Hitler Faşizminin dünyayı kan gölüne çevirmesinde ABD sermayesinin sorumluluğu

Hitler ordularının ve faşizminin yenilgisinin 60. yıldönümü, Mayıs ayında tüm dünyada işçi ve emekçiler tarafından kutlanacak. İnsanlık düşmanı faşizmin yenilgisini, son yıllarda özgürlüklere en çok saldıran emperyalist gerici devletler de iki yüzlüce kutlamaya hazırlanıyorlar.
Geçen senenin Haziran ayında Normandiya çıkarması ve bu yıl Ocak-Şubat aylarındaki Nazi toplama kamplarının kurtuluşu vesilesiyle gerçekleştirilen resmi kutlamaları göz önünde bulundurursak, çokça tarihsel çarpıtmanın yaşanacağını şimdiden öngörebiliriz. Kutlamalar öyle tertipleniyor ki, sanki tarihte hiç Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği diye bir devlet olmamış, sanki sosyalizm diye bir sistem hiç yaşamamıştır!
Burada, Hitler faşizmin yenilmesinin tarihini ve sosyalizmin bunda oynadığı rolün üzerinde durmayacağız. Ama, bütün tarihi boyunca, kendisini hep özgürlük ve demokrasi savaşçısı diye tanıtan, bugün ise sözde özgürlük ve demokrasi ihracı adına milyonlarca insanı ve onlarca halkı bombalamaktan geri durmayan ABD emperyalizminin, İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasındaki sorumluluğunu ve Hitler faşizminin başa gelmesinde oynadığı rolü incelemeye çalışağız.

ABD II. DÜNYA SAVAŞI’NDAN ÖNCE “SAVAŞ İZOLASYONU” POLİTİKASI UYGULADI
Amerika Birleşik Devletleri’nin, 20. yüzyılda hızlı gelişmiş bir ülke olduğu ve diğer emperyalist rakiplerini de geçerek, kısa sürede dünyanın başlıca hegemon gücü olduğu genel olarak herkes tarafından kabul görür. Ama bu gelişme, bir doğa kanununun ürünü değildir. Yüzyılın ilk yarısında yaşanan dünya çapındaki iki paylaşım savaşından diğer emperyalist ülkeler zayıflayarak çıkarken, ABD’nin, uyguladığı politikalarla, ekonomik ve politik olarak avantajlı çıkabilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Burada, İkinci Dünya Savaşı’ndan “avantajlı” çıkabilmek için, ABD’nin, 1930’lu yıllarda uyguladığı politik stratejiye bakmak gerekir.
1929 ekonomik krizi, ABD’de, durgunluk ve depresyon dönemini de beraberinde getirdi. 1929 krizinden 1936’ya kadar, ABD, krizin ağırlığından kaynaklanan kendi “iç” sorunlarıyla uğraşmak zorunda kaldı ve bütün bir yirminci yüz yıl boyunda, sadece bu yıllarda, dış politikayı geri plana itmek durumunda kaldı.
Tarihçiler, ABD’nin bu yıllardaki politikasını “izolasyonizm” kavramı ile ifade ederler, yani “içe kapanma, yalnızlaşma politikası”. 1936’dan itibaren ise, ABD’nin kriz yıllarındaki “zorunlu izolasyonu”, “bilinçli izolasyon” politikasına çevrildi.  İşte bu “bilinçli içe kapanma” diye adlandırılan politik ve ekonomik kavram anlaşılmadan, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki rolü, sorumluluğu ve savaştan sonraki hegemonyasının niteliği tam olarak anlaşılamaz.
İkinci Dünya Savaşı’na tarihsel bir süreç olarak baktığımızda, Hitler’in iktidara gelmesinin, savaşın hızla alevlenmesi anlamına geldiğini görebiliriz. Dolayısıyla, savaşın başlangıcı olarak, 1 Eylül 1939 tarihini değil, esasta Hitler’in işbaşına gelmesiyle başlayan süreci almak gerekir. Hitler’e biçilen “tarihsel misyon” ise, “sosyalizme ve dünya halklarına karşı savaşın hazırlanması ve gerçekleştirilmesi”ydi.
Amerika Birleşik Devletleri, bu yıllarda, dünyayı kan gölüne çevirmenin planını yapan Hitler ile ilişkilerini geliştirmiş, ona önemli oranda mali destek sunmuş ve açıkça görünür olan, üstelik “izolasyonist” ya da “karışmama” ve Hitler’in elini serbest bırakarak onu cesaretlendirme politikası izleyerek kışkırttığı katliamdan avantajlı çıkmanın hesabını yapmıştır. Evet, ABD, tıpkı NAZİ Almanyası karşısında, “karışmama” ve tavizler sunarak, onu özellikle “Doğu”ya, sosyalizme karşı savaşa cesaretlendirme içerikli “Münih politikası”nı izleyen diğer emperyalist ülkeler gibi, II. Dünya Savaşı’nı, ’30’lu yılların ikinci yarısından itibaren hazırlamış ve bu yıllardaki dış politikasının bütünü bu amaca hizmet etmiştir. Bundan dolayı, ABD’nin bu yıllardaki “izolasyonu”, savaşa hazırlık amacıyla izolasyondur. Bunu, iki yönü ile ele alabiliriz : Birincisi, yeni pazarlar için ekonomik mücadele, ikincisi ise, bunu destekleyen politik ve diplomatik manevralardır.

EMPERYALİSTLERİN EGEMENLİK KAVGASI VE SAVAŞA GİDEN YOL
Emperyalizmin temel özelliklerinden birisini oluşturan yeni pazalar için mücadele, ABD açısından, bu yıllarda yeni bir biçim aldı. Amerikalı kapitalistler, ’30’lu yıllardan itibaren, dışa yaptıkları yatırımları içeri çekmeye başladılar. Uzun vadeli özel dış yatırımlar, 1933’de 13.800 milyon dolar iken, bu oran, 1939’da 10.800’e kadar düştü. Aynı süreçte, Avrupa sermayesi ise, kendi kıtasından çekilerek, sanki bu topraklarda savaş olacağını yıllar öncesinden biliyormuş gibi, ABD’de “sığınak” aramaya girişti ve kendi ülkelerindeki yatırımlarını azaltarak, ABD’de yatırım yaptı. Bu süreçte, ABD’ye giren sermaye miktarının 6 milyar dolar civarında olduğu, ekonomi tarihçileri tarafından kabul edilir.
Bu dönemde ABD’de dış ticaret dengesi sürekli arttığından, ülke, borçlu statüsünden, borç veren statüsüne geçmiştir. Böylelikle, ’30’lu yılların ikinci yarısından savaşın patlak verdıği ana kadar geçen süreçte, ABD, diğer ülkelerin altın rezervlerine yavaş yavaş el koymayı başarabildi. 1934’de yaşanan devalüasyondan 1941’e kadar giden süreçte, Amerikan altın rezervleri, 8.200 milyon dolardan 22.700 milyon dolara kadar çıkabilmişti. Yani ABD’nin savaşa girmesinden önceki yedi yıl boyunca, Amerikan Merkez Bankası’ndaki altın rezervi  üç misline yakın artmıştır.
Kısacası ABD, bu yıllarda, dünya halklarının aleyhine olmak üzere, olağanüstü bir zenginleşme yaşadı. Bu zenginleşmenin daha iyi anlaşılması için, diğer ülkelerle bir kıyaslama yapabiliriz. ABD, 1929’da (ekonomik kriz yaşanmadan önce), dünya (SSCB hariç) altın rezervlerinin % 39.5’unu elinde bulundururken, bu oran, 1939’da % 63’e, 1941’de ise % 76’ya kadar yükselmiştir. Yani 1929 krizi esnasında yaşanan ekonomik bunalım bir tarafa bırakılacak olursa, rakamlar, ’30’lu yıllarda, ABD ekonomisinin, kapitalist dünyanın önde gelen gücü olduğunu gösteriyordu.
Diğer taraftan ABD, başta Japonya ve Almanya olmak üzere, diğer emperyalistlerin sömürgeleri durumundaki ülkeler üzerinde egemenliğini arttırabilmek amacıyla, bu ülkeleri borç sistemine bağlamaya yönelmiştir. General Çan Kay Şek liderliğindeki Çin’e, 1938-39 kışında açılan 25 ve 12.8 milyon dolarlık, Brezilya’ya 1939’da toplam 120 milyon dolara ulaşan krediler, Paraguay, Arjantin, Nikaragua, Portekiz, İspanya, ve Polonya’yı da kapsayarak genişletildi. Bu borçlar, örneğin Brezilya’da olduğu gibi, ABD egemenliğini Alman ve Japon emperyalistlerinin aleyhine artırabildi. Burada, yanlış anlaşılmaması açısından, hemen belirtelim ki, ABD, ekonomik manevraları ile, Almanya ve Japon faşizmini yıkma yönünde bir mücadelenin içerisinde değildi. ABD’nin esas hedefi, Alman ve Japon emperyalizminin ekonomik kalkınmasını kendi anlaşmalarına bağlayarak politik manevralar için alan kazanmak ve elbette, onların aleyhine, dünya ölçeğinde ekonomik olarak yayılmaktı. Elbette, ABD, bir emperyalist güç olarak, kendi dayanağı olan tekellerin çıkarları doğrultusunda davranıyor ve bu nedenle, aynı süreçte, ülkeler arası ticaretini geliştirebilmek için birçok ülke ile anlaşmalar imzalıyordu. 1934-39 arası dönemde, yani İkinci Dünya Savaşı’nın hızlandığı süreçte, Amerika bu ülkelerle 20’ye yakın ikili anlaşma imzaladı. Bu ülkelerle anlaşmalar o kadar önemliydi ki, 1939 baharında, ABD dış ticaretinin % 60’ı bunlarla yapılıyordu.

ABD’NİN POLİTİK MANEVRALARI: DÜNYA ÜZERİNDE TARTIŞILMAZ BİR HEGEMONYA KURMAK
Görüldüğü gibi, ABD, ekonomik alanda egemenliğini sürekli artırmak amacıyla, rakiplerine karşı yoğun bir mücadele içerisindedir. Politik olarak ise, en saldırgan emperyalistlere karşı, özelikle de Alman ve Japon emperyalistlerine karşı, sınıflar mücadelesinin gereklerini gözden kaçırdığımızda, anlaşılması zor olan bir “pasiflik” ve “hayırhah” tutum içerisindedir.
ABD’nin bu yıllardaki politikası iki temel özellik taşımıştır: Birincisi, Alman ve Japon emperyalistlerinin Amerikan ve Asya pazarlarına göz dikmelerini engellemek; ikincisi ise, bunların dikkat ve yönlerini Doğu’ya, yani Sovyetler Birliği’nin üzerine çevirmektir. ABD’nin manevralarında izlediği temel çizginin amacı ise, Sovyetler’e karşı savaşı kaçınılmaz kılmak ve patlayacak bir savaşın faturasını, (Sovyetler Birliği’nin yok olacağını umduğu için) diğer emperyalist ülkelerin üzerine yıkmaktır. ABD’nin, 1939’dan önce, faşizme ve savaşa yönelmiş emperyalistleri maddi olarak desteklemesinin, Hitler’e savaş açmak için Aralık 1941’i beklemesinin ve Kızıl Ordu’nun Hitler ordularına karşı savaşını destekleyebilecek ve kesinlikle faşizmin yenilgisini hızlandıracak olan ikinci cephenin açılmasının 1944 Haziranı’na kadar geciktirilmesinin esas nedeni, bu politika ve belirgin amacında yatıyor.
Bu taktiği bir cümle ile özetlemek gerekirse; ABD, hem sosyalist tehlikeden kurtulacak, hem de diğer emperyalist rakiplerini zayıflatarak kendisine bağlayacak ve dünya üzerinde karşı çıkılamaz hegemonyasını kuracaktı.

UZAK DOĞU’DA JAPON FAŞİZMİ DESTEKLENDİ
Belirtilen niteliğiyle uygulanmış politik manevra, Uzak Doğu’da çok daha net ve belirgindir. Dünyanın bu bölgesinde Japon emperyalizminin gelişmesi, ABD’nin çıkarlarını tehlikeye sokuyordu. ABD, bu durum ve SSCB’nin çökeceği beklentisiyle, yayılacak yeni pazarlar bulma umudunu uzun zaman koruması nedeniyle, 1933’e kadar, Sovyet iktidarını tanımadı. SB’yi tanıyan son emperyalist ülke oldu. Ama, Uzak Doğu’da hızla saldırganlaşan Japonya’nın saldırısını engelleyebilecek olan SSCB, Çin, İngiltere ve Fransa’nın ittifak girişimlerini engellemek için, elinden gelen her şeyi de yaptı. Bu yıllarda, Japonya’nın her saldırganlığında, ABD, diplomatik bir “protesto” haricinde hiçbir şey yapmadı. Bu ‘pasiflik’ o kadar ileri gitti ki, 1937’de, Japonya’nın, Şanghay ve Nankin şehirlerini işgal ederken bombaladığı Amerikan gemisinin batırılmasına karşı bile, bir şey yapılmadı.
ABD, Japon saldırılarına karşı neden bu kadar pasif kaldı diye sorulabilir. Yanıt, basittir: Çünkü ABD, bu bölgede savaşın patlamasını arzu ediyor, ama faturasını, Çin, İngiltere ve SSCB’nin ödemesini istiyordu. Bu durumda, bu ülkeler zayıflayacak ve ABD bölgede hegemonyasını artırabilecekti. Ama eğer, gelişmeler karşısında, ABD tepki gösterip Japonya’ya karşı savaşa girseydi, hem olağanüstü harcamalar gerçekleştirmesi gerekecek, hem de zafer koşullarında, Çin topraklarını Fransız, İngiliz ve Alman kapitalistleri ile paylaşması gerekecekti. Yani esas yükü kendisi taşıyacak ve “pasta”yı ise, diğerleri ile birlikte paylaşmak zorunda kalacaktı.
Ama Amerikan emperyalistleri, Mançurya ve Kuzey Çin’de, Japon emperyalistlerinin ellerini serbest bırakıp önlerini açarak, rakiplerini birbirine “kırdırma”ya yöneldikleri gibi, üstelik silah ticareti de yaparak kâr sağlayabiliyorlardı. Diğer taraftan ise, Japon emperyalizminin Sovyet Birliği’ne saldırmasını umuyor ve gerektiğinde de destek olmaktan geri durmuyorlardı. Ama işlerin umdukları gibi gerçekleşmemesinin nedeni, Japon askeri gücünün “hatası” değildi. Japon emperyalizmi SSCB’ye saldırdı, ama Kızıl Ordu karşısında kısa süre içerisinde yenilgi alınca, kendisinden daha güçlü bir orduyla karşı karşıya olduğunu anladı ve geri adım attı. Ama Japonya, emperyalist saldırgan niyetlerinden vazgeçmedi elbette ve Çin’e saldırdı.

AMERİKAN VE ALMAN TEKELLERİNİN İŞBİRLİĞİ
ABD’nin Avrupa’daki gelişmelere yönelik olarak izlediği genel çizgi de, aynı amaçlar çerçevesindedir. Herşeyden önce, Hitler, iktidara geldikten sonra, ABD tekellerinin çıkarlarına dokunmadığı gibi, onların geleceğini de garantiye almak için hesaplar yaptı ve bunu da birçok görüşmede dile getirdi. Başta Ford, General Motors olmak üzere, Amerikan tekkelleri, Amerikan sermayesinin en büyükleri, 3. Reich’ın silahlanma programına aktif olarak katıldılar. Amerikan sermayesinin 1924-29 yılları arasında Almanya’daki işletmelerinde uyguladığı  “rasyonalizasyonlar” ile, 1933’den sonra Alman ve Amerikan tekellerinin “teknolojik işbirliği”, Hitler’in kısa bir süre içerisinde güçlü bir orduyu ayakları üstüne dikebilmesini azımsanmayacak derece kolaylaştırdı.
Bugün hemen hemen tüm tarihçilerin kabul ettiği bir olgu var ki, Alman sanayiine yapılan petrol, yakıt desteği olmasaydı, Hitler, dünyayı kan gölüne çevirme planını aynı şekilde hayata geçiremezdi. Bu “ekonomik desteğin” ardında politik nedenlerin yattığı, başında ise, Amerikan tekellerinin olduğunu anlamak zor olmasa gerek. 1930’lu yıllarda dünyanın en zengin devleti olan ABD ve tekellerinin bu destekte sorumlulukları büyüktür. Örneğin 1935’de Generals Motors, New Jersey ve Standard Oil tekellerinin ortak denetim altına aldıkları Ethyle Gasoline Corporation petrol ve kimya tekeli, kendi işletme patentini, Alman tekeli I.G. Farben-Industrie’ye devretmiştir. Savaştan sonra ele geçen bir belgede, I.G. Farben-Industrie kimyacıları, Amerikan tekellerinin aktardığı kimyasal maddeler ve bunların işlenmesinde Amerikan kimyacılarının tecrübeleri olmadan, savaşta kullanılan yöntemlerin hayat bulmasının imkansız olduğunu belirtmektedirler. Yani ABD, Hitler faşizminin silahlanması için, sadece hammadde vermekle yetinmiyor, aynı zamanda, bunların işlenmesi için ekonomik destek veriyor, teknolojik işbirliğine giriyor ve tecrübe aktarımı da gerçekleştiriyor.
Şubat 1938’de, yani Hitler’in Avusturya ve Çekoslavakya’yı işgal etme istemlerini açıkça ilan ettiği tarihte, Standart Oil adlı Amerikan tekeli, I.G. Farben-Industrie’ye sentetik kauçuk yapmanın formülünü tam olarak veriyor ve böylelikle faşist Almanya’yı yıllarca sürebilecek araştırma zahmetinden kurtarıyordu.
12 Mart 1938 tarihinde, yani Avusturya’nın işgalinden bir ay sonra, yine, U.S Steel tekeli (Morgan grubu), Bethlehem Steel tekeli (Kuhn Loeb ans Co. Grubu) ve Cleveland tekellerinden oluşan Amerikan Çelik İhracatçıları Derneği, Alman Çelik kartelleri ile başlattığı görüşmeleri anlaşmayla sonuçlandırıyor ve böylelikle faşist Almanya’nın daha fazla ve daha hızlı silahlanmasını kolaylaştırıyorlardı.
Münih anlaşmasınından sonra, Standard Oil ve Dutch Shell tekelleri, Alman I.G. Farben-Industrie tekeli ile anlaşarak, yeni bir Kartel’i, “Catalytic Refining Association” kurdular ve petrol ve doğal gaz aktarımını hızlandırdılar. Bu anlaşma da, öncekilerle aynı içeriğe sahipti ve aynı amaçlara yönelikti.

AMERİKA’DA FAŞİST LOBİ ÖRGÜTLERİ RESMİLEŞTİRİLİP GÜÇLENDİRİLDİ
Amerika’nın ’30’lu yılların ikinci yarısından itibaren geliştirdiği Hitler taraftarı ve anti-sovyetik politikasını, sadece birkaç tekel etrafında dönen bir politika olarak düşünmek, yanılgı olur. Bu politikayı, Amerikan mali sermayesi, Amerikan tekelci burjuvazisi, sınıf olarak destekliyordu. Birkaç tane isim saymak gerekirse: Winthrop Aldrich (Amerikanın en zengin mali oligarklarından Rockefeller’in yeğeni), Alfred Stoam (Generals Motors yöneticisi), Sosthènes Behn (Morgan grubu yöneticilerinden), William Knudsen (Generals Motors genel yöneticisi), Victor Emmanuel (Cleveland grubu yönecisi ), William Rhodes Davis (petrol sanayi yöneticisi ve Göring’in akrabası), General Robert Wood (Sears Rocbuck tekeli yöneticisi ve ordu generali), H. Ford (ünlü Ford otomobil tekeli yöneticisi ) vb.. Görüldüğü gibi, Amerikan mali sermayesinin en önde gelenleri, sadece Alman sanayiini kalkındırmak için işbirliğinde bulunmuyor, aynı zamanda, aktif olarak Hitlerci güçleri destekleyip güçlendiriyorlardı.
Örneğin 23 Kasım 1937’de, San Fransico’da, Hitler’in iki temsicisi ile (Von Tippelskirch ve Von Killinger) Amerikan sermayesi temsilcilerinden yedisi, gizli bir toplantı düzenlerler. Bu toplantının notları, 5 sene sonra, 20 Ağustos 1942 tarihinde, Amerika’nın savaştaki konumu askeri olarak değiştikten sonra yayınlanır. Bu belgelerde açık olan bir şey varsa, o da, iki emperyalist gücün, SSCB’ye karşı ortak işler üzerinde anlaştıklarıdır.
Aynı dönemde, Amerikan mali sermayesinin en gerici çevresi, Amerika’nın da faşistleşmesi için çaba sarf ediyordu. Alman-Amerikan Bund’u adlı faşist Amerikan örgütü ise, kamuoyunu hazırlamak ve komünizme saldırıyı halk nezdinde meşrulaştırmak için aktif bir çalışma yürütüyordu.
Bu faşist örgütün rolünü anlayabilmek üzere, en aktif üyeleri listesine bir göz atabiliriz: Herbert Hoover (eski ABD başkanı), Arthur Vandenberg (Pont de Nemours tekeli yönetici ve senatör), W. Bullitt (Moskova ve daha sonra Paris konsolosu), John ve Allan Dulles kardeşler (Rochefeller tekeli yöntecileri, sonradan bakan oldular), Randolph Hearst (medya yöneticisi), Wheemer (Senatör), Holt (senatör), Nyl (Senatör), Reynold (senatör), Hamilton Fish (milletvekili), Hamilton Day (milletvekili). Amerika’daki çalışmalarını meşrulaştırmak ve hâlâ ikna olmamış Amerikan mali sermayesinin temsilcilerine seslenmek için, 26 Ekim 1938’de, eski ABD başkanı ve Amerikan faşist partisinin yöneticisi Herbert Hoover, New York Herard Tribune gazetesine gönderdiği yazısında şunları söylüyor: “Faşizmin Doğu’da gelişmesine karşı çıkılmadığı koşullarda, ne Almanya’nın ne de diğer faşist devletlerin Batı demokrasilerine karşı savaşmak istemediklerine inanıyorum.”
Fransa’nın işgal edilmesinden sonra ise, “Amerikan First” derneği kurulur. Bu örgütün amacı, Almanya’nın SSCB’ye saldırısını desteklemekti ve üyeleri ise, yukarıda saydığımız isimlerden oluşuyordu.

FAŞİZMİN DÜNYAYI KANA BOĞMASINDA AMERİKAN MALİ
SERMAYESİNİN SORUMLULUĞU BÜYÜKTÜR

Görüldüğü gibi, Amerikan emperyalizmi, Hitler’i ekonomik olarak destekledi, güçlendirdi ve silahlanmasını sağladı. Hedefi açıktı: Dünya kapitalizmi için tehlike teşkil eden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni dünya çoğrafyasından silmek. İkisinin hedefleri ortak olmasına rağmen, ganimeti paylaşma konusunda sorun çıkmıştı. Hitler Sovyetler’e saldırma konusunda hemfikirdi, ama arka cepheden “rahatsız” edilmek istemiyordu. Yani İngiltere ve Fransa’nın ikinci bir cephe oluşturmayacaklarına ve Alman ordularının bölünmesine yolaçmayacaklarına dair garanti istiyordu.
Olaya bu şekilde baktığımızda, 1938-41 yılları arasındaki gelişmeleri daha iyi anlayabiliriz. Yani Amerika, İngiltere ve Fransa üçlüsü, Hitlerci Almanya’nın tekrar silahlanmasına, Ren nehrinin sol kıyısını işgal etmesine, Avusturya’yı, Çekoslavakya’yı işgal etmesine göz yumdular ve hatta desteklediler.
Eğer Amerika Birlesik Devletleri, Haziran 1944’te, Fransa’nın kuzeyinde, Normandiya’da bir çıkarma gerçekleştirdiyse, bu, Hitler ordularının yenilmesi kesinleştikten sonra müdahale edip, kendi barış koşullarını dayatarak, Avrupa kıtasında komünizmin gelişmesini engellemek ve savaşın doğurduğu koşulları kendi lehine kullanarak, dünyanın başlıca egemen gücü olmak istemesindendir. Nitekim savaştan sonra, emperyalizmin dünya jandarması olduğunu fazlasıyla göstermistir. Diğer emperyalist ülkeleri kendi arkasında birleştirdikten sonra, sosyalizme karşı soğuk savaşı başlatmış ve yine yüzbinlerce insanın katledilmesinin, onca enerji ve değerin kaybolmasının yolunu açmıştır.

Kaynaklar:
– Henri Claude, “Où va l’Impérialisme Américain” (Amerikan emperyalizmi nereye gidiyor), 1950, Editions Sociales.
– Jean Boulier, Jean Gagon, “La vérité sur 1939” (1939 Gerçeği ), 1953, Editions Sociales
– L.I. Guintberg, “Les liaisons des milieux reactionnaires americains et anglais avec le Parti hitlerien”, (Hitler partisi ile gerici Amerikan ve İngiliz çevrelerinin ilişkisi), Recherche Internationales à la lumière du marxisme, N° 1, 1957.

Bulgar faşizmi ve Dimitrov

Dimitrov; köyde kalpak, şehirde kürk diken terzi bir babadan ve köyde orak biçen, şehirde dokuma tezgâhtarlığı yapan bir anadan 18 Haziran 1882 yılında dünyaya gelir.
Dimitrov’un doğumundan kısa bir süre sonra aile önce kasabaya daha sonra da Sofya şehrine taşınmak zorunda kalır. Sekiz kardeştirler. Dimitrov, sekiz kardeşin en büyüğüdür. Geçirdiği hastalık ve daha sonra da ekonomik nedenlerden dolayı öğrenimini orta birden ikiye geçtiği sene bırakmak zorunda kalır. Ancak, okuldan uzak düşmesine rağmen okumaya ve öğrenmeye olan merakı sona ermez. Arkadaşlarının ders kitaplarını alarak eğitimini kendi olanaklarıyla sürdürmeye çalışır.
Dimitrov okulu bırakmasıyla birlikte işçilik hayatına başlamaktadır. Okumaya ve öğrenmeye olan isteği ve merakından dolayı basımevinde çırak olarak çalışmayı tercih etmiştir. O artık, oniki yaşında bir işçidir. İş yaşamına başlamasıyla birlikte eve bağlı olmaktan kurtulur ve eve yardım eden ve kendi ihtiyaçlarını karşılayan, ailesinin ve toplumun durumunu kavrama ve ona göre davranmaya başlayan birisidir.
Dimitrov onbeş yaşındayken kendisini devrimci mücadelenin içerisinde bulur. Bu mücadele, kesintisiz olarak, tam elli iki sene devam edecektir.
Bulgaristan’da Dimitrov’un çocukluk ve gençlik döneminde Marksizmin yaratıcıları, yayıcıları ve partiyi oluşturanlar, yönetenler, Dimitir Blagoev, Georgi Kirkov ve Gavril Gorgiyev’dir. Georgi Dimitrov da çok geçmeden bu önderlerin arasına katıldı ve onlardan birisi oldu.
Dimitrov gençlik yıllarında okuduğu, Çernişevski’nin “Ne Yapmalı” romanını ve romanın, dayanıklı, direngen, cesur, soğukkanlı, fedakâr ve yaratıcı kahramanı Rahmetov’u kendisine örnek alıyor. Bu roman ve kahramanı Dimitrov’un kişiliğinin biçimlenmesinde belirleyici bir etkide bulunuyor.
Dimitrov matba işçisi bir arkadaşıyla birlikte, 1896 yılında, “Kukuriku” adlı bir mizah gazetesi çıkarmaya başlıyor. Bu dergi, daha çok evangelistleri (ruhban sınıfı) eleştiriyordu. Gazete iki sayı çıkıyor. Üçüncüsünde ruhban sınıfı tarafından kapatılıyor. Eleştiriler, din adamlarına ve ruhban sınıfına yönelikti. Dergi, evangelistlerin içerisinde dalgalanmalar yarattı. Sınıfı sömüren sadece fabrikatörler, tüccarlar, toprak ağaları değildi. Bunlar içerisinde din adamları da vardı. Dimitrov  onaltı yaşına geldiğinde basım işçilerinin önde gelen sendikacılarından biriydi. On sekiz yaşındayken de Basım İşçileri Sendikası’nın sekreterliğine getiriliyordu.
1902’de, henüz yirmi yaşında bir sendikacı olarak Sosyal Demokrat partiye girdi. 1903 yılında BSDİP içinde meydana gelen ayrışmada Dar sosyalistlerden yana tavır koydu. Ve bir kısım arkadaşlarıyla birlikte oluşturduğu BSDİP’in Sofya grubunun sekreteri oldu.
Bulgaristan proletaryasının kurtuluşu için mücadeleye atılan Dimitrov aynı zamanda ailesini de bu mücadele içine çekerek devrimcileştirdi. Kardeşlerinden Konstantin Balkan Savaşı’nda, Nikola Sibirya’da siyasi sürgünde, Todor 1923 ayaklanmasından sonra, 1925 yılında Sofya’da işkencede katledildi. Konstantin’in Balkan Savaşı’nda ölmesinden sonra bu acıya dayanamayan baba Dimitir Mihaylov da öldü.
Dimitrov 1906 yılında, 24 yaşındayken, Lube Dimitrova ile evlendi. Lube İvaseviç Sırbistanlıydı ve çalışkan, yiğit, içi devrim ateşiyle yanan bir kadındı. Bu beraberlik 1933 yılına kadar devam etti. 1933 yılında Lube Moskova’da öldü. Lube öldüğünde Dimitrov Almanya’da Nazi zindanlarındaydı.
Dimitrov 1909 yılında, partinin 16. Kongresinde Merkez Komite üyeliğine seçildi. 1911’de Pernik madencilerinin grevinde ve Sofya yürüyüşlerinin başında Dimitrov vardı. Onun en önemli özelliği sendikalarla kurduğu bağ ve sendikalar üzerindeki etkisiydi. Bir işçi ve sendikacı olarak Dimitrov’un bu etkisi tesadüf değildi. Bizzat gecesini gündüzüne katarak sendikalar içerisinde yürüttüğü çalışmasından kaynaklanmaktaydı.

20. YÜZYIL BAŞINDA BULGARİSTAN

Balkan Savaşı’ndan bir yıl sonra 1913 yılında yapılan parlamento seçimlerinde Dar Sosyalistler 18 milletvekili kazandılar. Dimitrov da bu milletvekillerinin içerisindeydi. Çar Fordinstin parlamentodaki konuşmasını “kahrolsun çar, kahrolsun Monarşi” diyerek protesto eden sosyalist milletvekilleri topluca dışarı çıktılar. Parlamentoda Dimitrov kürsüyü büyük bir ustalıkla kullanıyor; işçi sınıfının çıkarlarının savunucusu olarak burjuvalara kaçacak delik aratıyordu.
Dar sosyalistler Balkan savaşlarına ve Birinci Dünya Savaşı’na karşı çıktılar. Birinci emperyalist paylaşım savaşına Almanya-Osmanlı ittifakı içerisinde yer alarak giren Bulgaristan, savaştan yenilmiş olarak çıktıktan sonra, Çar Ferdinand tahtan çekilmek ve yerini oğlu çar III. Boris’e bırakmak zorunda kalmıştı.
1918-1919’ların Bulgaristan’ında, tüm gerici burjuva partileri, tabanlarını ve inandırıcılıklarını kaybettiler. Bulgar halkının gözünde hiçbir değerleri kalmadı. Eriyen ve yok olan gerici düzen partilerinin yerini ise iki parti almaktaydı. Bunlardan birisi Bulgaristan Halk Çiftçi Birliği (BHÇB), ve diğeri Bulgaristan Komünist Partisi idi. 1919 yılında yapılan seçimlerde BHÇB birinci parti ve BKP ikinci parti olarak çıktılar. Çiftçi Birliği, diğer partilerle ittifak yaparak koalisyon hükümetini kurar. Beklenen istikrarın gelmemesi üzerine 1920’de yapılan seçimlerde mevcut tablo değişmez. BHÇB yine birinci, BKP ikinci parti olarak seçimlerden çıkar. Her iki parti de önemli ölçüde oylarını artırır. BHÇB tek başına iktidara gelerek diğer partilere olan bağmılılıktan ve ihtiyaçtan kurtulur. Komünist Partisi, Çiftçi Birliği’ne destek vermez. Çiftçi Birliği kendisini tek siyasal güç olarak görür ve KP’yi önemli bir rakip olarak ilan eder. BHÇB’nin iktidarı, komünist parti militanları, taraftarları, ve çevresine yönelik bir terörü ve tutuklamalarla birlikte parti binalarına, lokallerine, derneklere abluka uygulamayı ve yasak koymayı beraberinde getirir. Çiftçi Birliği homojen bir örgüt değildir. Köylülüğün tüm kesimlerinin temsilcisi durumundadır. O daha çok kır burjuvalarının çıkarları doğrultusunda davranmaktadır. Bununla birlikte ilerici muhtevaya sahip kanunlar da çıkarmaktadır ve bu tür kanunları, komünist partisi desteklemektedir.
BHÇB içerisindeki zengin köylülüğün temsilcileri olan sağcılar, esas olarak komünistler ile ilişkilerinin gergin ve çatışmalı olmasını isteyen ve bunun zeminini yaratan kesimdir. Aynı durumu şehir burjuvaları, askeri kesim ve Çar Boris de istemekte ve bilinçli olarak iki siyasi gücün çatışmasını körüklemektedirler.
Gelişmelerin böyle cereyan etmesi işçilerle köylülerin arasını açmakta ve bu iki emekçi tabakayı birbirine düşman etmektedir. Çatışmalı durum, işçilerin ve köylülerin birleşik cephesinin yaratılmasının önüne set çekmektedir. Yaşanan olayları çok iyi bir biçimde değerlendiren, burjuvazi-saray-askeri birlik ittifakı 9 Haziran 1923 faşist darbesini gerçekleştirir. Böylece Bulgaristan’da, bir monarşist faşist diktatörlük kurulur.
Monarşist faşist diktatörlük tüm ülkede terör estirir. İşçi-köylü ve tüm emekçi tabakaları zorla susturmaya ve teslim almaya çalışır. İşçiler ve köylüler birçok bölgede faşist saldırıya karşı silahlı bir şekilde direnmeye başlarlar. Çiftçi Birliği lideri Stamboliski bu çatışmalar içerisinde öldürülür.
Bulgaristan Komünist Partisi, 9 Haziran 1923 faşist darbesini yansızlıkla karşılar. Tarafsız kalmasının nedenini, “kır ve şehir burjuvalarının çatışması” tespiti üzerine oturtur. Bu hatalı belirleme, çatışmaların fiilen dışında kalmayı beraberinde getirir. Partinin bu politikasına rağmen, tabanda işçiler, köylülerle birlikte kimi yerlerde çatışmalara girmektedirler. Hatta komünist partisinin militanları birçok bölgede, parti politikasına rağmen, işçi ve köylülerle birlikte Çiftçi Birliği üyeleri ile omuz omuza faşistlere karşı savaşırlar. Partinin bu hatalı tutumu uzun bir süre devam eder. Bir taraftan da, parti içerisinde yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. Ama bu tartışmalar yansızlık politikasının terk edilmesini önlemeye yetmemektedir. Partinin hatasında inatçı bir şekilde ısrar etmesinde BHÇB ile daha önceden yaşanan çatışmalar ve BHÇB’nin komünistler üzerinde estirdiği terör belirleyici olmaktadır.
Sorunun çözülememesi ve yanlış politikanın terk edilmemesi üzerine Komintern sekreteri Vasil Kolarov ülkeye gelmek zorunda kalır. Vasil Kolarov’un yoğun mücadelesi ve uğraşları sonucu, parti, Ağustos ayının başlarında hatalı tespitinden vazgeçer ve silahlı halk ayaklanması kararını alır.
Ayaklanmayı yönetmekle Vasil Kolarov, Dimitrov ve Gavril Genov görevlendirilir. 23 Eylül 1923’de başlatılan ayaklanma yedi gün sonra yenilgiyle biter. Yenilginin sonrasında Dimitrov ve Kolarov, yoldaşlarıyla birlikte yurt dışına çıkarlar. Yurt dışında halka ve partiye yönelik bir açık mektup yayınlarlar. Bu mektuplarında halktan ve yoldaşlarından başlarını eğmemelerini ve dik tutmalarını isterler. Ayaklanmanın yenilgisinde birçok şeyin yanı sıra en önemli faktör işçilerin ve köylülerin birlikteliğinin sağlanamaması, partinin hatalı ‘yansızlık’ tutumu, BHÇB ile KP arasındaki ilişkilerin bozukluğu ve bunun tam olarak otadan kaldırılamaması, parti örgütünün ayaklanmaya göre hazırlanamaması ve buna uygun bir örgütlenmeyi başaramaması gibi nedenler vardır ve bu aynı hatalar, parti örgütü kadar sendikalar için de geçerlidir. Partinin başından beri yığın örgütlerinde iyi bir çalışması, ideolojik, siyasal etkisi örgütsel gücü ve yapısı olmasına rağmen, işçi sendikalarını harekete geçirip ayaklanma için seferber edememesi partinin durumunu somut olarak ortaya koyuyordu. Partinin içinde bulunduğu durum sendikaları direk olarak etkiliyor ve orada da yansımasını buluyordu.
Faşizme karşı ilk antifaşist halk ayaklanması özelliğini taşıyan Eylül 1923 ayaklanmasının yenilgisinden sonra, komünist partisi illegale çekildi. 1924 yılının Mayıs ayının ortalarında Vitoşa dağında yaptığı ilk gizli konferanstan sonra, partizan savaşının devam etmesi ve ikinci bir ayaklanmaya hazırlanma ve gerçekleştirme kararını aldı. Yürütülen partizan savaşı sonrasında istenilen amaca ulaşılamadı. Partizan savaşı kitle mücadelesinin yükselmesine, kitlelerin partizan savaşına katılmasına yol açmıyor tam tersine kitlelerin partizan savaşından uzaklaşması yaşanıyordu. Faşist diktatörlük kitle bağlarını güçlendiriyor ve yoğun bir terör estiriyordu. Bu durum parti içerisinde yoğun tartışmalara  neden oluyordu. Partide ve askeri örgütlenmede etkin olan sol sekterler, ikinci ayaklanma kararında direniyorlardı. 1925 Nisanında parti her düzeyde ağır kayıplar verdi, ağır operasyon ve katliamlarla karşı karşıya kaldı. Tüm bu gelişmelerden sonra, ikinci ayaklanmadan ve partizan savaşından vazgeçti. Buna bağlı olarak geri çekilme kararı aldı. Bütün bu kararlar, 1925 yılının yazında Moskova’da gerçekleştirilen konferansta alındı.
Geri çekilme kararından yaklaşık bir yıl sonra, merkez komitesi genişletilmiş toplantısı Eylül 1926 da Viyana’da yapıldı. Bu toplantıda, geri çekilme kararı kaldırıldı. Parti, yeniden, halk yığınlarıyla ilişkilerin yenilenmesi, karşı saldırıya geçme, emek blokunu yaratma kararlarını alıyordu.

