Sunu

İklim değişikliğinin etkisiyle iyice yakıcılaşan, geçen yıl tahrip ettiği tarımı bu yıl da tehdit eden, metropollerde ciddi su sıkıntısına ve kar hırsıyla tedbirsizliğin ürünü olarak çözüm adına ancak “arsenikli su”yun bulunabilmesine yol veren sarı sıcak yaz, AKP’nin (ve ihmal edilip görmezden gelinen DTP’nin) kapatılması ve Ergenekon davalarıyla gerilen ortamda iyice sıcak geçiyor. Yürütülmekte olan emperyalist operasyonların ihtiyacını karşılamak üzere yeni peydahlanan Taraf’ın sürdürdüğü cansiperane mücadeleyle şenleniyor da. Cem Boyner’in partisinin, İkinci Cumhuriyetçiliğin etkisi sınırlı olmuştu. Yurtdışı ve içinden derlenen ve özellikleri, gericilik içindeki çekişmede taraf tutarak, embedded (iliştirilmiş) gazetecilik ve gazetecileri iliştirildikleri daha yüksek katlardan eleştirmenin yanında demokrasizm adına emperyalizm ve düzen yanlılığını yayarak, devrim kaçkınlığının yüceltisiyle birlikte “sol”a da dayatmak olan kalem erbapları ve izlediği kafa karıştırmaya yönelik çizgiyle, Taraf, önceden denenmiş seleflerinden farklı olarak, basın ve siyaset dünyasında belirli bir yer tutacak gibi görünüyor.

Taraf’ın da açıktan taraf olduğu ve “sol” üzerinden Türkiye işçi ve emekçilerine taraf olmayı dayattığı AKP’nin kapatılması ve Ergenekon davalarıyla herkesin gözüne sokulan tekelci gerici iktidar odakları arasındaki kapışmanın Ağustos ayı içinde belirli sonuçlar vermesi bekleniyor. Hiç değilse, kapatma davasında Anayasa Mahkemesi bir karar verecek ve karar siyasal gidişatı belirleyecek. Ama bu kararın da çatışmaya nokta koyması beklenmiyor. Ergenekon davasının varlığı bunun bir etkeni. Ya bir uzlaşma sağlanacak ya da AKP’li veya yerine kurulacak yeni bir partiyle –Erdoğanlı ya da onun perde arkasına geçmesiyle “Erdoğansız”– daha bir süre bu çekişmeyle yaşayacağız. Çatışan tarafların niteliği ve emperyalizmle ilişkilerinden hareketle, şöyle ya da böyle, kısa ya da orta vadede bir uzlaşmayla karşılaşacağımızı söyleyebiliriz.

Bize düşen ise, kuşkusuz tarafsız bir izleme tutumu olmayacak. Ama istendiği gibi taraflardan birini desteklemek ise hiç olmayacak. Darbecilik ve çetecilikle, halk karşıtlıklarıyla mücadeleden tutarak, demokrasi mücadelesinin AKP yandaşlığı ve destekçiliğine indirgenmesi, tekelci kapitalist Avrupa ve Amerikan medeniyeti hayranlığı ve önünde diz çökmeye dönüştürülmesi girişimlerine karşı uyanık durup, tekelleri ve tekellerin egemenliğini hedefine koyan devrimci içeriğinde ısrar ederek, bu mücadeleyi bağımsızlık mücadelesiyle birleştirerek sürdürmek, “tarafsız izleyici” olarak kalmanın değil, işçi sınıfının bağımsız sınıf tutumunun gereği. Bağımsızlıkçı tutumun aşağılanmasına ve demokrasi mücadelesinin tekellerin hizmetine koşulmasına izin vermemek, bu ikisini düzen karşıtı gerçek içerikleriyle, halkın ve devrimin hizmetinde doğru olarak ele almaya bağlı.

Ergenekon ve Arzulanan Sol Üzerine

Temmuz ayının başında dallanıp budaklanmış haliyle Ergenekon soruşturması ülke gündemine bütün hışmıyla oturdu. Soruşturma başlayalı bir yılı geçmişti ve özellikle AKP’nin kapatılması davasına karşı buradan bir atak düzenleneceğine dair sinyaller olsa da, böyle bir sarsıntı beklenmiyor gibiydi. Gerçi aylar öncesinden Genelkurmay’a az sayıda olmayan muazzaf ve emekli subaylar hakkında savcılığın dosyası iletilmiş ve görüş sorulmuştu; ama “Nokta”ya düşen “darbe günlükleri”, Şemdinli Savcısı Sarıkaya’ya hayatın zindan edilmesinde olduğu gibi, Nokta’yı kapattırmıştı. Başlangıçta kapatma lafı karşısında esip gürleyen AKP, süregiden çekişmede, “kaderine razı olmuş” ve “alttan alıyor” görüntüsü veriyordu.

Sonra birden iki emekli orgeneral gözaltına alınıp tutuklandı. Beraberlerinde başkaları da vardı, ama önemli olan onlardı. “33 Kurşun”un Muğlalısı ve 27 Mayıs’ın Erdelhun’u ardından, 48 yıl arayla tutuklanan ilk orgenerallerdi. Önemli görevlerde bulunmuşlardı, biri kuvvet komutanı kategorisindendi, JİTEM’in de bağlı olduğu Jandarma Genel Komutanlığı yapmıştı. Benzerlik kurmak gerekirse, Eruygur’un seleflerinden biri, 12 Eylül’ün “idareye el koyan” 5 kudretli adamından biriydi.

Ne oluyordu? Neydi bu sarsıntıya yol açan? Tutuklamaların ardından yaman bir gürültü koptu.

Tutuklamalar, AKP kapatma davasının Anayasa Mahkemesi’nde ele alınıp alınmayacağının kararlaştırılacağı güne “denk gelmişti”. Buradan bile, Ilımlı İslamcı AKP ile askeriyeden CHP’ye tüm Kızılelmacıları kapsayan “ulusalcı” denilenler arasındaki “iktidar ipi”ni sahiplenme içerikli çekişmenin devamı olduğu şeklinde anlaşıldı. Saflar buradan tutuldu.

Yanlış mı anlaşıldı? Devletin hemen tüm kurumlarını, “kolluk kuvvetleri” ya da “güvenlik kuvvetleri” denilen ordu, jandarma ve polis gibi düzenin silahlı örgütleriyle hükümeti de kapsayan “yürütme”, çeşitli düzeylerde mahkemelerle “yargı” ve kuşkusuz “yasama” organı görünümündeki parlamentoyu da kapsayarak bir çekişmenin sürdüğü ortadaydı.

Özellikle AKP cenahından tartışma ve çekişmenin “halk egemenliği”ni hedef alınarak yürütüldüğü ileri sürülmekte ve kanıt olarak 27 Nisan Muhtırası ile ordunun, 367 kararı ile Anayasa Mahkemesi’nin seçim sonuçlarıyla parlamento çoğunluğunu dikkate almaz karar ve eylemleri gösterilmekteydi. İnanmamız istenen, “rakamlı demokrasi”ydi. İnanmamız istenen, hükümeti ve “muhalefeti” ile birlikte kararlılıkla savunulan seçim barajları, devlet tarafından düzen partilerinin finansmanı, sosyal güvenlik kurumlarının işlevinin fonlarıyla birlikte hükümet partisi tarafından oya tahvil edilmek üzere devralındığı “yardım dağıtımları” ve asıl olarak ifade, basın, örgütlenme ve toplantı ve gösteri özgürlüklerinin hiçe sayıldığı, sendikalaşmaya çalışan işçinin işten atıldığı, grevin hak sayılmadığı ve sudan gerekçelerle yasaklanmasının yürütmenin iki dudağına bırakıldığı, partilerin birbiri ardın kapatıldığı, 30 yıla yakındır kanlı bir savaşın sürdüğü koşulların “demokrasi” sayıldığıydı. Halk, geniş emekçi kesimler örgütsüzdü ve nefes alıp verme özgürlükleri bile sınırlandırılmıştı, haklarına sahip çıkamıyorlardı; ama halkın “egemen” olduğu ve zorun, dağıtımların, medyası başta tüm propaganda aygıtlarının, para ve üstelik barajların denetimindeki seçimlerle bu “egemenlik”in rakamlarda temsil edildiği ve şampiyonunun da AKP olduğuna inanılmalıydı! Demokratik haklarıyla halkın ne durumda olduğu umurunda bile olmayan AKP, zorbalık ve aldatma koşullarında elde edilmiş parlamento çoğunluğunu “halkın egemenliği” olarak ileri sürmekteydi. Üstelik bu “egemenlik”, MGK, MİT, koruculuk sistemi gibi yasallığa kavuşmuş, JİTEM, Kontrgerilla, itirafçı orduları gibi illegal kurum ve aygıtlarca sınırlanmış haliyle “yürütülüyor”du!

Kısacası, demokratik hakları, örgütlülüğü ve dolayısıyla siyasal yaşama müdahil olması engellenen halk, “halk egemenliği”ne dair AKP söylenceleri bir yana, tartışma ve çatışmanın bir tarafı durumunda değildi.* Tartışma ve çatışma, “halk egemenliğini temsil” iddiasını ileri süren, ama “güç”ünün dayanakları halkta değil, palazlandırdığı yeni gruplarla birlikte bütün hizmetini sunduğu büyük sermaye, Amerikan ve Avrupalı emperyalistlerin stratejik çıkarlarıyla devlet aygıtında elde etmeyi başardığı kadrolaşma, ele geçirdiği medya gücü ve açık/gizli tarikatlarda olan AKP ile yine legal illegal mevzileriyle devlet içinde örgütlü “ulusalcı” denilenler arasındaydı. Tartışma ve çatışma, devlet iktidarında “aslan payı” sahibi olmaya yönelikti; gericilik ve devletle halk arasında bir çatışma olarak değil, gericiler arasında bir çatışma olarak şekillenmişti.

Halkı, dert ve taleplerini ağzına almayan, 301 örneğinde olduğu gibi, demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesini değil, önünün kesilip budanmasını amaçlayıp savunan CHP ve lideri, kuşkusuz demokrasi karşıtı olduğu için, ama AKP “demokratizmi”ni bertaraf etmek üzere değil, halkı, demokratik haklarını hedefleyen ve egemenlik mücadelesinin önünü kesen zorbalık aygıtlarıyla tekelci gericiliği ve tüm şiddet aletleriyle burjuva devletin yönetimini AKP’ye kaptırmamak için “ben Ergenekon’un avukatıyım” demişti. Ona göre Ergenekon davası yoktan var edilmişti, aslında böyle bir şey yoktu, AKP, “vatanseverlere karşı” bir kampanya yürütmekteydi.

“Egemenlik”ini temsil ettiği iddiasındaki emekçi halka –mülkiyet değişikliğinin ötesinde işten atmalarla sonuçlanan– özelleştirmelerle, sosyal güvenlik sistemini ve emeklilik haklarını yok ederek, eğitim sağlık ve belediye hizmetleri gibi kamu hizmetlerini bütünüyle piyasaya bağlayarak, çalışma yaşamını esnekleştirerek, kıdem tazminatı ve asgari ücrete göz dikerek… saldırdığı gibi, kurulu düzenle hiçbir çelişmeye düşmeden, işçi ve emekçiler, ezilen milliyet ve mezhepler de içinde tüm ezilenlere yönelik siyasal saldırganlığın (yeni sendika yasasıyla sendikal hakların daha da tırpanlanması, Kürt savaşının tırmandırılması, Alevilerin haklarıyla birlikte hiçe sayılarak dışlanması, seçim sistemi ve barajlardan hoşnutluk…) hoşnutlukla yürütücülüğünü üstlenen AKP ve lideriyse, Baykal’ın Ergenekon “çetesi” avukatlığı karşısında “öyleyse ben de millet adına savcısıyım” dediği ve Ergenekon gerici karşı devrimci bir kan içicilik örgütü olduğu için, kuşkusuz ki demokrat olmuyordu.

“YESİNLER BİRBİRİNİ” TARTIŞMASI

Birgün gazetesi son Ergenekon gözaltılarının ardından “Yesinler Birbirini” manşetiyle çıktı. Ve bu tartışmalara neden oldu. “Taraf”ını çok açık seçik ilan eden ve sanki Ergenekon operasyonu için ya da daha genel kapsamıyla devlet katlarındaki tartışma ve çatışmada özellikle sol tandanslı kesimleri etki altına alıp AKP gericiliğine bağlamak üzere sol, demokrat görünümlü AKP destekçiliği için zuhur ettiği izlenimi veren Taraf yazarları başta olmak üzere, bu yaklaşım yoğun bir tepki aldı. Sol ve solculuğa karşı açılmış AKP ve asıl olarak ardındaki Amerikan emperyalizmine teslim alma içerikli haçlı seferi, bu “iki taraf da gerici” yaklaşımına tepki üzerinden başladı.

Oysa “yesinler birbirini” yaklaşım ve tutumu, her şeyden önce, çatışmakta olan iki gerici odağı da karşısına alıp birinden birine bel bağlayıp yedeği olmaya karşı çıkarılmış bir çağrı olarak devrimci içeriğe sahipti ve saygıdeğerdi. İki tarafın da gerici ve karşı devrimci niteliğini, birinden birini diğerine karşı tercih etmeme tutumunu ifade ediyordu. Çatışan tarafların biri ya da diğerinin, az-çok ötekine tercih edilebilir demokratik halkçı ilerici bir alternatif oluşturmadığını belirtiyordu.

Peki tarafların ikisi de gerici ve karşı devrimci, halka ve demokrasiye karşı nitelikte değil miydi yoksa?

İlk önce Ergenekon? Nasıl bir yapı ya da örgüt?

Çatışan taraflardan birine, “ulusalcı” diye nitelenen kızıl elmacılara bakılırsa, Ergenekon ulusal, anti-emperyalist bir örgüttür ve Cumhuriyet’e yöneltilmiş, onun kazanımlarını yok etmeyi amaçlayan siyasal İslamcı/şeriatçı saldırıya ya da “Ilımlı İslam”a direnişi temsil etmektedir.

Burada tartışılabilecek çok az şey vardır. Veli Küçük’üyle, emekli generalleriyle, JİTEM bağlantıları ve dayanaklarıyla, faili meçhulcü tetikçileri ve bombacılarıyla, darbe girişimleri ve genel darbeci nitelikleriyle, Ergenekon, kesindir ki, bırakalım dinamiği ve savunucusu olmayı, ulusallıkla, anti-emperyalizmle, Cumhuriyet’in herhangi ilerici kazanımlarıyla birlikte anılabilecek bir örgüt değildir.

Aslında Ergenekon adı takılmış bu darbeci, kan içici faşist örgütün, Kontrgerillanın bugünkü hali olmasa bile, onunla bağlantısı, onun bir devamı ya da grubu olduğundan kuşku duyacak şey yoktur.

Kontrgerillanın ise, Amerikan sahra talimnameleri uyarınca NATO’nun tüm üye ülkelerinde “Soğuk Savaş” yıllarında komünizme karşı (eğer ülke işgal edilirse cephe gerisinde mücadele vermek bahanesiyle) savaş yürütmek, ülkelerin, onları Sovyet tehdidi altına sokacağı ileri sürülen her türlü demokratik ilerlemelerinin darbe, suikastlar, faili meçhuller dahil her türlü yol ve yöntemler önlenmesi amacıyla işçi ve emekçilerin, ezilen milliyet ve mezheplerin bir yandan birbirine düşürülüp bölünür parçalanırken, bir yandan da hak ve demokrasi mücadelelerini, anti-emperyalist mücadelelerini bastırıp ezmek üzere doğrudan devlet içinde örgütlenmiş, tabiri caizse onun “çelik çekirdeği” işlevini üstlenen ve yasallıkla sınırlanmayan karşı devrimci bir şiddet aygıtı olduğu artık biliniyor. Geçmişinde 6-7 Eylül Tan Olayları vardır, 12 Mart, 12 Eylül, ’77 1 Mayıs’ı, ’78 Maraş, ’80 Çorum ve Fatsa, Sivas, Malatya vb.. katliamları, Musa Anter, Vedat Aydın.. cinayetleri, Savaş Buldan, Behçet Cantürk faili meçhulleri, Uğur Kaymaz, Şemdinli bombaları ve öyle anlaşılıyor ki Dağlıca olayları vardır.

Ulusalcı mıdır? Ulusal değerlerle bir ilgisi var mıdır? Şoven milliyetçilikle malûl bir ulusalcılığı, kızıl elmacılığı vardır, ama yurtseverlik ve anti-emperyalizmi asla. NATO tarafından kurulmuş oluşu, Amerikan stratejik çıkarları üzerinden mevzilenişi ayan bayandır. Ya Cumhuriyet ve kazanımlarını savunduğu iddiası? Cumhuriyet’in o eski sosyal niteliğini mi savunmuştur, demokratiklik iddiasını mı, yoksa hukuk devletini mi? “Laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti” olarak Cumhuriyet’e yükselen niteliklerden yalnızca “laiklik”i sakız haline getirdiği söylenebilir ki, bu da, laiklik değil laikçilik savunusudur, yurttaşlara yapma bir devlet dininin dayatılmasıdır. “Laiklik”, tıpkı “ulusallık” türünden, devlet iktidarının “ipi” ya da yönetimini ele geçirme ya da elden kaptırmama çatışması içinde olduğu Ilımlı İslamcı ve kuşkusuz Amerikancı AKP ile sürtüşmesinde kullandığı bir argümandan başkası değildir. Öte yandan AKP, dinci bir parti olmak ve din istismarı yapmakla birlikte, bilinen şeriatçı partilerden değildir; dini ve dini değerleri, tıpkı ulusal değerler açısından geçerli olduğu gibi, çoktan dolar ve euro ile trampa etmiştir. İslam’ı, Ilımlı İslamcı içeriğiyle Amerikan emperyalizminin stratejik çıkarlarına peşkeş çektiği, Ortadoğu’da, İsrail Siyonizmi ile el ele Amerikan atının (GOP) seyisliğine soyunduğu kanıta ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır. Ancak AKP’ye karşı bir laiklik kavgası, din istismarına karşı bir mücadele verilecekse, ki bu zorunludur, Ergenekon’un onun yürütücüsü ya da dinamiği olamayacağından kuşku duyulamaz.

Ya AKP ve onun GOP avangardlığı, üstlendiği eş başkanlığı, Amerikancı Ilımlı İslamcılığı? AKP Kürt savaşını üstlenirken mi demokrat ve ilericidir, 1 Mayıs’a hunharca saldırırken mi, demokratiklikle ilgisi olmayan sendikalar ve grev yasalarını bile değiştirmeye girişir ya da sosyal güvenliği tasfiye ederken mi? AKP, “demokrasi” sözcüğünü iki noktada kullanmaktadır: Türban sorununda ve AKP’nin kapatılması davası karşısında. Türbanı savunurken özgürlük ve demokrasi aklına gelmekte, ama aynı kategoriden din ve vicdan ya da inanç ve ibadet özgürlüğü kapsamında, Aleviler karşısında özgürlük ve demokrasi sözünü bile ağzına almamakta, zorunlu din dersini savunmakta, Cem Evlerini “Cümbüş evleri” olarak nitelemekte ve dine devletin müdahalesinin aracı Diyanet İşleri ve onun Sünni İslama dayalı yaklaşımlarını Alevilere de dayatmaktadır. Uzatmaya gerek yoktur.

Sonuç olarak, Ergenekon’la belirginleşmiş, ancak yıllardır sürmekte olan iktidar ipini çekiştirme ve ele geçirme mücadelesinin taraflarının ikisinin de halk ve demokrasi karşıtı gerici niteliğe sahip oldukları ortadadır. Bu durumda, “yesinler birbirini” yaklaşımı neden bunca tepki çekmektedir? Gericiliğin aşılması özlemini ifade eden bu yaklaşımın, bu nedenle eleştirilemeyeceği kesindir.

Ancak öte yandan, genel içeriği doğru olmakla birlikte, bu yaklaşımın kabalığı ve devrimci içeriğine karşın çocukça oluşu, biçim ve taktik sorunuyla ilişkilidir. Bu formülasyon, devrimcileri, işçi ve emekçilerin temsilcileri olarak, süren kapışmada “tarafsız” ve “seyirci” pozisyonuna düşürmekte, “bize ne?” tutumunu dile getirmekte ya da çağrıştırmaktadır. Bu kabalık ve yüzeyselliğinin kaynağı kuşkusuz yine içeriğinin anlaşılamayan bir yönüyle ilgilidir. Gericilik içindeki çatışmada taraf olmamak ve bunun doğruluğu bir yana, bu çatışmanın zeminini oluşturan Ergenekon ya da bağlandığı Kontrgerillayla, onun bir örgütü olduğu tüm aygıt ve eklentileriyle burjuva devletin halkı baskılayan işlevinin bütün nesnelliğiyle halkı taraf olmaya zorladığını hesaba katmayışı ve bunun sonuçlarını ihmal etmesi, yanlışlığın kaynağı durumundadır.

Yine de, bu tutumun, Kızılelmacı solcuların ya da daha geniş çerçevede CHP’den MHP’ye, Cumhuriyet gazetesi yazarlarından TKP’ye, bir kısmının AKP’yi güçlendirme kaygısıyla Ergenekon’a yönelik suçlamalarda neredeyse Baykal gibi avukatlık rolü üstlenmeleri ya da Ergenekon soruşturması ve iddianamesini gözden düşürmeye çalışarak dolaylı avukatlığa soyunmalarından evla olduğu söylenmelidir. Çünkü, bir defa, her iki çatışmacı tarafa karşı da bir tavır açıklamaktadır. “Taraf”ın bütün bir solu AKP kuyrukçuluğuna yönlendirme ve asıl olarak emperyalizme ve özellikle Amerikan emperyalizmine bağlanarak devrimden yüz çevirmeye ikna çabası yürütme taraflılığından ise yüz kere evla olduğu açıktır.

