Daha ileri bir örgütlenme için daha kararlı ve daha bilinçli bir çalışma ya da parti olma ve partili olmanın anlamı

Devrimci sınıf partisi, Türkiye’nin yüzyıllık birikiminin ve işçi sınıfının uluslararası mücadelesinin deneyimi ve birikiminin üzerinden, onu miras edinerek, burjuva ideolojisinin her türüne karşı mücadele içinde kurulmuş olmasına; ve işçi ve emekçilerin mücadeleci-ileri kesimlerinin, Marksist aydınların ve militan devrimci genç unsurların katılmasıyla, inşasını her durumda yenileyerek yoluna devam etmesine karşın, henüz emekçilerin ancak ‘küçük’ bir kesimini bünyesinde örgütleyebilmiştir. Bunun, işçi hareketi ve sosyalizmin uluslararası alanda aldığı geçici yenilgi ve onun yarattığı baskılanma ile çalışmanın örgütlenmesi ve yürütülmesinde içine düşülen zaaflar gibi başlıca iki etkeni olduğu kuşkusuzdur. Ancak burada sorunumuz bu etken ya da nedenlerin etraflı bir irdelenmesi değil, mevcut durumdan hareketle parti çalışmasının; onun denebilir ki esasını ve esas hedefini oluşturan, işçi ve emekçilerin ana kitlesiyle birleşmek gibi bir sorununun getirdiği en önemli ve öncelikli görevlerdir. Bu bakımdan yine denebilir ki, partinin, “parti olmak” ve her bir parti militanının “partili olmak” görev ve sorumluluğu, sözcüğün en tam anlamıyla, bugün daha da artmıştır. Bu, tüm milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçilerinin devrimci sınıf partisinin, tarihi sorumlulukları ve görevlerini layıkıyla yerine getirmesi için zorunluluk teşkil ettiği gibi, partinin, ülkede ve uluslararası alandaki gelişmelerle de bağlı olarak, sınıf hareketiyle mücadelenin gereksinmelerine uygun yeniden ve yeniden inşasını başarıyla gerçekleştirmek bakımından da gereklidir. EMEP 4. Kongresinin, “İşçi sınıfı partisiyle güçlüdür” şiarı da bu bağlantı ve kapsam içinde gündeme gelmiştir. Bu şiar, sınıflar mücadelesinin politik partiler aracıyla sürdürülebileceği gerçeğinden hareketle, işçi sınıfı ve emekçi hareketinin güncel somut durumdaki en önemli ve zorunlu örgütsel-politik gereksinmesine işaret etmektedir. İşçi sınıfının burjuvazi ve emperyalizmden bağımsız ve ona karşı politik örgütlenmesinin zorunluluğu ve parti olarak örgütlenmiş işçi ve emekçilerin mevcut durumdaki en ileri kesiminin sınıfın ana kitlesi ve kent ve kır yoksullarıyla birleşmesinin en önemli güncel sorun olmaya devam ettiği koşullarda, bu şiar, görev ve sorumluluklara özet bir dikkat çekiş; özel bir vurgudur.
İşçi sınıfı partisiyle ve parti işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle sahip olduğu bağlar, deyim yerindeyse onlar içinde “erime yeteneği”yle, sömürülen kitlelerin desteğiyle güçlüdür. Partisiyle birleşememiş, sermayeden bağımsız parti olarak örgütlenmemiş işçi sınıfı, sınıfsal-toplumsal kurtuluşunu gerçekleştiremez; ve parti, her günkü mücadelesi içinde işçi hareketinin birleştirici, yönlendirici ve yönetici örgütü olmayı başaramadıkça proletaryayı zafere ulaştıramaz. İşçi sınıfı partisi, bu nedenle, sınıf düşmanına karşı mücadelesinde, proleter kitlelerinin kendi deneyleri temelinde toplumsal gerçekleri ve toplumsal sınıfların ilişkilerinin niteliğini kavramalarını amaçlayarak, proletaryanın sınıf çıkarları ve kurtuluşu davasına yabancı fikir ve görüşlere karşı kararlı ve uzlaşmaz bir mücadeleyi yürütür; bu yabancı görüş, fikir ve anlayışların parti saflarında bozucu, yıkıcı ve zehirleyici etkisine karşı devrimci uyanıklığı diri tutar; partiyi ve işçi sınıfıyla kent ve kır emekçilerini yenilgiye götürecek yıkıcı faaliyetlere izin vermez.
Parti çalışmasının esasını; işçi-emekçi kitlelerinin aydınlatılması, emek-sermaye, proletarya-burjuvazi arasındaki ilişki ve çelişkinin niteliğinin kitleler tarafından anlaşılmasını sağlayacak bir siyasal teşhir ve günlük devrimci ajitasyon ve bununla birleşen örgütleme faaliyeti oluşturur. İşçi sınıfının tüm en önemli çalışma ve yaşam alanlarında partinin temel örgütlerinin kurulması ve her durumda yeniden kurulup sağlamlaştırılması, işçi ve emekçilerin geniş kitlelerinin parti etrafında ve çizgisinde mücadeleye seferber edilmesi başka türlü başarılamaz. Proletaryayı toplumsal gerçekler hakkında aydınlatma ve devrim için örgütleme görevini de, parti, ancak tüm kademelerinde, tüm üyelerinin aynı fikrin örgütlenmesine en verimli ve tam katılmasını sağlayarak, en sıkı birliği gerçekleştirerek yerine getirebilir.
Bu çalışma içinde, işçi sınıfı, sömürü ve baskı düzenine son vermenin ancak kendisinin devrimci girişkenliğiyle mümkün olabileceğini, dahası bunun kendisinin tarihsel sorumluluğu olduğunu görecek-öğrenecek-kavrayacaktır. Devrimci sınıf partisinin ve uluslararası Marksist-Leninist hareketin  pratiğinin kanıtladığı da budur.

ÇOK YÖNLÜ SALDIRIYA KARŞI ÇOK YÖNLÜ MÜCADELE VE ONUN KOŞULLARINDAN BİRİ OLARAK PARTİNİN SAĞLAMLIĞI
İşçi sınıfı, burjuvaziyi iktidardan alaşağı eden politik devrimi gerçekleştirme gücüne sahip olduğunu göstermekle kalmayıp sosyalizmi de kurarak, sömürüsüz bir toplumsal sistem inşa etmenin olanaklı olduğunu kanıtladığından bu yana, burjuvazi, devasa propaganda araç ve olanaklarını seferber ederek, işçi ve emekçileri kendi tarihlerini inkara yalnızca davet etmiyor; askeri-politik aygıtını kullanarak, baskıyla da, onları buna mecbur tutmaya çalışıyor. Bu, şiddetli ya da nispeten daha “liberal” yöntemli saldırı, proletarya ve emekçileri mücadele araçlarından; ve bu araçları akıl-bilinç ve deney birikimiyle en yetkin tarzda kullanacak işçilerin ‘kendi öz örgütleri’nden yoksun bırakmayı, her şeyin başına koymuştur. İşçi sınıfı ve emekçilerin, sermayeye karşı mücadelelerini, devrimci bir parti olarak örgütlenmiş kesimlerinin öncülüğünde yürüttükleri durumlarda, burjuva saldırısı, bu yol gösterici-aydınlatıcı-örgütleyici ve her bir mücadele alanında onun ileri taşınması için yardım edici örgütü yok etme ve etkisiz kılmayı öncelikli hedeflerinden biri olarak alırken; henüz böyle bir örgütlenmenin olmadığı yer ve durumlarda, onun ortaya çıkmasını engellemeyi amaçlamaktadır. Başlıca kapitalist ülkelerde ve bizim ülkemizde, bir yandan “komünizmin öldüğü, sınıf mücadeleleri ve ideolojilerinin tarihe karıştığı” propagandası yürütülürken, öte yandan, proletarya ve emekçilerin “sosyalist”, “komünist”, “devrimci komünist”, “emek” vb. isimler altında örgütlü bu en ileri kesimlerini saldırının öncelikli hedefi olarak alma tutumu sürdürülmektedir. Burjuvazi, bu saldırısını doğrudan ve dolaylı; açık-gizli; ve hizmetindeki provokatif-karanlık güçleri de kullanarak, yıkıcı propagandayla ve şayialar yayarak sonuç alıcı kılmak istemektedir.* Onun için, çünkü, proletaryayı toplumsal kurtuluş mücadelesinde kesin yenilgiye uğratmak, öncelikle, işçi sınıfının mücadeleyle kazanılmış, tecrübe edilmiş ve sonuçlarının öğreticiliği kanıtlanmış ideolojik-politik örgütsel birikiminin yararlanılamaz hale getirilmesi gerekmektedir. Burjuvazi, çünkü, en devrimci muhalifini; birleşme-örgütlenme ve mücadele için tüm öteki sınıf ve tabakalardan daha fazla nedeni olduğu gibi, üretim sürecindeki konumuyla da buna en yetenekli olan işçi sınıfını; bir toplumsal devrimi örgütleme ve kent ve kırın ezilenlerini etrafında birleştirmeye en yetenekli olan sınıfı, ancak böyle bir politikayla yenilgiye uğratabilecektir.
Kapitalistler ve politik-askeri temsilcileri için, işçi ve emekçilerin örgütsüz yığın olarak kalmalarını sağlamak, mevcut durumu sürdürmek için en önemli koşullardan birini oluştururken; işçi sınıfını partisiz bırakarak ya da partisinin yozlaşıp sisteme eklenmesini sağlayarak, sınıf egemenliğiyle sömürü sistemini en önemli tehditten “korumak”, bugün de başlıca hedeflerinin başında gelmektedir. Burjuva politikası, işçi sınıfını, uçsuz-bucaksız; labirentlerle ve engebelerle dolu karanlık ormanlarda pusulasız-fenersiz yolcu durumuna düşürmeye; her adımda tökezleyip düşmesini, her engele takılıp yaralanmasını, dost-düşman ayrımı yapamayacak bir siyasal körlükle malul hale gelmesini ve sonuçta da kendine güveni sarsılarak teslim bayrağı çekmesini sağlamaya yöneliktir.
Bütün bunlar, işçi sınıfının devrimci partisinin sömürülen ve ezilenlerin iktisadi-siyasal ve sosyal taleplerinden hareketle ve bu talepleri gözeterek kitleler içinde yürüttüğü kesintisiz çalışmasını daha da yaygınlaştırıp genişletmesini zorunlu kılmaktadır, ve öte yandan, burjuva-emperyalist ideolojik kuşatma ve saldırısına karşı devrimci konumlanması ve tutumunu sağlamlaştırmasını gerektirmektedir.
Bu nasıl sağlanacaktır? Devrimci sınıf partisinin bugünkü en önemli sorunu ya da sorunlarının başında geleni budur. Yinelemek pahasına da olsa, denebilir ki, bu görev ve sorumluluğun layıkıyla yerine getirilmesinin koşullarından biri, partinin, tüm üye ve örgütleriyle emekçilerin ana kitlesi içinde örgütlenmeyi, kitleleri parti etrafında ve en ileri kesimlerini partide örgütlemeyi her şeyin başına almasıdır. Bunun için, parti program ve tüzüğü temelinde mücadele ve örgüte katılmayı kabullenmiş tüm üyelerin bir parti organında yer alması ve partinin herhangi alandaki çalışmasına yetenek ve enerjisini ortaya koymaktan çekinmeyerek katılması; işçi sınıfı ve emekçiler içindeki çalışmasını proletarya iktidarı ve sosyalizmi kurma perspektifiyle yürütmesi; bunun bilinçli bir militanı olarak hareket etmesi gerekmektedir. Bunun için, parti program ve tüzüğünün kabullenilmesinin henüz bir ilk adım ve sorun ve görevin bunun pratiğe geçirilmesinde saklı olduğu her an akılda tutularak, proletaryanın sınıf bilinçli öncü kesiminin sürekli görevinin, emekçilerin gittikçe daha geniş kesimlerini kazanmak ve “öncünün düzeyine yükseltmek” olduğunu unutmamak şarttır. Bu görev ve sorumluluk bilincinin hakimiyeti sağlanmadan, fabrika ve işletmeler, organize sanayi bölgeleri, kurumlar, okullar ve semtlerde, yığınlar içinde yaygın biçimde örgütlenmiş; üye ve birim örgütleri çalışmaya katılarak aynı hedefe yönelmiş ve böylece örgütünün sağlamlaştırılması yönünde de önemli adımlar atmayı başarmış bir kesintisiz faaliyet gerçekleştirilemez. Amaca uygun ve ona hizmet eden bir çalışma, açıktır ki, ancak, partinin temel örgütlerinin sağlamca yerleştiği ve kesintisiz çalışmayı birimlerden, fabrika ve işyerlerinden sürdürmeye istikrar kazandırdığı durumlarda mümkün olacaktır. Bunun için, fabrika ve işletmeler başta olmak üzere, çalışma alanlarında parti birim örgütlerinin kurulması ve güçlendirilerek sağlamlaştırılması, çalışmanın hedeflerinden biri olarak yeni üyeler sorununun çözümü için bilinçli bir tutumun hakim kılınması, ileri-sınıf bilinçli işçilerle işçilerin ana kitlesi arasındaki ilişkinin bu bakımdan da yenilenmesi, partili olma ve partili çalışmanın gerektirdiği devrimci tutum, anlayış ve hareket tarzının hakim kılınması kesin zorunluluk oluşturmaktadır.
Her günkü çalışma içinde parti örgütünün sağlamlaştırılması ve bu çalışmanın giderek daha geniş işçi ve emekçi kesimlerin parti etrafında ve parti çizgisinde seferber edilmesine katılmasını sağlamaya hizmet etmesi, ancak bu ve burada yeniden değinilmemiş, ancak soruna ilişkin çeşitli yazı ve yayınlarda dile getirilmiş tüm öteki zorunlu gerekliliklerin yerine getirilmesine bağlıdır.

PARTİ ÇALIŞMASININ İLERLETİLMESİ VE DEVRİMCİ POLİTİKA İÇİN TEORİNİN ÖNEMİ
Bugün işçi sınıfı ve emekçilerin en önemli sorunlarından birini sermaye ve gericiliğin saldırılarına birleşik bir hareketle cevap verememek; lokal grev ve direnişleri genel bir eylem içinde birleştirememek vb. oluşturuyorsa; bunun başlıca nedenlerinden biri de, parti olarak örgütlenmiş (işçi, emekçi, aydın, sendikacı, genç) kesimiyle örgütsüz-dağınık on milyonların henüz aynı amaç ve hedefte ve aynı örgütlenme içinde birleşememeleridir. Bu birleşmeyi gerçekleştirecek olan ya da gerçekleştirme sorumluluğu altında olan tek örgüt devrimci sınıf partisidir. Parti olma sorumluluğu bunu ifade ederken; ileri işçi ve emekçiyle proletaryaya, çıkarlarına ve kurtuluş davasına bağlanmış aydın ve sendikacıyla mücadeleye uyanan genç kuşaktan militanlar için partili olmak, sermayeye karşı toplumsal kurtuluşu gerçekleştirmede “kullanacağı” en önemli “araç”a; aydınlatıcı, birleştirip örgütleyici ve yol gösterici devrimci “manivela”ya; zaaf ve eksiklerini aşmasına yardımcı olacak “kolektif bir akıl”a ve bir “orkestra uyumu”yla çalışacak milyonlarca kol ve bacağa sahip olmayı ifade eder. Bu birlik içinde işçi, makinenin basit bir eklentisi olmaktan çıkarak, makineler “kombinasyonu”nu yönetmeyi; makinaları, üretimin ‘bir avuç’ kan emici için değil, artı değer sömürüsü olmadan tüm toplum için yapılmasının yolunu açmak üzere kullanmayı öğrenir. Üretim sürecinin devrimci unsuru, değiştirmenin sınıf bilinçli unsuruna; tüm sınıf kardeşlerinin “kendiliğinden hal”lerinden çıkarak kendileri ve sınıfsal kurtuluşları için ne yapacaklarını bilecek hale gelmeleri/yükselmelerine yardımcı olan militana dönüşürken, parti, bu mücadele ve dönüşümün okulu ve birleştirici-harekete geçirici örgütü işlevi görür.
Burjuva yönetimi, şiddet ve terörü, baskı ve zoru, hak yoksunluğu ve eşitsizliği temel almasına rağmen, işçi ve emekçilerin burjuva partileri ve kurumları dışında, onlardan bağımsız ve onlara karşı örgütlenmesini gereksiz görmekte ve göstermekte; sömürü ve eşitsizlikten ve ona karşı mücadeleden söz edilmesini, sorunlara “ideolojik bakış” ve olaylar karşısında “önyargılı davranış” olarak nitelemekte; egemenliğinin devamı için, “hepimiz aynı gemideyiz ve geminin batmaması için akılcılık, hoş görü ve uzlaşı gerekir” propagandası yürütmektedir. O, komünizmin çöktüğünü, sınıflar ve sınıf mücadelesinin tarihe karıştığını, sınıf ideolojisi ya da politikasının; bilim ve ideolojinin sınıflarla ilişkilendirilmesinin tarihsel bir sapma olduğunu; “parlamenter demokrasi”nin ve kapitalist toplumsal sistemin insan eliyle ulaşılabilecek ve kurulabilecek en ideal ve son sistem olmakla kalmayıp insan doğasına en uygun sistem de olduğunu; ve her şeyi belirleyen kişisel çıkarların ancak böylesi bir sistem içinde gerçekleştirilebilir olduğunu propaganda etmekte; sistemini değişmez ve sınıf hakimiyetini yıkılmaz göstererek emekçileri teslim almaya çalışmaktadır.
İşçi sınıfı ve emekçilerin sermaye ve burjuvaziye karşı örgütlenmesi, birliği ve dayanışmasının sağlamlaşması her şeyden önce burjuvazinin bu çok yönlü saldırısının etkisinin kırılmasına ve giderek etkisiz bırakılmasına bağlıdır. Ve bunu görev olarak belirlediğini ilan eden sınıf partisi, bu görev ve sorumluluğu ancak kesintisiz bir aydınlatma, eğitme ve mücadele çizgisinde yürümede ısrar ederek yerine getirebilir.
Dünya işçi sınıfı ve ezilen halklara, emperyalist-kapitalist barbarlıktan kurtulmanın yolunu göstermeye kısa yaşamının tüm zamanını veren Lenin, iki sınıf ve iki ideolojinin kapitalizmin gerçeği olduğuna işaret ederek, insanlığın bir başka ideoloji yaratmadığını belirtiyor ve işçi sınıfının dünya görüşünden olayları, olgu ve gelişmeleri; sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerini irdelemeyen kişinin, kaçınılmaz olarak burjuva ideolojisini güçlendireceğini belirtiyordu. Engels de, altını çizerek, iktisadi, politik ve ideolojik (teorik) mücadelenin öneminden söz ediyordu. İşçi sınıfı ve kent ve kırın yoksulları, burjuvaziye karşı tüm bu cephelerden kesintisiz bir mücadele içinde birleştirilmedikçe, egemen dünya görüşü ve ideolojisi olan burjuva-emperyalist ideolojinin hegemonyası ve baskısından; ve hakim sınıf olarak en katı bürokratik ve merkezi tarzda örgütlenmiş burjuvazinin sınıf diktatörlüğünden kurtuluşun yolu açılamaz. Bu birleşme/birleştirmeyi saflarında ve sınıfın öteki örgütlerinde gerçekleştirecek olan proletaryanın devrimci sınıf partisidir. O, işçi sınıfı ve emekçilerin, sorunların kaynağının kapitalist-emperyalist dünya sistemi olduğunu anlamalarını ve kurtuluşlarının da bu sistem tasfiye edilerek işçi-emekçi iktidarının kuruluşu ve sosyalizmde olduğunu görmeleri için, halkın aydınlatılması, eğitimi ve örgütlenmesini başlıca sorunu, görev ve sorumluluğu olarak belirlemiştir. Ama parti, ancak merkezi yönetiminden en alt örgütlerine, devrimci teoriyle silahlanmış ve ‘falso vermeyen bir orkestra uyumu’yla aynı hedef ve görevlere yönelmişse; tam bir irade ve eylem birliğini gerçekleştirmişse, bu görevini gerçekten başarıyla yerine getirebilir.
Devrimci teorinin güncel kesintisiz çalışma içinde proletaryanın değiştirici-dönüştürücü en önemli silahlarından biri haline gelebilmesinin yolu, onun devrimci politika için temel önemdeki rolünün sürekli akılda tutulması ve sınıf mücadelesi pratiği içinde, ulusal ve uluslararası deneylerin ortak katkısıyla güçlendirilmesi ve yol gösterici “fener” olarak ustalıkla kullanılmasından geçmektedir. Marksist-Leninist teoriyle donanmayan ve sınıf mücadelesiyle hareketin gelişimi ve ihtiyaçlarını diyalektik materyalist dünya görüşüyle irdelemeyen bir işçi sınıfı örgütü, işçi ve emekçi hareketini devrimci politikalar etrafında birleştirip örgütleyemez; saflarını güçlendiremez; burjuva ideolojisinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki hakimiyeti ve etkisine karşı başarılı bir mücadele yürütemez ve onun parti saflarına sızmasını önleyemez. Bunun yıkıcı sonuçlarının, partide erozyon, partinin devrimci çizgisinden sapmaların ortaya çıkması ve partinin görevlerini yerine getiremez duruma düşmesi olduğunu uluslararası deneyim göstermiştir. Parti, sadece kararlarına tüm üyelerinin uymalarıyla, sadece demokratik merkeziyetçi iç işlerliği ve merkezin yönlendirici direktiflerine uyma zorunluluğuyla değil, üyelerinin Marksist eğitimi ve diyalektik materyalist dünya görüşüne sahip yetkin devrimciler olmalarının sağlanmasıyla, öncü sınıfın (proletarya) iktidarı ele alması ve egemen sınıf olarak örgütlenmesini güvenceye alabilir. İleri işçi-emekçi kitlesinin partiye kazanılması ve partili işçi-emekçi-genç tüm üyelerin parti program ve tüzüğünün hedef ve amaçları yönünde Marksist eğitiminin kesintisiz sürdürülmesiyledir ki, işçi sınıfı kitlelerinin parti etrafında birleştirilmesi ve iktidar mücadelesinde burjuvazi ve emperyalizme karşı seferber edilmesi başarılabilir.
Bu, ilkin, burjuva ideolojisine ve onun işçi sınıfı üzerindeki her türden etkisine karşı; ve sonra, bununla da kopmazca bağlı bir biçimde ve hangi türden ve hangi gerekçeyle olursa olsun, devrimci sınıf partisinin saflarına sızmasına karşı kesintisiz bir mücadele anlamına gelir. İşçi sınıfı partisi, liberal demokratizmin, oportünist uzlaşmacı reformculuk ve sağ-sol sekterizmin, saflarında çürütücü işlev görmesine izin veremez. Parti ancak, saflarında ve tüm organlarında; başlıca fabrika, işyeri, sanayi kompleksi, semt, okul ve hizmet kurumlarında, kurulmaları ve sürekli güçlendirilip sağlamlaştırılmaları mücadelenin ilerletilmesi ve devrimin zaferi için kesin zorunluluk teşkil eden birim örgütlerinde, canlı bir iç tartışmayla kararlaştırılmış örgütsel-politik taktiklerinin uygulanmasına, görüşü ne olursa olsun tüm üyelerinin kesin bağlılığı ve uymalarını sağlayarak –başka türlü burjuva etkinin saflarında yer bulmasını engelleyemez– başarıya doğru yol alabilir.
Parti, mücadeleci işçilere örgütünü açık tutacak, her durumda işçilerin ileri kesimlerinin partide örgütlenmelerini teşvik edecek, çalışmasıyla bu yönde işçi eğilim ve isteğini geliştirecek, ancak fabrika, işyeri, semt, kurum vb. parti birim örgütlerinde bir araya gelmiş işçiden parti program ve tüzüğünün gereklerini istemekten geri durmayacak; onun Marksist teoriyi ve parti politikasını kavraması için çaba göstermeyi bir parti görev ve sorumluluğu olarak, en küçük biçimde bile ihmal etmeyecektir. Kitle hareketi, sendikal ve öteki emekçi eylemleri içinde yürütülecek siyasi mücadelede ileri adımların atılması da, ancak her durumda, o somut durumun gerektirdiği görevlerin yerine getirilmesiyle mümkün olabilmektedir. Proletarya ve emekçiler, sınıfların hareketinin nereye doğru gelişmekte olduğu ve hangi yönde gelişeceği hakkındaki bilgilenmeyi de, ancak partinin teoriyi devrimci pratik içinde geliştirip, eğitimleri için gerekli araç ve çabayı sunmasıyla gerçekten kavrayabilecekler ve yalnızca kendi hareketinin bilgisiyle değil, düşman sınıf(lar)ın gelişmeler içindeki ve karşısındaki politikaları ve durumu hakkında da fikir ve öngörü sahibi olabileceklerdir.

PARTİNİN SAĞLAMLAŞMASI, PARTİ OTORİTESİ VE DEVRİMCİ DİSİPLİN
Devrimci sınıf partisi, kitleler içindeki çalışmasının gereklerini ancak örgütlenmesini her koşulda daha ileriye götürerek ve sağlamlaştırıp yaygınlaştırarak yerine getirebilir; ve otoritesini de, öncelikli olarak görevlerini ‘eksiksiz’ yerine getirerek, kitle hareketi içindeki devrimci mevzilenmesiyle işçi sınıfının güvenini sağlayarak gerçekleştirebilir. İşçi sınıfı ve emekçilerin hak ve çıkarlarının savunulması için gösterdiği kesintisiz ve kararlı çaba, işçi sınıfı kitleleri içindeki yaygın ve sağlam örgütlenmesi ve proletaryanın toplumsal devrim davasına sadakatiyle parti otoritesi güçlenecek, gelişecek ve emekçilerin geniş kesimlerince de benimsenir hale gelebilecektir. Bu, partinin kitlesel hale gelmesinin ve kitlelerin her durumda kendi deney ve tecrübelerine dayanarak parti politikalarının doğruluğunu sınamalarının de tek yoludur. Kitlelerin taleplerinden yola çıkmayan; bu talepler etrafında gelişen mücadeleye, onu güçlendirmek-geliştirip yaygınlaştırmak üzere katılmayan ve emekçilerin ruh halleriyle bilinç düzeylerini dikkate almayan bir parti ya da örgüt, devrimci görevini yerine getiremez. Çünkü parti olarak örgütlenmiş proleter ve emekçiler, özellikle başlangıçta ve fakat genellikle de işçi sınıfı ve kent ve kır yoksulları kitlesinin en ileri ama belirli bir kesimini oluştururlar, ve bu da, onlar için, sömürülenlerin her zaman daha fazlasının ve giderek çoğunluğunun iradesiyle birleşmeyi temel bir hedef haline getirir. Parti, işçi kitlelerini, kent yoksulları ve kır emekçilerini kendi mücadelelerinin deneyleri üzerinden ve bilimsel teorinin yardımıyla eğitip aydınlatmayı başaramadıkça, hareketin devrimci gelişimine önderlik görevini yerine getiremez ve sınıfın hareketini yönlendirme düzeyine ulaşamaz. Yığınların bilinç ve örgütlenme düzeylerini dikkate alan bir çalışmanın, ancak kitlelerin taleplerinden hareketle sürdürülebileceği gerçeği, bu çalışmanın işçi sınıfı saflarında diyalektik materyalist dünya görüşünün yaygınlaşmasına hizmet eden bir çalışma olarak örgütlenmesini gerekli kılmaktadır. Bu ise, mücadele ve örgütleme araçlarının sağlamlaştırılarak emekçi kitlelerin aydınlatılması için verimli ve etkili biçimde kullanılması ve çeşitlendirilmesini gerekli kılmaktadır.
Bu kesintisiz ve çok yanlı çalışma sonucudur ki, işçi kitleleri, partide örgütlenmelerinin ve parti iradesi ve otoritesiyle birleşip onu güçlendirmelerinin kendi yararlarına olduğunu kavrayacak; sömürüsüz bir toplum ve dünya mücadelesinde parti saflarında yerlerini gerçekten alabileceklerdir. Bu da, partinin her durumda işçi-emekçi kitleleriyle birleşmeyi, esas almasını; tüm organ, örgüt ve üyeleriyle kitlelerin içinde, onların yaşamlarına her bakımdan ve her gün katılarak ve içinde yer alarak çalışmasını gerektirmektedir. Kitlelerin ruh halinin, bilinç ve örgütlenme düzeyinin dikkate alınmasının ya da bunun gerçekten yapılabilmesinin devrimci anlamı da budur. Devrimci sınıf partisinin şiar, slogan ve açıklamalarının başlıca amacı, geniş işçi-emekçi kitlesinin aydınlatılması, eğitimi ve ikna edilmesini sağlamaktır. Kitleler olgu, olay ve gelişmelerin diyalektik bağını ve farklı sınıfların birbirleri ve devletle ilişkileri yönünden ne ifade ettiğini bu “ikna çalışması” içinde ve onun sonucu öğreneceklerdir.
Partinin, işçi sınıfı ve kitle hareketi içindeki çalışmasının başarıyla sürdürülebilmesinin bir diğer koşulu, saflarında kesin bir devrimci disiplini hakim kılması, tüm üye ve örgütlerinin aynı politik-örgütsel çizgi üzerinden belirlenmiş dönemsel ve uzun vadeli hedeflere yöneltilmesini başarabilmesidir. İşçi sınıfının ve asıl olarak da sanayi proletaryasının üretim süreci içindeki konumu ve yer alış tarzı, onun politik örgütünün devrimci disiplini için zemini oluşturucu özelliktedir. Bu durum ve zemin, işçinin çalışma ve iş disiplininin onun sınıf örgütlerinde ve konumuz bakımından da proletarya partisinin saflarında yer bulması ve hakim olmasını kolaylaştırıcı dayanak oluşturur. İşçi, disiplinli bir sınıfın mensubudur ve sınıf bilinçli işçi, partisinin disiplininin tanınması ve uygulanmasında devrimci bir rolü en etkin biçimde oynayabilecek kişidir.
Partinin sağlamlığı ve saldırılar karşısındaki “sarsılmazlığı”, bütün öteki koşul ve gerekliliklerden önce, program hedefleri ve tüzük ilkeleri üzerine kurulan devrimci birliğine ve “çelikten disiplini”ne bağlıdır. Partide canlı tartışmaları da içeren fikir zenginliği, üyelerinin görev ve sorumluluklarını yerine getirmeyi asla ihmal etmeksizin, görevli oldukları kendi organlarında ve parti platformlarında (kongre, konferans) görüşlerini hiçbir baskı altında kalmaksızın dile getirmeleri, bu görüşlerin doğruluğu-yanlışlığı üzerine verimli ve kuşkusuz hareketin ve partinin gelişip-güçlenmesini tek amaç edinen tartışmalara girişmeleri, ikna etmeleri ya da ikna olmaları; salt bir “üyelik hakkı” değil, üyelik görev ve sorumluluğu gereğidir. Ama tartışmalar yapılıp kararlar oy birliği ya da çoğunluğuyla alındığında, farklı görüşte olanları da dahil, tüm parti üyeleri, organ ve örgütlerinin tek görevi, artık merkezi otoritenin karar ve direktifleri doğrultusunda, ikirciksiz bir tutum ve gönül rahatlığıyla çalışmaya koyulmalarıdır. Bu, parti politikalarının başarısı ve devrim davasının zafer kazanmasının kesin koşullarından bir diğeridir.
Devrimci iç disiplin sağlamlığı, görev ve sorumlulukların ‘eksiksiz’ yerine getirilmesi için koşul olduğu gibi, proletarya ve emekçilerin sınıf çıkarları ve kurtuluşuna yabancı burjuva liberal, reformist vb. görüşlerin parti içinde yer bulmasına karşı mücadelenin ilkeli tarzda sürdürülebilmesi için de gerekli ve zorunludur. Burjuva ideolojisinin, burjuva otoritesinin dayatılmasını esas alan gericiliğin ve sözde liberal demokratizmin, toplumu tüm sınıf ve tabakalarıyla etki altında tutan hakim dünya görüşü olması gerçeği, onun, işçi ve emekçiler üzerinden parti saflarında yer bulmasını nispeten kolaylaştırırken; parti, saflarının sağlamlığını, ancak bu etki, sızıntı ve dıştan ve “iç”ten zorlamalara karşı savaşarak koruyabilir. Bu sağlamlık olmaksızın, partinin güç ve olanaklarını sınıf düşmanına karşı gerçekten verimli tarzda seferber etmesi ve kullanması başarılamayacağı gibi, güvenle ve tereddütsüz hareket etmesi de olanaklı olamaz. Parti ve yönetim organları partide tam birliği sağlamadan, kitle hareketi ve mücadelenin ihtiyaçları tarafından belirlenen örgütsel-politik taktiklerin başarıyla pratiğe geçirilmesini gerçekleştiremezler. Partinin tüm üyeleriyle taban örgütlerinin parti program ve tüzüğü üzerindeki birliğinin her durumda gözetilmesi; iş ve çalışma disiplini ve görevlerin eksiksiz yerine getirilmesinin kriter alınması; olası yanlış eğilim ve tutumlar karşısında kararlı ve ilkeli bir mücadeleyle birlikte kazanıcı tutumun esas alınması, sınıf mücadelesinin ve parti sorumluluğunun zorunlulukları arasındadır.

*                      *                   *
Burjuvazinin çok yönlü saldırıları, bugün işçi sınıfı ve emekçilerin parti olarak örgütlenmiş kesimine, sınıf bilincine ulaşmış ileri işçi ve emekçiyle devrimci genç militana, parti çalışmasını en verimli tarzda sürdürme, devrimci teoriyle donanmak için Marksizm-Leninizm’in teorik hazinesi ve “parti külliyatı”ndan öğrenmeye daha fazla eğilim ve istek gösterme; devrimci iç disiplini güçlendirerek sınıf düşmanının her türden saldırılarına kararlı bir karşı koyuşu gerçekleştirme gibi, biri ötekinden soyutlanamayacak çok önemli sorumluluklar yüklemektedir.

Kadın sorunu ülke sorununu yansıtır

Kadın sorunlarının büyük bölümü, emekçi sorunları gibi, ancak emeğin özgürleşmesiyle çözümlenebilir. Paylaşımcı bir düzenin, tüm kadın sorunlarını değilse de, aciliyet taşıyanları çözeceği kuşkusuzdur. Ancak kadın sorunlarının sınıfsal bakımdan irdelenmesini “8 Mart”la sınırlandırmanın tehlikeli olduğunu bilmeliyiz. Çünkü kadınların durumu, ait oldukları halkın ve ülkenin, kadın emekçilerin durumu da o ülkenin emekçilerinin koşullarının göstergesidir.
Yine hatırlamalıyız ki, kadının siyasal örgütlenmede yer almadığı, örgütlenmelerdeki yoğunluğu ülkedeki nüfus yoğunluğunun ölçüsünde olmadığında, emek cephesinin sorunlarının çözümü aksayacaktır.
İnsan haklarının konuşulduğu, tartışıldığında bu tartışmalara katılanların, söz kadın haklarına geldiğinde durakladıkları bir gerçek. Üstten/yüzeysel bir bakışın insan hakları yanında kadın hakları, çocuk hakları, hasta hakları parantezlerinin gereksizliği sonucuna varması da doğal. Ne var ki bu tür parantezler, haklarını savunacak güçte olmayanlar için (bir bakıma özel durumlar için) varlar. Ve bu tür hakların uygulanmasındaki aksaklıklar, yine o ülkedeki hakların uygulanma niteliği/niceliği konusunda ipuçları veriyor. Örneklersek, hepimiz Bursa’daki yatak fabrikası yangınında 5 kadın işçinin ölümüyle sarsıldık. Bu  cinayete benzer kazanın ayrıntıları, yalnızca kadın işçilerle ilgili değildi. Ülkemizde sosyal güvenlik kurumlarının işleyişi ve iş güvenliğiyle ilgiliydi. Yangında ölen, gece mesaiye bırakılmış çocuk yaştaki işçi ile hamile işçi ise, iş yasasının uygulanmadığının kanıtıydı. Belki bu tür bir irdeleme, ikinci bir yangında ölen 5 erkek işçiyle doğrulandı. Ülkemizde ne iş güvencesi var, ne de iş güvenliği… Bu eksikliklerin de elbet kadın erkek ayırmadan cana kıyması, yoksulluğu arttırması kaçınılmaz.