FAŞİZME KARŞI YENİLGİDEN ZAFERE
Emek Bloku’nun oluşturulması çalışmalarına başlanmasıyla birlikte parti atağa geçti ve yeni açılımları yaratmanın yolunu açtı. Faşist diktatörlük her yönüyle komünist partisini mücadele alanından silmek ve dar bir alana hapsetmek istiyordu. Parti, diktatörlüğün bu oyununu bozdu. 1926 sonları ve 1927 başlarından itibaren yasaklanan İşçi Sendikaları Birliği’nin yerine bağımsız sendikalar birliğini, yasadışı öncü partinin legal biçimi olarak İşçi Partisini, günlük işçi gazetesini, Komsomol örgütlenmesinin legal açılımı olarak İşçi Gençler Birliği’ni (RMS) devreye soktu. Bu oluşumlar diktatörlüğün politikalarını boşa çıkardı. Emek Cephesinin yaratılmasına tüm küçük burjuva ve sosyal reformist güçler karşı geliyordu. Bu alanda işçi sınıfının siyasi oluşumu olarak işçi partisi tüm yükü omuzlarında taşıyordu.
İşçi partisi 1931 yılında yapılan yerel seçimlerde Sofya belediye başkanlığını kazandı. Dimitrov bütün bu başarıları, “uluslararası proletaryanın başarısı” olarak adlandırıyordu. Monarşist faşist diktatörlük komünistlerin bu başarısını hazmedemiyor ve komünist Sofya Belediye Başkanı’nı görevden alıyordu.
Komünist partisi Aralık 1927-Ocak 1928 yılında Berlinde ikinci gizli konferansını gerçekleştirdi. 1928 yılında sol sekterler MK genel kurulunu toplamayı ve çoğunluğu ele geçirmeyi başardılar. Sol sekterlerin partinin yönetiminden uzaklaştırılması ancak 1935 yılında gerçekleşecekti. Sol sekterlerin engelleyici ve zarar verici tutumlarına rağmen, komünist partisinin öncülüğünde, işçi sınıfının legal partisi mücadelesini başarıyla yürütüyor ve kitleler içerisinde önemli bir yer kazanıyordu. Sol sekterler işçi partisinin başarılarından kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmayı da ihmal etmediler.
Monarşist faşist diktatörlüğün 1934 yılında İşçi Partisi’ni yasaklamasıyla birlikte, fiilen iki yasadışı parti oluştu. 1938 yılında bu iki parti, Bulgaristan İşçi Partisi adıyla birleşti.
Uluslararası proletaryanın seçkin bir önderi olarak Dimitrov, enternasyonal görevlerini de eksiksiz yerine getiriyordu. O kominternin yürütme kurulu (KEYK) üyeliği, Balkan Komünist Partileri Federasyonu sekreterliği, Batı Avrupa Bürosu yöneticiliği, Orta Avrupa ülkeleri sekreterliği, Komintern Genel Sekreterliği olmak üzere hemen hemen her kademede sorumluluklar üstleniyordu. Dimitrov sadece Komintern’de değil aynı zamanda Kızıl Sendikalar Enternasyonali’nin (Profentern) icra kurulu üyelerindendi.
Uluslararası planda faşizmin güçlendiği ve geliştiği dönemde, faşizme karşı yürütülen savaşta o, dünya komünist partisinin sekreteri olarak, SBKP Genel Sekreteri Stalin’le birlikte omuz omuza çarpışıyordu. O, aynı zamanda faşizmin sınıf temelini ve dayanaklarını parlak bir şekilde ortaya koyarak çözümlüyordu. Dimitrov yükselen faşizmin durdurulması, geriletilmesi, yenilgiye uğratılması, iktidardan indirilmesi, faşist diktatörlüklerin tepe takla edilmesi mücadelesinde statik ve şabloncu davranmıyordu. Her ülkenin özgül koşullarını, faşizmin geliş ve oluşum biçimine bağlı olarak işçi sınıfının önderliğinde Proleter Birleşik Cephenin bir biçimi olarak, Faşizme Karşı Birleşik Halk Cephesi’nin yaratılması fikrini ortaya atıyordu. Her ülkenin kendi koşulları bu cephelerin oluşturulmasında belirleyici olacaktı.
1 Eylül 1939’da faşist Almanya’nın Polonya’ya saldırması ile birlikte İkinci Dünya Savaşı başladı. İkinci paylaşım savaşının başlamasıyla, Bulgaristan’daki faşist diktatörlük, Almanya ile ilişkilerini geliştirerek Mihver Devletleri (Almanya-İtalya-Japonya) içinde yer almak istedi. Dimitrov ve Bulgar komünistleri Bulgaristan’ın faşist kampın dışında kalmasını, Sovyetler Birliği ile ittifak oluşturmasını istiyorlardı. Sovyetler Birliği’nin ve Bulgar komünistlerinin tüm uğraş ve mücadelesine rağmen, Bulgar faşist diktatörlüğü Mihver devletler kampına giriyor ve Almanya ile anlaşma (Mart 1941) imzalıyordu. Bu antlaşma ile birlikte 600 bin Alman işgalci birlikleri Bulgaristan’da üstlendi ve Balkan ülkelerine buradan saldırdı. Bulgaristan, fiilen Almanya’nın işgali altına girmişti. Ülke, ekonomik, siyasi, askeri olarak Almanya’ya bağlanmıştı. Sivil ve askeri sanayi Nazi ordularının ihtiyaçlarını karşılayan bir yedek depo haline getirilmişti.
22 Haziran 1941’de Nazi Almanya’sının sosyalist anayurda, Sovyetler Birliği’ne saldırması ve savaşın anti-faşist savaş olarak niteliğinin belirginleşmesi ile birlikte, Bulgaristan İşçi Partisi ülkenin faşist işgalden kurtarılması ve bağımsızlığını kazanması amacıyla ikinci partizan savaşını başlattı. Parti, partizan savaşının başlatılmasından bir yıl sonra (Temmuz 1942) Vatan Cephesini de yaratıyordu. Vatan Cephesi, Halk Cephesi’nin daha genişletilmiş bir biçimiydi. Vatan Cephesi fikrinin sahibi de Dimitrov’du. SSCB Kızıl Ordu’sunun işgalci Nazi ordularına indirdiği her darbe, Avrupa ve Balkanlarda olduğu gibi Bulgaristan’da da partizan savaşını direk olarak etkiliyor ve partizanlar bu üstün moral gücüyle Nazilere ağır darbeler indiriyordu.
Faşist diktatörlük, 1944 Haziran’ında Almanya’nın savaşı kaybedeceğini anlamasıyla birlikte hükümet değişikliğine giderek komünistleri aldatma yolunu seçti. Yeni oluşturulan hükümette komünistlere iki-üç bakanlık vereceklerdi. ABD ve İngiltere’nin bir planı olan bu hileye birçok komünist partisi düşmüştü. Bu hataya düşen partiler, iktidar perspektifi ile hareket etmiyorlardı. Arnavutluk Emek Partisi önderi Enver Hoca ve Dimitrov, bu hileye düşmeyen ve bu oyunu boşa çıkartanların başında geliyorlardı. Enver Hoca; “Savaşmak isteyen demokratik cephenin saflarına gelir, onun programını kabul eder, belirleyici olan Demokratik Cephe’dir” derken, Dimitrov; “bunun yerine, Vatan Cephesi hükümet olmalıdır” diyordu ve bu hükümete girmeyi reddediyordu.
Kızıl Ordu’nun faşist orduları önüne katıp kovaladığı ve Bulgaristan sınırına dayandığı günlerde, Bulgaristan İşçi Partisi 9 Eylül 1944 ayaklanmasını gerçekleştiriyor ve iktidar, Dimitrov’un öngördüğü gibi, Vatan Cephesi’ne geçiyordu.
9 Eylül 1944 Ayaklanmasının Bulgaristan’da zafere ulaşmasından sekiz ay sonra, 7 Mayıs 1945’de Kızıl Ordu, faşizmin başkenti Berlin’e orak-çekiçli kızıl bayrağı dikerek, faşizm karşısında kesin zaferini ilan ediyordu. Faşizm karşısında kazanılan zaferin Dimitrov açısından çok daha farklı bir anlamı vardı. Bu Dimitrov açısından ikinci zaferdi.
Hitlerci faşistlerin komplosuyla karşılaşan ve Alman Reichstag’i kundakladığı iddiasıyla yargılanan Dimitrov, bu faşist komployu, olağanüstü güçteki savunması ile boşa çıkartmıştı. Bir yıl Nazi zindanlarında kaldıktan sonra Berlin havalimanından uçağa binerken, faşist polis şefinin söylediklerine karşılık olarak Dimitrov, “yine geleceğiz ve bu sefer daha farklı olacak” demişti.
9 Eylül Ayaklanmasının başarıya ulaşmasının ve faşist diktatörlüğün yıkılmasının ardından Vatan Cephesi’nin iktidara gelmesi, bütün sorunların bittiği anlamına gelmiyordu. Vatan Cephesi’nin dışında kalan sömürücü sınıfların çıkarlarını savunan karşı devrimci muhalefet Vatan Cephesi hükümetine karşı bayrak açmış durumdaydı. Bu karşı devrimci siyasi mihrak, esas olarak, ABD-İngiltere ittifakına sırtını dayıyor ve onların desteğini alıyor; Nazi işbirlikçilerini ve faşistleri kendi bünyesinin içerisine alarak Vatan Cephesi’nin karşısına dikiliyordu. Böyle bir karşı duruşla, aynı zamanda, Vatan Cephesi’nin içerisinde çatlaklar yaratmayı, onu bölmeyi ve güçten düşürmeyi amaçlıyordu.
Vatan Cephesi’nin içerisindeki Çiftçi Birliği, Sosyal Demokrat Parti ve Zveno grubu üyesi sağcı unsurlar Vatan Cephesi’ni bölmeyi başaramayınca, kendi partilerinden de ayrılarak, karşı devrimci muhalefetle birleştiler ve onun başına geçtiler. Bunlar, seçimlerin yapılmasını engellemeyi ve uygun bir zamanda çıkış yapmayı düşünüyorlardı. Seçimlerin geciktirilmesini başardılar, ama yapılmasını engelleyemediler.
Böyle bir dönemde SSCB’den yurda dönen Dimitrov, halk tarafından büyük coşku ile karşılandı. 18 Kasım 1945 seçimlerinde Vatan Cephesi’nin Sofya listesinde Dimitrov birinci adaydı. Seçimlerden Vatan Cephesi güçlenerek çıktı ve büyük başarı elde etti.
8 Eylül 1946’da yapılan referandumda ise, halk monarşiyi reddetti ve Halk Cumhuriyeti’ni benimsedi. Kasım 1946’da yapılan seçimlerde Vatan Cephesi muhalefeti ezdi ve büyük bir zafer kazandı.
Vatan Cephesi’nin başarılarında Bulgaristan İşçi Partisi’nin belirleyici bir rolü vardı. Partinin karşı devrimci muhalefete karşı izlediği uzlaşmaz çizgi ve her alanda gerici, faşist odakların dağıtılması, ezilmesi ve yenilmesi, Vatan Cephesi’nin birliğini daha da pekiştiriyor ve sağlamlaştırıyordu. Partinin yönlendiriciliği, yöneticiliği ve öncülüğünde halk cumhuriyetinin yaratılması, sosyalizmin yolunun açılması, aynı zamanda Vatan Cephesi’ni siyasi partilerin ortaklığı olmaktan çıkartıyor ve gerçek anlamda bir iktidar organı yapıyordu.
Karşı devrimci muhalefetin yenilgiye uğratıldığı Kasım 1948 seçimlerinde Vatan Cephesi oyların % 93’ünü aldı. Vatan Cephesi içerisinde de en çok oyu komünistler kazanıyordu. Dimitrov, Vatan Cephesi tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. Komünistler tek başına  hükümeti kurabilecek güçte olmalarına rağmen, Dimitrov böyle yapmadı. Vatan Cephesi içerisindeki diğer siyasi oluşumlarla birlikte hükümeti kurdu. Dimitrov’un antifaşist güçleri birleştirici ve kapsayıcı politikası, Vatan Cephesi içerisindeki partilerin birliğinin sağlanmasında belirleyici oluyordu. O, kime vuracağını ve kiminle birleşeceğini biliyor ve zamanlamasını da mükemmel ayarlıyordu. Dimitrov’un savunduğu birlik ne idüğü belirsiz bir birlik değildi. O, belirli amaçların gerçekleşmesi için birlikten yanaydı. Bunun somut ifadesi Vatan Cephesi’nin programının benimsenmesi ve bu program etrafında birleşmekti.
Vatan Cephesi’nin 42.765 üyesi ve 4.762 komitesi vardı. 3 Şubat 1948’de yapılan 2. Kongre’ye Vatan Cephesi’ni oluşturan yığın örgütlerinin ve partilerin 1.105 delegesi katıldı. Kongre, Vatan Cephesi’nin demokratik, antiemperyalist, yurtsever bir güç olarak birleşik halk kuruluşu ve siyasi örgütü olmasına oy birliği ile karar verdi. Vatan Cephesi ilk oluşumunda bir koalisyon görünümündeydi, partiler komitelerde eşit olarak temsil ediliyorlardı. Ama seçilmiş yönetim bu görünümü ortadan kaldırdı. Koalisyon sona erdi, örgüte dönüştü. Kongrede Vatan Cephesi’nin programı değiştirildi, sosyalizmi hedefleyen bir programa sahip oldu. Dimitrov, Kongre tarafından Vatan Cephesi’nin başkanlığına getirildi.
Vatan Cephesi’nin 2. Kongresi’nden sonra, Ekim 1948’de, SDP kendisini fesh etti ve BİP’e katıldı. Çiftçi Birliği, sosyalizmi benimsedi ve Vatan Cephesi’nin programını kabul ederek siyasi varlığını sürdürdü; Şubat 1949’da Zveno grubu, kendi varlığına son vererek Vatan Cephesi’nin programını kabul etti. Aynı şeyi Mart 1949’da Radikal parti yaptı.
Dimitrov, Bulgaristan İşçi Partisi’nin, adını değiştirip Komünist Partisi ismini aldığı Aralık 1948’de yapılan 5. Kongresine sunduğu raporda, partinin verdiği mücadeleyi ve geçirdiği evreleri derli toplu bir biçimde ortaya koyuyor ve gelecekte izlenecek rotayı belirliyordu. Bu Kongre’de Dimitrov, Parti Genel Sekreterliği’ne getiriliyordu.
İlerlemiş yaşına ve hastalığına rağmen Dimitrov, odasına kapanıp kalmıyordu. Ülkeyi bir baştan öbür başa gezerek, emekçilerin iktidarlarında, partilerinin öncülüğünde sosyalizmi inşa edişlerini gözlemliyor ve onlarla içiçe yaşayarak sorunlarını dinliyor ve içten sohbetler yapıyordu.
1949 başında Dimitrov tedavi amacıyla Sovyetler Birliği’ne gitti. Ama yakalandığı verem hastalığından kurtulamadı. 2 Temmuz 1949’da Moskova’daki Boroviça Senatoryumunda mücadelelerle ve başarılarla dolu yaşamı son buldu.

Kışkırtma, provakasyon, ne yapılmak isteniyor?

Mersin’de yaşandığı iddia edilen ve ne olduğu bir türlü anlaşılamayan bayrak olayı, yeni gerilimlerin işaret fişeği gibi oldu. Ne olduğu bir türlü anlaşılamadı, çünkü, önce bayrak yakmadan söz edildi, sonra bayrağın yakılmadığı meydana çıktı; üstelik televizyonlara yansıyan görüntülerde, söylendiği şekilde, bir bayrak yırtma hadisesi de görülmüyordu. Birkaç çocuk ellerinde bayrak öteye beriye koşturuyordu. Hepsi buydu. Nitekim, ertesi gün olay medyada geniş biçimde yer almadı. Meydana geldiği iddia edilen olay, pazar günüydü. Pazartesi günü, olağanüstü bir durum ve açıklama olmadı. Ancak salı günü, Genelkurmay sert bir açıklama yaparak, Türkiye’nin hiç de yabancısı olmadığı gerginlik ortamını başlattı.
Bu, aynı zamanda, yeni bir dönemin başlangıcının habercisiydi. Önümüzdeki dönemde, Türkiye’yi gergin ve sıkıntılı günlerin beklediğini, mevcut durum ve bulundukları pozisyondan hoşnutsuz bazı güçlerin harekete geçtiğini gösteriyordu.
Bu noktaları şöyle toparlamak mümkündür.
AKP’nin Amerika’nın açık desteğiyle işbaşına gelmesinin ardında, hiç şüphesiz, ABD’nin Irak işgali, Petrol Körfezi’ne yönelik tek egemen güç olma isteği, BOP projesinde Türkiye’nin büyük ve önemli bir yer tutuyor olması gibi nedenler yatıyordu. Hatta projenin temel ayaklarından birisi olarak Türkiye görünüyordu. Türkiye’nin stratejik önemi, gerek Ortadoğu, gerek Kafkaslar’a komşu olması, Avrupa ile Ortadoğu arasında köprü görevi görebilecek bir konuma sahip bulunması, kendisine bu projede önemli bir pozisyon yüklüyordu. AKP, ABD’nin pek çok kez açıkça dile getirdiği ve BOP projesinde de vurgulandığı gibi, Ortadoğu’da “Ilımlı İslam” modelini, planlarını kolaylaştıracak bir etken olarak değerlendirmişti.
ABD, Irak işgali hazırlıkları yapıyor, bu kadarla da yetinmeyip, hemen sonrasında İran’a girmeyi hedefliyordu. Bu planlar başarıldığı anda, Suriye, tabiri caizse “çantada keklik” olarak değerlendiriliyordu. Tüm bu işgal hazırlıklarında, Türkiye, Amerika için güvenli sıçrama tahtası, askeri bakımdan, gerek petrol bölgesine, gerekse de Kafkaslara yayılma stratejisinin en önemli ayaklarından biriydi. Ancak Türkiye nüfusunun asıl olarak  Müslüman olması dikkate alınmalıydı. Bu, iki bakımdan önemliydi. Buradan kalkışılacak bir operasyon, bölge ülkelerinin Müslüman halkları üzerinde de etkili olabilecekti. En azından, Amerikan işgal ve operasyonlarına karşı bölge halklarında doğacak tepkiyi kırıcı bir etki yapabileceği gibi, bölge ülkelerin yönetimlerini cesaretlendirebilecekti. Ancak en başta, Türkiye halkının, buna ikna edilmesi gerekirdi. İşte burada, devreye AKP formülü girdi. AKP, hem Türkiye halkının Müslüman bir ülkeye yönelik işgalinde ikna edilmesinde, en azından tarafsızlaştırılmasında rol oynayabilir, hem de BOP projesi çerçevesinde “Ilımlı İslam” konseptinde önemli bir yer tutabilirdi. AKP, bu beklentilerle işbaşına getirildi. Ancak işler beklendiği gibi yürümedi. Hatta ABD için tam bir hayal kırıklığı söz konusu oldu. Bu hayal kırıklığı, AKP’nin verdiği sözlerden dönmesi, ABD’ye sırt çevirmesinden değil, halkın kandırılamamasından doğan bir hayal kırıklığıydı. Yoksa AKP, ilk günden itibaren, ABD’nin istek ve taleplerini karşılamak için cansiperane çalışmıştı. Beyaz Saray’daki şaaşalı kabul törenleri ve bu törenlerin, içeride, AKP konusunda kafalarında hala şüphe işaretleri taşıyan asker, patron, bürokrat kesimine referans olarak takdim edilmesi, henüz hafızalardan silinmedi.
Ancak halkın tepkisi, planların aksamasına yol açtı, hatta hayata geçmesini önledi. Bu, sıkıntıların başlangıcı oldu. Sonuçta, AKP, oy aldığı kitlelere ve tabanına karşı zor durumdaydı ve onları hiç dikkate almadan ilerlemesi mümkün değildi.
Üstelik, gerek ABD, gerekse AKP’nin bölgeye Amerikan planları yönündeki her adımı büyük tepkilere neden oluyor, Amerikan düşmanlığı en üst seviyeye fırlıyordu. Kabul etmek gerekir ki, halkın  üzerinde birleştiği en tartışılamaz konsept, Amerikan düşmanlığıydı. Bu ise, gerek ABD’nin, gerekse hükümetin bölgeye yönelik planlarına takoz koyan en büyük sorunlardan birisiydi. Nitekim mesele, Amerika tarafından da açıkça dile getirilmeye başlanmış, yalnız dile getirilmekle de kalmamış, Amerikan basınında, Türkiye aleyhtarı kampanyavari bir yayın başlamıştı. Bir takım televizyon dizilerinde, değişmez “terörist” Arapların yerini Türkler almaya başlamıştı.
Bunları takiben, AKP’de istifalar gündeme geldi. Doğal olarak da, “düğmeye mi basıldı” tartışmaları başladı ve bizzat Tayyip Erdoğan’ın ağzından, bu kuşku medyaya yansıdı.
Oysa soğuk savaş kuralları işlemeye başlamış, dört bir koldan sıkıştırma harekatı yürütülüyordu. Çünkü, düğmeye basacaklar, bunu söylemez, basardı! Basmaları için önlerinde ne gibi bir engel vardı? Burada, düğmeye basmaktan çok, açık bir sıkıştırma harekatı vardı ve yönetim çevrelerini genel bir tedirginlik havası sardı. Nitekim, çok geçmeden, AKP Genel Başkan Yardımcısı, soluğu Amerika’da aldı. Ve, daha hükümet açıklama yapmamışken, İncirlik üssü “işi”nin halledildiği açıklamasını, orada, Amerika’da yaptı. Ve yine o sırada, Başbakan’ın İsrail’e gideceği duyuruldu. Ardından, 200 milyon dolar tutarında pilotsuz uçak ihalesi İsrail’e verildi. Sıkıştırma harekatı meyvelerini vermeye başlamıştı!
Yine bu kampanyanın hedefleri arasında, egemen klikler içersinde mevzi kapma savaşımı olduğu görülüyordu. Bu bakımdan, ille de düğmeye basmaktan söz edilecekse, son provokasyonlar için böyle bir şeyden söz edilebilirdi. Son olaylardan kimlerin yarar sağladığına bakarak, kimlerin elinin bu işlerde olduğu anlaşılabilirdi.

ASKERLERİN POZİSYONU
Tezkere süreci, kafaya çuval geçirme hadisesi, AB uyum yasaları, “sivilleşme harekatı”, bazı taşları yerinden oynatmaya ve hizaya getirmeye yönelik adımlardı. Bunların başında, bürokrasinin geleneksel yapısını parçalamak, askeriyenin etkisini azaltmak vardı. Emperyalistler arası egemenlik savaşımında, herkes, hesabını kendine göre yapardı. AB de, pekala görmekteydi ki, ABD’nin etkinliğini azaltıp, kendisinin güçlenmesi, bu kurumların etkinliğinin zayıflatılmasına bağlıydı. Aksi takdirde, ne yaparsa yapsın, asıl hükümran güçlerin ipleri ABD’nin elinde olacaktı. Türkiye’nin bu hali, AB’ye güven vermekten uzaktı. Dahası, pekala herkes biliyordu ki, ABD’nin hedeflerinden birisi, AB’nin zayıflatılması, sulandırılarak içinin boşaltılması ve nihayetinde işlevsizleştirilmesi ve dağıtılmasıydı. Dolayısıyla, ne kadar çok sayıda kendi denetiminde ülke AB’ye girerse, ABD’nin planlarının hayata geçme ihtimali o derecede artacaktı. Nitekim, AB’nin ağır topları Almanya ve Fransa’nın, Türkiye’ye, “ABD’nin Truva Atı” gözüyle baktığı bir sır değildi.
Herkesin hesabı kendine göreydi ve son gelişmelerle askeriyenin pozisyonunda eskiye oranla zayıflama görülüyordu. Hatta Ankara kulislerinde, sık sık “genç subaylar” lafları dolanıyor, alt kadroların en tepedeki kişiden hoşnut olmadıkları, onu pasif buldukları söylentileri yayılıyordu. Kuşkusuz, bu söylentiler, askeriye bakımından, hem pozisyon kaybetmemek, nefesini sürekli yönetenlerin ensesinde hissettirmek, iktidarın nimetlerini ve koltuğu bırakmamak, ortalığı sürekli gergin tutmak, aynı zamanda da dezenfarmasyon amaçlıydı.
Nitekim, “Bayrak” olayının ardından, ilk atış askerden geldi ve böylece, uzun zaman aradan sonra ilk hamle yapılmış, bir mevzi kazanılmış, yeniden açıktan siyaset sahnesine dönüş yapılmış oldu. Önemli olan, ilk adımı atmaktı. Ve hamleler, art arda gelmeye başladı. Birden, Yunanistan krizi peydahlandı! Kardak kayaları, gündemin baş köşesine oturdu!
Kıbrıs konusu zaten gündemdeydi. Kıbrıs noktasında saflaşma daha açıktı. Askerler Denktaş’ın ardında, AB ve hükümet karşı tarafın yanındaydı. Kıbrıs meselesinde de görüldüğü üzere, her ne kadar, asker pozisyon kaybetmiş gibi görünse de, kendilerine biçilen elbiseye kolayca razı olacak değildi. Bunu her fırsatta gösteriyordu.
Dikkat edilirse, Mersin’deki bayrak hadisesi Pazar günü olmuştu. Ancak tepki Salı günü geldi! Belli ki, durumdan vazife çıkartmışlar, bu fırsatı değerlendirmeye karar vermişlerdi. Açıklamayla birlikte, ortalık tam anlamıyla terörize edildi. İşte tam bu sırada, medyada “derin devlet” dizileri başladı! Derin devlet denilen şeyin altı, bir konuda, özellikle çiziliyordu. Derin devlet, iktidar görevini yapamadığı, yönetsel boşluk doğduğunda devreye girerdi! Yani şu anda da, gerek Kürt, gerekse milli duygular, gerek Ege, gerek Ermeni meselelerinde boşlular vardı ve derin devlet vazifeyi haketmişti!

KÜRT SORUNU ÇÖZÜLMEDİKÇE..
Bir süreden beri, AB ve ABD ile olan ilişkiler, IMF, Dünya Bankası faktörü, özelleştirme ve özelleştirme dışı memleketin çok açık bir biçimde yağmalanması, yabancılara verilen imtiyazlar, dış dayatmalar, sürekli itilip kakılma, aşağılanma, halkta duyarlılıklar yarattı. Bunun böyle olması da kaçınılmazdır. Üstelik uzun yıllardan beri devrimcilerin sürdürdüğü anti-emperyalist propaganda, halkın bu duygularının gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Nitekim, Amerikan düşmanlığı tartışmalarında, bu durum, medya tarafından da dile getirilmiştir.
Ancak, propagandanın her yönüyle kitleleri etkisi altına aldığını söylemek, elbette mümkün değildir. Üstelik, son dönemlerde, devrimcilerin zayıflayan etkisi ile yığınların öfkesi birleşince, sermaye, bunu, milliyetçi kanala akıtmamanın tam zamanı olduğunu düşünerek, özünde anti-emperyalist bir içerikle şekillenen öfkeyi, “iç düşmana” ve yanı sıra “Kardak Kayalıkları” gibi “önemli bir dış düşmana” çevirme manevrasına girişmiştir. Elbette, içeride, hedefe Kürtler konmuştur.
Bütün bunlar, egemenler açısından; 
Gericiliğin son dönemlerde çatlamaya başlayan birliğinin yeniden sağlanmasının…
Diğer yandan, Amerikan düşmanlığı noktasında birleşen yığınları bölme ve kontrol altına almanın…
Kuzey Irak’taki gelişmeler, Talabani’nin Irak Cumhurbaşkanı olması dolayısıyla, hem o tarafa, hem içteki Kürtlere göz dağı vermenin…
Bir bakıma ufak noktalar gibi dursa da, Kızıltepe’de baba-oğulun öldürülmesinin ardından toplumsal bazda oluşan duyarlılığın yok edilmesinin, meydana çıkan toplu mezarlar dolayısıyla egemenlerin düştükleri geri pozisyondan çıkılması ve bir anlamda o günlerin rövanşının alınarak mevziin yeniden kazanılmasının…
Yine Kadınlar günü vesilesiyle polisin düştüğü zor durumdan çıkılmasının…
Ve elbette, en gerici noktadan Avrupa’ya karşı çıkan, eski statülerinin devamını isteyen gericiliğin, bir anlamda Avrupa Birliği’yle hesaplaşmasının da… aracıydı!
Bütün bunların bir anda yapılabilmesinin en kolay yolu, “dış düşman” sendromunu öne çıkartmak, içte de Kürt’lere vurmaktı. Çünkü bu, nispeten hem kolaydı, hem de emek hareketinin ve bir toplumsal muhalefet oluşturmak üzere birleşebilecek sömürülen ve ezilen yığınların yumuşak karnıydı!
Kolay yoldu, çünkü, binlerce insanın kanının döküldüğü o günler, hala hafızalardaydı. Yıllar boyunca cendere altına alınan Kürtler, hem siyasi, hem sosyal, hem de propaganda bakımından köşeye sıkıştırılmış, neredeyse soluk alıp vermeleri bile izne bağlanmıştı. Şoven ve ırkçı propaganda, hem Kürt, hem Türk emekçilerini vuruyordu. Her iki tarafta da, diğerine karşı önyargılar, güvensizlikler, şüpheler oluşmuştu. Bu ise, tam da egemenlerin istediği ve yapmaya çalıştıkları şeydi. Çünkü işçilerin, emekçilerin, yoksulların birliği işçi sınıfının davasına hizmet ederken, halkların düşmanlaşması ve milliyet temelinden bölünmesi burjuvazinin çıkarınaydı.
Milliyetçi, şoven, ırkçı, dinsel motifli, bölgesel anlamda ne kadar bölünme varsa, hepsi, sonuçta, burjuvazinin işini kolaylaştıran faktörlerdi. Bu anlamda, egemenler, sürekli olarak emekçilerin birleşmesinin önüne geçmeye çalışır. Araya düşmanlıklar, ön yargılar, güvensizlikler eker. Paranoyalar geliştirir ve elinde sopayı sallayarak korkutur. Korkutarak ve korkuluklarla yönetme, bizim ülkemizin en temel yönetim biçimidir. Bölünme korkusu, hem ezilen ulusu köşeye sıkıştırmak içindir, ama aynı zamanda, ezen ulusun emekçilerini sermayenin kendi çevresi etrafında toplamanın aracı olarak işlev görür. Bu bakımdan, sermaye, ülkedeki halkları bölmek, aradaki ulusal çitleri güçlendirmek, anlaşmazlıları körüklemek, rekabeti arttırmak hedefindedir. Elbette sınıf mücadelesinin düşüklüğü, egemenlerin işlerini kolaylaştırır. İşçi sınıfı hareketinin yüksek olduğu, hareketin kendisini, güçlü bir biçimde hayatın her alanında hissettirdiği dönemlerde, sermayenin, bu tür manevralarla yığınları etkileme şansı, bugüne göre çok daha az olacaktır.
Milliyetçi baskı siyaseti, işçi sınıfı  davası için bir başka açıdan da tehlikelidir. Bu politika, geniş kesimlerin dikkatini, sosyal sorunlardan, sınıf mücadelesi sorunlarından çekerek, başka taraflara yöneltir. Bunun için, işçiler, en kurnazından en vahşisine kadar, zulüm politikalarının tüm biçimlerine karşı mücadele etmek zorundadırlar. Dolayısıyla, bugün ve her zaman için, ulusal sorunlar, başka halkların ezilmesi, en başta işçi sınıfının sorunudur. Kim ki, bu meseleyi kendi dışında görüyor veya görmezlikten gelmeye kalkıyorsa, onun, işçi sınıfı davasından zerre kadar haberi yok demektir.
Ancak devrimcilerin tüm çabalarına karşın, yine de açık sözlülükle kabul etmek gerekir ki, Kürt meselesinde hala kaçak güreşildiği gerçeği de karşımızda durmaktadır. Kürt meselesinin çözümü noktasında aydınlatma çalışmasından ve gerçeklerin anlatılmasından mümkün olduğunca uzak durulmaya çalışıldığı, bu meseleyi konuşmanın faaliyete zarar vereceğinin düşünülmesi gibi garip tutumların varlığı bilinmektedir. Sanılmaktadır ki, biz bu meseleyi konuşmazsak, mesele, mesele olmaktan çıkacaktır! İşte bu, kendi kendini aldatmanın ta kendisidir. Ortada bir sorun varsa, ve bu sorun, egemenler tarafından ülke sorunu haline getirilmişse, en başta şu bilinmelidir ki, o sorundan kaçış yoktur. Siz kaçsanız bile, sorun kaçmayacak; egemenler, o sorun üzerinden kendi politika ve amaçlarını hayata geçirecekler, ve sorun, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin bölünmesinin aracı durumuna getirilecektir. Nitekim getirilmektedir de.

KÜRT MESELESİ İŞÇİ SINIFININ MESELESİDİR
Her şeyden önce, akıllara kazınmalıdır ki, “Başka bir halkı ezen bir halk özgür olamaz.” (Marx)
Burjuvazi, işçilerin, emekçilerin birliğinin önüne sürekli engeller koyar, halklar arasına düşmanlık tohumları eker, ön yargı ve güvensizlikleri körüklerken, işçi sınıfı, tam tersi hareket etmek, işçi ve emekçilerin birliğini sağlamak için mücadele etmek zorundadır. İşçi sınıfının kazanması için, milliyet farkı gözetmeksizin, tüm işçilerin birleşmesine gerek vardır. Ulusal engellerin yıkılıp, Türk, Kürt ve diğer işçilerin sıkı sıkıya birleşmesi şarttır. Bunun yolu da, en başta, ezen ulusun işçilerinin, dil, kültürel haklar konusu da dahil, her türlü ayrıcalıklara karşı çıkması, tüm milliyetlere eşit haklar talep etmesi ve her ulusun kendi kaderini tayin hakkını savunmasından geçmektedir. Bunları becermeden, işçi sınıfını bu savaşım içersinde eğitmeden, demokrasi mücadelesinin temel unsuru haline getirmeden, devrimden söz etmenin manası da yoktur. Çünkü devrim, hepsinin üzerinde yükselen en zor iştir. Ancak böyle bir savaşım sonunda, işçi sınıfı milliyetçi ön yargılardan uzaklaşabilir, burjuvazinin tuzaklarından kurtulup, bağımsız bir sınıf olarak hareket edebilir, işçilerin birliğine yönelebilir. Böyle bir savaşım ruhu olmadan, egemen ulusun işçilerinin, gerçek enternasyonalizm ruhunda, bağımlı ülkelerin, sömürgelerin veya ezilen milliyetlerin emekçi kitleleriyle yakınlaşması ve devrimine hazırlanması asla düşünülemez.
Elbette, işçi sınıfı, bu eğitimi kendi kendine yapamayacak, bu bilince kendiliğinden ulaşamayacaktır. Burada en büyük görev, işçi sınıfının partisine ve militanlarına düşmektedir. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler içersinde, Kürt sorunu konusunda, bıkmadan usanmadan devrimci bir çalışma yürütülmesi, ertelenemez görev olarak karşımızda durmaktadır. Aksi takdirde, egemen güçler, bu sorunu, işçi sınıfı ve emekçilerin birliğini bozmak için sık sık karşımıza getireceklerdir. Bunun karşısında, “bu bir provokasyondur” diye bağırmanın hiçbir etkisi olmayacaktır.
Yine bu mesele karşısında, işin kolayına kaçarak, her durumda, faturayı Kürt emekçilerine çıkarmaya kalkanlar, Kürt emekçilerinin her hak, özgürlük ve eşit haklar talep edişi karşısında “Kürt milliyetçiliğinden” söz edenler, ve, daha “ince ayar” bir yaklaşımla, talepleri “doğru ama, zamansız” bulanlar, bilmelidirler ki, böyle düşünmekle, en başta egemen düşüncenin savunuculuğunu yapmaktadırlar. Bilmelidirler ki, onlar, bu sayıklamalarla, egemenlerin sözcülüğünü, egemen ulus milliyetçiliği yapmaktadırlar. Bundan kimin yarar sağladığı da ortadadır.

