Temmuz ayının başında dallanıp budaklanmış haliyle Ergenekon soruşturması ülke gündemine bütün hışmıyla oturdu. Soruşturma başlayalı bir yılı geçmişti ve özellikle AKP’nin kapatılması davasına karşı buradan bir atak düzenleneceğine dair sinyaller olsa da, böyle bir sarsıntı beklenmiyor gibiydi. Gerçi aylar öncesinden Genelkurmay’a az sayıda olmayan muazzaf ve emekli subaylar hakkında savcılığın dosyası iletilmiş ve görüş sorulmuştu; ama “Nokta”ya düşen “darbe günlükleri”, Şemdinli Savcısı Sarıkaya’ya hayatın zindan edilmesinde olduğu gibi, Nokta’yı kapattırmıştı. Başlangıçta kapatma lafı karşısında esip gürleyen AKP, süregiden çekişmede, “kaderine razı olmuş” ve “alttan alıyor” görüntüsü veriyordu.
Sonra birden iki emekli orgeneral gözaltına alınıp tutuklandı. Beraberlerinde başkaları da vardı, ama önemli olan onlardı. “33 Kurşun”un Muğlalısı ve 27 Mayıs’ın Erdelhun’u ardından, 48 yıl arayla tutuklanan ilk orgenerallerdi. Önemli görevlerde bulunmuşlardı, biri kuvvet komutanı kategorisindendi, JİTEM’in de bağlı olduğu Jandarma Genel Komutanlığı yapmıştı. Benzerlik kurmak gerekirse, Eruygur’un seleflerinden biri, 12 Eylül’ün “idareye el koyan” 5 kudretli adamından biriydi.
Ne oluyordu? Neydi bu sarsıntıya yol açan? Tutuklamaların ardından yaman bir gürültü koptu.
Tutuklamalar, AKP kapatma davasının Anayasa Mahkemesi’nde ele alınıp alınmayacağının kararlaştırılacağı güne “denk gelmişti”. Buradan bile, Ilımlı İslamcı AKP ile askeriyeden CHP’ye tüm Kızılelmacıları kapsayan “ulusalcı” denilenler arasındaki “iktidar ipi”ni sahiplenme içerikli çekişmenin devamı olduğu şeklinde anlaşıldı. Saflar buradan tutuldu.
Yanlış mı anlaşıldı? Devletin hemen tüm kurumlarını, “kolluk kuvvetleri” ya da “güvenlik kuvvetleri” denilen ordu, jandarma ve polis gibi düzenin silahlı örgütleriyle hükümeti de kapsayan “yürütme”, çeşitli düzeylerde mahkemelerle “yargı” ve kuşkusuz “yasama” organı görünümündeki parlamentoyu da kapsayarak bir çekişmenin sürdüğü ortadaydı.
Özellikle AKP cenahından tartışma ve çekişmenin “halk egemenliği”ni hedef alınarak yürütüldüğü ileri sürülmekte ve kanıt olarak 27 Nisan Muhtırası ile ordunun, 367 kararı ile Anayasa Mahkemesi’nin seçim sonuçlarıyla parlamento çoğunluğunu dikkate almaz karar ve eylemleri gösterilmekteydi. İnanmamız istenen, “rakamlı demokrasi”ydi. İnanmamız istenen, hükümeti ve “muhalefeti” ile birlikte kararlılıkla savunulan seçim barajları, devlet tarafından düzen partilerinin finansmanı, sosyal güvenlik kurumlarının işlevinin fonlarıyla birlikte hükümet partisi tarafından oya tahvil edilmek üzere devralındığı “yardım dağıtımları” ve asıl olarak ifade, basın, örgütlenme ve toplantı ve gösteri özgürlüklerinin hiçe sayıldığı, sendikalaşmaya çalışan işçinin işten atıldığı, grevin hak sayılmadığı ve sudan gerekçelerle yasaklanmasının yürütmenin iki dudağına bırakıldığı, partilerin birbiri ardın kapatıldığı, 30 yıla yakındır kanlı bir savaşın sürdüğü koşulların “demokrasi” sayıldığıydı. Halk, geniş emekçi kesimler örgütsüzdü ve nefes alıp verme özgürlükleri bile sınırlandırılmıştı, haklarına sahip çıkamıyorlardı; ama halkın “egemen” olduğu ve zorun, dağıtımların, medyası başta tüm propaganda aygıtlarının, para ve üstelik barajların denetimindeki seçimlerle bu “egemenlik”in rakamlarda temsil edildiği ve şampiyonunun da AKP olduğuna inanılmalıydı! Demokratik haklarıyla halkın ne durumda olduğu umurunda bile olmayan AKP, zorbalık ve aldatma koşullarında elde edilmiş parlamento çoğunluğunu “halkın egemenliği” olarak ileri sürmekteydi. Üstelik bu “egemenlik”, MGK, MİT, koruculuk sistemi gibi yasallığa kavuşmuş, JİTEM, Kontrgerilla, itirafçı orduları gibi illegal kurum ve aygıtlarca sınırlanmış haliyle “yürütülüyor”du!
Kısacası, demokratik hakları, örgütlülüğü ve dolayısıyla siyasal yaşama müdahil olması engellenen halk, “halk egemenliği”ne dair AKP söylenceleri bir yana, tartışma ve çatışmanın bir tarafı durumunda değildi.* Tartışma ve çatışma, “halk egemenliğini temsil” iddiasını ileri süren, ama “güç”ünün dayanakları halkta değil, palazlandırdığı yeni gruplarla birlikte bütün hizmetini sunduğu büyük sermaye, Amerikan ve Avrupalı emperyalistlerin stratejik çıkarlarıyla devlet aygıtında elde etmeyi başardığı kadrolaşma, ele geçirdiği medya gücü ve açık/gizli tarikatlarda olan AKP ile yine legal illegal mevzileriyle devlet içinde örgütlü “ulusalcı” denilenler arasındaydı. Tartışma ve çatışma, devlet iktidarında “aslan payı” sahibi olmaya yönelikti; gericilik ve devletle halk arasında bir çatışma olarak değil, gericiler arasında bir çatışma olarak şekillenmişti.
Halkı, dert ve taleplerini ağzına almayan, 301 örneğinde olduğu gibi, demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesini değil, önünün kesilip budanmasını amaçlayıp savunan CHP ve lideri, kuşkusuz demokrasi karşıtı olduğu için, ama AKP “demokratizmi”ni bertaraf etmek üzere değil, halkı, demokratik haklarını hedefleyen ve egemenlik mücadelesinin önünü kesen zorbalık aygıtlarıyla tekelci gericiliği ve tüm şiddet aletleriyle burjuva devletin yönetimini AKP’ye kaptırmamak için “ben Ergenekon’un avukatıyım” demişti. Ona göre Ergenekon davası yoktan var edilmişti, aslında böyle bir şey yoktu, AKP, “vatanseverlere karşı” bir kampanya yürütmekteydi.
“Egemenlik”ini temsil ettiği iddiasındaki emekçi halka –mülkiyet değişikliğinin ötesinde işten atmalarla sonuçlanan– özelleştirmelerle, sosyal güvenlik sistemini ve emeklilik haklarını yok ederek, eğitim sağlık ve belediye hizmetleri gibi kamu hizmetlerini bütünüyle piyasaya bağlayarak, çalışma yaşamını esnekleştirerek, kıdem tazminatı ve asgari ücrete göz dikerek… saldırdığı gibi, kurulu düzenle hiçbir çelişmeye düşmeden, işçi ve emekçiler, ezilen milliyet ve mezhepler de içinde tüm ezilenlere yönelik siyasal saldırganlığın (yeni sendika yasasıyla sendikal hakların daha da tırpanlanması, Kürt savaşının tırmandırılması, Alevilerin haklarıyla birlikte hiçe sayılarak dışlanması, seçim sistemi ve barajlardan hoşnutluk…) hoşnutlukla yürütücülüğünü üstlenen AKP ve lideriyse, Baykal’ın Ergenekon “çetesi” avukatlığı karşısında “öyleyse ben de millet adına savcısıyım” dediği ve Ergenekon gerici karşı devrimci bir kan içicilik örgütü olduğu için, kuşkusuz ki demokrat olmuyordu.
“YESİNLER BİRBİRİNİ” TARTIŞMASI
Birgün gazetesi son Ergenekon gözaltılarının ardından “Yesinler Birbirini” manşetiyle çıktı. Ve bu tartışmalara neden oldu. “Taraf”ını çok açık seçik ilan eden ve sanki Ergenekon operasyonu için ya da daha genel kapsamıyla devlet katlarındaki tartışma ve çatışmada özellikle sol tandanslı kesimleri etki altına alıp AKP gericiliğine bağlamak üzere sol, demokrat görünümlü AKP destekçiliği için zuhur ettiği izlenimi veren Taraf yazarları başta olmak üzere, bu yaklaşım yoğun bir tepki aldı. Sol ve solculuğa karşı açılmış AKP ve asıl olarak ardındaki Amerikan emperyalizmine teslim alma içerikli haçlı seferi, bu “iki taraf da gerici” yaklaşımına tepki üzerinden başladı.
Oysa “yesinler birbirini” yaklaşım ve tutumu, her şeyden önce, çatışmakta olan iki gerici odağı da karşısına alıp birinden birine bel bağlayıp yedeği olmaya karşı çıkarılmış bir çağrı olarak devrimci içeriğe sahipti ve saygıdeğerdi. İki tarafın da gerici ve karşı devrimci niteliğini, birinden birini diğerine karşı tercih etmeme tutumunu ifade ediyordu. Çatışan tarafların biri ya da diğerinin, az-çok ötekine tercih edilebilir demokratik halkçı ilerici bir alternatif oluşturmadığını belirtiyordu.
Peki tarafların ikisi de gerici ve karşı devrimci, halka ve demokrasiye karşı nitelikte değil miydi yoksa?
İlk önce Ergenekon? Nasıl bir yapı ya da örgüt?
Çatışan taraflardan birine, “ulusalcı” diye nitelenen kızıl elmacılara bakılırsa, Ergenekon ulusal, anti-emperyalist bir örgüttür ve Cumhuriyet’e yöneltilmiş, onun kazanımlarını yok etmeyi amaçlayan siyasal İslamcı/şeriatçı saldırıya ya da “Ilımlı İslam”a direnişi temsil etmektedir.
Burada tartışılabilecek çok az şey vardır. Veli Küçük’üyle, emekli generalleriyle, JİTEM bağlantıları ve dayanaklarıyla, faili meçhulcü tetikçileri ve bombacılarıyla, darbe girişimleri ve genel darbeci nitelikleriyle, Ergenekon, kesindir ki, bırakalım dinamiği ve savunucusu olmayı, ulusallıkla, anti-emperyalizmle, Cumhuriyet’in herhangi ilerici kazanımlarıyla birlikte anılabilecek bir örgüt değildir.
Aslında Ergenekon adı takılmış bu darbeci, kan içici faşist örgütün, Kontrgerillanın bugünkü hali olmasa bile, onunla bağlantısı, onun bir devamı ya da grubu olduğundan kuşku duyacak şey yoktur.
Kontrgerillanın ise, Amerikan sahra talimnameleri uyarınca NATO’nun tüm üye ülkelerinde “Soğuk Savaş” yıllarında komünizme karşı (eğer ülke işgal edilirse cephe gerisinde mücadele vermek bahanesiyle) savaş yürütmek, ülkelerin, onları Sovyet tehdidi altına sokacağı ileri sürülen her türlü demokratik ilerlemelerinin darbe, suikastlar, faili meçhuller dahil her türlü yol ve yöntemler önlenmesi amacıyla işçi ve emekçilerin, ezilen milliyet ve mezheplerin bir yandan birbirine düşürülüp bölünür parçalanırken, bir yandan da hak ve demokrasi mücadelelerini, anti-emperyalist mücadelelerini bastırıp ezmek üzere doğrudan devlet içinde örgütlenmiş, tabiri caizse onun “çelik çekirdeği” işlevini üstlenen ve yasallıkla sınırlanmayan karşı devrimci bir şiddet aygıtı olduğu artık biliniyor. Geçmişinde 6-7 Eylül Tan Olayları vardır, 12 Mart, 12 Eylül, ’77 1 Mayıs’ı, ’78 Maraş, ’80 Çorum ve Fatsa, Sivas, Malatya vb.. katliamları, Musa Anter, Vedat Aydın.. cinayetleri, Savaş Buldan, Behçet Cantürk faili meçhulleri, Uğur Kaymaz, Şemdinli bombaları ve öyle anlaşılıyor ki Dağlıca olayları vardır.
Ulusalcı mıdır? Ulusal değerlerle bir ilgisi var mıdır? Şoven milliyetçilikle malûl bir ulusalcılığı, kızıl elmacılığı vardır, ama yurtseverlik ve anti-emperyalizmi asla. NATO tarafından kurulmuş oluşu, Amerikan stratejik çıkarları üzerinden mevzilenişi ayan bayandır. Ya Cumhuriyet ve kazanımlarını savunduğu iddiası? Cumhuriyet’in o eski sosyal niteliğini mi savunmuştur, demokratiklik iddiasını mı, yoksa hukuk devletini mi? “Laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti” olarak Cumhuriyet’e yükselen niteliklerden yalnızca “laiklik”i sakız haline getirdiği söylenebilir ki, bu da, laiklik değil laikçilik savunusudur, yurttaşlara yapma bir devlet dininin dayatılmasıdır. “Laiklik”, tıpkı “ulusallık” türünden, devlet iktidarının “ipi” ya da yönetimini ele geçirme ya da elden kaptırmama çatışması içinde olduğu Ilımlı İslamcı ve kuşkusuz Amerikancı AKP ile sürtüşmesinde kullandığı bir argümandan başkası değildir. Öte yandan AKP, dinci bir parti olmak ve din istismarı yapmakla birlikte, bilinen şeriatçı partilerden değildir; dini ve dini değerleri, tıpkı ulusal değerler açısından geçerli olduğu gibi, çoktan dolar ve euro ile trampa etmiştir. İslam’ı, Ilımlı İslamcı içeriğiyle Amerikan emperyalizminin stratejik çıkarlarına peşkeş çektiği, Ortadoğu’da, İsrail Siyonizmi ile el ele Amerikan atının (GOP) seyisliğine soyunduğu kanıta ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır. Ancak AKP’ye karşı bir laiklik kavgası, din istismarına karşı bir mücadele verilecekse, ki bu zorunludur, Ergenekon’un onun yürütücüsü ya da dinamiği olamayacağından kuşku duyulamaz.