DÜNYADAN ÜLKEMİZE
“Kadın” tanımının yeterince açık olmadığını, saati ve yeri belirli bir işte çalışsın çalışmasın, kadının sınıfının, tartışmak istediğimiz konularda belirli olduğunu sürekli anımsamamız gerekiyor. Ücretsiz aile işletmesi emekçisi, evde fason üretime parça başı katkıda bulunan kadın çizelgelerde ev kadını görünmektedir. Ev kadınlığı denilen iş grubunun işlevinin emekçiyi ertesi günkü üretime hazırlamak olduğunu, dolayısıyla işverenlerce sigortalanıp güvenceye alınması gerektiğini tartışmasız kabul etmekteyiz. Ne ki günümüzde evde boş oturuyor görünen kadınların çoğu, el emekleriyle, triko/tekstil sanayiinin bir parçası durumunda. Örgütsüz ve güvencesiz bu grup, ayrıca aracıların önerdiği fiyata çalışmakta ve tek başına olmanın güvensizliğiyle sürekli daha çok sömürülmektedir. Evde bu tür iş yapanların örgütlenmeleri, emeklerine belirli düzeyde ücret istemeleri için yapılacak girişimlerin kolay olmadığı açık. Ancak çalışmalara başlanması, yasal yolların saptanması da yaşamsal aciliyet taşıyor.
Tarım işkolunun hükümet politikalarıyla düştüğü durum, bu konuda ücretsiz aile işçisi konumundaki kadının durumunu da iyice zorlaştırdı. Eğitimi ve kendini geliştirmesi, bir meslek edinmesi hep ailedeki erkek çocuk sayısına ve ailenin geçim durumuna bağlı olan kızlar için açılan kampanyaların sorunu kökten çözemeyeceği de belli. Kimlik edinmesi ailenin “resmi” birlikteliğine bağlı çocukların çoğu “resmen yok”lar zaten… Bu kayıtta olmayış, ne evlenmelerine ne tarım işçiliğine ne de ailenin küçücük toprağında boğaz tokluğuna çalışmalarına engel. Başlık parasına evlendirilmek, aile içi taciz, bu tür tacizler sonucu gebe kalmayı canıyla ödemek, başarısız evliliklerden baba evine dönebilmek için çocuklarından şu ya da bu biçimde caymak kanıksanmış bir olay dizisi. Şimdilik televizyon kanalları bu olaylarla izlenme oranını arttırıyor. Erkek çocuklar, belli ki asker olacaklarından daha değerli. Kızlar, her ne kadar okula çağrılıp duruyorlarsa da, hangi fırsat eşitliğiyle okuyacak, “adam olacak”lar. Kısacası, yoksulun okuma/insan gibi yaşama şansı bir ülkede az ise, bilin ki, bu şans yoksulun kızları için hiç yok.
İnternette şöyle bir dolaşmada, genel nüfusun %48,7’inin işgücüne katıldığı, bu yüzdenin %70.1’inin erkek olduğu, kadının işgücüne katılım oranının %27.4 olduğunu gösteren bir çizelgeyle karşılaşabilirsiniz. Aynı çizelge, size, kırsal alanda nüfusun %60.1’nin işgücüne katıldığını, bu katılımın %76,7’sinin erkek nüfus, %43,8’inin kadın olduğunu gösterir. Kırsal alandaki istihdamın %77’si tarımdadır. Bu işkolunda çalışanlarda kadın erkek oranı değişir, kadın nüfusun %94,2’si, erkek nüfusun % 66,6’sı bu dalda çalışır.
Kaynağı, yılı belli olmayan bu ve benzeri tablolar, kadının, tarım dışındaki dallardaki işgücü payını oldukça az göstermekte. Tersini kanıtlayacak belgeler de elimizde yok. Çünkü günümüzde sigortalı çalışma oranı iyice düştü. Özellikle konuştuğum, çoğu bilinçli tekstil işçisi, sigortasının en az  bir yıl sonra başlamasını neredeyse doğal karşılıyor. Dış satım yüzünden maliyet yüksekliğini, sigortanın maliyetini söz konusu eden işveren, iş güvenliğini bir “Avrupa standartı” saymıyor. İşsiz sayısının yüksekliği de işverenden yana bir olgu.
BİA Haber Merkezi’nin 30/04/2004 tarihli Burçin Belge imzalı haberinde, kadın emekçinin durumu daha bilimsel olarak saptanmış. Haber, “Ortadoğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyeleri Prof. Dr. Yıldız Ecevit ve Dr. Sibel Kalaycıoğlu’nun Türkiye’de enformel sektör büyürken, toplam işgücü içindeki kadın emeğinin giderek azaldığını belirttiğini” bildiriyor. Bu habere göre, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün 2004 yılında yayınlanan ve 2003 yılının dördüncü dönemine ait Hane Halkı İşgücü Anketlerinden bazı verileri aktaran Ecevit, hem erkekler hem de kadınlar açısından önemli sorunları şöyle vurguluyor:
* İşgücüne katılma oranı önceki dönemlere göre azalıyor. Bu azalma hem kırsal hem de kentsel kesimlerde görülüyor.
* İşgücüne katılım oranı, erkeklerde yüzde 69.5; kadınlarda yüzde 25.1. Bu sonuç çok önemli, Türkiye tarihinde hiç bu kadar düşmemişti.
* Kadın istihdamı, bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 11.3, yani 721 bin kişi azaldı.
* Kentsel yerlerde kadın istihdamının toplam istihdam içindeki payı, yüzde 19.9. Yani, her yüz çalışandan 19.9’u kadın.
Aynı habere göre, Dr. Sibel Kalaycıoğlu, “Yapısal, ekonomik ve kültürel faktörlerin yanı sıra küreselleşme de kadınların dezavantajlı konumlarını pekiştiriyor” diyerek, kadınların güvencesiz, sendikasız çalıştırıldığını; düşük ücretli, bilgi ve beceri gerektirmeyen işlere itildiklerini ve giderek yoksullaştıklarını belirtiyor.
Aynı haberde, Kalaycıoğlu’nun sendikaların kadın emeğiyle ve marjinal sektör işçileriyle ilgilenmek yerine, sürekli işi olan, aidat ödeyebilecek erkek işçilerle ilgilenmeyi yeğledikleri iddiasıyla Anti-MAI Çalışma Grubu’ndan, Birleşik Metal İşçileri Sendikası (Birleşik Metal-İş) Uluslararası İlişkiler Uzmanı Gaye Yılmaz’ın Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde Kasım’da çıkarılan bir yasayla kadınlara gece çalışma yasağının kaldırılmasına vurgu yapılıyor.. Yılmaz, durumu, “Bu, kadınların gündüz çalışırken yetişemedikleri ev işlerini yeniden yüklenmek zorunda kalmaları demek. Bu, muazzam bir yük, 24 saatlik bir iş, önemli bir geri gidiş.” sözleriyle özetliyor.
Bu haberde, konunun uzmanları, genel istihdamdaki azalmanın özellikle kadınları olumsuz etkilediğini, kadınların evlerini atölye olarak kullandıklarında aldıkları ücreti kendileriyle aynı işi yapanlarla karşılaştıramama, iş ve ücret pazarlığı yapamamaları yanında çalışma sürelerinin belirsizleşmesi, iş sürekliliği ve düzenli gelirden yoksunluk yaşadıklarını da vurguluyor. Dr. Kalaycıoğlu, bu durumun toplumdaki “evi erkeğin geçindirdiği” anlayışının yaygınlığını pekiştirdiğini belirtirken, şunu da ekliyor: “Kadın emeği, ailenin refah seviyesinin yükselmesinde etkili. Gündelikçi kadınlar, toplam hane halkı gelirinin yüzde 40’ını getiriyor. Bu çok önemli bir miktar.”
Kadınların beceri gerektirmeyen işlere itilmesi, ‘kadına uygun’ görülen işlerde yoğunlaşmaları, çok ciddi sağlık sorunları yaşadıkları halde, sağlık hizmetlerine ulaşamamaları da, bu haberde yer alan Türkiye gerçeklerinden. Altı çizilen en önemli gerçekse, “Türkiye’de ve dünyada aynı işi yapan kadınlarla erkeklerin eşit ücret alamaması,  eşit kariyer olanağı elde edememesi ve devletlerin bu alanda ‘çalışma yürütüyormuş’ gibi görünmekle yetinmesi.”

KADINLARIN  TOPLUMSAL ROLLERİ
Yapılan pek çok konferansta/panelde ülkemizdeki kadının durumu tartışılıyor. Çözüm yolları olarak, “Kadının istihdama aktif katılımını sağlayacak politikaların bir an önce hazırlanması” gereği yanında “kadınların iş alanlarını genişletmek*, mesleki eğitim, girişimci kadın gruplarını desteklemek* ve kadına yönelik ayrımcılığı ortadan kaldırmak” öneriliyor. Bunlara çoğunlukla şu doğru saptama da ekleniyor: “Çocuk bakımı toplumsal sorumluluk alanındadır. Kadınları çalışma yaşamından uzaklaştıran çocuk bakımı engeli, işyerlerinde kreşler, yuvalar ya da yerel yönetimlerin çocuk bakım evlerinin yaygınlaştırılmasıyla aşılabilir. Bu yaygınlaştırılma sendikaların talepleri arasında yer almalıdır.”
Ancak emekçi yığınlarının sorunları için “çalışma yürüyormuş” gibi bile görünmek gereğini duymayan düzen, kadınların ucuz ve niteliksiz yedek işgücü olarak kalması için gerekli yolları deniyor. Düzen sözcüleri, kadının çalışmasını toplumsal/psikolojik bir söylemle karalıyorlar. Özellikle kreş istemleri yoğunlaştığında, “kadınların kariyer merakının çocukları ve yaşlıları bakımsız bıraktığı” gündeme getiriliyor. Üstelik yaşlılarla ilgili özel kurum isteği gündemde yokken ve huzur evleri parasal ağır yükümlülükler isterken.
Yetiştirme yurtlarının, koruma altına alınması gerekliyken, çocuklar için bile varlığı gereksiz sayılıp, ailelere verilecek sadakalarla bu kurumların kapatılmasından söz edilebiliyor. Bu tür kurumlardaki yozlaşmanın suçu, yine ayakları üstünde durmaya çalışan kadınlara yükleniyor. Üstelik böyle niteliksiz saptamaları, yalnızca sıradan kişiler değil, çoğunlukla akademik kimliği olan kişiler de dile getirebiliyor. Oysa hem bebek hem yaşlı bakımı profesyonel yardım gerektiren bir konu. Ve devletin bu tip konulardan el çekmemesi gerekiyor. Yurdumuzda bebek bakımı da, yaşlı bakımı da para gücüne bağlı. Devlet bu konuda bir şey yapmıyor. Sosyal güvencesi olanlar için bile uzman kurum yok. Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul’da yaşlılıkla ilgili hastalıkların bilinen kurumları, Hıristiyan ya da Musevi vakıflarının: Lape, Balat Hastanesi, Balıklı, Surp Pırgıç vb. Müslüman vakıflarının kimsesiz, bakıma muhtaç yaşlıların bir ikisi için bu konuda yaptıkları da onur kırıcı, davul zurna eşliğinde televizyon teşhiri ile işi yine kuruma değil halka devir, üstelik kurumsal değil… kalıcı da değil, bir tür sadaka.
Kadının ailedeki yerini çocuk/ihtiyar bakıcısı olarak çizen düzen, onu bu konuda bilgilendirme, eğitme zahmetine de girmiyor.
Bu tutum, kadınlar için evliliği bir meslek, emekçiler için evlenip çocuk sahibi olmayı bir güvence durumuna getirirken, kadını bir “nesne/meta” durumuna sabitliyor. Ücretsiz estetik ameliyatları, şanslılara berber, makyaj ve giyim desteğiyle görünüm değişiklikleri sağlayan kadın programlarının hedef kitlesi yoksul ve çaresiz kadınlar ise de, vitrinindekiler, eli yüzü düzgün, orta yaşı geçmiş orta sınıf  kadınları. Bu kadınlar, televizyon programlarıyla evlenmek istediklerini, gelecekteki eşlerinde aradıkları en önemli özelliğin iyi bir gelir, ev ve araba olduğunu da duyuruyorlar: Bir erkek, buluştuğu kadını, iyi bir yerde yemeğe götürmeli ve hesap öderken eli titrememeli deniyor.. Bu tür programların gittikçe büyüyen fuhuş sektörünü akladığını söylemek acaba kötümserlik mi sayılmalı.

Emekçi çocuğunun eğitim olanaklarının iyice zorlaştığı günlerde, kız çocuklarının eğitimlerine kampanyalarla görünüşte olanak arandığı koşullardayız. İnsanımız insanca yaşamak için tek olanağın örgütlenmeden geçtiği gerçeğiyle yüz yüze. Küreselleşme koşulları, Avrupa’daki emekçiyi yüzyıllarca süren mücadelesiyle aldığı hakları geri vermeye zorlarken, gelişmekte/azgelişmiş ülkeler emekçisini daha zor koşullara itti. Bu ülkelerin yönetimleri “ucuz emek” duyurusuyla yabancı sermayeye çağrı yaptıkça, iş biraz daha çatallaştı. Önümüzdeki 8 Mart, 2006 yılının 8 Martı, emekçi dünyasının taleplerinin yükseltilmesi, kadın emekçilerin dayanışmalarını yükseltmeleri için bir olanak sayılmalı. Ama emekçinin, özellikle kadın emekçinin ve kadınımızın sorunlarının mart ayına sığmayacağı da  anımsanmalı.

Tekel’de mücadele ve aşılması gerekenler

Bilindiği gibi, birçok fabrika ve işyeri, “bunlar devlet üzerinde kamburdur, zarar ediyor” propagandası eşliğinde, kelepir denecek rakamlarla elden çıkarıldı, bazıları da kapatıldı. “Devlet köşkerlik yapar mı?” diyerek Sümerbank’ları, “devlet köfte yapar mı?” diyerek Et Balık Kurumları’nı kapatan zihniyet, şimdi de, “Devlet sigara üretir mi?” ve “Sigara sağlığa zararlıdır” diyerek, TEKEL fabrikalarını kapatıyor.
İşbirlikçi AKP hükümeti, TEKEL fabrikalarını kapatarak, bir taşla birkaç kuş vurmak istiyor. TEKEL’in kapatılması, sadece sigara üretimini ve onu gerçekleştiren işçileri vurmuyor. Yerli tütünü, tütün üreticilerini, ülke ekonomisini ve sanayii de vuruyor. AB’ye girme adı altında tarımın yüzde onlara çekilmesi planın bir parçası da böylece hayat buluyor. Tarım ve sanayinin çökertilmesi aynı anda gerçekleştirilmiş oluyor.
AKP hükümetinin TEKEL fabrikalarını kapatmak istemesi üzerine, işçiler mücadele sürecini başlattılar. Geçtiğimiz yılın Şubat ayında, sigara fabrikasının önündeki D-400 karayolunu kullanarak Adana’ya gelen Başbakanın yolu TEKEL işçilerince kesilince, bu mücadele geniş kesimlerce konuşulmaya başlandı.
SEKA’dan esinlenerek fabrikayı terk etmeyen ve gruplar halinde nöbet tutan TEKEL işçileri, yaptıkları sayısız eylem ve etkinliklerle ülke gündemine girmiş oldular. Bu yazıda, TEKEL’in kapanması durumunda ortaya çıkacak sonuçlar, kısa tarihçe ve işçilerin mücadelesinin çeşitli yönleri özetlenmeye çalışıldı.
Bu yazı, 28 Ocak tarihinde kaleme alınmıştır. Süreç sıcak ve gelişmeler hızlı olduğundan, yaşanacak yeni gelişmeler, bu tarih dikkate alınarak ve bu yazıyla birleştirilerek yorumlanmalıdır.

TASFİYE EDİLME SIRASI TEKEL’İN

Cumhuriyetin ilk yıllarında (1923 sonrası) “devlet öncülüğünde sanayileşme-kapitalistleşme” politikasının gereği olarak fabrika ve işletmeler kurulmaya başlandı. KİT (Kamu İktisadi Teşekkülleri) adı verilen bu işletmelerin çoğu (dokuma, tütün, şeker vb.) tarıma dayalı işletmelerdi. Öte yandan köylünün kalkındırılması hedeflenerek, Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK), Tarım Satış Kooperatif Birlikleri (TSKB) ve buna bağlı çok sayıda kooperatif kuruldu. Tarımda kapitalistleşme hızlandıkça, tarımdan sanayiye kaynak akışı da hızla arttı. Böylece sanayi ile tarım arasında birbirini büyüten, birbirini çoğaltan ve zenginleştiren bir ilişki gelişmeye başladı. Bu cümleden olarak, metal sektörü vb.’nin yanı sıra, çoğunlukla tarımsal sanayi, ülke tarım ve hayvancılığının ürünlerinin işlendiği ve halkın, ekmek, sigara, içki, süt ve et ürünleri, pamuklu dokuma, ayakkabı vb. gibi ihtiyaçlarını görece ucuz karşılayabilmesine az-çok mümkün kılan devlet işletmeleri tarafından sürüklendi; bu işletmeler, ülke üretiminin başlıca bölümüyle gayrısafi milli hasılanın büyük kısmını sağlayageldiler.
1980 askeri darbesinin ardından uygulama alanı bulan 24 Ocak Kararları’yla birlikte ise, tarım ve sanayi alanında yeni bir süreç başladı. Uluslararası tekellerle birlikte işbirlikçi burjuvazi, hükümetler eliyle, ülkeyi ekonomik, sosyal ve siyasal alanda yeniden yapılandırmanın adımlarını hızla atmaya başladı.
Özelleştirme uygulamaları, gümrük duvarları ve tüm korumacı tedbirlerin kaldırılmasıyla birlikte bu birikimler uluslararası sermayenin talanına açıldı. Bu yapılandırma çerçevesinde çıkarılan her yasa, atılan her adım, ülkenin emperyalist güçlere iyiden iyiye bağlanması anlamına gelmekteydi. Ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri talana açıldı. Ülkenin dışa bağımlılığı daha da arttırıldı.
IMF ve Dünya Bankası tarafından hazırlanan ekonomik politikalar, önce Özal, sonra Demirel ve ardı sıra gelen hükümetler eliyle hayata geçirildi. Öncesinde, Kemal Derviş’le özdeşleşen 57. Hükümet, bugün ise AKP tarafından kararlılıkla uygulanan ekonomik politikalar, esas olarak uluslararası tekellerin ülke pazarı üzerindeki hakimiyetini pekiştirmeyi ve genişletmeyi hedefliyordu. Bununla beraber, Şeker Yasası, Tütün Yasası, Tarım Reformu Yasası ile tarımı ve tarıma bağlı sanayiyi tasfiye etmenin yasal alt yapısı oluşturuldu. TEKEL ve Şeker fabrikalarının en kârlı birimleri yabancı sermayeye sunulurken, geri kalanlar kapatılma yoluna gidildi. Böylece yerli tarım üretiminin yabancı tekeller karşısında rakip güç olmaktan çıkarılması gerçekleşecekti. Süregelen dayatmalar, tekelci burjuvazinin hakimiyet politikasının sonuçları olarak gündeme geldi.
Sermaye için çıkarılan her yasa ve her yeni düzenleme kapitalist sistemin yapılanma ihtiyaçlarına cevap verirken, diğer taraftan da, toplumsal katmanlarda çözülmelere yol açtı. Birçok sosyal kesim, var olan konumunu yitirmeye, açlığa ve işsizliğin pençesine düşmeye başladı.
Et Balık Kurumu ve Süt Endüstri Kurumu’nun tasfiyesi nasıl hayvancılığı bitirdiyse, Sümerbank, Aksantaş, Çukobirlik, TEKEL gibi kurumların özelleştirilmesi ve tasfiye edilmesi ise, tarımın bitirilmesi politikasını hızlandırdı. Örneğin, Adana ilinde 275 ortakla kurulmaya başlanan ve 65 bin ortağa ulaşan Çukurova Pamuk, Yerfıstığı ve Yağlı Tohumlar Tarım Satış Kooperatifleri Birliği (ÇUKOBİRLİK)’in elden çıkarılması, Çukurova tarımının ipini çekti. Üreticiye tarımsal gübre, tarımsal ilaç ve tohumluk desteği sağlayan, çiftçinin ürününü değerlendiren ÇUKOBİRLİK’in tasfiyesiyle birlikte, pamuğun (devlet desteğinde) boya-basma ve iplik dokuma gibi sanayi bölümlerinde işlenmesi de sona erdirilmiş oldu. Bugün Adana’da kamu alanında işler durumdaki son fabrika olan TEKEL Sigara Fabrikası, Çukurova ve doğu illerinin yerli tütününü işliyor. Tasfiye süreci, Adana Sigara Fabrikası’na kapatmayı dayatıyor.

YERLİ TÜTÜN ÇÖPE, YABANCI TÜTÜN VİTRİNE KONUYOR

TEKEL fabrikalarının alkollü bölümleriyle birlikte yaprak fabrikalarının da tasfiye edilmesinin ardından, Türkiye’de sadece sigara üreten 6 TEKEL fabrikası kaldı. Bu fabrikaların üçü (Adana, Malatya, Bitlis), tamamen yerli tütün işleyen fabrikalardır. İmalatında yüzde 100 yerli tütün kullanılan Samsun ve Maltepe sigaralarının üretimi artık bitiriliyor. Yüz binlerce çiftçinin tütün ekmesi engellenirken, ülke yabancı tip ve ithal tütüne mahkum ediliyor. Yabancı sigara tekellerinin kullandığı Virginia tipi tütün üretimi karşısında yerli tütün, rekabet gücünü tamamen kaybediyor.
Bu üç fabrikanın kapısına kilit vurulması, öte yandan, yerli tütün sağlayan Malatya, Adıyaman, Bitlis, Diyarbakır gibi illerde üretim yapan yoksul Kürt köylüsünün ekonomik olarak ölümü anlamına gelecek. Zira tütün üretimi yapılan topraklar çok küçük tarımsal alanlardır. Bu topraklarda aynı ekonomik değeri sağlayacak başka bir tarımsal üretimi yapmak da mümkün değildir. Bilimsel olarak, tütün üretiminin yapıldığı topraklarda toprak zehirlendiği için, yeni bir ürüne geçilmesi yılları alacaktır.

TEKEL’İN KISA TARİHİ
Tütünün yakın tarihi, Osmanlı döneminde Reji’nin kuruluşundan (1883), İnhisarlar İdaresi’ne (1933), oradan da TEKEL’e (1946) kadar uzanıyor. Reji döneminde elde edilen kaynak, borç ödemeleri ve devletin diğer cari harcamalarının finansmanında kullanılıyor. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise, yaratılan bu kaynakların büyük ölçüde demiryollarının geliştirilmesinde kullanıldığını görüyoruz.
Türkiye’de şarapçılığın geliştirilmesi, tütün tarımının iyileştirilmesi, yeni sigara ve içki çeşitlerinin sunulması gibi hizmetlerle TEKEL, yıllardır hem tüketicileri, hem de üreticileri doğrudan ilgilendirdi. Tütünden kibrite, tuzdan meşrubata, şaraptan biraya, likörden rakıya ve konyağa, ispirtodan kolonyaya, çakmaktan baruta kadar, onlarca maddenin üretim, dağıtım ve satışını yapan TEKEL, aynı zamanda, piyasada yabancı tekel ürünleri için kontrol aracı rolü de görmüştür. Sipahi’den Yenice’ye, Gelincik’ten 27 Mayıs’a, sigara kutularının kapak resimleriyle, Yalova rakısının etiketi, eski şarap ve bira ilanlarıyla, Samsun, Bafra, Köylü, İkinci ve Asker sigaralarıyla ve paket kağıdı kesme makinesiyle, reji döneminden kalan bakır imbiklerle TEKEL koca bir tarihtir.

YARATTIĞI İSTİHDAM VE EKONOMİYE KATKISI
TEKEL, ülkenin katma değer anlamında en büyük gelir sağlayan birkaç kurumundan biridir. TEKEL’in satışı, 22 bin işçiyi, 600 bin ekici ve ailesi olmak başta üzere, 3 milyon insanın kaderini doğrudan ilgilendiriyor. TEKEL, kârı ve  cirosu ile Türkiye’de 500 sanayi kuruluşu içinde ilk sıralarda yer alıyor. TEKEL’in sadece bir günlük hasılatı 28 trilyon. Yabancı ve yerli sermaye çevrelerinin TEKEL’e ilgisinin asıl nedeni; TEKEL’in Türkiye ve dünyada sahip olduğu bu büyük pazar payıdır.
Sadece Adana Sigara Fabrikası 2000-2005 yılları arasında, fabrikanın % 70’ni yenileyerek, 10 trilyonluk yatırım yaptı, Adana’ya aylık 3 trilyon TL aktardı. 2003 yılında13.5 trilyon, 2004 yılında 14 trilyon kazandıran Adana TEKEL; 2005 yılında ise, üretimin engellenmesine rağmen, 4,5 trilyon kâr sağladı. Adana TEKEL Sigara Fabrikası, günlük 4 trilyon değerinde 50 ton sigara üretimi yapan, 700 işçiyi bünyesinde çalıştıran, 3500-4000 aileyi doğrudan etkileyen, 600 bin tütün ekicisinin ürününü işleyen bir kapasiteye sahip.
TEKEL’in kapatılmasıyla birlikte, Philip-Morris, Marlboro ve Camel’e yeni pazar payı, Amerikan tütününe ise yeni yayılma alanı açılıyor. Görüldüğü üzere, halkın alın teri ve yıllardır ortaya koyduğu birikimlerle oluşan fabrikalar ve ülke kaynakları, bir avuç sermayedarın çıkarı için gözden çıkarılıyor, emperyalistlere parça parça peşkeş çekiliyor.

ÖZELLEŞTİRME VE TEKEL İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ
Özelleştirme saldırısı kapsamında ilk olarak, TEKEL’e bağlı alkollü içki bölümleri, TEKEL yaprak gibi işletmeler satılmaya/kapatılmaya başlandı. Bu ilk dönemlerde, TEKEL işçilerinin mücadeleye aktif olarak katıldıklarını söylemek mümkün değil. Çünkü işçiler, bu dönemde, özelleştirmenin sonuçlarını yeterince kavramamışlardı. Örneğin Alkol ve Yaprak bölümleri 2003’te kapatılmak istendiğinde, sigara işçilerinde genel olarak, “bu durum bizi etkilemez, biz emekli olana kadar fabrika kapanmaz” düşüncesi baskın gelmekteydi.
2005 yılında SEKA işçilerinin başını çektiği mücadele, tüm diğer illerde olduğu gibi, Adana’da da TEKEL işçilerinin mücadelesini ateşledi. SEKA sürecine paralel olarak birçok eylem gerçekleştiren Adana TEKEL işçileri, “SEKA kıvılcım TEKEL ateş olacak” sloganı etrafında birleşti.
Özelleştirme saldırısına karşı sayısız eylem gerçekleştiren ve tecrübe biriktiren TEKEL sigara işçileri, bu mücadele sürecinde bir değişim ve dönüşüm yaşadılar. TEKEL işçileri, bir yandan slogan atmayı öğrenirken, aynı zamanda, kol kola yürümeyi ve kendi içinde birlik olmayı da öğrendiler. Ankara, Malatya ve Tokat mitingi gibi büyük kitle eylemlerine katılan Adana sigara işçileri, özellikle Malatya’da Tüm Köy Sen ve Tek Gıda İş’in ortaklaşa gerçekleştirdiği mitingden oldukça etkilendiler.
Eylem dalgası giderek büyürken, Adana’da yeni bir sıçrama gerçekleşmekteydi. Üretici köylüleri kastederek, “gözünüzü toprak doyursun” diyen Başbakan Erdoğan, Çiftçiler Birliği’nin binasının açılışı için Adana’ya geldi. Bunu duyan TEKEL işçileri, yoldan geçen Başbakana seslerini duyurmak istemişler, ancak güvenlik güçleri buna izin vermemişti. İşçiler de, bunun üzerine aniden bir karar vererek, Başbakanın yolunu kesmişlerdi. İşçilerin yaptığı bu eylemi engellemeyi beceremeyen güvenlik güçleri, fabrikanın önünde kordona aldıkları 600 TEKEL işçisine saldırdı. Bu eylem, hareketi protestocu bir sınırdan çıkarırken, ona yeni bir ivme de kazandırdı.
İleri öncü işçiler, sınıftan yana sendikacılar, sınıf partisi ve Tek Gıda-İş sendikasının girişimleriyle, 3 Nisan’da TEKEL için bir halk mitingi yapılması gündeme getirildi. Ancak TÜRK-İŞ böyle bir mitingi istemedi. TÜRK-İŞ ve Tek Gıda-İş genel merkezinin böyle bir mitinge karşı çıkmasına rağmen, DİSK, KESK, TMMOB, Tek Gıda-İş Bölge ve 1 No’lu şube ile TÜMTİS bir araya gelerek miting kararı aldı. Yaklaşık 10 bin kişinin katıldığı mitinge temsili düzeyde gelen TÜRK- İŞ yöneticileri, gördükleri kitle karşısında apar topar pankartlarını getirip açtı. Bu mitingte, yine sendikal rekabet ve ‘solculuk-sağcılık’ gibi suni ayrımlar öne çıktı. TÜRK-İŞ tarafından diğer sendikalar dışlanmaya çalışılırken; TTB ve KESK cephesindeki kimi sendikacılar da, TÜRK- İŞ’in bu tutumuna karşılık kürsüyü terk etmek istedi. Bu eylemin ardından yürütülen tartışmalar, sendikalar arasındaki rekabeti kızıştırdı. Bu gelişmelerin bir neticesi olarak, TEKEL üzerinden yaratılan sendikal birlik yeniden darbe aldı ve sendikalar uzun bir süre toplanamadı.
Başbakanın önünün kesilmesi, 3 Nisan Adana mitingi ve AKP’ye yapılan yürüyüşlerle birlikte TEKEL işçileri, politikaya, işçi sınıfının birliği fikrine daha çok yaklaştı. Adana’da birçok sendika ve partiyi gezen işçiler mücadelelerine destek istediler. EMEP il örgütüne yapılan ziyarette, işçilerle partililer ortak mücadele planları çıkardılar. Eylemlerden önce düzenli bir çalışmanın yürümediği fabrikada, işçilerin bir bölümü, partiyi ve parti çalışmasını tanıdıkça, partili mücadeleye yöneldi.
İşçilerin bir bölümü eylem ve mücadele sürecinde, sınıfın günlük çıkan gazetesinin önemini kavramaya başladı. Özellikle işçi mektupları, mücadele aracı olarak işlev görmeye başladı. İşçiler, mektup köşesinden, Samsun, Tokat, Malatya ve İstanbul TEKEL işçilerine seslenerek, mücadeleyi genelleştirmeye çalıştılar. Mektuplar, aynı zamanda, Adana halkına seslenmenin ve mücadeleyi tartışmanın da kürsüsü olmaya başladı. Eylemlerle başlayan süreçte sadece 1 işçi gazete alırken, gelinen yerde 10 işçi günlük gazete okur hale geldi. Çıkan kimi haberler üzerine fabrikada 50 ile 150 arasında gazete dağıtıldı. Fabrika dışından yapılan gazete dağıtımı, giderek yerini, içerde işçilerin dağıtım mekanizmasına bıraktı.
SEKA işçilerinin fabrikaya kapanması ve ülke genelinde işçi eylemlerinin hız kazanması üzerine, TEKEL’in özelleştirme süreci ertelendi. Bunun üzerine, işçilerde ve sendika yönetimlerinde rehavet baş gösterdi. Tek Gıda-İş sendikasının 2005 1 Mayıs’ına katılmamasıysa, diğer işçi kesimleri ve sendikalardan büyük tepki topladı. TEKEL işçilerine karşı önceden gelen önyargılar böylece pekişmiş oldu. 1 Mayıs alanına gelen 20-30 TEKEL işçisi ise, Tek Gıda-İş pankartını göremedi. Dolayısıyla TEKEL üzerinden sağlanan birliktelik ve sınıf dayanışması bir kesinti dönemine girdi.

BİR TASFİYE YÖNTEMİ: ÜRETİMSİZ BIRAKMA
TEKEL işçileri ve sendika, 6 aylık süreci, saldırının kendileri için ertelendiği düşüncesi ile avunarak ve eylemsiz geçirdi. Ancak 2006’ya yaklaşan günlerde, TEKEL Adana Sigara fabrikasının üretimi kesildi. Bu sefer daha zorlu bir süreç başlıyordu. Fabrikanın kapatılacağı hükümet tarafından her fırsatta söyleniyordu. Bunun ilk adımı ise, fabrikanın üretimsiz bırakılmasıydı. Bunun üzerine, işçiler, “TEKEL’den ölümüz çıkar” şiarı ile yeni bir mücadele sürecine girdiler.
TEKEL Adana Sigara fabrikasına 2 ayı aşkındır süredir üretim yaptırılmıyor. Bu sürecin sonunda fabrika tamamen kapatılacak. Üretimin yapılmadığı fabrikada, işçilere aslında psikolojik baskı yapılıyor. İşe yaramadıkları hissine, çalışmadan ücret aldıkları psikolojisine kapılmaları istenen işçilerin direncinin kırılması hedefleniyor. Hesap ise açık: işçileri teslim almak. Üretim yaptırılmayan işçilerin disiplini kaybetmeleri, dayanışma duygularını yitirmeleri bekleniyor. Zira benzer bir süreci, Adana Aksantaş fabrikası işçileri de daha önce yaşadılar. Kapatılması gündeme geldiğinde eyleme geçen Aksantaş işçileri, sürece eylemlerle başlamışlar, fakat yaklaşık bir yıl üretimsiz bırakılarak, tayinlere boyun eğer bir noktaya getirilmişlerdi. Bugün TEKEL sürecine bakınca, ilk akla gelen Aksantaş örneği oluyor.