BUNDAN SONRASI
Emperyalistler arası hegemonya mücadelelerinin, hammadde ve pazar alanları üzerindeki kapışmanın giderek şiddetlendiği ve hızla büyük kapışmalara doğru sürüklenildiği bir süreçten geçiliyor. Türkiye, bu kapışmaların tam orta yerinde bulunuyor. Üstelik, dışa bağımlılığı her geçen gün misliyle artan bir Türkiye…
Amerika’nın Ortadoğu ve Kafkaslara yönelik planları.. AB’nin hesapları.. Bitmek bilmez istekler.. İçte sürekli büyüyen borç stoğu.. Gırtlağına kadar dışa bağımlı hale gelen, elindeki tüm zenginlikleri, kaynakları emperyalistler tarafından el konulan, işbirlikçi sermaye tarafından yağmalanan, zenginle yoksul arasındaki uçurumun korkunç biçimde arttığı, yoksullaşmanın son sürat seyrettiği bir ülke.. Bu tablo, önümüzdeki günlerin her bakımdan daha sıkıntılı geçeceğini işaret ediyor. Bu tablodan sonra, neden, birden “milliyetçilik” rüzgarlarının ortalığa salındığını anlamak daha kolay oluyor. Milliyetçilik, emperyalist işbirliğini gizlemenin, kitleleri bölmenin aracı olarak, etkin biçimde sahnedeki yerini alıyor. Bu ise, geçmişinde sayısız provokasyon; Maraş, Çorum, Sivas gibi katliamlar bulunan ve bu konuda bir hayli deneyimli olan egemen güçlerin, sıkıştıkça, bu tür provokasyon ve kışkırtmalara başvuracağını gösteriyor. Bu kışkırtma ve provokasyonlar, hem içte, hem de dışta beklenmelidir. Burjuvazinin yalnız iç düşmanla yetinmeyeceği, dış düşmansız yaşayamayacağı bilinmektedir. Bunlara, bir de emperyalistlerin sıkıştırma taktikleri eklenmelidir.
Bu karanlık oyunları bozmanın yolu, işçilerin birliğini sağlamaktan geçiyor. İşçilerin birliği ise; her türlü milliyetçiliğe, şovenizme, ezen ulus ayrıcalıklarına karşı çıkmayı, işçileri sınıf mücadelesinin savaşımı içersinde büyük bir enternasyonalizm ruhuyla eğitmeyi, bilinçlendirmeyi gerekli kılıyor. Başka bir yol yok.

Milliyetçilik ve Anti Emperyalizm

“Bayrak ve vatan sevgisi” gerekçeli milliyetçilik ve sözde milliyetçi sokak hareketini, bir akım ve hareket olarak, içinde geliştiği koşullar, hedefleri ve karakteristik özellikleri yönünden irdelemek, bu akımın emekçi kitlelerin önüne çıkardığı tehlikeleri ve güçlendiği yönünde önemli belirtiler gösteren şoven milliyetçi ve gerici eğilimi sergilemek bakımından zorunluluk gösteriyor.
Bunun için, öncelikle bu şoven gerici dalganın ortaya çıktığı dönemsel koşullara bakmamız, sonra da, emperyalizme bağımlı ve birden fazla ulusla çeşitli milliyetlerden emekçilerin yaşadığı Türkiye’nin, bağımlılık ilişkileri ve “etnik çeşitlilik” nedenli duyarlılıklara sahip olmasıyla, provokasyon ve “milliyetçi kışkırtma”lara fazlasıyla açık olduğunu göz önüne getirmemiz gerekiyor.

TÜRKİYE’NİN KOŞULLARI VE ŞOVENİZM
Bugünkü gelişmeler, kuşkusuz uzun on yıllara dayanan “tarihsel” geçmişten koparılamaz. Ancak son birkaç haftalık gelişmelerin, özellikle son yirmi-yirmi beş yıllık süreçteki iç ve uluslararası olaylar üzerinden ivme kazandığı bir gerçektir. Altmış yıla yakın süredir Amerikan emperyalizmi ve Batı kapitalizminin “Doğu’ya uzanma” plan ve politikalarının “odak ülkesi” –ya da bu ülkelerden biri– olan, NATO’nun “kanat” ya da “cephe ülkesi” rolünü üslenen ve özellikle de ABD’nin yayılma politikalarının aleti olarak hareket eden Türkiye –Türkiye egemen sınıfları–, Irak’ın işgali başta olmak üzere, bölgede son yıllarda ortaya çıkan gelişmelerle birlikte, ilişkilerini ve jeostratejik rolünü eski tarz “götürme”de sıkıntıya düşmüştür.
Türkiye gericiliği, ABD ve NATO hesabına üstlendiği taşeronluk rolünün yanı sıra, “bölge gücü” iddiasıyla da, Balkanlar ve Ortadoğu’daki birden fazla komşusuyla ilişkilerini gerginlik, şantaj ve provokatif bir dış politika hattında belirlemiştir. Kıbrıs ve Ege’de Yunanistan’la; Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya ve Makedonya’daki “dış Türkler” bağlantılı sorunlar gerekçesiyle Bulgaristan ve Yunanistan’la sorunlar yaşamış; bu ülkelerin “düşman olarak görülmesi gerektiği” anlayışını geliştirmiş; şoven milliyetçi bir çizginin diri tutulmasında yarar görmüştür. “Ortak tarih ve kültür bağları”ndan söz ederek ve bir dönemler “Adriyatik’ten Çin Seddine Büyük Türk Dünyası” çığırtkanlığıyla izlediği yayılmacı-ırkçı politikaları nedeniyle, Rusya ve Çin gibi ülkelerle; Ermeni-Azeri çelişkilerini körükleyerek Ermenistan’la; Kürt sorunu bağlantılı politikaları çerçevesinde Suriye, İran ve Irak’la ve son olarak Amerikan sömürgecilik politikalarına uyumu ve topraklarını bu yayılmacı emperyalist politikanın emrine vermesi nedeniyle Arap ülkeleri ve halklarıyla karşı karşıya gelmiştir. İşbirlikçi Türkiye egemenleri, bu politikalarının neden olduğu gerginlik ve zıtlığı, “Türk ulusal çıkarları” ya da onu bütünlemek üzere, bütün bu ülkelerin “Türk’e düşmanlığı”yla gerekçelendirmişler, böylece, kökleri kapitalizmin bağrında bulunan ulusal çıkar çatışmasını, Türk halk kitlelerinin desteğinde yürütmeye çalışmışlardır.
Ancak, Amerikan emperyalizminin bölge taşeronluğu rolü, Türkiye’nin köşeye daha fazla sıkıştırılmasını önleyememiştir. Eski Sovyetler Birliği ülkelerindeki gelişmeler; “birlik ülkeleri”nin büyük kesiminin ayrılması ve Ortadoğu’daki olaylar, bu geniş bölgeye müdahalede emperyalist aktivitenin yoğunlaşmasının olanakları kadar, Türkiye’ye dayatmaların sınırlarını da genişletmiştir. ABD yönetimi, Türkiye gericiliğinin “kendi adına politikalar izlemesi”nin, “sadık müttefik” olmaya ve “stratejik işbirliği”ne aykırı düştüğünü açıklayarak, Türkiye’nin rolünün, Amerikan stratejik planına uyumlu hareket etmek olduğunu her fırsatta yeniden gündeme getirmiş ve istemiştir. Son dönemlerde sıkça açığa vurulduğu üzere, ABD, Türkiye’yi “ılımlı İslam ülkesi” olarak, Ortadoğu’yu yeniden düzenleme politikalarında kullanmak istemektedir. Öyle ki, Genelkurmay Başkanı’nın son “ulusa seslenişi”nde özenle yaptığı “Türkiye ne İslam devletidir ne de İslam ülkesi” vurgusuna karşın, bir gün sonra, Doğu Avrupa gezisinde, ABD Dışişleri Bakanı C. Rice, yine Türkiye’yi, “İslam-demokrasi” sentezine örnek olarak vermiştir.
Ne var ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin, yıkılmasında kapitalist emperyalizmin ve Batılı emperyalist büyük devletlerin belirleyici rol oynadıkları Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras kalmış topraklar üzerinde kurulmuş olması, kaybedilenler üzerine bir “ulusal iç çekme”nin canlı kalmasında sonraki dönemlerde de rol oynamış, bir yanda “büyük Türk dünyasını yaratma” emeli, diğer yanda Kürt ulusal varlığının bölünme etkeni sayılması, kendi adına politikalar izleme eğilimini hemen her zaman diri tutmanın en önemli etkeni olmuşlardır. Türkiye’nin üç kıtaya kapı konumu ve güçlü bir militarist aygıta ve devlet geleneğine sahip olması da bunda rol oynamıştır. ABD ve Batı emperyalizminin Sovyetler Birliği’ne karşı izlediği kuşatma ve çökertme politikalarında üstlendiği rol, onun, sonradan “Türki Cumhuriyetler” olarak adlandırılan Kafkasya ve Ortaasya ülkeleriyle ilişkilerini, Türk milliyetçiliğini güçlendirmenin manivelası olarak kullanmasını sağlarken, “dış Türkçülük”, içerde şoven milliyetçiliğin ırkçı ve önemli oranda faşist karakterde örgütlenmesine hız kazandırmıştır. Türkiye egemen sınıflarının bu tutum ve politikaları, emperyalistlerle ilişkilerinde –bu ilişkinin esas yönünü tabi olma, uyum sağlama ve hizmet etme oluşturmasına karşın– kimi dönemlerde pürüzlerin yaşanmasına da yol açmış; bölgeye yönelik pazar ve etki alanı mücadelesi kaynaklı gerginlikler, Türkiye üzerindeki baskıyı artırmış; ABD ve AB’nin Almanya-Fransa gibi etkin güçleri, Türkiye yönetimlerini politikalarının aracı olarak daha aktif biçimde kullanma amaçlı olarak, iktisadi-sosyal ve politik sorunları istismara, şantaj ve baskı aracı olarak kullanmaya daha fazla yönelmişlerdir.
Türkiye üzerindeki baskı, ekonominin uluslararası tekellere ve emperyalist sermayeye tümüyle açılması; KİT’lerin bu amaçla tasfiye edilmesi ya da ‘devlet işletmesi’ konumundan çıkarılması, iktisadi-mali politikaların IMF eliyle ve uluslararası tekeller yararına belirlenmesinin dayatılmasına ve ülkenin Kürt sorunu ve onu da içeren “demokratikleşme” gibi, yüzyıllık çözümsüzlükle kangrenleşmiş sorunlarına fiili müdahaleye kadar genişlemiştir.
Kendisi, demokrasi karşıtlığı ve ulusal baskı ve hegemonya eğilimi ve politikasıyla malul emperyalist gericilik, işbirlikçilerini “demokrasi ve insan hakları” alanında “reformlar”a zorlayıcı güç olarak ortaya çıkarken, bu dış baskı ve istismar, Türkiye burjuvazisinin “bizi bölmeye çalışıyorlar” propagandasıyla emekçileri yedekleme çabasına güç vermiş ve Türk ulusundan emekçilerin şoven burjuva politikasına yedeklenmesi yönünde işlev görmüştür.  Devlet ve hükümet yöneticilerinin kışkırtmasında alevlenen şoven milliyetçilik de böylesi bir zemin üzerinde gelişmiş ve güç bulmuş, işbirlikçi gericilik, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde emperyalizme ve onun tarafından yönlendirilen işgale karşı yürütülen ulusal savaşla kurulan “yeni Türkiye”nin kazanımlarını, hemen her zaman, ama özellikle dış politika alanındaki sıkışmışlıklarını ve içerde emekçi engelini aşma gereksinmesini duyduğu dönemlerde daha fazla olmak üzere, istismar etmekten kaçınmamıştır.
Bu “tablo”ya şimdi yeni unsurlar eklenmiştir. “Türkiye’nin duyarlılıkları” üzerinden burjuva söylemiyle yeniden atağa geçen şoven milliyetçilik, Bush yönetiminin Türkiye’yi “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi” doğrultusunda kullanma amaçlı yoğun baskısı ve AB’nin etkin güçlerinin, Türkiye’nin AB’ne alınması koşulu olarak gündeme getirdikleri dayatmalar karşısında halk kitleleri içinde ortaya çıkan tepkileri, “milliyetçilik” üzerinden halka karşı etki gücüne dönüştürme çabasındadır. AB’ne üyelik için getirilen “ön koşullar”ı, Kıbrıs Türk politikasının iflası anlamına gelen “AB’ne üye Kıbrıs Cumhuriyeti” projesini, Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeleri –bu, burjuva Türk “kırmızı çizgiler” politikasının ABD tarafından geçersizleştirilmesi demektir–, Ermenistan’la ilişkilerin iyileştirilmesi yönündeki baskı ve “Ermeni soykırımı” tartışmalarını bu amaçla kullanmakta, “Türk- İslam değerlerine saldırıldığı, “Türkiye’nin bölünmek istendiği” propagandasıyla şovenizmi körüklemektedir. Şoven milliyetçilik, Türkiye’nin içine düşürüldüğü iktisadi-sosyal “çöküntü”den “kurtuluş yolu”nu “milli gelenek ve göreneklere sarılma”da göstermekte; “ulusal” kaynak ve “değerler”in emperyalist gericiliğe ve uluslararası tekellere peşkeş çekilmesine karşı ise, ya tümüyle sessiz kalmakta ya da CHP yönetiminin ikiyüzlüce yaptığı türden sözde karşı görünmektedir. 
“Bayrak provokasyonu” üzerinden sürdürülen toplumsal sabotaj, “Milliyetçi ve Müslüman Türkiye” sloganını “şiar edinme”sine karşın, “ulusal kaynaklar” ve toprakların uluslararası tekellere peşkeş çekilmesine, İncirlik başta olmak üzere, askeri üslerin ABD’nin emrine verilmesine ve komşu ülkelere karşı kullanılmasına karşıtlığı içermemekte; en “ileri durumda” bile, emekçilerin emperyalizm ve ABD karşıtlığının istismar edilmesi ve içerde Kürtlerin ulusal hak eşitliği mücadelesine ve bu mücadele nedenli olarak Kürtlere, dışarıda ise, yukarıda değinildiği gibi Yunanistan, Kıbrıs Rumları, Ermenistan başta olmak üzere bazı komşu ülkelerle bu ülkelerin halklarına karşı olmayı esas almaktadır.
“Türk ulusçuluğu” üzerinden yürütülen bu propagandayla birlikte, “Türk nüfusa yönelik politikalar” gerekçeli olarak komşu ülkelerle ilişkilerde gerginlik hattında yürünmekte, Irak’taki gelişmeler ve özellikle Irak Kürdistanı’nın “federe devlet” olarak şekillenmesi, Kürt inkarcısı ezen ulus milliyetçiliğinin güçlendirilmesinin dayanaklarından biri olarak kullanılmakta; Amerikan emperyalizminin Irak Kürdistanı’nda “federe bir devlet”in oluşturulmasına verdiği destek ve PKK’nın “etkisizleştirilmesi” projesine kendi çıkarları kapsamında yaklaşması, Kürt karşıtlığının gerekçesine dönüştürülmektedir.

EMPERYALİZME BAĞLANAN ŞOVEN MİLLİYETÇİLİK
Emperyalizme bağımlı Türkiye’nin komşusu ülkelerle ilişkileri, haklara karşılıklı saygıya dayalı ve dostane değil, gerginlik ve şantajları da içeren ve önemli oranda emperyalist gericilikle ilişkilerden kaynaklanan çatışmacı bir özellik gösterir. Emperyalist baskıyla birleşen, Kürdü ezmekten yana, ve komşu halklara düşmanlıkla dolu egemen milliyetçilik, devlet olarak da örgütlü tekelci burjuvazinin sınıf damgasını taşır ve siyasal şiddet ve gericilikle karakterize bir şovenizmi ifade eder. Emperyalizme karşı bir yönü ya hiç taşımamakta ya da Türk milliyetçiliği dalgasının sürüklediği bazı liberal, “sol”, sosyal demokrat ve sözüm ona sosyalist ve demokrat aydınlarda görülebildiği gibi, oldukça biçimsel ve yüzeysel bir ABD karşıtlığından ibaret kalmaktadır.  Genelkurmay tarafından işaret fişeği ateşlenen son “milliyetçi seferberlik” ise, yukarıda işaret edilen bölge ve ülkedeki gelişmeler “bölünme” etkeni sayılarak, buna karşı olma adına, sermaye güçlerini yeniden birleştirme ve henüz istikrarlı bir rotada ilerlememekle birlikte yeni bir ileri atılışın belirtilerini de veren emekçi hareketinin önünü kesmeyi hedefleyen bir özelik de taşımaktadır.
Sermaye ve hükümetinin izlediği saldırı politikalarına karşı, işçi sınıfı başta olmak üzere, emekçi kitleler içinde yükselen tepkiler, SEKA direnişinin ezilenleri cesaretlendirici işlevi, hükümeti ve egemen sermaye cephesini kaygılandırmış; SEKA-TEKEL işçilerinin, SES, BES ve KESK sendikalarına üye emekçilerin özelleştirme, işten atma, düşük ücret ve maaş dayatma, tekelci sermaye yararına vergi politikaları ve sağlık ve eğitim başta olmak üzere sosyal yaşama ilişkin her alanda yoğunlaştırılan uluslararası sermaye bağlantılı hükümet uygulamalarına gösterdikleri tepki ve alınan eylem kararları, emekçilerin, henüz istikrar kazanamamış olsa da, yeni bir hareketlenme içinde olduklarını göstermiş, ve yüz binlerin katılımı ve birlik ve kardeşlik vurgularıyla kutlanan Newroz, Kürt emekçilerinin ulusal demokratik taleplerinde ısrarlı olduklarını birkez daha ortaya koymuştur.
Buna, Irak ve Irak Kürdistanı’ndaki son gelişmeler eklenmiş; Celal Talabani’nin “Irak Gecici Cumhurbaşkanı” olması, Irak Kürtlerinin “Federe Devlet” biçiminde örgütlenme yönünde attıkları adımlar ve kazandıkları mevziler, Türkiye gericiliği tarafından, bölge ülkeleri Kürtlerinin ulusal talepleri daha ileriden savunma mevzileri edinmeleri olarak –en azından bu yönlü bir tehdit içerdiği varsayılarak– değerlendirilmiştir. ABD’nin, bölgeye yönelik politikaları kapsamında Kürt sorununu istismar etmesi de, işbirlikçi gericilik ve sermayenin gerici-faşist karakterli siyasal güçlerinin “milliyetçilik” üzerinden saflarını derlemeye girişmelerinde etken olarak rol oynamıştır.
“Türk milli değerlerinin savunulması ve sahiplenilmesi” adına “Bayrak”ı bir provokasyon aletine dönüştürerek kullananların “milliyetçiliği”, anti emperyalizmi ve ulusal değer ve kaynakların sahiplenilmesini ifade eden yurtseverlikten uzak, dahası onun karşıtıdır. Özelleştirmeyi, limanlar, madenler, TEKEL, Telekom, enerji, ormanlar gibi “ulusal” kaynakların uluslararası sermaye ve emperyalist büyük güçlere peşkeş çekilmesini, tarım ve sanayinin “yabancı sermaye” hakimiyetine geçmesini; tütün, şeker, pirinç, buğday, pamuk, fındık, çay gibi tarımsal sanayi ürünleri üretiminin tekeller tarafından ele geçirilmesini, toprakların uluslararası sermaye ve spekülatörlere satılmasını, “ülkenin kalkınmasının gereği” saymakta ve desteklemektedirler.
“Vatandaşın ulusal duyarlılık tepkisi” üzerine oturtulmak istenen bu milliyetçilik, emperyalizmle işbirliği veya yandaşlıkla karakterize olmuştur. Birinci Dünya Savaşı ve Ekim Sovyet Devrimi’yle oluşan dünya koşullarında başarıya ulaşma olanağı bulan Kurtuluş Savaşı’yla elde edilmiş “ulusal değerler”in tümünün uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesinde pay sahibidir ve Kürtlere karşı ayrımcı baskı politikasının sürdürülmesindeki ısrarıyla gerici ve bölücüdür.
Şovenizm ve ezen ulus milliyetçiliği ve özellikle de MHP-Ülkü Ocakları çevresinin ırkçı-Kürt düşmanı milliyetçiliği, belirli sosyo-ekonomik gelişme ve koşulların da ürünüdür. Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla oluşturulan “ulusal değerler”in emperyalizme peşkeş çekilmesine sessiz kalan, dahası, bunun içerdeki dayanaklarından biri olan ve bugün “bayrağa hakaret”gerekçesiyle ve kitle dayanağını genişletme amacıyla ulusal duygu istismarına kalkışarak, gerici siyasal şiddet yöntemleriyle demokratik hak arayışındaki kesimleri sindirmeye çalışan gerici milliyetçi ve “muhafazakar” parti ve akımların milliyetçiliği, tekelci kapitalizmin “geleneksel” toplumu çözmesine bir tepki olarak ortaya çıkmasına rağmen, süreç içinde ona bağlanmıştır. Türk egemen sınıflarının şoven milliyetçiliği, kuşkusuz en güçlü temsilcisini devletin temel kurumlarının şahsında bulmuştur. Buna, “Kemalist” olduklarını söyleyen ‘asker-sivil’ çevreleri ve sağ faşist ideolojiyle karışık MHP milliyetçiliğiyle AKP’nin temsil ettiği gerici milliyetçiliği eklemek gerekiyor. Türk milliyetçiliğini şoven, faşist ve dinci ideolojinin bileşenlerinden biri olarak kullanan MHP gibi kesimlerin varoluş ve politik serüveni, kapitalizmin Türkiye’deki gelişmesiyle doğrudan bağlıdır.
Kapitalizmin Türkiye’deki gelişmesinin, özellikle 1950-60’lı yıllarda ve sonraki süreçte hız kazanarak, toplumsal yapıda ciddi sarsıntı ve değişmelere yol açması, tekelci (işbirlikçi) sermayenin tekel-dışı küçük ve orta burjuva kesimler üzerindeki baskısının artmasına; kırsal nüfusun kent merkezlerine ve kentlerin kenar semtlerine sürülmesine ve küçük mülk sahiplerinin iflasa sürüklenerek “proleterleşme tehdidi” altına girmelerine neden olmuştur. Diğer yandan, kapitalizmin bu gelişmesi, işçi ve işsiz yığınları ve kent ve kır yoksulları ile tekelci kesiminin belirleyici gücünü oluşturduğu burjuvazi arasındaki çelişkiyi derinleştirmiş; işçi sınıfı ve emekçi hareketinin kendi adına talepler etrafındaki ilerleyişi, sermayenin “merkez partileri”nin yanına; kitlelerin sosyal-politik ve iktisadi sorunlarının istismarı üzerinden güç toplamaya çalışan yeni ve “aşırı sağ” partilerin katılmasını gündeme getirmiştir. Bu partilerden biri olan MHP’nin –bir diğeri, dinsel inanç sömürüsü ve orta burjuvazinin çıkarlarının savunusu üzerinden örgütlenen Milli Nizam-Milli Selamet Partisi idi– İç Anadolu ve Doğu’da önemli kitle desteği bulmasında, kapitalist gelişmenin yol açtığı toplumsal çözülmeye bu “kırsal” bölgelerden verilen “muhafazakar” tepki rol oynamıştır. MHP yöneticileri, bu gelişmenin mülksüzleştirici-çözücü ve ‘değer bozucu’ etkisine duyulan tepkiyi ve bu kesimlerin talep ve duygularını istismar ederek, güç toplamaya çalışmışlardır.
Bu dönem, aynı zamanda, Türkiye burjuvazisinin,  “kuruluş yılları”ndan itibaren izlediği “devletçi” ekonomi politikayı terk ederek, Batı kapitalizmine kapıları sonuna dek açmaya başladığı, NATO’ya katıldığı, Marshall Planı’na bağlandığı ve “komünizme karşı savaş” adına Kore’ye asker gönderdiği dönemdir. DP-AP’nin uluslararası sermaye ve ABD emperyalizmiyle girdiği efendi-uşak ilişkisi kapsamında emekçilere dayatılan iktisadi-sosyal baskılar ve Türkiye topraklarında Amerikan üslerinin kurulması, işçi ve emekçiler –özellikle ileri kesimleri– tarafından tepkiyle karşılanıyor ve küçük ve orta mülk sahipleri de özellikle kapitalist mülksüzleştirmenin (tekellerin hakimiyeti güç kazandıkça, bunların mülksüzleştirilmeleri de artıyordu) etkilerine karşı öfke duyuyorlardı. MHP ve bugünkü AKP’ni doğuran MSP, kitlelerin bu “hoşnutsuz” durumunu kullanarak ortaya çıktılar. Belli başlı iddiaları, “milli değerlerin savunusu”ydu. İslam dini de bu “milli”ler içine alınmıştı ve hangi partinin daha fazla “İslamcı olduğu” rekabet konusuydu. Diğer yandan, önce DP’nin ve ardından Demirel yönetimindeki AP’nin (Adalet Partisi) büyük sermaye ve emperyalizm yanlısı politikaları, işçi sınıfı ve emekçilerin geniş kesimleri içinde tepkiyle karşılanıyor, işçiler, iktisadi sosyal taleplerle sendikalarda örgütlenmeye daha fazla yöneliyor, ve ileri kesimleri, çok sayıdaki sendikacının da katılımıyla, siyasal parti olarak örgütlenmeye başlıyorlardı. Bu gelişmeyi, sistemin geleceğine yönelik bir tehdit olarak algılayan MHP-Ülkü Ocakları’nda örgütlenen ırkçı-faşist güçler, anti komünist demagojiyle halk kitlelerinin ve özellikle de işsizliğe itilmiş, umutsuz ve ne yapacağını bilmeyen genç nüfusun durumunu istismar etmeye daha fazla yöneldiler. İşçi sınıfı ve emekçilerin politize olmaları ve işçilerin çıkarına olan ve taleplerini kapsayan ilerici-devrimci fikirlerin yaygınlık kazanması üzerine, bu militer-faşist güçler, dizginleri tekellerin elinde olan burjuva devletin ve birçok örneğinde görüldüğü gibi kapitalist şirketlerin tetikçiliğini daha dolaysız üstlendiler. Bu parti ve güçler, kapitalizmin emrinde olmalarına karşın, yer yer sermaye “karşıtı” bir söyleme de baş vuruyor; emekçilerin taleplerini sahipleniyor görünüyorlardı. Kapitalizmi temel kuruluş zemini edinmişlerdi, ama çıkarları gerektirdiğinde, ikiyüzlü bir sermaye karşıtlığından da söz etmekten kaçınmıyorlardı.  Kapitalizme karşı mücadelenin ilerlemesine; emek mücadelesinin, bağımsızlık çizgisinde, emperyalizm karşıtlığına genişlemesine ise cepheden karşıydılar. Bu gerici hat, süreç içinde daha da netleşti. MSP-FP geleneğindeki “ayrışma” üzerinden şekillenerek tekellerin ve uluslararası sermayenin hizmetine koşan AKP, emperyalist sermayenin çıkarlarının doğrudan savunucusu olurken, MHP milliyetçiliği de, anti emperyalist mücadele içindeki emekçilere karşı gericiliği ve Kürt düşmanı bir şovenizmi daha ileriden temsille karakterize olmuştur.
Bu “milliyetçilik”, önemli oranda ırkçı-şoven karakterdedir; ulusal-dinsel duygu ve değer istismarına dayalıdır; Kürt ulusal varlığına karşı inkarcı ve bölücüdür. Kapitalizme ve emperyalist sermayeye, yer yer kullandığı söylemin ötesinde, ciddi sayılabilecek bir karşıtlığından söz edilemez. Ama o, anti-kapitalizmi, özellikle işsizler kitlesinin ve küçük-orta üreticilerin taleplerine ve umutsuzluklarına seslenerek, ve işçilerle kamu emekçilerinin taleplerinin istismarına yönelerek –ki bu kesimler içinde sendikal örgütlenmeye de girişmiş ve belli bir güç oluşturabilmiştir–, kapitalizm karşıtı bir görüntü sergilemekten de geri kalmamaktadır. Batı emperyalizmi ve özellikle ABD’nin, Türkiye’yi, bölgedeki stratejileri yönünde kullanmak amaçlı yoğunlaştırdıkları baskıya karşı gelişen tepkileri, kendi gerici ve şoven milliyetçi çizgisinde yedeklemeyi  amaçlamaktadır. Geçmiş yıllarda, Amerikan askeri-politik varlığına ve Türkiye’yi taşeron olarak kullanmasına karşı mücadele eden yurtsever gençliğe ve işçi ve emekçilerin ileri kesimlerine karşı silahlı saldırı politikası izleyen; Alman faşist hareketinin Strauss gibi temsilcileriyle ilişkiler kurarak “tecrübe artıran” ve şimdilerde Hitler’in ırkçı-faşist düşüncelerini toparladığı Kavgam kitabını eğitim aracı haline getiren MHP, Türkiye’ye yönelik emperyalist baskıya karşı gelişen haklı ve yerinde tepkiyi şoven ve gerici politikaları doğrultusunda yönlendirme çabasındadır. Belirtilen niteliğiyle, milliyetçilik ve kuşkusuz şovenizm, “derinlikler”ini de kapsamak üzere, kurumlarıyla devletin de birincil ideolojik yönvericisidir, “başvuru kitabı” değerindedir ve en sık ve kolay kullandığı saptırıcı-bölücü argümanların ideolojik dayanağını oluşturmaktadır.

YURTSEVERLİK ANTİ-EMPERYALİZMİ GEREKSİNİR
Kürt ulusal varlığını inkar ve haklarını reddetme üzerinden şekillenen asırlık devlet  uygulamaları ve egemen sınıf politikası, Türk kökenli emekçiler ve gençler arasında, işbirlikçi egemen sınıfın şoven, ırkçı-gerici ideolojisinin etkili olmasına hizmet etmiş; bugünün şoven ve ırkçı “odaklar”ı da, bu bölücü ve ayrıcalıkçı devlet politikasından beslenerek güç toplamışlardır. İçinde bulunduğumuz dönemin uluslararası gelişmeleri, günümüz gericiliğini ve şoven milliyetçiliği besleyen ve ona güç veren önemli bir etken durumundadırlar. Amerikan saldırganlığı, emperyalist hegemonya mücadelesi ve yanı başımızdaki ülkelerin işgal edilmesi, Türkiye’de de –çok sayıdaki başka ülkede olduğu türden– bir ulusal savunma duyusu ve duyarlılığı oluşturmuş ve uluslararası sermaye ile işbirliği içinde olan faşist, gerici milliyetçi akım ve partiler bu duyarlılığı istismara girişmişlerdir. MHP, DYP ve AKP gibi şoven-gerici; ırkçı, “milliyetçi muhafazakar” sermaye partileri de, “emperyalizme karşı ve ulusal değerlerden yana” ikiyüzlü politikayla, henüz sermaye güçleriyle arasındaki uzlaşmaz karşıtlıkların ayırdına varamamış kesimler içindeki mevzilerini güçlendirmeye koyulmuşlardır.
Bu politika, öncelikle sermaye ve gericiliğin güçlerini yeniden takviye etmesine, derleyip toparlanmasına; çıkar çatışmasının saflarında yol açtığı bölünmeye karşın, emekçilere karşı bir “blok halinde” hareket etmesinin sağlanmasına hizmet etmektedir. Ancak, burjuvazi ve emperyalizm yararına sağlanan gelişmelere karşın, izlenen halk düşmanı politikalar, açmaz ve engellerle de karşılaşmaktadır.
IMF programlarına bağlanan ve emperyalizm işbirlikçilerinin işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi kesimlere müjdeledikleri “mutluluk ve refah cenneti”nin gerçekte bir saldırı, işsizlik, açlık ve yoksulluk cehennemi olduğunu, olaylar açığa çıkarmıştır. İşçi ve emekçiler bunu anladıkları oranda, egemen sınıflarla partilerinin politikalarına mesafeli durmaya başlamışlar, bu da, tekelci gericilik ve hükümetlerini, yeni araç ve yöntemlerle kendilerini ve sistemi takviye yöneltmiştir. Mali sermaye ve emperyalizm hesabına politikaları halka dayatan burjuvazi ve hükümetleri, içerdeki mücadele ve uluslararası gelişmelerin etkisi altında, Kürt sorununda ve politik talepler karşısında bir ölçüde de olsa geri çekilme zorunda kalmış ya da bunu gereksinmişler, ama aynı nedenle, açmaz ve zaafları daha da artmıştır. “Bayrak provokasyonu” etrafında gelişen olaylar ve bu olaylar karşısında alınan tutumun gösterdiği, Türkiye gericiliğinin, son dönemlerin gelişmelerini, özellikle Kürt sorunu üzerinden provokatif bir biçimde kullanmaya çalıştığıdır. Buna, Kıbrıs, Ege sorunları, AB ile ilişkiler ve Ermeni sorunu kapsamındaki tartışmalar üzerinden estirilen aynı içerikli şovenizmi eklemek gerekiyor. Bütün bunlar, aslında sözü dahi edilemeyecek “tavizler politikası”nı “geri çekme”nin de gerekçeleri yapılmaktadır. Bayrak ve inanç sorunlarının istismarına, bunun için, bu kadar güçlüce sarılmışlardır. Yoksa onlar için, ne ulusal çıkar ve değerler ne de inanç ve vicdan özgürlüğü dahil insan hak ve özgürlükleri önem taşımaktadır. Aksine, sosyal ve politik hak gasplarını böylece daha ileriye götürebilecek, özelleştirme politikalarını sürdürecek, İncirlik başta olmak üzere üslerin Amerikan haydutluğu tarafından daha etkin biçimde kullanılmasını sağlayacak, tarım ve sanayi alanında uluslararası tekellerin isteklerini hükümet ve yönetim politikaları olarak uygulamaya geçirecek, bağımlılığı daha da güçlendireceklerdir.
Sermaye partileri ve kurumlarıyla hükümet çevrelerinin, provokatif ve istismarcı girişim ve politikalarının halka ve ülkenin bağımsızlığına karşı içerikte olduğunu gösteren ilk şey, ABD haydutluğu ve uluslararası sermaye ile aynı hat üzerinde bulunmalarıdır. IMF-Dünya Bankası politikalarının hükümet programlarında pratiğe geçmesi ve hükümet dışı sermaye partileriyle asker-sivil devlet yöneticilerinin de bu politikalara itirazlarının olmayışı, hepsinin ortak zeminde olduklarını gösteriyor. Tümü, gerçekte ulusal kaynakların ve değerlerin uluslararası sermayeye ve emperyalizme peşkeş çekilmesi suçunu işliyorlar. Özelleştirmeyi, ABD politikalarına uyumu ve yedeklenmeyi, üslerin Bush çetesi tarafından bölge halklarına karşı kullanılmasını savunuyor, Kürtlere karşı izlenen inkarcı, bölücü ve şoven politikanın sürdürülmesini istiyorlar. Bunların, emperyalist ve özellikle Amerikan emperyalist politikasının Türkiye ve bölgede uygulanma olanağı bulmasının “iç ve yerel dayanakları”nın ortadan kaldırılması gibi bir istekleri ve politikaları yoktur. Ne yurtseverdirler ne de anti emperyalist.
Milliyetçiliğin ya da onun aşırısının yurtseverlik olmadığına yukarıda işaret edildi. “Türk Milliyetçiliği”nin son altmış yıllık pratiği de bunu doğrular. Bu süreçte kanıtlanan, şoven karakterli ezen ulus milliyetçiliğinin egemen sınıf damgalı olduğu, emperyalizme bağlandığı ve bununla da ilişkili olarak, Kürtlere karşı inkarcı-asimilasyoncu bir çizgi izlediğidir. Yurtseverlik ise, her şeyden önce, anti emperyalizmi ve bağımsızlık savunusunu ifade eder. Bugün de üslerin kapatılması, emperyalistlerle ikili anlaşmaların ve uluslararası tekellere imtiyaz tanıyan iktisadi-mali ve sosyal anlaşma ve uygulamaların son bulması, Türkiye’nin bağımsızlığı için gerekli ve zorunludur. Türkiye topraklarının emperyalistler tarafından bölge ve dünya politikaları yönünde kullanılmasının engellenmesi, Kürt sorununda, ulusal tam hak eşitliği sağlanarak, soruna emperyalist müdahale ve istismarın önünün kapatılması, özelleştirme ve işletmelerin uluslararası ve işbirlikçi tekellere peşkeş çekilmesine son verilmesi gerekmektedir. Bağımlılık ve onun güçlenmesine hizmet eden anlaşmalar, çünkü işsizlik ve yoksulluğu artırmakta, sosyal hak gasplarını daha ağır biçimde getirmekte, dışarıya kaynak transferi yoluyla tarım ve sanayiye darbe vurmaktadır. Bu bakımdan da, sermaye ve hükümetinin politikalarına karşı mücadeleyi içermeyen bir politik çizgi ve tutum yurtseverlikle bağdaştırılamaz. Ve yurtseverlik, artık başlıca, işçi ve emekçilerin ellerine kalmıştır.