Ama yine de sadece “evla”dır, yürek soğutur, ama izlenecek taktik olamaz. Programatik olarak, taraflardan birine bağlanıp yedeklenmeme ve her ikisini birden karşıya alan bir mücadele platformu öngörme, devlet katlarındaki çatışmaya alet olmama ve emperyalizme kölelik bağlarıyla bağlı mevcut kapitalist sistemi, tekelci sermayenin egemenliğini ve onun oligarşik diktatörlüğünü, tüm baskı cihazıyla birlikte hedef alma genel (stratejik) doğrultusu bakımından, evet, gerçeği işaret etmektedir. Ancak, yalnızca genel doğrultularla ilerlenebildiği görülmemiş, daima taktiğe ihtiyaç olmuş, taktik de daima genel doğrultunun hizmetinde en geniş halk kesimlerini bir araya getirmeyi amaçlamıştır. Bu amaç “seyircilik”ve “tarafsızlık”ı çağrıştıran çağrılarla gerçekleşebilir mi? Kuşkusuz hayır.

Evet, iki gerici karşı devrimci mihrak kapışma halindedir. Biri diğerine karşı desteklenemez. Birinden birinin arkasında yer alınamaz. Bunlar doğrudur. Ancak, Ergenekon soruşturması ve açılırsa (açılması için de mücadele ederek), açıldığında, davasını, tekelci sermaye egemenliğini zayıflatıp devirmenin, oligarşik diktatörlüğün çeperlerinde gedikler açılması ve yıkılmasının hizmetine koşmaya çalışmanın ne engeli vardır? Bu ana doğrultuda ilerlemenin tek bir davadan yararlanarak gerçekleşip gerçekleşemeyeceği ayrı şeydir. Böyle olmayacağı şimdiden söylenebilir. Ancak Ergenekon denen şey tamamen gerici, kan içici, en küçük bir demokratikleşme imkanının bile önünü kesmeye yemin etmiş, düzenin ve diktatörlüğün iğrenç bir organından başka bir şey olmadığına göre, deşifre edilip tasfiyesi için mücadele ve bu mücadelenin kazançları, eğer “tarafsızlık” mevzilerinde seyircilikle vakit geçirilmezse, ancak halkın işine gelebilir ve onun demokrasi özleminin gerçekleşmesinin bir adımı olarak anlamlanır.

Üstelik gericilik içindeki çatışma ve bu çatışmadan yararlanmanın ötesinde, Ergenekon ve onun bağlandığı “derin devlet” de denen Kontrgerillanın –bir dizi gerici fraksiyonun çatışmasına da sahne olması ve bugün Ergenekon’dan bu yönüyle söz edilmesi bir yana– halkı ve mücadelesini hedefine koyduğu ve halkın ve mücadelesinin önünün açılması için her imkandan yararlanarak bu zulüm makinesinin etkisizleştirilmesi ve tasfiyesi için mücadelenin zorunluluğu görmezden gelinebilir mi?

AKP’NİN GÜÇLENMESİ İHTİMALİ TARTIŞMASI

Peki, bundan AKP ve onun Amerikancı Ilımlı İslam’ı kazançlı çıkmaz mı, emperyalist kölelik zincirleri güçlenmez mi, AKP tarafından sürdürülen neoliberal piyasacı saldırganlık güç kazanmaz mı, onun sahte demokratizmi palazlanıp halk üzerindeki egemenliği pekişmez mi ve dolayısıyla AKP’nin ve sahte demokratizminin yedeğine düşülmez mi?

Birgün, manşeti attığına göre bu düşüncede olmalıdır.

Sorunun birkaç yönü üzerinde durmalıyız.

Birincisi, “yiyin birbirinizi” genel yaklaşımında dile getirilen tarafların “birbirlerini yemeleri”, gericiliğin iç çekişmesi olarak, eğer uygun tutum geliştirilse, iki tarafı da güçlendirmez, tersine güçten düşürür. “Gericilik içindeki çelişki devrimin yedek gücüdür.” Birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya dökerek ve birbirlerini çelmeleyerek ne kadar birbirleriyle çatışırlarsa, hem iki gerici güç odağı, hem de güç odağı oldukları sermaye egemenliği ve oligarşik burjuva devlet güçten düşer. Mevcut kapitalist düzen ve burjuva devlet, burjuva gerici akım ve parti ya da odaklar arasındaki dalaş ve mücadeleden güç kazanmaz ki, asıl olan taraflardan birinin güç kazanıp kaybetmesinden çok, budur. Çünkü devlet, sömürülen yığınlar üzerinde bir baskı aygıtıdır ve bu asıl işlevini “hakkıyla” yerine getirmesi, burjuva gericiliğinin sömürülen yığınlardan oluşan halk yığınları karşısındaki birliğinden ve örgütlülüğünden güç alır. “Dikkat istikrar bozuluyor”, “aman istikrar bozulmasın” feryatlarının anlamı, akil kişi görünümündekilerin tarafları genel geçer bir uzlaşma çağırmalarından çok, düzenin ve devletin halk karşısındaki pozisyonunu sağlamlaştırma kaygısını yansıtmasıdır.

Ancak gericilik arasındaki çelişki ve çatışmaların halkın çıkarına olması ve devrimin dolaylı yedeği olarak şekillenmesi için ön şart, bu çatışmadan uygun taktiklerle yararlanmayı öngören, halkın her fırsattan istifade ederek en geniş kesimlerinin birleştirilmesi ve örgütlenmesi için durmaksızın çalışan bağımsız devrimci bir gücün varlığıdır. “Tarafsız kalmak”la, ne çatışmalardan yararlanılabilir ne devrimci bir gelişmenin önü açılabilir ne de örneğin gerçek bir demokrasi mücadelesinin gelişmesi sağlanabilir. Devrim kendiliğinden gericiliğin iç çatışmalarından yararlanamaz; bunun için, bu çatışmalardan yararlanmayı hesaba katarak uygun taktik yaklaşımlar geliştirmiş bir devrimci gücün varlığı şarttır. Bu olmadığı durumda, gerici taraflar birbirlerini yıpratsalar bile, halk, kendiliğinden ikisinin de ve asıl olarak kapitalist düzen ve devletin karşısında güç biriktiremeyecek, taraflardan birinin ya da her ikisinin birden peşinde sürüklenecektir. Bu nedenle gerici tarafların çatışmaları seyredilemez.

İkinci ve birinciyle bağlı olarak, sonuçta, iki gerici taraf da, kapitalist sistemin taraflarıdır ve ikisinin de hareket alanının sınırlarını gerici burjuva devlet verir. Bu gerçek, AKP’nin Ergenekon soruşturmasını sınırlamasının da başlıca temelini oluşturur. AKP, bu nedenle, ne “derin devlet” olarak bilinen devletin çelik çekirdeğiyle ne de Ergenekon’un gerçek kapsamı ve bağlantılarıyla uğraşmaktadır. Henüz darbe günlüklerinin soruşturmaya dahil edilmemesinin anlamı bundan başkası değildir. 27 Nisan Muhtırası’ysa, tüm “darbe karşıtı” söyleme rağmen akla bile getirilmemektedir. Aynı şekilde Ahmet Altan CHP ve genel olarak sola “neden Susurluk’ta farklı Ergenekon’da farklı tavır alınıyor?” diye günlerdir sormasına karşın, AKP’ye “neden Ergenekon’da böyle Şemdinli’de başka türlü?” diye sormamakta, AKP de Kontrgerillayla doğrudan bağlantılı olduğundan kuşku duyulamayacak delilli-ispatlı suçüstüne dayalı Şemdinli soruşturmasını olmuş-bitmiş, kapanmış bir defter saymaktadır.

Gericilik içindeki çelişki ve çatışmaların devrimin yedek gücü olması ve halkın mücadelesinin gelişmesine hizmet etmesi, bu nedenle de, devrimci bir gücün Ergenekon soruşturmasının asıl kapsamına uygun olarak genişletilmesi ve bir Kontrgerilla soruşturmasına dönüştürülmesi için müdahalesini gereksinmektedir. Aksi halde “birbirlerini yemeleri” beklenip seyredildiğinde, belki şu ya da bu tarafı belirli bir güç kaybedecek, ama gericilik güç kaybetmeyecek, tersine iyice deşifre olup “ayağa düşen” safralarını da atarak güçlenip sağlamlaşacaktır. AKP’nin güçlenip güçlenmemesinden önce gelen sorun, bütün olarak gericiliğin, kapitalist sömürü ve burjuva egemenlik sistemi olarak güçlenip güçlenmemesi, zayıflayıp zayıflamamasıdır ki, gerçek bir zayıflama, soruşturma ve davanın, halkın çıkarları ve mücadelesinin önünü açmak üzere ve yine tamamen gerçek bir demokrasi mücadelesinin ürünü olarak devrimci halkçı güçlerin müdahalesiyle kapsamının genişletilmesini gerektirir.

Peki, böyle bir müdahaleye rağmen, yine de AKP güçlenmez mi, bizatihi böyle bir müdahale AKP’nin güçlenmesine yardımcı olmaz mı?

Soruna bütünüyle gerici kapitalist düzeni ve burjuva gerici devleti hedef alarak yaklaşmayanlar, modern sınıf mücadelesi ve siyasal mücadeleler tarihi boyunca sürekli olarak benzeri soruları gündeme getirmişler, gericiliğin fraksiyonları arasındaki çatışmalarla sınırlı hesaplar yapmışlardır. Ufukları mevcut düzen ve gericiliğin fraksiyonları ve aralarındaki mücadeleyle kısıtlı olanlar, tüm gerici fraksiyonlarıyla birlikte tekelci kapitalizm ve sermaye egemenliğinin tasfiyesi ve bunun ihtiyaçları yerine, kalıcı ve değişmez kabul ettikleri bu düzen ve egemenliğin yürütücüsü/temsilcisi çeşitli gerici akım ve örgütlerle sınırlanmak, onları ve aralarındaki sürtüşme ve çatışmaları görüp saptamak, tartışma konusu olan ülkedeki gelişmeleri ve gidişatı bu çatışmayla açıklamak ve bir adım daha atarak, bu çatışmanın taraflarından birini diğerine karşı desteklemek üzerinde durmuşlardır. “Daha ötesi yoktur”, “mevcut gerici düzen kaderdir”, öyleyse, “kötünün iyisi” arayışı doğrudur diye düşünülmüştür.

Bu yaklaşımın, ulusal bir üst tabaka devrimi olarak Kurtuluş Savaşı’ndan geçmiş, Kemalizmin buradan ciddi bir güç ve etki kazandığı Türkiye’de daha da köklü ve yerleşik olmasında şaşılacak şey yoktur. Kemalizm, çünkü, başlangıçta gerici olmayan cılız da olsa anti-emperyalist politika ve tutumların sahibidir ve sonraki yıllarda Kemalist gericilik, politika ve uygulamalarını, Kurtuluş yıllarının ilerici-devrimci tutumlarına göndermelerle örtmeye ve gericiliğini gizlemeye yönelmiştir. Buradan –başka ülkelerde başka yerlerden türeyen–, gericiliğin belirli “taraf” ya da bölümlerine ilericilik atfetme ve “kötünün iyisi” arayışı ve bu “iyi”ye sunulan desteği içe sindirme imkanı elde edilmiştir! “Kötünün iyisi” ya da “gericiliğin ilerici” tarafı zamana ve koşullara göre değişebilmekte, ama içselleştirilmiş “kötünün iyisi” arayışı baki kalmaktadır. Türkiye’de “sol”un tarihi bunun içler acısı örnekleriyle doludur. Sadece yerli gericilik içindeki değil, uluslararası gericilik, emperyalist gericilik içindeki çatışmalarda da desteklenecek taraflar arayıp bulmanın örnekleri…

Destekleyecek gerici fraksiyon arayışı, genellikle gericiliğin gericilik olmaktan çıkarılmasının analiz ve formüllerini kapsamadan edememiş; en ünlüsü, önce “ikinci dünya” tanımıyla Avrupalı emperyalistleri iki süper devlet olan ABD ve Rus emperyalizmine, ardından da “asıl saldırgan olan Rus emperyalizmine karşı” Amerikan emperyalizmini de destekleme tutumunu yayan “Üç Dünya Teorisi” olmak üzere daha birçoğu.. İçeride destekleyecek gerici arayışı, genellikle, iç gericiliği, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerini birbirine karşı bölümleme formülleri üretimiyle atbaşı gitmiştir. Önce –kuşkusuz kapitalistlerin “ilericiliği”ni varsaymak üzere– toprak sahipleriyle tekelci burjuvazi karşı karşıya konulmuş, ardından mali sermaye olarak banka ve sanayi sermayesinin birliğini ifade eden tekelci sermayeyi –genellikle “sanayi sermayesi”ne ilericilik yükleyerek– örneğin sanayi, ticaret ve banka vb. sermayesi olarak, hatta “büyük burjuvazi” ve “orta burjuvazi” olarak bölümleme gelmiştir. Şimdi A. Altan başta, Taraf’ın AKP destekçiliğinin “Anadolu sermayesi” yüceltisi de bu kapsamdadır.

Ama işte, taraflarından birinin desteklenmesine kadar varan, bu, gericiler arası çelişme ve çatışmalarla sınırlanma, uç noktada önünde diz çökmeyle sınırlı ufuk ya da yaklaşım, en iyimser biçimiyle bu çatışma karşısında “tarafsızlık”ı öngörmekten öteye gidememekte ve çatışma konularına her müdahalenin, başka bir imkan, düzenin değiştirilmesi ve halkın bu yönde birleştirilmesi ve mücadelesinin önünün açılarak ilerletilmesi imkanını varsaymadığı ve soruna mevcut düzen çerçevesinde baktığı için, taraflardan birinden birini güçlendirici olacağını düşünmektedir.*

Güçlendirir mi? Müdahalenin, yanlış olmadıkça, bütün olarak gericiliği güçten düşüreceği kesindir. Peki, gericilik bütün olarak güçten düşerken, onun belirli bir fraksiyonunun görece güç kazanması imkanı hiç yok mudur? Bu teorik olarak mümkündür, ancak buradan bakmak, devrimci olmayanın işidir. Genel olarak gericiliği zaafa uğratıp devrimci halkçı demokrasi güçlerini güçlendirecek, halkın mücadelesinin önünü açacak müdahaleler, devrimci kalınmak isteniyorsa, “ama bu durumda da şu olur”, “şunun da şu çöpü var” itirazlarıyla karşılanamazlar. Bu, çünkü, her şeyden önce tekelci kapitalist gericiliğin ve sermayenin gerici egemenliğinin, oligarşik burjuva diktatörlüğünün güçsüzleşmesine yöneltilmiş bir itiraz olur ve ne denli “solcu” iddialarla ileri sürülürse sürülsün, düzen içi ve yanlılığı ve sağcılığı itiraz kabul etmez.

Yine de, konumuzu oluşturan Ergenekon soruşturmasına, onun, darbe girişimleriyle, hiç değilse Susurluk’tan başlatılıp Şemdinli’ye kadar uzanacak katliam ve suikastlarıyla, faili meçhulleri ve eroin kaçakçılığı türü finans kaynaklarıyla, kendisine bağlanan askeri, siyasi, iktisadi yürütme, yasama ve yargıya ilişkin organize faaliyetler ve organ bağlantılarıyla Kontrgerilla soruşturmasına dönüştürülerek ve “çelik çekirdek”iyle burjuva gericiliği zaafa düşürerek ilerlemesi için halkın müdahil olması için gösterilecek çaba, dolaysız olarak ya da en azından “Cumhuriyet’i ve Cumhuriyet’in kazanımlarını savunacak” rakip mihrağı güçten düşüp mecalsizleşmesine yarayacağı için, sonuçta AKP güçlenmiş olmayacak mıdır?

Soru, Kızılelmacıların ve modern yaşamı savunup şeriat tehlikesinden gerçekten ürktükleri için samimiyetlerine rağmen onların ağına düşmüş ya da düşmeye açık Kızılelma etkisi altında olanların sorusudur. TKP’lilerin, soruşturmanın ilk günkü heyecanıyla, fazla düşünmeden kendilerine “Cumhuriyet’i savunma” görevini** biçmiş olmaları önemlidir; ancak Cumhuriyet’in savunulması ihtiyacına merhem oldukları için değil, son yıllarda izledikleri milliyetçi çizginin kendilerini nerelere sürüklemekte olduğu göstermesi ve ders çıkarmaları açısından önemlidir. Yoksa Ergenekon tartışmaları kapsamında ileri sürülmüş “Cumhuriyet’in savunulması”nın, emekli paşalarımız tarafından yeterince üstlenildiği düşünüldüğünde, komünistlere düşmeyeceği açık olmalıdır! Ya da paşaların savunduğu “Cumhuriyet”le komünistlerin savunacakları Cumhuriyet (kuşkusuz sosyalist bir cumhuriyetin sözünü bile etmiyoruz) herhalde aynısı olamaz. Ve son olarak, tam da Ergenekon soruşturması başladığında, bu soruşturmaya karşılık olarak ve soruşturulanların “Cumhuriyet savunuculukları” bağıra çağıra hem kendileri hem de “avukatları” tarafından iddia edilirken, “Cumhuriyet savunuculuğu”na vurgu yapmanın belirli bir anlamı taşıdığı; bunun, gerici AKP ve hesaplarına karşı çıkma gerekçesiyle, Ergenekoncuları kesinlikle hak etmedikleri Cumhuriyetçilikleri dolayısıyla kollamaya soyunmaktan başka bir anlamının olamayacağı, ama ne denli üst perdeden ileri sürülürse sürülsün, bu “yük”ün komünizme yüklenemeyeceği tartışmasızdır. Dolayısıyla Ergenekoncuların güçsüzleşmesinden bir devrimci ya da komünistin duyabileceği hiçbir hoşnutsuzluk olamaz.

Ancak gerek CHP ve gerekse özellikle emekli paşa tutuklamalarının başladığı ilk günlerde TKP’nin yaklaşımı benzerdir ve gericiliğin bir fraksiyonu ve gericilik içindeki çatışmanın taraflarından biri olan AKP’ye karşı mücadeleyle sınırlıdır. Sorunu, AKP ve “vatanseverlere karşı bir komplo” olarak görüp göstermeye çalıştığı onun gericiliğini yayma amaçlı “Ergenekon operasyonu”na karşı çıkma sorunu olarak gören ve tamamen gericilik içindeki çatışmanın bir tarafı olarak ortaya çıkan CHP, kuşkusuz halk ve onun ihtiyaçları ile hiç ilgilenmemekte ve Ergenekon sözünü etmenin bile AKP’nin işine geleceği ve onun desteklenmesi anlamı taşıyacağını belirtmektedir. TKP ise, CHP’den çok az farklı mevzidedir ve soruna gericilik içindeki çatışma ve bu çatışmada taraf olmamak açısından bile yaklaşmamaktadır, gerici amaçlarıyla AKP’ye karşı mücadele gerekçesiyle, tıpkı CHP gibi Ergenekon sözü bile etmeyip, neredeyse Ergenekoncuların ve onların Cumhuriyetçiliklerinin savunuculuğunu üstlenme noktasına gerilemiştir. Emekli paşaları kapsayan son Ergenekon tutuklamaları karşısında, TKP, tek bir Ergenekon ya da Kontrgerilla sözcüğü kullanmamıştır; ama tersine, “ülkemizi ve geleceğini sahiplenme” adına yalnızca AKP ve arkasında olduğunu belirttiği ABD ve Avrupalı emperyalistlere karşı olmakla sınırlı bir tutum açıklamış, onların ülkemize yönelik darbesi olduğunu düşündüğü Ergenekon operasyonuna karşı tutum almıştır. Mücadele çağrıları yalnızca AKP ve arkasındakilere ve onların karanlık amaçlarına yönelik olmakla karakterizedir ve (Ergenekon türünden) başka karanlık güç ve amaçlarını (örneğin bombalamalarını ya da 27 Nisan Muhtırası, önceki “Ayışığı” ve “Sarıkız”ları görmezden gelerek bahane ve söylenti olduğunu söylediği “darbe tehlikesi”ni) yok saymakta*, hatta, dipnotta çağrısı aktarılan ve Yurtsever Cephe tarafından düzenlenen 6 Temmuz Beyoğlu-Galatasaray yürüyüşünde atılan “Yurtseverler içerde, ABD’ciler dışarıda” sloganıyla dile getirildiği üzere, gericilik içindeki çatışmada taraf tutmakta, AKP ve arkasındaki emperyalist mihraklara karşı Ergenekoncuları, onların “ulusallık” iddialarına hak vererek “yurtsever” varsaymaktadır.

Yine de AKP güç mü kazanır?

Bu tehlike yok değildir ve iki yönden tartışılmalıdır.

İlk olarak, müdahale edildiğinde değil, ama müdahale edilmeyip gericilik içindeki çatışma seyredildiğinde AKP’nin güç kazanacağı, görünür gidişattır. Evet, karşı tarafın elinde “AKP’ye açılmış kapatma davası” gibi bir mevzi vardır ve çatışma bir çırpıda sonuçlanacak gibi değildir. Ancak kapatma davasının öyle ya da böyle gelişmesinden bağımsız olarak ve Ergenekon soruşturması bağlamında düşünüldüğünde, müdahalesizlik durumunda, devrimci ve komünistlerin, moda deyimiyle “sol”un düşeceği “demokrasi karşıtı” pozisyon bir yana, AKP, demokrasi düşmanlıkları ve eli kanlılıkları kuşkusuz “darbeciler ve çeteciler”le çatışan tek güç, dolayısıyla demokrasi düşmanlarına karşı tek “demokratik güç” görüntüsü verecektir. Buradan anlaşılması gereken, “yesinler birbirini” diye kendi hallerine bırakıldıklarında, AKP’nin güç kazanacağıdır.