SEKA KIVILCIM OLDU, TEKEL NASIL ATEŞ OLACAK?
Yaklaşık 2 aydır üretimsiz kalan işçilerin çoğu, fabrikanın kapatıldığına dair kararın alındığını düşünüyor ve kapatma kararının açıklanmasını bekliyorlar. İşçilerin oldukça gergin olduğunu söylemek mümkün. Özelleştirmeye karşı daha önce mücadele etmiş fabrika ve işletmelerin son aşamada yenildiklerini bilen işçiler, “bizim kazanmamız mümkün mü?”sorusuyla başlayan tartışmalar yürütüyorlar. Bu soruyu diğer işletmelerden işçiler de soruyor ve cevabını merak ediyor. Bir önceki direniş olan SEKA, işçilerin en çok üzerinde konuştukları örnek olarak öne çıkıyor. SEKA kıvılcım oldu, peki TEKEL nasıl ateş olacak? TEKEL SEKA’yı nasıl aşacak? Hareketin can alıcı sorunu işte bu soruda yatıyor. Kuşkusuz bu sorunun cevabı bir tane değil. Bu açıdan belli başlı temel noktaları ele almak gerekecek.
1- Elbette TEKEL, SEKA değildir. İşçilere göre, TEKEL’in 6 önemli fabrikası var ve bu açıdan SEKA’dan farklı olarak, TEKEL’in etki gücü daha fazla olabilir. Yani hareketin tek fabrikaya sıkışması aşılabilir. Bir SEKA yerine 6 SEKA yaratılabilir. Bütün TEKEL işçileriyle birlikte, bir bütün olarak TEKEL’in büyük emekçi ailesini harekete geçirmek, devasa bir güç oluşturmak anlamına geliyor. Fakat bunun o kadar kolay olmadığı da görülmez değil. Özellikle İstanbul, Tokat ve Samsun TEKEL işçisinin Adana ve Malatya eylemlerine ilgisizliğinden yakınan işçiler, bir yandan kendilerini de eleştiriyorlar. “Daha önce Alkol gittiğinde de biz sesimizi çıkarmamıştık” diyen işçiler, bugün kalan 4 TEKEL fabrikası ile fikir ve eylem birliğini yakalamış değiller. Bunun için diğer fabrikalara ekipler göndermek ve ortak toplantılar yapmak gerekiyor. İşçi bunun da farkında, fakat sendikadan gelecek bir organizasyonu beklemeyi de aşamıyor. Tabandan, yani işçiden işçiye gidecek bir inisiyatif, başarı için mutlak gerekli.
2- SEKA, son kertede işçinin kendini fabrikaya kapatma eylemidir. Bu nedenle, Adana TEKEL işçisi de, fabrikaya kapanmayı hesaplamakta ve SEKA’nın bunu nasıl yaptığını merak etmektedir. Fakat burada yanlış bilinen bir şey vardır. SEKA işçisi, her ne kadar kapanmışsa da, öncesinde önemli işleri de başarmıştır. Fabrika gezileri, halkı aydınlatma, mitingler, ailelerin militanca sürece katılması vb. birçok çalışma defalarca örgütlenmiştir. Yani birden bire bir kapanma olmamıştır. Dolayısıyla SEKA’nın sadece kapanma yönüyle anılması ve taklit edilmesi, SEKA tecrübesini yeterince kavramamak olur. Adana TEKEL işçisinin, Adana halkının ezici bir çoğunluğunu davasına kazandığını söylemek, bugün için mümkün değildir. Bu açıdan, Adana, henüz Kocaeli’nin gerisindedir ve halkı kazanmak için yapılacak çokça iş vardır.
3- İşçi, önsezileriyle bir yanıyla doğruyu görmektedir. Evet, SEKA’dan farklı olarak, 6 büyük fabrika, on binlerce tütün üreticisi ve işçilerin aileleriyle muazzam bir güç yaratılabilir ve kazanılabilir. Bunlar yapılmadan işçilerin fabrikaya kapanmaları, başarının baştan itilmesi demek olacaktır. İşçiler militan olabilir, fedakar olabilir, haklı olabilir, ama bu, mutlaka ve yapılması gerekenler yapılmadan kazanılacağı anlamına da gelmemektedir. TEKEL işçileri, Tek Gıda-İş sendikasına üyedirler. Bu sendika, geçtiğimiz günlerde şube kongresini yaptı. Bu kongreye 17 işyerinden delegeler katıldı. Peki, bugün bu 17 işyerindeki işçiler, TEKEL için ne yapmaktadır? Neredeyse hiçbir şey? Bu, o işletmelerin işçilerinin mi suçudur? Bunu böyle ifade etmek doğru olmaz. Soruyu tersten sormak daha doğrudur. Sendika, bu 17 işletmenin işçilerini TEKEL için, daha doğru söyleyişle TEKEL’in mücadelesi etrafında birleştirmek için ne yapmıştır? TEKEL işçileri, bu işyerlerinden işçilerle, işyeri temsilcileriyle bu meseleyi konuşmuş, tartışmış, desteği somutlaştırmaya ya da ortak talepleri belirlemeye ve birleşik bir emek mücadelesinin geliştirilmesi için çalışmaya yönelmiş midir? İşyerleri çıkışında, yemekhanelerde, işçi servislerinde bu işçilere bir şey anlatılmış, bir şey dağıtılmış mıdır? SEKA gibi fabrikaya kapanmadan önce, bu tartışılmış mıdır? Bugüne kadar birçok kurum TEKEL’i ziyaret etmiştir de, “destek çığ gibi büyümüştür” de, TEKEL’in çevresindeki bu fabrikalar ve aynı sendikanın üyesi olan bu işçiler bir kez olsun ziyarete gelmişler midir? Bu sorulara doyasıya bir olumlu yanıt verilemiyor. Bu nedenle, yapılacak iş bellidir. Öncelikle fabrikalar gezilmeli, fabrikalar dayanışma fikrine kazanılmalıdır.
4- İşçiler sık sık TÜRK-İŞ’i eleştirmektedir. “Suskun TÜRK-İŞ istemiyoruz” sloganlarıyla daha iyi bir sahiplenme, daha etkili eylem kararları alınmasının talep edildiği göze çarpıyor. Elbette TÜRK-İŞ, sendika bürokrasinin ağırlığıyla işçileri ezmektedir ve bu açıdan ne dense yeridir. Fakat sitem etmenin yetmediği de bilinmelidir.
Adana’da TÜRK-İŞ Başkanlar Kurulu ayda bir defa toplanıyor ve 28 şube başkanı bu toplantıya katılıyor. Bu şubelere bağlı da çok sayıda fabrika ve işyeri var. İşte görev burada işçiye düşmektedir. Bu işyerleri gezilmelidir. İşçinin işçiye seslendiği, diğer işçilerin aydınlatıldığı bir çalışma hayata geçirilmelidir. Diğer fabrikalardaki işçiler birleşik mücadele fikrine kazandırılmalıdır. TÜRK-İŞ; ancak buralar gezilirse, Adana işçisi dayanışma duygusu ve ortak talepler etrafında bir araya gelme ve sermayenin saldırılarının püskürtülme zorunluluğu fikri ve buradan gelişecek bir pratikte birleşir ya da birleşmek üzere hareketlenir ve baskı oluşturursa, harekete geçer ya da geçmek zorunda kalır. Kaldı ki, sadece TÜRK-İŞ değil, DİSK, KESK, HAK-İŞ’in örgütlü olduğu işyerleri de gelişmelerden bihaberdir.
5- Başta tekstil olmak üzere, özel sektörde örgütlü-örgütsüz on binlerce Adana işçisi TEKEL sürecini yanlış bilmekte ve yorumlamaktadır. “Onlar bizden çok alıyor, aylık 1 milyar alıyorlar, kapatılırsa kapatılsın. Gelsin bizim yaptığımız işi yapsınlar” gibi birçok tanımlama bu işçilerce yapılmaktadır. Elbette karşı çıkan işçiler de yok değildir, ama bunlar azınlıktadır. Adana TEKEL işçileri, başta OSB olmak üzere, işçi havzalarını aydınlatmak için de harekete geçmek zorundadır.
6- Fabrikaya kapanma bir yanıyla zorlu bir mücadeledir. Kolay da değildir. Fakat yapılan işlerde ‘gösterişçilik’ öne çıkabilmekte, işçiler, aydınlatma ve örgütlenme çalışmasından uzak kalarak, sadece eylem yapma tutumuna girebilmekte, medyada yer edinebilme çabası baskın gelebilmektedir. Piyasanın baskısı ile popülizmin de boy verdiği bu süreç yukarıda bahsedilen işlerin yerine getirilmesine engel olurken, aynı zamanda, mücadelenin başarıya ulaşması açısından da tehlikeye işaret etmektedir. Esas çözüm, sadece içeri kapanmak değildir. 700 işçiyi, birer örgütçü olarak, Adana’ya ‘çıkarmaktır’.
Sokaklar, fabrikalar, üniversite, köyler, aydınlar işçileri beklemektedir. 700 işçi, eylemin ve nöbetin olmadığı zaman, fabrikada atıl kalmaktadır. Ama gruplar halinde çalışmaya koyulacak işçiler, Adana’ya yayılabilecek bir ordu gibidir. Bu güç, bugün, kimsenin elinde bulunmamaktadır.

‘ZİYARET ÇARPTI BİZİ’ DEMEMEK İÇİN

Kuşkusuz direnen işçilerin çeşitli kesimlerce ziyaret edilmesi moral açıdan önemlidir. Fakat ziyaretçiler, TEKEL’i bir ‘ziyaret yeri’ olmaktan da çıkarmak zorundalar. Her ziyaretçi grubun, temsil ettiği ana kitlenin içinde nasıl bir çalışma yürüteceği ve bu ana kitlenin nasıl bir eylem içerisinde olacağı, süreci belirleyecek bir faktör durumundadır. Öte yandan, bir “ziyaret pazarı”nın açıldığı da söylenebilir. Kimi gruplar defalarca TEKEL’e gitmiştir de, bir kez olsun, TEKEL işçilerini alıp, birlikte, mahalleleri, kahveleri, fabrikaları gezmiş midir? Henüz yetersiz de olsa, Emek Partisi örgütünün kimi çalışmaları, bu açıdan örnek alınabilir. Zira partili bir muhtar, işçileri yanına alarak, mahallesinde kahvehaneleri gezip halkı aydınlatmış; işçiler, muhtarla birlikte, halka bildiri dağıtmıştır. Emek Gençliği, işçilerle birlikte, pilot noktalarda ve mahallelerde bildiriler dağıtmıştır. Parayla afiş yapma önerisini reddeden Emek Gençliği, işçileri de yanına alarak, şehrin birçok noktasına sendikanın afişlerini asmıştır. Partililer, yanlarına işçileri alarak, diğer sendikaların temsilci kurullarına katılmış, işyerlerini gezmiş ve birlikte mücadele çağrısı yapmıştır.
Ne yazık ki, birçok sendika yöneticisi, defalarca TEKEL’e gitmesine rağmen, halen üyelerini buraya taşımamış veya üyelerinin TEKEL direnişi ile dayanışmasını sağlamamıştır. Henüz sendikacıların sendikacıları ziyaret etmesi aşılmış değildir.
Sınıf partisinin örgütüne, sınıftan yana sendikacılara, işçi inisiyatifini teşvik eden, işçiler arasında dayanışma duygu ve fikrini geliştiren, işçileri birleştirici, birleşik işçi hareketinin önünü açıcı örnekleri geliştirme görevi düşmektedir. Tayin edici süreç, işyerlerinde dayanışma eylemlerinin gelişmesi, mahallelerin gösteri yerlerine dönmesi, esnafın kepenk kapatması, okullarda derslerin bir kez olsun boykot edilmesi ve üreticilerin hareketlenmesiyle başlayabilir. Bütün bunlar da, aydınlatma ve örgütlenme işidir. Yoksa ‘ziyaret olayı’, işçileri bir heyecan atmosferine çekip, yapılacak işlerin ve gerçek çözümün önüne bir perde gibi çekilebilmektedir. Bunun sonu ise, diğer direnişlerde olduğu gibi, ‘ziyaret çarptı bizi’ olmaktadır.

İŞÇİLERİN BİRLİK SORUNU VE KOMİTE
Fabrikanın kapatılması ve mücadele süreci içerisinde, işçilerin önüne, yapılması zorunlu bir olağan şube kongresi çıkmıştır. Eylemler nedeniyle üç kez ertelenen kongre, nihayet gerçekleşmek zorunda kalmıştır. Önce delege seçimleri yapılmış ve bu seçimde, işçiler, iki blok liste etrafında kutuplaşmışladır.
Listeler, sağ-sol gibi sıfatlarla tanımlandırılsa da, bu durumu, ekip ve isimlerle adlandıranlar da vardır. Fakat bu seçimde, esas bölünme, mücadeleyle hakların alınması fikri etrafında birleşenler ile hükümet ve devletle ‘uzlaşma’ ve taviz yolunu seçenler biçimindeki iki eğilim arasında olmuştur. Her iki eğilim de güçlü bir oy oranı almış ve seçimi, –bizim tabirimizle– ‘uzlaşmacılar’ kazanmıştır.
Seçimlere, AKP bütün güçleriyle müdahale etmiştir. Bakanlık, milletvekilleri, belediye başkanları ve AKP il teşkilatının, her şeyi göze alıp, işçilerle görüştükleri açığa çıkmıştır. Bunlar, direnişin boş olduğunu, kimi grupların bunu siyaset için kışkırttığını, kendi listeleri kazanırsa hükümetle diyalog yolunun açılacağını propaganda etmişler ve başarılı da olmuşlardır. Mücadeleyi savunan kesimler ise, darlık ve ayağı yerden kesik ‘solculuk’la da birleşen bir zaafiyet göstererek, kendini zayıf bırakmıştır.
TEKEL’de seçimi kazanan liste, şube kongresinde kaybetmiştir. Çünkü diğer örgütlü işyerlerinden gelen delegelerle bu liste azınlığa itilmiştir. Seçimi eski yönetim kazanmıştır. Böylece, aslında TEKEL işçisinin iradesi, bir yanıyla dışlanmıştır. Bu durum, karşılıklı küskünlüğü beraberinde getirmiş ve işçiler arasındaki ayrılığı derinleştirmiştir.
TEKEL işçisi, bu ayrılığı gidermek zorundadır. Buna mahkumdur, yoksa, her eyleminde içeriden hançerlenmekten kurtulamayacaktır. Bunun yolu, yönetim-muhalif tablosunu parçalayacak ve taban iradesinin birliğini temsil edecek ortak bir mücadele komitesidir.

KOMİTE İŞÇİ İRADESİNİ TEMSİL ETMELİDİR
Bu çelişkilerden hareketle, fabrikada, her iki taraftan temsilcilerin olduğu bir ortak komite kurulmuştur. Fakat bu komite, seçimle değil, sendikanın belirlediği isimlerle, yani bir yanıyla, atamayla belirlenmiştir. Komitenin varlığını hissettirmesinde de sorunlar yaşanmaktadır.
Komite, bütün işçilere açık değil, garip bir ‘gizlilik’ içerisindedir. Bu durumda da, çok başlılık, çok seslilik sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Elbette bir direnişte gizlilik de gereklidir. Fakat günlük bir karar mekanizması, değerlendirme toplantısı ve bütün işçinin inisiyatifiyle bütünleşmedeki sorunlar, ancak 700 işçiye açık davranarak ve işçilerin ortak karar alacağı bir demokrasi anlayışı işletilerek aşılabilir. İşini yapmayan komite üyeleri görevden alınabilmeli, yerine yenileri demokratik seçimle getirilebilmelidir. Komiteye bağlı, daha çok sayıda iş üzerinden görevlendirilmiş grup, daha çok sayıda görevlendirilmiş işçiye ihtiyaç vardır.

“KAPATMA”DAN “İŞÇİYE VERİLMESİ”NE ÇARK EDİŞ
Sendika başkan ve yöneticileri, eylemler sürecinde, TEKEL’i savunma kavgasını vatanı savunma kavgası olarak tanımladılar. ‘TEKEL vatandır vatan satılmaz’ sloganıyla, işçilerin sorununun, sadece ekmek değil, ülkenin bağımsızlık sorunu olduğu, sendikacılarca defalarca dile getirildi.
Eylemlerin dozajı arttıkça, kirli hesaplar içerisinde olanlar, çözüm önerilerini basın yoluyla açıklamaya başladılar. Önce Adana Ticaret Odası Başkanı Şaban Baş, “Fabrikaya da işçilere de yazık, özelleştirme çözüm olabilir” açıklaması yaparak, ‘duyarlı’ Adanalı kapitalistlere, fabrikayı satın alma çağrısı yaptı. Öncesinde, Tekel Adana Müdürlüğü’nün benzer açıklamasına sendikanın imza atması tartışılmış ve sendika tarafından bu durum yalanlanmıştı.
Her fırsatta işçileri sıkıştırarak, çözümsüzlüğü dayatan AKP yetkilileri, “o zaman fabrikayı size verelim, biz veriyoruz alan yok” açıklamaları yaptı. Son olarak, yerel gazetelere demeç veren Tek Gıda-İş, Unakıtan’ın bu önerisini değerlendirdiklerini belirtti. Tek Gıda-İş yöneticileri, “Kardemir modeli” biçiminde getirilirse, kendilerinin fabrikayı alabileceklerini açıkladı.
Kuşkusuz bu durum, işçilere ölümü gösterip, hastalığa razı etmek isteyenlerin peşine gitmek demektir. “4-C bizim için tabuttur” diyen işçiler, ‘kendi’ fabrikalarında, 4 C’den beter koşullarda ezilmek istemiyorlarsa, bu açıklamaların üzerine gitmek zorundadırlar. Ve elbette, bu demeçleri de ‘yalanlama’, hem sendikanın prestiji, hem de işçilerin çıkarı için yararlı olacaktır.

PARTİ ÇALIŞMASINI YENİLEMEK ZORUNLU
Düne oranla, TEKEL fabrikası üzerine yapılan çalışmada, EMEP, her gün yeni bir şey yapan bir parti örgütüdür. Bu durum, hiç kuşkusuz bir moral kaynağıdır. İşçilerin hareketinin her geçen gün hız kazanmasıyla birlikte, parti örgüt çalışmasının temposu da artıyor.
Olağan bir dönemde, TEKEL’de bu çalışmaların yürütülmesi, aynı etkiyi sağlayamasa bile, oldukça iddialı bir çalışma olarak adlandırılabilirdi. Ama bugünkü saldırının boyutu daha ileride olduğu için, örgüt çalışması, bu saldırıyı püskürtmeye yetecek düzeyin ve buna uygun bir iddianın gerisinde kalmaktadır. EMEP’in 4. Kongresi’ndeki “eşik” ve “çıta” tartışmasına dönersek, bu durum daha anlaşılır olacaktır.
Uluslararası burjuvazi ve emperyalist örgütler, ülkenin talanı ve dışa bağımlı hale getirilmesi için, bu kez TEKEL’e saldırmış ve bunu işbirlikçiler eliyle yürütmektedir. Üstelik önceden hedeflenen kaleler de, tek tek düşürülmüştür. Yani onlar için, iş, daha kolay hale getirilmiştir. İşte “çıta” burada konmuştur. Bu saldırıyı püskürtecek bir iddiadan yoksun tüm çalışmalar, eylemler ihtiyacı karşılayıp “çıta”yı aşamamakta, ama amacına ulaşamayarak, çıtanın altından geçmekte ve iktidar hedefli bir iddiayla, ancak ona bağlandığında mümkün olabilecek, saldırının önünü alma imkanından yoksun hale gelmektedir.
EMEP örgütü, partililer; TEKEL çalışmasını değerlendirirken, dağıttığı bildiri çeşitlerine, düzenlediği imza kampanyalarına, gerçekleştirdiği ziyaretlere ve diğer gruplara göre kattığı sayılara, örgütlediği işçilere, mevcut hareket üzerinde oynadığı role ve günlük işçi basının yarattığı etkiye bakıp, belki mutluluk duyabilir. Kuşkusuz iyi örnekler ve ilerleyen yanlar değerlendirilmelidir.
Fakat bütün Adana halkını birleştirmede, kenti sarsacak bir etkinin yaratılmasında ve yukarıda sözü edilen işçilerin yaşadığı sıkıntıların aşılmasında henüz çok geride olunduğu bilinmek zorundadır. Partinin 4. Kongresi’nin işaret ettiği meselelerde uyanık olunursa, daha güçlü bir çalışmayı yakalama imkanına kavuşmak mümkün olabilir.
Partinin yerel yönetim aygıtları ve yöneticileri, çalışmayı, bütün üyeleri içerisine çekecek şekilde örgütleyerek, her üyesine, bizzat kendi çalışma alanlarında, TEKEL üzerinden bir görev verebilir hale gelebilir, gelmesi gereklidir. Giderek bütün çevre ilişkilerine ve bir bütün olarak kent emekçilerine görev çıkartan bir çalışmaya girmek, işçi hareketinin de çıkarına olacaktır.
Günlük işçi basını EVRENSEL’in ele alınışı hâlâ yeterli değildir. Ancak bu duruma rağmen bile, işçiler üzerinde büyük bir etki sağladığı görülebilmektedir. Başta TEKEL olmak üzere, diğer fabrikalarda da hareketin politikleşmeye yönelmesinin, istikrar kazanmasının, birleşik bir hale gelmesinin esas ölçütü de gazetenin daha çok işçiye ulaştırılması ve onlar tarafından kullanılır kılınmasıdır.
Sorunumuz; daha büyük pankartlar, daha çok bayrak değil, işçilerin taleplerini formüle eden sloganlar ve dövizlerdir. Ama asıl, TEKEL ve TEKEL işçilerinin hareketi etrafında, ortak ve kendi talepleriyle, Adana işçisini ve emekçi halkını birleştirmek ve harekete geçirmektir. Adana’daki fabrikalara, işçi evlerine ve mahallelerine gitmek, onları kendi talepleri üzerinden hareketlendirmek ve ortak talepler etrafında birleştirmek için üstün bir enerji ve girişimcilikle çalışmak, işçi hareketinin de parti örgütünden beklentisidir. Adana TEKEL işçilerinin olduğu kadar, sınıf partisinin de sorumluluğu büyüktür ve işçi hareketinin ilerlemesi, bu sorumlulukların hakkıyla üstlenilmesine bağlıdır.

Komünistleri kimler yargılamaya kalkıştı? Kimler savundu?

Yakın tarihe kısaca bir gözatalım.
Franko’nun faşist darbe girişimi, sosyalistlerin ağırlıkta olduğu, seçimle işbaşına gelmiş ve uluslararası meşruiyete sahip Cumhuriyetçi Hükümet’e yönelmişti. Avrupa’nın burjuva hükümetleri, bu darbe girişimi karşısında seyirci kalmakla yetinmediler, Cumhuriyetçi Hükümet’e karşı anlaşmalardan doğan görevlerini bile yerine getirmeyerek, Mussolini ve Hitler’in vahşi saldırılarını cesaretlendirdiler. Ülke olarak, sadece SSCB Cumhuriyetçileri destekledi ve sadece komünistlerin değil, dünyanın tanınmış yazar, bilim adamı ve sanatçılarının, namuslu demokrat insanlarının saygı ve desteğini de kazanarak, faşist darbeye karşı sonuna kadar direnişi sürdürenler ise, İspanyol komünistleridir.
Ve Reichstag yangını provokasyonuyla Alman faşizminin yargılamaya kalkıştığı Dimitrov’un duruşmaları, dünya çapında sadec komünistlerin değil, bütün ilerici ve demokratik güçlerin yaygın tepkileri eşliğinde Hitler faşizminin lanetlenmesine dönüştü.
Ve burjuva hükümetler, Münih Paktıyla faşist saldırganlığı dizginsiz bir şekilde cesaretlendirirken, bu ihanet paktını bozmak üzere imzalanan Sovyet-Alman saldırmazlık anlaşmasıyla faşizmin gerçek yüzünü ortaya koymasını sağlayan SSCB, faşist saldırganlığa karşı İngiltere ve ABD’yi, ittifaka mecbur etti. Yani dünyanın bütün demokratik güçleri, savaş öncesinde olduğu gibi, savaş sırasında da SSCB ve komünist partilerle ittifak halinde oldu. Bütün Avrupa’da faşist işgale karşı direnişin en ön cephesinde komünist partiler yer aldı. Direnişçilerin en büyük destekçisi, faşist işgal ve yıkımın ve bunun yolaçtığı insan kaybının tek başına yarısına maruz kalan ve buna rağmen Stalingrad’da başlayan karşı saldırıyla, faşizmin yenilgisinde baş rolü oynayan SSCB idi.
Ve savaş bitmeden, ABD ve İngiltere tarafından, SSCB ve komünist partilere karşı soğuk savaş ilan edildi ve elli yıldır bu tarihsel gerçekler çarpıtılmak üzere, çok yönlü bir karşı devrimci propoganda sürdürüldü.
Ama, tarih, kendine özgü bir şekilde, er veya geç, gerçeğin kendi hükmünü icra ettiği nesnel bir süreçtir. Bu nedenle de, tarihsel gerçekler her türlü yalan ve çarpıtmaya karşı olağanüstü bir direnme gücüne sahiptir.
İşte, Fransa’nın yakın tarihinden bir örnek:
Tarih: 1940
Yer: Paris
Yargılananlar: Komünist parti milletvekilleri
Yargılama nedeni: Münih Paktı’nı bir ihanet olarak görme
Yargılananlardan Florimond BONTE’nin (Le Chemin de l’honneur –Onurun Yolu– adlı kitabından) kendilerine tanıklık yapmaya gelenlerle ilgili duygu ve düşünceleri:
“Tanıkların varlığı, kendi başına medeni cesaret açısından hayran olunacak bir tutumdu. Her tanıklık, gerçekte, hemen devamında, her tanığa kovuşturmaya, mahkumiyete, bir toplama kampında veya cezaevinde tutuklanmaya malolabilirdi. Askeri bir mahkeme önüne gelmeye cesaret etmek, 1940 Mart ayında, komünistlerin namusluluğuna, dürüstlüğüne, sadakatine, içtenliğine saygı belirtmek; şüpheliler listesine kaydolmak demekti; hükümet, hakimleri, polisi tarafından en ciddi cezalara çarptırılması gereken bir cürüm ve bir suç olarak değerlendiriliyordu
“Buna rağmen çok sayıda erkek ve kadın bu cesarete sahip olduğunu gösterdi. Adalet sarayına gelirken, onlar, belki de hiç evlerine dönemeyebileceklerini biliyorlardı. Onlar, oradaydılar, karşımızda ve sarfedecekleri her söz, onların manevi büyüklüklerini ifade ederek, kalbimizin en derin köşesine kadar yayılan minnet duygusuyla bizleri coşturuyordu. Her şart altında onlar oradaydılar, bilim adamı, profesör, yazar, sanatçı, öğretmen, papaz, doktor, avukat, sosyal asistan, ev kadını, butik sahibi, zanaatkar, işçi ve küylü.”
İşte bir tanık:
Adı ve soyadı: Paul Langevin
Mesleği: Çağımızın en büyük fizik bilginlerinden biri. Solvey Dünya Fizik Kongresi Başkanı, henüz komünist partisi üyesi değil*. Komünist milletvekilleri konusunda askeri mahkeme önündeki tanıklığı:
“Tümü, kişisel değerleriyle, ülkemizin önemli bir bölümünün temsilcisi olan bu insanların çoğunluğunu tanıyorum. Birçok kez onlarla karşılaşma ve eylem planında olduğu gibi yönlendirici düşünce planında da onların niteliğini anlama fırsatım oldu: İnsan Hakları Ligi’nin veya Aydınlar Komitesi’nin temsilcisi sıfatıyla katıldığım halk toplantılarındaki politik etkinliklerde; İşçi Üniversitesi’nin halk eğitimi etkinliklerinde; milletvekilliği veya belediye çalışmalarına bağlı günlük etkinliklerde.
“Hepsinde, en yüksek moral değerler, fedakarlık, çıkar gözetmeme ve en katıksız dürüstlük gibi özellikler tesbit ettim ve burada onlara saygımı ifade edebilmekten sevinç duyuyorum. Bu insanlar, kendi geçimleri için zorunlu olan oldukça az bir bölümü dışında milletvekili maaşlarını kendilerine bırakmak istemiyorlardı. Ben onların her zaman, halkın çıkarlarına karşı, en temel eğitimden en yüksek kültür düzeyine kadar eğitimin geliştirilmesine karşı, halk sağlığına karşı, çocuklukla ilgili birçok problemin çözümüne karşı çok dikkatli olduklarını gördüm.
“Onların sosyal adalet idealini ve bu ideali, dünyanın maddi ve moral dönüşümünü hedefleyen insani bir çabayla gerçekleştirme istek ve iradelerini paylaşarak, onlarla düşünce planında da karşılaştım. Bu amaca ulaşmak için, onlar, bilimin ve insan bilincinin sınırsız bir şekilde geliştirilmesi olanağına güveniyorlar: doğa biliminin uygulamaları, aynı şekilde, kendi evriminin yasalarını anlamasını sağlayan, içerdiği çalışma ve sosyal örgütlenme koşullarının üstün rolünü gözler önüne seren insan toplumlarının gelişme bilimi, gerçek anlamda toplumun hizmetine koyulduğunda, o andan itibaren onların özgürleşmesine, yoksulluğu, içine sürüklendikleri cehalet ve acıları altetmesine olanak sağlayacaktı. Bilim yoluyla adalete yönelmek, bana onların doktrinlerini daha iyi özetleyen bir formül olarak görünüyor.
“Bilim yoluyla adalete yönelmek fikri; çağımızın trajik görünüşünün, bilimin bize sağladığı eylem araçlarının gücüyle, sosyal adaletin ulusal vaya uluslararası ölçekteki gelişmesinin yetersizliği arasındaki dengesizlikten ileri geldiğini, dolayısıyla bilim konusunda adaletin geciktiğini düşünenlere –ben de böyle düşünüyorum– derin bir şekilde sempatik olmaktan başka bir anlama gelemez.
“Güncel sosyal örgütlenme, herkesin ihtiyaçlarını gözeterek iyileştirmek yerine, çoğunluk için işsizlik ve yoksulluk yaratarak, birilerinin gücünü ve zenginliğini sınırsız bir şekilde artırarak eşitsizlik uçurumunu büyütmekten başka bir şeye yolaçmayan yeni üretim araçları üretiyor. Uluslararası adaletin yokluğu, şiddetin zincirlerinden boşanması anlamına gelen yıkım araçlarının sınırsız artmasına yolaçıyor, bu da, bütün insanlığın ve uygarlığımızın geleceğini tehlikeye atıyor.
“Bilim konusunda adaletin gecikmesinden ortaya çıkan bu kötülüklere tek çare: bilimi adaletin hizmetine sokmaktır. Ve biz bu noktada komünist düşünceyle birleşiriz.
“Esas olarak benim için bir başka açıdan, diyalektik bir felsefe üzerine temellenen bu doktrin, Greklerden başlayarak ve oradan Descartes’a, XVIII. Yüzyıl filozoflarımıza, Kant ve Hegel’den Marks, Engels ve Lenin’e uzanan insanlık düşüncesinin büyük çizgisine bağlanır. Ben bilgimin bedelini bu felsefeye borçluyum, çünkü; bu felsefe, bana, hem kendi uğraştığım bilim dalını ve hem de özel olarak bu bilim dalının gelişme tarihini daha iyi anlama olanağı sağladı; bütün maddi, entellektüel, moral veya sosyal hayatın gerçeği; anlayış veya eylemin giderek daha çok gelişmiş biçimlerine doğru sentezle, biyolojistlerin dediği gibi, sıçramalarla aşılan bir dizi diyalektik çelişki arasında ortaya çıkar.
“Bu insanların eylemlerini izlediğimden beri; onlara yukarıda sözettiğim fikirlerin egemen olduğunu, yüksek hedeflere ve toplumun çıkarını ilgilendiren amaçlara yönelmiş olduklarını gördüm. Ben onları, her zaman yoksulluğa ve adaletsizliğe karşı mücadele halinde, düşünce ve inançlarını anlatma çabası içinde gördüm.
“Kuşkusuz, sadece ülkemize has olmayan bu ortaya konulan sorunlar, bu eylem; amaçları ve kullandığı araçlar tamamen açık ve aydınlık olan bir örgütlenmeye dayanarak, yurt dışında da benzer eylem girişimlerine bağlanıyordu. Onlar da, uluslararası örgütlerinin direktiflerine, bilimin uluslararası karakteri nedeniyle, benim yurt dışında yapılan buluşları Fransa’da öğretmeye ve yaymaya ve uluslararası bilimsel örgütlenmelere katılmaya verdiğim anlamdan daha fazla bir anlam vermiyorlardı.
“Adalet ve bilim Enternasyonal’i yanında, maddi ve manevi çıkarlarını savunmak üzere kurulmuş ve yön verici ilkeleri az veya çok gizli olan başka birçok uluslararası örgütlenmeler de var. Özellikle, ekonomik ve mali örgütlenmeler planında, bunların bazıları, ulusal çıkarlara sahipmiş gibi değerlendirebilmemize her zaman uygun düşmez.
“Dolaşım, üretim ve yıkım araçlarımızın durmaksızın hızlanmış olduğu dünyanın bugünkü durumunda, hepimiz şunu söylemek için aynı fikirde miyiz: ulusal bakış açısını aşmak  ve savaş zamanından başlayarak, uluslar arasında özel dayanışma bağlarını sıklaştıracak uluslararası ekonomik ve hukuki bir örgütlenme hazırlamak gerekli midir?
“Burada, güdümlü soruşturmaların yararsızlığını size gösterme görevini savunuculara bırakıyorum ve gerçek olan şu ki; suç sayılan eylemler, tamamen halkın temsilcilerinin görev ve sorumluluklarına uygun düşmektedir; fakat ben, onları işleri başında gördüğüm için, şunu iddia edebilirim: bu insanların eylemi, onların mantığında her zaman, ulusun çıkarına doğru yönelmiştir ve asla, buna karşı yönelmemiştir.
“Ben kendi payıma, yaşamın her alanında, savaş zamanında da; sürekli çeşitli düşüncelerin karşı karşıya gelmesi anlamına gelen bir demokraside, hele de bir parlamenterin, çoğunluğunkinden farklı bir ulusal çıkar anlayışına sahip olması, bunu savunması, yayması olgusunu soruşturmaya uğratabilmenin, savunma olanağı olmaksızın parlamenterlikten çıkarabilmenin veya görevden alabilmenin nasıl mümkün olduğunu anlamadığımı itiraf ediyorum.
“Kollektif yaşamı derinlemesine bulandırmadan ve adaletsizliğe yolaçmadan, bu mümkün değildir; yani, bu, bireyler arasındaki veya bireylerle kolektif arasındaki ilişkilerde, fikirlere fikirden başka birşeyle, gerekçelere gerekçelerden başka birşeyle karşı çıkmak anlamına gelir. Diğer bir şekilde hareket etmek, fikirlere şiddetle karşı çıkmak, düşünceye suskunluğu dayatmak, isyan ettirici totaliter yöntemler kullanmak; bunlar, zayıflığın, kendine güvensizliğin ve savunulan şeyden rahatsız olmanın kanıtıdır; hele de, bu savunulan şey, özgürlüğü ve insani ilerlemeyi savunuyor olma iddiasına sahip olduğu zaman, durum daha da vahimdir.
“Egemenliği altında yaşadığımız rejim, bu derece kötü bir bilince mi sahiptir ki; parlamentonun içinde veya kamuoyu önünde, hiçbirisi askeri operasyonların gizliliğine dokunmayan özgür tartışmalara tahammül edemesin? Bir ülkenin moralini desteklemenin en iyi biçimi, ona bir yetişkin gibi davranmak ve gerçekten korkacak hiçbir şeye sahip olunmadığı izlenimini vermek değil midir?
“En çok toksik mayalanma, ışıktan ve serbest hava girişinden yoksun olan yerde gelişir.
“Tembellik çözümlerini ve düşünceye karşı şiddet kullanmayı düşmanlarımıza bırakalım. Büyük Britanya’yı gözönüne alalım; belki de bizimkine göre daha eski liberalizm geleneğine sahip olduğu için; orada, şu anda bile, bizdeki gibi kovuştumalar mümkün değildir ve son yolculuğum boyunca kamuoyunun bizdekinden çok daha iyi bilgilendirildiğini anlayabildim. Suçları, sadece büyük çoğunluk gibi düşünmemek, uydumculuğa (konformizme) kapılmamak olanları, böyle kapalı kapılar ardında yargılamaktansa; içerde ve dışarda daha geniş bilgilendirme, radyo yayınlarının daha iyi organizasyonu, düşman propagandasına cevap olarak, bizim amaçlarımıza daha iyi hizmet ederdi.
“Bu arada, uydumculuğun, uygarlığın ölümcül düşmanı olduğunu ve her insani ilerlemenin ikna yoluyla hareket eden bir azınlığın veya bireylerin eseri olduğunu unutmamak gerekir.
“Şiddet, ne düşünceden yana, ne de düşünceye karşı birşey yapamaz: ya bu düşünce doğurgandır ve her türlü zulüm üzerinde zafer kazanır –onu boğmak için harcanan bütün çabalar, onun patlayıcı gücünü artırmaktan başka birşeye yaramaz– ya da, insani değerden yoksundur ve kendi kendine unutulmuşluğa gömülür.
“Bütün büyük dinî, bilimsel veya sosyal düşünce hareketlerinin, bu konulardaki bütün büyük yeniliklerin kökeninde, kurulu düzene karşı direniş vardır, bunların karşılaştığı sıkıntı ve zulmü, tarih bazan çok ciddi bir şekilde mahkum etmekte gecikmez. Ülkemizin bu kadar şanlı tarihine yarın yüzümüzü kızartabilecek sayfalar eklemeyelim.” (André Langevin’in, Paul Langevin Mon Pere –Babam Paul Langevin– adlı kitabından çevrildi)
Bütün Avrupa’da olduğu gibi, Fransa’da da, işgale karşı mücadelenin başında Komünist Partisi vardı. İşgal sonrası koalisyon hükümetinde komünistler de yer aldılar. Koalisyonun eğitim planı Paul Langevin ve Henri Wallon tarafından hazırlandı.
Ve Fransa’da faşist işgale karşı direniş kahramanlarının isimleri, Paul Langevin de dahil, halen sokak isimleri olarak durmaktadır. Sadece bu da değil, Fransız halkı, komünizme karşı duygularının kanıtı olarak, Paris’in en güzel meydanlarından birine Stalingrad adını vermiştir.
Bugün, komünizmle faşizmi aynı kefeye koymaya çalışan Avrupa Parlamentosu, Avrupa burjuvasının utanç sayfalarını örterek, tarihin hükmünden kurtulmaya çalışmaktadır.
Yapmaya çalıştığı şeyin tek anlamı, yüz elli yıldan beri defalarca yaptığı gibi, zayıflık ve korkusunu bir kez daha ilan etmektir.

