluğuna tabi kılmaktır. Empresyonizmin hatalarından biri, burada –gerçi “tek olanda” var olan– rastlantısal olanın, temel olanı gizlemesidir. İnsan yüzünde mutlak olarak refleksler vardır, çünkü Lenin’in dediği gibi, “her tek olan, binlerce geçişlerle başka türden tek olanlarla…bağlantılıdır.”  Ne var ki, bu refleksler –fiziksel fenomenlerin, güneş ışığının, cisimlerin sahip olduğu ışığı geri yansıtma yeteneği–, portrenin özü açısından önemsizdir. Fakat sanatçı, bunları basitçe görmezlikten gelemez –bunu yapmaktan da alıkoyamaz kendini–, çünkü iki ayağıyla birden “tek olanın” toprağına basmaktadır. Her portrede, herhangi bir ışıklandırma zorunludur. Ancak figürdeki rastlantısal olan her şey, önemli olana tabi kılınmak zorundadır. 1 Mayıs’ta hava bazen güneşlidir, bazen de yağmur yağar; fakat yağmur altındaki Mayıs gösterilerini resmetmek isteyen bir sanatçı, önemli olana, yani genel olana dair azami bir kayıtsızlık ortaya koyacaktır.
Burada, sanatsal suret teorisinin ayrıntılı bir analizine girmek istemiyoruz. Yalnızca suret sorununu, sanatın özünün ve gerçekle olan ilişkilerinin doğru anlaşılması için zorunlu olduğu kadarıyla açıklığa kavuşturmak istedik.
Bir kez daha bilim ile sanatın karşılaştırılmasına dönelim. Gördüğümüz gibi aralarındaki farklılıklar, ilkesel niteliklere sahip olsalar da, mutlak değil. Sanatçı için bilimsel araştırma, sıklıkla sanatsal bir suretin yaratılmasının kaynağı haline gelebilir. Ancak, bir sanat eseri, bir fenomenin bilimsel bilgisinin edinilmesinde önemli bir yardımcı unsur olabilir.
Bilindiği gibi Marx, yazdığı romanlar nedeniyle, Balzac’ı, “sosyal bilimler doktoru” olarak adlandırmıştır. Yani onun burjuva toplumuna ilişkin sanatsal bilgisi, burjuva iktisatçılarının elde edebildikleri bilgiye göre çok daha nesnel ve derinlemesineydi. Balzac, burjuva toplumunu, uzun, somut, ama bu arada, tipik bir olgular dizisi içerisinde anlatır. Bu sırada, insanlar arasındaki ilişkileri, kapitalizmde şekillendikleri gibi ortaya koyar. Onun yarattığı sanatsal kahramanlar, genellemenin devasa gücüyle, olguların özünü ortaya sererler.
Sanatsal tasvirin kendisi bile belirli bir soyutlamadır; sanatçının gerçeklikte gözlemlediği tipik olmayan, ufak tefek rastlantısal özellikler, topluluğunun arasından yapılmış bir çıkarımdır. Sanatçının fikrinin kendisi, göreceğimiz gibi, nihayetinde başka bir ifade kazansa da, özü itibarıyla bilim insanının fikriyle özdeştir.
Genellemenin sonucunu ifade eden fikir, sanatın temel içeriğini oluşturur. Bir sanat eserinin fikrinin netliği ve derinliği, gerçeğin, gerçek anlamdaki nesnel bilgisinin meyvesidir. Net bir fikrin eksikliği, daima, dünyanın sanatsal bilincine varılmasındaki yüzeyselliğin bir sonucudur. Bir sanat eserinin fikri, şeylerin özüne dair, onların içeriklerine dair tasavvurdur. Sanatçılarımıza yönelttiğimiz bir fikri içeriğe sahip olmaları talebimiz, bu bakış açısından hareketle, nesnel gerçekliğin özüne olabildiğince bütünlüklü ve derinlemesine ulaşmaları talebidir.