Daha önemlisi ve ikincisi, AKP’nin, Ergenekon soruşturmasını, sadece kendi çıkarlarına uygun yürüterek, pazarlıkların ve uzlaşmaların zemini kılacağıdır ki, bu durumda, tarafları bir yana, gericiliğin güçsüzleşmeyeceği, kendisinin de ihtiyacı olduğu tartışmasız olan Kontrgerillaya hiç dokunmayacak AKP’nin, kazançlı çıkacağı bir uzlaşma arayacağıdır.

Bu, üstelik, gidişatın, daha soruşturmanın başından taşları döşenen yolu olarak görünmektedir. Açıklanan iddianamede, bir takım muvazzaf subaylarla –silah, bomba ve bilgi aktarımı türü– ilişkilerinin üzerinde durulmasına karşın, Ergenekon’un ordu ve MİT ile ilişkisizliğinin özellikle vurgulanmış olması, bu açıdan önemli ve açıklayıcıdır. Soru şöyle sorulmadır: Taraflar kimdir? İktidar ipinin ele geçirilmesi ya da elde tutulması içerikli çatışmada kim kime karşıdır? Bir taraf, yalnızca Ergenekoncular mıdır? Birkaç emekli paşa ve subayla yanlarına kattıkları belirli sayıda sivil midir? Öyleyse Kontrgerilla nerededir? Askeriye nerede durmaktadır? 27 Nisan 2007’de muhtıra verdiği bilenen ordu kimden yanadır? Darbe girişimleriyle ilgili ortalığa dökülenler söylentiden mi ibarettir, neden araştırma konusu edilmez? Genelkurmay’ın Ergenekon tartışmasındaki tutumu nedir? Tümü, Ergenekon somutunda AKP’nin karşısında duruyorlarsa, Taraf gazetesinin durmaksızın yayınladığı belge ve istihbaratlar nereden, kimlerden gelmektedir? Yalnızca AKP’nin Fethullahçı ekiplerle kadrolaştığı polisten mi?

A. Altan, 2 Temmuz tarihli Taraf’taki “Temeldeki Sarsıntı” başlıklı “değişen Türkiye” analizinde, Ergenekoncuların, değişen başka dinamiklerin yanı sıra, “ülkedeki değişimin devleti de etkilediğini, devletin içinde ‘yeni yapıya’ uygun yeni bir devlet kurulmasını isteyenlerin ortaya çıktığını bir türlü göremedi”klerini yazmıştı. Kulağı deliktir! Yani, bu kez istihbaratları değil, açıkça görüneni kağıda dökmüştü. Genelkurmay, Ergenekon tutuklamalarına ses çıkarmamıştı. (Hatta aylar öncesinden önüne konan emekli ve muvazzaf subaylara yönelik soruşturma evraklarını, muvazzafları kenara ayırarak, olurlamıştı.) Kendisine yöneltilmiş çağrılara rağmen sessiz ve hareketsiz kalmayı sürdürüyor, hatta bu açıdan ordu içinden tepkiler de alıyordu. Başka organ ve aygıtlar, bu örgütlerde gruplar yok mudur? A. Altan’ın anlaşılmasını istediği, şu ya da bu organda genel gidişatı gören bazı grupların olduğudur. Yeni “ortaya çıkmış” birileri… “Yeni bir devlet kurulmasını isteyenler!” Oysa soruşturmanın kapsamının olağanüstü sınırlı tutulması göstermektedir ki, Ergenekon soruşturmasına “olur” vermekle kalmayıp, bilgi ve belge aktarmanın yanı sıra yönlendirenler, “yeni zuhur etmiş” birileri değil, eski bildik istihbarat ve kontra örgütleridir ve tersine, Ergenekoncular, AKP’nin bu asıl “derin” güçler ve askeriye ile anlaşması çerçevesinde, gidişata ayak uyduramadıkları için safra olarak atılmasına karar verilen “birileri”nden, eski ve hala işlevsel kontra mekanizmasının yalnızca emperyalizmin, sermaye egemenliği ve burjuva devletin yeniden yapılandırılmasına ayak uyduramayıp çatlak sesler çıkaran bir grubundan ibarettir.

Ergenekon operasyonu, özetle söylenmesi gerekirse, başlıca, bir Amerikan operasyonudur ve tüm işbirlikçilerin –aralarında kuşkusuz nüanslarını koruyarak ve hala iktidar ipini çekiştirmeyi sürdürerek– el ele vermesiyle yürütülmektedir. (TKP “Amerikan operasyonu” saptamasında haksız değildir; ama bundan çıkardığı, “ulusallık” iddia ve kara propagandalarının da etkisiyle, safra olarak atılması kararlaştırılanlara yönelik soruşturmaya karşı çıkma ve en azından kollama tutumu alınabilir bir tutum değildir.) Aralarındaki anlaşma, muhtemelen, Dolmabahçe görüşmesiyle Başbakan ve Genelkurmay ikinci başkanının Bush’la birlikte yaptıkları 5 Kasım 2007 Washington görüşmesine ve ardından ABD’nin PKK’ye karşı açık tavır alarak “sıcak istihbarat” vermesiyle Genelkurmay’ı ikna etmesine, Erdoğan’ın da sınır ötesine de yayılan Kürt savaşının “başkomutanlığı”nı üstlenmesine dayanmaktadır. Artık ABD’nin istek ve dayatmalarının “ulusalcı” vb. kaygılarla tartışılır olmaması kabullenilmiş ve tam biat edilmiş olmalıdır. Bu anlaşmanın, yalnızca ülke içiyle sınırlı olmadığı, ama tüm Ortadoğu’ya yönelik olduğu, Barzani ile yakınlaşma, Suriye ve İran’la ilişkiler dahil Ortadoğu’da Amerikan çıkarlarıyla tam uyumun benimsenmesini vb. kapsadığı tahmin edilebilir.

Öyle ya da böyle, Ergenekoncu olarak tanımlanan emekli paşalar ve çevresindekilerin, kuşkusuz ki zamanında gönül ve işbirliği ettikleri “sığ”ı ve “derin”iyle askeri bürokratik aygıt tarafından ortada bırakıldıkları bellidir.

Özetle AKP’yi güçlendirecek olan, Ergenekon soruşturmasının bugünkü uzlaşmaya dayalı gidişatıdır.

AKP’nin çıkarları ve sınıf niteliği, öte yandan, yalnızca, “iktidar ipi çekişmesi”nde bugün bir uzlaşmayı öngördüğü için değil, ama genel olarak Kontrgerilla örgütlenmesini de kapsayan burjuva devletin bekasını varsaydığı için de Ergenekon soruşturmasının olabilir en sınırlı haliyle yürütülmesine özen göstermektedir. AKP’nin güçlenmesi/zayıflatılması değerlendirmelerinde dikkate alınması gereken üçüncü ve asıl önemli etken odur ki, sosyal dayanağı, orta sınıf türünden “‘yeni’ ve ‘yükselen’ ‘Anadolu sermayesi’ olan ‘demokratik’ bir güç” olmayan AKP, tersine Ülker, Albayraklar vb. gibi katılımlarla genişleyen işbirlikçi tekelci burjuvazinin gerici bir siyasal örgütüdür. (Ayrıntılara girmek burada gerekmiyor. Kuşkusuz TÜSİAD’ta örgütlü tekellerle aralarına yeni katılanların pazar, kredi, ihalelerde aslan payını kapmak vb. konulu rekabetleri vardır ve kaçınılmazdır ve “yeniler”in hükümet tarafından özellikle palazlandırıldıkları biliniyor. Ama ne onlar tekelci olmayan ve “Anadolu’nun yükselen kaplanları”dırlar ne de Koçlar ve Sabancılar’dan ayrı ve farklı bir Türkiye peşindedirler. Ayırıcı özellikleri, “muhafazakar” dinci motiflerin kullanımına ağırlık veren bir işbirlikçi ve kuşkusuz tekelci hükümet tarafından “yakınlıkları”na binaen özellikle palazlandırılmalarıdır. Ancak kesindir ki, 6 yıllık yönetimi boyunca, AKP, Koç ve Sabancılar başta olmak üzere tekellerin çıkarlarının gerektirdiği tüm adımları atmış, onların çıkarlarının ifadesi olan politikaları izlemiş, tüm uygulamaları bu yönde olmuştur.) O, mevcut tekelci kapitalist düzenin gerici partilerinden biridir. Kuşkusuz düzenin diğer partileriyle bir çekişme içindedir ve daha da ötesinde, tekelci iktidar ipinin geleneksel ve ağırlıklı güçlerinden askeri bürokrasi ile bir çekişme içindedir. Ancak bu çekişmelerin sadece bir AKP çekişmesi olmadığı; bölgenin ve içinde Türkiye’nin emperyalist çıkar ve stratejiler çerçevesinde yeniden yapılandırılmasına bağlanmış çekişmeler olduğu kuşkusuzdur. Bu yeniden yapılandırmanın, iktisadi-mali ve sosyal bakımdan da neoliberal bir yenilenme olduğu; dolayısıyla ülkenin ekonomik, mali, siyasal, askeri vb. tüm yönlerden elden geçirilmesini kapsadığı ortadadır. Ve işte bu açıdan sorun oluşturan yapı, grup, örgütlenmeler, tasfiyeleri de kapsayarak yenilenmektedir. AKP’nin kendisi de, “milli görüş”ten gelen bir parti olarak, bu yeniden yapılanmadan payını alarak “yenilenmiş”, daha siyaset sahnesine doğuşundan başlayarak kendini, bu yeniden yapılanma sürecinin ortasında bulmuş ve ona en başarıyla uyumlanan güçlerden biri olarak, aynı zamanda bu sürecin katılımcı-yürütücüleri arasında yer almıştır.

Sonuçta, Kontrgerilla, gerici bir düzen partisi olarak AKP’ye de gereklidir. Ötesine geçilirse, AKP, evet, askeri bürokrasi ile sürtüşmektedir. Ancak sürtüştüğü iktidar ilişkileri içinde tarihsel olarak belirli bir yere ve belirli iddialara sahip bugünkü askeri bürokrasidir. Yoksa AKP’nin askeri bürokrasiye genel olarak karşı olduğunu kimse iddia edemez. Bir gerici burjuva düzen partisi olarak, tekelci kapitalist düzen ve gerici burjuva devlet onun dayanaklarını ve hareket alanını oluşturmaktadır. Burjuva devletin temel kurumu olarak askeri bürokratik aygıt ve onun kirli ve yasa-dışı işlerini gören “derin” organları (adı değişebilir, ama içeriği tektir: Kontrgerilla), mevcut düzenin devamı için olduğu kadar, onu yönetmekte olan ya da bütünüyle yönetmeye talip AKP için gerekli olup olmadığı tartışılacak şeylerden değildir. AKP ya da bir başka düzen partisi, en uç noktada, bu aygıt ve organlarının yeniden yapılandırılmasını öngörebilme özgürlüğüne sahiptir, ama onları elden çıkarma özgürlüğüne değil.

AKP’nin Ergenekon soruşturmasını olabildiğince sınırlı tutmasının asıl dinamiği kuşkusuz budur. Yoksa başında bulunduğu Kürt savaşını nasıl yürütecektir? İşçi sınıfı ve emekçilere yöneltilmiş saldırısını nasıl sürdürecek, devamını nasıl sağlayacak, bıçak kemiğe dayandığında ayağa kalkarak düzenin karşısına dikilecek sömürülenlerin isyanının nasıl önünü kesecek, kesemediğinde nasıl bastırmaya çalışacaktır? AKP, liberal solcuların iddia ettiği gibi, elden-ayaktan düşmüş olanlarla değil sadece genel olarak darbeciler ve çetecilerle hesaplaşma peşinde bir demokrasi yanlısıysa, düzeni değiştirme peşindeyse, öyleyse neden işçiler ve emekçilerle Kürtlere, Alevilere, düzenin tüm ezilen sınıf ve kategorilerine saldırının başında durmaktadır?

Buradan liberal solcuların iddia ve çağrılarına geçebiliriz; ancak belirmeliyiz ki, AKP mevcut düzen ve burjuva gerici devletin gizli-açık dayanak, aygıt ve organlarına karşı, onları dağıtıcı bir soruşturmayı aklından bile geçiremeyeceği için, üstelik böyle bir soruşturma, tam yürütmesine talip olduğu düzeni ve burjuva devleti, kendi dayanaklarıyla ve dolayısıyla kendisiyle birlikte zayıflatacağı için, soruşturma sürecine halkın müdahalesi gereklidir ve böyle bir müdahalenin, AKP’yi güçlendirmek bir yana, yanılgılara götürebilecek geçici görüntüleri ne olursa olsun, zayıflatmaktan başka bir sonucu olamaz.

TARAF’IN GERİCİ TARAF TUTUCULUĞU

Taraf henüz bir yaşını doldurmamış bir gazete. Büyük iddialarla çıkmış, ancak kısa sürede 5-6 bin tiraja düşmüştü. Şimdi yükselişte. Hakkını vermek gerek: Bir odak olmayı başardı. Niyetlerini, moda tabiriyle “gizli gündemi”ni bir yana bırakırsak, kısa sürede, “sol” görüntü veren, ama asıl gerçek sola, sosyalizme saldıran liberal bir odak haline geldi.

Konjonktürü iyi yakalamıştı. Ya da iyi hazırlanmış, hazırlandırılmıştı! Bir operasyonun yayın organı olarak tasarlandığını düşündürecek çok şey var. Gazetecilik yeteneği ve başarısıyla açıklanabilecek olanın fevkinde haber “havuzu”na akan bilgi ve belge bolluğu bile, bir bağlantılar yumağına işaret ediyor. Olmaz mı, belirli bir yönde yayın yapan gazeteler ve belirli araştırmalar içindeki gazetecilere istihbarat ekiplerinden bilgi ve belge akmaz mı, el altından haber sızdırmaları anlaşılır değil mi? Tabii ki anlaşılır. Ama bir yere kadar.

Tüm yaşamı militarist bürokratik aygıtla çatışma içinde geçmiş gazetecileri geçelim, devrimci militanlarınkini bile geride bırakacak yüksek ses ve üslupla örneğin Genelkurmay’a yöneltilmiş suçlamaların* gerektirdiği cesarete hayran olmamak elde değil!

A. Altan “Hayvanlar Çiftliği” başlıklı makalesinde egemenler ve ordu üzerine yazıyor:

Bir ülkede ‘asıl egemenlerin’ kim olduğunu anlayabilmek için kimin ‘daha eşit’ olduğuna bakmak gerekir. Kimi eleştiremiyorsunuz? Kiminle ilgili şaka yapamıyorsunuz? Kimin hataları gazetelere yansımıyor? Bu soruların cevabı o ülkedeki gerçek iktidarı gösterir size. Çünkü her zaman ‘görünen’ iktidarla, ‘gerçek’ iktidar aynı olmuyor.(…) Bizim ülkemizde eleştirilemeyen tek bir yapı vardır. Ordu. Ne gazeteler, ne de siyasi partiler orduyla ilgili bir eleştiriyi dile getirmezler.” (01.07.08)

Burada, evet, ordu eleştirisi de var, ama ondan çok bir egemenlik ve “asıl egemenler” saptaması var. Doğru mu? Doğruluk payı yok değil. Ama işte bu saptama ve ona bağlı olarak yapılan çeşitlemeler, Taraf’ın ve genel olarak liberallerin genel olarak Türkiye’nin siyasal gidişatı, özel olarak AKP’nin kapatılması ve Ergenekon soruşturması üzerine geliştirdiği görüşler ve alınması gereken tutuma dair ortaya koyduklarının çıkış noktasıdır.

İkinci Cumhuriyetçi geçmişte Kemalizme yöneltilmiş eleştiriler, Kemalist Cumhuriyet’in yenilenmesine ilişkin söylenenler, militarist bürokrasinin, kimi zaman Bonapartizm kimi zaman başka ad takılan “egemenliği”ni hedef alarak sürdürülmüştü. Küreselleşmecilik ve neoliberalizm, emperyalist kapitalizme eklemlenme ya da entegrasyonculuk, hem ulusallık üzerinden şekillenmiş Kemalist ulusalcılık eleştirilerinde bir dayanak, hem de ulus devlette dayanaklarını bulduğuna inanılan Kemalistlik ya da Atatürkçülük iddiasındaki militarist bürokrasi “egemenliği”nin yerini alacak/yerine konacak, almakta olan “yeni egemenlik”in koşullarını oluşturan temel etken olarak benimsenmişti. İkinci Cumhuriyetçi liberalizm, küreselleşmeciydi, ulusallığın kötülüğüne inanmıştı. Kemalizme karşı olduğu için küreselleşmeci değildi, küreselleşmeci olduğu için ulusallığa, ulusal değerlere ve bu arada dayanaklarını ulusallıkta bulan, tarihsel olarak iktidar ipinin sürek ucundan tutma pozisyonunda olmuş militarist bürokrasinin “Atatürkçü Düşünce Sistemi” düzeyine yükseltip yeniden tanımlayarak ideolojik çerçevesi edindiği Kemalizme karşıydı.

Yine küreselleşmecilik bağlantılı “askercilik/militarizm” eleştirisiyle sınırlı militarizm karşıtı, anti-militarist yaklaşımlar, geçmişte “sol” adına ileri sürülmüştü. Son olaraksa, SDP tarafından hala savunulan, V. Sarısözen’ce geliştirilmiş “askeri vesayet rejimi” algılaması vardı.

Tümünde belirli bir doğruluk payı yok değildi. Militarizmin savunulacak yanı yoktu. Askerlerin iktidar üzerinde bir ağırlıkları tarihsel olarak vardı ve kötülük kaynakları arasında olduğu kuşkusuzdu. Ama ne militarizmin varlığı ve ona karşı olma gereğinden “sivil siyaset” ve “sivilleşme” savunması içeriğiyle militarizm karşıtlığıyla sınırlı bir tutum alışın doğruluğu çıkardı, ne de iktidar ilişkilerinde militarizmin sağladığı ağırlıktan, “askeri vesayet rejimi” saptaması ve ona karşı “demokratlarla liberallerin ve Müslümanların ittifakı” gibi bir tutum alınmasının doğruluğu… Böyle bir geçmişten bakınca, Taraf’ın yeni bir şey keşfetmediği, ama yüksek sesle savunduğu liberal yaklaşımı, günümüz koşullarında iyi sunup pazarladığı söylenmelidir.

Ordu denince, militarizm, darbeler ve darbecilik, Kontrgerilla ve çeteler, en azından silahlı örgüt ve faaliyetler olarak a priori akla gelmektedir ki, bunda da bir yanlışlık yoktur. İkinci olarak, Cumhuriyet’in kuruluşundan, hatta öncesinden, İttihat ve Terakki’den, 1908 ve sonra Hareket Ordusu ve Babaili Darbesi’nden başlayarak ordu, paşa ve generallerin iktidarın yürütülmesinde ağırlık taşıdıkları ortadadır. Bu ağırlığın, yine hatta Osmanlı’nın kuruluşuna, Selçuklular’a, Orta Asya’ya kadar gittiği söylenebilir. Ulusallaşma öncesi de askeri ağırlığı hep olan devletler ve sonra pratik bir değer de ifade etmek üzere “ordu millet” kavramsal yüceltmesine varan ulusallaşma döneminin asker ağırlığı ve bunun benimsenip içselleştirilmesi, kuşkusuz tarihsel olgulardır ve 27 Mayıs darbesiyle birlikte yeniden canlanmış, ardından 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan da yönleri az-çok değişerek kendini dayatmayı sürdürmüştür. Darbelerle kendisini sık sık ortaya koyan asker ağırlığı, 27 Mayıs’ta özellikle Amerikan emperyalizmini karşına almadığını ifade etmek üzere hemen yapılan “NATO’ya CENTO’ya bağlıyız” açıklamasının, sonraki darbelerinse “bizim çocuklar”ın doğrudan eylemi olmalarının belirttiği gibi, mutlaka özellikle Amerikan emperyalizmiyle ilişkili olmuştur. Ama buradan bile, asker ağırlığının kendi başına ve “Bonapartizm” türü bir egemenlik olmadığı çıkar. Asker ağırlığı, bir egemenlik ilişkisinin kendisi değildir, ama ancak bir egemenlik ilişkisi çerçevesinde geçerlidir.

Bonapartizm türü asker egemenliği de olmaz mı. Geçici ve şarta bağlı olarak olabilir. Eski egemen sınıfın artık eski egemenliğini sürdürecek güçten yoksun olduğu, ama yeni egemen adayı sınıfın da henüz egemenliğini oluşturacak güce ulaşmadığı ve bu ikisinin özellikle aralarındaki çatışma nedeniyle mecalsizleştikleri koşullarda, yeni ve yükselen sınıfın egemenliğini sağlamasına kadar, yani geçici olarak, feodal aristokrasi ile burjuvazinin güçlerinin dengelendiği tarihsel dönemde Bonapart örneğinde görüldüğü gibi, bir asker egemenliği olanaklıdır. Ama bu, asker ağırlığının kendisini her belli ettiği iktidarların Bonapartizm olarak nitelenmesini doğrulamaz. Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcından bu yana Türkiye ve Kemalizm’e yakıştırılan Bonapartizm tanımı, örneğin, yerine oturmaz; Türkiye ve Kemalizm’i nitelemez. Kemalizmin dayanaklarını da vermek üzere, Kurtuluş Savaşı, evet asker ağırlığının belirgin olduğu bir siyasal çerçeveye sahiptir ve böyle bir iktidara yol açmıştır; ama Kurtuluş Savaşı, bal gibi bir ulusal burjuva devrimdir, tefeci-tüccar nitelikli ticaret burjuvazisinin toprak ağalarıyla ittifakına dayanmıştır, “taçlandığı” da aynı nitelikli bir burjuva iktidardır. Asker ağırlığı, evet, vardır; ancak, iktidar burjuva sınıf niteliklidir, gerçekleşen, Bonapartist bir askeri diktatörlük değil, bir burjuva diktatörlüğüdür.*

Tartışma uzatılabilir, Türkiye’de çok tartışılmış bu konuya ilişkin çok tez ileri sürülmüştür, ancak bu kadarı en azından şimdilik yeterlidir.