(* 1941 de damadı Jack Solomon Naziler tarafından kuşuna dizilip, kızı toplama kampına götürülünce, onların yerini doldurmak üzere Komünist Parti’ye üye olur ve direnişin sembolü haline gelir. İki yıl Alman işgalcileri tarafından Troyes’de gözetim altında bulundurulur, daha sonra direnişçiler tarafından İsviçre’ye kaçırılır ve faşizmin yenilgisinden sonra Paris’e döner ve mücadelesine devam eder. Ç.N.)

Sanatın gerçekle ilişkisi üzerine

Felsefeyi iki kampa bölen temel sorun, düşüncenin varlıkla ilişkisi sorunu ise; o halde, bilim olarak estetiğin temel sorununu, sanatın gerçekle ilişkisi olarak nitelendirmek gerekir. Sonuçta estetiğin diğer tüm sorunlarının çözümü, bu soruya verilen yanıta bağlıdır. Bu sorun, estetik anlayışın tüm yapısının üzerine kurulduğu temeli, altyapıyı oluşturur. Hegel’in sanatı, “mutlak tin”in kendisini geliştirmesinin bir biçimi olarak ilan etmesiyle birlikte, Prusya monarşisinin bu filozofunun son derece idealist ve tümüyle hatalı estetiği belirlenmiş oldu. Büyük Rus demokrat Çernişevskiy, Hegel’in estetiğini eleştirmeye koyulduğunda, işe, “Sanatın gerçekle kurduğu estetik ilişkiler üzerine” sorusunu ortaya atıp, sanatsal yaratımın, yaşamın yansıması olduğunu ilan etmekle başladı; ve bu temel üzerinden, tüm Marx öncesi felsefedeki materyalizmin en ilerici ve en bütünlüklü estetik anlayışını geliştirdi.
Estetiğin temel sorununu Marksizm-Leninizmin bakış açısıyla belirlemeye çalışacak olursak, işe kuşkusuz, sanatın gerçekle ilişkisi sorununa kesin bir bilimsel, materyalist yanıt vermekle başlamamız gerekir.
Sanat, toplumsal bilincin bir biçimidir. Stalin, “toplumun maddi yaşamının, insanın iradesinden bağımsız olarak var olan objektif bir gerçek olduğunu, toplumun düşünsel yaşamının ise, bu objektif gerçeğin bir yansıması, varlığın bir yansıması olduğunu”  söyler. Böylece sanat, toplumsal varlığın insan bilincindeki bir yansıma biçimidir. Tıpkı bilim gibi, o da, toplumun –ideolojileri şahsında– dünyaya dair tasavvurlarını biçimlendirdiği bir ideolojidir; ki, ne kadar fantastik olursa olsunlar, bu tasavvurların kaynağını, daima toplumun maddi altyapısı, insanların gerçek yaşam koşulları oluşturur. Demek ki, bir toplumsal bilinç biçimi olarak sanat, insan bilincinin tabi olduğu aynı yasalara tabidir.
İnsanlığın gelişim aşamalarının tümünde –ilkel topluluğun ilk adımlarından günümüze dek– sanat, insan için, gerçeğin bilgisine ulaşmanın bir biçimiydi ya da Marx’ın deyişiyle, dünyayı elde etmenin sanatsal-pratik yöntemiydi. Daha mağara resimlerindeki ilk hayvan tasvirleri, insanın dünyaya ilişkin tasavvurunu şekillendirme, gerçekte gözlenen biçimleri yeniden oluşturma denemesiydi. Sanatın bütün o çok biçimli dünyası, birçok yüz yıllık tarihsel süreçte nesnel gerçekliğin insan bilincinde nasıl yansıdığına dair tabloyu, sanatsal formlar olarak kaydedilmiş ve sabitlenmiş suretleri halinde sunmaktadır. Fakat bu suretler, gerçekten de, her zaman gerçekle örtüşmeyebiliyor. Örneğin Ortaçağ sanatı, olay ve olguların, somut, gerçek görünümünden çok uzak sembolik tasvirlerini yarattı. Ne var ki, bunlar da, tüm fantastikliğine karşın, dünyayı bilince çıkarmanın örneğidirler. El Greco’nun mistik hayali sanatı, garip eğretilmiş bir dünyada yaşayan hayaletvari insan figürlerini tasvir ediyor. Fakat somut bir analiz, bize bu, gerçekçilikten böylesine uzak sanatın dahi dünyevi temelini ortaya çıkarma olanağı tanıyor. Bu deformasyona uğramış bilinci, “maddi yaşamın çelişkileriyle…. açıklamak” gerekiyor.”  Sanatsal bilincin bu tür deforme edilmiş fantastik biçimlerinin ortaya çıkışı, evren bilgisinin sanatsal yönteminin temel özelliklerinden değil, tersine, somut tarihsel koşullardan, “(diyalektik) insanın sonsuz karmaşık bilgi edinmesinin” tek tek yönlerini abartan, tersyüz eden ve bozuşturan belirli sınıf çıkarlarının, sanatın özünü ve görevlerini deforme eden tahrifatından kaynaklanır.
İnsan bilincinin bir biçimi olarak, sanatın temelini, onun, gerçekliği objektif olarak yansıtma yeteneği oluşturur. “Materyalist için” der Lenin, “duyumlarımız, biricik ve nihai nesnel gerçekliğin suretleridirler.”  Marksizm-Leninizm, nesnel gerçekliğin bilgisinin edinilebilir olduğunu; insan bilincinin, bizim dışımızda ve yanı başımızda var olan maddeyi daha büyük veya daha düşük bir kesinlikle yansıttığını, daha kesin bir ifadeyle, yansıtabildiğini öğretir. “İnsan düşüncesi, demek ki doğası gereği, göreli gerçeklerin bir toplamı olan mutlak gerçeği verebilme yeteneğindedir ve verir de.”  Lenin, diyalektik materyalist bilgi teorisinin bu temel tezini böyle vurgular. Bu genel tez, sanata da uygulanmalıdır. Ve bilim gibi, sanat da, ilkesel olarak, yansımaya müsait olmayan hiçbir şeyin var olmadığı gerçeğin bir yansımasıdır.
Sanatın konusu, kelimenin gerçek anlamıyla, bizi çevreleyen tüm dünyadır. İnsan yaşamı ve doğa, insanın en derin duyumları ve ister göz, ister söz ya da sesle aktarılsınlar ya da bunların bir bileşimi olsunlar, akla gelebilecek her şey, olaylar ve olgular, sanatsal ifadenin içeriğini oluşturur.
Sanatın yanında ve dışında var olan gerçek, sanatın konularını seçtiği kaynaktır, ve onsuz var olamayacağı malzemedir. İnsan bilinci, deneyim aracılığıyla reel dünyayla temasa geçmezse eğer, boş, içeriksiz olur. Sanat, kendisini gerçekten yalıtır yalıtmaz, her türlü içeriğini kaybeder. Modern formalizm (biçimcilik), bunun en açık örneğidir. Biçimlerin soyut kübist ya da sürrealist bir araya getirilişi, nesnel gerçekliğe dair bir dirhem gerçek içeriğe sahip değildir ve bu, onları, herhangi bir nesnel değeri olmayan içi tamamen boş anlamsızlıklar haline getiriyor.
Başka bir ifadeyle, bilicin dışında var olan gerçeklik birincil olandır, onun sanatsal yansıtılması ikincil olan. “Maddenin varlığı, duyumdan bağımsızdır. Madde birincil olandır. Duyum, düşünce, bilinç, belirli bir biçimde örgütlenmiş maddenin en üst ürünüdür.”  Böylece sanatsal bilinç, gerçeğin bir yansımasıdır; ama bu gerçeğin özünü, içeriğini, niteliklerini ve özelliklerini az ya da çok nesnel olarak yansıtan bir yansımadır.
Bu genel önkoşullar, bizim için, bizi ilgilendiren insan bilinci biçiminin, yani sanatsal biçimin karakteristiğinin hareket noktasını oluşturmalıdır.
Sanat tanımına, en kolay, onun insan bilincinin diğer biçimleriyle olan ilişkisi irdelendiğinde ulaşılabilir. İnsan, gerçeği çeşitli yöntemler aracılığıyla görebilir; bilimin yanı sıra sanat bu yöntemlerden biridir. İkisi, amaç ile konunun birliği dolaysıyla birbirine yakındırlar: Bilim gibi, sanatın da görevi, nesnel gerçekliğin bilgisini edinmektir. Bu anlamda bilim ve sanat, toplum içinde yaşayan insanın etrafındaki dünyanın bilincine varmasının farklı biçimleridir yalnızca. SSCB’de tarımın kolektifleştirilmesi, örneğin, bir tarihçinin araştırma konusu ve sanatsal bilgi edinmenin nesnesi olabilir. Birinci durumda, bilimsel araştırmanın sonucunu elde ederiz, ikincisindeyse, diyelim Şolohov’un “Saban altında yeni toprak” gibi bir romanını. İki durumda bilgi edinmenin nesnesi ve amacı (nesnel olarak doğru bir bilgi edinme yönteminin uygulanması koşuluyla elbette) aynıdır: Belirli bir dönemde kırsal alanda meydana gelen olaylar ve bunların özünün ortaya çıkarılması. İleride de göreceğimiz gibi, farklı olan, bilgi edinmenin biçimidir, ve kimi durumlarda, sanatçının ve bilim insanının dikkatini yoğunlaştırdığı nokta, olayın farklı yönleridir.
Bazen dünyanın bilgisinin bilimsel ve sanatsal edinimi el ele yürüyebilir, öyle ki, gerçeğin bilgisinin edinilmesinin bu iki biçimi arasındaki sınır zaman zaman silinir. İtalya’da, Rönesans döneminde, örneğin, anatomi bilimi ile resim sanatı son derece sıkı bir karşılıklı etkileşim içinde bulunuyordu. Leonardo da Vinci, bilim insanı olarak, insan bedeninin yapısını araştırıyordu ve bu bilimsel uğraşısının onun resim yaratımına bir katkı mı oluşturduğunu, yoksa tersine sanatsal incelemelerinin bilimsel çıkarımları için hazırlık çalışmaları mı olduklarını söylemek güçtür.
18. yüzyıl Rus peyzaj ressamlığı tarihinde, sanatçıların çeşitli coğrafik keşiflere katılıyor olması büyük bir rol oynuyordu. Bilimsel “arazi şartlarının saptanması” görevi, sanatsal doğa gözlemiyle birleşiyordu.
Sanatın özünü belirlemeye çalışırken, Marksist yazında ilk kez Plehanov tarafından benimsenen Belinskiy’nin bir tanımını dayanak edinebiliriz. Belinskiy’e göre “sanat …. tasvirler halinde bir düşünmedir.”  Bu tanıma göre sanat ve bilim aynı ölçüde gerçeği idrak eder; ama sanat, gerçeği resimler halinde idrak ederken, bilim, bunu kavramlarla yapar.
Soruna biraz daha yakından bakalım.
Bilim, yaşamın tek tek olgularını gözlemleyerek başlar, bu tek tek gözlemleri genelleştirir ve genel kavramlara ulaşır, şu ya da bu görünümü koşullayan yasayı keşfeder. Somut, tarif konusu malzeme, bütün bilimlerde birincil önem taşır. Bu, –olmadığında her bilimsel kavramın boş bir soyutlamaya dönüşeceği– genellemenin kaçınılması mümkün olmayan zorunlu zeminini oluşturur. Ancak somut olguların salt tarifi, bilimin nihai hedefi değildir. Geçmişin karanlıkta kalan, az araştırılmış bir dönemini araştıran bir tarihçi, bu araştırmasıyla, daha başka genellemeler için, ve nihayetinde, tarihsel gelişmenin belirli yasalarının saptanması için somut malzemeler sağlar. Tarih öncesi bir yerleşim alanının kazısını gerçekleştiren arkeolog, deyim yerindeyse, ilk bilimsel gerçekleri temsil eden tek tek somut olgular tespit eder: Örneğin, söz konusu tarih öncesi yerleşim alanında yaşayanların toprağı işlediklerini. Bu nesnel gerçek ise, bilim açısından, çıkarılan belirli bir genel sonucu kanıtlamak üzere bir delil oluşturur. Başka bir ifadeyle, bilimin amacı, bir olguyu belirleyen yasaları keşfetmektir. Ardından bu yasaların bilgisi, insanın pratik çalışmasının bir hareket noktası haline gelir. Miçurin ve Lisenko tarafından bulunan ve araştırılan kalıtım ve değişim yasalarının bilgisi, tarımda faaliyet yürüten insanlara, doğanın pratik dönüştürülmesinde yardımcı olmaktadır.
Sanatta durum farklıdır. Bilgi edinmenin sonucu, burada, kavramın soyut biçimiyle değil, tersine daima suretin somut-maddi biçimiyle ortaya çıkar. Bir sanat eserinin içerdiği genellemeler hangileri olursa olsun, daima tek bir olgu, görünüm, kişi tarafından cisimleştirilirler. Edebiyat eserlerinde, başlarından belirli olaylar geçen somut insanlar konu edilir. Eugen Onegin, toprak sahiplerinin Rusyası için en tipik figürdür; o, Puşkin’in, yaşamın gerçek olgularından çıkardığı son derece derinlikli genellemelerin sonucudur. Fakat o, kendi kişisel yazgısı olan belirli bir insandır ve yine tipik olsalar da, tam da bu Onegin’in biyografisinin gerçekliklerini oluşturan olaylar yaşar. Repin’in “Treidler”i de, aynı şekilde, önemli genellemeleri şart koşan yaşamın bilgisini derinlemesine edinmenin meyvesidir. Fakat sanatçının çizdiği tabloda, bunlar, somut insanlardır: Kanin, Larka, terhis olmuş asker – sıcak bir yaz gününün belirli bir zamanında, Volga kıyısının belirli bir yerinde bulunurlar.
Böylece, gerçekliğin genellemesi, bilimde ve sanatta farklı biçimlerde gerçekleşir. Sanatçı, yasalar formüle etmez, ancak gerçeğin tipik olaylarını ve karakteristiklerini görebilme yeteneğine sahip olmalıdır. Bilim insanı için ise bu tipik görünümler, bunları belirleyen yasaları keşfetmek için temel aldığı malzemedir. Dolayısıyla sanatçının hedefi, görünümlerin yasalarını keşfetmek değildir, tersine yasalı, kendi bakış açısından zorunlu görünümleri tasvir eder. Kuşkusuz bilimsel ve sanatsal düşünce arasındaki sınırlar mutlak değildir. Lev Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ında onlarca sayfa, yazarın tarihsel felsefi görüşlerinin açıklanmasına ayrılmıştır, ve bunlar, aslına bakılırsa, bu dahiyane sanat eserinin dokusuna işlenmiş olsalar da, bilimsel felsefi alana girerler. “Komünist Manifesto”nun ünlü girişi, çarpıcı ve etkileyici bir sanatsal tablodur. Bilim insanının sanatsal, plastik bir ifade tarzına başvurduğuna ender olarak rastlanmaz; aynı sıklıkta sanatçı da saf bilimsel genellemelere başvurur.
İdealist estetik, sanat ve bilimi birbirinden koparıp karşı karşıya getirmeyi tekrar tekrar denedi. Örneğin gerici sembolizm “teorisi”, insanın yalnızca bir sanatsal “sembol” yardımıyla “kendinde şeyler”in “sırrı”nı çözebileceğine, bilimin ise, sözüm ona gerçekten derinlemesine bilgiyi sağlamaktan aciz olduğuna dair uydurma fikri yaymıştır. Fakat bu “teori”, nesnel gerçekliğin her türlü bilgi edinimini itibardan düşürmeyi amaç edinmiştir. Gerçekten de, bilim ve sanat arasındaki farklılıklar yalnızca görelidir; ve bunlar, nesnel gerçekliğin bilgisini edinmenin biçim farklılıklarıdır.
Tıpkı bilim gibi, sanat da, dünyanın bilgisini edinir, özel gözlemleri genelleştirir, yasalı ve tipik olanı bulmaya çalışır. Ne var ki, genel kavram ve fikirler, sanatsal yaratımda, somut-maddi, dolaysız olarak bireysel biçimde cisimlenir. Bilimde tek olan, genelin biçimiyle görünüre çıkarken, sanatta, genel olan tekin biçimiyle, duyular aracılığıyla belirli tek bir görünüm olarak algılananın biçimiyle açığa çıkar.
Gerçeğin her bilgisinin edinilmesinin hareket noktası duyumdur. “Madde” diye yazar Lenin, “insana duyumları aracılığıyla verilen, duyumlarımız tarafından kopya edilen, resmedilen, yansıtılan ve duyumlarımızdan bağımsız olarak var olan nesnel gerçekliği tanımlamaya yarayan felsefi bir kategoridir.”  Dolayısıyla duyumlar, insanın dünyaya dair tüm bilgilerinin kaynağıdır. Duyum, dünyanın sanatsal bilgi ediniminin de kaynağıdır.
Ancak sanatın özünü, somut duyumlara –görme, işitme–, dünyanın ilk, maddi algılanmasına indirgemeye kalkarsak hata yaparız. Sanat ile bilim arasındaki farkın, ilkinin içeriğinin duyumlardan, duygular dünyasından, ikincisinin ise fikirlerden, aklın dünyasından oluştuğunu iddia etmek, tümüyle yanlış olur. Gerici formalist (biçimci) eleştiri, birden çok defa, sanatın düşünmemesi gerektiği, fikri bir içeriğe sahip olmaması gerektiği tezine dönmüştür. Sanatın salt duyumsal özünün olduğunu propaganda etmenin amacı açıktır: Sanatsal yaratımı, bilgi aktaran anlamından yoksun kılmak, onu, yalnızca temel maddi duyumlara geriletmek. Formalist pratiğin kendisi de bu yolda hareket etmiştir. Daha empresyonizm, sanatta düşünce derinliğinden uzaklaşmaya ve sanatı, duyumların kaydedilmesine geri çekmeye çalışmıştır.
Duyumsallığın, hem sanatçının yaratım sürecinde hem de sanat eserinin kendisinde olağanüstü büyük bir önem taşıdığı tartışılmazdır. Her büyük sanat, dünyanın somut pırıltısının belirgin bir duyumunu verir. Velazquez ve Repin’in gücü, büyük oranda, bu büyük sanatçıların, gerçekliğin duyumsal algılanmasının devasa gücünü yansıtmayı başarmalarına dayanır. Ne var ki, sanatın duyumsal yönü, yalnızca sanat eserinin varlığının zorunlu bir önkoşuludur, fakat onun özü değildir. Empresyonistlerde, örneğin Degas’da, dünyanın duyumsal algılanması kendi kendinin amacı olurken, duyumun kendisi, kaba hayvani bir nitelik kazanır. Koşan atlar ve dansözler, sanatçı için, estetik duyguların eşdeğerdeki kaynakları haline gelirler. Sanatta duyumsal olanın gerçek anlamına kavuşması için, ilkel duyumdan daha yüksekte olması gerekir. Marx’ın bir sözüyle ifade edecek olursak; duyumsallık, insani duyumsallık haline gelmelidir.
Bu ne anlama gelir?
Bilim için olduğu gibi, sanat için de duyum, bilgi edinmenin başlangıç aşamasıdır. Lenin, insanın bilgi edinme sürecini şöyle tanımlar: “… canlı gözlemden soyut düşünceye ve oradan da pratiğe — gerçeğin bilgisini edinmenin, nesnel gerçekliğin bilgisini edinmenin diyalektik yolu budur.”  Dünyanın her bilincine varma, başlangıcını oluştursa da, “canlı gözlem”le kalmıyor. Kendi başına bu, gerçeğin nesnel bir yansımasını oluşturmuyor henüz. Duyumdan “soyut düşünceye” geçişi, yaşamın zengin görünümlerinden uzaklaşıp kuru ve boş soyutlamaların alanına bir geçiş olarak algılamamak gerekir. Tek olandan özel olana ve özel olandan genele bir geçiştir bu.
Bilgi edinmenin her biçiminde, insan, canlı gözlemden genele, sanatta da, genelleme olarak tanımlayabileceğimiz şeye yönelir. Genelleme, sanatta devasa bir rol oynar; “canlı gözlem” gibi genelleme de, sanatın olmazsa olmazlarındandır. Aklın faaliyeti, dünyanın sanatsal bilgi ediniminin zorunlu bir halkasıdır. Duyumdan fikre, düşünceye geçiş, sanatsal bilgi ediniminin ikinci halkasını oluşturur, ve, gerçekliğin görünümlerinin genellemesini oluşturan bir fikirden yoksun, gerçekten önemli bir sanat eserinin olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Sanatın özüne ilişkin teorinin merkezi bir kavramının açıklanmasına geçelim – tasvir kavramına.
Yukarıda öne sürülen tezi farklı formüle ederek, sanatın, gerçeğin bilgisini edinmenin sonuçlarını, bilimin yaptığı gibi kavramlar biçiminde değil, tersine tasvirler biçiminde, gerçeğin somut-duyumsal, eşsiz bireysel yansıması biçiminde cisimleştirdiği söylenebilir. Suret, yalnızca, belirli bir olgunun ya da belirli bir nesnenin görünüşünün duyularca algılanmasının basit bir kaydı değildir. Sanatçı, herhangi bir görünümü, örneğin masa üzerinde duran bir bıçağı algıladığında, gözünün ağ tabakasında bu bıçağın bir “sureti” oluşur. Ne var ki, tasvirin en temel görevinin dahi, dış uyarımların ağ tabakası üzerinde yarattığı sonucu yansıtmaktan oluştuğunu düşünmek yanlış olur. Bir ressam, natürmort yapmak üzere önüne bir dizi nesneyi dizdiğinde, görünürdeki niyeti, yalnızca gözünün ağ tabakasına sabitlenen görüntüyü yansıtmaktır. Oysa durum, elbette farklıdır. Nesnelerin görünüşlerini büyük bir titizlikle aynen yansıtma çabasında olan Hollandalı natürmort ressamları, eserlerinde, şeyler hakkında bütünlüklü “felsefi” düşünüşler ortaya koymuşlardır. Bunun olabilmesi için, ressamın, görülen şeyi kavraması gerekir. Dış uyarım ağ tabakası tarafından algılanır algılamaz, bilinç, onu egemenliği altında alır, ve, bir dizi etmen –tecrübeler, çağrışımlar, soyutlama yeteneği, şu ya da bu bilgi– harekete geçerek, ilk baştaki duyumu bir genellemeye dönüştürürler. Nesne, –yalnızca belirli bir görüş açısınca olsa bile– insan tarafından teşhis edilir. Örneğimiz açısından sonuç, nesnelerin insan yaşamında oynadıkları rolün bilgisidir, bu sırada, genel çıkarımlar, söz konusu nesnelerin, aletlerin, yiyeceklerin vb. şeylerin tasvirlerinde cisimlenirler.
Görsel bilginin özelliği, karmaşık genellemelerin sonuçlarının tek tek nesneler veya görünümler biçiminde cisimleniyor olmasıdır. Aleksander İvanov, ünlü “Dal” tablosunda, canlı gözlemin muhteşem bir zenginliğini yansıtmayı başardı. Fakat “Dal” tablosu, belirli bir ağacın belirli bir dalının son derece titizlikle hazırlanmış tasviridir. Sanatçı, bir ağacı yansıtmak istediğinde, her zaman, dallarının ve yapraklarının belirli düzene sahip olduğu belirli bir ağacı çizer. Bilginin, gerçeğin genellemesinin sonuçlarını, onun somut, biricik görünümü halinde tasvir eder; yani, verili genelleme için malzeme olarak hizmet eden tek tek görünümlerden biri halinde tasvir eder. Fakat sanatsal tasvir, derin nesnel bir bilginin sonucu ise, başka bir deyişle, resim, bilginin konusunun içeriğine uygun geliyorsa, tüm rastlantısal, tipik olmayan her şey dışta bırakılır ve karakteristik olan her şey öne çıkarılır.
İoganson’un “Komünistlerin Sorgulanması”nda, her şey, tutarlı bir biçimde bireyseldir, ancak tablodaki her bir kişi, yalnızca belirli bir insan olmakla kalmıyor, aynı zamanda, bir grup insanın niteliklerinin “temsilini” de oluşturuyor. Dahası, bir sanat eserindeki güç ve derinlik, bireyselleştirmeyle çelişmez; tersine, tasvir, gerçek zenginliğine, ancak tek olanın en güçlü inandırıcılığı aracılığıyla kavuşmaktadır.
Sanatta genel olan, karakteristik olanın biçimlerine kavuştuğunda, gerçek anlamda inandırıcı olur. Belirli tipik bir ruh hali, belirli bir kişinin ruhsal durumunun sergilenmesiyle iletilir.
Tipik suret, görünümün genellemeye tabi olan genel özelliklerini canlandırmalıdır, ama bu sırada, bireysel karakteristik olanın tüm biricikliği de korunmalıdır. Gerçeğin kendisinde genel olan, yalnızca tek olanda varlığını sürdürür. Ve bilim, tek olandan soyutlama yaparak ortaya –daima tek olandan daha yoksul olan– genel bir kavram çıkarırken, sanat, bu geneli, tek olanın şahsında tasvir eder. Bireysel olanın sonsuz çeşitliliği, tipik olanla çelişmez kesinlikle. Repin’in “Baş rahip” tablosu, bireysel karakteristiği açısından şaşırtıcıdır. Burada her şey –yüz çizgileri, bedenin duruşu, kısa parmaklı tombul ellerin şişkin göbeğin üzerindeki konumu–, tam da bu insana aittir. Fakat bununla birlikte ya da daha doğru bir ifadeyle, tam da bu yüzden, karşımızda gördüğümüz, Rus ruhban sınıfının tipik bir temsilcisidir.
Dolaysıyla genelleme, yani felsefede soyutlamanın ifade ettiği, gerçeğin sanatsal bilgisinin zorunlu bir ögesidir. Bilgi ediniminin bu alanında da Marksist-Leninist bilgi teorisinin genel yasası etkilidir: Somuttan, özelden genele ve sonra yeniden somuta.
Fakat sanatta, genellemenin, özel, spesifik bir karakteri vardır. Yukarıda, genel olanın somut olandan, tek olandan daha yoksul olduğunu söylemiş olmamız, kesinlikle, bilimsel bilginin sanatsal olandan daha yoksul olduğu sonucunu doğurmaz. Mesele, Lenin’in de dediği gibidir: “Genel olan her şey, bütün tek olan şeyleri ancak yaklaşık olarak kapsar. Tek olan her şey genelin içinde yalnızca eksik olarak yer alır…”  Her tek görünümde, en önemli olanı gölgeleyen bir rastlantı ögesi bulunur. Burada, sanat ile karşılaştırıldığında, bilim, belirli bir avantaja sahiptir. Bilimde “…bir dizi özelliği, rastlantı olmaları nedeniyle bir kenara bırakıp yalnızca görünenin en önemli olanını alırız ve bunları karşılaştırırız.”  Felsefe tarihiyle ilgilenen bilim insanı, Sokrates’in çirkin bir görünüme sahip olmasına kayıtsız kalır; çirkinlik, bu filozofun bilgisini edinmek açısından rastlantısal bir etmendir. Sokrates’in bir resmini yapmak isteyen ressam, onun çıplak kafasını görmezden gelemez. Sanatçı, sürekli olarak, görünümlerin son derece karmaşık bağıntılarıyla uğraşmak zorundadır, oysa bilim insanı, bunları rahatça bir kenara bırakabilir. Burada bütün mesele, rastlantıların tüm o kalabalık kitlesini; şeylerin, görünümlerin ve süreçlerin özünü ortaya çıkarma zorunluluğuna tabi kılmaktır. Empresyonizmin hatalarından biri, burada –gerçi “tek olanda” var olan– rastlantısal olanın, temel olanı gizlemesidir. İnsan yüzünde mutlak olarak refleksler vardır, çünkü Lenin’in dediği gibi, “her tek olan, binlerce geçişlerle başka türden tek olanlarla…bağlantılıdır.”  Ne var ki, bu refleksler –fiziksel fenomenlerin, güneş ışığının, cisimlerin sahip olduğu ışığı geri yansıtma yeteneği–, portrenin özü açısından önemsizdir. Fakat sanatçı, bunları basitçe görmezlikten gelemez –bunu yapmaktan da alıkoyamaz kendini–, çünkü iki ayağıyla birden “tek olanın” toprağına basmaktadır. Her portrede, herhangi bir ışıklandırma zorunludur. Ancak figürdeki rastlantısal olan her şey, önemli olana tabi kılınmak zorundadır. 1 Mayıs’ta hava bazen güneşlidir, bazen de yağmur yağar; fakat yağmur altındaki Mayıs gösterilerini resmetmek isteyen bir sanatçı, önemli olana, yani genel olana dair azami bir kayıtsızlık ortaya koyacaktır.
Burada, sanatsal suret teorisinin ayrıntılı bir analizine girmek istemiyoruz. Yalnızca suret sorununu, sanatın özünün ve gerçekle olan ilişkilerinin doğru anlaşılması için zorunlu olduğu kadarıyla açıklığa kavuşturmak istedik.
Bir kez daha bilim ile sanatın karşılaştırılmasına dönelim. Gördüğümüz gibi aralarındaki farklılıklar, ilkesel niteliklere sahip olsalar da, mutlak değil. Sanatçı için bilimsel araştırma, sıklıkla sanatsal bir suretin yaratılmasının kaynağı haline gelebilir. Ancak, bir sanat eseri, bir fenomenin bilimsel bilgisinin edinilmesinde önemli bir yardımcı unsur olabilir.
Bilindiği gibi Marx, yazdığı romanlar nedeniyle, Balzac’ı, “sosyal bilimler doktoru” olarak adlandırmıştır. Yani onun burjuva toplumuna ilişkin sanatsal bilgisi, burjuva iktisatçılarının elde edebildikleri bilgiye göre çok daha nesnel ve derinlemesineydi. Balzac, burjuva toplumunu, uzun, somut, ama bu arada, tipik bir olgular dizisi içerisinde anlatır. Bu sırada, insanlar arasındaki ilişkileri, kapitalizmde şekillendikleri gibi ortaya koyar. Onun yarattığı sanatsal kahramanlar, genellemenin devasa gücüyle, olguların özünü ortaya sererler.
Sanatsal tasvirin kendisi bile belirli bir soyutlamadır; sanatçının gerçeklikte gözlemlediği tipik olmayan, ufak tefek rastlantısal özellikler, topluluğunun arasından yapılmış bir çıkarımdır. Sanatçının fikrinin kendisi, göreceğimiz gibi, nihayetinde başka bir ifade kazansa da, özü itibarıyla bilim insanının fikriyle özdeştir.
Genellemenin sonucunu ifade eden fikir, sanatın temel içeriğini oluşturur. Bir sanat eserinin fikrinin netliği ve derinliği, gerçeğin, gerçek anlamdaki nesnel bilgisinin meyvesidir. Net bir fikrin eksikliği, daima, dünyanın sanatsal bilincine varılmasındaki yüzeyselliğin bir sonucudur. Bir sanat eserinin fikri, şeylerin özüne dair, onların içeriklerine dair tasavvurdur. Sanatçılarımıza yönelttiğimiz bir fikri içeriğe sahip olmaları talebimiz, bu bakış açısından hareketle, nesnel gerçekliğin özüne olabildiğince bütünlüklü ve derinlemesine ulaşmaları talebidir.
Fakat fikir, sanatta, tasvirsel bir ifade biçimi alır. Devrimcinin cesareti ve boyun eğmezliği fikri, Repin’de, maddi somutlanışını, otokrasiye karşı mücadelede ölüme mahkum edilmiş savaşçının, günah çıkarması için yanına gelen papaz ile girdiği diyalogun (“Günah çıkarmanın reddi”) tasvirinde bulmuştur. SSCB’de işçi ve köylülerin ittifakı fikri, Sovyet insanlarının gelecek özlemi vb., güçlü ve azametli hareketle yürüyen Muchina heykelinde somutlanmıştır; “İşçiler ve Köylü Kolhoz Kadını”.
Böylelikle resim, fikrin sanat eserinde varolma biçimlerinden biridir. Fikrin sanatta cisimlenebilmesi için, ona uygun tasvir biçimine bürünmesi gerekir. Sovyet sanatının ilk döneminde, formalist sanatçıların, zevksiz süslemelerini, derin gerçeklik içeriğine sahip fikirlere “biçim vermeye” kalkışarak maskelemeye çalıştıkları çok olmuştur. Ancak formalist yöntem nedeniyle, bu fikirler, bu tür “sanat eserleri”nde yalnızca ifade bulmamakla kalmadılar, üstüne üstlük, kaba bir şekilde tahrif edildiler. A. Gonçarov, “Marat’ın Charlotte Corday tarafından öldürülmesi”ni tasvir etmek istediğinde, anlaşılan, eserinde, öznel olarak devrimci bir fikri somutlama çabasıyla hareket etti. Ancak ressamın yarattığı resim, bu fikri ifade etmekten kesinlikle çok uzak kaldı, hatta onu bozuşturdu ve tahrip etti.
Dolayısıyla sanatta fikir, her şeyden önce tasvirin biçiminde, felsefe diliyle ifade edersek, genelin tek olanda mevcut olmasıyla var olur. Fakat bu yine, edebi bir eserde, bilimde olageldiği gibi, kavramlarda somutlanan bir dizi özel fikrin var olamayacağı anlamına gelmez kesinlikle. Bunlar, kahramanların ağzından verilebilir, yazarın kendisi tarafından bir yan unsur olarak ifade edilebilir, ama eserin, gerçeğin genellemesinin önemli yönlerini ifade eden temel, başı çeken fikirleri, salt kavramlar yardımıyla ifade edilemez, bunlar tasvirlerin bir parçası olmalıdırlar. Tolstoy, “Savaş ve Barış”ın temel fikirlerini, bunları kendi anladığı gibi, romanının son bölümünde popüler-bilimsel bir biçimde, kavram olarak formüle etmiştir. Ne var ki, ilkin, Tolstoy’un bu dahiyane yaratısının fikirleri, eserin dokusunda ifade buldukları şekliyle, yazarın kendisinin formüle ettiklerinden çok daha zengin ve derinlemesinedirler; ve ikinci olarak, formüle ettikleri, belki zaman zaman biraz suni bir zorlamayla da olsa, romanındaki kahramanlarda zorunlu olarak mevcuttu zaten; örneğin Piyer Bezuhov’un davranışlarının tasvirinde ya da Platon Karatayev kahramanında olduğu gibi. Her halükarda Tolstoy’un, ünlü fikir yürütmelerini, yalnızca romanının ikinci cildinin 28. bölümde vermesi gerekmiyordu, aynı zamanda, olguların kendisini, bu fikir yürütmeler açısından tasvir etmesi de gerekiyordu.
Bu bağlamda, “tezli” olarak adlandırılan sorunu ele almak yerinde olacaktır. Bilindiği gibi, Engels, sanatta, özellikle geçen yüzyılın sonlarına doğru, sosyalist romanda “tezli” olana karşı çıkmıştır. Harkness’e şöyle yazmıştır: “Katıksız bir sosyalist roman, biz Almanların adlandırdığı gibi, yazarın toplumsal ve politik görüşlerini yüceltmek için bir tezli roman* yazmamış olmanızda bir kusur bulmaya çalışmıyorum. Demek istediğim şeyle hiç ilişkisi yok bunun. Yazarın görüşleri ne denli gizli kalırsa, sanat eserinin o denli hayrınadır.”  Bayan Kautsky’i ise, böyle bir “tezli roman” yazmış olmasından dolayı eleştiriyor ve şunu vurguluyordu: “…tez, özellikle belirtilmeksizin, durumun ve olayların kendisinden ortaya çıkmalıdır….”  Engels’in bu düşünceleri etrafında, on yıl önce, Sovyet teorik ve eleştirel yazınında, tam bir bilimsel polemik patlak verdi. Kimileri bundan, bir sanat eserinde her türlü tezliliğin zararlı olduğu ve çıkarımların, sanatçının fikirlerinin, gerçeğin nesnel, tarafsız tasvirinin ardında gizli kalması gerektiği sonucunu çıkardı. Hatta, tezli olan, sözüm ona eserin sanatsal dokusunu tahrip eden “yazarlık” sınıflamasına sokuluyordu.
Bu sorunsalı tamamen saçma buluyoruz. Her şeyden önce, Engels, tıpkı Marx gibi, birden çok kez şu ya da bu sanatçının mücadeleci eğilimine dikkat çekmiştir. Adeta yanlış anlaşılma olasılığını önceden sezmiş gibi, Engels, şunları yazdı: “Ben tezli denilen şiire hiç de karşı değilim. Gerek tragedyanın babası Aiskhylos, gerek komedyanın babası Aristofanes, oldukça tezli şairlerdi. Dante ve Cervantes de onlardan geri kalmadı ve Schiller’in ‘Hile ve Sevgi’si hakkında söylenebilecek en iyi şeyse, onun politik tezli ilk Alman oyunu olmasıdır. Mükemmel romanlar yazan modern Ruslar ve Norveçliler, hepsi de tezli yazıyorlar.”
Marx, Dante’nin şiirlerindeki zaptedilmez mücadele ruhuna hayranlık duyuyordu. Marksizmin kurucuları için, sanatçının idealleri uğruna açık mücadelesinin bir hata olamayacağı kendiliğinden anlaşılır. Bunun tersini iddia eden, onların öğretisinin devrimci özünden hiçbir şey anlamadığını kanıtlar. Belirli fikirlerin propagandası ve bunların cesaretle savunulması, Marx ve Engels için, daha sonra da Lenin ve Stalin için, daima, bir sanat eserinin önemli bir önceliğiydi.
Engels, sosyalist romandaki “tezli” olana karşı çıkmışsa eğer, her şeyden önce, tezli olanın belirli bir içeriğini kastediyordu. Bunlar, 19. yüzyılın sonlarında İngiltere ve Almanya’daki reformist edebiyatın dolup taştığı “sosyalizmdeki burjuva yanılsamalar”dı, ve Engels, dönekliğin tüm diğer görünümleriyle olduğu gibi, bununla da uzlaşmaz bir biçimde mücadele etmeyi görev biliyordu.
Fakat mesele yalnızca bu değildir. Marx ve Engels’in, Shakespeare ile Schiller’i koşullu olarak karşı karşıya koydukları Lassalle ile ünlü kavgalarında, ikisi de, ilk yazardan yana tutum aldı. Marx, Lassalle’a “Schiller’liği, bireyleri, çağlarının zihniyetinin birer borazanı haline getirmeni, başlıca kusurun sayıyorum”  diye yazmıştır. Engels, “düşünsel olan karşısında gerçekçi olanı, Schiller karşısında Shaekespeare’i unutmama…” talebini öne sürüyordu.  Başka bir ifadeyle, Marx ve Engels’in görüşüne göre, Schiller’in eserlerinde fikirler, hiç de her zaman uygun, tasvir biçimine uyan ifadeyi kazanmıyordu. Marx ve Engels, “tezli” olana karşı çıkarken, bunu kesinlikle taraf olmakla özdeşleştirmiyorlardı, ve kuşkusuz, sanatta tarafsız bir nesnelliği hiç mi hiç savunmuyorlardı. Marx, Lassalle’ın kahramanlarının soyut formülvariliğine karşı duyduğu hoşnutsuzluğu ifade ederek şunları yazdı: “Ayrıca, karakterlerde karakteristik olan şeyi bulamadım.”  Engels de, Bayan Kautsky’e şu sitemi yöneltiyordu: “… Arnold’da (romanındaki bir kahraman – G.N.) kişilik ilkeye kayıyor gittikçe.”  Yani, genelin, önemli olanın, sanatta tek olanın biçiminde ortaya çıkmasını talep ediyorlardı. Fikrin, “tezin”, tasvirin dışındaki bir eklenti biçiminde var olmasına karşı çıkıyorlardı. Bu, daha da açık olarak ifade edilebilir: Bununla, sanatsal suret tezinin kendisini savunuyorlardı, yani sanatsal suretin, net, kesin bir biçimde ifade bulan mücadeleci bir fikir içermesi gerektiğini savunuyorlardı.
Tüm bunların ışığında, sanatsal tasviri, basitçe, gerçeğin bir aynası olarak, daha doğrusu yalnızca onun pasif yansıması olarak görmenin ne kadar yanlış olduğu açıklığa kavuşuyor. Bu soruna geri döneceğiz, ama şunu vurgulamak zorundayız: Sanatsal tasviri, verili olanın basitçe yansıtılmasına indirgemek, dünyanın tasvirsel bilgisinin en önemli yönünü, gelişim yasalarının ortaya çıkarılmasını şart koşan, dolayısıyla tasvir edilen hakkındaki, her gerçek sanat eserinin özünü oluşturan fikir hakkındaki yargı etmenini içeren genellemeyi unutmak demektir. Ve tam da suretin kendisi, fikrin organik olarak belirlenmiş ifadesini oluşturmuyorsa, yani “tezli” olmadığında, fikrin, dışsal bir tez biçiminde, mekanik olarak eklemlenme gereği duyulur. Engels’in zamanında karşı çıktığı da buydu. Dolayısıyla sanatçı, suretin özünün tamamında içeriği, fikri yansıtamazsa, zaman zaman dışsal bir sembolleştirmeye başvurur; bu, elbette olabilir bir şeydir, ne var ki, fikrin suret aracılığıyla net bir ifadesinin eksikliğinin yerini dolduramaz.
Gerçekliğin yansıtılmasının bir biçimi olarak sanatsal suretin yapısının analizini sürdürecek olursak, dikkatimizi, sorunun, diğer son derece önemli bir yönüne yöneltmemiz gerekir.
Sanatçı, gözlemlere, malzemeye, düşünüşlere ve duyumlara dayanarak tasvirini yaratırken, onun bilincinde, Lenin’in “yansıma”, gerçeğin “kalıbının çıkarılması” olarak adlandırdığı şey meydana gelir. Dünyanın bilgisinin tasvirsel biçimi, bize, özel bir netlikte, ve denebilir ki, temel bir açıklıkta, bilgi edinmenin nesnesi olarak tek bir cisim ile onun insan bilincindeki öznel yansıması arasında mevcut olan o yaklaşık denklik durumunu gösterir.
Fakat suret, yalnızca sanatçının kafasında var olduğu sürece, daha tamamlanmış değildir ve sanattan henüz söz edilemez. Ancak sanat eseri yaratıldıktan sonra sanata varılır. Bir resim tasarlayan, ama henüz gerçekte yaratmamış olan bir sanatçı, örneğin, sözlü hatta yazılı olarak gelecekte yapacağı sanat eserini anlatabilir. Bir fikri ifade eder, figürlerini tarif eder, hangi yöntemleri kullanmayı düşündüğünü açıklar. Buna karşın, ne kadar ayrıntılı ve açık olursa olsun, bu tür bir anlatım, asla eserin kendisinin yerine geçemez.
Sanatsal suret, şu ya bu maddi somutluğa kavuşmalıdır. Nesnelleşmesi gerekir. Bu türden nesnelleşme biçimleri, tek tek sanat dallarında büyük farklılıklar gösterir. Heykeltraş, sureti, gerçek bir nesne olarak var olan heykeli, cisimsel, maddi, elle tutulabilir biçimde somutlar; müzisyen, müzik aletinden birbirini takip eden bir sesler dizisi çıkarır; ressam, renkler yardımıyla bir yüzeyde, gözle algılanan gerçeğin bir yansımasını oluşturur; yazar, figürlerini sözcüklerle belirler, vb.
Ne var ki, somutlanma biçimleri, birbirinden ne denli farklı olsalar da, her defasında sanatçının bilincinde öznel olarak olgunlaşan suretin, reel sanat eserinin maddi biçiminde nesnelleştiği gerçeği, bunları ortaklaştırır. Elbette sanat eseri, bundan dolayı, hiç de bilincin, ideolojinin bir olgusu olmaktan çıkmayacaktır; ama sanatçının, yaratısını insanlara sunabilmek için, eserini yaratması gerektiğine de şüphe yok.
Kuşkusuz bilim adamı da, gerçekliğin bilgisini edinmesinin nesnelleşme biçimi olarak, bilimsel bir çalışma yaratır. Araştırmacının yalnızca beyninde var olan ve sözlü ya da yazılı aktarma yoluyla başka insanların da mülkiyetine geçmeyen bilgi, henüz bilimin bir olgusunu oluşturmaz. Fakat aradaki fark, bilimsel bir çalışmanın metninin, bilim insanının düşüncelerinin ve çıkardığı sonuçlarının basitçe kaydedilmesidir. Kuşkusuz bilimsel çalışmada da, anlatım, salt mekanik bir edim değildir. Düşüncelerin sözcüklerle ifadesi bile, bilim adamının, kimi zaman fikirlerini formüle etmeye başlamadan önce ele almadığı bir dizi nüansın açıklığa kavuşturulmasını gerektirir. Buna karşın, öznel suret ile sanat eseri arasındaki ilişki, çok daha karmaşıktır.
Daha “sanat” sözcüğünün kendisinde, bu kavramın reel içeriğine uygun olan belirli bir çifte anlam bulunur. “Sanat” sözcüğü, günümüzde sanatsal yaratıdan çok uzak olan ve insan faaliyetinin en çeşitli biçimlerini icra eden devasa bir insanlar topluluğu için kullandığımız yapabilmek [becerebilmek, icra etmek] sözcüğüyle ortak köke sahiptir. Ne var ki, bir sanatçı hakkında, onun “usta” [becerikli, mahir] olduğunu söyleriz; fakat aynı sözcüğü, bir hekim, bir terzi, bir demirci vb. için de kullanırız. Her türden meslekten insan, kendi alanlarında “usta” olabilirler.
“Hekimlik sanatı”ndan, “savaş sanatı”ndan vb. yalnızca günlük konuşmada söz etmeyiz, fakat tıbbı, bir bilim olarak değil de, bu sözcüğün estetik anlamıyla, sanat olarak algılamak, herhalde kimsenin aklına gelmeyecektir. Bir tuhaflık olarak ise, şunu hatırlatabiliriz: 19. yüzyılın başlarında, bazı müşkülpesent titizlikteki Almanlar, “yemek pişirme sanatını” “sanat tarihi”sistemine dahil etmeye çalıştılar. Bu arada, ideoloji biçimi olarak sanat, elbette, çerçevesi tamamen belirgin şekilde çizilmiş bir şeydir ve kavramlarla dilbilgisel bir oyun, olsa olsa kafa karışıklığı yaratacaktır.
“Usta” bir sanatçı, değerli sanat (eseri –Ç.N) yaratır; oysa “usta” bir terzi, güzel elbiseler yapar. Bu ilkesel bir farktır, çünkü söz konusu olan, maddi ve düşünsel üretim arasındaki farktır. Ne var ki, daha dar ideolojik çerçevede dahi bu terim, söz konusu faaliyetin, sanatla herhangi bir ilişkisi olduğu anlamına gelmez kesinlikle. “Usta” bir avukat, burjuva toplumunda sık sık her türlü “sanat” ile ilgilenir, fakat faaliyetinin meyvesi, sanattan başka her şeydir.
Yoksa, tek bir terimle birbirinden tamamen farklı görünümleri kapsaması, gerçekten dilin yalnızca bir kaprisi midir? Bu, yalnızca Alman dilindeki bir rastlantı da değildir. Rusça’da, Fransızca’da, İngilizce’de ve bir çok dilde daha, “sanat” anlamına gelen uygun terimler kullanılmaktadır.
Genel olarak ifade etmek için, bir “usta”nın, “işinin ehli” olduğunu söyleyebiliriz; yani, işine, mesleğine, mükemmeliyete varan bir biçimde, tamamen bağımsız olarak hakim olan, işini sanatsal ve kusursuzca yapmayı bilen bir insan. Sanat açısından, bu, sanat eserleri yaratma yetisindeki mükemmeliyet anlamına gelir.
Sanatın ilk gelişim aşamalarında, örneğin Ortaçağın başlarında, zanaat ve sanat, birbirine bugünküne oranla çok daha yakındılar. Demirci, çömlekçi, doğramacı, belirli maddi bir üretimin ustalarıydılar, ama aynı zamanda sanatçılardı; düşünsel üretimin ustalarıydılar. Uygulamalı sanatlar alanı, sanat ve zanaat, sanat ve teknik arasındaki yakın temasın son derece zengin örnekleriyle doludur. Ancak, oldukça geç sayılabilecek bir tarihte, işbölümü, bir dokuma deseninin bir ressam tarafından hazırlanmasına yol açtı; oysa, geçmişte, deseni çizen dokumacının kendisiydi. Bir kilise kapısını yapan bir Ortaçağ taşçısı, aynı zamanda heykeltıraştı. Zanaatçı önlüğü ve aletleriyle birlikte, kendi heykelini, Novgorod Sofien kilisesinin ünlü Korsun kapısına yerleştiren Novgorod’lu Avraam Usta, buna bir örnektir.
Bunun yanı sıra, (uygulamalıya karşıt olarak) “saf” sanat grubundan sayılan ve günümüze dek (gelecekte de bu farklı olmayacak) maddi ve düşünsel yaratım arasındaki iç içe geçmişliği gözler önüne seren bir sanat dalı bulunur. Bu mimaridir. Mimar, aynı zamanda, hem sanatçı hem de yapı ustasıdır; eseri –bina–, maddi kültürün olduğu kadar, düşünsel kültürün de bir olgusudur.
Belirli bir kullanım değeri yaratan emek, ustalığın, iş ehliyetinin kriteridir. Bu nedenle, “ustalık” ile “yaratıcılık” kavramları arasındaki bağı tespit etmek zor değildir. Dünyayı değiştiren ve dönüştüren –insanların tüm maddi ve kültürel düşünsel servetinin kaynağı– her emek, “yaratıcılık”tır. Şu ya da bu olayı, şu ya da bu nesneyi veya süreci, gereken yönde, “mükemmele varacak” kadar (üretici güçlerin, bilginin ve deneyimin verili durumunda) değiştirebilecek yetenekteki herkes, yaptığı işin ustasıdır. Ustalık kavramına, alanına vakıflık unsuru mutlak olarak dahildir. Bir loncaya kabul edilmek istenen her bir ustadan, kusursuz bir “ustalık eseri” yaratmasını talep eden Ortaçağ kuralı, zanaatçının becerisinin bir sınavıydı, alanına hakimliğinin sınanmasıydı. Ortaçağ zanaatçısının emeği, belirli kullanım değerleri yaratan emek olduğu için, Ortaçağ düşüncesi, zanaat ve sanat arasında bir ayrım yapmıyordu. Ne var ki, zihinsel emek ile fiziksel emeğin birbirinden ayrıldığı uzun erimli süreç ve emekçi sınıfların egemenlik altına alınması, zamanla, fiziksel emeğin, maddi değerlerin yaratılmasının, giderek artan oranda yaratıcı niteliğini kaybetmesine yol açtı. Bu süreç, kapitalist çağın başlamasıyla özellikle belirginleşir. Gerçi, zanaatçılar, sanatçılık üzerindeki, netice itibarıyla, dünyanın yaratıcı dönüştürülmesi üzerindeki onurlu haklarını, uzun süre ve ısrarla savunmuşlardır; ne var ki, tarihin acımasız seyri, bu hakkı zalimce aldı ellerinden. İşçinin kapitalist fabrikadaki emeği, yaratıcı niteliğini kaybetti. Ancak sosyalist düzen, toplumun her üyesine yeteneklerini ve becerilerini tam olarak geliştirme olanağı sağlayarak, her emeğe, onun yaratıcı niteliğini yeniden iade etmektedir.