Fakat fikir, sanatta, tasvirsel bir ifade biçimi alır. Devrimcinin cesareti ve boyun eğmezliği fikri, Repin’de, maddi somutlanışını, otokrasiye karşı mücadelede ölüme mahkum edilmiş savaşçının, günah çıkarması için yanına gelen papaz ile girdiği diyalogun (“Günah çıkarmanın reddi”) tasvirinde bulmuştur. SSCB’de işçi ve köylülerin ittifakı fikri, Sovyet insanlarının gelecek özlemi vb., güçlü ve azametli hareketle yürüyen Muchina heykelinde somutlanmıştır; “İşçiler ve Köylü Kolhoz Kadını”.
Böylelikle resim, fikrin sanat eserinde varolma biçimlerinden biridir. Fikrin sanatta cisimlenebilmesi için, ona uygun tasvir biçimine bürünmesi gerekir. Sovyet sanatının ilk döneminde, formalist sanatçıların, zevksiz süslemelerini, derin gerçeklik içeriğine sahip fikirlere “biçim vermeye” kalkışarak maskelemeye çalıştıkları çok olmuştur. Ancak formalist yöntem nedeniyle, bu fikirler, bu tür “sanat eserleri”nde yalnızca ifade bulmamakla kalmadılar, üstüne üstlük, kaba bir şekilde tahrif edildiler. A. Gonçarov, “Marat’ın Charlotte Corday tarafından öldürülmesi”ni tasvir etmek istediğinde, anlaşılan, eserinde, öznel olarak devrimci bir fikri somutlama çabasıyla hareket etti. Ancak ressamın yarattığı resim, bu fikri ifade etmekten kesinlikle çok uzak kaldı, hatta onu bozuşturdu ve tahrip etti.
Dolayısıyla sanatta fikir, her şeyden önce tasvirin biçiminde, felsefe diliyle ifade edersek, genelin tek olanda mevcut olmasıyla var olur. Fakat bu yine, edebi bir eserde, bilimde olageldiği gibi, kavramlarda somutlanan bir dizi özel fikrin var olamayacağı anlamına gelmez kesinlikle. Bunlar, kahramanların ağzından verilebilir, yazarın kendisi tarafından bir yan unsur olarak ifade edilebilir, ama eserin, gerçeğin genellemesinin önemli yönlerini ifade eden temel, başı çeken fikirleri, salt kavramlar yardımıyla ifade edilemez, bunlar tasvirlerin bir parçası olmalıdırlar. Tolstoy, “Savaş ve Barış”ın temel fikirlerini, bunları kendi anladığı gibi, romanının son bölümünde popüler-bilimsel bir biçimde, kavram olarak formüle etmiştir. Ne var ki, ilkin, Tolstoy’un bu dahiyane yaratısının fikirleri, eserin dokusunda ifade buldukları şekliyle, yazarın kendisinin formüle ettiklerinden çok daha zengin ve derinlemesinedirler; ve ikinci olarak, formüle ettikleri, belki zaman zaman biraz suni bir zorlamayla da olsa, romanındaki kahramanlarda zorunlu olarak mevcuttu zaten; örneğin Piyer Bezuhov’un davranışlarının tasvirinde ya da Platon Karatayev kahramanında olduğu gibi. Her halükarda Tolstoy’un, ünlü fikir yürütmelerini, yalnızca romanının ikinci cildinin 28. bölümde vermesi gerekmiyordu, aynı zamanda, olguların kendisini, bu fikir yürütmeler açısından tasvir etmesi de gerekiyordu.
Bu bağlamda, “tezli” olarak adlandırılan sorunu ele almak yerinde olacaktır. Bilindiği gibi, Engels, sanatta, özellikle geçen yüzyılın sonlarına doğru, sosyalist romanda “tezli” olana karşı çıkmıştır. Harkness’e şöyle yazmıştır: “Katıksız bir sosyalist roman, biz Almanların adlandırdığı gibi, yazarın toplumsal ve politik görüşlerini yüceltmek için bir tezli roman* yazmamış olmanızda bir kusur bulmaya çalışmıyorum. Demek istediğim şeyle hiç ilişkisi yok bunun. Yazarın görüşleri ne denli gizli kalırsa, sanat eserinin o denli hayrınadır.”  Bayan Kautsky’i ise, böyle bir “tezli roman” yazmış olmasından dolayı eleştiriyor ve şunu vurguluyordu: “…tez, özellikle belirtilmeksizin, durumun ve olayların kendisinden ortaya çıkmalıdır….”  Engels’in bu düşünceleri etrafında, on yıl önce, Sovyet teorik ve eleştirel yazınında, tam bir bilimsel polemik patlak verdi. Kimileri bundan, bir sanat eserinde her türlü tezliliğin zararlı olduğu ve çıkarımların, sanatçının fikirlerinin, gerçeğin nesnel, tarafsız tasvirinin ardında gizli kalması gerektiği sonucunu çıkardı. Hatta, tezli olan, sözüm ona eserin sanatsal dokusunu tahrip eden “yazarlık” sınıflamasına sokuluyordu.