Geçmiş şekillenişi bir yana, günümüzde iktidar kimin elindedir? A. Altan’ın dediği gibi, ordunun mu? Ya da ordu nedir? Nasıl bir aygıttır, kendi başına buyruk bir alet midir, yoksa kimindir? Bunlar, “kiminle şaka yapılamıyor” sorusunun yanıtıyla çözülebilir sorunlar değildir. Türkiye’de, “aşağı” sınıf ve tabakalardan bakıldığında, kiminle “şaka” yapılabilmektedir ki! 301 benzeri maddeler, sırtını sağlam bir yere dayamamış halkın tüm şakalaşmalarını yaptırıma bağlamaktadır. Erdoğan’ın bütün karikatüristlerle davalı olduğu ve onların sırtından ciddi kazançlar sağladığı hatırlanmalıdır örneğin!

Yine de orduyla şaka bile yapılamadığı doğrudur. Ama bundan iktidarı ordunun elinden tuttuğu sonucu çıkarılamaz. Hele, mücadelenin, ordu ve ordu bağlantılı darbeler ve çeteleşmelerle, sınıf nitelikleri, neyi hedefledikleri ve kime-neye hizmet ettikleri önemsenmeyecek darbecilik ve çetecilikle mücadeleyle sınırlanması gerektiği sonucu hiç çıkmaz. Ama çıkarılan sonuçlar bunlardır.

Bağlantıyı örneğin M. Belge tüm samimiyetiyle kuruyor ve Türkiye’nin sahnesi olduğu çatışmayı ve taraflarını şöyle açıklıyor: “Bu ikilemin bir ucunda bir ‘faşizm-bonapartizm’ ittifakı ve onun bu ülke için tasarladığı planlar var(…) ille de bu ikinci ucun mahiyetini açıklayacaksak, (…) demokrasiyi, dolayısıyla hepimizi son derece yakından ilgilendiren konular olduğunu görüyoruz.” Belge bunları, “yesinler birbirini” formülü ile ifade edilmiş “tarafsızlık” politikasını eleştirirken söylüyor ve ekliyor: “Dolayısıyla, sonuç olarak, ‘faşist-bonapartist ittifak’ın tekerine çomak sokmamamız öneriliyor.” (Taraf, Politikasızlık Politikası, 26.07.08)

Yani.. Yani Türkiye’de bir Bonapartist iktidar var, hedef edinilmesi gereken ve ona karşı mücadele edilmeli!

Aynı şeyi A. Altan, Türkiye’de yaşanmakta olduğunu söylediği “büyük değişim”i ve buna yol açan “temeldeki sarsıntı”yı analiz ederken, değişik sözcüklerle söylüyor: “Büyük değişimlerin olabilmesi için ‘temelde’ bir şeylerin geri dönülemeyecek biçimde değişmiş olması gerekir.(…) Benim görebildiğim üç büyük nedeni var bu değişimin. Köylülükten sanayiye geçerken üretimini artırıyor, üretim artarken Anadolu sermayesi zenginleşip güçleniyor, bu değişimlere bağlı olarak dünyayla, özellikle de Avrupa’yla ilişkilerini sağlamlaştırıyor.” Ve.. “Bu değişimle birlikte iktidar yapısı da zorlanmaya başladı. Yıllarca ‘köylülere’ hükmeden bürokrasi artık bu yeni yapıya hükmetmekte zorlanıyordu.” (Taraf, Temeldeki Sarsıntı, 02.07.08)

Bugüne kadar “Bonapartist” bir diktatörlük altında yaşıyorduk.. Başlıca köylü toplumunun ürünü, “köylülere hükmeden” bir diktatörlüktü bu. Sanayi gelişip Anadolu sermayesi palazlanarak, ekonomi dünya kapitalizmine bağlandıkça, iç ve uluslararası koşullarıyla kapitalizm artık böyle bir diktatörlüğü ya da iktidarı olanaklı olmaktan çıkarıyor ve yeni bir iktidar gerekli oluyordu.* Altan, burada “Anadolu sermayesi”ne vurgu yapıyor, iktidar yenilenmesini onun üzerinden kurguluyor, “Anadolu sermayesi”nin direnişi karşısında “bürokrasinin iktidarı”nın zorlandığını ve Ergenekon üzerinden gerçekleşen güncel çatışmanın bu eksende ortaya çıktığını söylüyor: “Darbeye Anadolu sermayesi direniyor.” (Taraf, Muhafazakarlar ve solcular, 24.06.08)

Altan, bir başka yazısında, “sermayenin direndiği” “bürokrasi egemenliği” ve yapılacak tercihi, “temel çelişki”yi açıklarken de belirtiyor: “Bence temel çelişki ‘dünyaya açılmak isteyen, halk iradesine önem verenlerle’, ‘dünyaya kapalı, bürokratik bir egemenliği sürdürmek isteyenler’ arasında.” Sonra, karar vermemiz gerektiğini söyleyip, devam ediyor: “Demokrat, hür, dünyayla bütünleşmiş bir ülke mi olacağız? Dünyaya sırtını dönmüş, askerî bir diktatörlükle yönetilen, baskıcı bir toplum mu olacağız? Demokratlar, gerçekten demokrasi istiyorlarsa Kemalistlerin karşısında olmalı. Kemalizm demokrasiye aykırı militarist bir rejim çünkü.” (Taraf, Bir darbe yandaşı, 27.06.2008)

Tartışmayı ciddi biçimde ilgilendirse de, makalemizde şüphesiz ayrıntılı Kemalizm değerlendirmesi yapacak değiliz. Burada önemli olan, Bonapartist tanımlamasıyla, darbeler ve çetelerle bağlantısı içinde ele alınan Kemalist iktidarın (rejim de denmektedir) “demokrasi” ile, kuşkusuz demokratik bir iktidar ile yer değiştirme sürecinde olduğumuz ve Ergenekon soruşturmasıyla yüz yüze olduğumuz çatışmanın bu temelde sürdüğüdür! Bunun ortaya konuşunun literatür tanımaz biçimde olması da, liberalizmin ürünüdür, ama burada önemsizleşmektedir.

Söylenen şudur: Bir tarafta ulusalcı-içe kapanık Bonapartist-faşist ya da Kemalist bürokratik askeri diktatörlük ve onun yandaşları vardır, bir tarafta (kuşkusuz kapitalist-emperyalist) dünyayla bütünleşmiş hürriyet ve demokrasi yandaşları.

A. Altan şöyle de söylüyor: “Karar vereceğimiz şu: Demokrasi istemek, halkın taleplerine saygı göstermek, darbelere karşı çıkmak, hukuka uygun bir sistemin kurulmasını savunmak, cinayetleri lanetlemek, dünyanın saygıdeğer bir parçası olmayı istemek mi hastalanmak? Yoksa, darbeleri desteklemek, orduyu siyaset içinde tutmaya uğraşmak, hukuku askıya almaya omuz vermek, cinayetleri görmezden gelmek mi hastalanmak? Biz, demokrasinin ve hukukun bu ülkeyi zenginleştirip özgürleştireceğini söylüyoruz.” (Taraf, Halktan vazgeçtiler…, 08.07.2008)

Ya da: “Bu tartışmanın bir ucu kendine ‘laik’ diyen, hatta ‘solcu’ da olmak isteyen bir kesim. Bir ucu da demokrasinin bu ülkede bütün kurallarıyla uygulanmasını isteyenler. Demokrasiyi geri itip laikliği öne çıkartanlar, demokrasiyi savunmanın AKP’yi savunmak olduğunu söylüyorlar.(…) Bugün Ergenekon’a karşı çıktığınız zaman AKP’yi savunmuyorsunuz. Sivil siyaseti savunuyorsunuz. Sivil siyasetin bütün unsurlarını, bütün siyasi partileri, sivil kuruşları savunuyorsunuz. Halkın iradesini savunuyorsunuz.” (Taraf, A. Altan, Savunmak  25. 07. 2008)

Başlangıç noktamıza dönersek, sorun, ordu bağlantılı “egemenlik” tartışması üzerinden, militarizm karşıtlığı ve “sivilleşme”, “sivil siyaset” ve “sivil kuruluşlar”ın savunulmasına gelip dayanıyor; demokrasi yandaşlığı da bu kapsamıyla tanımlanmış oluyor. Taraf’ın büyük bir hışımla ve yana yakıla saldırıya geçtiği “sol”u çağırdığı da bu platform. Ahmet İnsel, “siyasetin normalleşmesi, demokratik parlamenter rejimin özgüven içinde sağlam bir yola girmesi” olarak tarif ediyor bu platformu: Kısaca “demokratik parlamenter rejim”! (Bkz: Radikal İki, Tanrıların Savaşı mı?, 13.07.08)

Tabii ki, önerilen platformun, büyük çoğunluğu eski Marksistler olan çağrıcılarının da farkında oldukları temel açık ve gedikleri var. Bu açıkları, mal bulmuş Mağribi fırsatçılığıyla, gerçekten politikasızlık anlamına gelen ve darbecilikle çeteciliğe karşı mücadelenin demokratik içeriğini görmezden gelmekle eş anlamlı “yesinler birbirlerini” önermesinin eleştirisi ardına gizlemeye çalışırken, aynı zamanda, egemenler arasında sürmekte olan çatışmanın ve gerçek taraflarının gerici niteliği üzerine söylenenlerle iki gerici odağın da peşine takılmayıp bağımsız tutum alma ihtiyacına yapılan vurguyu çıkardıkları gürültü ile boğmaya uğraşıyorlar.

Çünkü, örneğin “Bugün Ergenekon’a karşı çıktığınız zaman AKP’yi savunmuyorsunuz.” diyorlar ama, “ülkenin zenginleşmesi” (siz, kapitalist sömürüsünün yoğunlaşması, sermayenin büyümesi olarak okuyun), “sivilleşme” (siz, sermaye egemenliğinin pekiştirilmesi olarak okuyun) ve kapitalist “dünya ve özellikle Avrupa ile bütünleşmiş” (siz, emperyalizme kölece bağımlılık zincirlerinin sıkılaştırıldığı olarak okuyun) hedeflerine yönelik bir AKP savunusu dayatmasıyla karşılaşıyorsunuz. Darbecilik ve çeteciliğe karşı mücadele eğilimi taşıyanları, bu eğilimleri nedeniyle pişman edip “tarafsız kalmak evladır” dedirtecek bir liberal, düzen savunuculuğu platformu dayatmasıyla yüz yüze bırakıyorlar.

En “ılımlısı” şu: “Tehlike AKP değil darbe” ve “Öyle ya, asıl önemli olan AKP karşıtlığıysa, işte kapatılıyor. Siz kapatılanlarla taraf olun. Özgürlüklere karşı olanlardan yana olun. Bugün darbeye karşı çıkmayan bir solun emekçilerin karşısına çıkma, onlara dert anlatma şansı yoktur.” (Taraf, Doğan Tarkan, 19.07.08)

Yani? Yani, sadece iki taraf ve bu iki taraftan birini seçip destekleme şansı var “sol”un! Ya AKP’yi ya onu kapatmak isteyenleri. Darbecilere ve çetecilere karşı mücadele ederken, iki tarafın da peşine takılmayıp kendi yolundan yürüme şansı yok!

Ya da AKP’nin gerici olmadığını, ama –halka yönelik onca zulmü başkası yapmış ve yapıyormuş gibi– mazlum olduğunu ileri süren bir başkası: “…biz elimizden geldiğince AKP’yi bu baskıcı rejime karşı, AKP’ye benzemeyenleri de AKP’ye karşı korumaya çalışacağız.(…) Orduyla yargı izin verse, bir nebze sakin durabilseler, AKP sistemin içine karışıverecek. (…) İnsanın kendine zulmeden bir güce benzemesi ne kadar acıklı.(…) Demokrasiyi tümden ortadan kaldırmak isteyen birilerine karşı demokrasiyi ve halkın iradesini savunmaya çalışırken, halkın arzusuyla iktidara gelmiş bir partiyi de savunmamız gerekiyor.” (Taraf, A. Altan, 27.07.08)

Altan, AKP ile ittifakı açık biçimde de savunuyor: “Muhafazakârlarla ‘sol demokratların’ elele vermesi gereken bir dönemden geçiyoruz. Ortak bir amacımız var çünkü.(…) Muhafazakârların, darbeye karşı çıkarken ‘solun’ değerlerine, demokratlığına, ‘başkası için mücadele etme’ azmine ihtiyacı var. Solun da, bu topraklarda ‘muhafazakâr’ bir yaşam biçiminin uzun süre devam edeceğini, muhafazakârlıkla barışmadan, onu hayatın önemli bir parçası olduğunu fark etmeden hiçbir siyasi hareketin başarıya ulaşamayacağını anlaması gerekiyor. (…) bu iki kesimin kuvvetli bir ittifakı darbeyi durdurur. Bu iki kesime, Kürtler’in ‘silahtan bıkmış’ ve sayıları gittikçe artan kitlesi de katılır.” (Taraf, Muhafazakârlar ve solcular, 24.06.2008)

Baskın Oran’ın yaklaşımı da böyle. O, çatışmanın “darbe taraftarı-karşıtı ekseninde” yürüdüğünü, Kemalistlerin bu ekseni kaydırıp, olayı “laik-dinci eksenine çekiyorlar” diye eleştiriyor.* (Bkz, Radikal İki, Hocam Sizce… 13.07.08) Taraf’ta Neşe Düzel’e verdiği röportaj da ise ayrıntıya giriyor ve “Solun önceliği darbeyle mücadeledir” başlığı altında şunları söylüyor: “Solun önceliği, devletin içindeki katil çetelerle mücadele olmalı. Bu mücadele yapılıp da darbe olasılığı ortadan kalktıktan sonra devletin içindeki muasır medeniyete aykırı olan her türlü odağın üzerine gidilir.”, “Türkiye’de şu anda gerçek sorun darbe yanlıları ile darbe karşıtlarının kavgasıdır.” Ve tüm başka karşıtlıklar ve taraflarını günümüzde sanal ilan eden, zaten sermaye ile emek, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlık ve mücadelenin adını bile anmayan Oran, buradan çıkacak/çıkardığı doğal sonucu açıklıyor: “Şu anda Türkiye’de tek bir sorun var. O da, darbe yanlılarını tasfiye etmek. Ben bir solcu olarak darbecileri tasfiye etmek için AKP dahil gereken yerlerle koalisyon yaparım. Ancak bu temel meseleyi çözdükten sonra Kürt-Türk, Alevi-Sünni, laik-dinci kavgası gibi sorunlara bakarım. Şu anda bunların hiç önemi yok.” (Taraf, 28.07.08)

Hocamız ve genel olarak liberal solcular, tamam AKP’yi destekleme misyonunu üstlendikleri görülüyor, ancak bir sorun var; “aç tavuk” ve “buğday ambarı” darbımeselinde olduğu gibi, kendilerine, bir de “AKP ile koalisyon yapma” misyonu biçecek bir güç vehmediyorlar. Bu “koalisyon” denen şey, kuşkusuz olabilir, ama herhalde ancak zaten derleme bir şirket ve koalisyon partisi hüviyetindeki AKP içinde gerçekleşebilir. Zafer Üskül hocamız örneği, hatta İnsan Hakları Komisyon Başkanlığı türünden yeni mevkiler de elde edilebilirler istekliler. Savundukları görüş ve yaklaşımlarıyla AKP, aptal olmadıkça, kuşku duyulamaz ki, bu görüş sahiplerine bir yer açacaktır.

AKP koruyuculuğu ve destekçiliğini, diğer liberaller gibi, M. Belge de savunuyor, bu, ortak noktaları: “…evet benim müdahalem AKP’yi kayırmaya yöneliktir. AKP’yi kapatmaya ya da bütün memleketi kapatmaya çalışan kesimi kayırmaya yönelik değildir(…) Bunlardan birine verecekleri destek, onları destek verdikleriyle özdeş kılacak değil.” (Taraf, Politikasızlık Politikası, 26.07.08)

Ordu, militarizm vb. üzerine söylenenlerden ve çeteler ve darbe karşıtlığının zorunluluğuna ilişkin vurgulardan hareketle “sol”un gelmesi istenen yer neresi? Ya da özlenip arzulanan “sol” hangi “sol”? Tüm diğer karşıtlıkları geleceğe erteleyip bugün darbe karşıtlığı adına henüz “sistem içine karışmamış”, “tehlike olmayan” AKP ile mücadele etmeyip, tersine, onu “bu baskıcı rejime karşı… korumaya çalışacak”, “darbecileri tasfiye etmek için AKP ile koalisyon yapacak” bir “sol”! Sol denebilirse!

Radikal İki’de bir başka bu türden “solcu”, Can Irmak Özinanır, darbe karşıtlığında “solun önemi”ne vurgu yaptığı ve içinde “işçi sınıfı”ndan da söz ettiği makalesinde, bu netlikle belirtmek diğerlerinin aklına gelmeyen “sınıf mücadelesi”-darbe karşıtlığı ilişkisini şöyle kuruyor: “Tabii ki sınıf mücadelesini tartışalım fakat bu tartışma uzayda yürümüyorsa, darbe sürecinden bağımsız bir AKP ve sınıf mücadelesi tahlili istesek de istemesek de darbecilerin değirmenine su taşıyacaktır.” (Temiz kalan Marksistler, 13.07.08)

Yani sakın ha! Sakın darbeye karşı mücadele döneminde AKP’ye karşı mücadele bir yana AKP ve sınıf mücadelesi tahlili bile yapılmamalıdır! Ya ne yapabilir o arzulanan, durmadan o belirlenmiş “hiza”ya çağrılan “sol”? Yanıtını Ahmet İnsel veriyor: “AKP’yi Ergenekon soruşturması konusunda daha derine, daha ileriye gitmesi konusunda sıkıştırmak solun asli görevidir.” (Radikal İki, Tanrıların savaşı mı?, 13.07.08) Pek güzel! AKP’yi sıkıştırıcılık! Asli görevi AKP teşvikçiliği olan bir sol! İstenen “sol” bu! Eskiden bunu “sol” darbeciler ister, devrimcilere bu tür teşvikçi destekçiliği “sol darbe” yanlıları yüklemeye yeltenirdi. “Proletarya önderliğinin şartları yok” bari “asker-sivil aydın zümre”yi destekleyelim denirdi devrimcilere. Dünya bu! “Sol”dan isteklerin sonu yok.. Zamanında Kemalist darbeyi desteklemeleri istenirdi.. Şimdi zaman değişti, “Kemalist diktatörlüğü” devirmek için, darbecilerle çatışma halinde olan AKP’nin desteklenmesi isteniyor. Kuyrukçuluk isteklerinde, “solcular”a kuyrukçuluk yakıştırmalarında farklılaşma, “sol”un kimin kuyruğu yapılmak istendiğinde görülüyor! Yoksa “kuyrukçuluk” “sol”un kaderi sayılıyor! Bu yerleşik bir hastalıklı tutumdur: Egemenlerin bir grubuna yamanmak, kendi gücüne, asıl olarak halka ve halkın gücüne değil, egemenlerin fraksiyonlarına, üst tabakalara bel bağlamak ve onlara destekçiliğin “sol”un asli görevi olduğunu düşünmek! Bu, zamanında Lenin’le muarızı Menşevik ekonomistleri ayıran temel bir ölçüt olmuştu: Ekonomistler siyasal alanı burjuvaziye terk eder, dolayısıyla onların “en ileri” tutum alan fraksiyonunun kuyruğu olur ve kumda oynarcasına sadece iktisadi mücadele ile yetinirlerdi. Lenin ise, devrimci işçi siyasetinde ısrar ederdi. Şimdiyse, AKP’yi yaralayabilir ve darbecilerin işine yarayabilir diye ekonomik içerikli olsa bile sınıf mücadelesi, hatta sınıf mücadelesi tahlilinin yapılması dahi yasaklanıyor ve tek yol sunuluyor “sol”a: AKP’yi desteklemek ve daha ileri gitmesi için onu sıkıştırmak!

Temel çarpıtma nerede? Kafalar nereden karıştırılmaya çalışılıyor? “Sol” “sol” denerek işçi sınıfı dikkat merkezinden kaçırılıyor. Ve onun, kapitalist toplumun üzerine kurulu olduğu temel karşıtlık (emek-sermaye) tarafından oluşturulmuş güçlü nesnel temeliyle, emekçi sınıf ve tabakaları etrafında toplamak üzere geliştirmesi zorunlu bağımsız hareketinin üzerinden atlanıyor. İşçi sınıfı ve onun devrimci hareketi, gerçek sol ya da sosyalist işçi hareketinin bağımsız bir hareket olarak gelişip güçlenmesi, bunun için bağımsız sınıf tutumuna sahip olması önemsenmek bir yana, ihtiyaç bile sayılmıyor. “Sol”a, işçi ve emekçileri, üst sınıfların, gerici burjuvazinin fraksiyonlarının peşine takmada aracılık, bunun için öncelikle kendisinin kuyruk olması öneriliyor. Bunun için, yalnızca egemen fraksiyonlar arasındaki çatışmaları görmesi, bu çatışmalarla sınırlı hesap yapması ve sonuçta taraflarının birinden birini desteklemesi dayatılıyor. Emek-sermaye ve gericilikle halk arasındaki çelişme ve çatışmalarının adı bile anılmıyor, ilerici ve ilerletici olanın, türlü görünümlerle sunulan gericiler arasındaki çatışma olduğu vurgulanıyor. Hele bir de çatışma konusu, devrimcilerin tarafsız kalamayacakları darbecilik ve çetecilikse, darbeciliğe ve çetelere karşı mücadele, taşıdığı demokratik içerik çekiştirilip, gerici taraflardan birinin, aktüel durumda AKP’nin çıkarlarına bağlanarak, ilericilik ve “solculuk”un AKP gericiliğini desteklemek olduğu yüksek perdeden ileri sürülür oluyor.