Özel harpçiler ve düğmesine basılan ‘Çılgın Türkler’

Türkiye’de Susurluk eylemlerinin yaşandığı süreç, devletin çekirdeğinde “emniyet sübabı” rolü oynayan özel örgütlenmelerin, kontrgerilla kurumsallaşmalarının hedefe konulduğu bir dönemdi. Son dönemlerinde mahalle aralarına kadar yayılma eğilimi gösteren bu eylemler, devletin çatısında bu konuda yaşanan çatışma ile de kesişiyor; ve İtalya’da Gladio ile yaşanan hesaplaşma sürecinin, “Türk Gladiosu” açısından, Susurluk ile birlikte yaşanmaya başlandığına dair yorumlar yapılıyordu. Daha sonra gelinen yer, bu türden yorumların içinde aşırı beklentici olanların abartılı noktalara vardıklarını göstermiş olsa da, o sürecin, Türkiye’de halihazırda faaliyet gösteren Özel Harp Dairesi’ni bağrında barındıran Genelkurmay açısından ciddi bir sorgulamayı davet etmiş olduğu da yadsınamaz. Mehmet Ali Ağca’nın, verili burjuva hukuk kuralları açısından bile tartışmalı bir biçimde serbest bırakılmasının ardından, kendini açığa vuran tepki sırasında da bu görülmüştür. Ağca’nın Abdi İpekçi’nin katili olmasının sağladığı “meşruiyet” zeminiyle, İpekçi’nin bir dönem yayın yönetmeni olarak görev yaptığı basın grubu başta olmak üzere, Susurluk sürecinde, “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” yazılı tam sayfa ilanlar vererek tavır almış olan gazeteler, tekrar “derin devleti” sorgulamaya dönük yayınlar yaptılar. Bu yayınlar içinde, Özel Harp Dairesi, yeniden, kontrgerilla örgütlenmesinin çekirdek örgütü olarak, bir ucundan tartışılmaya başlanmıştı.
Genelkurmay Başkanlığı tarafından, Özel Harp Dairesi’nin Genelkurmay bünyesinde yasal bir örgütlenme olduğu, “derin devlet” ya da “kontrgerilla” ile ilişkilendirilmesinin doğru olmadığı, bu kurumun hiçbir karanlık olaya katılmadığı öne sürüldü. Genelkurmay açıklamasında bu tür yayınlar yapan yayın organları da, “kastı aşmak” ile suçlandı. Genelkurmay’ın bu tavrı, Özel Harp Dairesi’nin Genelkurmay tarafından açıktan ilk sahiplenilişi değildi. Özel Harp Dairesi’nin, NATO’ya üyelik süreci ile birlikte, “Komünizmle mücadele” stratejisinin temel bir unsuru olarak örgütlendiği biliniyordu ve yer yer bu kurum, 6-7 Eylül olaylarının düzenleyicisi olmak gibi haberlerle gündeme gelirdi. Türkiye’de Kontrgerilla örgütlenmesinin çekirdek kurumu olarak bilinen bu kurumun varlığı ve Genelkurmay bünyesindeki pozisyonuna dair bilgiye rağmen, bu konudaki tavır, o anki toplumsal ve siyasal mücadelenin güç dengelerine bağlı olarak kendisini gösterirdi. Bu kuruma açıktan yönelinmediği sürece, gizli ve gayri-meşru yapısı ile anılan bu kuruma dair Genelkurmay tarafından da sık sık açıklama yapılmaz, güçler dengesi nedeniyle bu konudaki hesaplaşmanın adeta ertelendiği varsayılır; açık bir hesaplaşmaya girişilmediği sürece de, kontrgerillanın çekirdeği sayılan bir kurumu kamuoyu önünde açıktan savunmak durumunda olmak Genelkurmay açısından pek tercih edilecek bir durum olmazdı.
Peki, varlığı “komünizme mücadele” üzerinde şekillenen bu kurum, NATO tarafından “tehdit” olarak görülecek düzeyde bir komünizm varlığı ile karşı karşıya olunmadığı bir dönemde niye hâlâ vardı? Bugün bu soruya yanıt içeren gelişmeler yaşanıyor; ancak ona gelmeden önce, yine bu soruya yanıt oluşturacak bir gelişme için, bundan 16 yıl öncesine gidelim.
3 Aralık 1990 günü, Özel Harp Dairesi’nin bağlı olduğu Genelkurmay Başkanlığı Harekat Başkanı Korgeneral Doğan Bayazıt ve Ö.H.D’nin Başkanı Tuğgeneral Kemal Yılmaz, Ankara’da basına bir brifing veriyorlar. Doğan Bayazıt, birifingde, Ö.H.D’nin sivil uzantısı konusundaki soruları açıklıkla yanıtlamıyor, ancak Ö.H.D’nin bir süreden beri Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kullanıldığını söylüyordu.
Bu brifing, basında şu başlıkla yer almıştı: “Özel Harp Dairesi Doğu’da kullanılıyor.” (4 Aralık 1990, Hürriyet)
Ve yine 2006 yılının, verili hukuk kuralları bile alt-üst edilerek, Mehmet Ali Ağca ve Turan Çevik gibi gladio, hayali ihracatçı, uyuşturucu kaçakçısı olarak bilinen kişilere, çetelere özgürlük getiren bir yıl olarak başlatılması, tek tek kendinden menkul olaylar olarak görülemez. Özel Harp Dairesi’nin Başkanlığı’nı yapmış olan Eski Kara Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Kemal Yamak’ın Doğan Kitap’tan yayımlanan, “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” kitabı, hem zamanlama hem de içeriği bakımından, içinden geçilen süreci de açıklar niteliktedir. Yamak kitabında, Özel Harp’in parlamentodaki bütün partilerde varolan, hatta köylere kadar uzanan bir örgütlünme olduğunu öne sürüyor ve yer yer bu kurumla karşı karşıya gelmiş bulunan eski başbakanlardan Bülent Ecevit ile de hesaplaşıyor. Kemal Yamak bu çıkışında yalnız bırakılmadı. “Sağ kolu” olarak kabul edilen ve Özel Harp Dairesi’nin de 2 yıl başkanlığını yapmış olan emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, Özel Harp Dairesi’nde her meslek ve siyasi gruptan insan olduğunu söyledi. Teşkilatta çok sayıda Kürt, Laz ve Çerkez’in görev yaptığını belirten Yirmibeşoğlu, “Doğu ve Güneydoğuluların buraya alınmalarında asla tereddüt edilmemiştir. Onlarla iftihar ediyoruz” dedi. ( 4 Ocak 2006, Hürriyet)    

BİR ÖZEL HARPÇİ’NİN YÜKSELİŞİ
Yirmibeşoğlu’nun “kariyeri” onun sözlerinin nereye oturduğuna da ışık tuttuğu için, bu konuda kısa bir hatırlatma da yapılabilir. 50’lerin başında, Çankırı Gerilla Okulu’nda, “Turancılık davası”ndan beraat ettikten sonra gönderildiği ABD’den yeni dönen “gerilla öğretmeni” Yüzbaşı Alparslan Türkeş’in “çok sevdiği öğrencisi” oldu. 1955’te, 6-7 Eylül olayları sırasında, Özel Harp Dairesi’nin atası sayılan Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevliydi. Gazeteci Fatih Güllapoğlu’na (“Tanksız Topsuz Harekat”, Tekin Y., 1991) söylediği şu sözler hiç unutulmadı: “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” Yirmibeşoğlu, bir başka görüşmede (Aksiyon, 31.03.2001), “Ben orada garip bir üsteğmendim” derken, sözlerini şöyle “düzeltti”: “Savaşta, düşmanın işgal ettiği bölgelerde bazı olaylar yaratılır ve düşman yaratmış gibi gösterilir. (…) Halkı düşmana karşı galeyana getirmek(tir amaç)… Belki Güneydoğu’da da oluyor bunlar, yanlış olarak…”
NATO’nun, CIA desteğiyle, İtalya’dan başlayarak, tüm Avrupa’da komünizme karşı kontrgerilla faaliyeti yürütecek birimleri, yani Gladio’yu kurduğu Soğuk Savaş yıllarında, Yirmibeşoğlu, NATO eğitimi için Napoli’ye gitti. Dönüşte, “Türk kontrgerillasının doğum yeri” olarak bilinen Kıbrıs’a tayin oldu. 63 olaylarını orada yaşadı. “Oradaki Türkleri teşkilatlandırdı”. 1964’te Belçika’daki NATO karargahında Nükleer Silahlar Şubesi’ndeydi. Herkesin iki yıl görev yaptığı bu gizli birimde beş yıl çalıştı. Dönüşte Özel Harp Dairesi Kurmay Başkanlığı’na atandı. Üç sene sonra da, Daire’nin başına geçti. İşte, Başbakan Ecevit, Özel Harp Dairesi’nden o aşamada “tesadüfen” haberdar oldu. 1974’te, “Daire” için örtülü ödenekten para istenince, daha önce adını bile duymadığı bu resmi kurum hakkında derhal brifing istedi. Başbakanlık konutundaki brifingi veren, Özel Harp Dairesi’nin Başkanı Sabri Yirmibeşoğlu idi. Ecevit, o günden sonra, Özel Harp’i denetim altına almaya çalışırken, Yirmibeşoğlu daha önemli bir göreve, NATO İstihbarat Başkanlığı’na tayin edildi. 1978’e kadar burada kaldı. Dönüşte tümen komutanı olarak Sarıkamış’a atandı. Ecevit’le yolları orada bir kez daha kesişti. 1978’de, Ecevit, başbakan olarak Sarıkamış’a gittiğinde, Tümgeneral Yirmibeşoğlu, Orduevi’nde kendisine ve eşine yemek verdi. Ecevit, Komutan’dan Özel Harp’le ilgili bilgi almaya çalıştı. (B. Ecevit, “Karşı Anılar”, DSP, 1991, s. 43) “Daire”ye bağlı sivil örgütte görev alanlardan bazılarının olaylarda yer aldığından kuşkuluydu.
Yirmibeşoğlu “Kuşkularınız yersiz” deyince, Ecevit şunu sordu: “Farz-ı muhal, buradaki MHP il başkanı, aynı zamanda Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısındaki gizli elemanlardan biri olamaz mı?” Yirmibeşoğlu samimiyetle doğruladı bunu: “Evet, öyledir ama kendisi çok güvenilir, vatansever bir arkadaşımızdır.” 12 Eylül döneminde, Yirmibeşoğlu Kara Kuvvetleri Lojistik Başkanı’dır. 1982-83 arası Milli Savunma Bakanlığı’nda Müsteşar Yardımcısı… 1983’te Ankara Sıkıyönetim Komutanı… 1984-86 arası Genelkurmay Harekat Dairesi Başkanı… 1986-88 arası yine Sarıkamış’ta, 2. Ordu Komutanı.1988-90 arası Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri. Özal, Öztorun’un yerine Torumtay’ı getirerek, Üruğ’un “2000 planları”nın önünü keserken, Yirmibeşoğlu “Üruğcu” olarak tanınıyordu. (Bkz: “Bay Pipo”, Soner Yalçın-Doğan Yurdakul, Doğan K., 1999. s. 431)
Belki de bu şöhreti, onun tırmanışını durdurdu. 1990’da, kadrosuzluktan emekliye sevk edildi. Nasıl Ecevit, kendisine karşı düzenlenen Çiğli suikastının ardında kontrgerillayı aramışsa, Özal da, kendi suikastçısının ardındaki “örgüt”ü aramıştı. Afyonlu işadamı Kemal Horzum’dan kuşkulanıyordu. Horzum, Emlakbank’ı dolandırmakla suçlanıyordu. Banka bünyesinde Horzum’u soruşturan komisyona, suikast işiyle de ilgilenmelerini söyledi. Komisyon üyeleri, hem suikastçı Kartal Demirağ’ın, hem Horzum’un memleketi olan Afyon’a gitti. Orada ne bulduklarını, komisyon üyesi Uğur Tönük, daha sonra TBMM’de kurulan Horzum Araştırma Komisyonu’na şöyle anlattı: “Afyon Dazkırı’da, 1974-77 seneleri arasında, Ege’de meydana gelen sol hareketleri önlemek için bir kontrgerilla teşkilatı kurulduğunu, Kartal Demirağ’ın da bu teşkilatın yetişmiş bir elemanı olduğunu tespit ettik.” Demirağ özel kamplarda emekli askerlerce eğitilmişti. “Her şeyi vatanımız için yaptık” diyor, MİT’le ilişkisi olduğunu söylüyordu. Komisyon, soruşturmayı derinleştirince, Özal’ı vuran silahın Demirağ’a Kongre salonunda polisler tarafından verildiği yönünde duyumlar aldı. Afyon’daki teşkilatın üzerine gitmeye karar verdiler. İşte tam o aşamada, Tönük, Ortaköy’de bir villaya davet edildi. MİT görevlisi olduklarını sandığı üç görevli kendisine “Bu tahkikatı kesin” dedi. Bir generalin adını verdiler ve “Paşa kararınızı bekliyor” dediler. Tönük soruşturmadan çekildi. Tönük, kendisini tehdit edenlerin adını verdiği generali açıklayacağı anda, Özal odadaki büyük ekran televizyonun uzaktan kumandasına uzanmış ve sesi sonuna kadar açmış. Sonra da Tönük, Paşa’nın ismini Özal’ın kulağına fısıldamış: “Sabri Yirmibeşoğlu!”
“Olacak iş mi?” Yirmibeşoğlu, o dönem MGK Genel Sekreteri idi. Görev süresi 1 yıl uzatılsa, Kara Kuvvetleri Komutanı olabilecek, oradan Genelkurmay Başkanlığı’na tırmanabilecekti. Ama  Özal’a adı fısıldandıktan 1 yıl sonra emekliye sevk edildi.
Bugün aynı Yirmibeşoğlu, Kemal Yamak’ın kitabı üzerine başlayan tartışmalarda, Özel Harp Dairesi elemanlarını “vatansever gençler” olarak meşrulaştırmak için yeniden sahne aldı.
Yirmibeşoğlu’nun kariyerinin bu özet öyküsü bile, Türkiye’de, gladio örgtülenmesinin ne kadar etkin olduğunu çıplak bir biçimde gözler önüne seriyor.
Özal Başbakandı, yani egemen sınıfların iktidardaki güç dengeleri içinde önemli bir pozisyonda bulunuyordu ve ona yapılan suikast kulağına fısıldandı. Ama Doğan Bayazıt’ın, 1990 yılındaki brifingte Doğu’da faaliyet gösterdiğini açıkladığı Özel Harp Dairesi’nin bu görev alanında yaşanan yüzlerce faili meçhulün hiçbiri için şu ana kadar kulaklara fısıldanan bir şey yok. Onlar devlet sırrı kapsamında.
Ve bugün bu kurumun hâlâ varolması, onu savunmak için eski Başkanları’nın kitaplar yazması hangi güncel dengelerin ürünü? Bu sorunun yanıtı araştırılırken akıllara gelen manzaralardan bir tanesi, ülkeyi derin bir kamplaşmaya sürükleyen, Mersin’de geçtiğimiz yıl düzenlenen Newroz kutlamaları sırasındaki “bayrak provokasyonu”dur kuşkusuz. Çocukların eline o bayrağı tutuşturan ve hala kimliği gizli tutulan kişi, Özel Harp ile ilgili tartışmalar ışığında daha bir netlik kazanıyor. Ancak ondan bir hafta önce yapılmış bir açıklama da Mersin Newrozu’na nasıl gelildiği konusunda fikir verir nitelikte.

BÜYÜKANIT’IN SÖZLERİ “İŞARET FİŞEĞİ” OLDU
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın “Irak’ta söz hakkımız yok. Irak politikamız yok. Biz 1999’daki terörle mücadele etme gücünün gerisindeyiz. Bu konuda bizimle gerekenleri konuşan olmadı” sözleri, Mersin Newrozu’ndan bir hafta önce, 15.03.2005 günü söylenmişti. Büyükanıt bu açıklamasında, “Terör örgütünün Türkiye içindeki silahlı varlığı 1999’da Öcalan’ın yakalandığı seviyeye çıktı” demiş “Terör örgütü üyelerinin sayısı 1999’daki rakama ulaşırken, biz 1999’daki mücadele gücünün gerisindeyiz. Bu çok tehlikeli bir durum” ifadelerini kullanmıştı.
Büyükanıt’ın bu açıklaması, günümüze kadar gelen gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde, görülecektir ki, tam bir “Çılgın Türkler”i harekete geçirme açıklamasıdır. Mersin’de yaşananlar ve daha “aşırı sağ”ın Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ndeki “tehdit” unsurları arasından çıkarılması, Şemdinli’de halka kurşun çıkan üniformalıların yakayı ele verdiği JİTEM olayı, son olarak da Ağca’nın gayri-meşru bir tarzda, adeta kaçırılırcasına cezaevinden çıkarılması.
Tüm bu gelişmeler, birbirini destekleyen ve adeta tetikleyen niteliktedir. Aralarındaki örgütlü bağ, gerçekleşmelerindeki “emir-komuta” sürecinden de bağımsız olarak, bu olaylar dizgesine dışarıdan bakıldığında, kamuoyunun baskısı sonucu Başbakan Erdoğan’ın “Kürt realitesini tanıyorum” demesinin ardından, Turgut Özal’ın benzer sözleri söylediği dönemden sonra yaşananlara benzer olaylar sahnelenmektedir. Ve Ağca’nın bırakılması, Şemdinli olayının İçişleri Bakanlığı Başmüfettişlerinin raporu ile örtülmek istenmesi, olayla ilişkisi açık seçik ortada olan çavuşun bırakılması, Kürt sorunu ile ilgili çözüm tartışmalarını yine “terör baskısı” ile gerileten, derin ilişkileri öne çıkaran gelişmelerdir. Bunlara ek olarak, DTP’ye yönelik olarak başlatılan kuşatılma harekatı da bunu tamamlar niteliktedir.
TBMM üyelerine ve devlet erkanına Kürtçe yılbaşı mesajı gönderdiği gerekçesiyle Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir hakkında dava açılmasının istenmesi, yine Baydemir ve 55 DTP’li Belediye Başkanı’nın ROJ TV’nin kapatılmaması için Danimarka Başbakanı’na gönderdikleri mektup nedeniyle dava kıskacına alınmaları ve 72 kişiyi “partiden atın” diyen Yargıtay Başsavcısı Nuri Ok tarafından DTP’ye uyarıda bulunulması… Tüm bunlar, “terörle mücadele” konseptinin devrede tutulmak istenmesi ve bu politikaya kumanda eden derin güçlerin direnişe geçmesinin işaretleridir.
Bunun yanında, TÜSİAD içinde örgütlü burjuvazinin bir kesiminin ve onun inisiyatifindeki yayın organlarının, Susurluk sürecindeki noktanın biraz daha gerisinden girdikleri çatışmanın bir sonucu olarak da Musa Anter cinayetinin Hürriyet tarafından manşete taşınarak takip edilmesi gösterilebilir.
Ancak açıktır ki, Türkiye’de kontrgerilla örgütlenmesi ancak güçlü bir halk muhalefeti ile alt edilebilir, tarihe gömülebilir. Onun dışında, çeşitli nedenlerle burjuvazinin kendi iç çatışması biçiminde gelişen süreçler, Susurluk sürecinde görüldüğü gibi, bir süre sonra başka bir noktada bir dengeye oturarak sönümlenmektedir. Ortak bir sınıf karekteri taşıyanlar arasında böylesi bir dengenin kuruluyor olmasından daha doğal bir şey de olamaz. Tam da bu nedenle, bu konuda en tutarlı karşı koyuşu işçi sınıfının örgütlü gücü etrafında birleşik bir halk muhalefeti gösterebilir. Özel Harp’in zulmunü üzerinde en çok hisseden Kürt yoksulları, ilericileri, demokratları ve devrimcileri de kuşkusuz bu sürecin önemli bir potansiyel dinamiği durumundadır. Bu konuda girişilecek ortak bir mücadele, Kürt sorunun demokratik ve halkçı bir tarzda çözülmesinin de anahtarlarından birisidir.