Ya AKP ve onun GOP avangardlığı, üstlendiği eş başkanlığı, Amerikancı Ilımlı İslamcılığı? AKP Kürt savaşını üstlenirken mi demokrat ve ilericidir, 1 Mayıs’a hunharca saldırırken mi, demokratiklikle ilgisi olmayan sendikalar ve grev yasalarını bile değiştirmeye girişir ya da sosyal güvenliği tasfiye ederken mi? AKP, “demokrasi” sözcüğünü iki noktada kullanmaktadır: Türban sorununda ve AKP’nin kapatılması davası karşısında. Türbanı savunurken özgürlük ve demokrasi aklına gelmekte, ama aynı kategoriden din ve vicdan ya da inanç ve ibadet özgürlüğü kapsamında, Aleviler karşısında özgürlük ve demokrasi sözünü bile ağzına almamakta, zorunlu din dersini savunmakta, Cem Evlerini “Cümbüş evleri” olarak nitelemekte ve dine devletin müdahalesinin aracı Diyanet İşleri ve onun Sünni İslama dayalı yaklaşımlarını Alevilere de dayatmaktadır. Uzatmaya gerek yoktur.
Sonuç olarak, Ergenekon’la belirginleşmiş, ancak yıllardır sürmekte olan iktidar ipini çekiştirme ve ele geçirme mücadelesinin taraflarının ikisinin de halk ve demokrasi karşıtı gerici niteliğe sahip oldukları ortadadır. Bu durumda, “yesinler birbirini” yaklaşımı neden bunca tepki çekmektedir? Gericiliğin aşılması özlemini ifade eden bu yaklaşımın, bu nedenle eleştirilemeyeceği kesindir.
Ancak öte yandan, genel içeriği doğru olmakla birlikte, bu yaklaşımın kabalığı ve devrimci içeriğine karşın çocukça oluşu, biçim ve taktik sorunuyla ilişkilidir. Bu formülasyon, devrimcileri, işçi ve emekçilerin temsilcileri olarak, süren kapışmada “tarafsız” ve “seyirci” pozisyonuna düşürmekte, “bize ne?” tutumunu dile getirmekte ya da çağrıştırmaktadır. Bu kabalık ve yüzeyselliğinin kaynağı kuşkusuz yine içeriğinin anlaşılamayan bir yönüyle ilgilidir. Gericilik içindeki çatışmada taraf olmamak ve bunun doğruluğu bir yana, bu çatışmanın zeminini oluşturan Ergenekon ya da bağlandığı Kontrgerillayla, onun bir örgütü olduğu tüm aygıt ve eklentileriyle burjuva devletin halkı baskılayan işlevinin bütün nesnelliğiyle halkı taraf olmaya zorladığını hesaba katmayışı ve bunun sonuçlarını ihmal etmesi, yanlışlığın kaynağı durumundadır.
Yine de, bu tutumun, Kızılelmacı solcuların ya da daha geniş çerçevede CHP’den MHP’ye, Cumhuriyet gazetesi yazarlarından TKP’ye, bir kısmının AKP’yi güçlendirme kaygısıyla Ergenekon’a yönelik suçlamalarda neredeyse Baykal gibi avukatlık rolü üstlenmeleri ya da Ergenekon soruşturması ve iddianamesini gözden düşürmeye çalışarak dolaylı avukatlığa soyunmalarından evla olduğu söylenmelidir. Çünkü, bir defa, her iki çatışmacı tarafa karşı da bir tavır açıklamaktadır. “Taraf”ın bütün bir solu AKP kuyrukçuluğuna yönlendirme ve asıl olarak emperyalizme ve özellikle Amerikan emperyalizmine bağlanarak devrimden yüz çevirmeye ikna çabası yürütme taraflılığından ise yüz kere evla olduğu açıktır.
Ama yine de sadece “evla”dır, yürek soğutur, ama izlenecek taktik olamaz. Programatik olarak, taraflardan birine bağlanıp yedeklenmeme ve her ikisini birden karşıya alan bir mücadele platformu öngörme, devlet katlarındaki çatışmaya alet olmama ve emperyalizme kölelik bağlarıyla bağlı mevcut kapitalist sistemi, tekelci sermayenin egemenliğini ve onun oligarşik diktatörlüğünü, tüm baskı cihazıyla birlikte hedef alma genel (stratejik) doğrultusu bakımından, evet, gerçeği işaret etmektedir. Ancak, yalnızca genel doğrultularla ilerlenebildiği görülmemiş, daima taktiğe ihtiyaç olmuş, taktik de daima genel doğrultunun hizmetinde en geniş halk kesimlerini bir araya getirmeyi amaçlamıştır. Bu amaç “seyircilik”ve “tarafsızlık”ı çağrıştıran çağrılarla gerçekleşebilir mi? Kuşkusuz hayır.
Evet, iki gerici karşı devrimci mihrak kapışma halindedir. Biri diğerine karşı desteklenemez. Birinden birinin arkasında yer alınamaz. Bunlar doğrudur. Ancak, Ergenekon soruşturması ve açılırsa (açılması için de mücadele ederek), açıldığında, davasını, tekelci sermaye egemenliğini zayıflatıp devirmenin, oligarşik diktatörlüğün çeperlerinde gedikler açılması ve yıkılmasının hizmetine koşmaya çalışmanın ne engeli vardır? Bu ana doğrultuda ilerlemenin tek bir davadan yararlanarak gerçekleşip gerçekleşemeyeceği ayrı şeydir. Böyle olmayacağı şimdiden söylenebilir. Ancak Ergenekon denen şey tamamen gerici, kan içici, en küçük bir demokratikleşme imkanının bile önünü kesmeye yemin etmiş, düzenin ve diktatörlüğün iğrenç bir organından başka bir şey olmadığına göre, deşifre edilip tasfiyesi için mücadele ve bu mücadelenin kazançları, eğer “tarafsızlık” mevzilerinde seyircilikle vakit geçirilmezse, ancak halkın işine gelebilir ve onun demokrasi özleminin gerçekleşmesinin bir adımı olarak anlamlanır.
Üstelik gericilik içindeki çatışma ve bu çatışmadan yararlanmanın ötesinde, Ergenekon ve onun bağlandığı “derin devlet” de denen Kontrgerillanın –bir dizi gerici fraksiyonun çatışmasına da sahne olması ve bugün Ergenekon’dan bu yönüyle söz edilmesi bir yana– halkı ve mücadelesini hedefine koyduğu ve halkın ve mücadelesinin önünün açılması için her imkandan yararlanarak bu zulüm makinesinin etkisizleştirilmesi ve tasfiyesi için mücadelenin zorunluluğu görmezden gelinebilir mi?
AKP’NİN GÜÇLENMESİ İHTİMALİ TARTIŞMASI
Peki, bundan AKP ve onun Amerikancı Ilımlı İslam’ı kazançlı çıkmaz mı, emperyalist kölelik zincirleri güçlenmez mi, AKP tarafından sürdürülen neoliberal piyasacı saldırganlık güç kazanmaz mı, onun sahte demokratizmi palazlanıp halk üzerindeki egemenliği pekişmez mi ve dolayısıyla AKP’nin ve sahte demokratizminin yedeğine düşülmez mi?
Birgün, manşeti attığına göre bu düşüncede olmalıdır.
Sorunun birkaç yönü üzerinde durmalıyız.
Birincisi, “yiyin birbirinizi” genel yaklaşımında dile getirilen tarafların “birbirlerini yemeleri”, gericiliğin iç çekişmesi olarak, eğer uygun tutum geliştirilse, iki tarafı da güçlendirmez, tersine güçten düşürür. “Gericilik içindeki çelişki devrimin yedek gücüdür.” Birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya dökerek ve birbirlerini çelmeleyerek ne kadar birbirleriyle çatışırlarsa, hem iki gerici güç odağı, hem de güç odağı oldukları sermaye egemenliği ve oligarşik burjuva devlet güçten düşer. Mevcut kapitalist düzen ve burjuva devlet, burjuva gerici akım ve parti ya da odaklar arasındaki dalaş ve mücadeleden güç kazanmaz ki, asıl olan taraflardan birinin güç kazanıp kaybetmesinden çok, budur. Çünkü devlet, sömürülen yığınlar üzerinde bir baskı aygıtıdır ve bu asıl işlevini “hakkıyla” yerine getirmesi, burjuva gericiliğinin sömürülen yığınlardan oluşan halk yığınları karşısındaki birliğinden ve örgütlülüğünden güç alır. “Dikkat istikrar bozuluyor”, “aman istikrar bozulmasın” feryatlarının anlamı, akil kişi görünümündekilerin tarafları genel geçer bir uzlaşma çağırmalarından çok, düzenin ve devletin halk karşısındaki pozisyonunu sağlamlaştırma kaygısını yansıtmasıdır.
Ancak gericilik arasındaki çelişki ve çatışmaların halkın çıkarına olması ve devrimin dolaylı yedeği olarak şekillenmesi için ön şart, bu çatışmadan uygun taktiklerle yararlanmayı öngören, halkın her fırsattan istifade ederek en geniş kesimlerinin birleştirilmesi ve örgütlenmesi için durmaksızın çalışan bağımsız devrimci bir gücün varlığıdır. “Tarafsız kalmak”la, ne çatışmalardan yararlanılabilir ne devrimci bir gelişmenin önü açılabilir ne de örneğin gerçek bir demokrasi mücadelesinin gelişmesi sağlanabilir. Devrim kendiliğinden gericiliğin iç çatışmalarından yararlanamaz; bunun için, bu çatışmalardan yararlanmayı hesaba katarak uygun taktik yaklaşımlar geliştirmiş bir devrimci gücün varlığı şarttır. Bu olmadığı durumda, gerici taraflar birbirlerini yıpratsalar bile, halk, kendiliğinden ikisinin de ve asıl olarak kapitalist düzen ve devletin karşısında güç biriktiremeyecek, taraflardan birinin ya da her ikisinin birden peşinde sürüklenecektir. Bu nedenle gerici tarafların çatışmaları seyredilemez.
İkinci ve birinciyle bağlı olarak, sonuçta, iki gerici taraf da, kapitalist sistemin taraflarıdır ve ikisinin de hareket alanının sınırlarını gerici burjuva devlet verir. Bu gerçek, AKP’nin Ergenekon soruşturmasını sınırlamasının da başlıca temelini oluşturur. AKP, bu nedenle, ne “derin devlet” olarak bilinen devletin çelik çekirdeğiyle ne de Ergenekon’un gerçek kapsamı ve bağlantılarıyla uğraşmaktadır. Henüz darbe günlüklerinin soruşturmaya dahil edilmemesinin anlamı bundan başkası değildir. 27 Nisan Muhtırası’ysa, tüm “darbe karşıtı” söyleme rağmen akla bile getirilmemektedir. Aynı şekilde Ahmet Altan CHP ve genel olarak sola “neden Susurluk’ta farklı Ergenekon’da farklı tavır alınıyor?” diye günlerdir sormasına karşın, AKP’ye “neden Ergenekon’da böyle Şemdinli’de başka türlü?” diye sormamakta, AKP de Kontrgerillayla doğrudan bağlantılı olduğundan kuşku duyulamayacak delilli-ispatlı suçüstüne dayalı Şemdinli soruşturmasını olmuş-bitmiş, kapanmış bir defter saymaktadır.
Gericilik içindeki çelişki ve çatışmaların devrimin yedek gücü olması ve halkın mücadelesinin gelişmesine hizmet etmesi, bu nedenle de, devrimci bir gücün Ergenekon soruşturmasının asıl kapsamına uygun olarak genişletilmesi ve bir Kontrgerilla soruşturmasına dönüştürülmesi için müdahalesini gereksinmektedir. Aksi halde “birbirlerini yemeleri” beklenip seyredildiğinde, belki şu ya da bu tarafı belirli bir güç kaybedecek, ama gericilik güç kaybetmeyecek, tersine iyice deşifre olup “ayağa düşen” safralarını da atarak güçlenip sağlamlaşacaktır. AKP’nin güçlenip güçlenmemesinden önce gelen sorun, bütün olarak gericiliğin, kapitalist sömürü ve burjuva egemenlik sistemi olarak güçlenip güçlenmemesi, zayıflayıp zayıflamamasıdır ki, gerçek bir zayıflama, soruşturma ve davanın, halkın çıkarları ve mücadelesinin önünü açmak üzere ve yine tamamen gerçek bir demokrasi mücadelesinin ürünü olarak devrimci halkçı güçlerin müdahalesiyle kapsamının genişletilmesini gerektirir.
Peki, böyle bir müdahaleye rağmen, yine de AKP güçlenmez mi, bizatihi böyle bir müdahale AKP’nin güçlenmesine yardımcı olmaz mı?
Soruna bütünüyle gerici kapitalist düzeni ve burjuva gerici devleti hedef alarak yaklaşmayanlar, modern sınıf mücadelesi ve siyasal mücadeleler tarihi boyunca sürekli olarak benzeri soruları gündeme getirmişler, gericiliğin fraksiyonları arasındaki çatışmalarla sınırlı hesaplar yapmışlardır. Ufukları mevcut düzen ve gericiliğin fraksiyonları ve aralarındaki mücadeleyle kısıtlı olanlar, tüm gerici fraksiyonlarıyla birlikte tekelci kapitalizm ve sermaye egemenliğinin tasfiyesi ve bunun ihtiyaçları yerine, kalıcı ve değişmez kabul ettikleri bu düzen ve egemenliğin yürütücüsü/temsilcisi çeşitli gerici akım ve örgütlerle sınırlanmak, onları ve aralarındaki sürtüşme ve çatışmaları görüp saptamak, tartışma konusu olan ülkedeki gelişmeleri ve gidişatı bu çatışmayla açıklamak ve bir adım daha atarak, bu çatışmanın taraflarından birini diğerine karşı desteklemek üzerinde durmuşlardır. “Daha ötesi yoktur”, “mevcut gerici düzen kaderdir”, öyleyse, “kötünün iyisi” arayışı doğrudur diye düşünülmüştür.
Bu yaklaşımın, ulusal bir üst tabaka devrimi olarak Kurtuluş Savaşı’ndan geçmiş, Kemalizmin buradan ciddi bir güç ve etki kazandığı Türkiye’de daha da köklü ve yerleşik olmasında şaşılacak şey yoktur. Kemalizm, çünkü, başlangıçta gerici olmayan cılız da olsa anti-emperyalist politika ve tutumların sahibidir ve sonraki yıllarda Kemalist gericilik, politika ve uygulamalarını, Kurtuluş yıllarının ilerici-devrimci tutumlarına göndermelerle örtmeye ve gericiliğini gizlemeye yönelmiştir. Buradan –başka ülkelerde başka yerlerden türeyen–, gericiliğin belirli “taraf” ya da bölümlerine ilericilik atfetme ve “kötünün iyisi” arayışı ve bu “iyi”ye sunulan desteği içe sindirme imkanı elde edilmiştir! “Kötünün iyisi” ya da “gericiliğin ilerici” tarafı zamana ve koşullara göre değişebilmekte, ama içselleştirilmiş “kötünün iyisi” arayışı baki kalmaktadır. Türkiye’de “sol”un tarihi bunun içler acısı örnekleriyle doludur. Sadece yerli gericilik içindeki değil, uluslararası gericilik, emperyalist gericilik içindeki çatışmalarda da desteklenecek taraflar arayıp bulmanın örnekleri…
Destekleyecek gerici fraksiyon arayışı, genellikle gericiliğin gericilik olmaktan çıkarılmasının analiz ve formüllerini kapsamadan edememiş; en ünlüsü, önce “ikinci dünya” tanımıyla Avrupalı emperyalistleri iki süper devlet olan ABD ve Rus emperyalizmine, ardından da “asıl saldırgan olan Rus emperyalizmine karşı” Amerikan emperyalizmini de destekleme tutumunu yayan “Üç Dünya Teorisi” olmak üzere daha birçoğu.. İçeride destekleyecek gerici arayışı, genellikle, iç gericiliği, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerini birbirine karşı bölümleme formülleri üretimiyle atbaşı gitmiştir. Önce –kuşkusuz kapitalistlerin “ilericiliği”ni varsaymak üzere– toprak sahipleriyle tekelci burjuvazi karşı karşıya konulmuş, ardından mali sermaye olarak banka ve sanayi sermayesinin birliğini ifade eden tekelci sermayeyi –genellikle “sanayi sermayesi”ne ilericilik yükleyerek– örneğin sanayi, ticaret ve banka vb. sermayesi olarak, hatta “büyük burjuvazi” ve “orta burjuvazi” olarak bölümleme gelmiştir. Şimdi A. Altan başta, Taraf’ın AKP destekçiliğinin “Anadolu sermayesi” yüceltisi de bu kapsamdadır.