Bu sorunsalı tamamen saçma buluyoruz. Her şeyden önce, Engels, tıpkı Marx gibi, birden çok kez şu ya da bu sanatçının mücadeleci eğilimine dikkat çekmiştir. Adeta yanlış anlaşılma olasılığını önceden sezmiş gibi, Engels, şunları yazdı: “Ben tezli denilen şiire hiç de karşı değilim. Gerek tragedyanın babası Aiskhylos, gerek komedyanın babası Aristofanes, oldukça tezli şairlerdi. Dante ve Cervantes de onlardan geri kalmadı ve Schiller’in “Hile ve Sevgi”si hakkında söylenebilecek en iyi şeyse, onun politik tezli ilk Alman oyunu olmasıdır. Mükemmel romanlar yazan modern Ruslar ve Norveçliler, hepsi de tezli yazıyorlar.”
Marx, Dante’nin şiirlerindeki zaptedilmez mücadele ruhuna hayranlık duyuyordu. Marksizmin kurucuları için, sanatçının idealleri uğruna açık mücadelesinin bir hata olamayacağı kendiliğinden anlaşılır. Bunun tersini iddia eden, onların öğretisinin devrimci özünden hiçbir şey anlamadığını kanıtlar. Belirli fikirlerin propagandası ve bunların cesaretle savunulması, Marx ve Engels için, daha sonra da Lenin ve Stalin için, daima, bir sanat eserinin önemli bir önceliğiydi.
Engels, sosyalist romandaki “tezli” olana karşı çıkmışsa eğer, her şeyden önce, tezli olanın belirli bir içeriğini kastediyordu. Bunlar, 19. yüzyılın sonlarında İngiltere ve Almanya’daki reformist edebiyatın dolup taştığı “sosyalizmdeki burjuva yanılsamalar”dı, ve Engels, dönekliğin tüm diğer görünümleriyle olduğu gibi, bununla da uzlaşmaz bir biçimde mücadele etmeyi görev biliyordu.
Fakat mesele yalnızca bu değildir. Marx ve Engels’in, Shakespeare ile Schiller’i koşullu olarak karşı karşıya koydukları Lassalle ile ünlü kavgalarında, ikisi de, ilk yazardan yana tutum aldı. Marx, Lassalle’a “Schiller’liği, bireyleri, çağlarının zihniyetinin birer borazanı haline getirmeni, başlıca kusurun sayıyorum”  diye yazmıştır. Engels, “düşünsel olan karşısında gerçekçi olanı, Schiller karşısında Shaekespeare’i unutmama…” talebini öne sürüyordu.  Başka bir ifadeyle, Marx ve Engels’in görüşüne göre, Schiller’in eserlerinde fikirler, hiç de her zaman uygun, tasvir biçimine uyan ifadeyi kazanmıyordu. Marx ve Engels, “tezli” olana karşı çıkarken, bunu kesinlikle taraf olmakla özdeşleştirmiyorlardı, ve kuşkusuz, sanatta tarafsız bir nesnelliği hiç mi hiç savunmuyorlardı. Marx, Lassalle’ın kahramanlarının soyut formülvariliğine karşı duyduğu hoşnutsuzluğu ifade ederek şunları yazdı: “Ayrıca, karakterlerde karakteristik olan şeyi bulamadım.”  Engels de, Bayan Kautsky’e şu sitemi yöneltiyordu: “… Arnold’da (romanındaki bir kahraman – G.N.) kişilik ilkeye kayıyor gittikçe.”  Yani, genelin, önemli olanın, sanatta tek olanın biçiminde ortaya çıkmasını talep ediyorlardı. Fikrin, “tezin”, tasvirin dışındaki bir eklenti biçiminde var olmasına karşı çıkıyorlardı. Bu, daha da açık olarak ifade edilebilir: Bununla, sanatsal suret tezinin kendisini savunuyorlardı, yani sanatsal suretin, net, kesin bir biçimde ifade bulan mücadeleci bir fikir içermesi gerektiğini savunuyorlardı.