Paşabahçe’de, SEKA’da, TEKEL’de; direnişte kadınlar

Yeni iş yasası (resmi olarak yürürlüğe girdiğinden bu yana geçen zamanı düşününce, yasaya yeni dememek gerekiyor belki de), kadın ve erkek işgücünü eşdeğer işe eşit ücret koşullarında “eşitledi” ve hem kadın hem de erkek için esnek, güvencesiz, sigortasız, sağlıksız, kötü koşullarda çalışmayı ve düşük ücreti resmileştirdi. Hem kadın hem erkek işgücü açısından daha çok iş, daha az ücret anlamına gelen “eşdeğer işe eşit ücret” ya da diğer bir deyişle esnek çalışma, daha az işgücü ve ücretle daha fazla iş yaptırmak isteyen sermayenin taleplerine son derece uygun tabii ki.
Peki, esnek çalışma kadın ve erkek işgücünü nasıl etkiliyor? Düşük ücret, kadın ve erkek işgücünü, daha çok kazanabilmek için daha çok çalışmaya mecbur kılıyor. Ayrıca uzayan çalışma saatleri ve daha az işgücüyle daha çok işin yapılması, işsizliği artırıyor. Ve işçiler açısından işini kaybetmemek için uzayan (ve uzatılması, ses çıkarılmayarak kabul edilen) iş saatleri, aynı zamanda, işçi açısından, işini kaybetmeyi pekiştiren bir risk haline geliyor. Çünkü işçi birden fazla kişinin yapacağı işi yapmaya başladığı anda, kapıda bekleyen işsiz sayısı artıyor. Sermaye, esnek çalışma ile, işçiye, işini kaybetme tehdidini önüne sürerek, ölümüne çalışma koşullarını dayatıyor. Bu durum, kadın ve erkek işgücü açısından pek farklı değil. Yeni iş yasası ile sefalette eşitlenin kadın ve erkek işçiler, işten atılmamak için daha fazla çalışmak, daha az ücret almak zorundalar.
Esnek çalışma kadın ve erkeği sefalette eşitliyor, ancak yine de bu eşitleme, kadın işçi açısından daha fazla hak gaspı anlamına geliyor. Doğum izni vb. haklardan fiilen hiç yararlanamayan kadının çalışma hakkı fiilen engellenmiş ve işgücü piyasası içindeki konumu daha da eşitsiz hâle gelmiştir.
Kadınların daha çok istihdam alanı bulduğu sektörlerin başında tekstil, konfeksiyon, deri ve ayakkabı işkolları gelmekte. Bu işkollarında, imalat sanayiinde çalışan toplam kadın işgücünün yüzde 75,2’si çalışmakta. Bu işkollarında yoğun olarak kadınların çalışmasının başlıca nedenlerinden birisi, ücretlerin düşük olması. Bu sanayilerin toplam imalat sanayi içindeki oranı yüzde 40 ve toplam imalat sanayi içinde kadın işgücü oranı ise, yüzde 13,1’de kalmakta.  Dolayısıyla bu işkollarında kadın işgücünün yoğun kullanılmasını motive eden faktör, kadın işgücünün emek piyasasına dahil olması önündeki engellerin kalkması ya da kadın işgücünün genel olarak imalat sanayiinde istihdam oranının artması değil, kadın emeğinin erkeğe göre ucuz oluşudur. Genele baktığımızda ise, kadınlar hâlâ imalat sanayiine yüzde 13,1’lik bir oranla katılmakta ve yoğunluklu olarak ücretsiz aile işçisi olarak tarım sektöründe ya da imalat dışı sektörde çalışmaktalar.
Ancak yine de, son yıllarda kadınlar, erkeklere göre düşük ücretle çalıştıkları halde, imalat sanayiindeki istihdam şansları giderek azalmış ve krizin getirdiği yoksulluk, kadınların işgücü piyasası içindeki konumunu daha da marjinalleştirerek, onları formal üretim ağlarının neredeyse tamamen dışına itmiştir. İşsizlik oranının artışına bağlı olarak piyasada deneyimli işsizin fazla oluşu ve kadının geleneksel rol ve görevlerinden kaynaklı etkenler, kadınların iş bulma şansını en iyimser söyleyişle azaltmış ve büyük oranda ortadan kaldırmıştır.
Özelleştirilen fabrikalarda ilk işten çıkarılanlar kadınlar olmuşlardır. İstihdam edilen kadın işgücü giderek azalırken, gerekli işgücü ise, kayıtsız olarak, düşük ücretle çalıştırılmış ya da evde parça başı iş veya yarı-zamanlı çalışmaya zorlanmıştır. Türkiye’de, evde çalışan ücretli kadın sayısının tüm çalışan kadınlara oranı 1991de %2.8 iken, 1994de %10’a, bugün ise, %20’lere yükselmiştir.
Kadın işgücü açısından bugünün tablosunu en iyi ortaya koyan örnek, geçtiğimiz yılın sonunda yaşanan bir fabrika yangını haberinde karşımıza çıktı. Bursa’da, ev tekstili üretimi yapan Özay Grup Tekstil İthalat ve İhracat Fabrikası’nda gece yarısı çıkan yangında 5 kadın işçinin yanarak yaşamını yitirdiği fabrikada çalışan 150 işçinin çoğunluğu kadın. 16.00-24.00 vardiyası için fabrikaya gelen işçilerden 10 kişinin fazla mesai yapmasına karar veriliyor. Bunun üzerine, yaşları 15 ile 32 arasında değişen 10 kadın işçi, 04.00’te sona erecek mesaiye kalıyor. Ancak fazla mesainin henüz iki saatlik bölümü geçtikten sonra yangın çıkıyor. Çabuk alev alan elyafların tutuşması ve kimyasal maddelerin patlaması sonucu kısa sürede büyüyen yangında, dışarı çıkmayı başaramayan Ayşe Denizdalan (15), Sadife Düdüş (16), Gülden Çiçek (21), Sevgi Sesli Akpınar (32) ve Necla Özveren (27) adlı işçiler yangından sağ kurtulamıyorlar. İşçilerden 3’ünün karbonmonoksit gazından zehirlendiği, birinin feci şekilde yandığı, diğerinin de vücudunda yanık izleri bulunduğu belirleniyor. Mesaiye kalan diğer beş işçi, Kevser Zorlu (22), Gülhan Çiçek (22), Ferhan Karakuş (20), Dilek Karadeniz (21) ve Melek İyidemir (22) ise, hastanede tedavi altına alınıyor. Ayşe Denizdalan ve Sadife Düdüş daha çocuk yaşta, ve fabrikadaki işçilerin yüzde 70’i gibi, onlar da sigortasız çalışıyorlar. İki işçi, 4 saatlik mesai için 9 YTL alacaktı. Para biriktirmek için mesaiye kalan Sevgi Akpınar üç aylık hamileydi. Boyalı basın bu olayı, bir “kader oyunu”, bir “talihsiz ve görünmez kaza” gibi verdi. Burjuva basın, 16 yaşındaki Sadife Düdüş’e patronunun “mesaiye kalma” dediğini, ancak, bir yıldır fabrikada çalışan Sadife’nin, aynı mahallede oturan ve akrabası olan Melek’in mesaiye kaldığını, onunla birlikte döneceklerini söyleyerek, çalışmaya devam ettiğini, yani kaderini kendisinin çizdiğini ve alnındaki yazının silinmez olduğunu vurguladı! Üstelik ertesi gün Sadife’nin doğum günüydü. Sermaye basınının, bir “Tanrı onu daha çok seviyordu, yanına aldı” demediği kaldı… Hatta, işçiler tarafından cep telefonuyla aranıp haber iletilen fabrika müdürü işçilere “camı kırın atlayın” dediği halde, işçiler söyleneni yapmamış ve panikleyip orta kapıdan değil, daha uzak olan ana kapıdan çıkmaya kalmışlar ve bunun için de dumandan boğulmuşlar. Ayrıca medya, daha önce Uğur Dündar’ın programında ortaya çıkan olayda olduğu gibi, çocuk işçi çalıştırılmasından çok, işçilerin yanlış kapılara yönelmesi ve paniklemesiyle ilgilendi…
Bu haber birkaç gün gündemi meşgul etti. Sonrasında unutturulmaya çalışıldı. Ancak arka arkaya gelen yangın haberleri, Küçükçekmece’de bir fabrikada çıkan yangında 3 işçinin (4 Ocak 2006, Günlük Evrensel), Ümraniye’deki bir çekyat fabrikasında çıkan yangında 4 işçinin (18 Ocak 2006, Günlük Evrensel) hayatını kaybetmesi, işçi hayatının ne “kadar ucuz” olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Ve olayların hükümet ve sermaye basını tarafından münferit olaylarmış gibi bir aymazlıkla karşılanması, işçiye, sefalet koşullarında yaşamanın yanında sermayenin kazancını arttırmak için ölümü de göze almasının gerektiğini söylüyordu adeta.
Bu haberlerin başka neler söylediğine daha yakından bakmak, haberleri yeniden okumak, esnek çalışma ve kadının çalışma koşulları ile ilgili yukarıda sıraladığımız bilgileri somutlamaya yardımcı olacaktır. Bu haberlerin yeniden gündeme getirdiği gerçekleri tek tek ele alalım ve Bursa’daki fabrika yangınını kadınların çalışma yaşamındaki durumlarını anlamak ve açıklamak için yeniden okuyalım.
Öncelikle yanıcı ve patlayıcı madde ile dolu olan fabrikada, patronun yangına karşı önlem almadığı ve işçi güvenliği konusunda bir adım atmadığı ortaya çıktı.
Sendikasız olan işyerinde, eğer sendika olsaydı, iş güvenliği standartları uygulanır ve fabrikada cankurtaran ve doktor; yangın çıkışları ve yangın söndürücüleri, acil durum eğitimi almış işyeri temsilcileri bulunurdu. Toplu iş sözleşmelerinin hepsinde, acil vakalarda sendikacıların istedikleri saatte, izin almaksızın, haber vermeden işyerine gidebileceği hükmü yer almakta. Fabrika sendikalı olsaydı, sendikacılar fabrikaya hemen gelebilir ve duruma daha erken müdahale edilebilirdi. İşyerinde sendika olsaydı, vardiya amirleri ve sorumlu sendikalılar, temsilciler olacaktı. Bu kişiler fabrikalarda ani bir gelişme olduğu zaman sendikaya ulaşabileceklerdi. Sonuç olarak, işyerinde iş güvenliği önlemleri alınmış olması yanında, bu önlemlerin alınmasını da zorlayıp dayatacak sendika olsaydı, bu ölümler olmayacaktı.
Yani başka bir deyişle, ölen kadın işçiler, çalışma yaşamındaki kadının sendikasız, sigortasız, 9 YTL kazanacakları fazla mesailere kalarak yoğun sömürü koşullarında ve işgüvenliğinden yoksun olarak çalıştırıldıklarını bir kez daha göstermiş oldular.
Bunun yanı sıra, fabrikada mesaiye kalan on işçiden ikisinin çocuk yaşta olması, en kaba oranlama ile, fabrikada çalışan işçilerin dörtte birinin, yani 40 kadar işçinin çocuk yaşta olduğunu ortaya çıkardı. Ancak fabrikada çalışanların yüzde 70’inin sigortasız olması ve çocuk yaştaki işçilerin sigortasız çalışması, bu sayının çok daha fazla olduğu gerçeğini ortaya çıkartıyor. İş Yasası’na göre, çocuk işçilerin 15 yaşını doldurmuş olması gerekiyor. Hafif işlerde 14-15 yaşında çocuklar çalıştırılabiliyor. Ancak, tekstil sektörü, uygulamada ağır iş kategorisinde. Yani tekstilde çocuk işçi çalıştırılamaz. Ancak Özay Grup Tekstil İthalat ve İhracat Fabrikası’nda yoğun olarak çocuk işçi çalıştırılıyor. Bu, sadece Özay Grup Tekstil’de böyle değil, tekstil işkolunun yüzde 51’i, kayıt dışı çocuk işçi çalıştırıyor. Üstelik çocuk işçilerin 8 saatten fazla çalıştırılması ve gece çalıştırılması yasak.
Bu olayla ortaya çıkan bir başka gerçek, özellikle tekstilde kayıt dışı çalışanların büyük çoğunluğu kadın. Çok düşük ücretlerle, çok uzun saatler çalışıyorlar. Sigorta, sendika gibi hakları yok. Bu, resmi olmayan rakamlara göre de böyle: sektörde çalışanların yüzde 50’si kadın. Sektörde tahminen 3 milyon çalışan var. Bunların yalnızca 850 bini kayıtlı. Sendikalı çalışan sayısıysa, yaklaşık 70 bin. Sendikasız işyerlerinde, 12-14 saat çalışma süresi uygulanıyor. Ücretler, asgari ücretin altında. İşçilerin sosyal hakları tanınmıyor. Sendikalaşmak isteyen işçiler derhal işten çıkarılıyor.
Bunca hukuksuzluğa, ihlale karşın, hükümetin yangın çıkan işyerleri konusunda tek bir girişimi olmadı. Sermaye basını da, ‘neyse ki fabrikanın sigortası varmış’ biçiminde haberlerle fabrikanın olaydan “zararsız” kurtulmasını kutladı. Bursa’daki kadın işçileri görmeyen hükümet, sözde kadına yönelik çalışmalarını yeni projelerle sürdürdü. Geçtiğimiz ayın sonunda (28-29 Ocak’ta), İstanbul’da “Medeniyetler İttifakında Kadın” konulu uluslararası bir kongre düzenledi. Kongrenin amacı, “AB ile müzakere sürecinde cinsiyet eşitliği ve kadın hakları alanındaki ilerlemeye katkıda bulunmak ve kadınların sosyal hayata katılımı için bir dayanışma platformu oluşturmak, uluslararası kadın örgütleri ile ulusal sivil toplum örgütleri ve Türkiye hükümeti arasında iletişimi sağlamak” olarak açıklandı. Kongrede tartışılan başlıklar arasında çalışan kadınlara dair bir başlığın olmaması şaşırtıcı değil. Kadını ucuz ve yedek işgücü olarak gören sermenin durduğu yerden farklı bir yerde durmayan hükümet için de, kadın işgücü, hızla enformal, esnek işgücüne katılması ya da küçük girişimciler olarak piyasaya entegre olması gereken bir kesim. Atıl duran kadın işgücü, ne sermaye ne de hükümet açısından tercih edilebilir. Bu sebepten, gerek sermaye, gerek hükümet açısından, kadın işgücü denince akla “kalkınma” gelmekte. Yani kadın işgücünün “durumu”ndan ziyade, kadın işgücünün “ne kadar değer yarattığı” önemli. İşte geçtiğimiz günlerde düzenlenen “Medeniyetler İttifakında Kadın” konulu kongrenin tartışma başlıkları, bu yüzden şaşırtıcı değil. Kongrenin çalışma yaşamı ve kadın konusuna en yakın başlıkları şunlar: Kalkınmanın Dinamikleri Olarak Kadın, Kadın Perspektifinden Sivil Toplum Kuruluşlarının Demokratikleşme, Barış ve Kalkınmaya Katkısı. Görüldüğü gibi, bu iki başlık, kadın ve çalışma yaşamına dair değil, kadının kalkınmadaki payı, yani harekete geçirilecek ve daha verimli kullanılacak işgücü olarak durumunu konu alıyor.

Kadın işgücünün giderek formal işgücünün dışına itildiği, marjinalleştirildiği ve örgütsüzleştirilmeye çalışıldığı bu ortamda kadınlar açısından mücadele olanakları nerededir?
Kadın işgücü açısından cinsiyetçi uygulamalar devam etmektedir ve kadın işgücünün özgün sorunlarına dönük mücadele mutlaka gerekmektedir. Cevabımız, kadının kendin özgün sorunlarına dair mücadelesinin önemsizleştirilmesi anlamına gelmemektedir. Ancak esnek çalışmaya, işsizliğe, sigortasız, sendikasız çalışmaya karşı örülen mücadelede kadınların yer alış biçimi ve örülen mücadele hattı, işçi kadının iş ve ekmek mücadelesi bakımından nasıl olanakları yarattığını, saldırılara karşı yeniden nasıl bir direniş biçimi geliştirdiğini ortaya koymaktadır. Bu bakımdan yukarıdaki soruya verilecek cevap öğreticidir.
Bu soruya en iyi cevabı, (son dönemden ve herkesin rahatlıkla hatırlaması kolay olan örneklerden başlayacak olursak) Paşabahçe, SEKA, TEKEL, Serna-Seral direnişlerini hatırlatarak verebiliriz. Paşabahçe ve SEKA direnişleri fabrikaların kapatılmasını engelleyememiştir, ancak özellikle bu iki direnişle öne çıkan; işten çıkarma/fabrikaların kapatılması/özelleştirmelere karşı, işçi ailesinin bir bütün olarak direnişe katılması ve bu direnişin sınıfa verdiği güç ve destek, sonuç ne olursa olsun, çok önemlidir.
Paşabahçe ve SEKA’da, kadınlar, çocukları ile birlikte, fabrikada eşlerinin yanında direnişe katılmışlar; polisle çatışmışlar ve direnişin sonuna kadar fabrikayı terk etmemişlerdir. Sonraki süreçte, özelleştirme sırasında olan diğer fabrikalarda da, işçiler, aileleriyle birlikte direnmişlerdir. TEKEL’de kadın işçiler direnişin en önünde yer almıştır.
Günlük işçi basını Evrensel’in son birkaç haftalık birinci sayfalarına ve işçi-sendika haberlerine bakıldığında rahatlıkla görülebileceği gibi, kadın işçiler, Malatya ve Adana TEKEL direnişinin en önünde yer almaktalar. Direnişle ilgili fotoğraf karelerinin pek çoğunu, kadın işçiler ya da işçi eşleri kadınlar doldurmaktadır.
İşsizlik ve yoksulluktaki artış, işçi ailesinin giderek daha da yoksullaşması anlamına gelmektedir. İşsiz kalındığında sigortalı, düzenli bir iş bulma olanağının neredeyse ortadan kalkması, ailede iş sahibi olanın sahip olduğu işe, herkesin kendi işiymiş gibi sahip çıkmasını sağlamaktadır. İşçi ailesini üretim üzerinden yeniden birbirine bağlayan bu süreç, örneğin TEKEL işçisinin eşi ve çocuklarını kapatılmaya karşı harekete geçiriyor.
Televizyonda boy gösteren baş-göz etme programlarında gerçekleşen çıkar amaçlı, ekonomik temelli izdivaçlar, sermaye açısından ve yıkıcı sonuçları büyüyüp derinleşen kapitalizmde ailenin çatırdadığını, ailenin çıkar amaçlı bir kurum olduğunu her gün defalarca kanıtlıyor. Ancak Paşabahçe, SEKA, TEKEL, Serna–Seral direnişleriyse, sınıf açısından ailenin anlamının çok başka olduğunu gösteriyor. Sermaye için aile çıkara dayalı ilişkilerle temellenirken; işçi sınıfı, sermayenin saldırılarına karşı, bir dayanışma birimi, bir mücadele birimi olarak, aileyi, işçi ailesi olarak, yeniden tanımlıyor. Hiç kuşkusuz bunda kadın işçilerin ve işçi eşlerinin çok önemli payı var. Kadınlar açısından mücadele olanakları burada yatmaktadır.
Yine başkalarının yanında bu nedenle de, kadın hareketinin başlıca ve temel gücü ve dayanağı işçi kadındır.

Kuş gribi, Türkiye’nin acı sınavı ve çözüm

“Küreselleşmenin geleceği yok!.. Sosyal dengeleri ve çevreyi yok eden, yoksulları ezen,
insan haklarını reddeden bir küreselleşmenin geleceği yoktur!” (Fransa Cumhurbaşkanı J. Chirac)

ARKA PLANDA NE VAR?
Tüm dünyada çevre sağlığını etkin biçimde koruyan, toplumun bilinçlenmesini ve katılımını sağlayan politikalar uygulanması gerekirken; çevre, halkın yararına değil, uluslararası tekellerin çıkarına terk edildi.
Güney Amerika’da ve Afrika’da ağaçlar acımasızca biçildi. Bergama’da insanı ve çevresini korumaya
yönelik bilinçli toplum tepkisi, yasalar ve mahkeme kararları çiğnenerek, engellenmeye çalışıldı.
Irak’ın işgali sırasında Körfez’e akan petrol, dünyanın en büyük deniz kirliliğini yarattı. Günlerce denize salınan petrol, Körfez bölgesinde önemli derecede deniz ekolojisinin bozunumuna neden olmuştur. Biyologlar, bölgedeki karides ve balık çeşitlerinin yanında öbür su canlılarının kirlilikten payını aldığını belirtmektedirler. Bu arada çevresel yıkım yalnızca Irak’la sınırlı kalmayacaktır; çünkü yayılmacı güçlerin giriş yaptığı Körfez bölgesi, bugün dünyada balıkçıl gibi uzun bacaklı su kuşlarının yaşadığı beş bölgeden biridir. Ayrıca milyonlarca göçmen kuş, burada mola verip yoluna devam etmektedir.
Irak’ın 2/5’i çöllerle kaplı olduğu için, BM Çevre Programı’na (UNEP) göre, Irak’taki 33 sulak bölge, dünyanın en önemli doğal zenginlikleri arasında sayılıyor. Çevre örgütlerine göre, silahlar ve petrol kuyularına yapılan sabotajlar, bu sulak bölgeler ve  bölge canlıları üzerinde olumsuz etki edecektir.
Savaşı kazanmak için, bazen doğa, aracı olarak kullanılmaktadır. Basına yansıyan bilgilere göre, Amerikan ordusunun, çok sayıda yunus, foks balığı, tavuk ve güvercinin değişik amaçlar için Ortadoğu’ya ve Hint Okyanusu’na getirdiği yazılmaktadır. Yine örnek olarak; Körfez Savaşı sırasında çevreci güçleri Irak yönetiminin üzerine sürmek ve kendilerine destekçi bulmak için, Kaliforniya kıyılarında bir tankerden sızan petrol artıkları ile cebelleşmiş ve artık yürüyemeyecek düzeyde yorgun düşen bir karabatak kuşu, Körfez’de Irak yönetimin petrolü kuyulardan denize akıtmasının bir kurbanı olarak bütün dünya medyasına sunuldu. Ne yazık ki, çoğumuz buna inandık ve üzüldük. Ancak sonradan anlaşıldı ki, bu da, kirli savaşın oyunlarından biriymiş.
Hava saldırılarında kuş sürülerinin bombardıman uçaklarını olumsuz etkilememeleri için (!), yüksek teknoloji ile bu hayvanların uçuş rotalarının değiştirildiğini biliyoruz artık..
ABD, Kyoto Protokolü’nü imzalayarak küresel ısınmanın sorumlusu sera gazlarının ortama salınımını sınırlamaya yanaşmıyor. Oysa en büyük emisyon kaynağı kendisi. Küresel ısınma, ekoloji dengeyi altüst ederek, göçmen kuşların doğal yaşam döngüsünü ve göç yollarını da etkiliyor. En somut olumsuz sonuç, sulak alanların azalması ve giderek artan çölleşme.. Bu yüzdendir ki, AB, Türkiye’den Fırat ve Dicle’yi isteyebiliyor.. Hem de AB’ye ucu ve sonu açık sözde alınma görüşmelerinin açılmasına koşul olarak:
“Bölgede önemi bulunan konulardan biri, kalkınma ve sulama için gerekli suya erişimdir. Ortadoğu’da su konusunun stratejik önemi, önümüzdeki yıllarda artacaktır. Türkiye’nin katılımıyla birlikte su kaynaklarının ve altyapı projelerinin uluslararası yönetimi (?!) (Fırat ve Dicle havzaları üzerindeki barajlar ve sulama projeleri, İsrail ve komşuları arasında su alanında sınırötesi işbirliği) AB açısından önemli bir konu haline gelebilecektir.” [Kaynak: Avrupa Topluluğu Komisyonu’nun Brüksel’de 6 Ekim 2004’te yayımladığı 3 rapordan (İlerleme Raporu, Meseleler Raporu ve Etkinlik Raporu).. Raporun 1.3. maddesinin 6. paragrafı..]

***
Evet değerli okuyucu.. Kuş gribi ya da tavuk vebası öylesine birdenbire gökten inmedi. Her olgu, doğada bir nedensellik kurgusu içinde olaylanıyor. Pek yaman bir diyalektiği var doğanın.. İnsanoğlunun onu egemenliği altına alma çabaları hep geri tepiyor. Oysa yapılması gereken, doğaya üstün olmak değil, onun yasalarını bilimsel yöntemlerle çözmek ve barış içinde birlikte varolmak (peacefull co-existence).
Çevresel risklerin tür ve boyutlarına bir bakalım:
DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü), BMÇP (Birleşmiş Milletler Çevre Programı, UNEP) ve DB (Dünya Bankası) verilerine göre, dünyadaki hastalık yükünün % 40’ı çevresel kökenlidir! Kanserlerin % 80’i ÇEVRESEL ETMENLERE BAĞLIDIR..
Her yıl 5 milyon çocuk, içinde yaşadıkları ve oynadıkları çevreden kaynaklanan hastalık ve koşullardan ölmektedir. Her yıl 5 yaş altında 2 milyon dolayında çocuk, akut solunum yolu enfeksiyonlarından (ASYE) ölmektedir. ASYE, çocukların en büyük ölüm nedenidir. Bu enfeksiyonlar, örneğin, kapalı ortam hava kirliliği gibi çevresel zararlı etmenlerce ağırlaştırılmaktadır.
En çok karşılaşılan çocuk ölüm nedenleri arasında 2. sırayı ishaller almaktadır ki, gelişmekte olan ülkelerde, yılda 1.3 milyona varan 5 yaş altı çocuk ölümlerinin % 12’sinden sorumlu olduğu kestirilmektedir. Diyare, pek çok farklı nedenden kaynaklanabilir. Sıklıkla, kirlenmiş sular ve gıdaların çocuklarca tüketilmesi, kirli ellerle kimi patojenlerin ve toksinlerin alınması sorumludur.
– Ozon katmanının delinmesi
– Küresel ısınma: FAO, küresel ısınmanın çok sayıda ülkede gıda üretimini azaltabileceği ve dünyadaki açlığı oldukça artıracağını bildirdi. (26 Mayıs 2005, AA)
– Nüfusun hızlı artışı ve dengesiz dağılımı
– Temiz su kaynaklarının azalması
– Toprak erozyonu
– Asit yağmurları
– Nükleer atıklar ve kirlenme
– Zehirli kimyasal madde atıkları
– Biyoçeşitlilikte / balık popülasyonunda azalma
– E K O L O J İ K   G E R İ L E M E ! + T e r ö r  (Biyolojik, kimyasal..)!
Son 50 yıl boyunca, 80 binden çok kimyasal geliştirilmiş, kullanılmış, dağıtılmış ve çevreye atılmıştır. Bunların çoğu, insanda ve yabanıl yaşamda olası toksik etkileri bakımından test edilmemiştir. Bu kimyasalların kimisi sıklıkla havada, suda, evde, işyerinde ve topluluklardadır.
Çevresel yıkımın önlenmesine ilişkin küresel bir uzlaşı olmamakla birlikte, pek çok kişi, insanoğlunun sürdürülemez bir yolda olduğu gerçeğini benimsemektedir. Nedeni, doğal kaynaklar üzerindeki doymaz kapitalist hırsın doğurduğu kirlenme ve iklim değişikliğidir. Emperyalizmin öncülerinden Fransa Cumhurbaşkanı J. Chirac’ı bile isyana iten, sürdürülemez bir kısır döngü gelinen nokta..
Hintli düşünür Jiddu Krishnamurti’nin vurguladığı üzere;
“Dünyayı sevmiyoruz ondan yalnızca yararlanıyoruz.”
Türkiye’nin, çevresel varlıklarını ve değerlerini sürdürülebilir kalkınma bağlamında koruyucu, öngelen (pro-aktif) çevresel politika ve stratejilerine gereksinimi vardır. Fakat taraf olunan ikili ya da çok yanlı pek çok antlaşma ülkenin elini kolunu bağlamaktadır.
Çok Taraflı Yatırım Anlaşmaları (ÇTYA-MAI) bunların başında gelmektedir:
MAI Anlaşmaları; kalkınmanın sürdürülebilirliği amacıyla bile olsa, doğal kaynakların tüketiminde toplumsal çıkarların gözetilmesi koşulunu kaldırması, emeğin mal oluşunun düşürülmesi için her türlü sosyal güvenlik ve yardımın yanı sıra örgütlenmesinin önüne geçilmesi; üretimde kullanılacak hammadde ve ara malda birincil önceliğin üretimin yapıldığı ülke olması ya da belli bir oranın bu ülkeden karşılanması ilkesinin yerine, fiyatının düşük olduğu yerden dışalımına (ithaline) bıraktırması.. gibi temel konuları içerir.
DİKKAT: Anlaşmayı imzalayan devletler, 5 yıl süre ile anlaşmadan çıkamayacak ve çıktıktan sonra da, 15 yıl süre ile, tüm anlaşma kurallarını uygulamak zorunda bırakılacaklardır. (Katolik nikahından beter!)
Ulus devlet, uluslararası emperyalizmin baskısıyla, akıl almaz oyunlarıyla, her zaman kolaylıkla bulabildiği yerli işbirlikçileri eliyle sürekli küçültülmekte, meydan yerli ve yabancı sermayeye bırakılmaktadır.
En kutsal değer kazançtır, paradır, kârdır..
En dokunulmaz ve tartışılmaz tabulardır, bu kavramlar.
Serbest piyasa kutsal bir dogmadır. Eleştiri dışıdır. Ağzını açan, çağlar öncesinin dinozorudur.
Manisa’daki Tarım Bakanlığı’na bağlı araştırma çiftik ve laboratuvarları, “kâr” getirmedikleri için devlete yüktür ve kapatılmalıdır.. Öyle de yapılmıştır.. Türkiye AR-GE’yi unutmuş, sömürgeleşmeyi seçmiştir. Bir traktör römorku kasası dolusu domates ile, ancak 1 kg dolayında yıllık ya da tek kezlik tohum alabilmektedir. Ancak bu tohumdan üretilmiş domatesi satın alacaklarını dayatanlar ise, Manisa örneğinde olduğu gibi, araştırma laboratuvarlarını devlet desteği ile geliştiren emperyalist ülkelerdir.
Konuyla özellikle ilgili olmak üzere; ülkenin onbinlerce veteriner hekimi ve tarım mühendisi işsizdir..
Böylece işgal ve sömürü nitelik değiştirerek, sözde post-modern bir görünüm ve içerik kazanmıştır..

***
2006 YILI OCAK AYI SONUNDA GELDİĞİMİZ YER
30 Ocak 2006 akşamı, Türkiye, birbuçuk milyonu aşkın kümes hayvanını ilkel biçimde yok etmiştir.
30 Ocak 2006 akşamı, Türkiye’nin 31 ilinde kuş gribi odakları vardır.
30 Ocak 2006 akşamı, Türkiye, Ekim 2005’te Manyas’ta başlayan yangını hâlâ söndürememiştir..
İşte Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) açıklamsı ve uyarıları:
TTB 2. Başkanı Metin Bakkalcı, kuş gribinden insan ölümünün kesinleştiği 4 Ocak 2006 öncesi yapılması gereken birçok şeyin yapılmadığını savundu.
Kuş gribi konusunda, TTB Merkez Konseyi adına, genel merkezde basın açıklaması yapan Bakkalcı, bugüne dek konunun hassasiyeti ve ivediliği nedeniyle, hükümetin kuş gribine karşı zamanında önlem alıp almadığına ilişkin kamuoyunda yürütülen tartışmalara katılmaktan kaçındıklarını belirtti. Kuş gribinden insan ölümünün kesinleştiği 4 Ocak 2006’ya dek konuyla ilgili gerekli ve yeterli önlemlerin alınmaması ve o tarihten sonra da soruna yaklaşımdaki anlayışın değişmemesi üzerine, Bakkalcı, şunları kaydetti:
“Ülkemizde, son olarak, kuş gribi, 4 Ocak 2006 tarihinde başlayan insan ölümleri ile gündemin 1. sırasına oturdu. Oysa tıp biliminin beklentisi, özellikle kanatlı hayvanların hastalık ve ölümünden sonra insanlarda görülmesi idi. Demek ki, insan ölümlerinden önce yaygın hayvan hastalığı söz konusuydu. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) raporuna göre, bugüne dek 81 ilin 12’sinde kanatlı hayvanlar arasında yüksek derecede patojenik H5N1 influenza (kuş gribi) virüsü saptanmıştır, ek olarak 19 ildeki salgın bildirimlerinin incelenmesi devam etmektedir. Bir günde bu denli yayılmayacağı için, bu durum, ülkemizde olasılıkla uzunca bir süredir kuş gribi ile birlikte yaşadığımızı, insan ölümlerine değin amaca uygun izlem yapılmadığını gösterir.”

“VETERİNER HEKİMLİĞİ HİZMETLERİ ÇÖKMÜŞTÜR”
Bu denli yoğunluğun etkin olarak izlenmemesinin, Türkiye’deki veterinerlik hizmetlerinin, koruyucu hizmetlerin önemli ölçüde yıkıma uğratılmasının sonucu olduğunu öne süren Bakkalcı, “Türkiye’de veteriner hekimliği hizmetleri çökmüştür. Hükümetin geçici özel veterinerlik hizmeti alarak soruna çözüm bulma girişimleri bu iflasın ifadesidir” diye konuştu. DSÖ’nün önerileriyle çok sayıda bilim adamınca, Ekim ayında “Ulusal Faaliyet Planı” hazırlandığını hatırlatan Bakkalcı, birkaç husus dışında, Bakanlığın bu planın gereğini uygulamadığını savundu.
Dr. Bakkalcı, buna karşın, DSÖ’nün Avrupa Bölge Başkanı Marc Danzon’un, 11 Ocak’ta “Türkiye’deki kriz yönetimi, olması gerekeni yapmış ve uygun girişimde bulunmuştur.” açıklamasının dikkat çekici olduğunu söyledi. Hastalığın Türkiye’de daha farklı ve özgün seyirler gösterebileceğinin altını çizen Bakkalcı, “Türkiye’de görülmeden önce öldürücülük oranı %50’lerdeydi. Türkiye’de ise %20. Öbür yandan, dünyada bildirilen olguların %10’unun Türkiye’de olması, konunun ülkemiz için ne denli önemli olduğunun göstergesidir. Enfeksiyonun ülkemiz koşullarında özelliklerinin saptanabilmesi için çeşitli çalışmalara gerek vardır. Bunun için konunun uzmanı meslektaşlarımız tarafından sistemli çalışmalar yapılması gerekmektedir” diye konuştu.

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ ÇAĞRISI
Dr.Bakkalcı, bütün bu gelişmeler göz önüne alındığında, hazırlanmış Ulusal Faaliyet Planı’na karşın, konunun gereğinin yapılmamasının sorumlusu olarak, Sağlık Bakanlığı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ile hükümet hakkında, ilgili birimlerin derhal araştırma ve soruşturma başlatması gerektiğini ileri sürdü. Bakkalcı, bundan sonra yapılması gerekenleri ise şöyle sıraladı:
“Üretilmiş Ulusal Faaliyet Planı doğrultusunda içtenlikli bir kriz yönetimi sağlanmalıdır. Bilimsel ve yönetsel eşgüdümün amaca uygun etkinleştirilmesi sağlanmalıdır. Başta ilgili uzmanlıklar olmak üzere multidisipliner çalışma esas alınmalıdır. İlgililerin ve kamuoyunun düzenli bilgilendirilmesi sağlanmalıdır. Etkin bir insan gücü planlaması yapılmalıdır. Gerek sağlık çalışanları, gerekse halka yönelik doğrudan ve dolaylı etkin eğitim programları uygulamaya sokulmalıdır. Çocukların önemli bir hedef kitle olduğu ve okulların yakında açılacağı bilgisi göz önüne alındığında, başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere, eşgüdümlü çalışmalar yürütülmelidir. Laboratuvar hizmetleri dahil olmak üzere, çeşitli senaryolara denk düşen altyapı tamamlanmalıdır. Gerek insan sağlığı gerekse hayvan sağlığı alanında bilimsel ve etik ilkelere hürmet eden, iyi yapılandırılmış, planlı bilimsel çalışmalar için ortam sağlanmalıdır.”