Ama işte, taraflarından birinin desteklenmesine kadar varan, bu, gericiler arası çelişme ve çatışmalarla sınırlanma, uç noktada önünde diz çökmeyle sınırlı ufuk ya da yaklaşım, en iyimser biçimiyle bu çatışma karşısında “tarafsızlık”ı öngörmekten öteye gidememekte ve çatışma konularına her müdahalenin, başka bir imkan, düzenin değiştirilmesi ve halkın bu yönde birleştirilmesi ve mücadelesinin önünün açılarak ilerletilmesi imkanını varsaymadığı ve soruna mevcut düzen çerçevesinde baktığı için, taraflardan birinden birini güçlendirici olacağını düşünmektedir.*
Güçlendirir mi? Müdahalenin, yanlış olmadıkça, bütün olarak gericiliği güçten düşüreceği kesindir. Peki, gericilik bütün olarak güçten düşerken, onun belirli bir fraksiyonunun görece güç kazanması imkanı hiç yok mudur? Bu teorik olarak mümkündür, ancak buradan bakmak, devrimci olmayanın işidir. Genel olarak gericiliği zaafa uğratıp devrimci halkçı demokrasi güçlerini güçlendirecek, halkın mücadelesinin önünü açacak müdahaleler, devrimci kalınmak isteniyorsa, “ama bu durumda da şu olur”, “şunun da şu çöpü var” itirazlarıyla karşılanamazlar. Bu, çünkü, her şeyden önce tekelci kapitalist gericiliğin ve sermayenin gerici egemenliğinin, oligarşik burjuva diktatörlüğünün güçsüzleşmesine yöneltilmiş bir itiraz olur ve ne denli “solcu” iddialarla ileri sürülürse sürülsün, düzen içi ve yanlılığı ve sağcılığı itiraz kabul etmez.
Yine de, konumuzu oluşturan Ergenekon soruşturmasına, onun, darbe girişimleriyle, hiç değilse Susurluk’tan başlatılıp Şemdinli’ye kadar uzanacak katliam ve suikastlarıyla, faili meçhulleri ve eroin kaçakçılığı türü finans kaynaklarıyla, kendisine bağlanan askeri, siyasi, iktisadi yürütme, yasama ve yargıya ilişkin organize faaliyetler ve organ bağlantılarıyla Kontrgerilla soruşturmasına dönüştürülerek ve “çelik çekirdek”iyle burjuva gericiliği zaafa düşürerek ilerlemesi için halkın müdahil olması için gösterilecek çaba, dolaysız olarak ya da en azından “Cumhuriyet’i ve Cumhuriyet’in kazanımlarını savunacak” rakip mihrağı güçten düşüp mecalsizleşmesine yarayacağı için, sonuçta AKP güçlenmiş olmayacak mıdır?
Soru, Kızılelmacıların ve modern yaşamı savunup şeriat tehlikesinden gerçekten ürktükleri için samimiyetlerine rağmen onların ağına düşmüş ya da düşmeye açık Kızılelma etkisi altında olanların sorusudur. TKP’lilerin, soruşturmanın ilk günkü heyecanıyla, fazla düşünmeden kendilerine “Cumhuriyet’i savunma” görevini** biçmiş olmaları önemlidir; ancak Cumhuriyet’in savunulması ihtiyacına merhem oldukları için değil, son yıllarda izledikleri milliyetçi çizginin kendilerini nerelere sürüklemekte olduğu göstermesi ve ders çıkarmaları açısından önemlidir. Yoksa Ergenekon tartışmaları kapsamında ileri sürülmüş “Cumhuriyet’in savunulması”nın, emekli paşalarımız tarafından yeterince üstlenildiği düşünüldüğünde, komünistlere düşmeyeceği açık olmalıdır! Ya da paşaların savunduğu “Cumhuriyet”le komünistlerin savunacakları Cumhuriyet (kuşkusuz sosyalist bir cumhuriyetin sözünü bile etmiyoruz) herhalde aynısı olamaz. Ve son olarak, tam da Ergenekon soruşturması başladığında, bu soruşturmaya karşılık olarak ve soruşturulanların “Cumhuriyet savunuculukları” bağıra çağıra hem kendileri hem de “avukatları” tarafından iddia edilirken, “Cumhuriyet savunuculuğu”na vurgu yapmanın belirli bir anlamı taşıdığı; bunun, gerici AKP ve hesaplarına karşı çıkma gerekçesiyle, Ergenekoncuları kesinlikle hak etmedikleri Cumhuriyetçilikleri dolayısıyla kollamaya soyunmaktan başka bir anlamının olamayacağı, ama ne denli üst perdeden ileri sürülürse sürülsün, bu “yük”ün komünizme yüklenemeyeceği tartışmasızdır. Dolayısıyla Ergenekoncuların güçsüzleşmesinden bir devrimci ya da komünistin duyabileceği hiçbir hoşnutsuzluk olamaz.
Ancak gerek CHP ve gerekse özellikle emekli paşa tutuklamalarının başladığı ilk günlerde TKP’nin yaklaşımı benzerdir ve gericiliğin bir fraksiyonu ve gericilik içindeki çatışmanın taraflarından biri olan AKP’ye karşı mücadeleyle sınırlıdır. Sorunu, AKP ve “vatanseverlere karşı bir komplo” olarak görüp göstermeye çalıştığı onun gericiliğini yayma amaçlı “Ergenekon operasyonu”na karşı çıkma sorunu olarak gören ve tamamen gericilik içindeki çatışmanın bir tarafı olarak ortaya çıkan CHP, kuşkusuz halk ve onun ihtiyaçları ile hiç ilgilenmemekte ve Ergenekon sözünü etmenin bile AKP’nin işine geleceği ve onun desteklenmesi anlamı taşıyacağını belirtmektedir. TKP ise, CHP’den çok az farklı mevzidedir ve soruna gericilik içindeki çatışma ve bu çatışmada taraf olmamak açısından bile yaklaşmamaktadır, gerici amaçlarıyla AKP’ye karşı mücadele gerekçesiyle, tıpkı CHP gibi Ergenekon sözü bile etmeyip, neredeyse Ergenekoncuların ve onların Cumhuriyetçiliklerinin savunuculuğunu üstlenme noktasına gerilemiştir. Emekli paşaları kapsayan son Ergenekon tutuklamaları karşısında, TKP, tek bir Ergenekon ya da Kontrgerilla sözcüğü kullanmamıştır; ama tersine, “ülkemizi ve geleceğini sahiplenme” adına yalnızca AKP ve arkasında olduğunu belirttiği ABD ve Avrupalı emperyalistlere karşı olmakla sınırlı bir tutum açıklamış, onların ülkemize yönelik darbesi olduğunu düşündüğü Ergenekon operasyonuna karşı tutum almıştır. Mücadele çağrıları yalnızca AKP ve arkasındakilere ve onların karanlık amaçlarına yönelik olmakla karakterizedir ve (Ergenekon türünden) başka karanlık güç ve amaçlarını (örneğin bombalamalarını ya da 27 Nisan Muhtırası, önceki “Ayışığı” ve “Sarıkız”ları görmezden gelerek bahane ve söylenti olduğunu söylediği “darbe tehlikesi”ni) yok saymakta*, hatta, dipnotta çağrısı aktarılan ve Yurtsever Cephe tarafından düzenlenen 6 Temmuz Beyoğlu-Galatasaray yürüyüşünde atılan “Yurtseverler içerde, ABD’ciler dışarıda” sloganıyla dile getirildiği üzere, gericilik içindeki çatışmada taraf tutmakta, AKP ve arkasındaki emperyalist mihraklara karşı Ergenekoncuları, onların “ulusallık” iddialarına hak vererek “yurtsever” varsaymaktadır.
Yine de AKP güç mü kazanır?
Bu tehlike yok değildir ve iki yönden tartışılmalıdır.
İlk olarak, müdahale edildiğinde değil, ama müdahale edilmeyip gericilik içindeki çatışma seyredildiğinde AKP’nin güç kazanacağı, görünür gidişattır. Evet, karşı tarafın elinde “AKP’ye açılmış kapatma davası” gibi bir mevzi vardır ve çatışma bir çırpıda sonuçlanacak gibi değildir. Ancak kapatma davasının öyle ya da böyle gelişmesinden bağımsız olarak ve Ergenekon soruşturması bağlamında düşünüldüğünde, müdahalesizlik durumunda, devrimci ve komünistlerin, moda deyimiyle “sol”un düşeceği “demokrasi karşıtı” pozisyon bir yana, AKP, demokrasi düşmanlıkları ve eli kanlılıkları kuşkusuz “darbeciler ve çeteciler”le çatışan tek güç, dolayısıyla demokrasi düşmanlarına karşı tek “demokratik güç” görüntüsü verecektir. Buradan anlaşılması gereken, “yesinler birbirini” diye kendi hallerine bırakıldıklarında, AKP’nin güç kazanacağıdır.
Daha önemlisi ve ikincisi, AKP’nin, Ergenekon soruşturmasını, sadece kendi çıkarlarına uygun yürüterek, pazarlıkların ve uzlaşmaların zemini kılacağıdır ki, bu durumda, tarafları bir yana, gericiliğin güçsüzleşmeyeceği, kendisinin de ihtiyacı olduğu tartışmasız olan Kontrgerillaya hiç dokunmayacak AKP’nin, kazançlı çıkacağı bir uzlaşma arayacağıdır.
Bu, üstelik, gidişatın, daha soruşturmanın başından taşları döşenen yolu olarak görünmektedir. Açıklanan iddianamede, bir takım muvazzaf subaylarla –silah, bomba ve bilgi aktarımı türü– ilişkilerinin üzerinde durulmasına karşın, Ergenekon’un ordu ve MİT ile ilişkisizliğinin özellikle vurgulanmış olması, bu açıdan önemli ve açıklayıcıdır. Soru şöyle sorulmadır: Taraflar kimdir? İktidar ipinin ele geçirilmesi ya da elde tutulması içerikli çatışmada kim kime karşıdır? Bir taraf, yalnızca Ergenekoncular mıdır? Birkaç emekli paşa ve subayla yanlarına kattıkları belirli sayıda sivil midir? Öyleyse Kontrgerilla nerededir? Askeriye nerede durmaktadır? 27 Nisan 2007’de muhtıra verdiği bilenen ordu kimden yanadır? Darbe girişimleriyle ilgili ortalığa dökülenler söylentiden mi ibarettir, neden araştırma konusu edilmez? Genelkurmay’ın Ergenekon tartışmasındaki tutumu nedir? Tümü, Ergenekon somutunda AKP’nin karşısında duruyorlarsa, Taraf gazetesinin durmaksızın yayınladığı belge ve istihbaratlar nereden, kimlerden gelmektedir? Yalnızca AKP’nin Fethullahçı ekiplerle kadrolaştığı polisten mi?
A. Altan, 2 Temmuz tarihli Taraf’taki “Temeldeki Sarsıntı” başlıklı “değişen Türkiye” analizinde, Ergenekoncuların, değişen başka dinamiklerin yanı sıra, “ülkedeki değişimin devleti de etkilediğini, devletin içinde ‘yeni yapıya’ uygun yeni bir devlet kurulmasını isteyenlerin ortaya çıktığını bir türlü göremedi”klerini yazmıştı. Kulağı deliktir! Yani, bu kez istihbaratları değil, açıkça görüneni kağıda dökmüştü. Genelkurmay, Ergenekon tutuklamalarına ses çıkarmamıştı. (Hatta aylar öncesinden önüne konan emekli ve muvazzaf subaylara yönelik soruşturma evraklarını, muvazzafları kenara ayırarak, olurlamıştı.) Kendisine yöneltilmiş çağrılara rağmen sessiz ve hareketsiz kalmayı sürdürüyor, hatta bu açıdan ordu içinden tepkiler de alıyordu. Başka organ ve aygıtlar, bu örgütlerde gruplar yok mudur? A. Altan’ın anlaşılmasını istediği, şu ya da bu organda genel gidişatı gören bazı grupların olduğudur. Yeni “ortaya çıkmış” birileri… “Yeni bir devlet kurulmasını isteyenler!” Oysa soruşturmanın kapsamının olağanüstü sınırlı tutulması göstermektedir ki, Ergenekon soruşturmasına “olur” vermekle kalmayıp, bilgi ve belge aktarmanın yanı sıra yönlendirenler, “yeni zuhur etmiş” birileri değil, eski bildik istihbarat ve kontra örgütleridir ve tersine, Ergenekoncular, AKP’nin bu asıl “derin” güçler ve askeriye ile anlaşması çerçevesinde, gidişata ayak uyduramadıkları için safra olarak atılmasına karar verilen “birileri”nden, eski ve hala işlevsel kontra mekanizmasının yalnızca emperyalizmin, sermaye egemenliği ve burjuva devletin yeniden yapılandırılmasına ayak uyduramayıp çatlak sesler çıkaran bir grubundan ibarettir.
Ergenekon operasyonu, özetle söylenmesi gerekirse, başlıca, bir Amerikan operasyonudur ve tüm işbirlikçilerin –aralarında kuşkusuz nüanslarını koruyarak ve hala iktidar ipini çekiştirmeyi sürdürerek– el ele vermesiyle yürütülmektedir. (TKP “Amerikan operasyonu” saptamasında haksız değildir; ama bundan çıkardığı, “ulusallık” iddia ve kara propagandalarının da etkisiyle, safra olarak atılması kararlaştırılanlara yönelik soruşturmaya karşı çıkma ve en azından kollama tutumu alınabilir bir tutum değildir.) Aralarındaki anlaşma, muhtemelen, Dolmabahçe görüşmesiyle Başbakan ve Genelkurmay ikinci başkanının Bush’la birlikte yaptıkları 5 Kasım 2007 Washington görüşmesine ve ardından ABD’nin PKK’ye karşı açık tavır alarak “sıcak istihbarat” vermesiyle Genelkurmay’ı ikna etmesine, Erdoğan’ın da sınır ötesine de yayılan Kürt savaşının “başkomutanlığı”nı üstlenmesine dayanmaktadır. Artık ABD’nin istek ve dayatmalarının “ulusalcı” vb. kaygılarla tartışılır olmaması kabullenilmiş ve tam biat edilmiş olmalıdır. Bu anlaşmanın, yalnızca ülke içiyle sınırlı olmadığı, ama tüm Ortadoğu’ya yönelik olduğu, Barzani ile yakınlaşma, Suriye ve İran’la ilişkiler dahil Ortadoğu’da Amerikan çıkarlarıyla tam uyumun benimsenmesini vb. kapsadığı tahmin edilebilir.