“Tek başına iktidar”dan gerileyen ve kuşatılmış AKP’ye; AKP için “balayı dönemi” bitti

12 Eylül generallerinin ve büyük sermayenin desteğini arkasında alan Turgut Özal’ın ANAP’ından sonra, benzer bir destekle tek başına iktidar olan AKP Hükümeti, bir süredir ciddi bir dağınıklık ve gerileme içinde. AKP ile ilgili olarak yayımlanan analiz ve yorum yazılarının bazılarında, bu, bir “çözülme” süreci olarak değerlendirilirken, kimilerinde de daha temkinli davranılarak, AKP’nin yıpranma ve güç yitirme dönemine girdiği biçiminde değerlendiriliyor.
Önümüzdeki sürecin, bu değerlendirmeleri yapanlardan hangilerini doğrulayacağı görülecek. Ama kesin olan bir şey var ki, AKP, büyük bir iç ve dış destekle iktidara geldiği dönemin AKP’si değil. Bu gerçek, AKP’ye kamuoyu araştırmaları yapan Pollmark şirketinin 4 Nisan 2005 tarihli “AKP hükümeti trend raporu” ile de ortaya konuldu. Pollmark’ın araştırmasına göre, AKP hükümetine destek, 3 Kasım 2002 seçimlerinden beri en düşük düzeye indi. Bu ankete göre, 2005’in Ocak ayında hükümeti başarılı bulanların oranı yüzde 58.5 iken, Mart ayında 23 puan gerileyerek, 35’e indi. Hükümetin ekonomik performansı ise, aynı ankete göre, 2005 Ocak ayında yüzde 62.1 iken, Mart ayında yüzde 44.7 oldu. Anket, AKP’ye destek oranını yüzde 33.7 olarak gösterirken, Erdoğan’ın siyasetçi olarak beğenilme düzeyinin ise, 2005 Ocak ayında yüzde 31.6 iken, Mart ayında yüzde 22 olduğunu ortaya koydu.
AKP’nin, sırtını dayadığı emperyalist güç merkezleri tarafından da, artık “şüphe” ile karşılanmaya başlandığını gösteren veriler var.

ERDOĞAN VE PARTİSİ İÇERİDEN VE DIŞARIDAN KUTAŞILMIŞ DURUMDA
Yeni-Muhafazakar kliğin sözcüleri, Washington’un hoşnutsuzlukların,ı Wall Street Journal (“Yeniden Avrupa’nın Hasta Adamı”) ve Middle East Quarterly dergisinde (“Yeşil Sermaye: Türkiye’de İslamcı Politika”) yayımlanan yazılarla dile getirdiler. Bu yazılarda, AKP “gizli ve sinsi İslamcılıkla” suçlandı. ABD ile birlikte AKP’nin sırtını dayadığı ve içeride de elini güçlendirecek bir koz olarak gördüğü AB ile ilişkiler bakımından da, “izlemeye alındığını” gösteren işaretler çeşitli vesilelerle yansıyor. AB ülkeleri, Kıbrıs sorunundan Kürt sorununa, Ermeni sorunundan uyum yasalarının uygulamaya geçmesine kadar bir dizi konuda, Erdoğan hükümetine daha temkinli yaklaşmaya başladılar. Bu, AKP’yi ve Erdoğan’ı yakından izleyen İslami çevreler tarafından da hissediliyor ve tartışılıyor.
Örneğin İslamcı yazar Ali Bulaç, gazeteci Neşe Düzel’in sorularına verdiği yanıtta, son dönemlerde yaşanan şovenist kışkırtmaları da bu bağlamda değerlendirerek, şöyle diyor: “AK Parti, Türkiye’yi AB sürecine intibak ettirecek bir fikri altyapıya sahip değil. Zaten toplumu da AB sürecine iyi hazırlayamadı. 2002 seçimlerinden sonra kendini bir anda IMF ve AB sürecinin içinde buldu. Bu yol haritalarını başarıyla uyguladıkça, hem toplumda problemler ortaya çıktı hem de bazı kesimler bu süreçte avantajlarını kaybetti, huzursuz oldu. Şimdi bu kesimler AK Parti’nin zaaflarından yararlanıp bir atraksiyon yapmaya, bir kaos ortamı yaratmaya çalışıyorlar. Bir ‘altın vuruş’ yapabilirler. Altın vuruş ise intihardır. Bundan toplum, hepimiz zarar görürüz.” (Radikal, 18.04.2005)
Bulaç, AKP’nin AB sürecinin gereklerini yerine getirecek bir hazırlığa sahip olmadığını belirtirken, elbette, bunu, Türkiye’nin demokratikleşmesinde AB’yi önemli bir zorlayıcı güç olarak görüp söylüyor. AKP’nin bu zaafından yararlanıp ona karşı “altın vuruş” yapmak isteyen güçleri de, yine şovenist kışkırtmalarla eş zamanlı olarak gündeme giren “derin devlet” tartışmalarında görebiliriz. Bulaç, gündeme dair tartışmalarda siyasi bir tarafın temsilcisi olarak konuşuyor ve “derin devlet” tartışmalarında eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de, Yavuz Donat’a yaptığı açıklamaların ardından, CNN-Türk’te söylediği (17.04.2005) “derin devlet askerdir” saptamasını paylaşan biri olarak kendi endişesini dile getiriyor.
Bulaç, AKP’nin geleneksel tabanının beklentilerini de bilen biri olarak, aynı röportajda, AB bağlamında AKP’yi zayıflatan bir başka yorumda daha bulunuyor: “Kürtlerin, Alevilerin hak ve özgürlüklerine karşı duyarlı olan AB, Sünni çoğunluğun başörtüsü, imam-hatip ve YÖK gibi hak ve özgürlük taleplerine duyarsız kaldı. AK Parti’yi destekleyen kesimler AB’den düş kırıklığına uğradı.”
Bulaç, bu tespitleri yaparken, aslında, kendisinin üç dileğini de, söylemeden, bu röportaja yediriyor: “Türkiye AB sürecinden kopmamalı; AKP kendisine karşı girişilen ‘derin kuşatma’ya karşı uyanık olmalı; AKP, AB’nin taleplerini yerine getirirken, kendi geleneksel tabanının taleplerini de bu özgürlükler parantezinin bir yerine yerleştirmeyi başarmalı.”
Ama hayat, ne Ali Bulaç’ın dediği gibi, ne de Erdoğan Başbakanlık koltuğuna oturduktan sonra “Ben onun eski danışmanıydım” diyerek ortalığa dökülüp iktidar kompartımanında kendisine de bir yer bulmaya çalışan Mehmet Metiner’in benzer dileklerine bakarak yönünü tayin ediyor.
Olup bitenlere bakıldığında, akılcı gibi görünen, ancak siyaseti etkileyen çok yönlü faktörlerle birlikte değerlendirildiğinde, birçok bakımdan da kurgusal bir nitelik taşıyan bu türden analizler, olsa olsa, konuyla ilgili olarak yapılacak ciddi bir değerlendirmenin tartışma nesnesini oluşturabilirler. Çünkü AKP’nin, hele 11 Eylül olaylarının AB kamuoyundaki etkisi ortadayken, İslami tabana ödün vermesi, hem AB’cilik yapması hem de geleneksel İslamcı tabanın gönlünü hoş etmesi, ancak kurgusal olarak mümkün olabilir. Ayrıca AKP, AB’nin Kürt sorunundaki beklentilerini karşılamaktan da uzak durmaktadır. Bu da, belki AKP’nin tabanında bir yer tutan “milli görüşçü” kesimi hoşnut edebilir, ancak AB’yi memnun etmez. Ve ne AKP’nin geleneksel tabanı, ne AB, ne de AKP’ye karşı bir “altın vuruş”u kollayan “derin güçler”, Ali Bulaç öyle istiyor diye, AKP’nin sepetindeki yumurtalara dönüşmez.

HÜKÜMETİN İÇİNDE BULUNDUĞU TABLO
AKP hükümetinin bugün içinde bulunduğu tablo şu unsurlarla tarif edilebilir:
–    En yoksul kesimlerin oyunu alarak iktidara gelen Tayyip Erdoğan ve partisi; daha güven oyu almadan hazırladığı “Acil Eylem Programı” ile en büyük sermaye çevrelerinin hükümeti olacağının işaretini vermişti. O günden bugüne de, giderek daha çok sermayenin ihtiyaçlarına duyarlılığını artıran, iç ve dış büyük sermaye çevrelerinin taleplerine özel önem veren bir hükümet oldu. Yoksulların içinden çıktığını iddia edip, işsizliğe ve yoksulluğa sor verme vaadiyle oy alan bir hükümet, geçen yıllar içinde, sadece sermayenin taleplerine kulağını açarken; işçiyle, memurla, köylüyle, emekliyle kavgalı hale geldi. Hükümetin yoksullara verdiği ise; Erdoğan’ın bir gün kalkıp; “yoksullara  şu kadar kömür dağıtın”, “İlk öğretim kitaplarını bu yıl parasız verin”, “Ramazanda belediye aşevlerine yardım edin”, “emekli maaşlarına benden şu kadar zam yapın” gibi, tamamen popülist, ianeci, ulufeci, vatandaşı dilenci konumuna iten bir “yardım tarzı” uygulamalarıyla sınırlıdır. AKP Hükümeti, bunu yaparken de, modern sosyal güvenlik kurumlarını yeren, onların problemlerini büyüten, vatandaşı bu kurumlardan uzaklaştıran ve nihayet özel sigortacılığı sosyal güvenliğin yerine geçiren politikaları hayata geçirme yönünde bir tutum almıştır.  Bu arada, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesinde bilinen adımlar atılmıştır. Dahası, gerçek ücretlerin sürekli düşmesi, kârlar artarken işsizliğin büyümesi, işçilerin, emekçilerin kazanılmış haklarının hak-hukuk tanımayan bir gözü karalıkla ortadan kaldırılması (İş Yasası, SSK Yasası değişiklikleri, Kamu Personel Yasa Tasarısı, Kamu Yönetimi Temel Yasası vb.), iki buçuk yıl boyunca, hükümetle emekçi yığınlar arasındaki ilişkileri geren kopuşturucu etkenler olarak rol oynamıştır. Yoksulların sıkıntılarına son vermek için iktidar olduğunu söyleyen bir hükümetin; icraatını, borsadaki başarıları, kârların ve rant gelirlerinin artması, ihracat rakamlarının yüksekliği, IMF’ye borç ödeme başarısı, yoksullara ve işsizlere yansımayan bir “ekonomik büyüme” gibi “makro iktisat” verileriyle savunma çelişkisi giderek büyümekte, ve bu çelişki de, geniş emekçi yığınlarla hükümet (dolayısıyla AKP) arasındaki gerilim ve uzaklığı artırmaktadır. Kısacası, Tayyip Erdoğan’ın iki buçuk yıllık hükümetinden, en zenginler, dış ve iç sermaye odakları, uluslararası finans çevreleri, vurguncular, hortumcular, havada vurup tavana yiyenler memnundur. Ama alın teriyle geçinenler, işçiler, memurlar, köylüler, bütün değerleri üretenler ise, bu hükümetin uygulamalarından paylarını düşük ücret, işsizlik, yoksulluğun artması, yaşama ve çalışma koşullarının kötüleşmesi olarak almıştır.
–    İç ve dış kronik sorunlar, kronik sorun olmaya devam etmektedir: AKP hükümetinin, iktidarının ilk aylarında, Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, Kuzey Irak sorunu gibi Türkiye’nin iç ve dış sorunlarında, bu sorunları kronik olmaktan çıkaracak adımlar atacağı izlenimi uyandırılmıştır. Ancak geçen sürede, AKP hükümeti, bu sorunları Kemalizmle hesaplaşmak, kendisine siyasi rant sağlamak üzere kullanıp bu alanlarda adım atıyor gibi görünürken, aslında bu sorunları çözme cesaret ve birikiminde bir hükümet  ve parti olmadığını da göstermiştir. Türkiye’nin demokratikleşmesinden dış politikasına, komşularıyla ilişkilerine kadar pek çok konuyla ilgili Kürt sorununda hükümet, “Kürt sorunu yok dersek yok olur” diyerek işi başa almış; Kopenhag Kriterleri ve “AB’ye uyum”la sınırlı bazı zorunlu yasal değişiklikler dışında, bu konuyla ilgili hiçbir adım atmayarak, önceki hükümetlerin inkarcı, asimilasyoncu çizgisinde ısrar etmiştir. Dahası pek çok konuda ANAP’ın, CHP’nin gerisine düşerek, bölgede az çok gelişen barış ortamını bozacak girişimlerden de geri durmamıştır. Bu konuda şimdi geldiği nokta ise, ABD’ye Kongra Gel’i dağıttırmak için dil dökmek, Kuzey Irak’ta bile bir Kürt devletini savaş nedeni saymak, Kürt demokrat hareketini içerden bölmek için planlar ve politikalar geliştirmektir. Kıbrıs konusunda da hükümetin tutumu farklı olmamış; sanki Kıbrıs’ı bir sorun olmaktan çıkaracağı havası yayılmasına karşın, adada yapılan referandumun arkasından, sorun, bir içi politika malzemesine ve “AB’ye girişe bilet”e  dönüştürülmüştür. Bunca çabadan, aradan geçen iki buçuk uzun yıldan sonra, bu iki önemli konuda hükümet, kendisinden önceki hükümetlerin “kırmızı çizgiler”le bezenmiş politikalarına geri dönmüştür. Bu da, AKP’den kronik sorunlara çözüm bekleyen çevreler için yeni bir hayal kırıklığı olmuştur.
Nitekim AKP, öncüllerinin deneyimiyle, özellikle askeri kanatla çatışmamaya dikkat ederek, genel olarak “statüye”, “statükoculuğa” karşı mücadele ediyor görünürken, arkasında mevziilenmiş olan TÜSİAD’ı, ABD ve AB’yi öne çıkararak, örneğin Genelkurmay’ın onlarla karşı karşıya getirilmesi taktiğini izlemiştir.
Kıbrıs konusunda, Denktaş-Demirel-Ecevit-Genelkurmay çizgisinin karşısına çıkarak; “Böyle politika olmaz, Kıbrıs’tan askeri çekip, toprak dayatmasından, bağımsız devlet dayatmasından vazgeçmeliyiz” demek yerine; tersine, bu tezin arkasından dolaşıp, sanki Türkiye’nin böyle bir politikası yok ve hükümet de bu konuda angaje değilmiş gibi; Genelkurmay ve öteki geleneksel Kıbrıs politikası savunucularını, Annan Planı üstünden BM ve AB ile karşı karşıya bırakmıştır. Hal böyle olunca, Denktaş ve öteki “sivil odaklar”, hem ağlayıp hem de Annan Planı’na boyun eğmek zorunda kalmışlardır.
Böylece hükümet, Kemalist odağa geri adım attırırken, hem elini yakmamış hem de Kemalistlere en iddialı oldukları konuda bir darbe vurmuştu.
Benzer bir hamle de, Kuzey Irak politikalarında yaşandı.
Kuzey Irak’ı kendi hinterlandı sayan Türkiye’nin, Kuzey Irak Kürtlerini zapturapt altına alıp, orada statükoyu korumayı başarırsa, Türkiye Kürtlerini de sıkı denetimde tutacağı hesabı üstünden oluşturduğu strateji karşısında, AKP hükümeti; Kuzey Irak’taki “kırımızı çizgileri”, ABD ile de işbirliği içinde kaldırmıştır. Burada da AKP, sanki kendisi hükümet değilmiş gibi, Genelkurmay’la Amerika’yı karşı karşıya bıraktı ve Amerikan baskısı karşısında, Genelkurmay, geri adım atarak, bölgedeki inisiyatifini geri çekerek, resmen değilse de fiilen, “kırmızı çizgiler” stratejisinden vazgeçti.
Ne var ki, geçtiğimiz yılın sonlarından başlayarak, gerek Kıbrıs’ta gerekse Kuzey Irak’ta, “kırımızı çizgiler” stratejisine geri dönüldü. Üstelik bu sefer hükümet, geçmiş iki yıl boyunca, bu stratejiyi bozmak üzere, bunun üstünden, bu stratejiyi oluşturanlarla hiç mücadele etmemiş gibi; “kırmızı çizgiler stratejisini” benimsediğine vurgu yaptı. Dolayısıyla hükümet, Genelkurmay ve sivil Kemalist odaklar karşısında, iki yıl içinde kazandığı mevzileri son altı ay içinde kaybederek, iktidar mücadelesinde önemli bir geri adım atmak zorunda kaldı.
Bir başka söyleyişle; en önemli muhaliflerini yenilgiye uğrattığını düşündüğü anda, AKP hükümeti, kendisini iki yıl önceki mevzilerinde buldu.
Dahası Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök tarafından 20 Nisan 2005 günü yapılan ayrıntılı açıklama, AB’den Kürt sorununa, Kıbrıs’tan Ermenistan’a, “irtica tehdidinden” Yunanistan’la ilişkilere kadar bir dizi konuda, AKP’nin çevresine bir “kırmızı çizgi” çeker nitelikteydi. TSK ile AKP’nin karşı karşıya geldiği noktalarda açıklamaların son döneme kadar Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tan gelmesi, Özkök’ün ise, “ılımlı komutan” tavrı ile uzlaştırıcı bir misyonda görülmesi, hükümetin, son tahlilde, TSK karşısında ezilmeden yoluna devam ettiği havasını yaratırken, Özkök’ün, adeta bir “ulusal sesleniş” özelliğindeki son açıklamaları, bu dengeye de bir fren koymuş oldu.
Askerliğin kısaltılması ve bedelli askerlik gibi konularda Milli Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaların Genelkurmay tarafından “tekzip” niteliğindeki karşı çıkışlarla yanıtlanması da, yine, TSK’nın AKP karşısında yitirdiği mevzileri geri alma politikasıyla bağlantılı bir mevzi savaşı olarak değerlendirilebilir. Genelkurmay, AKP’nin, bugüne kadar, kendisini AB ve ABD ile karşı karşıya bırakarak geriletmesi karşısında, şimdi onu, bu iki emperyalist merkez karşısında itibar erozyonuna uğradığı anda sıkıştırarak, adeta preslemiş oluyor.
Ayrıca Genelkurmay’ın AKP’yi sıkıştırdığı noktaların, Kıbrıs, Ermeni sorunu, Kürt sorunu gibi Türkiye’de onlarca yıldır üstünden politika yapılan ve “milli sorun” düzeyine yükseltilmiş konularda olması ise, hükümetin açmazlarını daha da derinleştirebilecek özellikler taşıyor. Özkök’ün açıklamalarında ABD ile ilgili kısımların “PKK için adım atmıyor” gibi bildik bir serzenişle sınırlı kalması, bunun yanında ABD ile “dostluğa” vurgu yapılması, AKP iktidarını “sinsi” bulmaya başlayan Washington’un bu “endişelerini” de arkasına almaya yönelik bir içerik taşıyor. Büyük Ortadoğu Projesi’nde ABD ile birlikte yürürken, AKP’siz yürüme gibi formüle de “yeşil ışık” anlamına gelen bu tutum, bir süredir ABD tarafından da “not edilen”, değerlendirilen ve tartışılan bir seçenek.

EMEKÇİLER AÇISINDAN DA OLANAKLARIN GELİŞTİĞİ BİR SÜREÇ
Kuşkusuz ki; Genelkurmay’ın ve sivil Kemalist çevrelerin AKP hükümeti ile mücadelesinde kayıp ve kazanımlarının, devrimci demokrat güç odakları bakımından doğrudan anlamı yoktur. Ama; bu güçlerin çarpışmasından, özellikle de AKP hükümetinin pervazsız uygulamaları bakımından zorlanacağı bir ortamın ortaya çıkması, sisteme karşı mücadele eden güçler açısından da olanaklar içeriyor. ABD, Genelkurmay, AB, TÜSİAD ya da bir başkası, bu süreci, kendi çıkarlarına uygun yeni bir hükümet arayışı açısından değerlendirebilirler ve AKP içindeki istifaları da, kendi seçeneklerini bulmaya başladıkları noktada daha da derinleştirmeye yönelebilirler.
İşçi ve emekçiler açısından ise, bu süreç, yeni bir arayışa kapı açmaktadır. En son SEKA ve TEKEL direnişlerinde, TÜPRAŞ, PETKİM ve TELEKOM gibi işletmelerin işçilerinde ve ailelerinde de açıkça görülmektedir ki; dün AKP’ye oy verenler, bugün artık gerçeğe eskisinden farklı yaklaşmakta, AKP’ye ya da başka düzene partilerine oy vermenin, kendileri bakımından, işsizlik ve yoksulluğun kader, eğitim ve sağlığın ise paralı olduğu bir düzene oy vermek olduğunu anlamaya başlamaktadırlar.
Bu, Türkiye için son derece önemlidir; çünkü bundan, emekçilerin örgütlü ve mücadele edebilecek durumda olan kesimlerinin, hak mücadelesi üstünden, sistemin başındaki hükümetle karşı karşıya geldiği ve geleceği, bu karşılaşmada, emekçilerin hükümetin sınıfsal konumununu sorgulamaya başladığı anlamı çıkmaktadır. Dolayısıyla bugün, ücret, iş güvencesi, daha iyi çalışma koşulları ya da özelleştirme nedeniyle hükümetle karşı karşıya gelen emekçi yığınların, sadece hak mücadelesi içindeki emekçiler değil, ama aynı zamanda muhalefetin dayanaklarını oluşturan/oluşturacak yeni güç merkezleri, kendi deneyimlerinden çıkardıkları sonuçlarla siyasi bir tutum almaya da yatkın hale geldikleri merkezler olduğu anlamı çıkar.
BES’in ve sağlık emekçilerinin eylemleri, AKP’nin sandığı gibi, hükümete karşı emekçilerin tepkisinin SEKA’nın belediyeye devrinden sonra da kesintiye uğramayacağını göstermiştir.
Bu gelişmeler, AKP iktidarının altındaki toprağın giderek kaydığının işaretidir ve hükümeti kuşatan güçlerden biri olarak işçi ve emekçilerin, yeni iktidar arayışına da damgalarını vurmaları, elbette onların politik güçlerinin, partisinin göstereceği yeteneğe bağlıdır.
Bitirmeden eklemeliyiz ki, “taban” kaygısıyla kendini dış destekçilerine beğendirememesine, rakipleriyle mücadelesine ve vaadlerine karşın işçi ve emekçilere ancak daha çok işsizlik ve yoksulluk vermesine bağlı olarak, AKP hükümetinin zayıflamakta oluşu ve düşüşe geçmesi süreci, kuşkusuz işçi ve emekçilerin mücadele olanaklarını çoğaltıcı etkide bulunacaktır. Ancak bu sürecin, aynı zamanda, hem güç kaybı ve gerilemeden kaynaklanarak ve üstelik süreci tersine çevirebilmek üzere işçi ve emekçilere yönelik AKP ve hükümetinin saldırılarının pervasızlaşarak artacağı bir süreç ve hem de onunla çatışarak mevzi kazanmaya yönelmiş “derinlikler”dekileri de kapsayan güçlerin, provokasyonları da içereceği bugünden görülmüş hamleleriyle, bu hamlelere dayanaklık edecek bir dizi gerici saldırı, yönlendirme ve dayatmalarla sömürülen ve ezilen kitlelerin güçlerinin dağıtılması, mücadelelerinin yönünün değiştirilmesi ve yedeklenmelerini zorlayan zor bir süreç olması beklenmelidir.

Konferans, sınıf partisi ve sınıflar mücadelesi

12-13 Mart tarihinde yapılan parti Merkezi Konferansı’nın “Sonuç Bildirgesi”nde; en başında, partinin amaç ve bugün kendisini mevzilendirmesi gereken pozisyon bakımından; “İşçi sınıfının; sınıfsız, sömürüsüz, barış içinde bir dünya kurma idealinin vazgeçilmez aracı olmak için kurulduğuna, partimizin en vazgeçilmez görevinin de bu mücadeleyi yönetmek (*) ve yönlendirmek; bu amaçla bugün uluslararası sermayenin ve her ülkedeki uzantılarının, halklara ve işçi sınıfına karşı yönelttiği saldırısını püskürtmek için uluslararası ve ulusal planda ekonomik, siyasi ve ideolojik, hayatın bütün alanlarında savaşacak bir parti olmanın bütün yükümlülüklerini yerine getirmek olduğuna” vurgu yapıldıktan sonra, şunlar söyleniyordu: ”Konferansımız, partimizin yeniden inşası ve örgütsel normlarının kavranmasının basit, teknik düzeyde önlemlere indirgenemeyeceğine; bu normların partimizin asgari ve azami programının ruhundan beslenmesi gerektiğine, örgütsel normlarıyla ideolojik siyasi mevzisinin kopmaz bir biçiminde birbiriyle bağlantılı olduğuna, bu iki etkenin birbirini bütünleyeceğine; bu yüzden de partimizin örgütsel sorunlarının aşılmasının sınıf mücadelesinde tuttuğu mevziye, sınıf mücadelesinde partimizin varoluş nedenine uygun bir mevzi tutmasının da örgütsel normlarının düzeyine bağlı olacağına özenle dikkat çekmiştir.”

SINIF PARTİSİNİN VARLIK NEDENİ
Bu vurgulardan da anlaşılacağı gibi, partimizin varlık nedeni; greve çıkan işçiye destek olmak, özelleştirmeye karşı mücadele eden emekçinin yanında bulunmak, zamları protesto etmek, insan hakları ihlallerine karşı çıkmak, emperyalizmi, savaşı lanetlemekle sınırlı değildir. Elbette ki, sınıf partisi, bütün bu ve başka pek çok günlük görevi de yapacaktır. Ama, bunları yapmakla sınıf partisinin asli işini yerine getirmiş olmayacağı da pek açıktır. Çünkü sınıf partisinin varlık nedeni; işçi sınıfı ile burjuvazi, halklarla emperyalizm ve işbirlikçileri arasındaki mücadelenin örgütlenip yönetilmesi; bu mücadelenin sermaye güçlerinin iktidarını yıkarak, baskısız ve sömürüsüz bir dünyanın, sosyalizmin kurulması; insanlığı komünizme götüren yolunun açılmasıdır.
Elbette ki, bu, “uzak” hedeftir ve yukarıda sözü edilen mücadelenin güncel görevleri yerine getirilmediğinde, bir “sosyalistler kulübü”, “komünizm sevenler birliği” olmanın ötesine geçilemez. Bu yüzden, yukarıda sözü edilen saptamanın anlamı odur ki; eğer sınıf partisi, bu stratejik hedeflerini gözden kaçırır, günlük görevlerini bu stratejik hedeflerine bağlamazsa; Konferans’ın dikkat merkezine koyduğu güncel mücadele içindeki zaafları ve örgütsel sorunlarına dair saptamaların konusu olan zayıflıkların çok önemli bir bölümünün aşılması olanaklı olamaz.

–    Çünkü bu zaafların en önemlilerinin kaynağında, bu güncel görevler ile partinin amacı arasındaki ilişkinin yeterince kurulamaması olduğu anlaşılmaktadır.
–    Çünkü bu güncel görevlerin “kendi başına” görevler gibi algılanması, ortaya çıkan olguların sunduğu imkanların değerlendirilmemesine yol açmaktadır. Örneğin, işçilerin partiye “başı sıkıştığı zaman başvurması”ndan, bunu, işçinin kurtuluş yolu arayışı olarak görüp, bundan sınıfı örgütlenmesinin bir olanağı olarak yararlanmak yerine, “işçinin partiyi ‘Kızılay’ ya da ‘sendika’ olarak görmesi” sonucu çıkarılabilmektedir.
–    Çünkü güncel çelişkiler, böylesine “kendi başına”ymış gibi ele alınınca, “partiyi Kızılay gören işçiye” küsülüp sırt dönülmekte (darlık ve sekterizme yönelme) ya da tersine, işçiye yardım, kendi başına “görev” olarak kabul edilip, her şey bu “yardım”la başlayıp bitmekte; soruna böyle yaklaşanın partili mücadeleyle ilişkisinde olduğu gibi, işçilerle kurduğu ilişkide de liberalizm, “gevşeklik” egemen bir ilişki biçimi olarak kendisini ortaya koymaktadır. Konferans’taki tartışmalarda her iki eğilim de açık bir biçimde ortaya çıkmıştır.
Bugün partimiz; işçilerin, emekçilerin en acil talepleri üstünden yürütülen mücadeleye katılıp; bu mücadelenin ilerlemesi için olanaklarını seferber ederken; bu mücadele içinde, yığınların yaşadıkları dünya, patronlarla kendi aralarındaki ilişkinin niteliği, kapitalizmin nasıl sömürücü ve baskıcı bir düzen olduğu konusunda bir fikre varmalarını, aynı zamanda, birer birer işçilerin, sınıfın çeşitli bölümlerinin ve nihayet işçi sınıfının, kendilerinin öteki sınıflarla ilişkilerini (kim dost, kim düşman, kiminle nereye kadar gidebilirim,…) anlamalarını ve elbette ki, işçilerin bir sınıf olarak burjuvazi karşısında birleşmelerini sağlamak üzere müdahale eder. Bu, işçilerin siyasal bakımdan bilinçlerini geliştirmeye ve (kuşkusuz sosyalist) sınıf bilinciyle donanmalarını ve partileşmelerini sağlamaya yönelik müdahaledir. Çünkü; işçiler, kendiliğinden, kapitalistlerin kendilerini sömürdüğünü, kapitalizmin sömürücü bir sistem olduğunu, patronlar karşısında birlik olmalarının önemini,… anlarlar ama; işçi sınıfının kapitalizmi yıkacak tarihsel misyonunu ve bu misyonun kendilerine yüklediği kapitalizmi ortadan kaldırma ve sosyalizmi kurma, bunu için nasıl bir yol izlemesi gerektiğini kendiliklerinden öğrenemezler. Bu bilgi, iktisadi alanın, kendiliğindenlik alanının dışından elde edilebilir. Onun için sınıf partisine ihtiyaç duyarlar. Partimiz de bunun için; işçi sınıfının nasıl bir dünyada yaşadığını, bu dünyayı nasıl dönüştürerek kendi dünyası haline getireceğini öğrenmesi sağlamak için kurulmuştur.
Sınıf partisinin, işçi sınıfı başta olmak üzere, emekçi yığınlar, halk arasında sistemli ve kesintisiz bir propaganda ve ajitasyon faaliyetini kendisinin “asli görevi” ilan etmesinin nedeni de budur.
Partimiz için, işçi sınıfının, emekçilerin güncel mücadelesinin önemi de onun bu tarihsel göreviyle doğrudan ilgilidir. Çünkü milyonlarca işçiye, emekçiye sosyalizm ve onun nasıl kazanılacağını öğreten okullar yoktur. Onların okulları bizzat yaşadıkları koşullardır ve işçiler, yaşadıkları dünyanın çelişkilerini ve toplumsal sınıfların aralarındaki ilişkileri, bu koşulların değiştirilmesi mücadelesi içinde öğrenirler.
Parti, işte bu gündelik mücadele içinde gerçekleri teşhir eden sistemli bir propaganda ve ajitasyon faaliyeti ile sömürülen yığınların gerçekleri görmesini, içinde yaşadıkları dünyanın niteliğini; işçi sınıfının diğer emekçi sınıflarla ve burjuvaziyle (ve devletle) ilişkileri ve karşılıklı pozisyonunu ve nihayet sömürüsüz bir toplum kurmadan, gerçek bir kurtuluşlarının olmayacağını anlamalarını sağlamanın aracıdır. İşte bu sonuca varmak, yığınlarla bağlantı kurmak, mücadelenin ileri unsurlarını partinin çizgisine ve nihayet partiye kazanmak ve yığınların mücadele içinde gerçekleri öğrenmeleri için parti; sınıfın günlük talepler için mücadelesini önemser.
Başka bir söyleyişle, partimizin, bugün ayakları; henüz daha tek amacı sendikalaşarak patronların keyfi baskılarından kurtulmak ve asgari ücreti aşan bir ücret alma hesabı içindeki işçilerin, özelleştirmeyi önleyerek işini koruma kaygısına düşmüş işçi ve kamu emekçisi yığınların, eğitim ve sağlığın parasız olması için çabalayan çeşitli emekçi kesimler ya da tek istekleri açlıktan kurtulacakları bir sosyal yardım olan yoksul yığınların ve mücadelelerinin içindedir ve onlarla birlikte; yerine göre patrona, yerine göre yerel yöneticilere, yerine göre IMF’ye, hükümete karşı yürütülen mücadeleleri çok önemsemektedir. Ama burada, parti, mücadele içinde, sadece sendikalaşmanın, özelleştirmeye karşı mücadelenin, yoksulluğa karşı mücadele taleplerinin önemini anlatarak, bu taleplerin elde edilmesi için kısmi önlemleri saymakla sınırlı kalırsa; herhangi bir “sivil toplum örgütü” çizgisini, reformcu bir partinin çalışmasını aşmış sayılamaz. Tam tersine partimiz; tüm “küçük”, ama herkesin gördüğü gerçeklerden hareketle, bu görünen gerçeğin arkasındaki asıl gerçeği açıklamak, bugünkü yaşamın sıkıntılarının aşılmasıyla kurtuluşuna giden yol arasındaki bağlantıyı kuran ve kapitalizmin nasıl bir sitem olduğunu açıklayan “sistemli, kesintisiz bir ajitasyon örgütlemek” yükümlülüğündedir.
Ve elbette ki, burada kalınırsa, hâlâ işçilerin, ülkeyi yönetme, yeni bir toplum kurmanın sanatı demek olan “siyasi bilince” ulaşması sorunu çözülmüş olmaz. Bu yüzden, sınıf partisi, işçiler ve diğer emekçi yığınlar içindeki çalışmasında; Kürt sorununun halkçı ve demokratik çözümünün önemi ve nasıl olması gerektiğini, ‘Ilımlı İslam’la ‘Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin ABD’nin egemenlik stratejisine bağlanmak olduğu gerçeğini, “bayrak provokasyonu”nu; “derin devlet”i de kapsayarak devleti ve niteliğini, MGK’nın rolünü, Kıbırıs sorununu, AB’ye girmenin kimin stratejisine bağlanma olduğunu, bütün bu mücadelelerde sınıfın, emekçilerin nasıl bir cephe tutması gerektiğini, işçi sınıfına burada hangi rolün düştüğüne kadar, ülkenin her sorununu tartışmak, bu sorunların çözümünde sermaye güçlerinden “bağımsız” ve çoğu zaman da onlara karşı bir taraf olarak davranmak…, her konuda sınıfın bağımsız tavır alabilmesi için bir mücadele yürütmek durmundadır. Ve bu, partinin sınıf içindeki çalışmasının en vazgeçilmez üç çalışma alanından birisidir: Politik mücadele alanı. Üstelik öteki iki temel alan olan “ideolojik ve ekonomik mücadele” alanına dair çalışmalar da; sonuçta, sınıfın siyasi görevlerini, siyasal sorun, mücadeleler ve görevlerin odağında bulunan siyasi iktidarı ele geçirme görevini yerine getirmeye hizmet eden bir çalışma olarak belirlendiği ve yürütüldüğü ölçüde anlam ve önem kazanır.
Kısacası, partimizin ayakları hep; sistemin şu ya da bu vesileyle ortaya çıkmış çelişmeleri üzerinden acil ve güncel talepleri için mücadeleye giren; kendi basit talepleri için sistemin çeşitli güç odaklarıyla (patron, hükümet, IMF, asker ve sivil bürokrasi, emniyet vb.) karşı karşıya gelen işçilerin, emekçilerin arasında olacak, ama kafası (aklı), bu günlük mücadele ile insanlığın kurtuluşu arasıdaki ilişkiyi kuran, bu ilişkinin bilgisini yığınlara taşıyan; görevlerini, tarihsel misyonunu, tüm somutluğuyla, kapitalizmin bugüne dair gerçeklerinden çıkan talepler etrafındaki mücadele içinde ve onun genişleyerek gelişmesinin hizmetinde belirleyen, yığınların –başka hiçbir yerde değil, ama burada olanaklı olabilecek– (politik) gerçekleri görmesini sağlayan, bu mücadele ile sınıfın uzak hedefleri arasında bağlantı kuran taktikleri geliştiren bir bilinçle hareket edecektir.