ORDU VE DÜZEN İÇİ SOLCULUK

Çarpıtmanın temel bir etken ya da kaynağı, darbecilik ve çetecilik bağlantısı içinde orduya ilişkin değerlendirmelerdir. Devrimci literatürde “iktidar sorunu”nun önemi bilindiğinden, “Kemalist iktidar”, “bürokrasi egemenliği”, “Bonapartizm” türü ordu egemenliğine göndermeler ve güncel çatışmanın sözde bir iktidar çatışması olarak sunulması ve bir iktidar değişikliği sürecinden söz edilmesi, tümüyle bu çarpıtmaya dairdir.

Berktay ne derse desin, kim “militarist bürokratik iktidar”dan, “Bonapartizm” ya da “askeri vesayet rejimi”nden söz ederse etsin, Türkiye, on yıllardır tekelci kapitalist bir ülkedir ve kapitalist tekellerin egemenliği altındadır. İktisadi yaşama egemen olan tekeller siyasi yaşama da egemendirler ve siyasal egemenliği ellerinde tutmaktadırlar. Devlet bir burjuva devlettir ve iktidar burjuvazinin elindedir. Bu iktidar küçük bir zümrenin, tekelci burjuvazinin elinde yoğunlaşmıştır, devlet oligarşik niteliklidir. Sınai ve mali sermayenin iç içe geçmesiyle oluşan mali sermaye egemenlik ağlarını tüm topluma yaydığı gibi, “bankaların ve sanayilerin ‘kişisel birliği’ hükümetle bunlar arasındaki ‘kişisel birlik’le tamamlanmış” (Lenin, Emperyalizm) ve tekelci büyük sermaye sahipleriyle devlet ve hükümet yönetimi, askeri ve sivil bürokrasinin doruklarının (Türkiye’de kendisi bir holding olan OYAK’ın bu süreci kolaylaştırıcılığı hatırlanmalıdır) “kişisel birliği” tam oligarşi bir egemenlik oluşturmuştur. Ama artık burada “askeri diktatörlük”e yer yoktur. Darbeler olmaz ve askerler, tekeller adına yürütmeye el koymaz değillerdir. Ama bu ne Bonapartizm” ne de benzeri başka bir geçici diktatörlüğün kurulması anlamına gelir. Tekelci düzen olağan araç ve aygıtlarıyla yürümez olduğunda, düzenin yürütülmesi işini “demir yumruğu” ile ordu üstlenmiştir.

Ordu ayrı bir iktidar organı değil, ama işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde bir diktatörlükten başka bir şey olmayan burjuva egemenlik aygıtının, burjuva devletin temel kurumudur. Bürokrasi ve militarizm sömürücü egemenlerin her devletinin olduğu gibi, burjuva devletin de iki başlıca dayanağı ve kurumunu oluşturur. Bürokrasi/memurlar, yönetim işini yaparlar; silahlı adam birlikleri ya da ordu (ve polis) ise düzenin korunmasını, baskı altında tutulan sömürülen yığınların baskıya başkaldırmaları halinde bastırılmaları işlevini üstlenmiştir. Devlet bu iki başlıca kurumun yanında, devlet işlerinin finansmanını sağlama işlevini üstlenen ve başlıca vergi toplama işi yapan maliye ve düzene karşı çıkanları yargılayıp cezalandıran mahkemeler ve maddi eklentileri olan hapishaneler toplamından oluşmuştur. Nasıl hakim egemenliği ya da tahsildar/vergi toplayıcı maliyeci egemenliğinden söz edilemez, “polis devleti” dendiğinde polislerin egemenliği akla gelmezse, özel ve geçici durumlar dışında, mali sermaye egemenliği yerine geçirilmek üzere, askeri devlet ya da ordu egemenliğinden söz edilmesi de, tekelci kapitalizmde akla uygun değildir. Tarihsel olarak askerlerin iktidarda az ya da çok söz sahibi olmaları, devlet iktidarında bir ağırlık taşımaları ya da taşımamaları, tekelci kapitalizmde devlet iktidarının tekellerin elinde olduğu gerçeğini ve devletin burjuva sınıf niteliğini değiştirmez.

Mali sermaye egemenliğinde, Belgevari Bonapartizm ya da Altanvari iktidar değişiklikleri (bürokrasi iktidarından sermaye iktidarına ya da demokrasiye) olanaklı değildir. Ya da tekelci kapitalizm koşullarında sermaye ve iktidarına karşı veya ondan ayrı ve bağımsız bürokratik iktidarlar fikri saçmalık ve kafa karıştırmaya yönelik olduğu gibi, Bonapartizmin tek koşulu, burjuvazinin iktidarı elde tutacak kadar güce sahip olmaktan uzaklaşması, ama onu bu şekilde güçsüzleştirecek tek sınıf olan işçi sınıfının kendi iktidarını kurmaya henüz güç yetiremediği bir denge durumunun oluşmasıdır. Ötesi palavradır!

Ve tekelci kapitalizm koşullarında demokrasi mücadelesi, faşist vb. darbe tehditlerine karşı mücadeleyi de içerir; ancak başlıca, tekellerin siyasal demokrasiyi engelleyen gerici egemenliğine karşı mücadele olabilir. Demokrasi mücadelesi, kapitalist tekellere (ve onunla birleşmiş büyük toprak sahiplerine) karşı, onların egemenliğine son verilmesi mücadelesidir ya da böyle bir içeriğe sahip olmaksızın ancak laftan ibaret bir aldatmaca olabilir. Tekellere ve siyasal egemenliğine karşı yöneltilmemiş darbe karşıtı, çetelere karşı “sivilleşme” vb. içerikli demokratizmin lafının ötesinde taşıdığı önem şuradadır ki, darbe karşıtı bir başka darbeyi, çetelere karşı başka çetelerin geçirilmesini amaçlamadan edemez; çünkü tekellerin egemenliği, darbelere, çetelere ihtiyaç duyar. Bugün ihtiyaç duymaması yarın duymayacağı anlamına gelmez ve tekelci oligarşik egemenlik ya da günümüzün gerici burjuva devleti, darbeciliği ve Kontrgerilla örgütlenmesini elden çıkarmaz, ancak yeniden yapılandırabilir. Böyle bir demokrasi mücadelesi, sistem içi bir mücadeledir, başarıya ulaşma ve demokrasiye ulaşma şansı yoktur.

AKP’yi “sistem içine karışmaya hazır” olsa bile, “sistem dışı”, “baskıcı rejimin dışında” ve ona “karşı” bir güç olarak varsaymak ve darbeciliğe ve çeteciliğe karşı desteklemek, hele bunu “sol”un asli işlevi saymak, gericiliğin kaynağını oluşturan ve tüm demokratik gelişmeyi baltalayıp engelleyen, demokrasi mücadelesinin başlıca hedefi olması gereken tekellere ve tekelci egemenliğe karşı mücadelenin gelişmesini olanaksız kılar. Türbana ve AKP’nin kapatılması karşıtlığına indirgenmiş (şimdi Ergenekoncuların soruşturulmasıyla genişletilen) özgürlük ve demokrasi laflarının ötesinde, demokratlık başka şeylerin yanı sıra, başlıca, tekellere karşı mücadeleyi gereksinir ki, AKP ulusal ve uluslararası alanda tekellerin programını uygulamaktadır. Neoliberal IMF-DB politikaları temel yönlendiricisi olmuş, TÜSİAD ve genel olarak tekellerin istekleri emir niteliğinde sayılmıştır. Burada “AKP’nin gerçek karakterini, sınıf düşmanı niteliğini, neoliberalizmini reddetmiyoruz” demenin bir anlamı yoktur. Buna rağmen “darbe karşıtı demokratizmi” desteklendikten ve hem de bu mücadelesinin ilerletilmesi için sıkıştırılması asli işlev sayıldıktan sonra, bu “kabul”ün anlamı ne olabilir ki?

Neoliberalizm tekellerin programa bağlanmış politikası ve genel yaklaşımı durumundadır, sınıf ve halk düşmanıdır. Bunun desteklenmesi, düşmandan ve AKP onun sözcülüğünü ve yürütücülüğünü üstlendiği için düşman yürütmesinden medet ummaktan, demokrasi ve demokrasi mücadelesini iğdiş edip ayağa düşürmekten başka ne demektir?

Gerici AKP’nin desteklenmesine çağrılan ve gericilik içindeki (sistem-içi) çatışmadan ötesini görmemesi, sivilleşme ve parlamenter sistemin ihyasıyla yetinmesi istenen “sol”, işçi ve emekçilerin çıkarlarını yansıtabilir bir sol olamaz. Halk üzerinde zorbalıktan başka şey olmayan tekelci egemenliğin savunulması, savunanı, sol ya da demokrat yapmaz. Taraf’ın ve tüm yazarlarının mutabakat halinde arzuladıkları ise, sol ve demokrat olmayan, gericilik içindeki çatışmalar ve onların taraflarından birini desteklemekle sınırlanmış düzen-içi bir “özgürlükçü sol” ve “demokratlık”tır. “Sol”a yüklemeye çalıştıkları “demokratlık”, tekelleri ve egemenliğini, onların neoliberal saldırganlığını hedef almayan, tekelci fraksiyonların kendi aralarındaki çatışmalarının yedek gücü, öyleyse tekellerin yönlendiriciliğini benimsemiş, onların “demokratlığı”nın övgücüsü ve eklentisi bir demokratlıktır.

YASAKLANAN DEVRİM!

“Demokrasi mücadelesi” ve “demokratlık”ı, özünü, tekellere ve tekelci egemenliğe karşı mücadelenin oluştuğu temelinden koparıp içini boşaltarak çarpıtan ve tekellerin demokratlığına indirgeyen Taraf liberalizmi, burada durmuyor. Dursaydı şaşılırdı! Çünkü demokrasi mücadelesi ile bağımsızlık mücadelesi ve her ikisiyle devrim fikri ve pratiği arasında kopmaz bir bağ vardır.

Demokrasi mücadelesi, ancak tekelci kapitalist düzen ve egemenliğin bir siyasal devrimle dönüştürülmesini hedefleyebilecek devrimci bir mücadele olabilir ki, Taraf, örneğin M. Belge’nin ağzından buna da kuşkusuz itiraz halindedir. Önce, Ergenekon soruşturmasına, diğer her olgu ve gelişmeye olduğu gibi devrimci bir perspektifle yaklaşan, kuşkusuz müdahalelerini, devrimi yakınlaştırmak ve onun başlıca ihtiyacı olan işçi sınıfı ve halkı birleştirip devrime hazırlamak ölçütüne vuran ve bu amaçla gerçekleştiren liberal olmayan, devrimci ve sosyalistlere bir yakıştırmada bulunuyor Belge: “Birçoklarının şöyle akıl yürüttüğünü tahmin ediyorum: ‘Ergenekon tasfiye oldu! AKP ‘raund’ kazanmış gibi oldu! Ne çıkar? Bunlar Türkiye’yi sosyalizme yakınlaştırır mı? Devrime yaklaştırır mı? Hayır. Hatta uzaklaştırır. Öyleyse bana ne!’” (Taraf, Formel Demokrasi, 20.07.08) Oysa devrimci ve sosyalist, evet, her olgu ve gelişmeye “devrimi yaklaştırır mı?” diye bakar, öyle ele alır; ama eğer “yaklaştırır”sa olumlu, “yaklaştırmaz”, “hatta uzaklaştırırsa” olumsuz müdahale eder, ama asla “bana ne” deyip tarafsız kalmaz. Daima tuttuğu bir taraf vardır, ama bu Tarafçı liberalizmin dayattığı türden tekellerin ve özel olarak onların fraksiyonlarının tarafı değil, işçi ve emekçilerin ve onların nesnel çıkarlarının ifadesi olan devrimin tarafıdır. Devrimin kendisi bağımsız bir taraftır.

Bu devrimci sosyalistlere bu katakullili yakıştırmanın ardından, Belge kendi görüşleriyle aydınlatıyor “solcu”ları: “Evet, açıkça söyleyelim: Ergenekonun tasfiyesi, Türkiye’yi otomatikman sosyalizme yaklaştırmaz. Bununla varılacak yerin ‘reel’ çerçevesi, olağan burjuva rejimidir. Bizden daha önce yola çıkmış Batı ülkelerinde olduğu gibi, normal kapitalizm. Normal, formel burjuva demokrasisi.” (Agy)

Burada, devrim ve sosyalizmin ABC’sine ilişkin yapılması gereken tartışmalar var, ancak geçiyoruz. Demokrasinin kazanılmasının sosyalizmi yakınlaştıracağı kesindir, ancak tabii ki, içi boşaltılıp tekellerin egemenliğine bağlanmış, tekelci kapitalizm çağında mali oligarşinin egemenliğini tanımlayan burjuva diktatörlüğünden başka bir şey olmayan “formel burjuva demokrasisi”ni “reel çerçeve” sayan, güdükleşip gericileşmiş sahte bir demokrasi ve bu içerikli bir mücadelenin sözü edilmiyorsa. Böyle bir mücadeleye ne denli “demokrasi mücadelesi” adı takılırsa takılsın, mevcut burjuva diktatörlüğünü koruyup sağlamlaştırma mücadelesi olmaktan öteye varmayacağı kesindir. Ama işte Belge, “solcular”a, “formel burjuva demokrasisi” ile, işçi sınıfı ve halk üzerinde bir diktatörlük olan demokratik burjuva egemenliği ile yetinmeyi öğütlüyor. Bunun, hele tekellerin fraksiyonlarının desteklenmesiyle elde edilemeyeceği tartışmasızdır, ancak kurulu olduğu bir dizi Avrupa ülkesindeki -polis devleti vb. yönleriyle- güdükleşip gericileşmiş içler acısı hali ortadayken, Türkiyeli sosyalistlere önerilmesinin hiç mantığı yoktur. Ama Belge dilinin altındaki baklayı çıkararak, ısrarını sürdürmektedir:

‘Devrim’ dediğiniz o şey, inanılmaz derecede olağandışı koşullar oluşmadıkça, Türkiye’de olmaz. Burada şu konjonktürde iki ihtimal, iki yön var: liberal demokrasiye açılmak ya da pleb/patrisyen bir faşizm koalisyonunun sultasına girmek.(…) Türkiye’de birçok ‘solcu’ var ki, onlar da gençliklerinde hayal ettikleri devrimin olamayacağını görüyorlar; ama ‘olmayan devrim’in ‘devrimcisi’ olma payesini de elden bırakmak istemiyorlar.” (Agy)

Yoruma gerek yok. Belge “solcular”a devrimi yasaklamaktadır! Devrimi olmayacak şey ilan etmekte ve tekelci gericilik içindeki çatışmanın taraflarından birini desteklemekten ibaret olan reel seçenekleri sunmaktadır: “Solcular” düzen içinde kalmalı, düzenin sınırlarını katiyen zorlamamalıdırlar, bugün sıkıştırıp zorlayacakları şey, ilerlemeye teşvik etme amaçlı olarak, AKP’dir! Unutun devrimi, ya liberal demokrasi ya faşizm demektedir Belge! Ve solcu ne kelime, solcu akıldane olmaktadır!

BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİNİN REDDİ: AÇIK EMPERYALİZM YANLILIĞI

Sahtesi bir yana, siyasal özgürlükleri kazanmaya yönelik içeriğiyle tekelci zorbalık karşıtlığı ve siyasal devrimi gereksinmesiyle tanımlanabilecek gerçek bir demokrasi mücadelesinin emperyalist kölelik zincirleri parçalanarak bağımsızlığın kazanılmasını hedefleyen anti-emperyalist mücadeleyle ayrılmaz bir bütün oluşturduğu kolaylıkla anlaşılacaktır. Tekelci zorbalık ve egemenlik, kuşkusuz herhangi tekelin (toprak tekeli vb. gibi) değil, kapitalist tekellerin, mali sermayenin egemenliğidir ve pek sevilen küreselleşme ya da doğru deyişle kapitalist uluslararasılaşma koşullarında ortaya çıkmıştır. Kapitalist tekel, ülke içine kapanık, tepeden tırnağa yerli bir olgu değildir. Tekelci kapitalizm, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde ortaya çıkıp onu dünya pazarını fethetmeye götüren uluslararasılaşma eğilimini geliştirmiş, ticaretin ötesinde sermayenin de uluslararasılaşmasıyla karakterize olmuştur. Tek bir kapitalist dünya ekonomisi oluşmuş ve tek tek ülke ekonomileri kapitalist dünya ekonomisi zincirinin halkaları haline gelirken, tek tek ülkelerin tekelci burjuvazileri, ulusal kaygılarını bir yana atarak, uluslararası burjuvazinin müfrezelerine dönüşmüştür. Artık tek tek ülkelerle sınırlı analizler yapılamaz olmuş, mali sermaye egemenliğinden başkası olmayan uluslararası sermayenin egemenliğini hedef almayan yaklaşımların başarı şansı kalmamıştır. (Devrim, elbette tek tek ülkelerde, ancak, dünya devriminin bileşenleri olarak gerçekleşecektir.)

Türkiye’de de tekeller, uluslararası tekellerin parçasıdırlar ve işbirlikçi tekelci burjuvazi, emperyalist tekellerle çoktan birleşmiştir. Ulusal sınırların her yönüyle kaldırılmasını ve dünya kapitalizmine tam entegrasyonu öngören neoliberal politikaların bu yöndeki hızlandırıcı etkisiyse, kuşkusuz görmezden gelinemez.

Dolayısıyla yerli tekellerin nerede bitip emperyalist tekellerin nerede başladığı, kapitalist  uluslararasılaşmanın günümüzde ulaştığı boyutlar dikkate alındığında, artık yanıtlanabilir bir soru olmaktan çıkmış ve önemsizleşmiştir de. Kuşkusuz Türkiye işbirlikçi tekellerin egemenliği altında kapitalist bir ülkedir, ama uluslararası mali sermayenin ağlarını yaydığı ve emperyalizmin işbirlikçilerine ekonomi politikalarından dış politikaya kadar politika dayatmakla kalmadığı, aynı zamanda doğrudan kapitalist sömürü ilişkilerini belirlediği ve sömürüsü gerçekleştirdiği bir ülkedir de. Kısacası, emperyalist ve işbirlikçi tekeller tek bir uluslararası sermaye ve burjuvazi oluşturup onların bileşenleri olarak birleşmiş durumdadırlar. Ve Türkiye’de egemen tekelci burjuvazinin ardında uluslararası sermaye ve emperyalizm, sadece verdiği destekle değil, tüm varlığıyla durmaktadır.

Öyleyse, siyasal özgürlükleri elde etmek üzere tekelci egemenliği gidermeye yönelik demokrasi mücadelesinin, dolaysızca anti-emperyalist mücadeleyle birleşme zorunluluğunda anlaşılmayacak şey yoktur. Demokratlar demokrat olmaktan çıkmadıkça, yalnızca emperyalistler tarafından desteklenmekle kalmayan, ama kendileri de işbirlikçiler olarak uluslararası burjuvazinin bir parçasını oluşturan tekellere karşı yöneltecekleri demokrasi mücadelesini, bu nedenle emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı bağımsızlık mücadelesiyle birleştirmekten kaçınmayacaklardır.

Liberallerin itirazı burayadır. Onlar, demokrasi mücadelesinin içini boşaltarak, onu, siyasal fraksiyonları üzerinden tekellerin desteklenmesine indirgeyerek, devrimsizleştirilmiş, devrime karşı düzen-içi bir mücadele olarak tanımlarlarken, bu yaklaşımın bir sonucu da olarak, tamamen gereksiz saydıkları anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesinden de koparıyorlar. Üstelik bağımsızlık mücadelesini tam bir işbirlikçilikle suçlayarak yapıyorlar, bunu.

“İktidar değişikliği”nin dayanağı olarak tanımladıkları darbe ve darbecilere karşı “mücadele”yi nasıl ele aldıkları aktarırken, A. Altan’ın değindiği “Avrupa” ya da B. Oran’ın değindiği “demokrasinin dış etkeni” üzerinde durmuştuk. Altan, yanı sıra “…darbe hazırlıklarının asıl hedefi AKP değil. İki temel hedefi bulunuyor. Birincisi, hızla uyanan halkı siyaset dışında tutabilmek… İkincisi de, Avrupa Birliği’ne giden yolu kesmek.” diyor. Avrupa Birliği, emperyalist düşman değil, demokrasi dostu oluyor!