Öyle ya da böyle, Ergenekoncu olarak tanımlanan emekli paşalar ve çevresindekilerin, kuşkusuz ki zamanında gönül ve işbirliği ettikleri “sığ”ı ve “derin”iyle askeri bürokratik aygıt tarafından ortada bırakıldıkları bellidir.
Özetle AKP’yi güçlendirecek olan, Ergenekon soruşturmasının bugünkü uzlaşmaya dayalı gidişatıdır.
AKP’nin çıkarları ve sınıf niteliği, öte yandan, yalnızca, “iktidar ipi çekişmesi”nde bugün bir uzlaşmayı öngördüğü için değil, ama genel olarak Kontrgerilla örgütlenmesini de kapsayan burjuva devletin bekasını varsaydığı için de Ergenekon soruşturmasının olabilir en sınırlı haliyle yürütülmesine özen göstermektedir. AKP’nin güçlenmesi/zayıflatılması değerlendirmelerinde dikkate alınması gereken üçüncü ve asıl önemli etken odur ki, sosyal dayanağı, orta sınıf türünden “‘yeni’ ve ‘yükselen’ ‘Anadolu sermayesi’ olan ‘demokratik’ bir güç” olmayan AKP, tersine Ülker, Albayraklar vb. gibi katılımlarla genişleyen işbirlikçi tekelci burjuvazinin gerici bir siyasal örgütüdür. (Ayrıntılara girmek burada gerekmiyor. Kuşkusuz TÜSİAD’ta örgütlü tekellerle aralarına yeni katılanların pazar, kredi, ihalelerde aslan payını kapmak vb. konulu rekabetleri vardır ve kaçınılmazdır ve “yeniler”in hükümet tarafından özellikle palazlandırıldıkları biliniyor. Ama ne onlar tekelci olmayan ve “Anadolu’nun yükselen kaplanları”dırlar ne de Koçlar ve Sabancılar’dan ayrı ve farklı bir Türkiye peşindedirler. Ayırıcı özellikleri, “muhafazakar” dinci motiflerin kullanımına ağırlık veren bir işbirlikçi ve kuşkusuz tekelci hükümet tarafından “yakınlıkları”na binaen özellikle palazlandırılmalarıdır. Ancak kesindir ki, 6 yıllık yönetimi boyunca, AKP, Koç ve Sabancılar başta olmak üzere tekellerin çıkarlarının gerektirdiği tüm adımları atmış, onların çıkarlarının ifadesi olan politikaları izlemiş, tüm uygulamaları bu yönde olmuştur.) O, mevcut tekelci kapitalist düzenin gerici partilerinden biridir. Kuşkusuz düzenin diğer partileriyle bir çekişme içindedir ve daha da ötesinde, tekelci iktidar ipinin geleneksel ve ağırlıklı güçlerinden askeri bürokrasi ile bir çekişme içindedir. Ancak bu çekişmelerin sadece bir AKP çekişmesi olmadığı; bölgenin ve içinde Türkiye’nin emperyalist çıkar ve stratejiler çerçevesinde yeniden yapılandırılmasına bağlanmış çekişmeler olduğu kuşkusuzdur. Bu yeniden yapılandırmanın, iktisadi-mali ve sosyal bakımdan da neoliberal bir yenilenme olduğu; dolayısıyla ülkenin ekonomik, mali, siyasal, askeri vb. tüm yönlerden elden geçirilmesini kapsadığı ortadadır. Ve işte bu açıdan sorun oluşturan yapı, grup, örgütlenmeler, tasfiyeleri de kapsayarak yenilenmektedir. AKP’nin kendisi de, “milli görüş”ten gelen bir parti olarak, bu yeniden yapılanmadan payını alarak “yenilenmiş”, daha siyaset sahnesine doğuşundan başlayarak kendini, bu yeniden yapılanma sürecinin ortasında bulmuş ve ona en başarıyla uyumlanan güçlerden biri olarak, aynı zamanda bu sürecin katılımcı-yürütücüleri arasında yer almıştır.
Sonuçta, Kontrgerilla, gerici bir düzen partisi olarak AKP’ye de gereklidir. Ötesine geçilirse, AKP, evet, askeri bürokrasi ile sürtüşmektedir. Ancak sürtüştüğü iktidar ilişkileri içinde tarihsel olarak belirli bir yere ve belirli iddialara sahip bugünkü askeri bürokrasidir. Yoksa AKP’nin askeri bürokrasiye genel olarak karşı olduğunu kimse iddia edemez. Bir gerici burjuva düzen partisi olarak, tekelci kapitalist düzen ve gerici burjuva devlet onun dayanaklarını ve hareket alanını oluşturmaktadır. Burjuva devletin temel kurumu olarak askeri bürokratik aygıt ve onun kirli ve yasa-dışı işlerini gören “derin” organları (adı değişebilir, ama içeriği tektir: Kontrgerilla), mevcut düzenin devamı için olduğu kadar, onu yönetmekte olan ya da bütünüyle yönetmeye talip AKP için gerekli olup olmadığı tartışılacak şeylerden değildir. AKP ya da bir başka düzen partisi, en uç noktada, bu aygıt ve organlarının yeniden yapılandırılmasını öngörebilme özgürlüğüne sahiptir, ama onları elden çıkarma özgürlüğüne değil.
AKP’nin Ergenekon soruşturmasını olabildiğince sınırlı tutmasının asıl dinamiği kuşkusuz budur. Yoksa başında bulunduğu Kürt savaşını nasıl yürütecektir? İşçi sınıfı ve emekçilere yöneltilmiş saldırısını nasıl sürdürecek, devamını nasıl sağlayacak, bıçak kemiğe dayandığında ayağa kalkarak düzenin karşısına dikilecek sömürülenlerin isyanının nasıl önünü kesecek, kesemediğinde nasıl bastırmaya çalışacaktır? AKP, liberal solcuların iddia ettiği gibi, elden-ayaktan düşmüş olanlarla değil sadece genel olarak darbeciler ve çetecilerle hesaplaşma peşinde bir demokrasi yanlısıysa, düzeni değiştirme peşindeyse, öyleyse neden işçiler ve emekçilerle Kürtlere, Alevilere, düzenin tüm ezilen sınıf ve kategorilerine saldırının başında durmaktadır?
Buradan liberal solcuların iddia ve çağrılarına geçebiliriz; ancak belirmeliyiz ki, AKP mevcut düzen ve burjuva gerici devletin gizli-açık dayanak, aygıt ve organlarına karşı, onları dağıtıcı bir soruşturmayı aklından bile geçiremeyeceği için, üstelik böyle bir soruşturma, tam yürütmesine talip olduğu düzeni ve burjuva devleti, kendi dayanaklarıyla ve dolayısıyla kendisiyle birlikte zayıflatacağı için, soruşturma sürecine halkın müdahalesi gereklidir ve böyle bir müdahalenin, AKP’yi güçlendirmek bir yana, yanılgılara götürebilecek geçici görüntüleri ne olursa olsun, zayıflatmaktan başka bir sonucu olamaz.
TARAF’IN GERİCİ TARAF TUTUCULUĞU
Taraf henüz bir yaşını doldurmamış bir gazete. Büyük iddialarla çıkmış, ancak kısa sürede 5-6 bin tiraja düşmüştü. Şimdi yükselişte. Hakkını vermek gerek: Bir odak olmayı başardı. Niyetlerini, moda tabiriyle “gizli gündemi”ni bir yana bırakırsak, kısa sürede, “sol” görüntü veren, ama asıl gerçek sola, sosyalizme saldıran liberal bir odak haline geldi.
Konjonktürü iyi yakalamıştı. Ya da iyi hazırlanmış, hazırlandırılmıştı! Bir operasyonun yayın organı olarak tasarlandığını düşündürecek çok şey var. Gazetecilik yeteneği ve başarısıyla açıklanabilecek olanın fevkinde haber “havuzu”na akan bilgi ve belge bolluğu bile, bir bağlantılar yumağına işaret ediyor. Olmaz mı, belirli bir yönde yayın yapan gazeteler ve belirli araştırmalar içindeki gazetecilere istihbarat ekiplerinden bilgi ve belge akmaz mı, el altından haber sızdırmaları anlaşılır değil mi? Tabii ki anlaşılır. Ama bir yere kadar.
Tüm yaşamı militarist bürokratik aygıtla çatışma içinde geçmiş gazetecileri geçelim, devrimci militanlarınkini bile geride bırakacak yüksek ses ve üslupla örneğin Genelkurmay’a yöneltilmiş suçlamaların* gerektirdiği cesarete hayran olmamak elde değil!
A. Altan “Hayvanlar Çiftliği” başlıklı makalesinde egemenler ve ordu üzerine yazıyor:
“Bir ülkede ‘asıl egemenlerin’ kim olduğunu anlayabilmek için kimin ‘daha eşit’ olduğuna bakmak gerekir. Kimi eleştiremiyorsunuz? Kiminle ilgili şaka yapamıyorsunuz? Kimin hataları gazetelere yansımıyor? Bu soruların cevabı o ülkedeki gerçek iktidarı gösterir size. Çünkü her zaman ‘görünen’ iktidarla, ‘gerçek’ iktidar aynı olmuyor.(…) Bizim ülkemizde eleştirilemeyen tek bir yapı vardır. Ordu. Ne gazeteler, ne de siyasi partiler orduyla ilgili bir eleştiriyi dile getirmezler.” (01.07.08)
Burada, evet, ordu eleştirisi de var, ama ondan çok bir egemenlik ve “asıl egemenler” saptaması var. Doğru mu? Doğruluk payı yok değil. Ama işte bu saptama ve ona bağlı olarak yapılan çeşitlemeler, Taraf’ın ve genel olarak liberallerin genel olarak Türkiye’nin siyasal gidişatı, özel olarak AKP’nin kapatılması ve Ergenekon soruşturması üzerine geliştirdiği görüşler ve alınması gereken tutuma dair ortaya koyduklarının çıkış noktasıdır.
İkinci Cumhuriyetçi geçmişte Kemalizme yöneltilmiş eleştiriler, Kemalist Cumhuriyet’in yenilenmesine ilişkin söylenenler, militarist bürokrasinin, kimi zaman Bonapartizm kimi zaman başka ad takılan “egemenliği”ni hedef alarak sürdürülmüştü. Küreselleşmecilik ve neoliberalizm, emperyalist kapitalizme eklemlenme ya da entegrasyonculuk, hem ulusallık üzerinden şekillenmiş Kemalist ulusalcılık eleştirilerinde bir dayanak, hem de ulus devlette dayanaklarını bulduğuna inanılan Kemalistlik ya da Atatürkçülük iddiasındaki militarist bürokrasi “egemenliği”nin yerini alacak/yerine konacak, almakta olan “yeni egemenlik”in koşullarını oluşturan temel etken olarak benimsenmişti. İkinci Cumhuriyetçi liberalizm, küreselleşmeciydi, ulusallığın kötülüğüne inanmıştı. Kemalizme karşı olduğu için küreselleşmeci değildi, küreselleşmeci olduğu için ulusallığa, ulusal değerlere ve bu arada dayanaklarını ulusallıkta bulan, tarihsel olarak iktidar ipinin sürek ucundan tutma pozisyonunda olmuş militarist bürokrasinin “Atatürkçü Düşünce Sistemi” düzeyine yükseltip yeniden tanımlayarak ideolojik çerçevesi edindiği Kemalizme karşıydı.
Yine küreselleşmecilik bağlantılı “askercilik/militarizm” eleştirisiyle sınırlı militarizm karşıtı, anti-militarist yaklaşımlar, geçmişte “sol” adına ileri sürülmüştü. Son olaraksa, SDP tarafından hala savunulan, V. Sarısözen’ce geliştirilmiş “askeri vesayet rejimi” algılaması vardı.
Tümünde belirli bir doğruluk payı yok değildi. Militarizmin savunulacak yanı yoktu. Askerlerin iktidar üzerinde bir ağırlıkları tarihsel olarak vardı ve kötülük kaynakları arasında olduğu kuşkusuzdu. Ama ne militarizmin varlığı ve ona karşı olma gereğinden “sivil siyaset” ve “sivilleşme” savunması içeriğiyle militarizm karşıtlığıyla sınırlı bir tutum alışın doğruluğu çıkardı, ne de iktidar ilişkilerinde militarizmin sağladığı ağırlıktan, “askeri vesayet rejimi” saptaması ve ona karşı “demokratlarla liberallerin ve Müslümanların ittifakı” gibi bir tutum alınmasının doğruluğu… Böyle bir geçmişten bakınca, Taraf’ın yeni bir şey keşfetmediği, ama yüksek sesle savunduğu liberal yaklaşımı, günümüz koşullarında iyi sunup pazarladığı söylenmelidir.
Ordu denince, militarizm, darbeler ve darbecilik, Kontrgerilla ve çeteler, en azından silahlı örgüt ve faaliyetler olarak a priori akla gelmektedir ki, bunda da bir yanlışlık yoktur. İkinci olarak, Cumhuriyet’in kuruluşundan, hatta öncesinden, İttihat ve Terakki’den, 1908 ve sonra Hareket Ordusu ve Babaili Darbesi’nden başlayarak ordu, paşa ve generallerin iktidarın yürütülmesinde ağırlık taşıdıkları ortadadır. Bu ağırlığın, yine hatta Osmanlı’nın kuruluşuna, Selçuklular’a, Orta Asya’ya kadar gittiği söylenebilir. Ulusallaşma öncesi de askeri ağırlığı hep olan devletler ve sonra pratik bir değer de ifade etmek üzere “ordu millet” kavramsal yüceltmesine varan ulusallaşma döneminin asker ağırlığı ve bunun benimsenip içselleştirilmesi, kuşkusuz tarihsel olgulardır ve 27 Mayıs darbesiyle birlikte yeniden canlanmış, ardından 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan da yönleri az-çok değişerek kendini dayatmayı sürdürmüştür. Darbelerle kendisini sık sık ortaya koyan asker ağırlığı, 27 Mayıs’ta özellikle Amerikan emperyalizmini karşına almadığını ifade etmek üzere hemen yapılan “NATO’ya CENTO’ya bağlıyız” açıklamasının, sonraki darbelerinse “bizim çocuklar”ın doğrudan eylemi olmalarının belirttiği gibi, mutlaka özellikle Amerikan emperyalizmiyle ilişkili olmuştur. Ama buradan bile, asker ağırlığının kendi başına ve “Bonapartizm” türü bir egemenlik olmadığı çıkar. Asker ağırlığı, bir egemenlik ilişkisinin kendisi değildir, ama ancak bir egemenlik ilişkisi çerçevesinde geçerlidir.