PARTİNİN ROLÜNÜ ANLAMANIN ÖNEMİ
Konferans tartışmaları açıkça göstermiştir ki; partinin günlük görevlerini yerine getirmesinden örgütsel biçimlenişine (parti içi disiplinden, yayınların kullanılmasına, ajitasyonun kavramasından porofesyonellikle ilgili sorunlara…) kadar her sorunu, partinin pratik sınıf mücadelesinde tuttuğu pozisyon ile tarihsel ve toplumsal misyonu arasındaki ilişkinin anlaşılma (ya da anlaşılmama da diyebiliriz) düzeyi ile yakından ilgilidir.
Sorunlar buradan kaynaklandığına göre, sorunların çözümü de buradadır. Yani partimizin, bugün sınıflar mücadelesinde tuttuğu pozisyonun –işçi sınıfı ve emek mücadelesinin çıkardığı olanaklar doğru değerlendirilerek– gereği yapıldığında, neredeyse 10 yıldır çarpıştığımız soruların önemli bir bölümünü geride bırakacak bir sıçrama sağlayabileceği apaçıktır.
Kısacası, bugün işçi ve emekçi sınıflar ve mücadelesinin sermaye güçlerinin saldırısı karşısında hayli mevzi kaybettiği; parçalanmış ve ancak lokal düzeyde mücadeleler sürdürdüğü; sınıf örgütlerinin içerden ve dışardan kuşatılmış olduğu son derece ağır koşularda ve ancak kazanılmış bazı taleplerini savunmak ya da ağır çalışma koşullarında “küçük” iyileştirmeler sağlamak için mücadele edebildiği bilinmektedir. Ama, öte yandan da, her mevzide bir mücadele verilmeye çalışıldığı, işçi ve emekçi yığınların birleşmek ve sermaye güçlerinin saldırılarına karşı durmak için küçümsenmemesi gereken bir direnç ve ısrarla arayış içinde olduğu ve bu gelişmelerin nasıl bir tablo oluşturduğu da, gerek günlük parti basınından, gerekse partinin değişik yayınları ve değerlendirmelerinden bilinmektedir.
Bu tablo içinde, partimizin pozisyonun doğru değerlendirmesinin hayati önemde olduğu apaçıktır.
Şöyle ki;
Bu tablo içinde, partimizin; olduğu kadarıyla, ayakları, bu güncel, üretim ve hizmet birimlerinde, kısmen de alanlarda süren mücadelededir.
Dolayısıyla; işçilerin, emekçilerin “en önemsiz görünen” talepleri için bile hareketlenmelerini teşvik eden bu mücadeleye önem veren; çalışması içinde emekçilerin mücadele azmini, morallerini yükselten bir ajitasyon çizgisi izleyen; onlarla yatıp kalkan, elindeki her imkanı mücadele içindeki yığınlarla paylaşan; mücadelenin önünde yer alan, önder nitelikleri taşıyan işçileri, emekçileri partiye kazanmayı amaçlayan; onları partili olmaya özendiren bir partililik tutumu sergileyen, yığınların siyasal bakımdan bilinçlenmeleri için ortaya çıkan bu “küçük” hareketlilikleri değerlendiren; kısacası, “iğneyle kuyu kazan”, son derece planlı, sabırlı, yaratıcı, inisiyatifli bir çalışma, partimizin ayaklarını bastığı hareket içindeki temel tutumu olmak zorundadır.
Partimiz, böylesine güncel, böylesine “basit” taleplere önem veren (birçoklarına göre, bu, aşırı önem verme olarak görünebilir ve ne yazık ki, Konferansımızda bazı arkadaşlar da bu görüşleri savunmuştur) bir çalışma içindeyken, aklı işçi sınıfının iktidarında; “sosyalizmi kurma”dadır. Ve partimiz, bu güncel mücadele içindeki kendi görevlerini ve sorumluluklarını; bu iki nokta arasındaki, “boş” olan ve “henüz yazılmamış tarihin” yazılmasındaki yükümlülüğünü hiçbir biçimde gözden kaçırmadan belirlemek zorundadır. Bu yüzden de, bugün attığı her adımı, “bu tarihin yazılmasına ne kattığı” sorusuyla değerlendirmek, bu soruya verilen her olumlu yanıtı doğrular, her olumsuz yanıtı da yanlışlar hanesine yazan bir çalışma düzeyini tutturmak zorundadır.
Kısacası, sadece parti örgütlerimiz değil, birer birer partililerimiz de; emek mücadelesinin, sınıflar mücadelesinin şimdiki düzeyi ve bu düzeyin bizden istediği çalışma ile amaçlarımız arasındaki ilişkiyi doğru bir biçimde kurmak; bildiri yazarken, gazete dağıtırken, işçilerle sendikal bir konuda toplantı yaparken, bir mitingi hazırlarken bile, bu “iki durum” arasındaki ilişkiyi gözetmek, bugünkü görevlerini sınıfın iktidarı amacına hizmet edecek bir biçimde yerine getirmek durumundadır.
Bugün en küçük adımımızın bile partinin (elbette işçi sınıfının da) nihai amacıyla (azami programıyla) bağlantılı olduğu gerçeğini bilince çıkaran bir parti örgütü ya da partili; en karmaşık durumlarda bile kendi yolunu (bulunduğu somut koşullarda kendi görevlerini) bulabilir.

PARTİNİN KARŞILAŞTIĞI SORUNLAR AŞILAMAZ MIDIR?
Peki bu çok zor bir görev midir? Elbette ki, hayır! Bugün partimiz, kendi bulunduğu mevziyi, sınıflar mücadelesi içinde tuttuğu yeri doğru anlar, kendi üstüne düşeni doğru belirler ve elindeki olanakları doğru seferber ederse, üstüne düşenleri layıkıyla yerine getirebilir. Çünkü; “Tarih insanlığın önüne çözemeyeceği problemler çıkarmaz.” (Marks)
Ancak, bugün sahip olduğumuz olanaklar, sadece, Marks’ın tarih çözümlemesinden çıkardığı bu sonuç kadar “soyut” değildir.
Partimizin işçi ve emekçi sınıflar arasında itibarı yüksektir; bizim, küçük bir bölümünü bile gereği gibi değerlendiremediğimiz kadar yüksektir. Bir çok bölgede, sanayi havzasında başı sıkışan işçilerin; az çok mücaedeleye atılan emekçi kesimlerin “Bir çare!” diye baş vurduğu –şu anda– tek adres partimiz olmaktadır. Bunun da ötesinde, işçilerin ileri kesimlerinde, değişik siyasi ve sendikal mihrakların baskısıyla bölünme olsa da, mücadelenin temposu yükseldiğinde, bu çevreler de, partimizin ve yayınlarımızın ne dediğini dikkate almakta, bizimle diyaloğa girmekte duraksamamaktadır. Dahası, “sol” kesimler dışında olan çeşitli sağcı, milliyetçi, dini ağırlıklı kültürün etkisi altındaki kesimlerce de, partimiz, diğer sol siyasi mihraklardan farklı görülmektir. Partimizden haberdar, şurada burada sınıf mücadelesi içinde tutumlarına tanık olmuş küçümsenemeyecek genişlikteki bu kesimlerde de; “EMEP’in bir sınıf kaygısı güttüğü; sağcı-solcu ayırmadan tüm işçileri, emekçileri birleştirmeyi amaçladığı” fikri egemendir. Türkiye gibi, geçmişinde sol, emekten yana nitelemelerle anılan siyasi partilerin, geniş yığınlarla bağlantı kurmada çok büyük engellerle karşılaştığı bir ülkede, bu koşullar, partimizin, kendisini programındaki amaçlarına göre mevzilendirip, harekete ciddi müdahaleler yapabileceği bir pozisyon edinmesini son derece kolaylaştırmaktadır. Başka bir söyleyişle, sınıfa yönelik olarak, partimizin kuruluşundan beri süren ve ilk bakışta çok da somut sonuçları görünmeyen faaliyetlerimizin birikiminin yarattığı bu itibar, tek başına, partimizin sınıflar mücadelesine müdahale etmede önündeki sorunları ortadan kaldırmaya yetmez. Ama, şu da bir gerçek ki, partimizin kazandığı bu pozisyon; önümüzdeki sorunların ortadan kaldırılması için son derece belirleyici önemde imkanlar da sunar.
Gerçek durum böyleyken; parti örgütlerimizin pek çoğu açısından, pek çok yerde; üstelik de, mücadelenin imkanlarının hemen ayaklarının ucunda, onların müdahalesini beklediği bölgelerde bile; mücadele yükselip sokaklara taştığında onlarla birlikte coşan, ama mücadele günlük seyrine döndüğünde çalışmalarının rutinleştiği, çalışmamaya dönüştüğü –parti ve tarihsel misyonuyla günlük mücadele ilişkisini ve partinin günlük mücadeleye müdahalesini doğru ele alamamaktan gelen– bir zaafiyet görülmekte, durgunluk, gevşeklik, parti binasının kirasını bile ödemede sıkıntıya düşülen bir acizlik ve derbederlik haline dönüş ortaya çıkmaktadır.
Konferansımız, sorunun bu yanı itibarıyla; partimizin sınıf içindeki mevzilerini, ajitasyon ve propaganda faaliyetini, parti örgütümüzün yaratıcılık, inisiyatif, sınıf davasına adanmışlık, çalışmanın etkinliğinin artırılması bakımından yukarıda ifade edilen görevleri yerine getirecek düzeye ulaştırılmasını tartışmış; bu görevlerin düzeyinin yükseltilmesi ve bugün sınıflar mücadelesinin sorunlarının aşılmasına yol açacak düzeyde bir müdahaleyi gerçekleştirmek için kararlar alıp “Sonuç Bildirgesi”nde parti kamuoyuna ilan ettiği gibi; işçi sınıfı ve tüm emekçilere de bu kararları, Emeğe Sesleniş” aracılığı ile duyurmuştur.

MÜCADELEYE İKİ FARKLI YAKLAŞIM
Konferansımıza katılan delegelerin dikkat çektiği konuların başında; parti örgütlerimizin refleksinin; “sınıflar mücadelesini yönetme”, onun sorunlarını çözülecek sorunlar olarak önüne koyma yerine “parti örgütünü yönetme”, “parti örgütünün çıkardığı sorunlarla uğraşma” biçiminde olduğuna dair şikayetler gelmiştir. Hal böyle olunca da, konferanslar ya da partinin değişik düzeydeki toplantıları, “sorunların büyüklüğü” karşısında bir yakınmaya, bir “dehşete düşme”ye, görevlerin yerine getirilememesinin sorumlularının yanlış yerlerde aranmasına dönüşmektedir. Ama tartışma, genellikle; partinin mevcut üyeleri, mali imkanlar ve ilişkilerin sınırlılığı kriter edinilerek, bu çerçevede bir tartışma olarak cereyan etmektedir. Yani parti örgütlerimiz; kendi örgütünü harekete geçirip-geçirememeyi bir sorun olarak benimsemekte; ama harekete müdahale düzeyini pek bir sorun olarak görmemektedir.
Oysa; işçi sınıfı ve emekçi sınıfların mücadelesinin sınıf partisinden nasıl bir müdahale beklediği, nasıl bir müdahalenin hareketin ilerlemesi için doğru bir müdahale olacağı, ama daha alt düzeyde müdahalelerin bir işe yaramayacağı, parti gündeminde, konunun gerektirdiği önemde yer almamaktadır. Oysa, partinin sınıflar mücadelesine nasıl ve hangi düzeyde müdahale etmesi gerektiği en önemli sorun olduğu gibi, bu sorun çözülemezse; partinin örgütlenmesi ve sınıflar mücadelesindeki pozisyonunun yarattığı imkanlardan yararlanması da olanak dahilinde olamaz.
Söylenenleri bir örnekle açacak olursak; eğer parti, her hangi bir gelişme karşısında tutumunu ve görevlerini; işe, “Elimde şu kadar üye var. Şu kadar kişiyi harekete geçirebilirim, öyleyse şöyle bir müdahale yapmalıyım” diye başlayarak, görevlerini buradan çıkarırsa; bütün üyelerini bile harekete geçirse, üstüne düşeni yerine getirmiş olmaz. Dahası, hareketin kendisine sunduğu imkanları gerçeğe dönüştürme imkanını da daha başatan yitirir.
Ama tersten (doğrusundan demek daha doğru) hareket ederse, yani; “harekete nasıl müdahale edersek, hareketi istediğimiz yöne doğru çevirebiliriz” sorusuna yanıt vermekle başlar; buradan, hareketin sunduğu imkanları da kendi imkanı olarak değerlendiren bir müdahale planı geliştirirse, görülecektir ki; “hayat partinin karşısına üstesinden gelemeyeceği hiçbir sorun çıkarmayacak”tır. Çünkü; hareketin kendisinden beklediği müdahaleyi yapmak isteyen parti örgütü ve üyeleri, bu müdahalenin gereği olan maddi ve manevi imkanları değerlendirmek için kafa yoracak, ter akıtacak, gerekli güçleri birleştirecek ittifakları, imkanları bir araya getirerek; mücaedelenin kendisinden istediği müdahaleyi gereçekleştirerek yürüyecektir. Bu, birinci yaklaşımdan tamamen farklı bir tutumdur. Bu yüzden, birinci tutum, genel olarak “parti örgütünü yönetme” tutumuyken; ikinci tutum, sınıf mücadelesine müdahale etme ve sınıfın güçlerini birleştirerek sorunları aşma tutumu olarak şekillenir. 
Bu, aynı zamanda, partinin, disiplin sorunundan, onun öteki yüzü olan demokratik merkeziyetçiliğe, sistemli bir ajitasyon yürütememekten olaylara müdahalede yetersizliğe, yayınların kullanılmasından, dağıtımına tüm sorunlarını aşmanın da doğru yöntemidir.
Bütün bunların da ötesinde; gerçek bir sınıf partisinin “kendisine ait sorunları” yoktur. Onun sorunları, sınıflar mücadelesine müdahale etmede karşılaştığı sorunlardır ve bu sorunların aşılması da, ancak, sınıflar mücadelesine doğru bir müdahaleyi başardığı ölçüde gerçekleşebilir. Konferans’ta görünen, partinin sorunlarına, yukarıda ifade edilen iki farklı yaklaşım açısından, parti örgütlerimizin egemen eğilimi; sorunları “partinin iç sorunu” olarak ele alıp, çözümü de partinin içinde yapılacak “görev değişimi”, “bilgilendirme”, “eğitimi artırma” gibi “önlemler”le çözme eğilimidir. Konferans, aslında bu konuda hem bu eğilimi yansıtmış, hem de bunun aşılmasının yolunu göstermiştir. Bu yüzden de, birinci tutum, parti örgütlerinde yerini hızla ikinci tutuma bıraktığı ölçüde, partimiz, bizleri uzunca bir zamandan beri uğraştıran pek çok sorunu geride bırakacaktır.
Konferansımızdaki tartışmalar, bu sorunun nasıl aşılacağına dair bir irade birliğini, söz düzeyinde önemli ölçüde sağlamıştır. Bu, elbette çok önemli bir şeydir. Ama; sadece söz düzeyinde bir irade birliğinin yetmeyeceği, hatta eğer pratikte buna uygun bir yönelişe girilmez, yanlış eğilimlere karşı mücadele pratik mücadele olarak ilerletilmezse; Konferans’ta sağlanan irade birliğinin hiçbir anlamının olmayacağını, işçi sınıfının mücadele tarihi kadar, partimizin 10 yılık deneyimleri de göstermektedir.
Partimizin Konferans kararlarını hayata geçirmek üzere harekete geçmek; parti kamuouyuna iletilen sonuç bildirgesinin çağrısını, her parti örgütü ve partili, bir direktif olarak algılamak; buna uygun davranmayanları uyarmak, direnen eğilimlerle de mücadele etmek yükümlülüğündeyiz. Bu, yukarıda sözü edilen iki eğilimden olumlu eğilim tarafına geçmenin de ilk adımıdır.

(*) “Sınıflar mücadelesini yönetme”; eğer; bir devlet dairesini yönetme, bir askeri birliğe komuta etme gibi, hazır bir organize gücün başına geçmek olarak anlaşılırsa; bu, partinin mücadeleye müdahalesini ve onu yönlendirmesini hiç anlamamak olur. Çünkü, tam tersine, partinin mücadeleyi yönetmesinden söz etmekten kasıt; mücadele edecek emek güçlerini sermaye güçlerine karşı bir mevzide örgütleme mücadelesidir. Bu ise, sınıf içinde, o günün mücadelesinin ihtiyaçlarına uygun bir çalışmanın örgütlenmesi demektir. Ve bu güçler örgütlendiği ölçüde, parti bu güçleri örgütleyip geliştirdiği ölçüde, mücadeleye müdahale etmiş, sınıf güçlerini yönlendirme pozisyonunu güçlendirmiş olur. Bu ise, ancak gündelik mücadele içindeki çalışmanın en küçük imkanlarını heba etmeyen, onu ilerleten bir çalışma içinde başarılabilir. Kendiliğinden mücadeleyi önemsiz gören anlayışların temelinde de; bu, partinin, günü geldiğinde hazır bir gücün başına geçeceği varsayımı vardır. Bu yüzden de, bu bürokratik “sınıflar mücadelesini yönetme” anlayışı (pratikteki yansıması gündelik mücadelenin önemini görmezden gelme tavrıdır), masabaşı devrimcilerinin, “toplum mühendisliği”ni kendilerine görev edinmişlerin tipik tutumudur. Zaten sınıflar mücadelesinin tarihindeki olumlu deneyler içinde de bu tutumun tek bir başarısı görülmemiştir.

Ortaöğrenim gençlik mücadelesi ve olanakları

Geçtiğimiz ay bir çok ilde yapılan liseli gençlik kurultayları ve şenlikleri (İzmir, Adana, Ankara, İstanbul, Eskişehir…), liseli gençliğin, sorunları karşısındaki mücadele azmini ve heyecanını göstermesi bakımından önemli ipuçları sundu. Binlerce lise öğrencisi, eğitimin özelleştirilmesinden gericileştirme çabalarına kadar, geçmişte kazanılan haklara yönelik saldırıları ve bu saldırılara karşı mücadelenin olanaklarını tartıştı. Bu yazının amacı da, yürütülen tartışmaların sonuçlarından hareketle, ortaöğrenim gençliğini kendi somut talepleri ekseninde mücadeleye kazanmanın ve bu mücadeleyi anti-emperyalist mücadeleye ve giderek sosyalizme bağlamanın önemi ve olanaklarını irdelemek.

SERMAYENİN SALDIRILARI VE LİSELERDE DURUM
Ortaöğrenimin piyasaya açılması, gericileştirilmesi ve ortaöğrenim gençliğinin haklarına yönelik saldırıları göremez ve püskürtemez hale getirilmesi, sermayenin, bu alanda, çıkarları açısından ulaşmaya çalıştığı en önemli amaçları. Sermaye, burjuvazi, bu amaçları bugün AKP iktidarı eliyle her fırsatta tekrarlıyor.
‘Kamuda reform’ sloganlarıyla geçirilen bir dizi yasa ile öğretmenlerin artık sözleşmeli personel statüsünde çalıştırılması ve bu alanda sendikasızlaştırma, burjuvaziye yeni rant alanları sağlama amacını güdüyordu. Hükümetin başı tarafından ikide bir örnek gösterilen İngiltere eğitim sistemi, piyasa güçlerine terk edildiği için çökmekteyken, hükümet, paralı eğitimi meşrulaştırmak için, eğitimin kalitesizliğini öne sürüyor. 10.000 yoksul öğrencinin devlet eliyle özel okullarda okutulması projesi, bir yanıyla, kontenjanlarını dolduramayan özel okul patronlarına hizmet etmeyi amaçlıyorsa, bir yanıyla da, eğitimin piyasalaştırılmasını meşru kılmayı amaçlıyordu. Öte yandan, özelleştirmeler, okul binalarının satışa çıkarılmasına kadar vardırıldı. Öğrencilerden katkı payı, kayıt, spor, temizlik vb… parası adı altında para toplamak, eğitimin, temel bir hak olmaktan çıkartılıp, parayla alınıp satılan bir meta haline getirilmesinin adımlarıydı. Atama bekleyen binlerce öğretmen varken, öğretmen açığı yaşanması, bütçeden eğitime ayrılan payın her yıl düşürülmesi vb.., eğitimin piyasa güçlerine bırakılmasına zemin hazırlama amacı güdüyor. Son ÖSS’de 32.000 öğrencinin “sıfır” puan alması üzerinden koparılan fırtına ile, eğitimin kalitesizliğinin sorumluları, başarısız öğretmen ve öğrenciler olarak gösterildi. Kaliteyi yükseltmek için ise, liselere girişte bir seçme sınavı konması ve yalnızca ‘iyi’ öğrencilerin liselere alınması fikri ortaya atıldı. Böylece dershane, özel ders, kolej vb.. gibi paralı eğitim kurumları, ilköğretimden başlayarak, meşru ve zorunlu hale getirilmeye, liselere yalnızca zengin ailelerin çocukları alınmaya çalışılıyor. Öte yandan, meslek liselerinde yaşanan staj sömürüsü ise, bu piyasalaştırmanın bir diğer yüzü. Tüm bunları, üniversitelerin, liselerin ve ilköğretim okullarının özelleştirilmesi hedefine ulaşmaya çalışan sermayenin gerici adımları olarak değerlendirmek gerekir.
Öte yandan, ders kitaplarının ve müfredatın sürekli daha da gericileştirilmesi, geçtiğimiz aylarda uzun süre gündemde kaldı. Burjuvazi, bu yolla, gençliği gerici şoven fikirlere kazanarak, dünya halklarına düşman, sermaye politikalarını kolayca kabullenecek bir kuşak yetiştirmeyi hedefliyor. Newton-quantum, yüzlerce yıl sonra yeni bir şeymiş gibi sunulan çift doğru ilkesi, bilinemezciliğin yaratıcılığı vb. tartışmaları ile, eğitim müfredatı, tüm bilimsel dayanaklarından yoksun bırakılmaya çalışılıyor. Amaç; bilinemezci, karanlık bir eğitim sistemi yaratmak ve gençliğin bilimsel eğitim almasını engellemek.
Ortaöğrenim gençliğinin çevresini saran abluka, yalnızca müfredatın gericileştirilmesi ve özelleştirme politikaları değil. Uyuşturucu, fuhuş ve burjuva yoz kültürün her türlü görüntüsü liselerde yoğun şekilde karşımıza çıkıyor. Liselerde ve lise önlerinde yaşanan silahlı kavgalar, Eskişehir’de bir Anadolu lisesi müdürünün öğrenci velilerini toplayarak, çocuklarını uyuşturucu satıcılarından korumaları yönünde uyarması gibi örnekler, durumu kavramamız açısından ibret vericidir. Uyuşturucu maddelerin her çeşidi liselerde çok rahat alınıp satılabiliyor. Herkesin bildiği bu durumu ise, devlet nedense bir türlü engelleyemiyor! Okullardaki baskı, tek tipleştirme vb., gençliğin sinik, sesini çıkaramayan, kendini ifade edemeyen bir kuşak olarak yetiştirilmeye çalışılmasının araçları. Tüm bu sayılanlar, bugün, liseli gençliği, hakları için mücadele etmek üzere doğru bir politik hatta kazanmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.

LİSELİ GENÇLİĞİN ÖZELLİKLERİ
İşçi sınıfın devrimci partisinin, her dönem, gençlik içinde yürütülen çalışmayı, onların genç olmaktan kaynaklanan özellik ve farklılıklarıyla ele aldığı bilinen bir durumdur. Buradan bakılınca, lise gençliğine de, diğer geçlik yığınlarından faklı yaklaşmak, hatta faklı özellikler gösteren iki ayrı tip lisede bile, çalışmayı buraların öznelliklerine uygun kurmak gerektiği açıktır.
Geneli hakkında konuşacak olursak, denebilir ki, liseli gençlik anti-emperyalisttir. 70’lerden bugüne, Türkiye gençlik hareketinde her dönem yeri olmuştur. Günümüzde ABD ve işgal karşıtlığı, ülkenin iç işlerine yapılan müdahalelere duyulan öfke ve gelecek kaygısı, bu anti- emperyalist özün çeşitli biçimlerdeki görünüşleridir.
Lise gençliğinin anti-emperyalist eğilimi, iki yönelime yolaçıp somutlanabiliyor: Birincisi ve baskın olanı, liseli gençliğin anti-emperyalist eğilimini istismar eden Ülkü Ocakları, Milli Gençlik vakfı vb. ırkçı-şovenist  gerici çevrelerle birleşme yönelimidir ki, liseli gençliğin tüm anti-emperyalizminin heder edilmesine götürmekte, içinin boşalması yanında, bu eğilimin tam karşıtına, emperyalizmin işbirlikçilerinin çıkar, tutum ve politikalarının savunulmasına dönüşmeye zorlanmasına malolmaktadır. Diğer eğilim ise, dönem dönem önemi artarak, tutarlı anti-emperyalizm savunucusu olan sınıfın devrimci partisi ve gençlik örgütleriyle birleşme yönelimidir. Gelecek kaygısı ise, daha çok, lise öğrencilerinin “kendi sorunları” diye ifade edebileceğimiz, ancak sadece onların sorunu olmayı kat be kat aşan sorunlardan kaynaklanan talepler etrafında birleşmelerinin olanaklarını geliştiriyor. Gelecekten beklentileri itibarı ile farklı farklı özellikler taşısalar da, tüm liselilerin en yakıcı sorunu, kendi geleceklerinin belirsizliğine ilişkindir.
Öte yandan, hiç şüphe yok ki, resmi devlet ideolojisinden ve onun propagandasından en çabuk etkilenmeye müsait gençlik kesimi de, liselilerdir. Bu iki durum, gençliğin siyasi yapısını liselerde oluşturmaya başladığı gerçeği ile birlikte düşünüldüğünde, sınıf partisi ve gençlik örgütünün bu alandaki sorumluluğunun büyüklüğü daha rahat anlaşılacaktır. Doğru yönlendirilmediğinde, yaşadıkları sorunlara duydukları öfke ve taşıdıkları heyecan, onları, devrimci maceracılığa ya da faşist örgütlenmelerde yer almaya itebilmektedir. Bugün açısından, faşist örgütlenmelerin, liselerde üniversitelerden çok daha etkin olması da, buna işaret eder. Ama tersinden düşününce, özünde Amerikan emperyalizminin politikalarına duyulan öfke olan bu gençlikten, haklarına ve geleceğine sahip çıkan bir lise gençliği yaratmanın olanakları da görülecektir. Bir liseli gencin sınıf politikalarıyla birleşmesi, sınıf bilinçli gençlerin buralardaki doğru müdahalelerine, çalışmaları ve çağrılarına bağlıdır.Gerekli müdahalelerin ve çağrıların yapılmaması, aynı genci, faşist propagandanın etkisine terk etmek anlamına gelmektedir.
Liseli gençlik, öğrenmeye, tartışmaya ve aldığı sorumluluğu çok daha çabuk yerine getirmeye istekli bir görüntü çizmektedir. Elbette, gençler, karşımıza birçok geri yönleriyle beraber çıkacaktır. Okullardaki uyuşturucu-fuhuş batağı ve gerici eğitim sistemi düşünüldüğünde, bu, anlaşılır bir durumdur. Ancak liseli gençlik, değişmeye, yaptığı hatalardan sonuçlar çıkarmaya oldukça açıktır. Dolayısıyla devrimci partinin politikalarını gençlerle tartışmak ve onları sınıf politikalarına kazanmak, olanaklı olmak bir yana, oldukça kolay olmasının yanında açık bir zorunluluktur da. Ancak gençlere parti platformunu ve dünyayı anlatmak adına, onlara yabancı ve hatta itici bir noktadan ilişki kurmaya yönelmek, mutlaka kaçınılması gereken bir durumdur. Bundan, herhangi bir meselede, liseli gençlik karşısında geri durmak gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır. Unutulmaması gereken, sorunların çözümüne ve geleceğin sahiplenilip kazanılmasına dair fikirleri uygun bir dille anlatmanın, her alandan daha çok, liselerde önemli olduğudur. Sözgelimi, bir gence, “Biz solcu değiliz” demek, parti platformunu koymak değil, o gence, “O halde ben de gider, ‘solcu’ bir parti bulurum’ dedirtmek anlamına gelebilmektedir. Sorun, propaganda ve ajitasyonda dinleyicilerin özelliklerini gözden kaçırmamak sorunudur. Önemli olan, gençliğin yaşadığı sorunları, bunların kaynağını ve çözümünü göstermektir. Bu bir kez başarıldığında, bir tek genç bile, bir mücadele hattı örebilmektedir. Genellikle darlaşmış bir çevreye değil geniş arkadaşlık ilişkilerine sahip olan liseli gençlerin, bir konuda ikna olduğu ve kafası açıldığı takdirde, yüzlerce lise öğrencisini temsil edebileceğini ve harekete geçirebileceğini unutmamak gerekir.
Öte yandan, akademik talepler etrafında örülecek bir mücadele kesinlikle küçümsenmemelidir. Yerel talepler, günlük yürütülecek ve her gün yeniden örgütlenecek olan çalışmanın iskeletini oluşturmalıdır. Gençliğin her gün dolaysız olarak yaşadığı sorunların üzerine gitmek vazgeçilmez önemdedir. Ancak bu yapılırken, gençliğin heyecanı, partisinin tarihine olan merakı, “büyük işler” yapma azmi kırılmamalıdır. Çoğu zaman duyulabilecek “Deniz’ler barikat kuruyormuş, biz imza kampanyası ile uğraşıyoruz” gibi yakınmalar, aslında, gençliğin kendi tarihine duyduğu merakın ve heyecanın bir yansımasıdır. Bu ruh halini anlamak ve bir savaş örgütü olmanın günlük çalışmaya ve kitlelerle buluşmaya bağlı olduğunu anlatmak zorundayız. Ancak bu, öğrenmeye ve tartışmaya açık olan lise gençliğine sosyalizm fikrini anlatmamak anlamına gelmemelidir. Tam tersine, her arkadaşımız, ekonomi-politikten felsefeye kadar, her alanda, sosyalizm fikri kafasında somutlaşana kadar aydınlatılmalıdır. Ancak bu şekilde, ne için ve kime karşı mücadele ettiğini anlayabilecek ve ilerleyecektir.

ÇALIŞMANIN ELE ALINIŞI
Her alanda olduğu gibi, liselerde de, çalışmayı, buraların öznel ve somut talepleri üzerinden yürütmek gerektiği açıktır. Bu nedenle, çalışmada öğrenci temsilciliklerini değerlendirmek, her lisede bu temsilcilikleri öğrenci taleplerine sahip çıkan kurumlar olarak şekillendirmek ve her ÖTK’nın birbirleriyle bağını oluşturmak önemlidir. ÖTK’lar, demokratik lise mücadelesinin ilk elden örgütleyicileri olduğu oranda, gençliğin ana gövdesini kucaklayabilir. Aksi durumda, anlamsız, sembolik yapılanmalar düzeyinde kalacaktır. Bu nedenle, tüm okula seslenen bir ÖTK anlayışı, çalışmayı tek tek sınıflar üzerinden ele alma ve sürdürme olanağı sağlayacaktır.
Bunun dışında, ÖV-DER ve Eğitim-Sen gibi demokratik kitle örgütlerini lise gençliğinin sorunlarına sahip çıkmaya çağırmak, üzerinde durulması gereken bir noktadır. Sermayenin eğitim alanına yönelik saldırılarının, öğretmen, öğrenci ve velileri birleştirmeden  püskürtülemeyeceği ortadadır. Mücadele, bu üç dayanaktan yoksun bırakılmamaya ve birleşik güçlü bir mücadele örgütlenmeye çalışılmalıdır.
Lise kurultay çalışmasının gösterdiği en önemli şeylerden biri de, eğitim emekçileri ile kurulan ilişkilerde daha ısrarcı ve daha atak davranmak gerektiğidir. Bunun yapılabildiği her yerde olumlu yansımalarına tanık olundu. Öğretmenlerin sahiplenmesi, okul içindeki çalışmanın meşrulaşmasında önemli kolaylıklar sağlıyor ve önemli olanaklar yaratıyor. Eğitim emekçilerine ise, bunun geri dönüşü ya da karşı etkisi olarak, uzun bir süredir sürdürdüğü mücadelesinin öğrencileri ile birleşmesi gibi önemli bir fırsat sunuyor. Tüm bileşenleri ile birleşik bir mücadele örgütleme noktasında, kurultay çalışmaları öğretici bir dizi dersle dolu. Bundan sonrası açısından, başta siyasi bilince sahip gençler olmak üzere, bu işbirliğini, daha doğrusu mücadele birliğini daha güçlü bir biçimde örmeliyiz.
Farklı tip liselerde, durum, birbirinden oldukça farklı olabilmektedir. Buralarda gençliğin temel talepleri, yaşayışları, beğenileri birbirine benzememektedir. Meslek liseleriyle Anadolu liseleri, fen liseleri ile normal programlı liseler, yatılı okullarla diğerleri, aynı şekilde değerlendirilemez. Sözgelimi, meslek liselerinde staj sömürüsüne karşı örgütlenecek bir çalışma, diğer okullarda mümkün değildir. Ya da düz liselerde “AOBP kaldırılsın” sloganı öne çıkarılabilecekken, Anadolu ve fen liselerinde, bu mümkün olamayabilir. (Kuşkusuz, buralardaki öğrencilere de AOBP’nin eşitsiz bir uygulama olduğu anlatılacaktır. Söylenmek istenen, bu sloganın Anadolu ve fen liselerinde bir ajitasyon sloganı olamayacağıdır.) Bir alanda bilim politikaları tartışılırken, diğer bir alanda sınav sistemini tartışmak gerekebilir. Herhangi bir okulda idare baskısı yoğunken, bir diğer okulda durum böyle değildir. Kısaca, her alanda uygulanıp sonuç verecek sihirli bir reçete bulmaya çalışmak yerine, propaganda ve ajitasyonu, her lisenin öznelliğine uygun ele almak gerekir.
Mutlaka dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta ise, gençliğin eğitimi sorunudur. Bu nedenle, yalnızca liseli gençliğe yönelik eğitim çalışmaları oldukça değerlidir. Ancak bu çalışmalar, sıkıcı bir ders havasında değil, liseli gençliğinde katılımıyla gerçekleşen bir tartışma havasında geçmelidir. Çalışmaları zenginleştirmek (film gösterimleri, her çalışmada farklı bir liseli arkadaşımızın sunum yapması vb.) bu amaca hizmet edecek ve yapılan tartışmaların daha verimli geçmesini sağlayacaktır. Yalnızca eğitim çalışmalarıyla bile, arkadaşlarımızın okullardaki çalışmasının önünün açılacağını, hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor. Bu nedenle, kültür ve politika dergileri ile günlük işçi basını, gençliğin eğitiminde ve günlük çalışmasında oldukça titiz ele alınmalıdır.
Eğer gençlik örgütü bir okulsa, bunun ilk sınıfı liselerdir. Lise gençliği, kendi mücadelesi içinde öğrenmeli ve kendi kararlarını verebilecek hale gelmelidir. Bu ise, ancak çalışmanın içinde, her gün yeniden ve yeniden küçük kararlar almalarıyla mümkün olabilmektedir. Tam da bu sebeple, liseli gençliğe sorumluluk vermekten ve inisiyatif tanımaktan kaçınılmamalıdır. Kısaca, liseli gençliğe, yalnızca söyleneni yapan, karar almaktan aciz bir topluluk olarak yaklaşmak ve onu bu biçimde “yetiştirme”ye çalışmaktan kaçınılmak zorunludur. Bu, onların heyecanı ve dinamizmiyle de çelişir, sınıf partisinin politikalarıyla da.