***
BM GIDA ve TARIM ÖRGÜTÜ (FAO) İYİMSER DEĞİL
‘Salgına dönüşebilir!’
FAO, Türkiye’de görülen H5N1 kuş gribi virüsünün hayvanlar arasında bir salgına yol açabileceği uyarısında bulundu. FAO sözcüsü Erwin Northoff, kurumun Roma’daki merkezinde yaptığı açıklamada, kuş gribi virüsünün Türkiye’deki hayvanlar arasında yayılabileceğini ve bu durumun komşu ülkelere karşı da bir tehdit oluşturduğunu söyledi. Bu uyarının hayvanlara ilişkin olduğunu vurgulayan Northoff, “Hayvanlar arasında yayılan virüsten söz ediyoruz, insanlardaki durumdan değil” dedi.
FAO’nun üst düzey yetkilisi J. Lubroth, yayımladığı bildiride, “Alınan önlemlere karşın virüs yayılabilir. Sıkı ayırma (tecrit) kuralları uygulanmadıkça virüse sunuk (maruz) kalan insan ve hayvan sayısı artar.” dedi. FAO bildirisinde, Türkiye’nin komşularının da tehdit altında olduğu belirtilerek, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, İran, Irak ve Suriye’nin gözetim ve denetime yönelik önlemler almaları istendi. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Doğu Asya’nın ölümcül kuş gribi virüsü H5N1 için hâlâ en riskli bölge olduğunu bildirdi. DSÖ’nün Batı Pasifik bölgesi sorumlusu Şigeru Omi, Türkiye’de görülen yeni gelişmelere karşın, Asya’daki durumun, dünyanın öbür bölgelerine göre, çok daha ciddi olduğunu söyledi. Bu arada Sırbistan, Türkiye’den gelen yolcu ve araçlar üzerindeki denetimlerini arttırdı. Karadağ’da ise, Sağlık Bakanı Miograd Pavliviç, gerekmedikçe Türkiye’ye gidilmemesini salık verdi. (www.cumhuriyet.com.tr, 12.01.06)
Durum böyle ciddi iken, 59. Cumhuriyet hükümetinin başı R. T. Erdoğan, uygarlık tarihine altın harflerle kazınacak değerlendirmelerde bulunuyor ve Cumhuriyet’in usta yazarı İlhan Selçuk şunları yazıyordu:
“Nazar değmesin.. Tuh.. tuh.. 41 kere maşallah.
İmam Başbakanımız RTE kuş gribinin çaresini buldu… Dedi ki:
‘- Bu bir bilinç sorunudur; cuma hutbelerinde kuş gribi ele alınacak…’
Aferin!..
Yalnız cuma hutbelerinde mi kuş gribi konuşulacak?.. Cumada hutbe farz ise, bayram namazlarında sünnettir… Kurban Bayramı’nın da eli kulağında değil mi?..
*
“Başbakan Erdoğan’ın talimatı hemen hayata geçirildi.. Van Müftüsü, Ulu Cami’de okuduğu hutbede kuş gribine karşı ilk uyarıyı yaptı…
Cemaate dedi ki: ‘- Markasız kanatlı hayvan tüketmeyin!..’
Sen şu Allah’ın işine bak!.. Demek ki tavuklar da artık ikiye ayrılıyorlar:
Markalı.. Markasız..
Van’da Üniversite Rektörünü içeri atan kafa, tavuğun markalısını kullanırsa, çağdaşlaşacak mı?..
Dünyada Van.. Ahrette iman!..
Laik Cumhuriyet’te, internetli ve televizyonlu dünyada, kuş gribine karşı cuma hutbeleriyle bilinçlenecek bir toplumda Başbakanlık yapan RTE’nin yapısındaki çelişki, mantığının çaprazına yansımış bir çağdışı istavroza çivilenmiş…
*
Kuş gribine karşı önlem diye ileri sürdüğü yöntemi dile getirişindeki mantık, Recep Tayyip’in bilinçaltındaki özlemin dışavurumudur… Başbakan diyor ki:
‘- Bu bir bilinç sorunudur; cuma hutbelerinde kuş gribi ele alınacak…’
Radyo atlanıyor, televizyon sollanıyor, internete boş veriliyor; devlet örgütleriyle okullar, öğretmenler,
sağlık görevlileri var imiş, ya da yok imişler…
Ülke ve toplum, imamların cuma hutbelerinde kuş gribine karşı uyarılacak…
RTE’ye nazar değmesin… Tuh.. tuh.. 41 kere maşallah..
Camilerdeki cuma hutbelerinde kuş gribine karşı uyarılan erkekler eve gelince imamın anlattıklarını hanımlarına da aktarırlar…
Sonra ortalıkta ne hastalık kalır, ne de mastalık…” (www.cumhuriyet.com.tr, 08.01.06)

***
Bu arada Batılı dostlarımız da kesenin ağzını açtılar ve dost ve müttefikleri ülkemize yardım yağdırmaya başladılar:
Türkiye’ye Kuş gribi yardımı: Dünya Bankası’ndan 35 milyon $, AB’den 4 milyon €!
Oysa Türkiye’nin bu sorun yüzünden zararı, doğrudan ve dolaylı olarak, milyarlarca doları aşıyor..
Nitekim, sorun henüz denetim altına alınabilmiş değil.. 30 Ocak 2006 günü, 31 ilde, en az 50 odakta enfeksiyon varlığını sürdürüyor. Aşağıdaki haritalar hastalığın gidişinin somut belgeleri:
Hal böyleyken ve Başbakan Erdoğan HUTBE ile camilerde cemaatı eğiterek çare araken, Türkiye’den bir başka fotoğrafı aşağıya çıkarıyoruz:

Başbakan’ın cemaatından bir kesim, kuran kurslarında eğitiliyor.. Dikkat;

Yerde oturuyorlar..
Erkeler ve kızlar haremlik-selamlık ayrı ayrı..
Çatal kaşık yok, elleriyle yiyiorlar..
Tabakları ayrı değil, ortak.
Tarih, Ağustos 2005 Türkiye’si..

(Kaynak : Cumhuriyet Strateji eki, 01.08.05)

DÜNYADA KUŞ GRİBİ

YIL    ÜLKE    VİRÜS TİPİ    İTLAF ve ENFEKSİYON SAYISI
1959    İskoçya    H5N1    2 kuş sürüsü
1961    Güney Afrika C.    H5N3    1 300 tavuk
1963    İngiltere    H7N3    29 000 hindi
1966    Kanada    H5N9    8 100 hindi
1969    Avustralya    H7N7    25 000 civciv, 17 000 tavuk, 16 000 ördek
1979    Almanya    H7N7    Sayı verilmemiştir.
1979    İngiltere    H7N7    3 hindi çiftliği
1983    ABD    H5N2    452 çiftlikte 17 milyon tavuk
1983    İrlanda    H5N8    8 640 hindi, 28 020 tavuk, 270 000 ördek
1985    Avustralya    H7N7    24 000 damızlık, 27 000 civciv, 17 000 et tavuğu, 118 518 civcivi
1991    İngiltere    H5N1    8 000 hindi
1992    Avustralya    H7N3    12 700 damızlık, 5 700 ördek
1995    Avustralya    H7N3    22 000 civciv
1995    Meksika    H5N2    360 çiftlik
1995    Pakistan    H7N3    3.2 milyon tavuk
1997    Avustralya    H7N4    158 000 tavuk
1997    Hong Kong    H5N1    1.8 milyon tavuk, 18 insana bulaştı ve 6 kişi öldü
1997    İtalya    H5N2    2 166 tavuk, 1 500 hindi, 2 332 ördek
1999    İtalya    H7N1    413 çiftlik, 8 milyon civciv, 2.7 et tavuğu, 1.6 milyon damızlık tavuk, 247 000 bıldırcın, 387 deve kuşu
2002    Hong Kong    H5N1    Sayı verilmemiştir, 2 insana bulaştı
2002    Çin    H9N2    Sayı verilmemiştir, 5 insana bulaştı
2002    Hollanda    H7N7    Sayı verilmemiştir.
2003    Hong Kong    H5N1    Sayı verilmemiştir, 2 insana bulaştı
2003    Hollanda, BelçikaAlmanya    H7N7    48 milyon tavuk, 82 insana bulaştı, 1 kişi öldü
2003    Güney Kore    H5N1    3 milyon tavuk
2003    Tayvan    H5N2    Sayı verilmemiştir.
2003    Hong Kong    H9N2    100 000 civciv, 1 insana bulaştı
2004-2005    Vietnam    H5N1    42 Milyon tavuk, 91 insana bulaştı, 41 kişi öldü
2004    Japonya    H5N1    2 milyon tavuk
2004-2005    Tayland    H5N1    63 milyon tavuk, 17 insana bulaştı, 13 kişi öldü
2004    Kamboçya    H5N1    Sayı verilmemiştir.
2004    Endonezya    H5N1    10 milyon tavuk
2004    Pakistan    H7N9    Sayı verilmemiştir.
2004    Laos    H5N1    Sayı verilmemiştir.
2004    Çin    H5N2    15 000 tavuk ve ördek
2005    Türkiye    H5N1    1 milyondan fazla tavuk, ördek, hindi, kaz

Kaynak ve ayrıntılı bilgi için: Uluslararası Salgın Hastalıklar Örgütü (OIE)  (http://www.oie.int/downld/AVIAN%20INFLUENZA/A_AI-Asia.htm, erişim, 24.01.06)

ETEN VİRÜSÜ TANIYALIM

Şekil 1: Kuş Gribi virüsü.

Avian influenza (AI) evcil ve yabanıl kanatlılar ile memeli hayvanların çoğunda solunum ve sindirim sistemine ait belirtilerle birlikte yüksek hastalanma hızı (morbidite) ve ölüm (mortalite) ile giden, insanlardaki grip benzeri bir hastalıktır.

NEDENİ
Hastalık etkeni, Orthomyxoviridae familyasından Influenza gurubuna ait, tek sarmallı, RNA karakterinde genetik madde taşıyan Influenza A virusudur.
Influenza viruslarının 3 tipi tanımlıdır. Bunlar, Influenza A, B ve C tipleridir. B ve C tipleri yalnız insanlarda hastalık oluşturur. A tipi ise insan, at, balina, domuz, Amerikan vizonu ve kanatlılarda hastalık oluşturur. Influenza virüsünün patojenitesi alt tiplere göre değişiklik gösterir. Avian influenza, yıkım gücü yüksek bir hastalıktır. Günümüzde patojenik (hastalık yapan) türleri, influenza A viruslarının H5 ve H7 alt tipleri olarak belirlenmiştir. Bu suşlar % 100’lere varan düzeyde ölüme neden olabilirler ve evcil türlerde oldukça büyük ekonomik yitikler oluştururlar. Öbür suşlar ya çok az hastalık belirtisine neden olurlar ya da hiç farkedilmezler. Fakat bununla birlikte, bu ailede yer alan Influenza viruslarının antijenik yapılarının hızla değişim eğilimleri vardır. Düşük patojeniteye sahip suşlar değişime uğrayarak, hızla gerçek öldürücü suşlar haline dönüşebilir. Kanatlı hayvanlarda 80’den çok farklı özellikte inluenza virusu üretilmiştir. Bunlar arasında en çok patojenik olanları, Tavuk Vebası virusu (H7N7), Hindi İnfluenza virusu (H6N2, H8N4), Tavuk Scot/59 (H5N1), Tern/Güney Afrika (H5N3) viruslarıdır.
İnfluenza virüsleri, ılıman ve kutuplara yakın bölgelerdeki insan, domuz ve at populasyonlarında belirli zamanlarda, özellikle kış mevsiminde, tropikal ve subtropikal bölgelerde ise, bütün yıl boyunca görülmektedir. Bununla birlikte kanatlı ve deniz memelilerinde herhangi bir zamanda influenza salgınları çıkabilir. Öldürücü bir hastalık olan Avian influenza’nın etkeni birçok ülkede izole edilmiştir. Hastalık son on yılda Meksika, Avustralya, Hong Kong ve İtalya’da görülmüştür. 8 Ocak – 9 Şubat 2004’te Asya ülkelerinde (Kore, Vietnam, Japonya, Çin, Tayland, Kamboçya, Hong Kong, Pakistan ve Endonezya) A tipi virüsün H5N1 serotipi büyük salgınlar yapmaktadır. Son olarak da, ABD’de, 9 Şubat 2004’te görülmüştür. ABD ve Pakistan’da izole edilen, A tipi viruşun H7 serotipidir. Kıtalar arası çıkan salgınlarda, virusun alttiplerinde bir benzerlik yoktur. Bu da, şunun önemini vurgular: Yatay enfeksiyonların yanında, genetik mutasyonlar da hastalığın etkisi ve şiddeti üzerinde büyük bir rol oynamaktadır.

BULAŞMA
Virus daha çok ördeklerden izole edilmekle birlikte, tavuk, sülün, hindi, kaz, bıldırcın, tavus kuşu, muhabbet kuşu, güvercin, martı, bataklık kuşları, keklik, deniz kuşları, beç tavuğu ve papağan cinslerinden izole edilmiştir.
Göçmen kuşlar influenza virusunun ana taşıyıcısı olarak bilinirler ve bulaşmada önemli rol oynamaktadırlar. Bu kuşlar, solunum yolu, konjuktivadan ve dışkıları ile büyük miktarlarda virüsü saçarlar ve göç etmeleri nedeniyle, virüsü, bir bölgeye, ülkeye ya da kıtaya hızla yayarlar. Evcil kanatlıların aksine, doğada serbest olarak yaşayan kuşlarda influenza virusundan dolayı belirgin ve tipik bir hastalık tablosu şimdiye dek bildirilmemiştir. Salgınlar, genellikle kuşların göç yollarına yakın yerlerde olmaktadır. Uzun mesafe kateden kuşlar çok yorgun ve stresli olduklarından, bunların virüs saçımı artar, bunlar, acıktıkları zaman,  kendilerine ticari kanatlı alanlarının yakınlarındaki yem kaynaklarında yem ararlar. Bu durum, ticari stokların yabani kuşlarca enfekte olmaları riskini arttırır.
– Enfekte hayvanlarla doğrudan temasta salgılarıyla, çoğunlukla dışkıdan,
– Kontamine (bulaşmış) yem, su, araç-gereç
ve elbiselerle,
– İnsanlar ve etkinlikleri virüsün kanatlı yetiştirilen alanlar içerisinde en etkili yayılma aracıdır.
Dikey (Vertikal) bulaşma, yani yumurta yolu ile anneden civcive bulaşma ile ilgili kesin bir kanıt bulunmamakla birlikte, enfekte hayvanlardan elde edilen yumurtaların kabuklarında etkenin varlığı saptanmıştır.
Rüzgârla yayılma, olasılıkla çok yakın kümesler arasında olur; çünkü virüsün hava yolu ile taşınması birkaç kilometre ile sınırlıdır.

VİRÜSÜN DIŞ ORTAMDA YAŞAM SÜRESİ

Çevrede: Influenza virüsleri, çevresel ortamda ve özellikle serin ve nemli koşullarda, uzun zaman sürelerinde canlılıklarını korurlar. Dışkıda bulaştırıcılık 4 0C’de 30-35 gün, 20 0C’de 7 gün süre ile korunma olduğu, ayrıca Influenza virüsleri çok fazla su kuşlarının bulunduğu göllerden ve havuz sularından izole edilmiştir.
Karkaslarda: AI virüsü, karkaslarda ortam sıcaklıklarında yalnızca birkaç gün canlılığını koruyabilirken; buzdolabı sıcaklıklarında 23 güne dek canlı kalır. Kana virüsün karıştığı aşamada işlenen kuşlar, virüs içeren kanları veya dışkı ile öbür karkasları bulaştırırlar. Paketleme ve depolama sırasında oluşabilen damlama da, enfekte karkaslardan kontamine olmuş olmaları olasılığından dolayı önemlidir.
Et ürünlerinde: Merkez iç sıcaklığın 70°C ye ulaştığı işlemde 1 saniyelik süre, tavuk vebası (kuş gribi, avian influenza, HPNAI) virüsünün kanatlı etinde inaktivasyonu için uygundur. (OIE)

A1 VİRUSUNUN KİMYASAL VE FİZİKSEL ETKENLERE KARŞI DAYANIKLILIĞI
Isı: 560C/3 saat, 600C/30 dak., 700C/1 sn., inaktive olmaktadır.
Dezenfeksiyon: Formalin ve iyot bileşikleri ile inaktive olmaktadır.
pH: Asidik pH’larda inaktive olmaktadır.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Kimyasallar: Oxidising agents, sodium dodecyl sulphate, lipid solvents, ß-propiolactone inaktive olmaktadır.
(Kaynak : Tarım Bakanlığı web sitesi, erişim : 20.01.06)

KULUÇKA (İNKÜBASYON) SÜRESİ
Hastalığın kuluçka süresi 3-5 gündür. Genellikle 24-36 saatte hastalık kendini gösterir. Hastalar 1-7 gün içinde ölürler.
(Kaynak : Kuş Gribi, pdf dosyası, Sağlık Bakanlığı web sayfası, 28.01.06)

KORUNMA VE DENETİM
Kanatlı hayvanlarda hastalığın belirlenmesi durumunda, yetkili kurum ve kuruluşlarca gerekli önlemler alınmalı ve ilgili mevzuatı gereği, karantina, itlaf, bertaraf ve dezenfeksiyon gibi işlemler eksiksiz olarak yerine getirilmelidir. Ülkemizde bu alandaki hizmetler, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nca yürütülmektedir.
Eldeki bilgiler, olguların genellikle kanatlı hayvanlarla yakın değinimle (temas) ilgili olduğunu gösterdiğinden, kanatlı kümeslerinde çalısanların korunma önlemlerini uygulamaları (eldiven, maske, gözlük, kişisel hijyen vb.) sağlanmalı, bu kişiler hastalıkla ilgili olarak bilgilendirilmeli ve bilinçlendirilmelidir.
Hastalığın görüldüğü ülkelere veya bölgelere gidecekler, enfekte tavuk çiftliklerinden uzak durmalı; iyi piştiğinden emin oldukları kanatlı hayvan etlerini (etler, iç ısıları 70 °C olacak biçimde pişirilmeli veya etteki pembe bölümler yitinceye dek pişirmeyi sürdürmelidir) tüketmelidirler.
Yumurtalar en az 5 dakika 70 °C’de pişirildikten sonra yenmelidir. Yumurtalar ılık sabunlu su ile yıkanabilir.
Etlerin pişirme öncesi hazırlığı sırasında, temastan önce ve sonra bol su ve sabunla iyice yıkanması da oldukça önemlidir. Hatta, etlerin hazırlanması için kullanılan bıçak ve kesme tahtası gibi gereçler de, işlemler bittikten sonra deterjanla yıkanmalıdır.
Genel olarak kişisel hijyene gerekli önem verilmeli, kanatlı hayvanlarla değinimden (temastan) sonra eller sık sık bol su ve sabun ile iyice yıkanmalıdır. Ayrıca, riskli bir temas söz konusu olursa, etkili antiviral ilaçlarla korunma (profilaksi) yoluna gidilebileceği de bilinmektedir. Bu amaçla, oseltamivir günlük 75 mg dozunda 7 gün süreyle kullanılmalıdır. İlâcın güvenle kullanılabileceği süre, en çok 6 haftadır. Korunma amaçlı ilaç verilmesi, hastalanma (morbidite) ve ölümün (mortalitenin) engellenmesi açısından önemlidir.
Dünyanın, olası bir kıtalararası salgın (pandemi) tetikleyicisi olabileceğini düşündüğü H5N1 serotipiyle ilgili bir aşı henüz yoktur. Ancak, insandan insana bulaşabilen influenza A serotiplerinden biriyle enfekte kişi, H5N1 ile de enfekte olursa, H5N1’in öbür serotipe ilişkin insandan insana bulaşma özelliğini mutasyonla kazanabileceği, bu etkileşimle yeni bir patojen alt tipin oluşabileceği bildirilmektedir.
Yeni oluşan alt tipe karşı insanlarda koruyucu antikorlar da bulunmadığından, bu tablo bir pandemi nedeni olabilecektir. Çünkü belirtilen durum, dünya kamuoyunu da kaygılandıran en önemli beklenen (potansiyel) tehlikedir. Bu yüzden, eşlik eden bir enfeksiyonu (koenfeksiyonu) önlemek amacıyla, kanatlı hayvan yetiştiriciliği yapan kişilerin eldeki grip aşılarıyla aşılanmaları önemlidir.

TÜRKİYE NE YAPMALI?
Türkiye genel gidişinde köklü değişiklikler yapmak zorunda..
Kuş gribi salgınıyla ilgili yapabileceği çok farklı girişimler var:
İtlaf konusunda ölçüyü elden kaçırmamalı. Bu amaçla tel örgülerle kapalı kümeslerde kırsal kesimde kümes hayvancılığı engellenmemeli.
Dağınık ve yoksul köylüye, küçük-orta ölçekli kümes hayvancılığı amacıyla, uygun koşullarda kredi desteği ile kooperatif KOBİler kurdurmalı.
Sorunun salt kendisinden kaynaklanmadığını dünyaya anlatmalı. Bu küresel bir sorun. Nedeni de, büyük ölçüde emperyalizmin doğaya saygısız saldırısı ve buna ikincil gelişmeler. Örneğin, somut olarak, bölgesel savaşlar,
küresel ısınma ile doğal dengenin bozulması. Sulak alanların yok edilmesi, göç zamanları ve rotalarının değişmesi.. Küresel toplum, Türkiye’ye bu bağlamda daha çok yardım vermeli. Bu süreç, küreselleştirmecilerin bir içtenlik sınavı aynı zamanda..
Kapatılan veteriner kontrol ve araştırma merkezleri hızla açılmalı ve başta aşı üretimi olmak üzere, AR-GE desteği verilmeli.
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı veteriner hekimlik örgütü merkezde ve taşrada yeniden canlandırılmalı, personel, teknik donanım ve ödenek sağlanmalı. Bunlardan kaçınmanın maddi ve manevi bedelinin ne denli ağır olduğu gözler önünde.. Dışsatımda, turizmde, ilgili sektörlerde çökme, işsizlik, vergi yitiği, üretimin düşmesi ile dışalım zorunluğu, toplum beslenmsinin bozulması….
Aşağıdaki çizimden rahatlıka izlenebileceği üzere, Türkiye koruyucu sağlık hizmetlerine ayırdığı komik payı artırmak zorunda.. 2005 içinde hastane enfeksiyonları üniversite hastanelerinde çok sayıda (onlarca) bebeğin ölümüne yol açtı..

(www.chp.org.tr, Sağlık Raporu, 26.01.06)

2005 sonlarında Malatya’da, yazında Ankara’da bağırsak enfeksiyonları, saklanan kolera, tifo vb. su-besin kaynaklı salgınlar..
Malatya ve Urfa’da SHÇEK Çocuk Yuvaları’nda yaşanan rezaletler.. 1 milyon aç, 20 milyon yoksul!
Kuş gribi yüzünden yitirilen çocuklarımız..
Bütün bunlar, kamusal sağlık hizmetlerinin azaltılmasından ve piyasaya devredilerek özelleştirilmesinden kaynaklanıyor. Aşağıdaki veriler, ülkenin acı gerçeklerini çıplaklıkla sergiliyor. 1965-80 arası 15 yıllık dönemde, IMF-DB ile henüz çok fazla içiçe değilken, nüfus artış hızı (NAH) % 3’ler gibi korkunç bir rakam iken, net kalkınma % 2.
Borçlar son derece sınırlı, yok gibi.
24 Ocak 1980’de, Türkiye küresel ekonomiye sözde eklemlenerek borçlandırarak sömürgeleşme sürecine sokuluyor. Bu tarihte iç borç yok, dış borç 9 milyar $ dolayında (kişi başına 214 $). 1980-90 arası 10 yıllık dönemde hızla artan dış ve iç borç.. Azalan NAH avantajına karşın, büyüme % 2’nin altında.
1990 sonrası Türkiye, artık tümüyle IMF-DB ve AB üçlüsünün, deyim yerinde ise, “kucağında”! Krizlerden kurtulma olanağı yok. 1 Ocak 1996’da, AB düşleriyle Gümrük Birliği’ne imza atıyor. Tıpkı 1838 İngiliz Ticaret Anlaşması (Balta Limanı) gibi. 10 yılda AB ile dış ticaret açığı toplamı 184 milyar $! 2005 sonunda, 182 milyar $ iç ve 165 milyar $ dış olmak üzere, toplam 347 milyar $ borç! Kişi başına 4819 $.. 25 yıl öncesinin tam 22.5 katı!
TÜRKİYE KÜRESELLEŞTİRİLİYOR!

(Saltık, A. Sağlık Ekonomisi. Ankara Üniv. Tıp Fak.
Halk Sağlığı AbD Ders notları, 2006)

2006 bütçe yasası ile Hükümet’in kamu sağlık kuruluşlarına borcu olan 3.5 katrilyon TL (3.5 milyar YTL), Maliye Bakanlığı’nın istemi ile bir çırpıda siliniyor.. Devlet hastaneleri perişan.. Devlet sözünde durmuyor, borcunu ödemiyor.. Tam bir güven bunalımı. İşletmeleştirilmiş kamu hastaneleri mali bunalımda. Piyasaya borçlarını ödeyemiyor, tıbbi malzeme alamıyor, elektrik-ısınma-su giderlerini karşılayamıyor ve işletme personelinin aylıklarını ödeyemiyor.. Çünkü 46 milyar $ borç ve faizi bu yıl ödenecek. IMF bağışlamaz ki.. Arjantin, Rusya, Brezilya.. gibi pek çok ülke borç ertelemesi yaptı.
Türkiye de bir soluk almalı.. Bu kuş gribi salgını gerekçe yapılabilir. Çünkü ekonomiye yükü milyarlarca doları buluyor. Orta ve uzun erimde de yükü çok ağır. Henüz öngörülemiyor tümüyle..
Türkiye kamusal sağlık giderlerini, özellikle koruyucu sağlık hizmetlerine dönük olarak artırmak zorunda.. Bunlara veteriner koruyucu sağlık hizmetleri, gıda hijyeni, besin güvenliği de elbette dahil..
Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü’nü ve Halk Sağlığı Okulu’nu hızla çağdaş standartlara ulaştırmak zorundayız. Türkiye, insan ve hayvan aşılarını mutlaka üretmeli. Aşı stratejik bir ürün çünkü..
Türkiye, sağlık ve eğitim başta olmak üzere özelleştirmeden vazgeçmek zorunda..
IMF buyruğuyla TBMM’ye gelen sözde Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası yasa tasarısı geri çekilmeli. Bu yasa çıkarsa, ülkeyi tam bir sosyal yıkımın beklediği artık anlaşılmalı. Sorunun çözümü için kayıtdışı sektör denetlenmeli ve işsizlik sorunu çözülmeli. Böylece prim havuzu büyür. Devlet, sosyal güvenlik sistemine, salt devlet olmaktan kaynaklanan sorumlulukla destek vermek zorunda. Bu katkıyı KARA DELİK olarak topluma dayatamaz! Tek bir yurttaş bile sağlık ve sosyal güvencesiz bırakılamaz!
Yüce ATATÜRK’ün 1838 İngiliz Ticaret Anlaşması hakkında söylediklerinden ders almalı:
“Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini savunamayan ekonomimizi, bir de kapitülasyon zincirine bağladı. Yabancılar kazanç vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman istedikleri eşyayı, istedikleri koşullarda memleketimize sokuyorlardı… Bu sayede mutlak egemen olmuşlardı. Rekabet gerçekten çok
gayri meşru, hakikaten çok kahredici idi. Rakiplerimiz, bu yolla, gelişmeye uygun sanayimizi de mahvettiler. Ziraatimizi de rehin aldılar…” (1 Mart 1922, TBMM açış konuşmasıdan)
Emperyalizmin güdümünde uydu politikalar her bakımdan ülkeyi çökme sınırına taşıdı. Türkiye tam bağımsız, onurlu bir dış politika izlemeli. Cumhuriyet ve Aydınlanma Devrimi sağlıklı insanla yaşayacak.

Kaynaklar:

Saltık A. KüreselleşTİRme ve Halk(ın) Sağlığı. Ankara Üniv. Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı ders notları, 2006, Ankara.
ARDA M, MİNBAY A, AYDIN N, AKAY Ö, İZGÜR M. (1994). Kanatlı Hayvan Hastalıkları. Medisan Yayınevi. Yayın Seri No: 14 Ankara. s.: 133-135
BEIGEL JH, FARRAR C, HAN AM. (2005). Avian Influenza A (H5N1) Infection in Humans. The New England Journal of Medicine 353:1374-85
CDC. Travelers’ Health. Advice for Travelers: Precautions for Travel to Countries Reporting H5N1. http://www.cdc.gov/travel/other/precautions_avian_flu_020604.htm, (Erişim Tarihi: 17.10.2005).
CDC. Avian Influenza A Viruses. http://www.cdc.gov/flu/avian/gen-info/avianinfluenza.htm, (Erişim: 14.10.2005)
Saltık A. Bulaşıcı Hastalıklar Çıkmadan Önce ve Sonra Alınması Gereken Önlemler. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı ders notları, 2005, Ankara.
CDC. Avian Influenza Infection in Humans. http://www.cdc.gov/flu/avian/geninfo/avian-flu-humans.htm (Erişim: 10.10.2005)
CDC. Influenza Viruses. http://www.cdc.gov/flu/avian/gen-info/flu-viruses.htm, (Erişim: 10.10.2005)
CDC. Interim Guidance for Protection of Persons Involved in U.S. Avian Influenza Outbreak Disease Control and Eradication Activities.http://www.cdc.gov/flu/avian/protectionguid.htm, (Erisim: 10.10.2005).
CDC. Interim Recommendations for Persons with Possible Exposure to Avian Influenza During Outbreaks Among Poultry in the United State. http://www.cdc.gov/flu/han022404.htm, (Erişim: 10.10.2005).
CDC. Information about Avian Influenza (Bird Flu) and Avian Influenza A (H5N1) Virus. http://www.cdc.gov/flu/avian/gen-info/facts.htm, (Erişim: 07.10.2005).
Saltık A. Besin Zehirlenmeleri. Ankara Üniv. Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı ders notları, 2005, Ankara.
FAO. Animal Healthspecial Report. Avian Influenza-Related Issues.
http://www.fao.org/ag/againfo/subjects/en/health/diseases-cards/avian_issues.html, (Erişim: 07.10.2005)
FAO. Animal Helathspecial Report. Avian Influenza-Safety Measures.
http://www.fao.org/ag/againfo/subjects/en/health/diseases-cards/avian_safety.html, (Erişim: 07.10.2005)
FAO. Animal Helathspecial Report. Avian Influenza-Questions&Answers.
http://www.fao.org/ag/againfo/subjects/en/health/diseases-cards/avian_qa.html, (Erişim: 07.10.2005)
FAO. Animal Healthspecial Report. Avian Influenza-Disease Card.
http://www.fao.org/ag/againfo/subjects/en/health/diseases-cards/avian.html, (Erişim: 07.10.2005).
GOVORKOVA, E.A., LENEVA, I.A., GOLOUBEVA, O.G., BUSH, K., WEBSTER,G.W. (2001). Comparison of Efficacies of RWJ-270201, Zanamivir, and Oseltamivir against H5N1, H9N2, and Other Avian Influenza Viruses. Antimicrobial Agents and Chemotherapy 45: 2723-2732
Saltık A. Sağlık Ekonomisi. Ankara Üniv. Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı ders notları, 2006, Ankara.
OIE. Highly pathogenic avian influenza. www.oie.int/eng/AVIANINFLUENZA/Disease%20card.pdf,
(Erişim: 17.10.2005)
ROCHE. Tamiflu® (oseltamivir phosphate) Capsules And For Oral Suspension Complete Product Information. www.rocheusa.com/products/tamiflu.html, (Erişim: 07.10.2005)
UNGCHUSAK, K.,AUEWARAKUL, P., DOWELL, S.F. at all. (2005). Probable Person-to-Person Transmission of Avian Influenza A (H5N1). The New England Journal of Medicin. 352:333-340.
UZUN, R. ve UGURLU, M. (2004) Halk Sağlığına Yeni Tehdit: Avian Influenza (Kus Gribi). Veteriner Hekimler Derneği Dergisi. 75: 41-43
Weekly epidemiological record (2004). Avian influenza frequently asked questions. 8(79): 77-84
Saltık A.KüreselleşTİRme ve Çevre Sağlığı. 2. Çevre Hekimliği Kongresi. 18-21 Ocak 2005.
WHO. Avian influenza. Fact sheet No: 277.http://www.who.int.mediacentre/factsheets/fs277/en/ (Erişim:10.03.04).
WHO. Avian influenza frequently asked questions
http://www.who.int./csr/disease/avian_influenza/avian_faqs/en/  (Erişim: 10.10.2005).
WHO. Cumulative Number of Confirmed Human Cases of Avian Influenza A/(H5N1) Reported to WHO.
http://www.who.int./csr/disease/avian_influenza/country/cases_table_2006_01_14_/en/index.html,
(Erişim: 15.01.06).
WHO. Avian influenza: assessing the pandemic threat. January 2005-WHO/CDS/2005.29
WHO. Advice for people living in areas affected by bird flu or avian influenza.
www.wpro.who.int/NR/rdonlyres/04FA6993-8CD-4B72ACB9-EB0EBD3DOCB1/0/Advice10022004rev08112004.pdf  (Erişim: 17.10.2005).
WHO. Avian influenza (“bird flu”) and tehe significance of its transmission to humans. http://www.who.int/mediacentre/factsheets/avian_influenza/en.html (Erişim: 10.10.2005)

J. Stalin ve H.G. Wells Tartışıyor: Marksizm Ve Liberalizm

(Ünlü İngiliz yazar H.G. Wells, 1934’te Sovyetler Birliği’ne gitmiş ve 23 Temmuz’da, Joseph Stalin ile bir röportaj gerçekleştirmişti. İki saat 50 dakika süren ve daha çok ‘liberal sol’ fikirlerle sosyalizm arasında bir “kapışma” şeklinde ilerleyen bu röportaj, SSCB Dışişleri Komiserliği Basın Bürosu Başkanı Constantine Oumansky tarafından kayda geçirilmişti. “Rationalrevolution” sitesinden Türkçeye çevirdiğimiz bu röportaj, aynı zamanda H.G. Wells’in de onayını alarak yayınlanmıştır.)

H.G. Wells: Bay Stalin, beni kabul ettiğimiz için size minnettarım. Geçenlerde ABD’deydim. Başkan Roosevelt ile uzun bir konuşma yaptım ve nasıl fikirlere sahip olduğunu saptamaya çalıştım. Şimdi de size, dünyayı değiştirmek için neler yapmakta olduğunuzu sormaya geldim.
Stalin: Pek birşey yapıyorum sayılmaz…

Wells: Sıradan bir insan olarak dünyayı geziyor ve sıradan bir insan olarak, çevremde olan bitenleri gözlüyorum.
Stalin: Sizin gibi önemli, kamusal şahsiyetler “sıradan” değillerdir. Elbette tarih, şu ya da bu sıradan insanın ne kadar önemli olabileceğini ve olduğunu göstermiştir; ama her halükarda, siz dünyaya “sıradan bir insan” olarak bakmıyorsunuz.

Wells: Alçakgönüllü olmaya çalışmıyorum. Demek istediğim, dünyayı sıradan bir insanın gözüyle görmeye çalışmam, bir parti siyasetçisi veya sorumlu bir yönetici olarak değil. ABD ziyaretim beni heyecanlandırdı. Eski mali dünya çöküyor, ülkenin ekonomik hayatı yeni bir hat üzerinden yeniden örgütleniyor. Lenin, “Ticaret yapmayı öğrenmeliyiz” demişti, kapitalistlerden bahsediyordu. Bugün ise, kapitalistler sizden öğrenmeli ve sosyalizmin ruhunu kavramalı. Bana öyle geliyor ki, ABD’de yaşananlar derin bir yeniden örgütlenme; böylece planlı, yani sosyalist bir ekonomi yaratılıyor. Siz ve Roosevelt, iki farklı noktadan başladınız. Ama Washington ile Moskova arasında bir fikirler ilişkisi, bir fikirler yakınlığı yok mu?
Washington’da da, burada da gördüklerim beni etkiledi; orada bürolar inşa ediliyor, yeni devlet düzenleme organları yaratılıyor, uzun zamandır ihtiyaç duyulan kamu hizmetleri tekrar düzenleniyor. Onların ihtiyacı, sizin gibi yönlendirici bir güç.
Stalin: ABD, biz SSCB’ninkinden farklı bir hedef güdüyor. Amerikalıların bu hedefi, ekonomik krizden, ekonomik sorunlardan kaynaklandı. Amerikalılar, özel kapitalist faaliyet temelindeki krizden, o ekonomik temeli değiştirmeden kurtulmak istiyor. Yıkımı, mevcut ekonomik sistemin getirdiği kayıpları asgariye indirmeye çalışıyorlar. Ama burada, bildiğiniz gibi, eski ekonomik temel yıkıldı ve yerine bambaşka, yeni bir temel yaratıldı. Bahsettiğiniz Amerikalılar hedeflerine ulaşsa bile, yani kayıplarını asgariye indirseler bile, mevcut kapitalist sisteme içkin anarşinin kökenlerini yok etmiş olmayacaklar. Kaçınılmaz olarak üretim anarşisine yol açan bir ekonomik sistemi koruyorlar. Dolayısıyla, ABD’de en iyi ihtimalle, eski sosyal sistemin belli aşırılıklarını, bazı kötü niteliklerini sınırlandırma söz konusudur; o sistemin yok edilmesi veya toplumun yeniden örgütlenmesi değil. O Amerikalılar belki de, subjektif olarak, toplumu yeniden organize etmekte olduklarını düşünüyor. Oysa toplumun mevcut temelini koruyorlar. Bu nedenle, objektif olarak, orada bir toplumsal yeniden örgütlenme söz konusu değil.
Planlı ekonominin de söz konusu olduğunu söyleyemeyiz. Planlı ekonomi nedir, özellikleri nelerdir? Planlı ekonomi, işsizliği yok etmeye çalışır. Varsayalım ki, kapitalist sistem korunarak, işsizlik asgariye indirilebilir. Ama hiçbir kapitalist işsizliğin yok edilmesine rıza göstermeyecektir; çünkü işsizliğin amacı işgücü piyasasını baskılamak ve ucuz işgücünü garanti altına almaktır. İşte bu, burjuva toplumun “planlı ekonomisi”nin bedellerinden biri.
Dahası planlı ekonomi, halk kitlelerinin özellikle ihtiyaç duyduğu ürünleri üreten sektörlerde üretimin artırılmasını öngörür. Ama siz de biliyorsunuz ki, kapitalizmde üretimin genişlemesi çok farklı güdüler sonucu gerçekleşir; sermaye, kâr oranının en yüksek olduğu sektörlere akar. Bir kapitalisti, halkın ihtiyaçlarını gidermek adına daha düşük kâr etmeye veya zarar yapmaya asla ikna edemezsiniz.
Kapitalistlerden kurtulmadan, üretimde özel mülkiyet ilkesini yok etmeden, planlı ekonomi yaratmak imkansızdır.