Bu B. Oran’ın da görüşü: “Bugün ise muasır medeniyet Avrupa Birliği’dir. Ama Kemalistler AB’ye emperyalist diyorlar. AB emperyalist olamaz ki. (…) Ancak bir devlet emperyalist olabilir AB bir devlet değil ki. Emperyalizm çok basit olarak bir devletin  bir başka devlet üzerindeki özellikle iktisadi çıkarlarını silah gücüyle gerçekleştirmesi demektir. Amerika’nın Irak’taki varlığı emperyalizmdir.” (Taraf, 28.07.08)

Tam bir Kautsky’e dönüş olan emperyalizm üzerine bu görüşler, kelimenin gerçek anlamıyla pespayeliktir. Emperyalizm basitçe sömürgecilik ve silah gücüyle ilhakçılıktan ibaret değildir, ama asıl olarak mali sermaye egemenliğidir, sermaye ihracıdır, tek tek ülkeler ekonomisi ve dünya ekonomisinin ele geçirilmesidir vb. AB bir devlet değilmiş! Ne müthiş kolaycılık!

Ama burada da durmuyor Oran ve tıpkı yukarıda olduğu gibi, sözde başlıca Kemalistleri hedef alarak, bağımsızlık mücadelesini karalamaya yöneliyor: “Kemalist entelektüellerin de solla hiçbir ilgisi yok. Onlar da, diğer ‘sol’ gibi, bağımsızlık ve anti-emperyalizm söylemleriyle yeni bir nasyonalizm inşa ediyorlar. Onlar da profaşizm yapıyorlar.” (Agy)

Hocanın dilinin kemiği yok hiç! Doğrudan emperyalizm yanlılığı övgüsü yapmıyor, ama aynı işi, bağımsızlık mücadelesi ve anti-emperyalizmi karalayarak, onu “neo-nasyonalizm” ve “profaşizm” (faşizm yatkınlığı/yanlılığı) ilan ederek yapıyor. Bu tutum alış, emperyalizmin önünde diz çökmenin, tekelci kapitalizmi içselleştirmiş olmanın ürünü olabilir ancak!

Zemzem kuyusuna işeme örneğini takip ederek, Türkiye’de bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi ve devrimin ölçütü olan Deniz Gezmiş’e hakaret etme alçaklığıyla ün arayan R.O. Kütahyalı da, tahmin edileceği gibi, tam safını seçmişlerden, “Tam bağımsızlık tam barbarlık demektir” diyor. (Taraf, 26.07.08)

Bir de liberal Gökhan Özgün var, Taraf’ta yazan. O da ipini koparmışlardan. Darbecileri kast ederek ve A. Altan’ın “halkı siyaset dışına itmek” gerekçesini de geçersizleştirerek, diyor ki:

Aslında tek ama tek hedefleri var. Türkiye AB’nin, AB’ye de Türkiye’nin kapılarını kapamak.” (Taraf, 26, 07.08)

Ama bağımsızlığa ilişkin dedikleri de ibret vesikası: “Bağımsız İtalya ne kadar anlamlıysa, bağımsız Türkiye de o kadar anlamlı artık. Buna alış. Türkiye’yi de küçümseme. Batı’yı da küçümseme.” (Taraf, 21.07.08) Ve devam ediyor: “Amerika’ya Avrupa’ya karşı mısın? O halde bu medeniyetin içinde ve içeride mücadele edeceksin. Demokratik bir mücadele vereceksin. İçinde yaşadığın medeniyetin merkezinden hakkını alacaksın, bu koskoca medeniyetin sana ve diğer vatandaşlarına öngördüğü tek mücadele tarzını, demokrasiyi kabul edeceksin. Demokrasiyi küçümsemeyeceksin.” (Agy)

Bu sözler, herhalde sonuna geldiğimiz liberalizm eleştirisini siyasal boyutuyla tamamen hak eden ve en iyi temsil eden açıklıkta. Adam, ne yasakçı bir liberal! Sosyalizme, devrime hiç hayat hakkı tanımayan dayatıcılıkta.. Pervasızlıkta sınır tanımıyor. Tek seçenek var: Tekelci kapitalizm ve emperyalist Batı medeniyeti önünde diz çökme ve onun “merkezinin tanıdığı” imkanları kullanma! Eğer bu demokrasi düşmanlığıyla uyum sağlamak gerekecekse, demokrasi lafı etmeye ne gerek kalırdı ki?

Adam, demokrasi mücadelesiyle bağımsızlık mücadelesinin birleştirilme zorunluluğunun da kanıtını üç satırlık makalesinde ne güzel sağlamış! Öyle bir tekelci demokrasi sunumu ki, hem uluslararası burjuvazi ve emperyalizme karşı hem de demokrasi için mücadele ihtiyacını yakıcı kılıyor.

Tüm bunlar, liberallerin özlediği, ama asla özlenen tıynette olmaması gereken “sol”u tarif ediyor: Demokratikliği ve özgürlükçülüğü tekeller ve emperyalizm önünde diz çökmekle tanımlanan, sürekli bir tekelci fraksiyonun kuyruğu olacak, düzen-içi, parlamenter burjuva demokrasisi yanlısı “majestelerinin muhalefeti” bir “sol”. Ama katiyen bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist değil. Katiyen devrimci değil. Katiyen işçi ve emekçilerin çıkarlarını esas almayacak ve onun davası olan sosyalizmi savunmayacak!

Devrimci ve sosyalist sol ise, kuşkusuz kendi bağımsız yolundan yürüyerek ilerleyecektir. İşçi sınıfının davası olan sosyalizmin yolundan…



* Nesnel olarak halkın, gerek MGK, MİT, Kontrgerilla vb. aygıtlarla, gerek genel olarak bürokratik militarist aygıt ve onun temel kurumu olduğu gerici burjuva devletle, gerekse yürütme organı olan AKP “iktidarı”yla karşı karşıya ve tümünün karşısındaki asıl taraf olduğundan kuşku duyulamaz. Tümünün asıl işlevi halkı baskı altında tutmaktır. Kontrgerillanın bir grubu olduğu anlaşılan Ergenekon’un da halkı hedefine koymuş bir örgütlenme olduğu, dolayısıyla onun karşısında da halkın taraf olduğu şüphesizdir. Söylenen, somut şekillenişinin öznelliğiyle, bugün Ergenekon üzerinden gerçekleşen çatışmada asıl taraf olması gereken halkın dışlandığı ve ancak yedeklenecek bir güç durumuna sıkıştırıldığı ve çatışmanın gericilik içindeki bir iktidar paylaşımı çatışması olarak yürütüldüğüdür.

* Aynı “tarafsızlık” sonucuna, başka her şeye gözünü kapayan “saf devrim” beklentisinin de götürmesi, kuşkusuz bir “cilve” değildir, ama sağcı bir yaklaşımla aşırı “solcu” bir yaklaşımın sadece sonucunun değil, zemininin de ortak olduğunu belirtir.

** Şu görüşler K. Okuyan’ın ve Ergenekon’a ilişkin olarak, AKP’nin Amerikan “destekli” “Cumhuriyet tasfiyeciliği” operasyonuna işaret ediyor ve Ergenekoncuların suçlanmasına dair TKP’nin tek laf etmeyişini açıklıyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesine dönük operasyona karşı koymadan sosyalist bir cumhuriyet için mücadele inandırıcı olmaz.” “Gerici ideolojiler deposu Türkiye’nin iç gerilimleri ile emperyalizmin bölgesel açılımlarının örtüşmesinden Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye operasyonunun çıktığını anlamayanların gerekçesi çok.

*AKP’nin emriyle hareket geçen emniyet güçleri çok sayıda kişiyi gözaltına alıyor, gazete büroları, dernekler, evler basılıyor. AKP darbe tehlikesini bahane ederek kendi diktatörlüğünü kuruyor!(…) Gericilik ülkemizi teslim alıyor!(…) Türkiye’ye emperyalist planlar dahilinde roller biçiliyor! Avrupa Birlikçisi, Amerikancısı, NATOcusu, IMFcisi, SOROSçusu, gericisi, liberali bugün hep bir ağızdan bağırıyor. ‘Darbe tehlikesi var’ diyerek, emperyalist ve gerici bir proje adım adım örülüyor. Emperyalizmin truva atı içimizden kemiriyor!(…) Gerçek tehlike emperyalizmdir, gericiliktir, yağmadır. Bugün yaşanan bir Amerikan darbesidir. Bu darbe durdurulmalıdır. 12 Eylül uzantısı, ABD maşası AKP’ye dur deme zamanı gelmiştir!(…) 6 Temmuz Pazar günü saat 14:00’de Beyoğlu Tünel’den Galatasaray’a yürüyüşümüze katılmaya çağırıyoruz. AMERİKANcılara, ABcilere, NATOculara, SOROSçulara, FETHULLAHçılara AKP’ye Karşı Ülkemizin sahipsiz olmadığını gösterelim!” (Amerikan Darbesine Hayır!, TKP-Bulten,

Wed, 7/2/08, TKP Duyuru <duyuru@tkp.org.tr> wrote:
From: TKP Duyuru <duyuru@tkp.org.tr>
Subject: [TKP-Bulten] Amerikan Darbesine Hayır!
To: bulten@tkp.org.tr)

*Ordunun bugünkü komuta kademesinin üstünde “27 Nisan muhtırasının” gölgesi var.
Hukuka ve demokrasiye aykırı bir muhtıraydı o.
Hiç üstlerine vazife olmadığı halde kendi görev alanlarının dışına çıkarak cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale etmişlerdi.
Yasaları çiğneyip suç işlemişlerdi.
Anayasa Mahkemesi’nin üzerinde ise “367” kararıyla, “türbanı iptal” ederken anayasayı açıkça çiğnemelerinin gölgesi var.
Onlar da anayasayı ihlal ederek suç işlediler.
Asla suça bulaşmaması gerektiği halde suça bulaşmış iki kurumun, iki önemli mensubu gizlice buluşuyorlar.
Ortak bir amaçları bulunuyor bu kurumların.
Ordu, 27 Nisan muhtırasıyla… Anayasa Mahkemesi de “türban değişikliğini” iptal ederken “anayasal sınırlarını” aşarak, halkın iradesini temsil eden parlamentoyu “devreden çıkartmak” istediklerini kesin bir şekilde ortaya koymuşlar.
Halksız ve parlamentosuz bir yönetim biçimi istiyorlar.
” (Ahmet Altan, Ne Açıklama Ama, 14.06.08) Ardından ordudan gelen tepki üzerine de geri çekilme yok, Altan dikiliyor:

“‘Suça bulaşmış iki kurum’ dememden alınmışlar.
Muhtıra vermek suçtur… Anayasa Mahkemesi’nin anayasayı çiğnemesi de suçtur.
Suçlu duruma düşmek istemiyorsanız hukukun çizgileri dışına çıkmayın, yasaları çiğnemeyin.
” (A. Altan, Genelkurmay ve Dört Gazete, 15.06.08)

Bunlar örnek. Daha başka “restleşmeleri” de var Taraf’ın Genelkurmay’la. Güzel değil mi? Kuşkusuz güzel. Soru ise şu: A. Altan’ın İkinci Cumhuriyetçi geçmişi biliniyor, yazıp çizdikleri ve eğilip bükülmeleri de. Eski pratik yumuşaklıkla bugünkü cesaret farkı nereden geliyor? Sadece dengeler mi, koşulları değerlendirme mi, yoksa sırtın dayandığı bir yer mi edinildi?

* Burada, Halil Berktay’ın “liberalizm” üzerine bir süredir kaleme almakta olduğu makaleler dizisinde, darbecilik ve dayanağını oluşturan Bonapartizm bağlantısını, bu durumda burjuvazinin değil kendinden menkul bürokrasinin eğilimi/tutumu/ideoloji ve politikası olduğunu vurgulamak üzere, Kemalizm ve onun sınıf niteliğiyle ilgili olarak, günümüz tartışmalarına “ışık tutmak”, ama bizi bu kez tam tersten Türkiye sosyalizminin ilk çocukluk döneminin önermelerine geri çekmek amacıyla yazdıkları anılmalıdır: “Eski Yunan mitolojisinde, Attika yollarının ünlü haydudunun eline geçirdiği zavallılara yaptığı gibi, kesip biçiyor ya da çekip uzatıyor; kâh ‘küçük burjuvazi = millî burjuvazi’, kâh ‘Anadolu eşraf ve âyânı = millî burjuvazi’, kâh (onların da burjuva-demokratik gündeme hizmet ettiği gerekçesiyle) ‘askerî-bürokratik kadrolar = millî burjuvazi’ diyor; sonuçta, İttihatçı veya Kemalist önderliğin ‘burjuva’ karakterini ‘kanıt’lıyorduk. Nerede, ‘somut koşulların somut tahlili’? Ciddî, ampirik bir tarih çalışmasından çok, teorik bir paradigmanın icaplarını yerine getiriyorduk. Her şeyin ve bu arada devrimlerin de bir sınıf karakteri olmalıydı. Bu, bizi ‘burjuva/zi’ kavramını tümüyle anlamsızlaştırıp, bir totolojiden ibaret kılmaya götürüyordu. Sınıf şablonlarımıza uymadığı gerekçesiyle, Doğan Avcıoğlu’nun ‘asker-sivil aydın zümre’sini de karalıyorduk, Turan Güneş’in ‘bürokrasi’sini de. Sol fraksiyonlaşma alanının dışında kalan sosyal bilimlerden öğrenmeyi reddedişimiz, ‘bürokrasi’yi ‘burjuvazi’ye indirgeyip, kendimizi ‘bürokrasi-burjuvazi’ çelişmesi gibi, bugünü anlamak için de çok önemli bir analiz aracından yoksun bırakmaya varıyordu. (Taraf, Teorik intermezzo: “burjuva” devrimi?, 24.07.2008)

* Baskın Oran da, bu konuda, çerçevesiyle birlikte Altan’la aynı fikirde: “Türkiye sürekli demokrasiye doğru gidiyor. Bu ülkede sivil toplum doğuyor ve demokrasi istiyor. Hem iç güçler, hem dış güçler sürekli demokrasiye doğru götürüyor Türkiye’yi.” (Taraf, Solun önceliği darbeyle mücadeledir, 28.07.08)

* Burada ve aşağıda aktaracaklarımızda Oran’ın söyledikleriyle M. Belge’nin analizi arasında farklılıklar var. Oran “laik-dinci” karşıtlığını “kaydırılmış eksen” sayarken, Belge, onun ve darbe karşıtı-yanlısı karşıtlığının aynı karşıtlığın farklı görünümleri olduğu düşüncesinde: “Her şeyin merkezindeki tarihi çatışma, ‘laik/Müslüman’ ya da ‘elit/ayak takımı’ ya da ‘demokrat/otoriter’, daha çok medya düzeyinde bir ‘boks maçı’ karakterinde, kamuoyunun önünde cereyan ediyor.” (Taraf, Savaşın çeşitleri ve davaları, 13.07.08) Bu kadar farklılık olabilir herhalde.. Oran söylediklerinin tam anlamının ayırdında değil gibi. Yoksa darbecilere ya da elitlere ya da otoriterlere karşı “taraf” durumunda olduğunu kendisinin de belirttiklerinin “demokrat” ya da “ayak takımı” ya da “Müslüman” olduklarını, öyleyse tutarlı olması gerekecekse, “laik-dinci” ve “darbe yanlısı-karşıtı” bölünmelerinin, Belge’nin dediği gibi, “çakışması gerektiğini” fark ederdi! Gerçi onun bir de önemli bir taraf olarak homoseksüelleri var!

Eski Revizyonistin Liberalliği

Eski TKP’nin son genel sekreteri, TKP döneminde Haydar Kutlu ismini kullanan Nabi Yağcı’nın Taraf gazetesinin, rakibi Radikal’den transfer ettiği Neşe Düzel ile yaptığı, iki gün arka arkaya yayınlanan röportajda ileri sürdüğü fikirler, felsefi özleri bakımından benzerleri defalarca işitilmiş olmasına karşın, artık geçmiş fikirlerini taşımayan Nabi Yağcı’nın kendini modern ve makul bir solcu sayarak, demode olmuş, “gericileşmiş” “sol”a politik adresler gösteriyor, tavsiyelerde bulunuyor oluşu bakımından dikkat çekti. Nabi Yağcı’nın önerileri ve iddiaları, son zamanlarda sol ve solculuk adına çok sık tekrarlanan basmakalıplıktan muzdarip olsa da, bunları “şok açıklamalar” olarak nitelendirenler de oldu.

Röportajdaki fikirlere gelmeden önce kısa bir bellek tazelemesinde yarar var:

TKP’nin son dönem liderlerinden Nabi Yağcı uzun süre yurt dışında yaşamıştı. Sovyetler Birliği’nin açık çöküşünden kısa bir süre önce Brüksel’de yapılan kongrede TKP’nin TİP ile birleşme kararı alınınca, TİP genel Sekreteri Nihat Sargın ile birlikte legal Türkiye Birleşik Komünist Partisi’ni (TBKP) kurmak üzere yurda dönmek için yola çıktılar. TBKP’nin genel sekreterliğini Nabi Yağcı, genel başkanlığını ise Nihat Sargın yürütecekti. Ancak havaalanına iner inmez İstanbul’da tutuklandılar (1987) ve 141-142’den yargılanarak cezaevine konuldular. Sargın ve Yağcı’nın tutuklanmalarından sonra, ölü doğmuş bir proje olan TBKP de bir varlık gösteremedi ve Mustafa Suphi’nin 1920’de Bakü’de kurduğu TKP’den, dönüşmüş olarak türeyen TKP; TBKP ile birlikte tarihe gömülmüş oldu. TKP’nin kendi kendini feshi, yıllarca bu ülkenin sosyalistlerinin başına bela olmuş olan 141-142. maddelerin kaldırılmasına da denk düşer. Böylece 80’li yılların sonunda, Brejnev’den bu yana revizyonist bir çizgi izleyen Sovyetler Birliği’ne sadık kalan TKP, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takip eden bir süreçte ortadan kalkmış oldu.

Nabi Yağcı, daha sonraları bireysel çalışmalarını sürdürdü. TÜSTAV adlı bir vakıf kurarak TKP arşivini toplamaya başladı, bu arada çeşitli yazılar yazdı; bugün de Referans gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. 90’lı yılların başından beri kaleme aldıklarının genel olarak “küreselleşme” sürecinde ortaya çıkan postmodern fikirlerle uyum içinde olduğu, Yağcı’nın, entelektüel birikimini bu fikirleri gerekçelendirmek ve savunmak için kullandığı bilinir. Ayrıca komünizmden sadece örgütsel olarak değil fikren de çoktan vazgeçtiği, Marx’ın ve Lenin’in yanıldığını düşündüğü, sınıflar mücadelesinin eskimiş bir kuram olduğuna inandığı; bu görüşlerinin onu giderek kapitalizme hayranlık duyacak bir noktaya getirdiği ve Avrupa Birliği’ni savunduğu da az buçuk izleyenlerin malumudur. Dolayısıyla Taraf’a verdiği röportajında yeni bir şey söylememiş olduğu düşünülebilir. Fakat yeni olan, geçmiş fikirlerini reddetmesinin Yağcıyı getirdiği, üstelik öyle bir misyonu varmış gibi, “sol” adına konuşarak, “sol”a da önerdiği politik platformdur. Nabi Yağcı bu fikirlerini derli toplu ve sakınmasız olarak ilk kez Taraf gazetesinde açıklamıştır ki, bu, adı geçen gazetenin Türkiye’de basın camiasında kapladığı yer göz önünde bulundurulduğunda oldukça anlamlıdır.

Taraf, kurulduğundan bu yana arkasındaki maddi ve siyasi gücün merak konusu olduğu bir gazetedir. Ahmet Altan ile, yaşadığı ve Milliyet’te yazdığı köşe yazılarında iç ve dış politikalarını “Türkiye için daha anlaşılır” kıldığı ABD’den kalkıp bu gazeteyi çıkarmak için gelen Yasemin Çongar’ın kurup yönettiği gazete, başından beri AKP politikalarının liberal propaganda aygıtı gibi çalışmaktadır, dolayısıyla AKP’yle daha yakın organik ilişkiler içindeki Yeni Şafak gazetesinin yapamadığını yapmak, o gazetenin bıraktığı boşlukları doldurmak için çıkıyor gibidir. Taraf yazarları, gazetenin, muhafazakârlar, Kürtler ve liberallerin AKP eksenindeki ittifakını hedeflediğini her fırsatta belirtir ve yayınlarını bu doğrultuda yaparlar. Son dönemde yayınladığı belgelerle Genelkurmayı köşeye sıkıştıran, Genelkurmay Başkanı’nın da gazetenin Fethullah Gülen tarafından finanse edildiği ve Soros tarafından desteklendiği söylentilerini ima etmek üzere “o gazete kendi finans kaynaklarını açıklasın” mealinde cevap verdiği Taraf, sansasyonel ve komplocu yayıncılık anlayışı ve keskin tarafgirliğiyle 28 Şubat’tan bu yana oluşmuş derin yarılmanın bir tarafı adına konuşarak, bu yarılmadan beslenen bir tiraja sahip oldu. Ergenekon çetesi hakkındaki ifşaatları kapatılma davası açılmış AKP’nin elini güçlendirdikçe, bu, gazetenin, çok haklı bir zeminde durduğu iddiasını yüksek sesle söylemesini ve okurlarını Taraf almaya zorlamasını kolaylaştırdı. Taraf, AKP’yi desteklemeyenlerin nesnel olarak Ergenekon’u destekleyeceklerini, bugünkü koşullarda ya darbe ya AKP gibi iki siyasi seçenekten başka tercihin olamayacağını dayattı ve bu yöndeki psikolojik savaşını sürdürmeye devam etti, ediyor. Taraf gazetesi, aynı zamanda AKP’nin sosyal ve iktisadi temelini oluşturan yükselen “Anadolu burjuvazisi”nin de sesidir. Gazete başlıca ilkelerinden birinin İstanbul dışında büyüyen, palazlanan bu güçleri izlemek olduğunu ilan etmiş, en kıymetli yazarlarını “Anadolu Kaplanları”nın sayesinde ortaya çıkan sosyal değişimi izlemek için mahalline göndermiş, dosyalar ve röportajlar yayınlayarak, bu değişimi yansıtmıştır.