SONUÇ OLARAK
Liseli gençlik yığınlarının, mutlaka sınıf politikalarına kazanılmak zorunda olduğunu ve bu zorunluluğun nasıl gerçekleştirilebileceğini elden geldiği kadar açıklamaya çalıştık. Örgütlenecek çalışmada, okullarında her gün yüzlerce sorun ve sıkıntıyla yüz yüze gelen lise gençliğinin, çağrılarımıza en çabuk cevap veren/verecek gençlik kesimi olduğu ve bu gençlerin, birkaç yıl içinde, fabrikalardan üniversitelere kadar hayatın her alanına dağılacağı unutulmamalıdır. Dolayısıyla hayatın her alanında, yetişmiş, sınıfın politikalarını özümsemiş, dünyaya işçi sınıfının cephesinden bakmayı öğrenmiş genç kadrolar görmek istiyorsak, liselerde çalışmaya ve liseli gençliğin sorunlarına önem vermek, gençliğin mücadelesine ve gelişmesine yardımcı olmak zorundayız!

Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan: Değişen ne, değiştiren kim?

1980’li yılların sonlarına doğru, Doğu Avrupa’daki “eski sosyalist” devletler, domino taşları gibi, ardı ardına devrilmeye başlamıştı. İşin medyaya yansıyan kısmında, mizansen hep aynıydı. Gorbaçov bir vesile ile bu ülkelere gidiyor, liderlerini öpüyor, öpülen lider, aradan çok zaman geçmeden tepetaklak gidiyordu. Böylece zaten altı boşalmış olan yönetimlerin yerine, ülkenin “yeni gerçeklerine” uygun yönetimler geliyor, dolayısıyla öz ile görüntü arasındaki aykırılık gideriliyordu. Bu, şu anlama gelmekteydi: Bu ülkeler, kelimenin gerçek anlamıyla, “eski sosyalist”ti. Yani bir zamanlar sosyalizmi inşa yoluna girmişler, bu yolda önemli mesefeler katetmişlerdi. Sovyetler’de, ’50’li yılların sonuna doğru başlayan kapitalizmi restore etme süreci bu ülkeleri de etkilemiş, sosyalizm, burlarda esas olarak tasfiye edilmişti. ’80’li yılların sonuna doğru başlayan süreç, “eski sosyalist ülkeler”in ayrı bir blok olarak –Doğu Bloku– varlığına son veren olaylar zincirinin son halkasını oluşturuyordu. Sosyalist üretim ilişkileri zaten fiilen tasfiye edilmişti. Bu yeni dalga ile birlikte, “eski biçim”, hukuksal olarak da tasfiye edildi.
Bugün “eski sosyalist” Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinin pek çoğu Avrupa Birliğine üye –Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Polonya, Slovakya vb.– oldu, bazıları da tam üyelik –Bulgaristan, Romanya– yolundalar. Bu ülkeler Batı kapitalizmi tarafından yutuldular ve büyük bir sindirim süreci başladı. Ancak, Rusya Federasyonu’na komşu ülkeler –Ukrayna, Beyaz Rusya– ve Kafkaslarla Orta Asya Cumhuriyetleri, daha farklı bir sürece girdiler. Bu ülkeler de, karşı devrimlerini tamamlamalarına rağmen, Rusya Federasyonu’na yakın ya da Kırgızistan’ın yapmaya çalıştığı gibi “denge politikası” diye adlandırılan –Kırgızistan hem Rusya’ya, hem ABD’ye üs vermişti– bir çizgi izlediler, “eski nesil” yöneticiler işbaşında kaldı. Batı ile ilişkileri, bu nedenle sorunlu oldu. Çok geçmeden ikinci bir tasfiye dalgası bu ülkelerin yönetimlerini vurdu ve onlar da peşpeşe devrilmeye başladılar. Başka bir ifade ile, “tepede” yarım kalan süreç, böylece tamamlanmış oldu.
Kafkaslar’da Gürcistan ile başlayan bu süreç, Ukrayna ile devam etti ve son olarak, Kırgızistan bu “demokratik darbeler”den payına düşeni aldı. Gürcistan’da “Kadife Devrim”, Ukrayna’da “Turuncu Devrim, Kırgızistan’da “Lale Devrimi adını alan bu darbeler, hemen hemen aynı yöntemlerle kotarıldı. Batı ve ABD yanlısı yönetimler kolaylıkla başa geçtiler. Bu darbeler, bu değiştirme eylemleri –bunlara Batı medyası “demokratik devrim” diyor– gerçekte nasıl örgütleniyor, neyi değiştiriyor, bu gerici değişimlerin kökenleri nerelere uzanıyor? Bütün bu soruların yanıtları, kuşkusuz bu ülkeleri ve bu ülkeler üzerinde çevrilen dolapları yakından takip edenler için çok da bilinmez şeyler değiller. Bu yazıda yapılmaya çalışılacak olan, derli toplu bir özet ve genel bağlantıların kurulmaya çalışılması olacaktır.

SÜREÇ NASIL HAZIRLANIYOR?
Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da olup bitenlere genel bir bakış, bu ülkelerin aşağı yukarı birbirine benzer bir “hazırlık süreci”nden geçtiğini ortaya koymaktadır. Bu “demokratik darbeler”de hemen ilk göze batan, özellikle ABD merkezli “sivil” vakıf ve kurumların oynadığı gerici roldür. Ki bu kuruluşlar, komünizme karşı “hür dünya’nın savunulmasında da aktif rol almışlar, anti-komünist kampanyaların örgütlenmesinde etkin olmuşlardı. Bu kurumların başlıcaları şunlar: ABD’de, dünyada “demokrasi”yi savunmak üzere kurulmuş Ulusal Demokrasi Fonu (NED), Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü (IRI) ve Ulusal Demokrasi Enstitüsü (NDI). Bu kuruluşlar arasında, ayrıca, Freedom House ve milyarder George Soros’un Açık Toplum Vakfı da yer alıyor. Soros’un Açık Toplum Vakfı’nın adı, bu ülkelerdeki “değişimler” sırasında bolca duyuldu ve halen de duyuluyor.
Bu “demokratik darbeler” sırasında Soros’un adı çokça gündeme geldi. ABD’li bu karanlık milyarderin dolarlarını “demokrasi aşkı” için saçtığı üzerine epeyce bir demagoji yapıldı ve yapılıyor. Soros’un dolarları saçtığı elbette doğru. Ancak bu dolarların nereden geldiği konusunu epeyce karanlıktır. Bu kadar parayı Soros’un borsa oyunlarından temin ettiğine inanmak için epeyce saf olmak gerekiyor. Daha önce de, pek çok örnekte görüldüğü gibi, Soros, kuvvetle muhtemel ki, CIA’ya ayrılmış fonları kullanıyor. Daha önce de, pek çok örnekte görüldüğü gibi, CIA, bu tip milyarderi perde olarak kullanıyor. Soros’un Açık Toplum Vakfı’nın ve diğerlerinin, ABD Hükümetince CIA’ya aktarılan fonları kullandıkları ve çeşitli satın alma ve eğitme faaliyetlerini bu fonlarla yürüttüklerini inanmak için ortada epeyce bir belirti bulunmaktadır. CIA, yöntem olarak, zengin birini bulma ve fonları onun aracılığı ile akıtma işini her zaman kullandı ve kullanıyor. Örneğin, Soğuk Savaş sırasında, Amerikan gizli kültürel faaliyetlerinin yönlendirildiği Uluslararası Örgütler bölümünde görevli olan CIA ajanı Tom Braden, şu örneği veriyor: “Vakıfların adlarını çeşitli amaçlarla kullanıyorduk ama vakıf yalnızca kağıt üzerinde vardı. New York’ta zengin ve tanınan birine gidiyorduk, ona ‘bir vakıf kurmak istiyoruz’ diyorduk, ne yapmak istediğimizi anlatıyorduk, gizli tutulacağına dair şeref sözü verdiriyorduk, o da ‘tabii kurarım‘ diyordu. Sonra onun adını taşıyan antetli mektup kağıdı bastırıyorduk, al sana vakıf. Gerçekten çok basit işti.” (Parayı verdi düdüğü çaldı. CIA ve Kültürel Soğuk Savaş S. 140)
Soros’un farkı, belki sadece kağıt üzerinde kalmaması, teşkilatını yaptığı işlere göre organize etmesi, onu işleyen bir kurum haline getirmesidir. Soros’un, yaptığı işin sonuçlarından da epeyce bir pay aldığını akılda tutmak gerekiyor. Soros’un yaptığı iş üzerine kısa bir hatırlatma yapılacak olursa, şunları söylemek olanaklıdır. Soros “Açık Toplum” ismini verdiği projesini hayata geçirecek elemanları yetiştirmek üzere, 1989’da eski Yugoslavya’nın Adriyatik kıyısındaki Dubrovnik kentinde Inter-University Centre örgütünü kurdu. Sonra bu kurum, Macaristan’da, Merkezi Avrupa Üniversitesi’ni kurdu. “Eğitim”, 1990’da Prag’da, 100 öğrenciyle başlamıştı. Bu “eğitim”, şimdilerde, 40 ülkeden 829 öğrenci ile Budapeşte ve Varşova şubelerinde sürdürülüyor. Bu tür bir faaliyetin, özellikle gençler arasında, Batı ve ABD yanlısı örgütler kurmaya yardım ettiği görülmektedir. Nitekim Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan gibi ülkelerde kurulan bu gençlik örgütleri, Gürcistan’da Kmara (Yeter), Ukrayna’da Pora (Zamanı), Kırgızistan’da Birge (Birlikte) adlarını almışlardır. Bu “gençlik örgütleri”, öncelikle üniversitelerde örgütleniyorlar ve buraları “muhalefetin” enerjik ve etkili yerleri haline getiriyorlar, sokağa ilk dökülenler arasında yer alıyorlar.
Bu kuruluş ve vakıfların, görünüşte, işin “sivil” kesimlerini hazırlama gibi bir görevi bulunuyor. Ancak işin bütünüyle bunlara havale edildiği gibi bir yanılgıya da düşmemek gerekiyor. Diğer taraftan, gizli bağlantılarla, CIA ve diğer Batılı istihbarat örgütlerinin, özellikle ordu ve devletin diğer stratejik birimlerinde satın alma ve “kazanma” faaliyetlerini yürüttüğünden hiç kuşku duymamak gerekir. Örneğin Ukrayna’da, eksi 10 derece soğukta günlerce meydanda sabahlayan binlerce kişi, bu “mucizeyi” nasıl başarmıştı? Freedom House danışmanı Adrian Karatnycky, Foreign Affairs dergisinin Mart-Nisan 2005 tarihli nüshasında bu işin sırrını şöyle açıklıyor: “Ukrayna Güvenlik Servisi (SBU) üst düzey yöneticileri muhalif lider Viktor Yuşenko’nun genel sekreteri Oleh Rybachuk ile düzenli temas halinde oldular. SBU, seçimlerde muhtemel güvenlik tehditleri ve kirli oyunlar konusunda Yuşenko yandaşları ile işbirliği yaptı.” Ancak sadece SBU değil, ordu ve emniyet içinde de harekete destek sağlanmıştı. Ukrayna’da eksi 10 derecede eylem yapan ve sokakta sabahlayan göstericilere askeri çadır, parka sağlanmış ve yemek yapmaları için seyyar ordu mutfakları verilmişti. Seçimlerde hile yapıldığı öne sürülmüş, muhalifler tarafından Ukrayna Parlamentosu kuşatılmış, ardından hükümet çekilmek zorunda kalmıştır.
Güvenlik güçlerinin yukarıda anılan türde bir destek vermesi ya da “tarafsız kalması”, sokağa çıkan birkaç bin kişinin hükümetleri devirmesi için genellikle yeterli oldu. Başlangıçta eylemlere katılmayan kesimler de, “meydanını boş olduğunu” görünce, cesaretlenerek eylemlere katılır oldular ve bu sayı onbinlere ulaştı. Bundan sonrası, artık, genellikle çok kolay oldu. Hükümetlerin altındaki toprak kayıvermişti ve artık çekip gitmekten başka çareleri kalmıyordu. Eskilerle yeniler arasında genellikle bir anlaşma yapılıyor, böylelikle, “eski defterler”in karıştırılmaması konusunda bir tutum belirleniyordu. Söz konusu ülkelerde, “yenilerin” genellikle eski yönetimlerde görev aldıklarını, hatta onların gözde adamları olduklarını görüyoruz. Örneğin Gürcistan’da gelişme şöyle olmuştu: “Açık Toplumu geliştirmek üzere, Soros’u Gürcistan’a davet eden, bizzat Devlet Başkanı Şevardnadze idi. Daha sonra aralarında çıkan anlaşmazlıklar sonucu, onun üzerinde kontrolünü kaybediyor ve Soros, Şevardnadze’nin eski adamı, yeni muhalefet lideri Şaakaşvili’ye destek vermeye başlıyordu. Soros, ileride olacakları haber verircesine, Şaakaşvili’ye ‘Açık Toplum’ ödülünü veriyor ve ‘Kadife Devrim’de önemli rol oynayan özel Rustavi-2 adlı televizyon kanalını finanse ederek, gençlik örgütü ‘Kmara’yı besliyordu. Soros’un sadece gençlik örgütüne ayda 500 bin dolar akıttığı belirtilmektedir.” (Çeşitli günlük gazete ve internet sitelerinde bu bilgiler yer aldı). Sonrası çorap söküğü gibi gelmiştir. Başkanlık sarayı kuşatılmış ve Şevarnadze devrilmiştir.
Kırgızistan’da olanlar çok farklı değildir. Ancak olayların, Akaev’in ABD’nin yeni üs talebini reddetmesinin ardından hızlanması dikkat çekicidir. Orta Asya’ya iyice yerleşme adımları atan ABD, bu bölgede enerji kaynaklarını ve yollarını kontrol etmede epeyce mesafe almıştır. Yeni yönetimin yetkilileri, doğrudan ABD tarafından eğitilmiştir. Darbeden sonra Devlet Başkan vekili olarak atanan Kurmanbek Bakiyev, “Dışarıdan tek kuruşluk yardım almadık ve kimseden yardım talep etmedik. Yöntemlerini kopyalamak için Ukrayna’ya ya da Gürcistan’a gitmedim” demektedir. “Ukrayna ve Gürcistan’a gitmediler, ama geçen yıl 28 Şubat-14 Mart arası Washington’da ciddi bir eğitime tabi tutuldular.” (Aktaran İbrahim Karagül Yeni Şafak) Yani Washington işi daha baştan sıkı tutmuş, muhaliflere en “üst düzeyde” eğitim vermiştir. Ancak Kırgızistan’da muhalefetin cılızlığının, Akaev sonrasında bir otorite boşluğu yarattığı açıkça görülmüştür. Muhaliflerin devirmeye güçleri yetmiş, ancak otorite kurma konusunda zayıf kalmışlardır.

DEĞİŞEN NE?
Söz konusu ülkelerde yönetimler peşpeşe değişmektedir. Sırada Kazakistan ve Moğolistan’ın bulunduğu ileri sürülmektedir. Yönetimler değişmekte, ancak, bu ülkelerin sosyo-ekonomik yapıları, hatta rejimleri bile değişmemektedir. Değişen, bağımlılık ilişkileri ve ülkenin yönü olmaktadır. Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan, zaten kapitalist ilişkileri geliştiren ülkelerdir. Ancak Batı için yönetimdeki liderlerin “eski gelenekten” olması sorun oluşturmakta, bu ülkelerin uluslararası tekellerin yağmasına açılması istenen hızda gitmemekte, “modası geçmiş” devletçilik uygulamalarına rastlanabilmektedir. Ayrıca Rusya ile ilişkilerinin yakın olması, ayrı bir sorun oluşturmaktadır. Sivil darbelerle, eski yarım kalmış iş tamamlanmakta, bu ülkeler, Batı ve ABD eksenine iyice yerleştirilmektedir. Bu nedenle, olup bitenin, uluslararası emperyalist güç ve paylaşım ilişkileri dışında değerlendirilmesi olanaklı değildir. Olaylar bölgesel düzeyde değerlendirilecek olursa, ABD tarafından yapılan hamlelerin, Rusya’yı “arka bahçesinden” kuşatmak anlamına geldiği açıkça görülmektedir. Bu hamlenin, aynı zamanda, ABD’yi dünya egemenliğinde hem avantajlı duruma getirdiği, hem de sorunlarını büyüttüğü açıktır.
Bütün bu nedenlerden dolayı, ABD ve Batı medyasının olayları köklü değişiklikler olarak yansıtmasının herhangi bir gerçek temeli bulunmamaktadır. Olan, sadece bir yörünge değişikliğidir, ve bu değişiklik, dünyayı paylaşma ve egemenlik kurma mücadelesinin sonucu olarak gündeme gelmektedir. Örneğin, Yuşçenko’nun Devlet Başkanı olduktan sonra gerçekleştirdiği ABD ziyareti, Hürriyet gazetesine şöyle yansımıştı: “ABD Başkanı George Bush’un demokrasiyi yayma girişiminin bir simgesi haline gelen Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yuşçenko, Amerikan Kongresi’nde kahraman muamelesi gördü. Yuşçenko, ABD ile yeni bir “stratejik ortaklık” kurmak istediklerini de söyledi… Yuşçenko’nun, ülkesinin doğu ve batıyla entegrasyonunu derinleştirebilmesi ve komşularıyla barış içinde yaşayabilmesi için ABD’nin desteğini istediği konuşması, Kongre üyelerinin alkışlarına sahne oldu. Kongre üyeleri ayrıca “Yuşçenko!” diyerek tempo tuttu… ABD’nin desteğine teşekkür eden Yuşçenko, böylece eski Sovyet Cumhuriyetleri’nden, Amerikan Kongresi’nde bir oturumda konuşan ilk lider oldu.” (7 Nisan, Hürriyet)
Bu örnekte ve Gürcistan örneğinde açıkça görüldüğü gibi, iki temel amaç, “sivil darbeler”le yerine getirilmektedir. Birincisi; bu ülkeler özellikle ABD yörüngesine sokulmakta; ikincisi, bu ülkeler bütünüyle uluslararası tekellerin yağmasına açılmakta, pazar ilişkilerinin daha hızlı ve engelsiz yaygınlaşması sağlanmaktadır. Kısaca vurgulamak gerekirse, olayların ne “demokrasi” ile ne de “ özgürlükle” bir bağlantısı bulunmaktadır. Bilindiği üzere, emperyalist ideologların sözlüğünde, bir ülkenin “özgürleşmesi”, ABD’nin bu ülkede özgürce cirit atması anlamına gelmektedir. “Özgürleştirilen ülkeler” ABD’nin av sahası haline gelmekte, ülkenin zenginlikleri ABD tekellerinin yağmasına açılırken, doğal zenginliklerine de el konulmakta, IMF ve Dünya Bankası programları bu ülkelere dayatılmaktadır. Bu arada ABD, dünya egemenliğinde yerini pekiştirmeye ve yaygınlaştırmaya, elde ettiği yeni avantajları da kullanarak, karşısına alternatif bir gücün çıkmasına engel olmaya  çalışmaktadır. Ancak ABD’nin bu emperyalist stratejisi, kaçınılmaz olarak diğer emperyalist devletlerin karşı ataklar yapmasını kışkırtmakta, bloklaşma yönündeki eğilimleri hızlandırmaktadır.

Kültürel, ekonomik ve siyasi egemenliğin aracı: Frankofoni*

Frankofoni (Francophonie); “Fransızca konuşan” ülkelere dayanarak, Fransa’nın, uluslararası sahnede daha önemli bir rol oynayabileceğini ima eden siyasi bir kavramdır. Burada, bu projenin sadece bir yönünü, yani “Frankofon Afrika” olarak adlandırılan, hemen hemen eski sömürge imparatorluğunu kapsayan alanı ele alacağız. Frankofoni’nin temel hedefi üstünde yoğunlaşmak için, aynı kapsamda olan Vietnam, Kanada ve başka ülkeleri bilinçli olarak bir tarafa bırakıyoruz.
Frankofoni, ’60’lı yıllardan itibaren gelişen ve birkaç yıldan bu yana da Frankofoni Uluslararası Örgütü (OIF) yaftası altında bir araya getirilen bir kurumlar toplamıdır. Fransa, eski sömürgeci ülke olarak, eski sömürgelerindeki nüfuzunu korumak için Frankofoni’yi kullandı.
’60’lı yıllardaki bağımsızlık mücadelelerinden sonra, Fransızca, “Frank bölge” ile “Fransafrika”nın (Françafrique) dili olarak kaldı; bu simgesel terimle, Houphouet-Boigny, eski “Fransız toplumu”nun sürekliliğinin altını çizmek istiyordu.
’80’li yıllarda yeni bir atılım gösterse de, ’80-90’lı yılların gelişmelerine ve halkların köklü karşı çıkış hareketine çarptı. Doğu Blok’unun çöküşü, kapitalist ve emperyalist ülkelerin tüm yöneticileri tarafından demokrasinin zaferi olarak ilan edilmişti. Afrika halkları, “Komünist tehlikeye karşı” mücadele adı altında meşru gösterilen bu durumun, diktatörlere verilen desteğin, egemenliklerine müdahalenin, ekonomik ve askeri vesayetin son bulmasına dönüşmesini beklediler.
Fakat, Fransız emperyalizminin temsilcileri ve çıkarlarının sözcüleri olarak ne Mitterrand’lar, ne de daha sonra Chirac’lar, bu egemenlik ve ganimet mekanizmalarını söz konusu yapmak istediler. Zaman kazanmak ve Gabon’da ortaya çıkarak, Benin’i, Togo’yu (Filidişi Sahili gibi komşu ülkeleri de unutmadan) vb. içine alan protesto dalgalasının geçmesi için, Mitterrand ve Fransa’nın hizmetinde olan Afrikalı devlet başkanları, “çok partililik” ve “ulusal diyalog” kartını oynadılar. Onbinlerce genç, işçi, köylü özgürlükleri ve kendi ülkelerinin geleceğine karar verebilmek için eylem yaptı, polis ve orduyla çatıştı. Gelişmelerin durumuna göre de, esas olanı kurtarmak için, çoğu zaman biçimsel (çok partili seçimler) birkaç taviz verildi. Halk hareketinin daha çok örgütlü olduğu bazı ülkelerde, yığınlar daha fazlasını kopardı.
Bu karşı çıkışı zayıflatmak için böl-parçala silahı tam olarak kullanıldı. Halkaları sefalete boğan, mültecileri milyonlar halinde sürgün yollarına düşüren etnik savaşlar ülkeleri yıkıma uğrattı. Resmi ve gayri resmi silah tüccarlarının elinde satılması gereken silah stokları (eski Doğu Bloku ordularından gelen silahlar) vardı. Ve daha sonra, bu ülkelerdeki silahlar, NATO silahlarıyla değiştirildi. Silahlı bir isyan “Fransa’nın dostu” bir rejimi tehdit ettiğinde ve rakip bir emperyalist tarafından desteklendiğinde, soykırımın silahları sağlandı ve soykırımcılar korundu. 1994 yılında, Ruanda’da bunlar yaşandı.
Bugüne kadar bu suç ortaklığı inkar edildi ve bu inkar, Mitterrand’cı sosyal demokrasi ile sağ arasında geniş bir mutabakata dayanıyor. Bu cinayet, uygulamadaki bir yanlışlık değil, “arka bahçesi”ni savunmak için emperyalist bir gücün nereye kadar gidebileceğini gösteriyor.
Ruanda, Afrika kıtasına ilişkin emperyalist güçler arasındaki çatışmada bir dönüm noktasıdır. Birleşik Devletler emperyalizmi “sınırlı avlanmalara” son verdiğini ilan etti. Frankofoni söylemleri ve kampanyaları, bu noktadan itibaren, (aynı zamanda Afrika’daki) Kuzey Amerikan hegemonyasına itiraz etmek için kullanılacak. Mart 2004’te Lyon 3 Üniversitesi’nde fahri doktora aldığında, Burkina Devlet Başkanı Blaise Compaore’nin de söylediği gibi, akıl hocaları, Frankofoni’yi, “küreselleşme içindeki tek yanlılığa” karşı sıçrama tahtası olarak savunacaklar. 10. Frankofoni Zirvesi Burkina Faso’da düzenlenirken, Gbagbo da (Fildişi Devlet Başkanı), isyancıların kontrolünde olan Fildişi Sahili’nin kuzeyini ele geçirmek için geniş bir askeri saldırı başlattı. Oysa bu güçler, şimdiye kadar Blaise Compaore’nin desteğini almıştı. Fransız makamları, Fildişi’ne 6 bin asker yerleştirdi; bu askerlerin iki güç arasında tampon görevi görmesi gerekiyordu, ama bunu yapmadı. Esas mağdurlarının halk yığınları olduğu bu gerici savaş, Frankofoni’nin çelişkilerinin bir yoğunlaşmasıdır. Frankofoni, “birlik içinde” bir yapı olarak sunulmasına karşın, bağrında büyük çelişkiler taşıyor. Bu çelişkilerin bir kısmı, emperyalist güçler, karşıt rejim veya silahlı askeri gruplar arasındaki çelişkilerin yansıması, diğerleri de, Afrikalı halkların gerçek demokrasi, barış, bağımsızlık ve sosyal ilerlemeye olan özlemlerinin ifadesidir. Biz, hiçbir koşul olmadan ikincileri destekliyoruz.

NEO-SÖMÜRGECİLİĞİN ALETİ
İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden sömürgecilik krizi, Fransız emperyalizminin geçirdiği kriz ve düşüşün ana unsurlarından biri. Eski sömürge terimi “Frankofoni”, bu dönemde ortaya atıldı. Leopold Sedar Senghor ve Habip Burgiba, onu neo-sömürgeciliğin yol gösterici kavramlarından biri yapmak için raftan indirdiler.
Zayıflayan Fransız emperyalizminin, büyük güçler kulübünde yerini savunmak için, mutlaka eski sömürgelerine ihtiyacı var. Bugünkü dönem, tekellerin Avrupası’nı kurmak için Fransa’nın Almanya ile bir çıkar evliliğinin pazarlığını yaptığı dönemdir. Nüfuzundaki Frankofon bölgesini nişan sepetine koymak ister. Frankofoni, bu politikanın hizmetinde olan bir alet.
İlk kılıf, kültürel ve teknik işbirliğidir. Hemen 1960’da, Frankofon Ülkeler Milli Eğitim Bakanları Konferansı hayata geçirilir. Akabinde de, 1961’de Fransız Dili Üniversiteleri Derneği kurulur (Fransızcayı kısmi ve tam olarak kullananları kapsayarak), Fransız Dili Parlementerleri Uluslararası Derneği (1967), ve Frankofon Ülkeler Gençlik ve Spor Bakanları Konferansı (1969) kurulur. Frankofoni’nin hükümetler arası ilk kurumu; Kültürel ve Teknik İşbirliği Ajansı (ACCT), Niamey’de 1970’de hayat bulur. Aynı zamanda 1979’dan beri tam veya kısmi Frankofon Başkent ve Metropolleri Belediye Başkanları ve Sorumluları Uluslararası Derneği de bulunuyor. 1987’de Fransızca konuşan alanlar için üniversite kurulur, bununla birlikte, Fransızcayı kullanan ülkelerin Enerji Enstitüsü kurulur.
Teknik ve kültürel yardımın bedava olmadığı açık. Bu, eski sömürgecilik paktını başka biçimler altında doğuran ekonomik ve politik egemenliğin dayanağıdır. Bankalar, sanayi ve ticari şirketlerin neredeyse tamamı Fransız. Kurumlar, adli yapılar, yasa ve kurallar, her zaman metropoliten (Batı) modeline göre düzenleniyor. Ekonomi, temel olarak, (Avrupa’da üretilen tüketim mallarının akışı için) bir geçiş ve rant ekonomisidir; hammaddelere (petrol ve madenler) zorla el konuluyor, kültür ürünleri de (pamuk, şeker, kahve, kakao..) ihracata yönlendirilmiş durumda.
Fransa’nın kıtada büyük bir askeri gücü ve çok sayıda üsü var, defalarca–10 yılda yirmiden fazla: Nijerya, Orta Afrika, Çad, Ruanda vb.– müdahalelerde bulundu. Siyasi ve askeri elit tabakalar, askeri darbeler için yedek personel ve gizli servislerin yöneticileri Fransa’da eğitiliyor. Danışmanlar Fransız. 1990 yıllardaki işbirliği “reformu”na kadar, bu ülkelerle ilişkiler Elysee (Cumhurbaşkanlığı sarayı) ve İşbirliği Bakanlığı’na doğrudan bağlıydı, dışişleri bakanlığının alanına girmiyordu bile.

FRANKOFONİ VE KÜRESELLEŞME
Emperyalist küreselleşme, 20. yüzyılın son iki on yılında, dünya sahnesinde Birlişik Devletler’in hegomonyasına eşlik eden serbest dolaşımın hızlandırılması ve liberalizasyonu gibi ikili bir olgunun ürünüdür. Fransız emperyalizmi için, eski sömürgeleri, çoktan beri artık “sınırlı avlanmalar” değil. Artık tek başına savunamayacağı çıkarlarını korumak için, ilk önce, Avrupalı ortaklarıyla birlikte hareket etmeye razı olmak durumunda kaldı. (Yaounde ve Lome antlaşmaları). Şimdi de, daha çok sıklıkla ve açıktan, kendi eski sömürge imparatorluğunun tam kalbinde Kuzey Amerikan emperyalizminin büyüyen iştahına takılıyor. “Muz savaşı” ya da daha kısa süre önceki pamuk savaşı, Fransa ile -AB üzerinden- ACP (Pasifik Karayip Afrika) ülkelerini –ticari ilişkilerde bir rejimi tercih etmemeleri için uyarılmışlardı– birbirine bağlayan özel çıkar ilişkilerini zedeledi. Büyük Göller bölgesinde, Kongo’da, emperyalistler arası rekabet –ve düşmanlıklar– dehşet verici silahlı çatışmaları besledi.
Bu durumda da, Frankofoni, yeni savaş atlarını ileri sürüyor. Barış, demokrasi ve insan hakları, çok kültürlülük ve kültürlerin diyaloğu, bilginin gelişimi ve ulaşilabilirliği –daha fazlası sayılabilir– temaları, Amerikan hegomanyası ile olan “farklılığı” göstermenin vesileleridir. Fransız emperyalizmi, Frankofoni’yi uluslararası sahnede daha faal bir kurum haline getirmeye çalışarak, kendi ağırlığını koymak istiyor. 1986-87’den itibaren, zirvelerin düzenlenişi kurumsallaştı. Sovyet blokunun çöküşünden sonra, devlet ve hükümet başkanları, Frankofoni’nin politik boyutunu güçlendirmeye karar verdiler.
1991’de Frankofoni Daimi Konseyi (CPF) kuruldu. 1996’da Frankofoni şartı kabul edildi ve ACCT Frankofoni Ajansı’na dönüştürüldü. 1997 yılında bir Frankofoni genel sekreteri seçildi. 1998’de Frankofoni Uluslararası Örgütü adı kabul edildi. Bu karmaşık bir yapıdır: devlet ve hükümet başkanları zirvesi, bakanlar konferansı, daimi konsey, genel sekreteri ve çeşitli görevlileri olan parlamenter asamblesi, (Frankofoni Uluslararası Ajansı, Frankofoni Üniversite Ajansı…), bir televizyon kanalı (TV5)…

FRANSAFRİKA’YA SON VERMEK
Birçok sömürgesini bağımsızlığa götüren tarihsel hareketin önüne geçemeyen Fransız emperyalizmi, antiemperyalist bir yolda yürümeye devam etmeyi düşünen tüm ulusalcı liderleri tasfiye etmek veya uzaklaştırmak için elini çabuk tuttu. “Fransa’nın dostları”, Fransız servisleri (ordu, paralı asker veya gizli servis) tarafından seçilerek, çoğu kez de, on yıllar sürecek bir iktidar için o koltuklara getirildiler. Fransafrika’nın direği olanların veya Frankofoni’nin başlıca işbirlikçilerinin listesi uzun: hayatta olmayan Houphouet-Boigny (Fildişi Sahili), Bokassa (Orta Afrika), Mobutu (Zaire), Burgiba (Tunus), 2. Hasan (Fas); hala yerinde duranlar: Eyadema (Togo), Denis Sassu N’guesso (Kongo), Ömer Bango (Gabon), İdris Debi (Çad), Lazama Conte (Gine), Paul Biya (Kamerun), Compaore (Burkina), Kerekou (Benin), Bin Ali (Tunus)…
Fransa, katliam ve darbelerde (Togo, Burkina…) suç ortaklığı yaptı. Hileyle yapılan seçimleri onaylıyor (Çad…). Petrol, önlenmesi gereken Anglosakson emeller…, müdahale için her şey gerekçe yapılıyor. Fransa iç savaşları besledi (Kango), savaş suçlularını destekleyip silahlandırdı (Ruanda…). Fildişi Sahili’nde alabildiğine kışkırtıcı rol oynuyor, Fransız komutasındaki “tampon” güçler, hükümet güçlerinin askeri saldırısının yayılmasına izin veriyor.
Adil yönetme üzerine yapılan iki yüzlü konuşmalar ve demokratik özgürlüklere ilişkin tüccarlık, sadece işin gereçekleridir. Fransız makamları, toplumsal tepkiyi yönlendirmek veya kredisi fazlaca tükenmiş rejimlere baskı yapmak istediklerinde, bu söylemleri sıkça kullanıyor. Fransa dostlarının insan hakları ihlalleriyle ilgili Birleşik Devletler rapor yayınladığında, Fransız makamları, hizmetçilerini aklamak için her şeyi yapıyor. Burkina, Charles Taylor (Sierra Leon) ve Jonas Savimbi’yle (Angola) silah kaçakçılığı yapmakla suçladığında ve uluslararası yaptırımla tehdit edildiğinde, Blaise Compaore’yi, Paris kurtardı.
Afrika, haydutlara bırakılmış bir otlak, devlet kasalarıyla özel hesapları iç içe girmiş, kendi klanlarını semirtiyorlar. Fransa, bunları esas olarak, kendi adamları olduğu ve çıkar sağladığı için destekliyor. Paris’in uyarı ve hizaya girme çağrılarına rağmen, tabii ki bazen kontrolden çıkıyorlar, Gbagbo gibi, komşu ülkelerde (Fildişi Sahili…) tansiyonu yükseltmeye devam eden hayalperest Compaore gibi.. Kredileri çok tükendiğinde ve artık hiç bir şeyi kontrol edemediklerinde, Fransız emperyalizminin gözden çıkardığı uşakları oluyor. Fakat Fransız emperyalizmi, halk direnişlerinin şiddet, kan ve gericilikle dağıtılması veya engellenmesi gerektiğinde ise, hiç tereddüt etmeden, halklara karşı, her zaman zorbaların tarafını tutuyor.

GELİŞEN MÜCADELELER…
Frankofoni’nin 10. Zirvesi’ne ev sahipliği yapan Burkina, son yıllarda önemli bir toplumsal harekete sahne oldu. Gazeteci Norbert Zongo’nun Aralık 1998’de Blaise Compaore rejimi tarafından katledilmesinden bu yana, tüm toplumsal alanlarda, işyerlerinde ve mahallelerde, liselerde ve üniversitelerde, entellektüeller, gazeteciler, hukukçular arasında ve kadın örgütlerinin inisiyatifinde, siyasi cinayetlerin cezasız kalmasına ve ekonomik cinayetlere karşı mücadeleler gelişti. Bu mücadelelerin sosyal, demokratik bir karakteri var ve toplumsal sorunları ele alıyor (eğitim, sağlık, iş, ekmek hakkı, GDO’ların reddedilmesi…), rejimin kendini yenilemek için yaptığı çeşitli girişimleri (Af edilme günü, göstermelik demokratik seçimler…) ve rejimin Fildişi’ndeki savaşla bağlantılı olarak kutsal ittifak girişimlerini yenilgiye uğrattı. Blaise Compaore’nin rejimine karşı halkçı, demokratik antiemperyalist bir alternatif ihtiyacını gündeme getiren bu hareketin gücü, Fransız diplomasisine de sorun yaratıyor; gerçek bir sömürge valisi olan büyükelçi, yüzbaşı Compaore’nin değiştirilmesi için herhangi bir çözüm bulamadı.

HALKIN SESİ YÜKSELİYOR
Bu koşullarda, devlet başkanları zirvesinden önce, Frankofoni Hükümetlerarası Ajansı tarafından düzenlenen birinci “Frankofon sivil toplumu” forumuna, ülkenin gerçek sahiplerinin bir noktaya kadar damgasını vurması şaşırtıcı değil. Frankofon ülkelerden gelen 300 katılımcının önemli kısmı, çok resmi bir “sivil toplum”un temsilcilesiydi. Bu forum, düzenleyenlerin isteğinin tersine, gazeteci Norbert Zongo’nun katledilmesinden sonra, Burkina’da daha önce görülmemiş bir boyut alan mücadelelerin yankısını görmezden gelemedi. Forum, aynı zamanda, temsil edilen ülkelerde değişik boyutlarda gelişen direniş hareketlerinin talep ve eylemlerini tamamen sessizce geçiştiremedi. Forumu yapanlar, tartışmalarda açılan gediklerle yenildiler ve “Ougadougu çağırısı” (hükümetlerden bağımsız olamayan) projesi çoğunlukla ret edildi.
Sivil toplum forumundaki tartışmaların, devlet ve hükümet başkanlarının vitrinine kısır bir biçimde getirileceğini biliyorsak da, kabul edilen sonuçlar, yoksulluğa, eşitsizliklere ve sponsorloğunu çeşitli Frankofon hükümetlerinin yaptığı yolsuzluğa değinmek zorunda kaldı.