Bonapartizm türü asker egemenliği de olmaz mı. Geçici ve şarta bağlı olarak olabilir. Eski egemen sınıfın artık eski egemenliğini sürdürecek güçten yoksun olduğu, ama yeni egemen adayı sınıfın da henüz egemenliğini oluşturacak güce ulaşmadığı ve bu ikisinin özellikle aralarındaki çatışma nedeniyle mecalsizleştikleri koşullarda, yeni ve yükselen sınıfın egemenliğini sağlamasına kadar, yani geçici olarak, feodal aristokrasi ile burjuvazinin güçlerinin dengelendiği tarihsel dönemde Bonapart örneğinde görüldüğü gibi, bir asker egemenliği olanaklıdır. Ama bu, asker ağırlığının kendisini her belli ettiği iktidarların Bonapartizm olarak nitelenmesini doğrulamaz. Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcından bu yana Türkiye ve Kemalizm’e yakıştırılan Bonapartizm tanımı, örneğin, yerine oturmaz; Türkiye ve Kemalizm’i nitelemez. Kemalizmin dayanaklarını da vermek üzere, Kurtuluş Savaşı, evet asker ağırlığının belirgin olduğu bir siyasal çerçeveye sahiptir ve böyle bir iktidara yol açmıştır; ama Kurtuluş Savaşı, bal gibi bir ulusal burjuva devrimdir, tefeci-tüccar nitelikli ticaret burjuvazisinin toprak ağalarıyla ittifakına dayanmıştır, “taçlandığı” da aynı nitelikli bir burjuva iktidardır. Asker ağırlığı, evet, vardır; ancak, iktidar burjuva sınıf niteliklidir, gerçekleşen, Bonapartist bir askeri diktatörlük değil, bir burjuva diktatörlüğüdür.*
Tartışma uzatılabilir, Türkiye’de çok tartışılmış bu konuya ilişkin çok tez ileri sürülmüştür, ancak bu kadarı en azından şimdilik yeterlidir.
Geçmiş şekillenişi bir yana, günümüzde iktidar kimin elindedir? A. Altan’ın dediği gibi, ordunun mu? Ya da ordu nedir? Nasıl bir aygıttır, kendi başına buyruk bir alet midir, yoksa kimindir? Bunlar, “kiminle şaka yapılamıyor” sorusunun yanıtıyla çözülebilir sorunlar değildir. Türkiye’de, “aşağı” sınıf ve tabakalardan bakıldığında, kiminle “şaka” yapılabilmektedir ki! 301 benzeri maddeler, sırtını sağlam bir yere dayamamış halkın tüm şakalaşmalarını yaptırıma bağlamaktadır. Erdoğan’ın bütün karikatüristlerle davalı olduğu ve onların sırtından ciddi kazançlar sağladığı hatırlanmalıdır örneğin!
Yine de orduyla şaka bile yapılamadığı doğrudur. Ama bundan iktidarı ordunun elinden tuttuğu sonucu çıkarılamaz. Hele, mücadelenin, ordu ve ordu bağlantılı darbeler ve çeteleşmelerle, sınıf nitelikleri, neyi hedefledikleri ve kime-neye hizmet ettikleri önemsenmeyecek darbecilik ve çetecilikle mücadeleyle sınırlanması gerektiği sonucu hiç çıkmaz. Ama çıkarılan sonuçlar bunlardır.
Bağlantıyı örneğin M. Belge tüm samimiyetiyle kuruyor ve Türkiye’nin sahnesi olduğu çatışmayı ve taraflarını şöyle açıklıyor: “Bu ikilemin bir ucunda bir ‘faşizm-bonapartizm’ ittifakı ve onun bu ülke için tasarladığı planlar var(…) ille de bu ikinci ucun mahiyetini açıklayacaksak, (…) demokrasiyi, dolayısıyla hepimizi son derece yakından ilgilendiren konular olduğunu görüyoruz.” Belge bunları, “yesinler birbirini” formülü ile ifade edilmiş “tarafsızlık” politikasını eleştirirken söylüyor ve ekliyor: “Dolayısıyla, sonuç olarak, ‘faşist-bonapartist ittifak’ın tekerine çomak sokmamamız öneriliyor.” (Taraf, Politikasızlık Politikası, 26.07.08)
Yani.. Yani Türkiye’de bir Bonapartist iktidar var, hedef edinilmesi gereken ve ona karşı mücadele edilmeli!
Aynı şeyi A. Altan, Türkiye’de yaşanmakta olduğunu söylediği “büyük değişim”i ve buna yol açan “temeldeki sarsıntı”yı analiz ederken, değişik sözcüklerle söylüyor: “Büyük değişimlerin olabilmesi için ‘temelde’ bir şeylerin geri dönülemeyecek biçimde değişmiş olması gerekir.(…) Benim görebildiğim üç büyük nedeni var bu değişimin. Köylülükten sanayiye geçerken üretimini artırıyor, üretim artarken Anadolu sermayesi zenginleşip güçleniyor, bu değişimlere bağlı olarak dünyayla, özellikle de Avrupa’yla ilişkilerini sağlamlaştırıyor.” Ve.. “Bu değişimle birlikte iktidar yapısı da zorlanmaya başladı. Yıllarca ‘köylülere’ hükmeden bürokrasi artık bu yeni yapıya hükmetmekte zorlanıyordu.” (Taraf, Temeldeki Sarsıntı, 02.07.08)
Bugüne kadar “Bonapartist” bir diktatörlük altında yaşıyorduk.. Başlıca köylü toplumunun ürünü, “köylülere hükmeden” bir diktatörlüktü bu. Sanayi gelişip Anadolu sermayesi palazlanarak, ekonomi dünya kapitalizmine bağlandıkça, iç ve uluslararası koşullarıyla kapitalizm artık böyle bir diktatörlüğü ya da iktidarı olanaklı olmaktan çıkarıyor ve yeni bir iktidar gerekli oluyordu.* Altan, burada “Anadolu sermayesi”ne vurgu yapıyor, iktidar yenilenmesini onun üzerinden kurguluyor, “Anadolu sermayesi”nin direnişi karşısında “bürokrasinin iktidarı”nın zorlandığını ve Ergenekon üzerinden gerçekleşen güncel çatışmanın bu eksende ortaya çıktığını söylüyor: “Darbeye Anadolu sermayesi direniyor.” (Taraf, Muhafazakarlar ve solcular, 24.06.08)
Altan, bir başka yazısında, “sermayenin direndiği” “bürokrasi egemenliği” ve yapılacak tercihi, “temel çelişki”yi açıklarken de belirtiyor: “Bence temel çelişki ‘dünyaya açılmak isteyen, halk iradesine önem verenlerle’, ‘dünyaya kapalı, bürokratik bir egemenliği sürdürmek isteyenler’ arasında.” Sonra, karar vermemiz gerektiğini söyleyip, devam ediyor: “Demokrat, hür, dünyayla bütünleşmiş bir ülke mi olacağız? Dünyaya sırtını dönmüş, askerî bir diktatörlükle yönetilen, baskıcı bir toplum mu olacağız? Demokratlar, gerçekten demokrasi istiyorlarsa Kemalistlerin karşısında olmalı. Kemalizm demokrasiye aykırı militarist bir rejim çünkü.” (Taraf, Bir darbe yandaşı, 27.06.2008)
Tartışmayı ciddi biçimde ilgilendirse de, makalemizde şüphesiz ayrıntılı Kemalizm değerlendirmesi yapacak değiliz. Burada önemli olan, Bonapartist tanımlamasıyla, darbeler ve çetelerle bağlantısı içinde ele alınan Kemalist iktidarın (rejim de denmektedir) “demokrasi” ile, kuşkusuz demokratik bir iktidar ile yer değiştirme sürecinde olduğumuz ve Ergenekon soruşturmasıyla yüz yüze olduğumuz çatışmanın bu temelde sürdüğüdür! Bunun ortaya konuşunun literatür tanımaz biçimde olması da, liberalizmin ürünüdür, ama burada önemsizleşmektedir.
Söylenen şudur: Bir tarafta ulusalcı-içe kapanık Bonapartist-faşist ya da Kemalist bürokratik askeri diktatörlük ve onun yandaşları vardır, bir tarafta (kuşkusuz kapitalist-emperyalist) dünyayla bütünleşmiş hürriyet ve demokrasi yandaşları.
A. Altan şöyle de söylüyor: “Karar vereceğimiz şu: Demokrasi istemek, halkın taleplerine saygı göstermek, darbelere karşı çıkmak, hukuka uygun bir sistemin kurulmasını savunmak, cinayetleri lanetlemek, dünyanın saygıdeğer bir parçası olmayı istemek mi hastalanmak? Yoksa, darbeleri desteklemek, orduyu siyaset içinde tutmaya uğraşmak, hukuku askıya almaya omuz vermek, cinayetleri görmezden gelmek mi hastalanmak? Biz, demokrasinin ve hukukun bu ülkeyi zenginleştirip özgürleştireceğini söylüyoruz.” (Taraf, Halktan vazgeçtiler…, 08.07.2008)
Ya da: “Bu tartışmanın bir ucu kendine ‘laik’ diyen, hatta ‘solcu’ da olmak isteyen bir kesim. Bir ucu da demokrasinin bu ülkede bütün kurallarıyla uygulanmasını isteyenler. Demokrasiyi geri itip laikliği öne çıkartanlar, demokrasiyi savunmanın AKP’yi savunmak olduğunu söylüyorlar.(…) Bugün Ergenekon’a karşı çıktığınız zaman AKP’yi savunmuyorsunuz. Sivil siyaseti savunuyorsunuz. Sivil siyasetin bütün unsurlarını, bütün siyasi partileri, sivil kuruşları savunuyorsunuz. Halkın iradesini savunuyorsunuz.” (Taraf, A. Altan, Savunmak 25. 07. 2008)
Başlangıç noktamıza dönersek, sorun, ordu bağlantılı “egemenlik” tartışması üzerinden, militarizm karşıtlığı ve “sivilleşme”, “sivil siyaset” ve “sivil kuruluşlar”ın savunulmasına gelip dayanıyor; demokrasi yandaşlığı da bu kapsamıyla tanımlanmış oluyor. Taraf’ın büyük bir hışımla ve yana yakıla saldırıya geçtiği “sol”u çağırdığı da bu platform. Ahmet İnsel, “siyasetin normalleşmesi, demokratik parlamenter rejimin özgüven içinde sağlam bir yola girmesi” olarak tarif ediyor bu platformu: Kısaca “demokratik parlamenter rejim”! (Bkz: Radikal İki, Tanrıların Savaşı mı?, 13.07.08)
Tabii ki, önerilen platformun, büyük çoğunluğu eski Marksistler olan çağrıcılarının da farkında oldukları temel açık ve gedikleri var. Bu açıkları, mal bulmuş Mağribi fırsatçılığıyla, gerçekten politikasızlık anlamına gelen ve darbecilikle çeteciliğe karşı mücadelenin demokratik içeriğini görmezden gelmekle eş anlamlı “yesinler birbirlerini” önermesinin eleştirisi ardına gizlemeye çalışırken, aynı zamanda, egemenler arasında sürmekte olan çatışmanın ve gerçek taraflarının gerici niteliği üzerine söylenenlerle iki gerici odağın da peşine takılmayıp bağımsız tutum alma ihtiyacına yapılan vurguyu çıkardıkları gürültü ile boğmaya uğraşıyorlar.
Çünkü, örneğin “Bugün Ergenekon’a karşı çıktığınız zaman AKP’yi savunmuyorsunuz.” diyorlar ama, “ülkenin zenginleşmesi” (siz, kapitalist sömürüsünün yoğunlaşması, sermayenin büyümesi olarak okuyun), “sivilleşme” (siz, sermaye egemenliğinin pekiştirilmesi olarak okuyun) ve kapitalist “dünya ve özellikle Avrupa ile bütünleşmiş” (siz, emperyalizme kölece bağımlılık zincirlerinin sıkılaştırıldığı olarak okuyun) hedeflerine yönelik bir AKP savunusu dayatmasıyla karşılaşıyorsunuz. Darbecilik ve çeteciliğe karşı mücadele eğilimi taşıyanları, bu eğilimleri nedeniyle pişman edip “tarafsız kalmak evladır” dedirtecek bir liberal, düzen savunuculuğu platformu dayatmasıyla yüz yüze bırakıyorlar.
En “ılımlısı” şu: “Tehlike AKP değil darbe” ve “Öyle ya, asıl önemli olan AKP karşıtlığıysa, işte kapatılıyor. Siz kapatılanlarla taraf olun. Özgürlüklere karşı olanlardan yana olun. Bugün darbeye karşı çıkmayan bir solun emekçilerin karşısına çıkma, onlara dert anlatma şansı yoktur.” (Taraf, Doğan Tarkan, 19.07.08)
Yani? Yani, sadece iki taraf ve bu iki taraftan birini seçip destekleme şansı var “sol”un! Ya AKP’yi ya onu kapatmak isteyenleri. Darbecilere ve çetecilere karşı mücadele ederken, iki tarafın da peşine takılmayıp kendi yolundan yürüme şansı yok!