Dolayısıyla Taraf gazetesinin çizgisine uygun fikirlere sahip Nabi Yağcı’nın söylediklerini ele almayı gerekli kılan, ifade edildikleri platformun misyonunu sinerjik bir etkiyle güçlendirmesidir. Hem Taraf gazetesinin hem de Yağcı’nın, AKP’ye, aradıkları sol ittifakı ve desteği gerekçelendirirken kullandıkları argümanların benzerliği sağlamıştır bu sinerjiyi. Komünizmden bozuşarak kopmuş, Marksizmi, çağı açıklamakta yetersiz gördüğü halde ondan işine gelenleri var olan statükoyu meşrulaştırmak için alıntılayan bir “solcu”nun fikri çizgisinin nerelere evrileceğini göstermesi bakımından da ilginçtir, Yağcı’nın söyledikleri.

Röportaj için neden Nabi Yağcı’nın seçildiğini Neşe Düzel şöyle açıklıyor:

Türkiye açıkça bir darbe sürecinden geçiyor. Toplumda darbeye karşı güçlü bir direniş olmasına rağmen, darbe yanlısı gruplar da var. Bu karışık ortamda CHP gibi solla ilgisi olmayan siyasi partiler, gruplar, bazı kesimler ‘sol’ adına konuşurlarken ‘gerçek’ solun sesi ise pek duyulmuyor. Üstelik Türkiye’nin, tarihinin en keskin virajlarından birini almakta olduğu süreçte, sola en çok ihtiyaç hissedilen bir dönemde gerçek solun sesi duyulmuyor. Peki sol bu şartlarda ne yapmalı? Kimi, neyi desteklemeli? Solculuk nedir? Solcunun amacı nedir? Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu koşulları sol bir bakış açısıyla nasıl analiz etmeliyiz? Solcular, muhafazakarlar ve Kürtler darbeye karşı demokratik bir cephe oluşturabilirler mi?…

Yağcı’yla söyleşinin gerekçelerinin sıralanışı “yeni başlayanlar için sosyal demokrasi/ feminizm/ anarşizm…” vb. gibi adlar taşıyan popüler kitapların arka kapak yazılarını andırıyor. Ama “sol nedir”, “solculuk nedir”, “sol ne yapmalı” gibi sorular, burada sadece, kuralları az çok bilinen solculuk hakkında bir şeyler öğrenmek ve sola başlangıç yapmak isteyen genç okura standart ve temel bilgiler sunulacağını vaat etmekten öte, solun, Yağcı-Taraf elbirliğiyle öngörülen yeni bir tarifi için alfabe oluşturmanın yolunu açmak amacında. “Gerçek solun sesi” Yağcı, işte bu cevapsız kaldığı düşünülen ya da eski yanıtların artık açıkta bıraktığına inanılan amiyane sorulara yanıt verdi iki gün süren röportajında.

Ve okur, daha ilk soruda solun temel düsturunun ne olduğu konu sunuda bilgilendirildi: “Sol değişimci olmaktır. Marx da Hegel de solculuğu böyle tarif ederler. Türkiye’deki solcular ‘Ben niye solcuyum’ diye kendilerine sormalılar. Çünkü değişimin karşısında durup ya da ulusalcı olup ben solcuyum demek mümkün değil.

Bu, kendi dışındaki “solcu”yu köşeye sıkıştırma, ona üstten bakma, “kendini sorgula, kendine sor, öyle demekle olmaz, oku öğren” tavrı, Nabi Yağcı’nın vazgeçemediği üsluptur. Ondaki çok okumuş adam hali, kavramları yerli yersiz kullanmasıyla çelişse de, yüzeyselliğe bir derinlik vehmetmeye yetiyor. Solculuğun temel kriterinin değişimci olmak olduğunu söyledikten ve buna Marx ve Hegel’i (ne alaka!) referans gösterdikten sonra, aynı cümleye aldığı ulusalcıların değişimden yana olmadıkları için solcu olamayacaklarını söylemenin maksadı nedir peki? Neden ulusalcılar değişimci olamasın; muhafazakârların bile değişim yanlısı oldukları, değiştikleri bir dünyada ulusalcıların, İslamcıların, laiklerin, liberallerin, sosyalistlerin, kapitalistlerin, feministlerin vb. değişmediklerini, herkesin yerinde saydığını nasıl söyleyebiliriz. Dünyada zaten değişmeden dönüşmeden, hareketsiz kalan bir kesim var mıdır ki; değişim yanlısı olmak, sadece solculuğun ayırt edici temel bir kriteri olsun. Yoktur. Fakat Nabi Yağcı, kavramını zaten böyle yalın bir anlamda kullanmaz. “Değişim” sözcüğü, bizim ülkemizde, tarihsel (-ne yazık ki ulusal!-) ve güncel nedenlerle yan anlamlar kazandığı, bir dizi sosyal çağrışımı olduğu için onu hemen anlıyoruz; o, bunu derken, birazdan seslendiği “solcu” okuru hem haşlayacak hem hizaya getirecek; ve tabii ki açıklayacak: evet dünya değişiyor elbette, peki “solcular” nasıl değişecek.

Nabi Yağcı’nın değişmelerini önerdiği solcular kimdir, solculuktan kastı nedir? Bilinir ki, Fransız Devrimi döneminde Meclis’teki radikal vekiller sol taraftaki sıralara oturdukları için; devrimin özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi ilkelerine sadık vekilleri gibi, devrimi, ilerlemeyi, halkçılığı savunan kesimlere solcu denir. Bu özelliklere, “değişen dünya”nın ihtiyaçlarına göre başka anlamlar da yüklenmiş, Rus Devrimi’nden sonra, gerçek bir değişimin halkçı bir devrimden geçtiğine inanan, bunun için mücadele eden, Sovyetler Birliği’ni savunan insanlara çok genel anlamda solcu denegelmiştir. Fakat solcu olmanın belli başlı kriterleri olmasına karşın, hiçbir zaman, üzerinde herkesin anlaştığı bir tanımı yapılamadı. Sosyal demokratlardan anarşistlere, sosyalistlerden komünistlere, radikallerden ılımlılara kadar pek çok kesim, sol sözcüğüne, siyasal stratejilerine uygun anlamlar yüklediler. Dolayısıyla farklı farklı siyasal niyetleri ve eylemleri olan, değişik örgütsel ilkelere inanan, yekpare olmayan çok geniş bir topluluğun ortak bir “sol” şemsiyesi altında toplanması, her zaman sorunlu olmuş ve giderek inandırıcılığını da yitirmiştir. Ama bu sözcük, çoğu kere, kimileri için kurtarıcıdır. Tıpkı Nabi Yağcı’nın yaptığı gibi, birileri, sol adına konuşmanın sadece kendisine patentli olduğunu iddia edebilir, solcu olduğunu baştan kabullenerek ağzını açan herkes dikkatle dinlenebilir, en pespaye fikirler sol adına söylendiğinde dinleyenlerden bir değer talep edilebilir! Sözcüğün geçmişteki itibarı her zaman sömürülebilir; ‘sol’dan bir talebi olan sağ siyasetçiler, istedikleri ‘solcu’yu muhatap alarak, bütün “sola” mesaj gönderebilirler.

Nabi Yağcı için ise, ‘sol’un ve ‘solcu’nun tanımı; sola dair özsel ilkeler belirlemekten kaçındığı için belirsizdir. “Sol”, ona göre, farklı siyasetlere eklemlenebilen ve siyasal olarak amorf ve renksiz bir güçtür. “Sol neyin tarafı olduğu sorusuna yanıt bulamıyor, Sol devletçi kapitalizmden yana olabilir mi, devletin tarafında olabilir mi, üretim güçlerini kim geliştiriyorsa sol onun yanında olmalıdır…sol demokrasiyi geliştirerek ekonomiyi büyütmeyi savunmalı…Eğer ülkede bir değişim varsa ancak o dalganın üstüne çıkarak sol bir değişim yaratabilir…” gibi ifadeleri bol miktarda kullanır. Bir yanda “yapılan siyasetler” vardır, diğer yanda da bu siyasetlerden birisine eklemlenmesi gereken solcular! Yağcı’ya göre, solcular hiçbir siyasetin öznesi değillerdir elbette, ama onların dışında yapılan siyasetlerin özneleri son derece belirgindir. Zaten bu, solculara kapitalizmi kutsamalarını tavsiye ederken ve AKP’yi adres gösterirken son derece işine yarar.

Siyasetin öznesinden koparılabileceği, bildiğimiz siyasi öznelerin (işçi sınıfı, kadınlar vb.) bulundukları sosyal konumlar itibariyle bir siyasi fikri temsil etmelerinin mümkün olmadığı biçimindeki modern idealist tezleri 80’li yıllardan beri işitiyoruz. Bu tezleri savunanlar, işçi sınıfının, Marx’ın, kapitalizmin analizinden çıkardığı gibi, üretim sürecinde bulundukları konum nedeniyle toplumsal değişimin motor gücü olduğu saptamasını özcü bir saptama bularak eleştirmişler; hiçbir toplumsal kesimin üretim ilişkilerinde kapladığı yer nedeniyle özsel olarak toplumsal bir role sahip olmadığını savunmuşlardır. Bunlara göre, sosyalizm ve feminizm diye ideoloji ve siyasetler elbette vardır, ama işçi sınıfı ile sosyalizm, kadınlarla feminizm arasında özcü bir ilişki kurulamaz. Özneler, bu, havada yüzergezer ideolojilere gider eklemlenirler; bugün bir yere eklemlenmeleri, yarın başka bir yere eklemlenmeyecekleri anlamına gelmez. Dolayısıyla toplumsal hiçbir sınıfın ya da kategorinin bütünü ilgilendiren kimlikleri yoktur. Tersini söylemek özcülüktür; öyleyse Marksizm de özcü bir teoridir. Öte yandan, ideolojiler de, kendilerine eklemlenen kesimlerin farklı özellikleri nedeniyle, bütünsellikten yoksundurlar. Bütünsel bir ideoloji oluşturmak, insanı totalitarizmin tuzağına düşürür ve bunun sonu da faşizmdir. Nabi Yağcı’nın fikirleri, burada kısaca özetlediğimiz teorik düşüncenin izlerini taşır; onun fikirleri de, bu, Marksizme yöneltilen özcülük eleştirisinden türetilmiştir. Adına “sol” denen fikriyatın çok değişik tanımlarının yapılabilmesi, solcuların “çok kimlikliliği”, Yağcı’nın da çeşitli eklemlenmelerini anlaşılır kılar. O, bu özcülük eleştirisini Marksizmi deforme etmede kalkış noktası olarak kullanırken, başkalarını da böyle bir eklemlenmeye çağırır.

Neşe Düzel’e, solcuların kimler olduğunu ise Yağcı şöyle anlatır: “Burada sol dediğim bir siyasi parti olabilir, bir sol fikir çevresi de olabilir veya sen, ben olabiliriz. Çünkü bugünün Türkiye’sinde, enformasyonun imkanlarıyla kanaat önderleri bir siyasi partiden daha önemli hale geldiler…

Bellidir ki, üstadın kitlelerle bir işi yok. Onlar bir partiye girip (mümkünse AKP)  kalabalık yapsınlar, beş yılda bir gidip oy kullansınlar! Eli kalem tutan, fikir üreten, sol adına sesi duyulan, o veya bu, “sen veya ben” ise, sınıfsal konumun değil ama enformasyonun sağladığı önemlilikle, solculuk yapmaya devam etsinler. Siyaset ile toplumsal özne arasına bunca mesafe koyduktan sonra, meydanı, solculuk adına, tek tek bireylerin; o da değil, seçkin-eğitilmiş bireylerin, daha ötesi kanaat önderlerinin doldurmasını istemek, Yağcı’nın sistematiği açısından bir tutarlılık gösteriyor kuşkusuz.

Açık açık şöyle diyor: “Eskiden durum açıktı. İşçi sınıfının önderliğinde bir devrim tasarlanıyordu. Günümüzde işçi sınıfının böyle bir önderlik rolü yok artık. Ayrıca geçen yüzyılın kapitalizmiyle bugünün kapitalizmi de farklı. Sol o zaman burjuvaziyle proletaryanın mücadelesinde proletaryanın tarafıydı. Ama bugün sınıf mücadelesi sadece proletarya ile burjuvazi arasında geçmiyor. Başka sınıf kavgaları da yaşanıyor.

İşçi sınıfının önderliğinde devrim tasarlamaya muktedir olduğunu sanan bu güç kimdir acaba? Nabi Yağcı’nın kendisi olmasın? İşçi sınıfı devrimlerini K. Popper’in “toplum mühendisliği” kavramı ile karıştıran, toplumları istediği gibi şekillendirebileceğine inanan seçkinlerin önderlik iddiaları fos çıktığında, “işçi sınıfının devrimi de yok, önderliği de” sızlanması ya da huysuzlanması okunuyor olmasın satır aralarında. İşçi sınıfı devrimi bir mühendislik harikası mıdır ki, devrimin gerçek özneleri, mühendisin vesayetine havale edilerek tasarlanabilsin; sonra o mühendis, başarısız olup kendi partisini “dünyadaki değişim”e uyup feshettiğinde, kendi önderlik iddiasının çöküşünü, bu kez, “proletaryanın önderliğinin çöküşü” olarak gösterebilsin.  Yapabilir bunu Yağcı; çünkü onun için, eskiden de, siyaset bir yanda, öznesi başka bir yandaydı. Ama bugün geldiği noktada, yani partili siyasetten kopuk olduğu zamanda, “sen ya da ben de olabiliriz bu solcular” derken, mütevazılığından olduğu da sanılmasın; yazdıklarında kendi adına konuşmak gibi bir ahlaka sahip olduğuna dair bir işaret yok henüz. Taraf da, onu, esasen bir bütün oluşturmayan “gerçek sol”un sözcüsü diye sunmaya devam ediyor; bu tutarsızlığa her iki tarafın da ihtiyacı var.

Nabi Yağcı nasıl bütün “solcular” adına konuşuyorsa, kendi geçmiş hayatının nimetlerine değil, ama hatalarına da herkesi ortak etmekte beis görmüyor. Diyor ki: “Bizim kafamızda sosyalizmin ekonomi politiği olarak şöyle bir şablon vardı: Her şey kamulaştırılacak. Böylece devletçi bir ekonomi önceden hazır olacak. Sonra işçi sınıfı devleti ele geçirdiğinde bütün o kamulaştırılmış şey, hop diye sosyalist ekonomi oluverecek. Kafalardaki bu yanlış şablon yüzünden bizde sol hala devletçilikten kurtulamıyor.” Ve sonra patlatıyor bombasını: Oysa sol kapitalizmin önünün kesilmesinden değil, aksine kapitalizmin bir ülkede hızla gelişmesinden yanadır.

Ne denebilir? Devletçi kapitalizmle ilgili “sosyalizme geçiş” kuruntularının, geçmişte, “sol”un değil Nabi Yağcı’nın ve partisinin kuruntuları olduğunu mu? Yoksa bugün göklere çıkardığı piyasa kapitalizminin, yakın geçmişinde, yani refah toplumu döneminde, böyle devlet mülkiyetlerine ihtiyaç duyduğu için devlet ekonomilerini güçlendirdiğini mi; yere göğe koyamadığı sermayenin, kendi palazlanması için piyasanın, devlet kontrolündeki düzenlenişine teşne olduğunu mu..? “Kamulaştırılmış şeyler”in sosyalist mülkiyete bir devrimle öyle otomatik olarak geçip geçmeyeceğini, biraz daha Engels okuyarak öğrenmesi gerektiğini mi..? Bugün özelleştirmelere karşı çıkanların “sosyalist mülkiyete dönüştüreceğimiz kurumlar elden gidiyor, yaşasın devlet mülkiyeti” diye bağırmadıklarını mı..? Yoksa Nabi Yağcı’nın, partisinin lideriyken taşıdığı şablonların, dünya değişse de aynı kaldığını mı? Zira kapitalizmin bir ülkede hızla gelişmesinden yana olmak, “liderimiz” için yeni bir şey değil. Şablonu kırmak da pek o kadar kolay olmuyor galiba; ama şu kolay Yağcı için: kapitalizm devlet mülkiyeti diyorsa onu, yok şimdi “küreselleşiyoruz, piyasa ekonomisi lazım” diyorsa onu savunmak; kapitalizmin tercihlerindeki değişime ayak uydurmayı, modernleşmek, şablon kırmak, değişmek diye sunmak; piyasaya kendini böyle pazarlamak.

Küreselleşme döneminin “Ne Yapmalı”sının Nabi Yağcının yazdığı versiyonunda daha sonra şunları okuyoruz: “Üretim güçlerini kim geliştiriyorsa sol onun yanında olmalıdır. Piyasaya dayalı dışa açık ekonomi ise üretim güçlerini geliştirir. Sol, devletçi kapitalizmin, dışa kapalı devletçi ekonomisinin yanında olamaz. Çünkü devletçi ekonomi üretim güçlerini geliştirmez. Sol demokrasiyi geliştirerek ekonomiyi büyütmeyi savunmalı…

Buyrun! Bunları savunmak için solcu olmaya gerek yok ki denilebilir, ama üretim güçlerinin gelişmesi ekseninde bir durumu tarif etmek ve bu dilden anlayanlara seslenmek için gerekebilir. Çünkü “üretici güçler” Marksist bir kavramdır eninde sonunda; kullanıldığında Marksist-entelektüel bir aidiyet verir kullananına, sizi dinlemesini istediklerinizle aynı dili konuşuyor –gibi– olur, öyle görünebilirsiniz. Ama söylediklerinizin de bir mesnedi olması gerekir aynı zamanda. Marx, kapitalizmin, ortaya çıktıktan bir süre sonra, üretici güçlerin gelişiminin önünde nasıl ayak bağı olduğunu uzun uzun anlatmamış mıydı? Bunları unutarak, Marksist aidiyetin, ilelebet, birinin üstünde sırıtmadan duracağı ne kadar varsayılabilir? Bu bir yana, Yağcı’nın sorunu, tarih bilincinden yoksun olmasıdır. Bu, esinlendiği kapitalistler için bile bu kadar vahim bir düzeyde değildir. Devletçi ekonomiyle serbest piyasa ekonomisi, sosyalistler açısından bir tercih meselesi olamaz. İkincisi, kapitalistler de bu seçimi öyle gelişigüzel yapmazlar. 20. yüzyılın ikinci yarısının ilk çeyreğinde kapitalizme nefes aldıran –hadi diyelim üretici güçleri geliştiren– devlet mülkiyeti ekonomisi, sınıflar mücadelesinin ve de sermayenin gelişkinlik düzeyine bağlı olarak uygun görülmüştü. Şimdi öyle Keynesyen politikalara gerek duyulmadığı için (bunda SB’nin ve Nabi Yağcı gibi her ülkedeki parti likidatörlerinin payı olduğu kuşkusuz), kapitalistler devlet mülkiyetinden vaz geçebiliyor, milyonlarca emekçinin canını yakan özelleştirmelere imza atarak, piyasa ekonomisine yol açıyorlar. Çok lafını ettiği üretici güçlerin bir parçası olan insan faktörünün, yani emekçinin bu durumdan çektiği acı, Yağcı’yı hiç ilgilendirmiyor olabilir. Çünkü o, “üretici güçler” denince, sadece makineleşmeyi, teknolojik gelişmeyi anlıyor. İnsanlarla, emekçilerle, kitlelerle, sınıfla işi yok üstadın. Bu yüzden, ’90’lı yıllardan bu yana, sosyalizmin değil de, sosyalizmi tarihe gömmeye çalışan, teknolojik gelişmenin işçi sınıfını gereksizleştirdiğini, toplumsal değişimde öncülük rolünün “mavi yakalılar”dan “beyaz yakalılar”a, yani işçi sınıfından küçük burjuvazinin kentli kesimlerine geçtiğini savunan gerici “Bilimsel Teknolojik Devrim” tezlerinin ideologluğunu yapıyor bu topraklarda.

Bu öncü rolünün işçi sınıfından başka kesimlere taşınması gerçekten önemlidir Yağcı için. Bunun için canla başla çalıştığı söylenebilir. Taraf’taki röportajında ise, bulunduğu son nokta, değişime direnen solcuların karşısına yeni ilerici güç olarak AKP’yi çıkarmasıdır. Ve elbette, AKP’yi yüceltmek için yine bolca Marksist kavram kullanıyor.

YAĞCININ RÖNESANSI

Nabi Yağcı, bugün Türkiye’nin ikinci değişim dalgasından geçtiğini iddia ediyor. Ona göre, Özal döneminde yaşanan 1. dalga bugün doğal sonucuna evrildi. Ulusal sınırlar kendisine dar gelenbüyük  sermayenin, bugün her zamankinden daha hızla ulusal sınırları yıktığını düşünen Yağcı, 7.4’lük depreme, yakıp yıktığı hayatları umursamadan büyük bir doğa olayı olduğu için hayranlık duyan deprem uzmanı gibi, küreselleşmenin bütün yıkımlarının önünde büyük bir hayranlıkla duruyor. Sermaye ve kapitalizmin, bunun için devrimci olduğunu söyleyecek kadar da pervasızlaşıyor. Küreselleşmenin, üretici güçleri büyük bir ivmeyle büyüttüğüne, dünyada krizlerin olmasının değişim için iyi bir şey olduğuna inanıyor. Bugünkü tabloyu da bir rönesans olarak değerlendiriyor. Kavramları birbirine karıştırarak akıl almaz bir terminoloji oluşturan Yağcı, dışa kapalı ekonomi diye kötülediği kamu mülkiyetinden giderek el çekilmesini ve buna bağlı olarak yabancı sermayeye kapıların ardına kadar açılmasını heyecanla karşıladığı gibi, bunu büyük bir sadakatle gerçekleştiren AKP hükümetini de değişimin öncüsü olarak ilan ediyor. “AKP Türkiye’nin rönesansını ajite etti” diyecek kadar da şirazeden çıkıyor.