Tüm bunların ışığında, sanatsal tasviri, basitçe, gerçeğin bir aynası olarak, daha doğrusu yalnızca onun pasif yansıması olarak görmenin ne kadar yanlış olduğu açıklığa kavuşuyor. Bu soruna geri döneceğiz, ama şunu vurgulamak zorundayız: “AAASanatsal tasviri, verili olanın basitçe yansıtılmasına indirgemek, dünyanın tasvirsel bilgisinin en önemli yönünü, gelişim yasalarının ortaya çıkarılmasını şart koşan, dolayısıyla tasvir edilen hakkındaki, her gerçek sanat eserinin özünü oluşturan fikir hakkındaki yargı etmenini içeren genellemeyi unutmak demektir. Ve tam da suretin kendisi, fikrin organik olarak belirlenmiş ifadesini oluşturmuyorsa, yani “tezli” olmadığında, fikrin, dışsal bir tez biçiminde, mekanik olarak eklemlenme gereği duyulur. Engels’in zamanında karşı çıktığı da buydu. Dolayısıyla sanatçı, suretin özünün tamamında içeriği, fikri yansıtamazsa, zaman zaman dışsal bir sembolleştirmeye başvurur; bu, elbette olabilir bir şeydir, ne var ki, fikrin suret aracılığıyla net bir ifadesinin eksikliğinin yerini dolduramaz.
Gerçekliğin yansıtılmasının bir biçimi olarak sanatsal suretin yapısının analizini sürdürecek olursak, dikkatimizi, sorunun, diğer son derece önemli bir yönüne yöneltmemiz gerekir.
Sanatçı, gözlemlere, malzemeye, düşünüşlere ve duyumlara dayanarak tasvirini yaratırken, onun bilincinde, Lenin’in “yansıma”, gerçeğin “kalıbının çıkarılması” olarak adlandırdığı şey meydana gelir. Dünyanın bilgisinin tasvirsel biçimi, bize, özel bir netlikte, ve denebilir ki, temel bir açıklıkta, bilgi edinmenin nesnesi olarak tek bir cisim ile onun insan bilincindeki öznel yansıması arasında mevcut olan o yaklaşık denklik durumunu gösterir.
Fakat suret, yalnızca sanatçının kafasında var olduğu sürece, daha tamamlanmış değildir ve sanattan henüz söz edilemez. Ancak sanat eseri yaratıldıktan sonra sanata varılır. Bir resim tasarlayan, ama henüz gerçekte yaratmamış olan bir sanatçı, örneğin, sözlü hatta yazılı olarak gelecekte yapacağı sanat eserini anlatabilir. Bir fikri ifade eder, figürlerini tarif eder, hangi yöntemleri kullanmayı düşündüğünü açıklar. Buna karşın, ne kadar ayrıntılı ve açık olursa olsun, bu tür bir anlatım, asla eserin kendisinin yerine geçemez.
Sanatsal suret, şu ya bu maddi somutluğa kavuşmalıdır. Nesnelleşmesi gerekir. Bu türden nesnelleşme biçimleri, tek tek sanat dallarında büyük farklılıklar gösterir. Heykeltraş, sureti, gerçek bir nesne olarak var olan heykeli, cisimsel, maddi, elle tutulabilir biçimde somutlar; müzisyen, müzik aletinden birbirini takip eden bir sesler dizisi çıkarır; ressam, renkler yardımıyla bir yüzeyde, gözle algılanan gerçeğin bir yansımasını oluşturur; yazar, figürlerini sözcüklerle belirler, vb.