YAPISAL PROGRAMA KARŞI
Afrika’da yıkıcı sonuçlara yol açan neoliberal politikalara, yapısal uyum programına, özelleştirmelere, işten çıkarmalara, hayati yapıların yıkımına karşı birçok ülkede çeşitli mücadeleler yürütülüyor.
Bu mücadeleler, tüm halk kesimlerini, gençliği, kent emekçilerini, köylüleri, aydınları kapsıyor. Kadınlar ve sendikacılar çoğu zaman büyük bir rol oynuyor, çok sayıda halk örgütü mücadelede yer alıyor.
Bu günlük mücadeleler içinde, insan hakları için yapılan eylemlere dayanan uluslararası dayanışmalar, sendikal mücadeleler veya “Neoliberal küreselleşmenin şehit kenti” Kita’da (Mali) Haziran 2004’deki G-8 toplantısına karşı düzenlenen Halkların Forumu gibi daha politik tepkiler de ortaya çıkıyor.

FRANSIZ EMPERYALİZMİNİN NEO-SÖMÜRGECİ SİSTEMİNİN KRİZİ
Fildişi’nde egemen olan yanıltıcı sükunet, büyük Fransız medyasının dikkatini “başka yerlere” çevirmesine yol açıyor. Fakat Kasım ayı başındaki savaş günleri, bir dönüm noktası oluşturuyor ve sonuçları Fildişi’nin sınırlarını aşıyor. Fransız emperyalizmi, şimdilik, Güvenlik Konseyi’nin ve başlıca Batı Afrika devlet ve hükümet başkanlarının (hemen hepsi Frankofoni’nin 10. Zirvesi’ne katıldı) resmi desteğiyle işin içinden çıkıyor görünüyor. Ama bu göstermelik birlik, bu zorbaların önemli kısmının endişelerini gizleyemiyor. Kendi evlerinde bir “isyanın” patlayacağı gün, Paris’in kendilerine karşı nasıl bir tutum alacağı, onları düşündürüyor. Bu eski Fransız neo-sömürgelerinde derin bir öfke var, Fransız tanklarına karşı koyan “Fildişili kardeşlerle” dayanışma duygusu et kemiğe bürünmüştür. Halkın çoğunluğunu oluşturan bu ülkelerin gençiliği, “Fransa”ya, eski kuşakların gözüyle bakmıyor. Üstelik, bekleyebileceği çok büyük şeyler de yok: sınırları sıkıca kapalı ve öğrenciler için Montreal veya Washington, Paris’ten daha kolay ulaşılabilir. Roissy (Paris havaalanı), misafirperver bir ülkenin giriş kapısı olmaktan çok, gözaltına alınma kapısı olarak tanınıyor.
Bush’un Irak’a karşı yürüttüğü savaş, geniş kesimleri kapsayarak, onun politikasına emperyalist etiketini yapıştırdı; Fildişi krizi de, aynı şekilde, Fransız emperyalizminin poltikasına “sömürgeci” sıfatını giydirdi.
Fransız emperyalizminin, (ABD ile müttefik olan) ülkelerini “yeniden sömürgeleştirme”sine karşı, Haiti sokaklarındaki yürüyüşçülerin duyguları da böyle. Tahiti sokaklarında, Kanaky (Yeni Kaledonya) kentlerinde ve başka Fransız sömürgelerinde de aynı tepkilere rastlıyoruz. Bu halklar, Paris’in vesayetini ve ülkelerinin topraklarını kendi özel mülkiyeti olarak gören sömürgecileri, gittikçe daha az kabulleniyor. Bütün bunlar, Fransız emperyalizminin neo-sömürgeci –Fransız emperyalizminin de çarkı olduğu tüm sistemin genel krizine de bağlı– politikasının krizinin yansımaları. Bu kirizin boyutunu ve ağırlığını asgariye indirmek için, medya ve politik güçler herşeyi yapıyor.
Medyanın da, önemli ağırlığı olan taraflardan biri olduğunu söylemek lazım; TF1’i (tv kanalı) kontrol eden Bouygues, Bollore’den France Telecom’a, BNP’den Credit Lyonnais’ye kadar, Total’ı da unutmadan, birçok büyük tekel, bu önemli işin başını çekiyor. Afrika’ya yerleştirilen Fransız birlikleri, her şeyden önce, bu tekellerin çıkarlarını koruyor. Aynı zamanda, CFA Frankına dayanan –bugün Euro’ya uyarlanarak– binbir türlü ekonomik, politik, diplomatik bağımlılık ilişkilerinin Fransız zırhlıları ve toplarının gölgesinde savunulması anlamına da geliyor.
Tekellerin diktatörlüğüne, politik ve ideolojik gericiliğe, özelleştirme politikalarına, emperyalist yeniden paylaşım savaşlarına karşı –birine veya birkaçına karşı–, emperyalist bir gücün tarafını tutmadan mücadele etmek, ülkemizle sınırılı değil, çünkü bu tekeller ve onların çıkarlarını koruyan devlet aygıtı, çok daha ötelere yayılmış durumda. Hakimiyet, onur kırıcı talan ve zulüm sistemi olan neo-sömürgeci sisteme son vermek için, Afrika halklarıyla birlikte mücadele etmeliyiz. Frankofoni Zirvesi’ni teşhir eden eylemlerde haykırdığımız gibi, “Fransafrika çok sürdü, Afrika halklarıyla dayanışma”.

10. FRANKOFONİ ZİRVESİ: SAFLARI YENİDEN SIKLAŞTIRMAK İÇİN AİLE TOPLANTISI
Ougadougou Zirvesi, gergin bir politik ortamda yapıldı: Birleşik Devletler’de Bush’un yeniden seçilmesi, Fildişi’ndeki neo-sömürgeci kriz, Burkina’da VI. Cumhuriyet iktidarının tamamen iflası, Afrika’daki Fransız varlığına karşı güçlü halk tepkisi…
4. kez Afrika topraklarında toplanan Frankofoni, ekonomik ve sosyal planda, bundan daha parlak bir bilanço çıkartamazdı! Devlet başkanları “sürekli gelişme”den söz ediyor; fakat Frankofoni sahasında yer alan Afrikalı halklar hiç bu kadar az sağlık ve eğitim hakkından yoksun kalmamışlardı, işsizlik ve sefalet hiç bu boyutlara çıkmamıştı… Kendi etki alanı Afrika da dahil, Anglo-Sakson, Alman ve Japon emperyalizminin rakabetiyle karşılaşan Fransız emperyalizmi, Ougadougou’da, 10 yıllık (2005-2014) stratejik bir plan kabul ettirdi. Böylece kendi alanının sınırlarını bir süre daha korumayı umuyor. Fakat bunu sağlayacak olanaklara sahip olması gerekiyor. Afrika ülkelerini Fransız mali oligarşisine bağlayan ilişkilerini sağlamlaştırmayı amaçlayan, “Marşal planı”na benzeyan bu plan, gerileyen bir emperyalizmin planıdır.
Mikro krediler, sözümona “klasik finans yollarına” dahil etmek olarak sunuluyor. Fransız mali kuruluşlarının kâr etme yeteneklerinden şüphe duymuyoruz, fakat “bin yılın gelişiminin hedefleri”nin gerçekleşmesinin anahtarını görmek için, Chirac’ın verimli hayal gücünü göz önüne almalıyız. Yeşeren neo-sömürgeciliğin kutsanmış zamanlarının nostaljisini yapanlara ise, sadece demagojik retoriği kullanmak kalıyor.
İyi görünmek isteyen Chirac, yoksul ülkelerin gelişmesini finanse edecek imkanların bulunması için uluslararası bir vergilendirme çağrısı yaparak, küreselleşme karşıtı bir ağızla konuştu.
Amerika’nın sonuçları ağır para desteğini de eleştirerek, Afrikalı pamuk üreticilerinin “kabul edilemez” kötü durumuna değindi. Fakat, doğal olarak, hemen her fırsatla AB’nin de aynı politikayı geliştirdiğini söylemeyi unuttu.
Diplomatik alanda, Paris, kendi hanesine birkaç başarı ekleyebilir. 10. Zirve’de iki yeni ortak üye (Andora, Yunanistan), ve 5 yeni gözlemci alarak (Ermenistan, Avusturya, Hırvatistan, Gürcistan ve Macaristan) alarak çemberini genişletti.
Fildişi Sahili sorununa ilişkin, Frankofon “aile”, Paris etrafında saflarını sıklaştırdı. OİF’nin şu anki başkanı Abdou Diouf ve Fransafrika’nın yakın bekçilerinin tümü, Gbagbo’nun politikasını cilalamak ve Fransız ordusunun yürüttüğü “tek boynuzlu at” operasyonuna Afrika ve uluslararası düzeyde bir meşruluk vermek için sahneye çıktı. Fakat bu diplomatik zafer, bir Pyrrhus (sevinenlerin kendisine karşı dönebilecek düşsel zafer) zaferi olma tehlikesi taşıyor. Çünkü, Afrikalı neo-sömürgeci yönetimlerin itaatini, alçaklıklarını ve aynı zamanda iktidarlarının zayıflığını daha açık ortaya koyuyor.
Paris’i destekliyorlar, çünkü birçoğu, Fransa’nın desteği olmadan siyasi geleceklerinin olmadığını biliyor. Ama bununla birlikte, serumla yaşayan bu rejimlerle halklar arasında sürekli genişleyen uçurumu daha da büyütmekten başka bir şey yapmıyorlar. Özellikle de Compaore rejiminin durumu bu.
Ev sahibi ülke olarak, doğal olarak, zirvenin “başarılarıyla” övündü. Daha önce Houphouet-Boigny’nin sahip olduğu, alt-bölgede Fransa’nın ayrıcalıklı ortağı olma rolünü ele geçirme iddiasını güçlendirmek için, buna ihtiyacı da vardı. Para yardımlarını kasasına koymak ve 2005 başkanlık seçimlerinden önce siyasi geleceğini sağlama almak için, ekonomik yardım ve siyasi destek almayı umuyor.. Bu yönden, birkaç ciddi teminat aldı: zirvenin güvenliği için ayrılan devasa miktarlar ve seçkin askeri birliklerin Fransızlar tarafından eğitilmesi. Burkina iktidarı da, bu desteği, rejimini tehdit eden devrimci ve demokratik hareketin bastırılmasında kullanmak için hiç tereddüt etmeyecektir.
Fildişi meselesi gibi önemli sorunlar eksik olmadı (Sudan, Haiti, Büyük Göller Bölgesi, Ruanda, Kongo Demokratik Cumhuriyeti). Tek nedeni bu olmamakla birlikte, tüm bu çatışmalar, büyük güçlerin uluslararası rekabetinin damgasını taşıyor. Tüm cephelerde daha çok kundakçı olarak yer alan Fransız emperyalizmi, bu yangınları söndürme gücünü gösteremiyor. Kanada’nın Fransafrika içindeki çıkışı, Frankofoni’nin emperyalistler arası çelişkilerden korunmuş bir alan olmadığını bir kez daha gösterdi. Frankofoni alanı içindeki ilerici, demokratik ve anti-emperyalist güçlerin dayanışmasını geliştirmek hiç bu kadar gerekli olmamıştı.

FRANSIZ BİRLİKLERİ FİLDİŞİ’NDEN DEFOL!
Fildişi krizine ilişkin Fransa’daki eylemler çok fazla değil. Partimizin ve kardeş partinin görüşlerini dile getirdiği birkaç miting, yürüyüş ve etkinlik düzenlendi. 
Medya bu savaşta söz konusu olan çıkarları gizliyor, duygusal tepkilerle oynayarak, sıkça gündeme gelen asıl sorunu gizliyor. Bu sorun, Fransız birliklerinin varlığına ilişkindir. Bunu haklı çıkarmak için çeşitli argümanlar ileri sürülüyor. Bunlardan biri: “Fransız birlikleri giderse kaos yaşanır, Ruanda’da olduğu türden hesaplaşmalar olur…”

RUANDA GERÇEĞİ NEYİ GÖSTERİYOR?
Fransız ordusu, Akdeniz Fransafrikası’nın “dost” rejimini güvenlik altına almıştı. İsyan gelişip bu rejimi tehdit etmeye başladığında, Fransız birlikleri desteklemeye devam etti ve asgari düzeyde, milislerin silahlanmasına izin verildi. Hedefleri açıktı ve nefreti kusan radyolarda gün boyunca duyuruluyordu.
Soykırım başladığında, Fransız silahlı gücü de, tıpkı oradaki diğer güçler gibi, sivilleri korumadı. Korkunç amaç gerçekleştiğinde ve isyancılar kendilerini dayatacak noktaya vardıklarında, Fransız birlikleri katliamcıları ülkeden çıkardı ve onları korudu. Hem de bu işi, mültecilerin gözleri önünde yaparak. Bu milisler, Kongo’da törör estiriyor ve Ruanda’yı tehdit ediyor. Ruanda örneği, aynı zamanda, BM şemsiyesi altında gönderilen yabancı birliklerin varlığını haklı göstermek için sürekli ileri sürülen “sivilllerin korunması” argümanlarının, hiç de öncelikler arasında olmadığını gösteriyor. Fildişi’nde, Fransız birlikleri, 2004 Mart’ında Gbagbo yanlısı milisler eylemcileri katlettiğinde, kılını kıpırdatmadı. Kuzey bölgelerindeki çatışamalarda çok sayıda sivil hayatını kaybettiğinde de, sessiz kaldılar. Sadece Fransız askeri kampı bombalandığında harekete geçtiler. Başka bir deyişle, sivillerin korunması argümanı geçerli bir argüman değil.
“Paris bir Fransız barışı dayatmak için Fildişi’nde bulunmuyor, fakat uluslararası yetki doğrultusunda ve Markusis anlaşmaları çerçevesinde hareket ediyor.”
Bunlar, Chirac’ın Ougadugu Zirvesi’nde de söylediği sözler. Çeşitli isimler adı altında 10 bin askerin konuşlandırıldığı doğru. Bu anlaşmalar, Fransız emperyalizmi tarafından dayatıldı ve Gbagbo rejimini kurtararak, Burkina’dan ayrılan isyan güçlerini resmen tasdik etti.
Cephe çizgisini dondurdu, cephe arkasında iki taraf da durmadan silahlandı, çatışmaya hazırlandı, ulusal barış oyununu da oynamayı unutmadılar. Başından sonuna kadar Fransız emperyalizminin hazırladığı bu strateji, şimdi tuzla buz oldu. Buna rağmen, tek seçenek olarak tutuluyor ve Fransız birliklerinin kalmasının temel gerekçesi yapılmaya devam ediyor.

NEDEN?
Fransız emperyalizmi alan kaybetmek istemiyor. Eylül 2002’den bu yana, Fildişi’ndeki bu gizli savaşta, Fransız emperyalizmi, “ulusal uzlaşma” için değil, çıkarlarını korumak için çalışıyor. Her klik, değişik zamanlarda, diğerini desteklemekle suçladı. Oradaki Fransız varlığının kendisi, istikrasızlaştırıcı bir faktördür. Filidişi Devrimci Komünist Partisi’nin de altını çizdiği gibi, “Fransız işgal ordusunun gitmesini istemek acil bir taleptir, mevcut kirizin çözümünün kopmaz parçasıdır…”
Neo-sömürgeci antlaşmaların eşit koşullarda müzakere edilmediğini, fakat Fransız emperyalizmi tarafından dayatıldığını, bu antlaşmalarla ülkesinin bağımsızlığını hiçe sayarak, kendi siyasi yaşamını garanti etmek için Fransız ordusuna güvenen Houphouet Boigny’nin de işbirliği yaptığını herkes biliyor.
“Tek boynuzlu at” operasyonunun bir sorumlusu olan Gbagbo rejimi, bu anlaşmaları teşhir etmeye kalksa bile –ki bunu yapmaktan uzaktır–, Fransız birliklerinin –hem de BM şemsiyesi altında– kalmaya davam edeceğini söyledi.

“FRANSIZ BİRLİKLERİ GİDERSE YERİNE AMERİKALILAR VE MÜTEFFİKLERİ GELİR”
Bu, sıkça ileri sürülen bir argüman. ABD emperyalizmi uzun süreli ve derilemesine pençelerini Afrika kıtasına batırmaya çalışıyor, özellikle de ekonomik planda önemli olan yerlere. Bush’un “BOP” planı önemli çizgilerini ortaya koyuyor. Afrika’da artık “sınırlı avlanmaların” olmayacağını ilan etti ve Fransız emperyalizmi, bu hegomonya mücadelesinin içindeki büyük güçlerden biri. İlericilerin, anti-emperyalistlerin ABD emperyalizminden daha zayıf olan Fransız emperyalizmininin tarafına mı geçmeleri gerekiyor? Bu yanlış ve tehlikeli bir ikilem. Emperyalizme karşı mücadele, egemenlik ve talan sistemine karşı mücadeledir. “Seçenek”, emperyalizminin bayrağının renklerinden birini seçmek değil. Fransız emperyalizmine karşı mücadele ederek ve onun egemenliği altındaki halklarla dayanışarak, emperyalist sisteme karşı cepheyi güçlendirmiş oluruz.
Bir gerçeğin bilincine varmak gerekiyor; bilinmeli ki, Fransız birliklerinin tutumu, sömürgecilik karşıtı karaktere sahip “anti Fransız” bir duygunun büyümesine yol açtı. Bu duygu, Gbagbo yanlısı milisleri aşıyor. Abidjan halk mahallelerinde binlerce gencin harakete geçmesine yol açtı; helikopterlerden kusan mitralyoz mermilerine rağmen, Fransız tanklarına karşı yürüdüler.  Bu gençler bir adım attı ve Fransız askeri varlığı, onların tepkilerini kristalize ediyor. Tabii ki, anti-emperyalist mücadele hattı olan, onları örgütleme ve yönlendirme yeteneğine sahip bir örgüt olmadan, tepkilerinin zayıflama veya Gbagbo milislerince ya da etnik farklılıkları, yabancı düşmanlığını vb. kullanan, halkın çıkarlarına karşı davranan başka güçlerce kullanılabilir. Halkın önemli bir kesiminin birliklerin çekilmesini istemesi olgusu ve bu isteğin Filidişi’li komünist yoldaşlarca da dile getirilmesi, aldığımız tutumla örtüşüyor.
Ortaya çıkan soru, Fransız birliklerinin “hangi koşullarda bu ülkeyi” terk edecekleri değil, fakat bu şiarın nasıl büyütüleceği. Bu talep, Fildişi halkı ile ülkemiz işçi sınıfı ve halkı arasında dayanışmanın temel noktalarından biri. Askeri varlık, Fransız emperyalizminin uyguladığı egemenliğin temel direklerinden biri, hizmetindeki zorbaların desteklenmesine katkı yapıyor. Bu birliklerin geri çekilmesi, Fransız emperyalizminin politikasına ciddi bir darbe anlamına gelir. Hepimizin çıkarına olan da budur!

EKONOMİK BOYUTLAR
Fikirlerin yaygınlaştırılması, “Fransız dilinin korunması ve promosyonu”, insan, kaynak ve olanaklar gerektiriyor. Yazılı ve görsel medya tekellerinin ağırlığını gözönüne aldığımızda, bunlar, ikinci plana atılabilecek türden sorunlar değil.
Dünya Ticaret Örgütü ile yapılan müzakerelerde Fransız mallarına ilişkin savunulan özel durum (korumacılık), Fransız tekellerinin, Birleşik Devletler hegomonyasına karşı yürüttüğü kavganın parçası. Biz de kültürün metalaştırılması fikrine karşı çıksak da, Fransız kültür “ürünlerinin” Afrika ülkelerine ihracının ne tarafsız ne de saf olduğunu biliyor, asimilasyon sürecine ve sonuç olarak bu halkların bağımlılığna katkı sağladığını unutmuyoruz.
Ekonomik boyut, zenginliklerin gaspedilmesi, ekonomik egemenlik, bu ülkelerin ekonomilerinin genel olarak emperyalist sisteme, özel olarak da bazı tekellere (Total, Bouyges, France Telekom, Ballore vb.) tamamen bağlanması gibi çok daha geniş ve temel bir olgunun parçasıdır.

KAPİTALİST DEVLER
Fransafrika’nın gerçek ekonomik sahipleri Fransız tekelleridir. Burada birkaçına değineceğiz. Bu şirketlerden bazıları “sömürgeler zamanı”na dayanıyor (örneğin CFAO), başkaları bağımsızlık dönemecini ve neo-sömürgeciliği kullandı (Dagris). Sonuncular ise, IMF’nin, Dünya Bankası ve Paris Klübü’nün 80’li yılların sonunda dayattığı özelleştirme dalgasından yararlandı. Afrika’nın kamu şirketleri, Bouygues, EDF (Elektrik), France Telecom’a peşkeş çekildi ve su, telekomünikasyon ve enerji sektörlerini de ele geçirdiler. Bu tekellerin birçoğu kamuya ait olmasına rağmen, özelleştirme süreçleri başlatılmıştı. Bunların Afrika ve Latin Amerika’daki (Arjantin’de olduğu gibi) talancı politikalarına karşı, o dönem, sendikal alandan çok cılız bir ses çıktı. Kaldı ki, bu gelişmeler, Fransa’daki tekelleri de etkileyecek özelleştirme politikasının bir karikatürüydü.
Tüm sömürge döneminin ekonomik gelişmelerini sekteye uğrattığı ülkeler için, bu yağmanın sosyal ve insani zararları çok büyüktür. Neo-sömürgecilik dönemi, bağımsızlıklar dönemi ve emperyalist güce ekonomik, politik ve askeri bağımlılık süreci, belli bir ölçüde ekonomik gelişmeye tanık oldu. Fakat bu da dışa çok bağımlı kaldı.
Bu ülkeler düşük fiyatla hammaddeler (tarım ve maden ürünleri) sağlıyordu –sağlamaya devam ediyorlar– ve tekellerin ürünlerinin pazarı olarak güvence altındaydılar. Borçla bağımlı kılma mekanizmasına, bir de CFA Frank’ı (Afrika Finans Topluluğu) üzerinden, Fransız Frank’ı yoluyla parasal bağımlılık eklendi. Başka bir deyişle, Frank bölgesinin 15 ülkesinin hiç bir parasal egemenliği yok. Euro ortaya çıktığında, CFA Frankı ona “dayandırıldı”; bu güçlü “döviz”, onu kullanan ülkelerin ekonomisinin bir yansıması değil. Bu, CFA Frank’ı olarak kaleme alınmış fiyatların, değerinin üstünde olduğu anlamına gelir. Bu ülkelerin ihracat malları yapay şekilde yüksek, bu da, onları dünya pazarında cezalandırıyor. Euro dolar karşısında yükseldiğinde, bu, bu ülkelerin ihracat ürünleri üzerinde dramatik sonuçlara yol açıyor (pamuk, kakao vs.), Frank bölgesi dışındaki komşu ülkelerin mallarının ve aynı zamanda dolar üzerinden fiyatlanıdırılan malların rekabetine uğruyor. Ocak 1994’deki devalüasyon, köylü yığınlarının, kent çalışanlarının, zanaatçıların ve küçük esnafın zaten zayıf olan alım gücünü bir günde yarı yarıya düşürdü. Bunun karşısında, vurguncular tedbirlerini alarak, iki kat zenginleştiler. Ekonomi çevreleri de dahil, birçok çevrede, CFA Frankı mekanizmasının lağvedilmesi talebi yükselmeye başladı.

BOLLORE
Bollore grubu, servetinin büyük bir kısmını Afrinka’da sağladı, kazancının üçte birini orada elde ediyor. Grubun güçlü yönü, tüm kıtadaki taşımacılığı (43 Afrika ülkesinde faaliyeti var!); kamyondan trene, hangarından liman hizmetine, konteynerine kadar hepsini kontrol ediyor. Grubun, aynı zamanda, Liberya’daki kauçuk ağacı alanlarında, Kamerun’da hurma yağı ve Senegal’de turizmde çıkarları var. Fildişi kakaosundan çekilmeye başladı. Paronunun (Michel Roussin) kişiliğinin büyük etkisini taşıyan bu grubun özelliği, “darbe” yöntemiyle hareket ediyor ve önüne daha büyük bir fırsat çıktığında, bulunduğu yerden çekilmekten hiç tereddüt etmiyor olması. Bollore, Liberation’un (günlük Fransız gazete) sermayasine ortak olmak için aday oldu. Televizyon ve gazetesi olan bir medya dalı kurma projesi var. Roussin, Fransafrika’nın en etkin örneği, şahsi ekonomik çıkarlarıyla, haberalma (istihbarat) teşkilatlarını ve orduyu birbirine karıştıran biri. Medef’in (Fransız patron örgütü), Afrika-Karaip bölgesinin görevlisi, Bollore’ye danışmanlık yapıyor bugün.

CFAO
Eski sömürge tezgâhı olarak, yüz yıldan beri Afrika kıtasında bulunuyor. Silgisinden makina ve arabaya kadar birçok şey satıyor. Stratejisi, 1997’den bu yana, Frank bölgesinin sınırlarını aşıyor: Magrip’e ve Anglofon Arika’ya uzandı, satışları yüzde 66’ya çıktı. Hedefi, telekomünikasyon ve bilgi-işlem sektörleri.

CASTEL GRUBU
Nerede olursanız olun, Etiyopya’dan Tunus’a, Frankofon Afrika’nın 16 ülkesinden birinde, bir bira istediğinizde, bir Castel içiyorsunuz ya da diğer ulusal markalarından birini. Şarap, Coca-Cola veya Orangina tercih ediyorsanız da, yine Castel’in müşterisi olursunuz.

DAGRİS
Kamu sermayeli olan bu şirket, 1948’dan bu yana “Fransız” pamuğunu kontrol ediyor, başka bir deyişle, Burkina, Senegal, Gambiya, Togo, Zimbabve, Madagaskar, Fas ve Cezayir’in de aralarında bulunduğu yirmi ülkede üretilen pamuğu konntrol ediyor. Şimdiki müdürü, Afrika’daki şirketlerin özelleştirilmesi sürecini ve bunların kontrolünü ele almak (çoğunluğu almak) için düğmeye bastı. Bir anlamıyla şöyle diyebiliriz: “French cotton belt” (Fransız pamuk kuşağı).

TOTAL
Dünya çapındaki bu dördüncü petrol ve gaz grubu da, kazancının üçte birini Afrika’da elde ediyor. Birleşme ve isim değişikliğinden önce, Elf, “Devletler içinde devlet” idi. Fransafrika’nın babalarının da şahitlik yaptığı gibi, yolsuzluk, kaçakçılık ve politikaya karıştı. Anglosakson şirketlerinin Çad, Gine, Angola’daki çıkışları, Birleşik Devletler emperyalizminin kıtaya yerleşme ve petrol sahalarının kontrolünü ele alma isteğini gösteriyor.

SOCİETE GENERAL
Kamerun, Fildişi, Sengal bankacılık sektörünü ve Gana, Tunus, Fas bankacılık sektörünün bir kısmını kontrol eden en büyük Fransız bankalarından biri. Frank bölgesinde ve Magrip’te en büyük banka durumunda ve durmadan yayılıyor. 2002’de 7,5 milyar dolar bilançosuyla, 503 milyon dolar kâr sağladı.

***
“Fransafrika”ya son verilmesi, neo-sömürgeci antlaşmaların iptali, Fransız askeri üslerinin kaldırılması, borçların hiçbir koşul olmadan iptali ve ilerici, ulusal ve sosyal haraketlere destek talepleri, PCOF’nin (Fransa İşçileri Komünist Partisi) Ocak 2004’te kabul ettiği, Halkçı ve Demokratik Bir Alternatif İçin, Tekellere Karşı Birlik ve Halklarla Dayanışma Programı’nın önemli talepleridir. Fransız emperyalizminin kendi egemenlik bölgesindeki varlığına karşı mücadele de bu anlama geliyor.
*Fransız ordusu Fildişi’nden defol!
*Fransafrika, yağma, rüşvet ve zulümdür!
*Borç öldürür, borçlar iptal edilsin!
Afrika halkalarıyla dayanışmayı yükseltelim!

Sovyet Hukuku

HUKUK MESELESİ

-Hakkım hukukum var benim!
Diye diretiyordu adamcağız
Yaklaşıp sordu B:
-Mülkünüz ne kadar beyim? *

Ülkemizde Marksizm-Leninizmin temel teorik eserlerinin önemli bir kısmı Türkçe olarak yayınlanmışken; sosyalizm deneyi ve SSCB’deki kırk yıllık sosyalizm uygulaması hakkında Türkçe kaynak sayısı yok denecek kadar sınırlıdır.
Türkiyeli ilericiler ve hatta Marksistler, SSCB’deki sistem ve sosyalizm uygulaması hakkında daha çok sosyalizm düşmanlarınca yazılmış kitap ve diğer kaynaklardan bilgi sahibi olmuşlardır. Hatta, böyle bir bilgilenme sonucu, pek çok devrimci, sosyalizm aleyhine anlatılan uygulama ile ilgili hikayeleri, sosyalizmin pratiği gibi benimsemiş ve savunagelmiştir.
Sosyalist ülkelerde ve özel olarak SSCB’de hukuk pratiği ise, diğer alanlardan daha az bilinen bir alandır. SSCB’de hukuk denince ilk akla gelen, rejim muhaliflerinin “göstermelik” yargılanmaları ve “Gulag Takımadaları” olabilmektedir. Ama, burjuvazinin bu alçakça propagandası, bu propagandaya inanmaya dünden hazır kişiler dışında, sosyalistleri tatmin etmez. Gerçek sosyalistler, işçi sınıfı devrimcileri ise, “yüz milyonlarca insanın yaşadığı sosyalist ülkelerde, yıllarca, toplumsal ilişkileri düzenleyen hukuk kurallarının neler olduğu”nu iyi bilirler.
*
Henüz proletarya bir devrim ile iktidarı ele geçirmeden ve proletarya diktatörlüğünü kurmadan, bu diktatörlüğün hukukunu yaratmak mümkün değildir.
Dolayısıyla başta Marks, Engels ve Lenin olmak üzere Marksistler, “sosyalizm kurulduktan sonra nasıl bir hukuk sistemi kurulmalıdır” gibi bir soruyu tartışmaya gerek duymamışlar, proletarya diktatörlüğü koşullarında, üretim araçlarının toplumsallaştırıldığı bir sistemde, buna uygun bir hukuk sisteminin kurulacağını yinelemekle yetinmişlerdir. Bu nedenle, bugün burjuva hukuk ile sosyalist hukuku karşılaştırmak için, genel ilkelerin ötesinde, sosyalist ülkelerdeki hukuk uygulamaları ile mevcut burjuva hukuk sistemlerini karşılaştırmaktan başka bir yol yoktur.

HUKUK BİR ÜST YAPI KURUMUDUR
İnsanların maddi yaşamlarını, toplumsal ilişkilerini belirleyen, onların bilinçleri olmayıp, tam tersine, insanların bilinçlerini şartlandırıp belirleyen, onların maddi yaşamlarıdır, toplumsal ilişkileridir. İnsanlar, içinde yaşadıkları maddi çevreye, toplumsal üretim modeline, ekonomik alt yapıya denk düşen bir biçimde düşünürler. Marksizmin çok bilinen temel tezlerinden biri olan yukarıdaki yaklaşımdan çıkarak kestirebileceğimiz gibi, üst yapı kurumları, kendiliğinden, tek başlarına toplumsal sistemi belirleyemez. Marks, Engels çağdaşları ile giriştikleri tartışmaların çoğunda yukarıdaki tezi çeşitli örneklerle tartışarak, ahlak üzerine, ebedi adalet ve hukuk üzerine toplumsal kurtuluş projeleri ortaya atan düşünürleri yanıtlamışlardır.
Hukuk kurumunun oluşmasını Engels aşağıdaki gibi anlatıyor:
“Toplumun gelişmesinin çok ilkel, belirli bir aşamasında herkesin ortak üretim ve değişim koşullarına bağlı kılınmasını sağlamak ve ürünlerin, her gün yinelenen üretim, dağıtım ve değişim işlemlerini ortak bir kural altında toplamak gereği duyulmuştur. Başlangıçta adet olan bu kural kısa zamanda yasa haline gelmektedir. Yasa ile birlikte, onun korunmasıyla yükümlü organlar –kamu yetkesi, devlet– zorunlu olarak doğar. Daha ileri toplumsal gelişme ile, bu yasalar oldukça geniş kapsamlı bir yasal sistem haline dönüşmektedir. Bu yasal sistem daha karışık hale geldikçe, ifade biçimi, toplumun olağan ekonomik yaşam koşullarının dile getirildiği ifade biçiminden uzaklaşmaktadır. O, varlık nedenini ve daha ileri evriminin gerçekleşmesini ekonomik ilişkilerden değil, ama kendi iç dayanaklarından, ya da isterseniz ‘irade kavramı’ndan alan bağımsız bir unsur gibi görünmektedir. İnsanlar kendilerinin hayvanlar dünyasından geldiklerini unuttukları gibi, haklarının kendi ekonomik yaşam koşullarından geldiğini de unutmaktadır. Yasal sistemin karışık, geniş kapsamlı bir bütün haline gelişmesiyle, yeni bir toplumsal işbölümü zorunlu hale gelir; bir profesyonel hukukçular örgütü gelişir ve bunlarla hukuk bilimi oluşmaya başlar. Bu bilim, daha sonraki gelişiminde, çeşitli halkların ve çeşitli zamanların yasal sistemlerini, belli ekonomik ilişkilerin bir yansıması olarak değil, ama varlık nedenlerini bizzat kendilerinde bulan sistemler olarak kıyaslar. Kıyaslama, ortak noktalar varsaymakta, ve bunlar, bütün bu yasal sistemlerde aşağı yukarı ortak olan şeyleri toplayan ve bunu doğal hak olarak adlandıran hukukçular tarafından bulunmaktadır. Ve neyin doğal hak olup, neyin olmadığını ölçmek için kullanılan birim, bizzat hakkın en soyut ifadesi olan, adalettir. Dolayısıyla, bundan böyle, hakkın gelişmesi, hukukçular için ve her konuda onların sözüne güvenenler için, insan koşullarını, yasal terimlerle ifade edildiği sürece, adaleti, sonsuz adalet idealine daha da yaklaştırma çabasından başka bir şey değildir. Ve her zaman için bu adalet, bazen tutucu, bazen devrimci açıdan, mevcut ekonomik ilişkilerin ideolojileştirilmiş, yüceltilmiş ifadesinden başka bir şey olmamıştır. Yunan ve Romalıların adaleti, köleliği haklı sayıyordu; 1789 burjuvasının adaleti, feodalizmin haksız olduğu gerekçesiyle ortadan kaldırılmasını talep ediyordu. Prusyalı junker (toprak sahibi) için bölgelerin örgütlenmesi bile (toprak reformu) ne kadar acınası olursa olsun, sonsuz adaletin çiğnenmesidir. Dolayısıyla, sonsuz adalet kavramı, yalnızca zaman ve yere göre değil, ilgili kişiye göre de değişmekte, ve Mülberger’in doğru olarak ‘herkes farklı bir şey anlıyor’ dediği şeyler arasına girmektedir.”(1)
Örneğin, bugün, AB’ne girmek isteyen ülkelere dayatılan AB müktesebatı ve AB Anayasası’nda billurlaşan hukuk sistemi; Avrupalı tekellerin ihtiyaçlarını karşılamaktadır. İşçi sınıfının yüz yıllık mücadelesi ve hemen yanı başında devasa bir işçi devletinin, SSCB’nin varlığı, Avrupa’ya “sosyal devlet”i ve onun hukuk sistemini dayatmış; sosyalizmin geçici yenilgisi ve SSCB’nin dağılmasından sonra, “sosyal devlet”in bütün kurumları AB mevzuatından ayıklanmaya başlanmıştır. İşgünü süreleriyle emeklilik süresinin uzatılması, işsizlik parası ve sosyal yardım paralarının düşürülmesi, eğitim ve sağlığın giderek paralı hale getirilmesi, yukarıdaki siyasi ve ekonomik gelişmelerle açıklanamaz ise, nasıl açıklanabilir? Saf hukuk ve adalet savunucularına inanırsak, toplumlar özgürlük ve adalette daima ileriye gitmelidir; oysa, tarihte bu alanlarda yaşanan çok sayıda ileri ve geri gidiş-gelişlerin yanı sıra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden elli yıl sonra hazırlanan AB Anayasası’nın, Sözleşme’den, özgürlükler açısından daha ileri olmaması, güncel örneklerden biridir. 11 Eylül olayından sonra, başta ABD ve Avrupa olmak üzere, tüm burjuva sistemlerde özgürlükleri kısıtlayıcı düzenlemelere gidilmesi de, Engels’in sözlerini günümüzde doğrulamaktadır.
Marks ve Engels pek çok eserlerinde hukuk ve dinin bir üst yapı kurumu olduğunu vurgulamışlardır. Örneğin, Komünist Manifesto’da:
“İnsanların tasarımlarının, görüşlerinin ve kavramlarının, sözün özü, onların bilinçlerinin, kendi toplumsal yaşam ilişkileriyle, toplumsal varlıklarıyla birlikte değiştiğini kavramak için çok derin bir sezgiye gerek var mıdır?
“Düşünce tarihi, düşünsel üretimin maddi üretim değiştikçe başkalaştığı olgusu dışında neyi kanıtlar? Her çağın egemen düşüncesi, o çağın egemen sınıfının düşüncesi değil de nedir?
“İnsanlar, toplumda devrimci atılımlara yol açan düşüncelerden söz ettiklerinde salt şu gerçekliği dile getirirler: Eski toplumun bağrında yeni toplumun tomurcukları oluşturulmuş, eski toplumsal yaşam ilişkilerinin çözülüp dağılması ile birlikte, eski düşünceler de etkinliklerini yitirmişlerdir.
“Eski dünya son demlerini yaşarken, eski dinler de Hıristiyanlık tarafından alt ediliyordu. On sekizinci yüzyılda, bu kez de Hıristiyanlık düşünceleri akılcı düşünceler tarafından alt edildiğinde, feodal toplum, o dönemde devrimci nitelik taşıyan burjuvazi karşısında bir ölüm kalım savaşı vermekteydi. Vicdan ve din özgürlüğüne ilişkin düşünceler de, aslında salt serbest rekabetin düşünce alanındaki görüntülerinden ibarettir.”(2)