Ya da AKP’nin gerici olmadığını, ama –halka yönelik onca zulmü başkası yapmış ve yapıyormuş gibi– mazlum olduğunu ileri süren bir başkası: “…biz elimizden geldiğince AKP’yi bu baskıcı rejime karşı, AKP’ye benzemeyenleri de AKP’ye karşı korumaya çalışacağız.(…) Orduyla yargı izin verse, bir nebze sakin durabilseler, AKP sistemin içine karışıverecek. (…) İnsanın kendine zulmeden bir güce benzemesi ne kadar acıklı.(…) Demokrasiyi tümden ortadan kaldırmak isteyen birilerine karşı demokrasiyi ve halkın iradesini savunmaya çalışırken, halkın arzusuyla iktidara gelmiş bir partiyi de savunmamız gerekiyor.” (Taraf, A. Altan, 27.07.08)
Altan, AKP ile ittifakı açık biçimde de savunuyor: “Muhafazakârlarla ‘sol demokratların’ elele vermesi gereken bir dönemden geçiyoruz. Ortak bir amacımız var çünkü.(…) Muhafazakârların, darbeye karşı çıkarken ‘solun’ değerlerine, demokratlığına, ‘başkası için mücadele etme’ azmine ihtiyacı var. Solun da, bu topraklarda ‘muhafazakâr’ bir yaşam biçiminin uzun süre devam edeceğini, muhafazakârlıkla barışmadan, onu hayatın önemli bir parçası olduğunu fark etmeden hiçbir siyasi hareketin başarıya ulaşamayacağını anlaması gerekiyor. (…) bu iki kesimin kuvvetli bir ittifakı darbeyi durdurur. Bu iki kesime, Kürtler’in ‘silahtan bıkmış’ ve sayıları gittikçe artan kitlesi de katılır.” (Taraf, Muhafazakârlar ve solcular, 24.06.2008)
Baskın Oran’ın yaklaşımı da böyle. O, çatışmanın “darbe taraftarı-karşıtı ekseninde” yürüdüğünü, Kemalistlerin bu ekseni kaydırıp, olayı “laik-dinci eksenine çekiyorlar” diye eleştiriyor.* (Bkz, Radikal İki, Hocam Sizce… 13.07.08) Taraf’ta Neşe Düzel’e verdiği röportaj da ise ayrıntıya giriyor ve “Solun önceliği darbeyle mücadeledir” başlığı altında şunları söylüyor: “Solun önceliği, devletin içindeki katil çetelerle mücadele olmalı. Bu mücadele yapılıp da darbe olasılığı ortadan kalktıktan sonra devletin içindeki muasır medeniyete aykırı olan her türlü odağın üzerine gidilir.”, “Türkiye’de şu anda gerçek sorun darbe yanlıları ile darbe karşıtlarının kavgasıdır.” Ve tüm başka karşıtlıklar ve taraflarını günümüzde sanal ilan eden, zaten sermaye ile emek, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlık ve mücadelenin adını bile anmayan Oran, buradan çıkacak/çıkardığı doğal sonucu açıklıyor: “Şu anda Türkiye’de tek bir sorun var. O da, darbe yanlılarını tasfiye etmek. Ben bir solcu olarak darbecileri tasfiye etmek için AKP dahil gereken yerlerle koalisyon yaparım. Ancak bu temel meseleyi çözdükten sonra Kürt-Türk, Alevi-Sünni, laik-dinci kavgası gibi sorunlara bakarım. Şu anda bunların hiç önemi yok.” (Taraf, 28.07.08)
Hocamız ve genel olarak liberal solcular, tamam AKP’yi destekleme misyonunu üstlendikleri görülüyor, ancak bir sorun var; “aç tavuk” ve “buğday ambarı” darbımeselinde olduğu gibi, kendilerine, bir de “AKP ile koalisyon yapma” misyonu biçecek bir güç vehmediyorlar. Bu “koalisyon” denen şey, kuşkusuz olabilir, ama herhalde ancak zaten derleme bir şirket ve koalisyon partisi hüviyetindeki AKP içinde gerçekleşebilir. Zafer Üskül hocamız örneği, hatta İnsan Hakları Komisyon Başkanlığı türünden yeni mevkiler de elde edilebilirler istekliler. Savundukları görüş ve yaklaşımlarıyla AKP, aptal olmadıkça, kuşku duyulamaz ki, bu görüş sahiplerine bir yer açacaktır.
AKP koruyuculuğu ve destekçiliğini, diğer liberaller gibi, M. Belge de savunuyor, bu, ortak noktaları: “…evet benim müdahalem AKP’yi kayırmaya yöneliktir. AKP’yi kapatmaya ya da bütün memleketi kapatmaya çalışan kesimi kayırmaya yönelik değildir(…) Bunlardan birine verecekleri destek, onları destek verdikleriyle özdeş kılacak değil.” (Taraf, Politikasızlık Politikası, 26.07.08)
Ordu, militarizm vb. üzerine söylenenlerden ve çeteler ve darbe karşıtlığının zorunluluğuna ilişkin vurgulardan hareketle “sol”un gelmesi istenen yer neresi? Ya da özlenip arzulanan “sol” hangi “sol”? Tüm diğer karşıtlıkları geleceğe erteleyip bugün darbe karşıtlığı adına henüz “sistem içine karışmamış”, “tehlike olmayan” AKP ile mücadele etmeyip, tersine, onu “bu baskıcı rejime karşı… korumaya çalışacak”, “darbecileri tasfiye etmek için AKP ile koalisyon yapacak” bir “sol”! Sol denebilirse!
Radikal İki’de bir başka bu türden “solcu”, Can Irmak Özinanır, darbe karşıtlığında “solun önemi”ne vurgu yaptığı ve içinde “işçi sınıfı”ndan da söz ettiği makalesinde, bu netlikle belirtmek diğerlerinin aklına gelmeyen “sınıf mücadelesi”-darbe karşıtlığı ilişkisini şöyle kuruyor: “Tabii ki sınıf mücadelesini tartışalım fakat bu tartışma uzayda yürümüyorsa, darbe sürecinden bağımsız bir AKP ve sınıf mücadelesi tahlili istesek de istemesek de darbecilerin değirmenine su taşıyacaktır.” (Temiz kalan Marksistler, 13.07.08)
Yani sakın ha! Sakın darbeye karşı mücadele döneminde AKP’ye karşı mücadele bir yana AKP ve sınıf mücadelesi tahlili bile yapılmamalıdır! Ya ne yapabilir o arzulanan, durmadan o belirlenmiş “hiza”ya çağrılan “sol”? Yanıtını Ahmet İnsel veriyor: “AKP’yi Ergenekon soruşturması konusunda daha derine, daha ileriye gitmesi konusunda sıkıştırmak solun asli görevidir.” (Radikal İki, Tanrıların savaşı mı?, 13.07.08) Pek güzel! AKP’yi sıkıştırıcılık! Asli görevi AKP teşvikçiliği olan bir sol! İstenen “sol” bu! Eskiden bunu “sol” darbeciler ister, devrimcilere bu tür teşvikçi destekçiliği “sol darbe” yanlıları yüklemeye yeltenirdi. “Proletarya önderliğinin şartları yok” bari “asker-sivil aydın zümre”yi destekleyelim denirdi devrimcilere. Dünya bu! “Sol”dan isteklerin sonu yok.. Zamanında Kemalist darbeyi desteklemeleri istenirdi.. Şimdi zaman değişti, “Kemalist diktatörlüğü” devirmek için, darbecilerle çatışma halinde olan AKP’nin desteklenmesi isteniyor. Kuyrukçuluk isteklerinde, “solcular”a kuyrukçuluk yakıştırmalarında farklılaşma, “sol”un kimin kuyruğu yapılmak istendiğinde görülüyor! Yoksa “kuyrukçuluk” “sol”un kaderi sayılıyor! Bu yerleşik bir hastalıklı tutumdur: Egemenlerin bir grubuna yamanmak, kendi gücüne, asıl olarak halka ve halkın gücüne değil, egemenlerin fraksiyonlarına, üst tabakalara bel bağlamak ve onlara destekçiliğin “sol”un asli görevi olduğunu düşünmek! Bu, zamanında Lenin’le muarızı Menşevik ekonomistleri ayıran temel bir ölçüt olmuştu: Ekonomistler siyasal alanı burjuvaziye terk eder, dolayısıyla onların “en ileri” tutum alan fraksiyonunun kuyruğu olur ve kumda oynarcasına sadece iktisadi mücadele ile yetinirlerdi. Lenin ise, devrimci işçi siyasetinde ısrar ederdi. Şimdiyse, AKP’yi yaralayabilir ve darbecilerin işine yarayabilir diye ekonomik içerikli olsa bile sınıf mücadelesi, hatta sınıf mücadelesi tahlilinin yapılması dahi yasaklanıyor ve tek yol sunuluyor “sol”a: AKP’yi desteklemek ve daha ileri gitmesi için onu sıkıştırmak!
Temel çarpıtma nerede? Kafalar nereden karıştırılmaya çalışılıyor? “Sol” “sol” denerek işçi sınıfı dikkat merkezinden kaçırılıyor. Ve onun, kapitalist toplumun üzerine kurulu olduğu temel karşıtlık (emek-sermaye) tarafından oluşturulmuş güçlü nesnel temeliyle, emekçi sınıf ve tabakaları etrafında toplamak üzere geliştirmesi zorunlu bağımsız hareketinin üzerinden atlanıyor. İşçi sınıfı ve onun devrimci hareketi, gerçek sol ya da sosyalist işçi hareketinin bağımsız bir hareket olarak gelişip güçlenmesi, bunun için bağımsız sınıf tutumuna sahip olması önemsenmek bir yana, ihtiyaç bile sayılmıyor. “Sol”a, işçi ve emekçileri, üst sınıfların, gerici burjuvazinin fraksiyonlarının peşine takmada aracılık, bunun için öncelikle kendisinin kuyruk olması öneriliyor. Bunun için, yalnızca egemen fraksiyonlar arasındaki çatışmaları görmesi, bu çatışmalarla sınırlı hesap yapması ve sonuçta taraflarının birinden birini desteklemesi dayatılıyor. Emek-sermaye ve gericilikle halk arasındaki çelişme ve çatışmalarının adı bile anılmıyor, ilerici ve ilerletici olanın, türlü görünümlerle sunulan gericiler arasındaki çatışma olduğu vurgulanıyor. Hele bir de çatışma konusu, devrimcilerin tarafsız kalamayacakları darbecilik ve çetecilikse, darbeciliğe ve çetelere karşı mücadele, taşıdığı demokratik içerik çekiştirilip, gerici taraflardan birinin, aktüel durumda AKP’nin çıkarlarına bağlanarak, ilericilik ve “solculuk”un AKP gericiliğini desteklemek olduğu yüksek perdeden ileri sürülür oluyor.
ORDU VE DÜZEN İÇİ SOLCULUK
Çarpıtmanın temel bir etken ya da kaynağı, darbecilik ve çetecilik bağlantısı içinde orduya ilişkin değerlendirmelerdir. Devrimci literatürde “iktidar sorunu”nun önemi bilindiğinden, “Kemalist iktidar”, “bürokrasi egemenliği”, “Bonapartizm” türü ordu egemenliğine göndermeler ve güncel çatışmanın sözde bir iktidar çatışması olarak sunulması ve bir iktidar değişikliği sürecinden söz edilmesi, tümüyle bu çarpıtmaya dairdir.
Berktay ne derse desin, kim “militarist bürokratik iktidar”dan, “Bonapartizm” ya da “askeri vesayet rejimi”nden söz ederse etsin, Türkiye, on yıllardır tekelci kapitalist bir ülkedir ve kapitalist tekellerin egemenliği altındadır. İktisadi yaşama egemen olan tekeller siyasi yaşama da egemendirler ve siyasal egemenliği ellerinde tutmaktadırlar. Devlet bir burjuva devlettir ve iktidar burjuvazinin elindedir. Bu iktidar küçük bir zümrenin, tekelci burjuvazinin elinde yoğunlaşmıştır, devlet oligarşik niteliklidir. Sınai ve mali sermayenin iç içe geçmesiyle oluşan mali sermaye egemenlik ağlarını tüm topluma yaydığı gibi, “bankaların ve sanayilerin ‘kişisel birliği’ hükümetle bunlar arasındaki ‘kişisel birlik’le tamamlanmış” (Lenin, Emperyalizm) ve tekelci büyük sermaye sahipleriyle devlet ve hükümet yönetimi, askeri ve sivil bürokrasinin doruklarının (Türkiye’de kendisi bir holding olan OYAK’ın bu süreci kolaylaştırıcılığı hatırlanmalıdır) “kişisel birliği” tam oligarşi bir egemenlik oluşturmuştur. Ama artık burada “askeri diktatörlük”e yer yoktur. Darbeler olmaz ve askerler, tekeller adına yürütmeye el koymaz değillerdir. Ama bu ne Bonapartizm” ne de benzeri başka bir geçici diktatörlüğün kurulması anlamına gelir. Tekelci düzen olağan araç ve aygıtlarıyla yürümez olduğunda, düzenin yürütülmesi işini “demir yumruğu” ile ordu üstlenmiştir.
Ordu ayrı bir iktidar organı değil, ama işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde bir diktatörlükten başka bir şey olmayan burjuva egemenlik aygıtının, burjuva devletin temel kurumudur. Bürokrasi ve militarizm sömürücü egemenlerin her devletinin olduğu gibi, burjuva devletin de iki başlıca dayanağı ve kurumunu oluşturur. Bürokrasi/memurlar, yönetim işini yaparlar; silahlı adam birlikleri ya da ordu (ve polis) ise düzenin korunmasını, baskı altında tutulan sömürülen yığınların baskıya başkaldırmaları halinde bastırılmaları işlevini üstlenmiştir. Devlet bu iki başlıca kurumun yanında, devlet işlerinin finansmanını sağlama işlevini üstlenen ve başlıca vergi toplama işi yapan maliye ve düzene karşı çıkanları yargılayıp cezalandıran mahkemeler ve maddi eklentileri olan hapishaneler toplamından oluşmuştur. Nasıl hakim egemenliği ya da tahsildar/vergi toplayıcı maliyeci egemenliğinden söz edilemez, “polis devleti” dendiğinde polislerin egemenliği akla gelmezse, özel ve geçici durumlar dışında, mali sermaye egemenliği yerine geçirilmek üzere, askeri devlet ya da ordu egemenliğinden söz edilmesi de, tekelci kapitalizmde akla uygun değildir. Tarihsel olarak askerlerin iktidarda az ya da çok söz sahibi olmaları, devlet iktidarında bir ağırlık taşımaları ya da taşımamaları, tekelci kapitalizmde devlet iktidarının tekellerin elinde olduğu gerçeğini ve devletin burjuva sınıf niteliğini değiştirmez.
Mali sermaye egemenliğinde, Belgevari Bonapartizm ya da Altanvari iktidar değişiklikleri (bürokrasi iktidarından sermaye iktidarına ya da demokrasiye) olanaklı değildir. Ya da tekelci kapitalizm koşullarında sermaye ve iktidarına karşı veya ondan ayrı ve bağımsız bürokratik iktidarlar fikri saçmalık ve kafa karıştırmaya yönelik olduğu gibi, Bonapartizmin tek koşulu, burjuvazinin iktidarı elde tutacak kadar güce sahip olmaktan uzaklaşması, ama onu bu şekilde güçsüzleştirecek tek sınıf olan işçi sınıfının kendi iktidarını kurmaya henüz güç yetiremediği bir denge durumunun oluşmasıdır. Ötesi palavradır!
Ve tekelci kapitalizm koşullarında demokrasi mücadelesi, faşist vb. darbe tehditlerine karşı mücadeleyi de içerir; ancak başlıca, tekellerin siyasal demokrasiyi engelleyen gerici egemenliğine karşı mücadele olabilir. Demokrasi mücadelesi, kapitalist tekellere (ve onunla birleşmiş büyük toprak sahiplerine) karşı, onların egemenliğine son verilmesi mücadelesidir ya da böyle bir içeriğe sahip olmaksızın ancak laftan ibaret bir aldatmaca olabilir. Tekellere ve siyasal egemenliğine karşı yöneltilmemiş darbe karşıtı, çetelere karşı “sivilleşme” vb. içerikli demokratizmin lafının ötesinde taşıdığı önem şuradadır ki, darbe karşıtı bir başka darbeyi, çetelere karşı başka çetelerin geçirilmesini amaçlamadan edemez; çünkü tekellerin egemenliği, darbelere, çetelere ihtiyaç duyar. Bugün ihtiyaç duymaması yarın duymayacağı anlamına gelmez ve tekelci oligarşik egemenlik ya da günümüzün gerici burjuva devleti, darbeciliği ve Kontrgerilla örgütlenmesini elden çıkarmaz, ancak yeniden yapılandırabilir. Böyle bir demokrasi mücadelesi, sistem içi bir mücadeledir, başarıya ulaşma ve demokrasiye ulaşma şansı yoktur.