Ne var ki, somutlanma biçimleri, birbirinden ne denli farklı olsalar da, her defasında sanatçının bilincinde öznel olarak olgunlaşan suretin, reel sanat eserinin maddi biçiminde nesnelleştiği gerçeği, bunları ortaklaştırır. Elbette sanat eseri, bundan dolayı, hiç de bilincin, ideolojinin bir olgusu olmaktan çıkmayacaktır; ama sanatçının, yaratısını insanlara sunabilmek için, eserini yaratması gerektiğine de şüphe yok.
Kuşkusuz bilim adamı da, gerçekliğin bilgisini edinmesinin nesnelleşme biçimi olarak, bilimsel bir çalışma yaratır. Araştırmacının yalnızca beyninde var olan ve sözlü ya da yazılı aktarma yoluyla başka insanların da mülkiyetine geçmeyen bilgi, henüz bilimin bir olgusunu oluşturmaz. Fakat aradaki fark, bilimsel bir çalışmanın metninin, bilim insanının düşüncelerinin ve çıkardığı sonuçlarının basitçe kaydedilmesidir. Kuşkusuz bilimsel çalışmada da, anlatım, salt mekanik bir edim değildir. Düşüncelerin sözcüklerle ifadesi bile, bilim adamının, kimi zaman fikirlerini formüle etmeye başlamadan önce ele almadığı bir dizi nüansın açıklığa kavuşturulmasını gerektirir. Buna karşın, öznel suret ile sanat eseri arasındaki ilişki, çok daha karmaşıktır.
Daha “sanat” sözcüğünün kendisinde, bu kavramın reel içeriğine uygun olan belirli bir çifte anlam bulunur. “Sanat” [Kunst] sözcüğü, günümüzde sanatsal yaratıdan çok uzak olan ve insan faaliyetinin en çeşitli biçimlerini icra eden devasa bir insanlar topluluğu için kullandığımız yapabilmek [becerebilmek / können icra etmek] sözcüğüyle ortak köke sahiptir. Ne var ki, bir sanatçı hakkında, onun “usta” [Könner/ becerikli, mahir] olduğunu söyleriz; fakat aynı sözcüğü, bir hekim, bir terzi, bir demirci vb. için de kullanırız. Her türden meslekten insan, kendi alanlarında “usta” [Könner] olabilirler.
“Hekimlik sanatı”ndan, “savaş sanatı”ndan vb. yalnızca günlük konuşmada söz etmeyiz, fakat tıbbı, bir bilim olarak değil de, bu sözcüğün estetik anlamıyla, sanat olarak algılamak, herhalde kimsenin aklına gelmeyecektir. Bir tuhaflık olarak ise, şunu hatırlatabiliriz: 19. yüzyılın başlarında, bazı müşkülpesent titizlikteki Almanlar, “yemek pişirme sanatını” “sanat tarihi”sistemine dahil etmeye çalıştılar. Bu arada, ideoloji biçimi olarak sanat, elbette, çerçevesi tamamen belirgin şekilde çizilmiş bir şeydir ve kavramlarla dilbilgisel bir oyun, olsa olsa kafa karışıklığı yaratacaktır.
“Usta” bir sanatçı, değerli sanat (eseri) yaratır; oysa “usta” bir terzi, güzel elbiseler yapar. Bu ilkesel bir farktır, çünkü söz konusu olan, maddi ve düşünsel üretim arasındaki farktır. Ne var ki, daha dar ideolojik çerçevede dahi bu terim, söz konusu faaliyetin, sanatla herhangi bir ilişkisi olduğu anlamına gelmez kesinlikle. “Usta” bir avukat, burjuva toplumunda sık sık her türlü “sanat” ile ilgilenir, fakat faaliyetinin meyvesi, sanattan başka her şeydir.
Yoksa, tek bir terimle birbirinden tamamen farklı görünümleri kapsaması, gerçekten dilin yalnızca bir kaprisi midir? Bu, yalnızca Alman dilindeki bir rastlantı da değildir. Rusça’da, Fransızca’da, İngilizce’de ve bir çok dilde daha, “sanat” anlamına gelen uygun terimler kullanılmaktadır.