“Düşünceleriniz, görüşleriniz, burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ürünleridir. Tıpkı hukukunuzun kendi sınıfınızın yasa katına çıkarılmış bir iradesi oluşu gibi. Bu öyle bir iradedir ki, içeriği de, yine kendi sınıfınızın maddi, ekonomik yaşam koşullarınca saptanır.”3
Mevcut hukuk sisteminin burjuvazinin çıkarlarına göre şekillenmesinin en gözalıcı örnekleri, özellikle uluslararası hukuk alanından verilebilir. Örneğin, Birleşmiş Milletler Örgütü kurallarına ya da uluslararası hukuka göre, devletlerin birbirlerine karşı güç kullanması yasaktır. Bir devlet başka bir devletin ülkesini işgal edemez. Ama, Birleşmiş Milletler Örgütü kurulduğundan bu yana yüzlerce işgal ve güç kullanma yaşamıştır dünya. ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgali yasalara uygun görülür ya da uydurulur, ama, Suriye’nin Lübnan’da asker bulundurması BM kurallarının ağır ihlalidir!
İnsan hakları alanında da, burjuvazi, hukuk alanında uygulamada hem çifte standartlı davranmış, hem de insan hakları hukukunu işine geldiği gibi uygulamıştır. Fransız, İngiliz ve Amerikan devrimleri sırasında burjuvazinin bayrağına yazılmış haklar sömürge halklarına uygulanmamıştır. Tıpkı şimdi ABD’de yürürlükte olan gözaltı, tutuklama, adil yargılama vb. yasal düzenlemelerle ABD vatandaşlarına uygulanan hakların Guantama’da, hatta ülke içinde yabancılara uygulanmaması gibi.
Yine, İnsan Hakları beyannamesi’nde yazılı olan ve yazılmasında SSCB’nin de büyük katkısı ve etkisi bulunan haklar, uygulamada sık sık yok sayılmışlardır. İnsan Hakları beyannamesini imzalayan devletler (örneğin Türkiye, Şili, Arjantin, Yunanistan vb.), darbeler döneminde beyannamedeki hakları askıya aldıklarını ilan edebilmişlerdir. Ya da 11 Eylül sonrası ABD ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde hak ve özgürlüklerde kısıtlamaya gidilmiştir.
Marx, Alman İdeolojisi’nde ise, bir yabancılaşma kurumu olarak hukuku ve profesyonel hukukçuluğu şöyle anlatır:
“Toplumdaki işbölümü çerçevesinde, toplumsal üretim ilişkileri bireylere karşı özerk bir güç kazanırlar. Bu arada, söz konusu ilişkilerin bireylerce büyülü güçler olarak görülmesi, bu güçlerin yansıttıkları gerçek ve somut ilişkilerin bağımsızlaştırılmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bunun yanı sıra, söz konusu soyut güçler, olağan bilinçte özel bir yürürlük de kazanırlar. Bu işi kotaran da politikacılar ve hukukçular olur. Onlar, işbölümü dolayısıyla bu kavramların bilinmezliğine, gizemine muhtaçtırlar. Ve onlar, bütün mülkiyet ilişkilerinin gerçek temelini hep bu kavramlarda görürler. Yoksa üretim ilişkilerinde değil.”(4)
Hukukun halk tarafından kolayca anlaşılamayan özel literatürü, karmakarışık ve bir hukukçunun yardımı olmadan içinden çıkılması güç usul işlemleri, burjuvazi için gereklidir. Halka yabancı, halkın üstünde, gizemli, ulvi yasalar ve törensel yargılamalar, halkın bu sisteme boyun eğmesine yardımcı olmaktadır. Avrupa’da ve pek çok ülkede krallıklar sona ermiş, yönetici sınıflar yöneticilere özgü kıyafetlerini terk etmiş ve güya görünüş olarak halk ile yöneticiler aynılaşmışken; yargıçların, avukatların hâlâ özel kıyafetler giymesi, cüppeler, peruklar, dik yakalar, yaldızlı işaretler takınması bunun içindir. 
Burjuva toplumlarında hukuk kurumunun devasa boyutu, hukuk fakülteleri, binlerce kütüphaneyi dolduran hukuk kitapları düşünüldüğünde, Marks’ın yukarıdaki sözlerinin önemi daha iyi anlaşılmaktadır.
Belirtildiği gibi; Marksistler ise, sosyalist toplumdaki hukuka ait öngörülerini, sosyalist toplumun üretim ilişkileri ile bağlantılı olarak dile getirirler. Özel mülkiyetin olmadığı sosyalist toplumda ahlak ve ahlaki değer yargılarının –kuşkusuz buradan hukukun da– nasıl farklılaşacağını, ahlak ve hukukun göreceliğini Engels aşağıdaki gibi örneklemiştir:
“Çağdaş toplumun, feodal soyluluk, burjuvazi ve proletaryadan oluşan üç sınıfından her birinin kendine özgü bir ahlak anlayışına sahip bulunduğu olgusundan şu sonuç çıkar: İnsanlar, bilinçli ya da bilinçsiz yoldan, ahlak anlayışlarını, son toplamda, sınıfsal konumlarının kaynaklandığı pratik ilişkilerden, eş değişle, üzerinde üretim ve değiş tokuşta bulundukları ekonomik ilişkilerden türetirler.
“Taşınır mallar üzerinde özel mülkiyetin gelişmesinden başlayarak, bu mülkiyetin hüküm sürdüğü toplumların tümünde ‘hırsızlık etmeyeceksin’ yolunda bir ortak ahlak buyruğunun yürürlüğü gerekiyordu. Ama bu olgu, asla, sözü geçen buyruğun ölümsüz bir ahlak buyruğu oluşturduğu anlamına gelmez. Nitekim, hırsızlığa itici güdülerin ortadan kaldırıldığı, bu nedenle de hırsızlık suçlarının ancak ruh hastaları tarafından işlendiği bir toplumda, ‘hırsızlık etmeyeceksin’ yollu bir ölümsüz buyruğu pür ciddiyet ilan etmek isteyen bir ahlak vaizine kim bilir ne kadar gülünür.”(5)
Hırsızlık, gasp gibi ekonomik suçların, işsizlik sorununu çözmüş, herkese konut, iş, parasız sağlık ve parasız eğitim hizmeti veren sosyalist toplumlarda hemen yok denecek kadar azalmasının* yanı sıra; günümüzde, hukukun en karmaşık dalı olan ve sonsuza kadar daha da karmaşıklaşarak süreceği sanılan ticaret hukuku, bankacılık hukuku, borçlar hukuku, miras hukuku, kira hukuku vb. pek çok hukuksal alanın ve bu alanlarda görev yapan mahkemelerin, tapu kadastro dairelerinin, emlakçıların sosyalist toplumda giderek ortadan kalkacağını, bugün pek çoğumuz hayal etmekte bile zorlanıyoruz.
Ama, bankacılık ve ticaretin devlet eliyle yürütüldüğü, emlak alım satımının sona erdiği ve yerel yönetimlerin herkese bir konut bulmak zorunda olduğu, ticaretin kolhoz ve solhoz köylülerinin bahçelerine ektiği kısıtlı sayıda sebze ve süt gibi basit malların satışı ile sınırlı kaldığı, miras hakkının belirli bir geçiş dönemi için ve kısıtlı olarak tanındığı SSCB’de bu kurumlar ortadan kalkmış ya da çok basit bir-iki işlemle sınırlı çerçevede çalışarak ortadan kalkmaya doğru ilerlemiştir.
Ve Marksistler, zor ile birlikte, hukukun devlet kurumu içindeki rolüne özel bir vurgu yapmışlardır.
“Bireylerin, asla kendi iradelerine bağlı olmayan maddi yaşamları, birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen üretim biçimleri ve alış-veriş biçimleri, devletin gerçek temelidir ve bireylerin iradesinden tüm bağımsız olarak, işbölümü ile özel mülkiyet gerekliliğini sürdürdükçe, her basamakta da böyle kalır. Bu fiili ilişkiler asla devlet iktidarınca yaratılmış değildir. Tersine, devlet iktidarını yaratan, bu ilişkilerdir. Ve işte bu ilişkiler çerçevesinde topluma egemen olan bireyler, iktidarlarını devlet kılığında billurlaştırmak zorundadır. Fakat onlar, ayrıca, bu belirli ilişkilerce şartlandırılıp belirlenmiş iradelerini de, devlet iradesi diye, yasa olarak, genel bir biçimde açığa vurmalıdırlar. Bu öyle bir açığa vurmadır ki, içeriği, özel hukukun ve ceza hukukunun da apaçık kanıtladığı gibi, her zaman, söz konusu egemen sınıfın kendi ilişkilerince belirlenir.”(6)
Lenin Devlet ve İhtilal isimli kitabında; devlet, hukuk ve demokrasi konularında Marksizmin temel tezlerini özetlemiş ve 1917 Ekim Devrimi’nden sonra kurulan proletarya diktatörlüğünün özü ve biçiminin teorik temellerini atmıştır.
“Üretim araçları, daha şimdiden, artık bireylerin özel mülkiyetinde değildir. Tüm toplumun malıdır. Toplumsal bakımdan gerekli çalışmanın belirli bir parçasını tamamlayan her toplum üyesi, toplumdan, sağladığı çalışmanın niceliğini gösteren bir bono alır. Bu bono ile, kamusal tüketim nesneleri mağazalarından, çalışmasına denk düşen bir nicelikte ürün alma hakkını elde eder. Sonuç olarak, toplumsal fona ödenen çalışma tutarı çıktıktan sonra, her işçi, toplumdan, ona vermiş olduğu kadarını alır.
“‘Eşitlik’in egemenliği denebilir buna.
“Ama (çoğunlukla sosyalizm denilen ve Marx’ın komünizmin birinci evresi adını verdiği) bu toplumsal düzenden söz eden Lassalle, bu düzende ‘hakkaniyetli bölüşüm’, ‘eşit emek ürünü üzerinde herkesin eşit hakkı’ olduğunu söylerken yanılır ve Marx bu yanılmanın nedenini açıklar.
“Marx, ‘eşit hak’ der; gerçekten, burada eşit hak vardır; ama burada söz konusu olan şey, henüz ‘burjuva hukuku’dur. Her hukuk gibi, eşitsizliği öngerektiren burjuva hukuku. Her hukuk, farklı insanlara, tek bir kuralın uygulanmasına dayanır. Bundan ötürü, eşit hak, aslında eşitliğe bir saldırı, bir adaletsizlik demektir. Gerçekte, herkes toplumsal üründen, kendisi tarafından sağlanan toplumsal çalışmanın eşit bir parçası için (yukarıda belirtilen çıkarmalarla) eşit bir pay alır.
“Oysa, bireyler birbirine eşit değildir: biri daha güçlü, öteki daha güçsüzdür; biri evli, öteki değildir; birinin çocuğu çok, ötekinin azdır vb…
“…‘Emek eşitliğinde ve dolayısıyla toplumsal tüketim fonuna katılma eşitliğinde, demek ki, biri gerçekte ötekinden çok alır, biri ötekinden daha zengindir vb.’.. Bütün bu sakıncalardan kaçınmak için, ‘hakkın eşit değil, eşitsiz olması gerekirdi’ diye bağlar Marx.
“Öyleyse komünizmin ilk evresi, adalet ve eşitliği gerçekleştirmez; zenginlik bakımından insanlar arasındaki farklılıklar, hem de haksız farklılıklar sürecektir; ama insanın insan tarafından sömürülmesi de olanaksız olacaktır, çünkü üretim araçları, yani fabrikalar, makineler, toprak vb. üzerinde özel mülkiyet olarak, egemenlik kurulamayacaktır….
“Marx, yalnızca insanlar arasındaki kaçınılmaz eşitsizliği değil, üretim araçlarının tüm toplumun ortak mülkü haline dönüşümünün (sözcüğün alışılmış anlamında ‘sosyalizm’in) tek başına bölüşümdeki kusurları, ve, ürünler ‘emeğe göre’ dağıtıldığına göre, egemen olmakta devam eden ‘burjuva hukuku’nun eşitsizliğini ortadan kaldırmayacağı gerçeğini de, sıkı sıkıya hesaba katar.
“…‘Ama, diye sürdürür Marx, bu kusurlar, uzun ve sancılı bir doğum döneminden sonra, kapitalist toplumdan henüz çıkmış bulunduğu biçimiyle, komünist toplumun birinci evresinde kaçınılmaz şeylerdir. Hukuk, ekonomik durum ve ona karşılık düşen uygarlık derecesinden hiçbir zaman daha yüksek olamaz…
“Demek ki, komünist toplumun (genellikle sosyalizm adı verilen) birinci evresinde, ‘burjuva hukuku’ tamamen değil, ancak kısmen, ancak ekonomik devrimin yapılmış bulunduğu ölçüde, yani ancak üretim araçlarıyla ilgili olarak yürürlükten kaldırılmıştır. ‘Burjuva hukuku’, bireylerin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetini tanıyordu. Sosyalizm üretim araçlarını ortaklaşa bir mülkiyet haline getirir. İşte bu ölçüde, ama ancak bu ölçüde ‘burjuva hukuku’ yürürlükten kaldırılmış olur.
“Ama bunun dışında, ürünlerin bölüşümü ve çalışmanın toplum üyeleri arasındaki dağılımının düzenleyicisi olmak bakımından (burjuva hukuku) yürürlükte kalır.”(6)
Burjuva hukuku, sosyalizmde –komünizmin ikinci evresine kadar– yaşamını sürdürür.

SSCB’DE HUKUK
Ekim Devrimi’nden sonra, SSCB’de, yukarıda aktardığımız tezler doğrultusunda bir devlet ve hukuk sistemi inşa edilmiştir.
Devrimden sonra, Lenin, yasama ve yürütme organları arasında, devrimci rejimin birliğini ve yeteneğini tehdit eden herhangi bir ayrılığı reddetmiştir. Tüm iktidar yetkesinin, yasama ve yürütmenin soydan gelmelikle ve keyfi olarak tek elde toplandığı feodalizmden burjuva devletine geçişte ortaya çıkan (burjuva iktidarı pekiştikten sonra, ayrı gibi görünen kurumların hepsi de, burjuvazinin iktidarı için tek bir kurum gibi çalışmaya başlamıştır) kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun kurumlar; yasama (meclis), yargı (mahkemeler) ve yürütme (hükümet ve idare); SSCB’de, tamamen teknik görevlerin yerine getirilmesi için ayrı olarak örgütlenmiştir.
Ekim Devrimi’nden sonra, sosyalist hukukun iki ana dalı olarak Aile Hukuku ve İş Hukuku kabul edildi. Ceza hukuku, ekonomik koşulların değişmesiyle suç işlemenin azalacağı ve ceza yaptırımının da gereksiz kalacağı düşüncesiyle, geçici bir alan olarak ele alındı.
Aile hukuku konusunda 1918, 1922 ve 1926 yıllarında yasal düzenlemelere gidildi. Evlenme, kilisenin denetiminden çıkarıldı. Kadın ve erkeğin iradesinin evlilik için yeterli olduğu düzenlemeler getirildi. Her iki taraf boşanmak istediği zaman, son derece basit bir yargısal işlemle boşanma gerçekleşiyordu. Taraflardan biri boşanmak istemez ise, dava açılıyordu.
Evlenen çiftler, ister kadının, isterse erkeğin ya da her iki tarafın kabul ettiği ortak bir soyadını alabiliyordu. Evlilik içi ve evlilik dışı çocuklar arasında tam eşitlik sağlanmıştı.
SSCB’de aile hukuku alanında kadınların lehine getirilen düzenlemelere, bırakalım o günleri, hâlâ, bugün de burjuva hukukunda ulaşılamamıştır. Bugün, ülkemizde yeniden düzenlenen aile hukuku alanında kadınların yükselen itirazları, seksen sene önce, SSCB’de karşılanmıştı.
1918 yılında yürürlüğe giren iş yasasında ise, çalışma süresi, tatil süreleri, asgari ücretler, sendikal ilkeler vb. tespit edildi. Bu yıllarda çalışmanın bir hak olduğu kabul ediliyor, devlet herkese mutlaka bir iş buluyor, devrimin ilk yıllarında iş bulunamadığı koşullarda , İşsizlik Yardımı Dairesi işsiz emekçiye belirli bir ücret ödüyordu.
Ceza hukuku alanında, ilk anda, halk tarafından seçilen yargıçlardan oluşan mahkemeler kuruldu, ayrıca karşı devrimcileri yargılamak için devrim mahkemeleri oluşturuldu.
Mahkemeler “davanın durumuna ve ihtilalci bilince” göre karar veriyorlardı. Ceza yasasında yer alan suçlar listesine; kamu düzenini rahatsız etme, hırsızlık ve karaborsacılık vb. suçları eklendi. 18 yaşından küçüklerle ilgili ceza hükümlerinin kaldırılması, karşıdevrimci propagandayı engellemek için, içinde gazetecilerin yer aldığı mahkemeler kurulması gibi uygulamalar gündeme geldi.
Ceza mahkemelerinin verdiği kararlara karşı temyiz mahkemelerine itiraz edilebiliyordu. Temyiz mahkemesi çeşitli konularda içtihat oluşturuyor, bazen de dosyayı yasama organına gönderip, bu organın dava konusunda bir yasal düzenleme yapmasını istiyordu. Bu şekilde ceza hukuku alanında bir kodifikasyona gidildi.
Yargıçlar, medeni haklardan yoksun olmayan (yani kapitalist ve soylu sınıfların üyesi olmayan) işçi hareketi içindeki organizatörler ve hukuk alanı veya her iki alanda tecrübeliler içinden seçiliyordu. Seçilen yargıçlar, daha çok profesyonel devrimciler ve işçi sendikalarının yöneticileri ve meslekten hukukçular içinden oluyordu. 1918 Eylülü’ne kadar ceza hukuku alanında 40 usul yasası, 69 ceza yasası yürürlükteydi. Bunların dışında, yargıçlar, yasal boşlukları kararları ile dolduruyordu.
Sovyet hukukunda, daha ilk günden, uygulamada biçimsel yaklaşımlar reddedilmiştir. Bir kişinin biçimsel bir takım kurallar nedeniyle aklanması ya da mahkum edilmesine izin verilmemiştir. Savcılık kurumu da daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır.
Sovyetlerin ilk döneminde siyasi olmayan suçlarda daha yumuşak davranıldı. İlk yargılamaların toplamının yüzde 35’i hapis (ki, bunların beşte dördü iyi hal uygulamasına tabi tutulmuştu), yüzde 8’i sosyal hizmetlerde çalışma, yüzde 4’ü para cezası, yüzde 10’u uyarma, kınama vb. cezalar ve geri kalanı beraat idi. Hapis cezalarının dörtte üçü hırsızlık vb., dörtte biri ise karaborsacılık suçlarına verilmişti.
1919 ve 1922 yılında yapılan düzenlemelerde “Ceza, gereğine uygun olarak ve suçluya gereğinden fazla eziyet vermeyecek ve haysiyetini kırmayacak şekilde sınırlanmalıdır.” ilkesi getirildi. Sovyet ceza hukukunda, “sınıflı toplumlarda suçun kaynağı suçlunun kişiliğinde değil, fakat toplumun sosyal yapısında bulunur” anlayışı ile hareket edildi. Ücretinin bir kısmını ceza olarak ödeme, akşam derslerine devam etme, bir sosyal hizmette çalışma, bir kamu hizmetinde çalışmanın yasaklanması, bir meslekten atma vb. türü cezalar uygulandı.
1917 yılında miras hakkı kaldırıldı. Daha sonra, 1918 ve 1922 değişikliklerinde, “kaldırılma” yerine kısıtlama getirildi. Vasiyete izin verilmedi. Ölenin mirasçıları, çalışamayacak durumda iseler, ölenin ev eşyalarını ve 10 bin rubleyi geçmeyen parasını alabiliyorlardı.
Sovyet hukukunun temelleri savaş komünizmi döneminde atıldı. NEP döneminde ise, başta Medeni Yasa olmak üzere, pek çok yasal düzenleme gerçekleştirildi.
***
Sosyalist hukuk, halka daha başarılı ve daha iyi hizmet edebilmek için, halka bağlı ve halka açık bir hukuk yargılamasının varlığını gerektirir.
Bu yargı sisteminde:
– Yargıçlar belirli süreler için halk tarafından seçilirler ve istendiği zaman yine halk tarafından görevden alınabilirler.
– Halk mahkemeleri üyeleri yargısal kararlara serbestçe katılabilirler.
– Hukuk yargılaması biçimsellikten uzaklaştırılmış; sözlülük, basitlik ve yanlış usuli işlemlerin mahkemenin uyarısı ile düzeltilebilmesi gibi demokratik yöntemler benimsenmiştir..
– Avukatlık hizmetleri sosyalleştirilir.
Avukatlık hizmetlerinin sosyalleşmesi şöyledir:
Avukatlar hukuksal yardım bürolarında birleştirilir. Her bir adli bölgede yeterli sayıda avukatı barındıran hukuksal yardım bürosu bulunur ( Devrimin ilk yıllarında hukuki yardım bürosu olarak kurulan yapı, ileriki yıllarda baro olarak anılmıştır). Avukatlar ancak bu büroların üyesi olarak avukatlık yapabilir. Büroya başvuran kişinin başvurusu büro başkanı (sekreteri) tarafından kabul edilir ve bürodan bir avukat görevlendirilir. Vekil eden bürodan istediği avukatı seçme hakkına sahiptir.
Avukatlık hizmeti karşılığında vekalet ücreti hukuksal yardım bürosuna ödenir (ileriki aşamalarda avukatlar ücretlerini devletten almış, bir nevi, ücreti devlet tarafından ödenen avukatların davalara katıldığı zorunlu müdafiilik sistemine geçilmiştir). Büro her avukata devlet tarafından belirlenmiş ücreti öder. Avukat ile müvekkili arasında parasal bir ilişki söz konusu olmaz.
Hukuksal yardım bürolarınca oluşturulmuş bir fondan karşılanmak üzere, her avukata asgari bir ücret garantisi devlet tarafından sağlanmıştır. Yine, avukatlık ücreti ödeyemeyecek bir kişiye de bürodan avukat atanır.
Sosyalist hukuk sisteminde tarafların sahip bulunduğu sosyal haklar şunlardır:
– Biçimsel olmayan, hızlı ve ucuz hukuksal koruma.
– Maddi durumu uygun olmayanlara adli yardım ve birçok uyuşmazlıkta mahkeme giderlerinden muaf tutulma.
– Mahkemelerde kullanılan resmi dilin bilinmemesi halinde her isteyene tercüman sağlanması ve tercüman aracılığıyla davanın yürümesi.
– Yargılama sürecine tarafların aktif katılımının sağlanması, mahkemenin taraflara haklarını savunmada yardımcı olması vs.
Sosyalist hukuk sisteminde yargılama açık (aleni) ve sözlüdür. Sözlülük ilkesi, açıklık ilkesini kuvvetlendiren bir husustur.
Taraflar, yargılama sürecinde, istedikleri zaman yanlışlarını düzeltebilirler. Taraflar yanlış usul işlemi yaptıklarının farkına varmasalar bile, mahkeme yanlış yapan tarafa yanlışını bildirir.
Sosyalist hukukta bir üst mahkemeye müracaat için gerekçe göstermek şart değildir. Karardan memnun olmadığını bildirmek yeterlidir.
Sosyalist hukukta mahkemeler muvazaalı (danışıklı) davalara izin vermez.
Yalan tanıklık, sahte delil vb. gibi yargıyı sakatlayan girişimlere karşı sert yaptırımlar uygulanır.
Sosyalist hukukta mahkemeler objektif gerçekliği araştırır. Yani, tarafların sunduğu delillere bağlı kalmaz. Mahkemeler objektif gerçekliğe ulaşmak için kendiliğinden delil toplama ve diğer işlemleri yapmakla yükümlüdür.
***
SSCB’de otuzlu yıllarda hukuk sistemi oturmuş ve çağının en ileri hukuk sistemi haline gelmiştir. Bu dönemde, Sovyet hukukçuları içinde büyük bir tartışma yaşanmıştır. Stucka, Kursky, Krylenko, Akulov ve Pasukanis gibi isimlerin başını çektiği revizyonist “meta mübadelesi okulu” Engels’in Anti-Duhring’te –komünizmin ikinci evresini kast ederek– üzerinde durduğu, “işçi sınıfı, devlet iktidarını ele geçirir ve ilk elde üretim araçlarını devlet mülkiyetine dönüştürür…İnsanların yönetiminin yerini, şeylerin ve üretim sürecinin yönetimi alır. Devlet, ortadan kaldırılmaz, devlet sönümlenir” saptamasından yola çıkarak, sosyalist devletin ihtiyaçlarına uygun bir hukuk yaratma ve bunun teorisini yapma yerine, hukukunun sönümlenmesi teorisini yapmışlar (8) ve tasfiye edilmişlerdir. Komünist Akademi’de etkili olan bu okul, “kıyas hukuku” sistemini, yani mahkemelerin, bir başka mahkeme kararını esas alarak, herhangi bir yasal düzenlemeye gerek olmadan, karar vermesini savunuyordu. Stalin ve Komünist Parti, dört tarafı düşmanla çevrilmiş ve sürekli saldırıya uğrayan SSCB’de, –belirli mesafeler alınmış olsa da– tamamlanmakta olan sosyalizmin birinci aşamasında henüz devletin sönümlenmekten uzak olduğunu, düşmanları ezecek güçlü bir devlete hâlâ ihtiyaç olduğunu ve böyle bir devlette hukuk sisteminin de olması gerektiğini vurgulamıştır. Ünlü Sovyet hukukçusu Vişinski, sosyalist hukuku, “sosyalist kuruluşun tamamlanışı ve sosyalizmden komünizme tedrici geçiş dönemi sıralarındaki sosyalist hukuk, Emekçiler Devleti tarafından yasalaştırılan, tespit edilen ve sosyalist ilişkileri ve komünist bir toplumun kurulmasını geliştirmek, güçlendirmek ve korumak amacıyla işçi sınıfı tarafından ve Komünist Partisi’nin önderliği altında yönetilen tüm Sovyet halklarının iradesini dile getiren normlar sistemidir.” (9) şeklinde tanımlıyordu.
Sosyalist hukuk tartışmalarının sona ermesi ile, SSCB’nin ünlü 1936 Anayasası’nın hazırlanması ve yürürlüğe girmesi aynı döneme denk geldi.
Bir komisyon tarafından hazırlanan Anayasa taslağı, bütün fabrikalara, işyerlerine, üniversitelere, yazar birliklerine vb. gönderildi. Anayasa taslağı, halk içinde beş buçuk ay yaygın olarak tartışıldı. Değişiklik önerileri, komisyona iletildi ve 1936 yılında kabul edildi.
1936 Sovyet Anayasası, o güne kadar hiçbir anayasada yer almayan hakları yurttaşlarına tanıyor ve bu hakların kullanılması için maddi olanakların yaratılmasını emrediyordu.
Bugün bizim için doğal bir hak imiş gibi görünen, ancak neoliberal saldırganlığın hedefi olarak gaspedilmekte olan yıllık ücretli izin, parasız eğitim ve sağlık hizmeti, yaşlılık aylığı, iş günü saatlerinin kısaltılması vb. pek çok hak, o günlerde kapitalist sistemin hiçbir ülkesinde işçi sınıfına bir hak olarak tanınmamıştı. Bu hakların kapitalist ülkelerde kabulü, 1936 Anayasası’ndan ve SSCB’de hayata geçip kullanılmasından onlarca yıl sonra oldu. Gelişmiş kapitalist ülkeler, kendi işçi sınıflarının bir sosyalist devrime kalkışmaması ve SSCB’yi örnek almaması için, sınıfı mücadelesini yatıştırıp bastırmak üzere bu haklardan bazılarını geçici bir süre için kabul etmek zorunda kaldılar. Şimdi, SSCB’nin yıkılması ve sınıf mücadelesinin geçici bir yenilgiye uğramasının ardından, burjuvazi, bu hakları tekrar birer birer geri alıyor.
1936 SSCB Anayasası’nda; 118. Madde’de, çalışmanın bir hak olduğu belirtilmiştir. Çalışmanın bir hak olması, herkesin devletten bir iş isteyebileceği anlamına gelmektedir. Çalışmanın hak olduğu ilkesi bugüne kadar hiçbir burjuva yasasında yer almamıştır.
119. Madde: Dinlenmeyi bir hak olarak tanırken, işgününü, ağır işlerde 4 saat, diğer işlerde 6 ve 7 saat olarak belirlemiştir. Bu maddeyle, yıllık izin ve bu iznin devlet tarafından yapılmış sosyal tesislerde kullanılabilmesi güvenceye alınmıştır.
120. Madde: Yurttaşların ihtiyarlık, hastalık durumunda ve çalışma yeteneklerini kaybettiklerinde maddi hayatlarını sağlama hakkını tanınmış; sağlık hizmetlerinin ücretsiz olduğunu karar altına almıştır. SSCB’de emeklilik ve sağlık hizmeti, yıllarca sigorta primi ödenerek elde edinilen haklar değildir. Bu haklar herkes için vardır. Bütün Sovyet yurttaşları kaç sene çalıştığına ve nasıl çalıştığına bakılmaksızın, emeklilik hakkından yararlanmaktadır. Aynı şekilde, sağlık hizmetinden yararlanmak için, Sovyet yurttaşı olmak yeterlidir.
121. Madde: SSCB yurttaşlarının öğrenim hakkına sahip olduğunu belirtmiştir. Bu hak genel ve ücretsizdir. Ücretsiz öğrenim hakkına, yüksek okullar da dahil olup, okullarda anadilde öğretim yapılması güvenceye alınmıştır. İşçiler için gece okulları, şimdi bizdeki “açık öğretim”e benzer bir sistemle çalışan işçilerin eğitimi vb., ilk kez SSCB’de uygulanan sistemlerdir. İşçi çocuklarına Devrim’in ilk yıllarında üniversiteye girişte ayrıcalıklar tanınmış, devrimin ilerleyen yıllarında böyle bir uygulamaya gerek kalmamıştır.
122. Madde: Ekonomik, medeni, kültürel, siyasal ve diğer sosyal alanlarda kadına erkek kadar eşit haklar verildiği belirtilmiştir. SSCB’de kadın erkek eşitliği sadece kağıt üzerinde, yasalarda kalan bir hak değildir. Hayatın her alanında gerçekten kadın ve erkek eşit olmuştur. Burjuva devletlerinde kadınların oy kullanma hakkının dahi olmadığı yıllarda, SSCB’de, kadınlar yönetimin her kademesinde görev almıştır.
123. Madde: Çeşitli ulus ve milliyetlerden yurttaşların eşit haklara sahip olduğunu tanıyıp kararlaştırmıştır. Devrim öncesi Rusya tam bir halklar cehennemiyken, SSCB, bütün ulus ve milliyetlerin ulusal haklarını elde ettiği ve kullandığı kardeşlik ülkesi haline gelmiştir. Bütün ulus ve milliyetler kendi okullarında, kendi dillerinde eğitim yapabilmişler, ulusal kültürlerini geliştirmişler ve kendi dillerinde kitap, gazete çıkarabilmişler, radyo yayını yapabilmişlerdir. Mahkemelerde kendi dillerinde yargılama yapılmış, ortak dil ile birlikte ulusal dillerini eşit olarak her alanda kullanmışlardır.
124. Madde: Yurttaşlara vicdan özgürlüğü sağlamak üzere, SSCB’de, kiliseyi devletten ve okulu da kiliseden kesin olarak ayırmıştır. İnanç ve tapınma özgürlüğü gibi, dine karşı propaganda özgürlüğü de bütün yurttaşlara sağlanmıştır.
125. Madde: İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplanma ve gösteri özgürlüğünü güvenceye almıştır. Bu hakların kullanılması için, işçilerin ve kurumlarının emrine basımevleri, kağıt stokları, binalar, gösteri meydanları vb. şartlar sağlanmasını düzenlemiş, böylelikle sözü edilen hakları kağıt-üzeri “haklar” olmaktan kurtarmıştır.
128. Madde: Konut dokunulmazlığını ve haberleşmenin gizliliğini güvenceye almıştır.
Sovyet hukuku,  Sovyet toplumundaki üretici güçler ve üretim ilişkilerinin gelişmesine paralel bir biçimde gelişmiştir. Sovyet hukukunun istikrarlı bir şekilde gelişmesi, iyileşmesi burjuva toplumla sosyalist toplumun farkını da açıkça ortaya koymaktadır. Sovyetlerde hukuk sürekli bir gelişme gösterdi, zira toplum da gelişmekteydi. Kapitalist ülkelerde ise, haklar, bir dönemde şu veya bu nedenle verilmişse(yani alınmışsa), bir sonraki dönemde tasfiyeyle yüzyüze geliyor.
Sovyet hukuku, bu (tarihsel) yönüyle de Marksist hukuk anlayışını doğrulamakla kalmamış, dahası onun eşsiz bir örneğini temsil etmiştir.
Yukarıda çok kısıtlı olarak sunduğumuz uygulamaya ilişkin örnekler Sovyet Hukuku için bir fikir vermesi içindir. Elbette, bu yazıdaki cüz’i örneklerle yetinilmemeli ve Sovyet uygulaması hakkında daha kapsamlı, daha derin bilgiler içeren yazılar, kitaplar yayınlanmalıdır.
Bugünlerde, AB müktesebatı babında hemen hemen bütün yasal sistemimiz değiştirilirken, gerek ceza hukukunda, gerek medeni hukuk ve aile hukuku sisteminde, gerekse haklar manzumesinde 1917 Sovyet Devrimi’nden hemen sonra getirilen sistemin çok gerisinde kaldığımız, Sovyet hukuk sistemine kabaca bir bakışta bile fark edilmektedir. Bu, yalnız Türkiye açısından değil, ama “sosyal devlet” gereksiz masraf kapısı sayılarak tüm “sosyal haklar” yanında biçimsel hukuki hakların da çiğnenmekte ve gaspedilmekte olduğu, her alanda Ortaçağ değerlerine dönüşle genel bir gericileşmenin yaşandığı bütün kapitalist ülkeler açısından geçerlidir.
Belki de bunun için Sovyet hukuku ve sosyalizm uygulamaları konusunda ülkemizde ve diğer kapitalist ülkelerde fazla yayın ve kaynak bulunmamaktadır.

*İşçi B’nin Hikayeleri, Peter Mailwald, Çeviren Yılmaz Onay, Evrensel Basım Yayın sf. 40

1-    F. Engels, Konut Sorunu, sf. 93-94, Sol Yayınları
2-    Komünist Partisi Manifestosu’ndan aktaran Rona Serozan, Devlet ve Hukuk Üzerine, sf. 28-29, May Yayınları
3-    Age, sf. 31-32
4-    Alman İdeolojisi’nden aktaran Rona Serozan, Agy, sf. 29-30
5-    F.Engels, Anti Dühring’ten aktaran Rona Serozan, Agy, sf. 36-37
6-    Alman İdeolojisi’nden aktaran Rona serozan, Agy, sf. 70
7-    Lenin, Devlet ve İhtilal, sf. 104-106, Bilim ve Sosyalizm Yayınları
8-    “Marksizm ve Hukuk” isimli makaleden, Dr. Onur Karahanoğulları, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi.
9-    Marksizm ve Sovyet Hukuk Teorisi, Prof. Rudolf Schlesinger, Sinan Yayınları

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