AKP’yi “sistem içine karışmaya hazır” olsa bile, “sistem dışı”, “baskıcı rejimin dışında” ve ona “karşı” bir güç olarak varsaymak ve darbeciliğe ve çeteciliğe karşı desteklemek, hele bunu “sol”un asli işlevi saymak, gericiliğin kaynağını oluşturan ve tüm demokratik gelişmeyi baltalayıp engelleyen, demokrasi mücadelesinin başlıca hedefi olması gereken tekellere ve tekelci egemenliğe karşı mücadelenin gelişmesini olanaksız kılar. Türbana ve AKP’nin kapatılması karşıtlığına indirgenmiş (şimdi Ergenekoncuların soruşturulmasıyla genişletilen) özgürlük ve demokrasi laflarının ötesinde, demokratlık başka şeylerin yanı sıra, başlıca, tekellere karşı mücadeleyi gereksinir ki, AKP ulusal ve uluslararası alanda tekellerin programını uygulamaktadır. Neoliberal IMF-DB politikaları temel yönlendiricisi olmuş, TÜSİAD ve genel olarak tekellerin istekleri emir niteliğinde sayılmıştır. Burada “AKP’nin gerçek karakterini, sınıf düşmanı niteliğini, neoliberalizmini reddetmiyoruz” demenin bir anlamı yoktur. Buna rağmen “darbe karşıtı demokratizmi” desteklendikten ve hem de bu mücadelesinin ilerletilmesi için sıkıştırılması asli işlev sayıldıktan sonra, bu “kabul”ün anlamı ne olabilir ki?
Neoliberalizm tekellerin programa bağlanmış politikası ve genel yaklaşımı durumundadır, sınıf ve halk düşmanıdır. Bunun desteklenmesi, düşmandan ve AKP onun sözcülüğünü ve yürütücülüğünü üstlendiği için düşman yürütmesinden medet ummaktan, demokrasi ve demokrasi mücadelesini iğdiş edip ayağa düşürmekten başka ne demektir?
Gerici AKP’nin desteklenmesine çağrılan ve gericilik içindeki (sistem-içi) çatışmadan ötesini görmemesi, sivilleşme ve parlamenter sistemin ihyasıyla yetinmesi istenen “sol”, işçi ve emekçilerin çıkarlarını yansıtabilir bir sol olamaz. Halk üzerinde zorbalıktan başka şey olmayan tekelci egemenliğin savunulması, savunanı, sol ya da demokrat yapmaz. Taraf’ın ve tüm yazarlarının mutabakat halinde arzuladıkları ise, sol ve demokrat olmayan, gericilik içindeki çatışmalar ve onların taraflarından birini desteklemekle sınırlanmış düzen-içi bir “özgürlükçü sol” ve “demokratlık”tır. “Sol”a yüklemeye çalıştıkları “demokratlık”, tekelleri ve egemenliğini, onların neoliberal saldırganlığını hedef almayan, tekelci fraksiyonların kendi aralarındaki çatışmalarının yedek gücü, öyleyse tekellerin yönlendiriciliğini benimsemiş, onların “demokratlığı”nın övgücüsü ve eklentisi bir demokratlıktır.
YASAKLANAN DEVRİM!
“Demokrasi mücadelesi” ve “demokratlık”ı, özünü, tekellere ve tekelci egemenliğe karşı mücadelenin oluştuğu temelinden koparıp içini boşaltarak çarpıtan ve tekellerin demokratlığına indirgeyen Taraf liberalizmi, burada durmuyor. Dursaydı şaşılırdı! Çünkü demokrasi mücadelesi ile bağımsızlık mücadelesi ve her ikisiyle devrim fikri ve pratiği arasında kopmaz bir bağ vardır.
Demokrasi mücadelesi, ancak tekelci kapitalist düzen ve egemenliğin bir siyasal devrimle dönüştürülmesini hedefleyebilecek devrimci bir mücadele olabilir ki, Taraf, örneğin M. Belge’nin ağzından buna da kuşkusuz itiraz halindedir. Önce, Ergenekon soruşturmasına, diğer her olgu ve gelişmeye olduğu gibi devrimci bir perspektifle yaklaşan, kuşkusuz müdahalelerini, devrimi yakınlaştırmak ve onun başlıca ihtiyacı olan işçi sınıfı ve halkı birleştirip devrime hazırlamak ölçütüne vuran ve bu amaçla gerçekleştiren liberal olmayan, devrimci ve sosyalistlere bir yakıştırmada bulunuyor Belge: “Birçoklarının şöyle akıl yürüttüğünü tahmin ediyorum: ‘Ergenekon tasfiye oldu! AKP ‘raund’ kazanmış gibi oldu! Ne çıkar? Bunlar Türkiye’yi sosyalizme yakınlaştırır mı? Devrime yaklaştırır mı? Hayır. Hatta uzaklaştırır. Öyleyse bana ne!’” (Taraf, Formel Demokrasi, 20.07.08) Oysa devrimci ve sosyalist, evet, her olgu ve gelişmeye “devrimi yaklaştırır mı?” diye bakar, öyle ele alır; ama eğer “yaklaştırır”sa olumlu, “yaklaştırmaz”, “hatta uzaklaştırırsa” olumsuz müdahale eder, ama asla “bana ne” deyip tarafsız kalmaz. Daima tuttuğu bir taraf vardır, ama bu Tarafçı liberalizmin dayattığı türden tekellerin ve özel olarak onların fraksiyonlarının tarafı değil, işçi ve emekçilerin ve onların nesnel çıkarlarının ifadesi olan devrimin tarafıdır. Devrimin kendisi bağımsız bir taraftır.
Bu devrimci sosyalistlere bu katakullili yakıştırmanın ardından, Belge kendi görüşleriyle aydınlatıyor “solcu”ları: “Evet, açıkça söyleyelim: Ergenekonun tasfiyesi, Türkiye’yi otomatikman sosyalizme yaklaştırmaz. Bununla varılacak yerin ‘reel’ çerçevesi, olağan burjuva rejimidir. Bizden daha önce yola çıkmış Batı ülkelerinde olduğu gibi, normal kapitalizm. Normal, formel burjuva demokrasisi.” (Agy)
Burada, devrim ve sosyalizmin ABC’sine ilişkin yapılması gereken tartışmalar var, ancak geçiyoruz. Demokrasinin kazanılmasının sosyalizmi yakınlaştıracağı kesindir, ancak tabii ki, içi boşaltılıp tekellerin egemenliğine bağlanmış, tekelci kapitalizm çağında mali oligarşinin egemenliğini tanımlayan burjuva diktatörlüğünden başka bir şey olmayan “formel burjuva demokrasisi”ni “reel çerçeve” sayan, güdükleşip gericileşmiş sahte bir demokrasi ve bu içerikli bir mücadelenin sözü edilmiyorsa. Böyle bir mücadeleye ne denli “demokrasi mücadelesi” adı takılırsa takılsın, mevcut burjuva diktatörlüğünü koruyup sağlamlaştırma mücadelesi olmaktan öteye varmayacağı kesindir. Ama işte Belge, “solcular”a, “formel burjuva demokrasisi” ile, işçi sınıfı ve halk üzerinde bir diktatörlük olan demokratik burjuva egemenliği ile yetinmeyi öğütlüyor. Bunun, hele tekellerin fraksiyonlarının desteklenmesiyle elde edilemeyeceği tartışmasızdır, ancak kurulu olduğu bir dizi Avrupa ülkesindeki -polis devleti vb. yönleriyle- güdükleşip gericileşmiş içler acısı hali ortadayken, Türkiyeli sosyalistlere önerilmesinin hiç mantığı yoktur. Ama Belge dilinin altındaki baklayı çıkararak, ısrarını sürdürmektedir:
“‘Devrim’ dediğiniz o şey, inanılmaz derecede olağandışı koşullar oluşmadıkça, Türkiye’de olmaz. Burada şu konjonktürde iki ihtimal, iki yön var: liberal demokrasiye açılmak ya da pleb/patrisyen bir faşizm koalisyonunun sultasına girmek.(…) Türkiye’de birçok ‘solcu’ var ki, onlar da gençliklerinde hayal ettikleri devrimin olamayacağını görüyorlar; ama ‘olmayan devrim’in ‘devrimcisi’ olma payesini de elden bırakmak istemiyorlar.” (Agy)
Yoruma gerek yok. Belge “solcular”a devrimi yasaklamaktadır! Devrimi olmayacak şey ilan etmekte ve tekelci gericilik içindeki çatışmanın taraflarından birini desteklemekten ibaret olan reel seçenekleri sunmaktadır: “Solcular” düzen içinde kalmalı, düzenin sınırlarını katiyen zorlamamalıdırlar, bugün sıkıştırıp zorlayacakları şey, ilerlemeye teşvik etme amaçlı olarak, AKP’dir! Unutun devrimi, ya liberal demokrasi ya faşizm demektedir Belge! Ve solcu ne kelime, solcu akıldane olmaktadır!
BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİNİN REDDİ: AÇIK EMPERYALİZM YANLILIĞI
Sahtesi bir yana, siyasal özgürlükleri kazanmaya yönelik içeriğiyle tekelci zorbalık karşıtlığı ve siyasal devrimi gereksinmesiyle tanımlanabilecek gerçek bir demokrasi mücadelesinin emperyalist kölelik zincirleri parçalanarak bağımsızlığın kazanılmasını hedefleyen anti-emperyalist mücadeleyle ayrılmaz bir bütün oluşturduğu kolaylıkla anlaşılacaktır. Tekelci zorbalık ve egemenlik, kuşkusuz herhangi tekelin (toprak tekeli vb. gibi) değil, kapitalist tekellerin, mali sermayenin egemenliğidir ve pek sevilen küreselleşme ya da doğru deyişle kapitalist uluslararasılaşma koşullarında ortaya çıkmıştır. Kapitalist tekel, ülke içine kapanık, tepeden tırnağa yerli bir olgu değildir. Tekelci kapitalizm, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde ortaya çıkıp onu dünya pazarını fethetmeye götüren uluslararasılaşma eğilimini geliştirmiş, ticaretin ötesinde sermayenin de uluslararasılaşmasıyla karakterize olmuştur. Tek bir kapitalist dünya ekonomisi oluşmuş ve tek tek ülke ekonomileri kapitalist dünya ekonomisi zincirinin halkaları haline gelirken, tek tek ülkelerin tekelci burjuvazileri, ulusal kaygılarını bir yana atarak, uluslararası burjuvazinin müfrezelerine dönüşmüştür. Artık tek tek ülkelerle sınırlı analizler yapılamaz olmuş, mali sermaye egemenliğinden başkası olmayan uluslararası sermayenin egemenliğini hedef almayan yaklaşımların başarı şansı kalmamıştır. (Devrim, elbette tek tek ülkelerde, ancak, dünya devriminin bileşenleri olarak gerçekleşecektir.)
Türkiye’de de tekeller, uluslararası tekellerin parçasıdırlar ve işbirlikçi tekelci burjuvazi, emperyalist tekellerle çoktan birleşmiştir. Ulusal sınırların her yönüyle kaldırılmasını ve dünya kapitalizmine tam entegrasyonu öngören neoliberal politikaların bu yöndeki hızlandırıcı etkisiyse, kuşkusuz görmezden gelinemez.
Dolayısıyla yerli tekellerin nerede bitip emperyalist tekellerin nerede başladığı, kapitalist uluslararasılaşmanın günümüzde ulaştığı boyutlar dikkate alındığında, artık yanıtlanabilir bir soru olmaktan çıkmış ve önemsizleşmiştir de. Kuşkusuz Türkiye işbirlikçi tekellerin egemenliği altında kapitalist bir ülkedir, ama uluslararası mali sermayenin ağlarını yaydığı ve emperyalizmin işbirlikçilerine ekonomi politikalarından dış politikaya kadar politika dayatmakla kalmadığı, aynı zamanda doğrudan kapitalist sömürü ilişkilerini belirlediği ve sömürüsü gerçekleştirdiği bir ülkedir de. Kısacası, emperyalist ve işbirlikçi tekeller tek bir uluslararası sermaye ve burjuvazi oluşturup onların bileşenleri olarak birleşmiş durumdadırlar. Ve Türkiye’de egemen tekelci burjuvazinin ardında uluslararası sermaye ve emperyalizm, sadece verdiği destekle değil, tüm varlığıyla durmaktadır.
Öyleyse, siyasal özgürlükleri elde etmek üzere tekelci egemenliği gidermeye yönelik demokrasi mücadelesinin, dolaysızca anti-emperyalist mücadeleyle birleşme zorunluluğunda anlaşılmayacak şey yoktur. Demokratlar demokrat olmaktan çıkmadıkça, yalnızca emperyalistler tarafından desteklenmekle kalmayan, ama kendileri de işbirlikçiler olarak uluslararası burjuvazinin bir parçasını oluşturan tekellere karşı yöneltecekleri demokrasi mücadelesini, bu nedenle emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı bağımsızlık mücadelesiyle birleştirmekten kaçınmayacaklardır.
Liberallerin itirazı burayadır. Onlar, demokrasi mücadelesinin içini boşaltarak, onu, siyasal fraksiyonları üzerinden tekellerin desteklenmesine indirgeyerek, devrimsizleştirilmiş, devrime karşı düzen-içi bir mücadele olarak tanımlarlarken, bu yaklaşımın bir sonucu da olarak, tamamen gereksiz saydıkları anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesinden de koparıyorlar. Üstelik bağımsızlık mücadelesini tam bir işbirlikçilikle suçlayarak yapıyorlar, bunu.
“İktidar değişikliği”nin dayanağı olarak tanımladıkları darbe ve darbecilere karşı “mücadele”yi nasıl ele aldıkları aktarırken, A. Altan’ın değindiği “Avrupa” ya da B. Oran’ın değindiği “demokrasinin dış etkeni” üzerinde durmuştuk. Altan, yanı sıra “…darbe hazırlıklarının asıl hedefi AKP değil. İki temel hedefi bulunuyor. Birincisi, hızla uyanan halkı siyaset dışında tutabilmek… İkincisi de, Avrupa Birliği’ne giden yolu kesmek.” diyor. Avrupa Birliği, emperyalist düşman değil, demokrasi dostu oluyor!
Bu B. Oran’ın da görüşü: “Bugün ise muasır medeniyet Avrupa Birliği’dir. Ama Kemalistler AB’ye emperyalist diyorlar. AB emperyalist olamaz ki. (…) Ancak bir devlet emperyalist olabilir AB bir devlet değil ki. Emperyalizm çok basit olarak bir devletin bir başka devlet üzerindeki özellikle iktisadi çıkarlarını silah gücüyle gerçekleştirmesi demektir. Amerika’nın Irak’taki varlığı emperyalizmdir.” (Taraf, 28.07.08)
Tam bir Kautsky’e dönüş olan emperyalizm üzerine bu görüşler, kelimenin gerçek anlamıyla pespayeliktir. Emperyalizm basitçe sömürgecilik ve silah gücüyle ilhakçılıktan ibaret değildir, ama asıl olarak mali sermaye egemenliğidir, sermaye ihracıdır, tek tek ülkeler ekonomisi ve dünya ekonomisinin ele geçirilmesidir vb. AB bir devlet değilmiş! Ne müthiş kolaycılık!