Wells: Sözlerinizin çoğuna katılıyorum. Ama eğer bir ülke, bir bütün olarak planlı ekonomi ilkesini kabul ederse, devlet, adım adım ve istikrarlı bir biçimde bu ilkeyi uygulamaya başlarsa, mali oligarşi sonunda yok olacak ve Anglo-Sakson anlamda sosyalizm gelecektir. Roosevelt’in “Yeni Sözleşme”sinin fikirlerinin etkisi çok güçlü ve bence bunlar sosyalist fikirler. Bana öyle geliyor ki, iki dünya arasındaki karşıtlığı öne çıkarmak yerine, mevcut şartlar altında, bütün yapıcı güçler için ortak bir dil yaratmaya çalışmalıyız.
Stalin: Kapitalizmin ekonomik temelini koruyarak planlı ekonomi ilkelerini hayata geçirmenin imkansızlığından bahsederken, Roosevelt’in olağanüstü kişisel özelliklerini, inisiyatifini, cesaret ve kararlılığını küçük gösterme çabası içinde değilim. Açıktır ki, Roosevelt, çağdaş kapitalist dünyanın bütün kaptanları arasında, öne çıkan en güçlü figürlerden biri. Bu nedenle, tekrar vurgulamak isterim ki, kapitalizm şartları altında planlı ekonominin mümkün olmadığına dair görüşüm, Başkan Roosevelt’in kişisel yetenek ve cesareti hakkında kuşku duyduğum anlamına gelmiyor. Ama şartlar elvermiyorsa, en yetenekli kaptan bile, bahsettiğiniz hedefe ulaşamaz. Elbette, kapitalizm koşulları altında, sizin tabirinizle Anglo-Sakson anlamda bir sosyalizm hedefine adım adım, tedrici olarak ulaşma olasığı, teorik olarak vardır. Ama bu nasıl bir “sosyalizm” olur? En iyi ihtimalle, kapitalist kârın en azgın bireysel temsilcilerinin kısmen dizginlenmesi ve ulusal ekonomide düzenleme ilkesinin uygulanmasında kısmen artış. Buna bir itirazımız yok. Ama Roosevelt veya çağdaş burjuva dünyanın herhangi bir kaptanı, kapitalizmin temellerine karşı ciddi bir hamleye girişirse, kaçınılmaz olarak yenilgiye uğratılacaktır. Bankalar, endüstri, büyük şirketler, büyük çiftlikler Roosevelt’in elinde değil. Bütün bunlar, özel mülk. Demiryolları, ticaret filosu, bütün bunlar özel şahıslara ait. Nihayet; kalifiye işçiler, mühendisler ve teknisyenlerden oluşan ordu da Roosevelt’in değil, özel mülk sahiplerinin komutası altında; hepsi onlara çalışıyor.
Burjuva dünyada devletin işlevlerini unutmamalıyız. Devlet; ülkenin savunmasını örgütleyen, “düzen”in korunmasını sağlayan kurumdur, bir vergi toplama aygıtıdır. Kapitalist devlet, sözcüğün tam anlamıyla ekonomiyle pek uğraşmaz, çünkü ekonomi, devletin elinde değildir. Tam tersine; devletin kendisi, kapitalist ekonominin avucunun içindedir.
Bu nedenle, korkarım ki, bütün enerji ve yeteneğine rağmen Roosevelt, bahsettiğiniz hedefe ulaşmayacak, tabii eğer hedefi gerçekten buysa. Belki de birkaç nesil sonra, böyle bir hedefe ulaşmak mümkün olabilir. Ama bunun bile pek olası olduğunu düşünmüyorum.

Wells:
Belki de ben, siyasetin ekonomik yorumuna sizden daha fazla inanıyorum. Daha iyi bir örgütlenmeye, toplumun daha işlevsel olmasına, yani sosyalizme doğru ilerleyen kuvvetler, keşifler ve modern bilim tarafından harekete geçirildiler. Örgütlenme ve bireysel edimin düzenlenmesi, sosyal teorilerden bağımsız olarak, mekanik zorunluluklar haline geldi. Bankaların devlet tarafından kontrol edilmesi ile işe başlasak, sonra ulaşım, ağır sanayi ve genel olarak sanayiye, ticarete vb. geçsek, böylesi kapsayıcı bir denetim, ulusal ekonominin bütün dallarında devlet mülkiyetine eş anlamlı olacaktır. Bu, sosyalizasyon süreci olur.
Sosyalizm ve bireyselcilik, siyah ve beyaz gibi zıt değil. Aralarında birçok aşama var. Haydutluğun sınırlarında bir bireyselcilik var, bir de sosyalizme eşit bir disiplin ve örgütlenme. Planlı ekonominin uygulanması, büyük ölçüde, ekonominin örgütçülerine, yetenekli teknik aydınlara dayanıyor; bunlar adım adım, sosyalist örgütlenme ilkelerine kazanılabilir. Ve en önemlisi de bu. Çünkü örgütlenme, sosyalizmden önce gelir, daha önemlidir. Örgütlenme olmazsa, sosyalist fikir, sadece fikirdir.
Stalin: Bireysel ile kolektif arasında, birey ile kolektifin çıkarları arasında uzlaşmaz bir zıtlık yok ve olmamalı. Olmamalı, çünkü kolektivizm, sosyalizm, bireysel çıkarları reddetmez; onları kolektifin çıkarları ile birleştirir. Sosyalizm, kendisini bireysel çıkarlardan soyutlayamaz. Sadece sosyalist toplum, bu bireysel çıkarları tam olarak tatmin edebilir.
Dahası; sadece sosyalist toplum, bireyin çıkarlarını kesin olarak koruyabilir.  Bu anlamda, “bireyselcilik” ile sosyalizm arasında uzlaştırılamaz bir zıtlık yok.
Öte yandan; sınıflar arasındaki, mülk sahibi sınıf, kapitalist sınıf ile emekçi sınıf, proletarya arasındaki zıtlığı reddedebilir miyiz? Bir yanda bankalara, fabrikalara, madenlere, ulaşıma, sömürgelerdeki plantasyonlara sahip olan mülk sahibi sınıf var. Bu kişiler kendi çıkarlarından, kendi kârlarından başka hiçbir şey görmüyorlar. Kolektifin iradesine boyun eğmiyor, her kolektifi kendi iradelerine teslim olmaya zorluyorlar.
Diğer yanda ise yoksullar, sömürülenler sınıfı var. Onlar ne fabrikalara, ne işlerine, ne bankalara sahipler; yaşamak için emeklerini kapitalistlere satmak zorundalar ve en temel ihtiyaçlarını giderecek fırsatlardan dahi yoksunlar. Böylesi zıt çıkar ve çabalar nasıl uzlaştırılabilir?
Bildiğim kadarıyla, Roosevelt de bu çıkarları uzlaştırmanın yolunu bulmayı başaramadı. Tecrübe de gösteriyor ki, bu imkansızdır. Siz ABD’deki durumu benden daha iyi biliyorsunuz; ben ABD’ye hiç gitmedim ve Amerikan meselelerini yazılı olarak takip ediyorum. Ama sosyalizm uğruna savaş konusunda biraz tecrübem var ve bu tecrübe bana, Roosevelt’in kapitalistlere rağmen proletaryanın çıkarları için gerçekten birşeyler yapmak için harekete geçmesi halinde, kapitalist sınıfın başka bir başkan bulacağını gösteriyor. Kapitalistler şöyle der: Başkanlar yolcu, biz hancıyız. Şu ya da bu başkan çıkarlarımızı korumazsa, bir başkasını buluruz. Başkan, kapitalist sınıfın iradesine nasıl karşı çıkabilir?

Wells: İnsanlığın basitçe zengin ve fakir olarak sınıflandırılmasına karşı çıkıyorum. Elbette, sadece kârı düşünen bir kategori var. Ama bunlar, burada olduğu kadar Batı’da da baş belası olarak görülmüyorlar mı? Batı’da, kârı amaç olarak görmeyen, belli bir servete sahip olan, yatırım yapmak ve bu yatırımdan kâr etmeyi isteyen, ama bunu temel amaçları olarak görmeyen çok sayıda insan yok mu? Onlar yatırımı, rahatsızlık veren bir zorunluluk olarak görüyor. Faaliyetleri kârın dışında bir güdüye sahip olan çok sayıda yetenekli ve adanmış mühendis, sektör örgütçüsü yok mudur? Bence mevcut sistemi tatmin edici bulmayan, yetenekli insanlardan oluşan ve gelecekteki sosyalist toplumda büyük bir rol oynaması kaçınılmaz olan kalabalık bir sınıf söz konusu. Son birkaç yıl içinde; mühendisler, havacılar, askeri-teknik kişiler vb. arasında sosyalizm ve kozmopolitizm propagandası yapma konusunu epey düşündüm. Bu kesimlere, iki ayaklı bir sınıf savaşı propagandasıyla gitmek faydasız olacaktır. Onlar, dünyanın durumunu anlıyorlar. Dünyanın kanlı bir kargaşa içinde olduğunu anlıyorlar, ama aynı zamanda, sizin basit sınıf savaşı antagonizmanızı da saçmalık olarak değerlendiriyorlar.
Stalin: İnsanlığın basitçe zengin ve fakir olarak sınıflandırılmasına karşı çıkıyorsunuz. Elbette bir orta sınıf vardır; bahsettiğiniz teknik aydın kesimi. Onlar içinde de çok iyi, çok dürüst insanlar vardır. Namussuz ve kötü insanlar da vardır, her türlü insan vardır. Ama insanlık öncelikle zengin ve yoksul olarak bölünmüştür; mülk sahipleri ve sömürülenler. Kişi kendisini bu temel bölünmeden, zengin ve yoksul arasındaki zıtlıktan soyutlarsa, kendini temel gerçekten soyutlamış olur. Ara sınıfların varlığını reddetmiyorum; onlar bu mücadelede, çatışan iki sınıftan birinin tarafını tutar veya tarafsız, yarı-tarafsız mevziler alırlar. Ama tekrar etmeliyim; kişinin kendisini toplumdaki bu temel bölünmeden, iki ana sınıf arasındaki temel mücadeleden soyutlaması, olguları görmezden gelmesi demektir. Bu mücadele sürüyor ve sürecek. Mücadelenin sonucunu ise proletarya, işçi sınıfı belirleyecek.

Wells: Peki yoksul olmayan, ama çalışan, verimli bir biçimde çalışan pek çok insan yok mu?
Stalin: Elbette var. Küçük toprak sahipleri, zanaatkârlar, küçük tüccarlar… Ama bir ülkenin kaderini bunlar değil, toplumun ihtiyaç duyduğu herşeyi üreten emekçi sınıflar belirler.

Wells: Ama çok farklı türden kapitalistler var. Sadece kârı, zengin olmayı düşünenler var. Bir de fedakârlık yapmaya hazır olanlar. Morgan’ı ele alalım. O sadece kârını düşündü, bir parazitti. Sadece servet biriktirdi. Ama bir de Rockefeller var. O müthiş bir örgütçü, petrol sevkiyatının örgütlenmesi konusunda örnek almaya değer bir iş çıkardı. Veya Ford. Elbette Ford bencil. Ama onun tutkulu rasyonel üretim modelleri, sizin de ders almanız gereken modeller değil mi?
Altını çizmek isterim ki, İngilizce konuşan ülkelerde son dönemde SSCB’ye yönelik fikirlerde önemli bir değişim var. Bunun nedeni, öncelikle, Japonya’nın tutumu ve Almanya’da yaşananlar. Ama uluslararası siyasetten kaynaklanan başka nedenler de var. Daha derin bir sebep, birçok insanın, özel kâra dayanan sistemin çatırdamakta olduğunu kavraması.
Bana öyle geliyor ki, bu şartlar altında, iki dünya arasındaki karşıtlığı ön plana çıkarmak yerine, bütün yapıcı hareketleri birleştirmeye, tüm yapıcı kuvvetleri mümkün olduğunca tek bir hatta buluşturmaya çabalamalıyız. Sanırım ben sizden daha soldayım Bay Stalin; eski sistemin sonunun, sizin düşündüğünüzden daha yakın olduğunu düşünüyorum.
Stalin: Salt kâr için, zengin olmak için çalışan kapitalistler derken, bu kişilerin değersiz, başka hiçbir yeteneğe sahip olmayan kişiler olduğunu söylemiyorum. Bunların birçoğu, kuşkusuz, büyük örgütleme yeteneğine sahip, bunu reddetmem mümkün değil. Sovyet halkı, kapitalistlerden çok şey öğreniyor. Kötü andığınız Morgan da, kesinlikle iyi, yetenekli bir örgütçüydü.
Ama dünyayı yeniden inşa etmeye hazır insanlardan bahsediyorsak, elbette ki kâr davasına sadık olanların safında böylelerini bulamayız. Biz ve onlar, zıt kutuplardayız. Ford’dan bahsettiniz. Tabii ki, o, üretimin örgütlenmesi bağlamında yetenekli biri. Ama işçi sınıfına karşı nasıl tutum aldığını, kaç işçiyi sokağa attığını bilmiyor musunuz? Kapitalist kâra çekilir, dünyada hiçbir güç onu kârdan uzaklaştıramaz. Kapitalizm, üretimi “örgütleyenler” tarafından, teknik aydınlar tarafından değil, işçi sınıfı tarafından yok edilecektir; çünkü teknik aydın dedikleriniz, bağımsız bir rol oynamazlar. Mühendis, üretimin örgütçüsü istediği gibi değil, kendisine emredildiği gibi, işverenlerinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde çalışır.
Elbette istisnalar vardır; bu katmanda, kapitalizmin zehirinden kurtulanlar vardır. Teknik aydınlar, belli koşullar altında mucizeler yaratabilir ve insanlığa hizmet edebilir. Ama aynı zamanda, büyük zarar da verebilir. Biz Sovyet halkının, teknik aydınlar konusunda epey tecrübesi var. Ekim Devrimi’nden sonra bunların bir kesimi, yeni toplumu inşa etme çabasına katılmayı reddetti; bu inşaya karşı çıktılar ve sabote ettiler. Onları bu inşa faaliyetine çekebilmek için elimizden gelen herşeyi, ama herşeyi yaptık. Teknik aydınlarımız, yeni sisteme aktif olarak yardımcı olmayı kabul edene dek, epey zaman geçti. Bugün bu kesimin en iyileri, sosyalist toplumu inşa edenlerin ön safında yer alıyor.
Bu tecrübenin ardından, teknik aydınların iyi ve kötü yönlerini küçümsemekten çok uzak bir noktadayız; zarar verebileceğini, ama “mucizeler” de yaratabileceğini biliyoruz.
Elbette; sihirli bir tek hamleyle, teknik aydınları kapitalist dünyadan koparmak mümkün olsaydı, işler farklı olurdu. Ama bu ütopyadır. Teknik aydınlar içinde, burjuva dünyasından kopup toplumu yeniden inşa etmeye cüret edebilenler ne kadardır? İngiltere veya Fransa’da, bu türden fazla insan olduğunu sanıyor musunuz? Hayır; patronlarından koparak dünyayı yeniden inşa etmeye gönüllü pek az kişi çıkar. Üstelik, dünyayı değiştirmek için, siyasi iktidara sahip olmanız gerektiği gerçeğini gözardı edebilir miyiz?
Bana öyle geliyor ki Bay Wells, siz siyasi iktidar meselesini epey önemsiz görüyorsunuz, çünkü algılamanızın tamamen dışında görünüyor. İstedikleri kadar iyiniyetli olsunlar, iktidarı ele geçirme ve elde tutma sorusunu ortaya atmayanlar, ne yapabilirler ki? En iyi ihtimalle, iktidarı alan sınıfa yardımcı olabilirler, ama dünyayı tek başlarına değiştiremezler. Bu sadece, kapitalist sınıfın yerini alarak egemen olacak büyük bir sınıf tarafından yapılabilir. Bu sınıf da işçi sınıfıdır.
Elbette, teknik aydının yardımı kabul edilmelidir ve ona da yardım edilmelidir. Ama teknik aydınların bağımsız bir tarihsel rol oynayacağını düşünmemeliyiz. Dünyanın dönüşümü büyük, karmaşık ve acılı bir süreç. Bu büyük görev için, büyük bir sınıf gerekir. Uzun yolculuklar, ancak büyük gemilerle mümkündür.

Wells: Evet, ama uzun yolculuklar için bir kaptan ve dümenci şarttır.
Stalin: Bu doğru. Ama öncelikle gereken, büyük bir gemidir. Gemisiz bir dümenci aylak bir adamdan başka nedir ki?

Wells: Büyük gemi bir sınıf değil, insanlık.
Stalin: Bay Wells; belli ki siz, her insanın iyi olduğu varsayımıyla yola çıkıyorsunuz. Oysa ben, pek çok kötü adam olduğunu unutmuyorum. Burjuvazinin iyi olduğuna inanmam.

Wells: Teknik aydınlar bağlamında, birkaç on yıl önceki durumu hatırlıyorum. O sırada bu kesimin sayısı azdı; ama yapacak çok iş vardı ve her mühendis, her teknisyen ve aydın, fırsatını yakaladı. Bu nedenle, en az devrimci sınıf onlardı. Şimdi ise, aşırı bir teknik entelektüel sınıfı var ve zihniyetleri çok keskin bir biçimde değişti. Geçmişte devrimcilere asla kulak vermeyen kalifiye adamlar, artık çok ilgililer.
Geçenlerde, İngiliz Kraliyet Bilim Akademisi’nde yemekteydim. Akademi başkanı, sosyal planlama ve bilimsel kontrole dair bir konuşma yaptı. Otuz yıl önce olsaydı, onlara söylediklerimi dinlemezlerdi. Bugün ise, akademinin başındaki adam devrimci fikirlere sahip ve insan toplumunun bilimsel reorganizasyonunda ısrar ediyor. Zihniyet değişir, ama sizin sınıf savaşı propagandanız, bu olguları yakalayamadı.
Stalin: Bu durumu, kapitalist toplumun bugün bir çıkmaza girmiş olmasıyla açıklayabiliriz. Kapitalistler; kendi sınıf çıkarlarına uygun bir çıkış arıyor, ama bulamıyorlar. Bir ölçüde, dizleri üzerinde sürünerek krizden çıkabilirler; ama başları dik çıkmaları mümkün değil. Elbette, bu durumu teknik aydınların geniş bir kesimi de görüyor. Bu kesimde giderek daha çok insan, kendi çıkarlarını, çıkmazdan kurtulma yolunu gösterebilecek tek sınıf olan sınıfın çıkarlarıyla birleştiriyor.

Wells: Bay Stalin, siz devrimler hakkında çok şey biliyorsunuz, özellikle pratik açıdan. Kitleler ayaklanabilir mi? Her devrimin bir azınlık tarafından yapıldığı doğru değil midir?
Stalin: Devrim yapmak için öncü bir devrimci azınlık gerekir elbette. Ama en yetenekli, en adanmış ve en enerjik azınlık bile, milyonların en azından pasif desteğine güvenemeden hiçbir işe yaramaz.

Wells: Pasif mi? Belki de bilinçaltında bir destekten söz ediyorsunuz.
Stalin: Kısmen yarı-içgüdüsel ve yarı-bilinçli; ama milyonların desteği olmadan, en iyi azınlık bile iktidarsız kalır.

Wells: Batı’da komünist propagandayı takip ediyorum. Bana öyle geliyor ki, bu propaganda, modern şartlar altında çok modası geçmiş duruyor, çünkü ayaklanma propagandası yapılmakta. Sosyal sistemin yıkılması yönünde propaganda, karşınızda tiranlık varken doğruydu. Ama modern şartlar altında, sistem zaten çökmekte iken, vurguyu ayaklanmaya değil verimliliğe, rekabete, üretkenliğe yapmamız gerekiyor. Bana öyle geliyor ki, ayaklanma nosyonu artık miadını doldurdu. Batı’daki komünist propaganda, yapıcı fikirli insanlar için bir başbelası.
Stalin: Eski sistem elbette dökülüyor, çürüyor. Ama ölmekte olan bu sistemi korumak, kurtarmak için başka yöntemlerle, her türlü araçla çaba sarfediliyor. Doğru bir önermeden yanlış bir sonuca ulaşıyorsunuz. Haklı olarak, eski dünyanın yıkılmakta olduğunu belirtiyorsunuz. Ama kendi kendine yıkıldığını düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Hayır; bir sosyal sistemin yerine bir başkasının geçmesi, karmaşık ve uzun bir devrimci süreçtir. Anlık bir süreç değil, bir mücadeledir; sınıfların çatışmasıyla bağıntılı bir süreç. Kapitalizm çürüyor; ama onu, kendi kendine çürüyüp devrilen bir ağaca benzetemeyiz. Hayır; devrim, yani bir sosyal sistemin yerine bir başkasının geçirilmesi, daima bir mücadele olmuştur; acılı, acımasız, bir ölüm-kalım mücadelesi. Ve yeni dünyanın insanları ne zaman iktidara gelmişlerse, eski dünyanın zor yoluyla eski düzenini restore etme çabalarına karşı kendilerini korumak zorunda kalmışlardır. Bu yeni dünya insanları daima tetikte olmuş, daima, eski dünyanın yeni sisteme karşı saldırılarını püskürtmek zorunda kalmışlardır.
Eski sosyal sistemin yıkılmakta olduğunu söylerken haklısınız; ama bu sistem kendi kendine yok olmuyor. Faşizmi ele alalım. Faşizm, eski dünyayı şiddet yoluyla korumaya çalışan gerici bir kuvvettir. Faşistlerle ne yapacaksınız? Onlarla tartışacak, onları ikna etmeye mi çalışacaksınız? Ama bu, onlar üzerinde hiçbir etki yaratmaz.
Komünistler, şiddet yöntemlerini idealize etmiyor. Ama onlar gafil avlanmak istemiyorlar. Eski dünyanın gönüllü bir biçimde dünya sahnesinden çekileceğini düşünemezler; çünkü görüyorlar ki, eski sistem, kendisini şiddetle savunuyor. Bu nedenle, komünistler, işçi sınıfına, şiddete şiddetle cevap verin, ölmekte olan eski düzenin sizi ezmesini önlemek için elinizden geleni yapın; o sistemin elinizi kelepçelemesine izin vermeyin, çünkü eski sistemi o ellerle yıkacaksınız uyarılarını yapıyor. Gördüğünüz gibi, komünistler, bir sosyal sistemin yerine bir başkasının geçmesini kendiliğinden ve barışçıl bir süreç olarak değil; karmaşık, uzun ve şiddetli bir süreç olarak görür. Komünistler olguları gözardı edemez.

Wells: Ama kapitalist dünyada olanlara bir bakın. Çöküş, basit değil; gangsterliğe dönüşen gerici şiddetin bir patlaması. Bana öyle geliyor ki, gerici ve akılsız bir şiddetle çatıştıkları zaman, sosyalistler hukuku yardıma çağırabilir. Polisi düşman olarak görmek yerine, gericilere karşı savaşta onlara destek verebilirler. Bence, eski, katı, ayaklanmacı sosyalizmin yöntemleriyle çalışmak işe yaramaz.
Stalin: Komünistler, zengin tarihsel tecrübeye dayanırlar ve o tecrübe, miadı dolmuş sınıfların tarih sahnesinden gönüllü olarak çekilmediklerini öğretiyor. 17. yüzyıl İngiltere’sini hatırlayın. Herkes eski sosyal sistemin çürüdüğünü söylemiyor muydu? Ama o sistemi zor yoluyla yıkmak için bir Cromwell gerekti.

Wells: Cromwell anayasa temelinde, anayasal düzen adına hareket etti.
Stalin: Anayasa adına şiddete başvurdu, kralın kellesini aldı, parlamentoyu dağıttı, bazılarını tutukladı, bazılarının da başını kesti!
Bizim tarihimizden bir örnek vereyim. Çarcı sistemin çürümekte, yıkılmakta olduğu uzun zaman önce belli değil miydi? Ama o sistemi yıkmak için ne kadar çok kan dökmek gerekti! Ya Ekim Devrimi? Doğru yolu sadece biz Bolşeviklerin gösterdiğini bilen pek çok insan yok muydu? Rus kapitalizminin çürüdüğü açık değil miydi? Ama direnişin ne kadar büyük olduğunu, Ekim Devrimi’ni iç ve dış düşmanlardan korumak için ne kadar kan dökülmesi gerektiğini biliyorsunuz.
Veya, 18. yüzyıl sonu Fransa’sını ele alın. 1789’dan çok önce, kraliyet iktidarının, feodal sistemin ne kadar çürümüş olduğu birçok kesim için ortadaydı. Ama bir halk isyanı, sınıflar arası bir çatışma engellenemedi. Neden? Çünkü tarih sahnesinden çekilmesi gereken sınıflar, rollerinin sona erdiğine ikna olabilecek son sınıflardır. Onları ikna edemezsiniz. Çökmekte olan eski düzen binasındaki çatlakların sıvanabileceğini, sarsılan o binanın kurtarılabileceğini düşünürler. Bu nedenle, ölmekte olan sınıflar silaha sarılır ve egemen sınıf olarak varlıklarını korumak için her yola başvururlar.

Wells: Evet ama Büyük Fransız Devrimi’nin başında pek çok avukat vardı.
Stalin: Devrimci hareketlerde aydınların rolünü reddedemezsiniz. Büyük Fransız Devrimi; geniş halk kitlelerinin feodalizme karşı ayağa kalktığı, Üçüncü Cumhuriyet’in çıkarlarını savunan bir devrimdi, bir avukatlar devrimi değil. Büyük Fransız Devrimi’nin liderleri arasındaki avukatlar, eski düzenin kanunlarına göre mi hareket etti? Yeni, burjuva-devrimci kanunlar çıkaran onlar değil miydi?
Tarihin zengin deneyimi, bize, bugüne dek tek bir sınıfın bile bir başkasına gönüllü olarak yolu açmadığını gösteriyor. Dünya tarihinde böyle bir örnek yok. Komünistler tarihin bu dersini aldılar. Elbette komünistler, burjuvazinin gönüllü bir biçimde çekilmesini ister; ama bu imkansızdır, tecrübe bunu gösterir. Bu nedenle, komünistler, en kötü olasılığa karşı hazır olmak ister ve işçi sınıfına uyanık olmasını, savaşa hazır olmasını öğütlerler. Ordusunun uyanıklığını uyuşturan, düşmanın teslim olmayacağını, ezilmesi gerektiğini anlamayan bir kaptanı kim ister? Böyle bir kaptan olmak, işçi sınıfına ihanet etmek demektir. Bu nedenle, bence, size modası geçmiş gelen şey, işçi sınıfı için devrimci çıkarın bir ölçüsüdür.

Wells: Güç kullanmak gerektiğini reddetmiyorum; ama bence, mücadele biçimleri, mevcut yasaların sunduğu fırsatlara olabildiğince uygun olmalı ve bu yasalar, gerici saldırılara karşı korunmalı. Eski sistemi altüst etmenin gereği yok, sistemin kendisi bunu yeterince yapıyor zaten. Bu yüzden bence eski sisteme, kanuna karşı ayaklanmanın modası geçmiştir. Gerçeği ifade edebilmek için biraz abartacağım, ama bakış açımı şöyle formüle edebilirim: Birincisi, ben düzenden yanayım. İkincisi, mevcut sistem, düzeni sağlayamadığı sürece ona saldırırım. Üçüncüsü; sınıf savaşı propagandası, sosyalizmin o çok ihtiyaç duyduğu eğitimli insanları sosyalizmden koparabilir.
Stalin: Büyük, önemli, tarihsel bir hedefe ulaşmak için, bir ana kuvvet, devrimci bir sınıf olması gerekir. Sonra, bu ana kuvvete bir yardımcı kuvvet örgütlemelisiniz. Bu yardımcı kuvvet partidir; aydınların en iyileri orada bulunur. “Eğitimli insanlardan” bahsettiniz. Kafanızda ne tür bir eğitimli insan tipi var? 17. yüzyıl İngiltere’sinde, 18. yüzyıl Fransa’sında, Ekim Devrimi’nin öngününde eski düzen yandaşı pek çok eğitimli insan vardı. Eski düzen, onu savunan ve yeni düzene karşı çıkan pek çok yüksek eğitimli insana sahipti. Elbette ki, sıradan insanlar, proletaryanın sosyalizm mücadelesine destek veremezler. Aydınların rolünü küçümsemiyorum, aksine vurguluyorum. Ama burada soru şudur: hangi aydın? Çünkü farklı aydın tipleri vardır.

Wells: Eğitim sisteminde radikal bir değişim olmadan devrim olamaz. İki örnek vermek yeterli: Eski eğitim sistemine dokunmadığı için asla bir cumhuriyet olamayan Almanya Cumhuriyeti ve eğitim sisteminde radikal bir değişiklik isteyecek basireti olmayan İngiliz İşçi Partisi.
Stalin: Bu doğru bir gözlem. İzin verin üç noktaya yanıt vereyim. Öncelikle, bir devrim için temel şey, bir temel güçtür. Devrimin temel gücü işçi sınıfıdır. İkincisi, bir yardımcı güç gerekir ve komünistler buna parti der. Partide aydın işçiler ve işçi sınıfıyla yakın ilişki içindeki teknik aydınlar bulunur. Bu kesim, ancak işçi sınıfıyla birleşirse güçlü olabilir; ona karşı çıkarsa bir hiç olur. Üçüncüsü, değişim için bir kaldıraç olarak, siyasi iktidar gerekir. Yeni siyasi iktidar, yeni yasaları, yeni düzeni, devrimci düzeni yaratır. Ben herhangi bir düzenden yana değilim; ben, işçi sınıfının çıkarlarına uygun bir düzenden yanayım. Ancak eski düzenin yasalarından bazıları yeni düzen mücadelesinde kullanılabiliyorsa, kullanılmalıdırlar. Halk için gereken düzeni sağlayamadığı takdirde mevcut düzene saldırılması gerektiği yönündeki görüşünüze karşı çıkamam.
Son olarak, komünistlerin şiddet düşkünü olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Egemen sınıf, işçi sınıfına yolu açmayı kabul etseydi, komünistler şiddet yöntemlerini bırakmaktan ancak memnuniyet duyardı. Ancak tarihsel tecrübe, böyle bir varsayımı yersiz kılıyor.

Wells: Ancak İngiltere tarihinde, bir sınıfın iktidarı gönüllü olarak bir diğerine devretmesine dair bir örnek var. 1830-1870 arasında, 18. yüzyıl sonunda etkisi halen çok güçlü olan aristokrasi, ciddi bir mücadele vermeden ve gönüllü olarak iktidarı burjuvaziye teslim etti. Burjuvazi de, monarşiye duygusal bir destek verdi. Bu iktidar değişimi, mali oligarşinin düzeninin kurulmasını sağladı.
Stalin: Ancak siz, devrim sorunlarından reform sorunlarına geçiyorsunuz. İkisi aynı şey değil. Chartist hareketin, 19. yüzyıl İngiltere’sindeki reformlarda büyük bir rol oynadığı kanısında değil misiniz?

Wells: Chartistler çok az şey yaptı ve bir iz bırakmadan ortadan kayboldular.
Stalin: Size katılmıyorum. Chartistler ve örgütledikleri grev hareketi büyük bir rol oynadı; egemen sınıfları oy hakkı konusunda ve Şart’ın bazı noktalarıyla ilgili bir dizi tavize zorladılar. Chartizm, önemli bir tarihsel rol oynadı ve egemen sınıfların belli bir kesimini, büyük şoklardan korunmak için belli tavizler vermeye, reformlar yapmaya zorladı.
Genel olarak, bütün egemen sınıflar içinde en akıllısının, sınıf çıkarları açısından, iktidarlarını koruma açısından en esnek olanının İngiliz egemen sınıfları olduğu söylenmelidir; hem aristokrasi, hem burjuvazi.
Modern tarihten, 1926 genel grevini ele alalım. Başka bir burjuvazinin yapacağı ilk şey, Genel İşçi Sendikaları Konseyi grev çağrısı yaptığında, sendika liderlerini tutuklamak olurdu. İngiliz burjuvazisi bunu yapmadı ve kendi çıkarları açısından çok akıllıca davrandı. ABD, Almanya veya Fransa burjuvazisinin böyle esnek bir strateji uygulamasını düşünemem bile.
İngiliz egemen sınıfları, iktidarlarını sürdürmek için küçük tavizlerden, reformlardan asla kaçınmamıştır. Ama bu reformların devrimci olduğunu düşünmek hata olur.

Wells: Benim ülkemdeki egemen sınıflara bakışınız, benden daha olumlu. Ama küçük bir devrim ile büyük bir reform arasında fazla bir fark var mı? Reform da, küçük bir devrim değil midir?
Stalin: Burjuvazi; aşağıdan, kitlelerden gelen baskılar nedeniyle, bazen, mevcut sosyoekonomik sistemin temelini koruyarak, belli kısmi reformlar yapabilir. Bunu yaparak, sınıf iktidarını korumaya devam edebileceğini hesaplar. Reformun özü budur. Ancak devrim, iktidarın bir sınıftan diğerine geçmesi demektir. Bu nedenle, reformu, devrim olarak tanımlayamayız. Bu nedenle, sosyal sistemlerin değişmesi; tedrici olarak, egemen sınıfın tavizler vermesi veya reformlar yapmasıyla mümkün olamaz.

Wells: Benim için büyük önem taşıyan bu sohbet için teşekkür ederim. Benimle konuşurken, herhalde aklınıza, devrimden önce, yasadışı çalışma döneminizde sosyalizmin temellerini nasıl açıkladığınız gelmiştir. Bugün dünyada her fikri ve her sözünü milyonların dinlediği sadece iki insan var: Siz ve Roosevelt. Diğerleri istediği kadar konuşsun, sözlerini kimse yazmaz ve dinlemez. Ülkenizde neler yapıldığını henüz görebilmiş değilim, daha dün geldim. Ama sağlıklı erkek ve kadınların mutlu yüzlerini gördüm ve burada çok önemli şeyler yaşandığını anladım. 1920 ile kıyaslayınca, olağanüstü bir durum.
Stalin: Biz Bolşevikler daha akıllı olsaydık, çok daha fazlasını başarırdık!

Wells: Hayır; eğer insanlar daha akıllı olsaydı, mükemmel bir sosyal düzen için pek çok şeyi eksik olan insan beyninin yeniden inşa edilmesi için beş yıllık bir plan yapılırdı. (Kahkahalar)
Stalin: Sovyet Yazarlar Birliği Kongresi’ne katılmayacak mısınız?

Wells: Ne yazık ki yoğun bir programım var ve SSCB’de sadece bir hafta kalabileceğim. Sizi görmek için geldim ve çok memnun ayrılacağım. Ama Sovyet yazarlarla tartışmak isterim, onların PEN Kulübü’ne üye olma olasılıklarını soruşturacağım. Bu uluslararası örgüt Galsworthy tarafından kurulmuştu, onun ölümünden sonra ben başkan oldum. Örgütümüz hâlâ zayıf, ama birçok ülkede şubeleri var ve daha önemlisi, üyelerinin konuşmaları basına iyi yansıyor. Örgütümüz fikir özgürlüğünde, muhalif de olsa fikir özgürlüğünde ısrar ediyor. Bu konuyu Gorky ile konuşmak isterim. Bilmiyorum, burada henüz bu kadar geniş bir özgürlüğe hazır mısınız…
Stalin: Biz Bolşevikler buna özeleştiri deriz. SSCB’de yaygın olarak rastlayabilirsiniz. Size yardım edebileceğim bir şey varsa, memnuniyet duyarım.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