Genel olarak ifade etmek için, bir “usta”nın, “işinin ehli” olduğunu söyleyebiliriz; yani, işine, mesleğine, mükemmeliyete varan bir biçimde, tamamen bağımsız olarak hakim olan, işini sanatsal ve kusursuzca yapmayı bilen bir insan. Sanat açısından, bu, sanat eserleri yaratma yetisindeki mükemmeliyet anlamına gelir.
Sanatın ilk gelişim aşamalarında, örneğin Ortaçağın başlarında, zanaat ve sanat, birbirine bugünküne oranla çok daha yakındılar. Demirci, çömlekçi, doğramacı, belirli maddi bir üretimin ustalarıydılar, ama aynı zamanda sanatçılardı; düşünsel üretimin ustalarıydılar. Uygulamalı sanatlar alanı, sanat ve zanaat, sanat ve teknik arasındaki yakın temasın son derece zengin örnekleriyle doludur. Ancak, oldukça geç sayılabilecek bir tarihte, işbölümü, bir dokuma deseninin bir ressam tarafından hazırlanmasına yol açtı; oysa, geçmişte, deseni çizen dokumacının kendisiydi. Bir kilise kapısını yapan bir Ortaçağ taşçısı, aynı zamanda heykeltıraştı. Zanaatçı önlüğü ve aletleriyle birlikte, kendi heykelini, Novgorod Sofien kilisesinin ünlü Korsun kapısına yerleştiren Novgorod’lu Avraam Usta, buna bir örnektir.
Bunun yanı sıra, (uygulamalıya karşıt olarak) “saf” sanat grubundan sayılan ve günümüze dek (gelecekte de bu farklı olmayacak) maddi ve düşünsel yaratım arasındaki iç içe geçmişliği gözler önüne seren bir sanat dalı bulunur. Bu mimaridir. Mimar, aynı zamanda, hem sanatçı hem de yapı ustasıdır; eseri –bina–, maddi kültürün olduğu kadar, düşünsel kültürün de bir olgusudur.
Belirli bir kullanım değeri yaratan emek, ustalığın, iş ehliyetinin kriteridir. Bu nedenle, “ustalık” ile “yaratıcılık” kavramları arasındaki bağı tespit etmek zor değildir. Dünyayı değiştiren ve dönüştüren –insanların tüm maddi ve kültürel düşünsel servetinin kaynağı– her emek, “yaratıcılık”tır. Şu ya da bu olayı, şu ya da bu nesneyi veya süreci, gereken yönde, “mükemmele varacak” kadar (üretici güçlerin, bilginin ve deneyimin verili durumunda) değiştirebilecek yetenekteki herkes, yaptığı işin ustasıdır. Ustalık kavramına, alanına vakıflık unsuru mutlak olarak dahildir. Bir loncaya kabul edilmek istenen her bir ustadan, kusursuz bir “ustalık eseri” yaratmasını talep eden Ortaçağ kuralı, zanaatçının becerisinin bir sınavıydı, alanına hakimliğinin sınanmasıydı. Ortaçağ zanaatçısının emeği, belirli kullanım değerleri yaratan emek olduğu için, Ortaçağ düşüncesi, zanaat ve sanat arasında bir ayrım yapmıyordu. Ne var ki, zihinsel emek ile fiziksel emeğin birbirinden ayrıldığı uzun erimli süreç ve emekçi sınıfların egemenlik altına alınması, zamanla, fiziksel emeğin, maddi değerlerin yaratılmasının, giderek artan oranda yaratıcı niteliğini kaybetmesine yol açtı. Bu süreç, kapitalist çağın başlamasıyla özellikle belirginleşir. Gerçi, zanaatçılar, sanatçılık üzerindeki, netice itibarıyla, dünyanın yaratıcı dönüştürülmesi üzerindeki onurlu haklarını, uzun süre ve ısrarla savunmuşlardır; ne var ki, tarihin acımasız seyri, bu hakkı zalimce aldı ellerinden. İşçinin kapitalist fabrikadaki emeği, yaratıcı niteliğini kaybetti. Ancak sosyalist düzen, toplumun her üyesine yeteneklerini ve becerilerini tam olarak geliştirme olanağı sağlayarak, her emeğe, onun yaratıcı niteliğini yeniden iade etmektedir.
(sürecek)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