Ama burada da durmuyor Oran ve tıpkı yukarıda olduğu gibi, sözde başlıca Kemalistleri hedef alarak, bağımsızlık mücadelesini karalamaya yöneliyor: “Kemalist entelektüellerin de solla hiçbir ilgisi yok. Onlar da, diğer ‘sol’ gibi, bağımsızlık ve anti-emperyalizm söylemleriyle yeni bir nasyonalizm inşa ediyorlar. Onlar da profaşizm yapıyorlar.” (Agy)
Hocanın dilinin kemiği yok hiç! Doğrudan emperyalizm yanlılığı övgüsü yapmıyor, ama aynı işi, bağımsızlık mücadelesi ve anti-emperyalizmi karalayarak, onu “neo-nasyonalizm” ve “profaşizm” (faşizm yatkınlığı/yanlılığı) ilan ederek yapıyor. Bu tutum alış, emperyalizmin önünde diz çökmenin, tekelci kapitalizmi içselleştirmiş olmanın ürünü olabilir ancak!
Zemzem kuyusuna işeme örneğini takip ederek, Türkiye’de bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi ve devrimin ölçütü olan Deniz Gezmiş’e hakaret etme alçaklığıyla ün arayan R.O. Kütahyalı da, tahmin edileceği gibi, tam safını seçmişlerden, “Tam bağımsızlık tam barbarlık demektir” diyor. (Taraf, 26.07.08)
Bir de liberal Gökhan Özgün var, Taraf’ta yazan. O da ipini koparmışlardan. Darbecileri kast ederek ve A. Altan’ın “halkı siyaset dışına itmek” gerekçesini de geçersizleştirerek, diyor ki:
“Aslında tek ama tek hedefleri var. Türkiye AB’nin, AB’ye de Türkiye’nin kapılarını kapamak.” (Taraf, 26, 07.08)
Ama bağımsızlığa ilişkin dedikleri de ibret vesikası: “Bağımsız İtalya ne kadar anlamlıysa, bağımsız Türkiye de o kadar anlamlı artık. Buna alış. Türkiye’yi de küçümseme. Batı’yı da küçümseme.” (Taraf, 21.07.08) Ve devam ediyor: “Amerika’ya Avrupa’ya karşı mısın? O halde bu medeniyetin içinde ve içeride mücadele edeceksin. Demokratik bir mücadele vereceksin. İçinde yaşadığın medeniyetin merkezinden hakkını alacaksın, bu koskoca medeniyetin sana ve diğer vatandaşlarına öngördüğü tek mücadele tarzını, demokrasiyi kabul edeceksin. Demokrasiyi küçümsemeyeceksin.” (Agy)
Bu sözler, herhalde sonuna geldiğimiz liberalizm eleştirisini siyasal boyutuyla tamamen hak eden ve en iyi temsil eden açıklıkta. Adam, ne yasakçı bir liberal! Sosyalizme, devrime hiç hayat hakkı tanımayan dayatıcılıkta.. Pervasızlıkta sınır tanımıyor. Tek seçenek var: Tekelci kapitalizm ve emperyalist Batı medeniyeti önünde diz çökme ve onun “merkezinin tanıdığı” imkanları kullanma! Eğer bu demokrasi düşmanlığıyla uyum sağlamak gerekecekse, demokrasi lafı etmeye ne gerek kalırdı ki?
Adam, demokrasi mücadelesiyle bağımsızlık mücadelesinin birleştirilme zorunluluğunun da kanıtını üç satırlık makalesinde ne güzel sağlamış! Öyle bir tekelci demokrasi sunumu ki, hem uluslararası burjuvazi ve emperyalizme karşı hem de demokrasi için mücadele ihtiyacını yakıcı kılıyor.
Tüm bunlar, liberallerin özlediği, ama asla özlenen tıynette olmaması gereken “sol”u tarif ediyor: Demokratikliği ve özgürlükçülüğü tekeller ve emperyalizm önünde diz çökmekle tanımlanan, sürekli bir tekelci fraksiyonun kuyruğu olacak, düzen-içi, parlamenter burjuva demokrasisi yanlısı “majestelerinin muhalefeti” bir “sol”. Ama katiyen bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist değil. Katiyen devrimci değil. Katiyen işçi ve emekçilerin çıkarlarını esas almayacak ve onun davası olan sosyalizmi savunmayacak!
Devrimci ve sosyalist sol ise, kuşkusuz kendi bağımsız yolundan yürüyerek ilerleyecektir. İşçi sınıfının davası olan sosyalizmin yolundan…
* Nesnel olarak halkın, gerek MGK, MİT, Kontrgerilla vb. aygıtlarla, gerek genel olarak bürokratik militarist aygıt ve onun temel kurumu olduğu gerici burjuva devletle, gerekse yürütme organı olan AKP “iktidarı”yla karşı karşıya ve tümünün karşısındaki asıl taraf olduğundan kuşku duyulamaz. Tümünün asıl işlevi halkı baskı altında tutmaktır. Kontrgerillanın bir grubu olduğu anlaşılan Ergenekon’un da halkı hedefine koymuş bir örgütlenme olduğu, dolayısıyla onun karşısında da halkın taraf olduğu şüphesizdir. Söylenen, somut şekillenişinin öznelliğiyle, bugün Ergenekon üzerinden gerçekleşen çatışmada asıl taraf olması gereken halkın dışlandığı ve ancak yedeklenecek bir güç durumuna sıkıştırıldığı ve çatışmanın gericilik içindeki bir iktidar paylaşımı çatışması olarak yürütüldüğüdür.
* Aynı “tarafsızlık” sonucuna, başka her şeye gözünü kapayan “saf devrim” beklentisinin de götürmesi, kuşkusuz bir “cilve” değildir, ama sağcı bir yaklaşımla aşırı “solcu” bir yaklaşımın sadece sonucunun değil, zemininin de ortak olduğunu belirtir.
** Şu görüşler K. Okuyan’ın ve Ergenekon’a ilişkin olarak, AKP’nin Amerikan “destekli” “Cumhuriyet tasfiyeciliği” operasyonuna işaret ediyor ve Ergenekoncuların suçlanmasına dair TKP’nin tek laf etmeyişini açıklıyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesine dönük operasyona karşı koymadan sosyalist bir cumhuriyet için mücadele inandırıcı olmaz.” “Gerici ideolojiler deposu Türkiye’nin iç gerilimleri ile emperyalizmin bölgesel açılımlarının örtüşmesinden Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye operasyonunun çıktığını anlamayanların gerekçesi çok.”
* “AKP’nin emriyle hareket geçen emniyet güçleri çok sayıda kişiyi gözaltına alıyor, gazete büroları, dernekler, evler basılıyor. AKP darbe tehlikesini bahane ederek kendi diktatörlüğünü kuruyor!(…) Gericilik ülkemizi teslim alıyor!(…) Türkiye’ye emperyalist planlar dahilinde roller biçiliyor! Avrupa Birlikçisi, Amerikancısı, NATOcusu, IMFcisi, SOROSçusu, gericisi, liberali bugün hep bir ağızdan bağırıyor. ‘Darbe tehlikesi var’ diyerek, emperyalist ve gerici bir proje adım adım örülüyor. Emperyalizmin truva atı içimizden kemiriyor!(…) Gerçek tehlike emperyalizmdir, gericiliktir, yağmadır. Bugün yaşanan bir Amerikan darbesidir. Bu darbe durdurulmalıdır. 12 Eylül uzantısı, ABD maşası AKP’ye dur deme zamanı gelmiştir!(…) 6 Temmuz Pazar günü saat 14:00’de Beyoğlu Tünel’den Galatasaray’a yürüyüşümüze katılmaya çağırıyoruz. AMERİKANcılara, ABcilere, NATOculara, SOROSçulara, FETHULLAHçılara AKP’ye Karşı Ülkemizin sahipsiz olmadığını gösterelim!” (Amerikan Darbesine Hayır!, TKP-Bulten,
Wed, 7/2/08, TKP Duyuru <duyuru@tkp.org.tr> wrote:
From: TKP Duyuru <duyuru@tkp.org.tr>
Subject: [TKP-Bulten] Amerikan Darbesine Hayır!
To: bulten@tkp.org.tr)
* “Ordunun bugünkü komuta kademesinin üstünde “27 Nisan muhtırasının” gölgesi var.
Hukuka ve demokrasiye aykırı bir muhtıraydı o.
Hiç üstlerine vazife olmadığı halde kendi görev alanlarının dışına çıkarak cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale etmişlerdi.
Yasaları çiğneyip suç işlemişlerdi.
Anayasa Mahkemesi’nin üzerinde ise “367” kararıyla, “türbanı iptal” ederken anayasayı açıkça çiğnemelerinin gölgesi var.
Onlar da anayasayı ihlal ederek suç işlediler.
Asla suça bulaşmaması gerektiği halde suça bulaşmış iki kurumun, iki önemli mensubu gizlice buluşuyorlar.
Ortak bir amaçları bulunuyor bu kurumların.
Ordu, 27 Nisan muhtırasıyla… Anayasa Mahkemesi de “türban değişikliğini” iptal ederken “anayasal sınırlarını” aşarak, halkın iradesini temsil eden parlamentoyu “devreden çıkartmak” istediklerini kesin bir şekilde ortaya koymuşlar.
Halksız ve parlamentosuz bir yönetim biçimi istiyorlar.” (Ahmet Altan, Ne Açıklama Ama, 14.06.08) Ardından ordudan gelen tepki üzerine de geri çekilme yok, Altan dikiliyor:
“‘Suça bulaşmış iki kurum’ dememden alınmışlar.
Muhtıra vermek suçtur… Anayasa Mahkemesi’nin anayasayı çiğnemesi de suçtur.
Suçlu duruma düşmek istemiyorsanız hukukun çizgileri dışına çıkmayın, yasaları çiğnemeyin.” (A. Altan, Genelkurmay ve Dört Gazete, 15.06.08)
Bunlar örnek. Daha başka “restleşmeleri” de var Taraf’ın Genelkurmay’la. Güzel değil mi? Kuşkusuz güzel. Soru ise şu: A. Altan’ın İkinci Cumhuriyetçi geçmişi biliniyor, yazıp çizdikleri ve eğilip bükülmeleri de. Eski pratik yumuşaklıkla bugünkü cesaret farkı nereden geliyor? Sadece dengeler mi, koşulları değerlendirme mi, yoksa sırtın dayandığı bir yer mi edinildi?
* Burada, Halil Berktay’ın “liberalizm” üzerine bir süredir kaleme almakta olduğu makaleler dizisinde, darbecilik ve dayanağını oluşturan Bonapartizm bağlantısını, bu durumda burjuvazinin değil kendinden menkul bürokrasinin eğilimi/tutumu/ideoloji ve politikası olduğunu vurgulamak üzere, Kemalizm ve onun sınıf niteliğiyle ilgili olarak, günümüz tartışmalarına “ışık tutmak”, ama bizi bu kez tam tersten Türkiye sosyalizminin ilk çocukluk döneminin önermelerine geri çekmek amacıyla yazdıkları anılmalıdır: “Eski Yunan mitolojisinde, Attika yollarının ünlü haydudunun eline geçirdiği zavallılara yaptığı gibi, kesip biçiyor ya da çekip uzatıyor; kâh ‘küçük burjuvazi = millî burjuvazi’, kâh ‘Anadolu eşraf ve âyânı = millî burjuvazi’, kâh (onların da burjuva-demokratik gündeme hizmet ettiği gerekçesiyle) ‘askerî-bürokratik kadrolar = millî burjuvazi’ diyor; sonuçta, İttihatçı veya Kemalist önderliğin ‘burjuva’ karakterini ‘kanıt’lıyorduk. Nerede, ‘somut koşulların somut tahlili’? Ciddî, ampirik bir tarih çalışmasından çok, teorik bir paradigmanın icaplarını yerine getiriyorduk. Her şeyin ve bu arada devrimlerin de bir sınıf karakteri olmalıydı. Bu, bizi ‘burjuva/zi’ kavramını tümüyle anlamsızlaştırıp, bir totolojiden ibaret kılmaya götürüyordu. Sınıf şablonlarımıza uymadığı gerekçesiyle, Doğan Avcıoğlu’nun ‘asker-sivil aydın zümre’sini de karalıyorduk, Turan Güneş’in ‘bürokrasi’sini de. Sol fraksiyonlaşma alanının dışında kalan sosyal bilimlerden öğrenmeyi reddedişimiz, ‘bürokrasi’yi ‘burjuvazi’ye indirgeyip, kendimizi ‘bürokrasi-burjuvazi’ çelişmesi gibi, bugünü anlamak için de çok önemli bir analiz aracından yoksun bırakmaya varıyordu.” (Taraf, Teorik intermezzo: “burjuva” devrimi?, 24.07.2008)
* Baskın Oran da, bu konuda, çerçevesiyle birlikte Altan’la aynı fikirde: “Türkiye sürekli demokrasiye doğru gidiyor. Bu ülkede sivil toplum doğuyor ve demokrasi istiyor. Hem iç güçler, hem dış güçler sürekli demokrasiye doğru götürüyor Türkiye’yi.” (Taraf, Solun önceliği darbeyle mücadeledir, 28.07.08)
* Burada ve aşağıda aktaracaklarımızda Oran’ın söyledikleriyle M. Belge’nin analizi arasında farklılıklar var. Oran “laik-dinci” karşıtlığını “kaydırılmış eksen” sayarken, Belge, onun ve darbe karşıtı-yanlısı karşıtlığının aynı karşıtlığın farklı görünümleri olduğu düşüncesinde: “Her şeyin merkezindeki tarihi çatışma, ‘laik/Müslüman’ ya da ‘elit/ayak takımı’ ya da ‘demokrat/otoriter’, daha çok medya düzeyinde bir ‘boks maçı’ karakterinde, kamuoyunun önünde cereyan ediyor.” (Taraf, Savaşın çeşitleri ve davaları, 13.07.08) Bu kadar farklılık olabilir herhalde.. Oran söylediklerinin tam anlamının ayırdında değil gibi. Yoksa darbecilere ya da elitlere ya da otoriterlere karşı “taraf” durumunda olduğunu kendisinin de belirttiklerinin “demokrat” ya da “ayak takımı” ya da “Müslüman” olduklarını, öyleyse tutarlı olması gerekecekse, “laik-dinci” ve “darbe yanlısı-karşıtı” bölünmelerinin, Belge’nin dediği gibi, “çakışması gerektiğini” fark ederdi! Gerçi onun bir de önemli bir taraf olarak homoseksüelleri var!