Yağcının bütün söyledikleri, aslında, herkesi kapitalizmin aşılamaz olduğuna ikna etmeyi, sosyalizmin iddialarını yerine getiremediğine, dolayısıyla tek ilerici gücün kapitalizm olduğuna inandırmayı amaçlıyor. Dünyanın büyük bir nüfusunu yoksulluk içinde yaşamaya mahkum eden, geçen yüzyıl kazanılmış demokratik hakları yerle yeksan eden, emekçilerin gündelik hayatını alt üst eden küreselleşmenin yol açtığı yıkımlar, Yağcı için hiç önemli görünmüyor. Onun için önemli olan, bu yıkımları yarata yarata ilerleyen küreselleşme sürecinde, sermayenin dolaşımının önüne engel olarak çıkan her şeyin nasıl yıkılacağı üzerine “sol”dan kafa yormak; bu engellerin önüne “sol”dan bir barikat kurmak. Emekçi kitleleri küreselleşmenin hizmetine koşmak.

Biri çıkıp emperyalizm diye söze başlasa, onu “eski sopaları kullanma” diye azarlamaya, “ulusalcı” diye aşağılamaya, sosyalizm veya devrim demeye kalksa “demode” diye küçümsemeye hazır bekliyor. Ağzını açan herkesi susturmak için, küreselleşme döneminin sözde moda fikirlerinin yarattığı hegemonik havayı arkasına almış biçimde konuştukça konuşuyor, yazdıkça yazıyor.

Bir kavgası var çünkü.  Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesini geçen yüzyıla ait bir fenomen olarak görse ve Marx’ın yanılmış olduğunu iddia etse de, bu, onun, sınıflar mücadelesi yürüttüğünü söylemesinin önünde engel değil. Ama şimdi başka sınıf mücadelelerinin olduğuna iman getirdi. Bu sınıflar mücadelesini anlamak ve açıklamak için de Marksist kavramların yardımcı olabileceğini düşünüyor. Fakat “sol”; o anlamaz-bilmez-ahmak ve enerjisiz “sol”, bu yeni sınıf mücadelesinden bihaber. Nabi Yağcı; okumuş adam, “bir bilen”, üstat Marx okuyun diye buyuruyor bu noktada. Onun revize edilmiş Marx külliyatında bunun bir cevabı var belli ki: “Türkiye’de solun değiştirici enerjisi niye yok derseniz… Sol Marx’ı dikkatle okursa bunun nedenini anlayacak.

Anlaşılması gereken şey nedir acaba; kapitalizmin ve sermayenin en ilerici ve en devrimci güç mü olduğu; rönesansın iç dinamiğinin AKP mi olduğu… Hepsi, elbette. Çünkü “sermaye ve AKP siyasette liberalizm ve ekonomide dışa açılma istiyorlar, tıpkı Nabi yağcının istediği gibi. Bu yüzden askeri bürokratik seçkinlerin “vesayet rejimi”ne karşı çıkıyorlar. “Demek ki burada bir enerji var, sol kendine enerjiyi bu kavgada bulabilir.

Bu ülkenin emekçileri, ilericileri, sosyalistleri, hadi diyelim solcuları siyaset yapamaz ya, yapılan bir siyasete eklemlenmekten başka bir iş gelmez ya ellerinden; Nabi Yağcı eklemlenecek bir adresi hemen söyleyecektir herkese: Bütün emekçiler Türkiye’nin rönesansını başlatan AKP’de birleşin!

Çünkü bu Rönesans “Askeri bürokratik vesayetçi rejime ve onun Kemalist ideolojisine karşı gelişti. Vesayetçi rejimde eleştiri yoktur. Rönesans ise her şeyi eleştirir…Eğer AKP iktidarda olmasaydı askerin Anayasa Mahkemesinin, Yargıtayın tepkisi bu kadar şiddetli olmayacaktı. İşte bu siyasi ve sosyal gerilim aynı zamanda müthiş bir enerji demektir. Bu enerji AKP’yi de aşan bir şekilde geleneksel devleti çatlatıyor…” diyor Yağcı.

Ona göre, “eskiden” benimsenen sınıf mücadelesi terminolojisindeki ilerici proletaryanın yerini uluslararası sermaye ile işbirliği yapan, onun önündeki engelleri bertaraf eden AKP; gerici burjuvazinin yerini de askeri bürokratik vesayetçi kesim aldı. Günümüzün sınıf mücadelesi, sermayenin ayağına dolanan bu vesayetçi kesime karşı verilmelidir. Ki, askeri ve hukuki darbeler hazırlayarak güzide AKP’yi alaşağı etmeye çalışan güçler bertaraf edilebilsin. Askeri vesayetçi kesim dediğinin sermaye ile bu denli çelişki içinde olduğunu kanıtlayacak bilgiyi Marksizmin hiçbir satırında bulamayacak olsa da, Yağcı, “Anadolu’daki ticari burjuvazinin ve köylülüğün dönüşümünden ortaya çıkan şimdi dışa açılmak ve AB’ye girmek isteyen büyük orta sınıf, büyük sanayi burjuvazisi, KOBİ’lerin” temsilcisi AKP’nin, “büyük” bir ilerici güç olarak, “vesayetçi kesim”le mücadelenin önünü çektiğini iddia edebiliyor. Nabi Yağcı’nın, “sol”a, aslında bu ülkenin gerçek sahibi olan ve çıkarları asla sermayeyle çakışmayan emekçilerine önerdiği, bu kör dövüşünde AKP’nin arkasında hizalanmaktır. Yok, eğer buna itiraz edilecek olursa, darbeye davetiye çıkarılıyor demektir! Uluslararası sermayeye tamamen eklenmek isteyen AKP’nin temsil ettiği, şimdi rengi beyaza dönüşen yeşil sermayeye elinden gelen desteği, Yağcı, 28 Şubat kutuplaşmasını derinleştirerek vermektedir.

Taraf ve Nabi Yağcı, darbelere karşı mücadeleyi, darbecilerle hemen uzlaşabilecek olan bir siyasi güce havale ederek, aslında, “sol”u veya genel anlamda emekçileri silahsız bırakmaktadırlar. AKP’ye ve darbeye aynı anda karşı çıkmak, her ikisine göre de politikasızlıktır. “Sol” politika yapacaksa eğer, muhafazakarlar, Kürtler, liberaller AKP ittifakında kendisine bir yer açmalıdır. Başka her seçenek değişimden yana olmamak, ilericilik vasfını yitirmek olacaktır.

Öyle midir peki?

Soğuk savaş döneminden beri var olan, Susurluk kazası sonrasında değişik birkaç hamle yapılmasına karşın, bir türlü dağıtılamayan derin devleti (kontrgerilla), darbeleri gerçekten önlemeye niyeti olan bir parti midir AKP, yoksa miyadı dolmuş kurumların yerine kendi derin devletini kurmayı mı amaçlamaktadır? Elbette ikincisi doğrudur.

Yağcının “askeri vesayet kesimi” dediği kesim ise, şeriat getireceği ileri sürülen AKP’den daha az mı suçludur memleketteki laiklik tartışmalarının bu boyuta gelmesinden? 1980 askeri cuntasının liderinin konuşmalarını ayetlerle hadislerle süslemesi, darbe döneminden çok kısa bir süre sonra dini okulların sayısında görülen artış ve bizzat AKP’nin Refah Partisinden ayrışarak BOP’a uygun bir parti haline gelip iktidara gelebilmesinde bu kesimin rolü yok mudur?

Nabi Yağcı’nın bunları bilmemesi mümkün mü? Elbette değil, ama o, bilinçli olarak bir tercih yapmıştır. Yaptığı tercih; yani egemen sınıfların sunduğu ikilemi benimseyerek politika yapmak, bu ülkenin emekçileri, ilericileri ve muhalefeti açısından bir yıkım olacaktır. Ama Yağcı, emekçilere olan mesafesini koruyarak bulunduğu yerde içi rahat kalabilir… Kendi inandıklarına inanmayanlara oradan burun kıvırmaya da devam edebilir. Fakat boş fikirlerini empoze etmeye çalışacağına, bulduğu müttefikle, yani Taraf ile yetinmesi, kendisi için daha hayırlı olacaktır. Sunduğu ikilemde taraf olanın bertaraf olacağını da unutmamak kaydıyla.

Kongrelerin Ardından, Kamu Emekçileri Sendikal Hareketi

24- 27 Haziran tarihinde yapılan Kamu Emekçileri Konfederasyonu (KESK) Kongresi ile kamu emekçileri sendikaları kongre süreçleri tamamlandı. Bir emek örgütü olarak normal olan, kongre süreçlerinde dile getirilen eleştirileri, özeleştirileri bir sonraki mücadele döneminin dayanağı haline getirecek bir birikime dönüştürmek ve o ana kadar sürdürülen tartışmaları kongre salonlarında sonlandırmaktır.

Ancak, böyle olmamıştır. KESK Kongresi’nin bitimiyle birlikte tartışmaların son bulması şöyle dursun; yeni tartışmalara kapı aralanmıştır.

Buna karşın, gerek kongre süreçleri boyunca yaşanan tartışmalar, gerekse kongreler sonucunda ortaya çıkan yönetim tablosu, kamu emekçileri sendikal hareketini yakından takip edenler açısından hiç de sürpriz olmamıştır.

Daha baştan “perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” dedirtebilecek bir durum söz konusuydu çünkü; hiçbir şey bir anda ortaya çıkmamıştı. Bugün yaşananların tohumları 2005 kongre döneminden başlayarak atılmaya başlanmıştı.

Bunların neler olduğuna geçmeden önce, konuyu daha anlaşılır kılmak amacıyla bazı hatırlatmalar yapmak da fayda var.

Bilindiği gibi, kamu emekçileri sendikal hareketi, ‘90’lı yılların başında ortaya çıkarken, politik hareketlerin güçlü etkisi altında şekillenmişti. Geleneksel bürokratik sendikal çizgiden ayrışması ve kamu emekçilerinin her vesileyle övünçle vurguladıkları gibi “fili ve meşru mücadele hattı”nın oluşmasında, şüphesiz bu durum, kamu emekçileri sendikal hareketi bakımından bir avantaj oluşturuyordu. Ancak, bu durum KESK kitlesel bir emek örgütü  hüviyetine büründüğü  koşullarda da değişmeyince -yani tabandaki üyelerin karar alma ve hayata geçirme inisiyatifleri yerine grupların kendi aralarında ya da tek başlarına karar alıp uygulamaları sürdükçe-, KESK ve bağlı sendikaları, belli politik mihrakların, deyim yerindeyse “arka bahçesi” haline getirmiştir. Böylece başlangıçta avantaj olan şey, giderek dezavantaja dönüşmüştür. Politik grupların sendikalara kaba müdahaleleri, kamu emekçileri sendikal hareketinde, bir yandan sermaye ve devlet cenahından gelen saldırılar karşısında zafiyet yaratırken, bir yandan da bürokratizmi besleyip büyüten bir etkide bulunmuştur.

Bu nedenledir ki, kuruluş süreçlerinde bir çağrıyla kendi üye tabanının çok ötesinde yüz binlerce kamu emekçisini eyleme geçiren KESK ve bağlı sendikaların üst yönetimleri, an gelmiştir, tıpkı Türk-İş bürokrasisi gibi, tabandan şikayet eder bir noktaya savrulmuşlardır. Bundan çok daha önemlisi, devlet güdümlü de olsalar, KESK’in karşısında, KESK’ten daha kitlesel örgütler (Kamu-Sen, Memur- Sen), bu zaaflardan yararlanarak örgütlenebilmişlerdir.

GRUPÇULUK İLLETİ

Grupçuluğun bir sonucu olarak gündeme gelen kaba müdahalelerin KESK’e ve bağlı sendikalara neler kaybettirdiği bir türlü görülmemiş, daha doğrusu grupçuluğun doğası gereği görülmek istenmemiştir. Grupçuluk, en rafine biçimde, kendisini, tahmin edileceği gibi, kongre dönemlerinde ortaya koymuştur. Grupçuluk, o kertede yaşanmıştır ki, mitoz bölünme benzeri, “ grup içinde gruplar”ın doğmasına  kadar ilerlemiştir.

Bu durumun en uç örneği, Devrimci Sendikal dayanışma (DSD) grubu içinde yaşanmıştır. 2005 yılında, KESK kongre sürecinde, DSD grubunun, Eğitim-Sen ve KESK yönetimlerinin oluşturulması (daha doğrusu kimlerin yönetimlerde görev alacaklarının belirlenmesi ) sırasında kendi içinde yaşadığı tartışma, “grup içi bir sorun” olarak kalsa; kendi sorunları denip geçilebilirdi. Ancak, herkesin bildiği gibi, bu “iç sorun”, 2008 yılına gelinceye kadar kamu emekçileri sendikal hareketinde çift başlılığa yol açan bir sonuç doğurmuştur. Aynı boyutlarda ve içerikte olmasa da benzer sorunlarla malül Demokratik Emek Hareketinin, DSD içinde yaşanan bu soruna “dahil olma”sı ile birlikte, kamu emekçileri sendikal hareketinde, Eğitim-Sen ve KESK yönetimleri olmak üzere iki ayrı “merkez” fiilen ortaya çıkmıştır.

2008 kongre süreci, baştan sona bu olgunun gölgesi altında biçimlenmiş, sonuçlanmıştır.

Ülkede, ekonomik, siyasal, sosyal her alanda derin bir çalkalanmanın olduğu, buna karşın sermaye cephesinin emekçilere dönük saldırılarının hız kesmeden sürdüğü bir dönemde gerçekleşen kongrelerde; yeni döneme uygun bir mücadele stratejisi oluşturmak bir yana, bu konulara ilişkin ciddi hiçbir tartışmanın dahi yapılamamış olmasının nedeni de bu olguda aranmalıdır.

BİRLİK PLATFORMU

KESK’in ana dinamiklerinden biri olan Emek Hareketi, kongre sürecinin her aşamasında, kamu emekçileri sendikal hareketinde yaşanan bu “ikili durum”u ortadan kaldırmak, kongreleri kamu emekçilerinin beklentilerine uygun bir şekilde, sermayenin saldırılarına karşı, döneme uygun bir mücadele stratejisi, yeni örgütlenme perspektifleri vb. oluşturmanın zemini yapmak için uğraş vermiştir. Emek Hareketi, KESK’in  kitlesel bir emek örgütü olarak yeniden biçimlenmesinin platformunu gündeme getirmiş; bu çerçevede kamu emekçilerinin en geniş birliğini sağlamaya çalışmıştır. KESK’in temel dinamiklerini oluşturan diğer güçler, her zamanki gibi kongre kazanmayı, yani sandıktan kazanan liste olarak çıkmayı temel hareket tarzı olarak benimseyince, Emek Hareketi bu çabalarında başarılı olamamıştır.

KESK Genel Sekreteri Emir Ali Şimşek, 18. 07. 2008 tarihinde Alternatif Gazetesi’nde KESK kongre süreçleriyle ilgili olarak verdiği röportajda, … hükümetin desteklediği sendikalar güç kazanırken bize bağlı sendikalar üye kaybına uğruyorlar. Bu yüzden, KESK’in başladığı yer ile bugün gelinen aşama, neoliberal politikalar açısından, siyasal gündem, çalışma koşulları, örgütlenme koşulları açısından bakıldığından aynı nokta olmadığını düşünüyorum. KESK’in başlangıcı ile bugünü kıyaslamaktan ziyade, konjonktürü çok iyi değerlendiren bir noktadan bir çözüm bulmak zorundayız. Esas olarak iş yerlerinde ideolojik üstünlüğü ele geçirebilecek yeniden bir örgütlenmeye ihtiyaç var. Eğer bu sağlanabilirse, KESK’in mücadelesi yükselecek, ilk günkü coşku yakalanabilecektir.diyerek bir saptamada bulunuyor. Şimşek’in bu saptamasında bir isabet vardır. Ancak bu durumda yapılması gereken, sendikal zeminde en geniş birliği sağlayarak, moral, güven tazeleyerek kamu emekçilerini yeni mücadele dönemine hazırlamak değil midir? Kongre sürecini bunu başarmanın bir platformu olarak değerlendirmek gerekmez mi?

Diyelim kongre sürecinde bu olmadı. Hiç olmazsa kongreler sonuçlandıktan sonra, işin bu yanıyla ilgili olarak geleceğe yönelik olumlu mesajlar verilse iyi olurdu.

Ancak, Şimşek işin bu yanıyla fazlaca ilgili değil. Bütün dikkatini Demokratik Emek hareketinin kongreler sürecindeki tavrının doğruluğunu ispatlamaya yönlendirmiş: demokrasi sorunu etrafında bir tartışmayla da bunu sağlamaya çalışıyor. …Gelinen aşamada tek liste yerine karşılıklı listelerin olmasını demokratik zenginliğin bir ürünü olarak değerlendirmek gerekiyor. Kazanamayan arkadaşlarımızın -kazanabilirlerdi de- kongre süreçlerinin çok sağlıklı geçmediğine dair, çeşitli eleştirilerini biz de okuyoruz, dinliyoruz. Bunlar doğru değildir. Sonuçta bir kongre süreci yaşıyorsunuz ve bütünlüğü sağlamaya çalışıyorsunuz. Sonuç alınmadığı zaman bu kongrelerin başarısız olduğunu söylemek kendi içinde bir handikap taşıyor. Böyle değerlendirmenin demokratik bir tutum olmadığını düşünüyorum. Bence bu grupların ve arkadaşların dönüp kendi kendilerini sorgulamaları gerekiyor.

Elbette herkes kendini sorgulamalıdır. Ama herkesten çok da Demokratik Emek Hareketi ve zarfa bakıp mazrufu gözardı eden Emir Ali Şimşek sorgulamalıdır. Kongrelerin demokratik olmadığı tartışmasını yapan kimse yok. Demokrasinin ölçütü eğer iki ya da daha çok liste ile seçimlere gidilmek ise, Şimşek’in geleneksel sendika bürokrasisine bir özür borcu vardır demektir. Oralarda fazlasıyla liste yarışmaktadır. Oysa bir emek örgütünde demokrasinin en temel ölçütü üyelerinin günlük çalışmaya ve karar süreçlerine katılımı ve bununla kopmaz bağlar içinde iradesinin en geniş biçimde yönetimlerde temsiliyetinin sağlanmasıdır. Emek Hareketi’nin kongre süreçlerinde yapmak istediği şey buydu.

Burada, çokça tartışılan bir konuya açıklık getirmek gerekiyor. O da şudur: Çatı Partisi çalışmalarını birlikte sürdürürken, nasıl olup da Emek Hareketi ile Demokratik Emek Hareketi KESK kongrelerinde birlikte hareket edememişlerdir. Demokratik Emek Hareketi (DEH) ile kendilerini DSD taban hareketi olarak tanımlayan (DSD içindeki DEH ile ortak hareket eden grup), çatı partisi bileşenlerinin ittifak yapmalarının gereği üzerinden, Emek Hareketi’ni birlikte olmaya çağırmışlar, DSD’nin diğer grubunun tasfiyesini dayatan çağrılarına olumlu yanıt almadıkları noktada, üsluplarını “burada birleşmeyenler çatı partisinde de kendilerine yer bulamayacaklar” gibi kabul edilemez biçimlere büründürebilmişlerdir.

Bu tür söylemlerle bir yere varılamayacağı bir yana, bu yaklaşımın çatı partisi fikriyatıyla özden çeliştiği açıktır. Çatı Partisi, demokratik blok ve/veya başka bir adla olsun, gerçekleştirilmek istenen şey, siyasi parti ve grupların yan yana gelmesinden ibaret olmayıp, onları aşan genişlikteki demokrasi gücünü bir zeminde birleştirmektir. Bu bakıştan hareketle, KESK kongrelerinde yapılması gereken geniş bir birliği sağlamaya yönelmek olmalıydı. Diğer yandan, sendika, her düşünceden ve inançtan emekçinin örgütüdür. Dolayısıyla, ne kadar geniş bir zemine oturmuş olsa da, çatı ya da demokratik blok, yine de, bu emekçi genişlik karşısında dar kalacaktır. Üstelik sendikal ihtiyaçların sendikalar içinde tasfiyecilik bir yana sendikal birliği gerektirmesinin ötesinde, çatı partisi oluşturmanın ihtiyaçlarının, siyasal açıdan da, belirli siyasal eğilime sahip sendikal grupların yanında her halde Emek Hareketi’ni ve birlikçi yaklaşımını dışlamayı değil, onunla birleşmeyi zorunlu kılacağı açıktır. Kısacası, sendikal ihtiyaçların yanında siyasal yaklaşımın da, eğer çatı partisinin ihtiyacı olan ittifaklar ve birlik anlayışını içtenlikle benimsemişse, uygulanan dayatmacı ve dışlamacı tutum yerine birlikçi/birleştirici bir tutumu öngöreceği tartışmasızdır. Dolayısıyla hangi açıdan ele alınırsa alınsın, çatı partisinin platformuna uygun hareket edenin Emek Hareketi olduğu görülmektedir. Bu platform ve ihtiyaçlarına uygun davranmayan ve bu yönüyle eleştirilmesi gereken, Emek Hareketi değil, ama DEH ve bu süreçte DSD’nin onunla birlikte davranan grubudur. Nitekim demokratik birlik noktasında, KESK kongresinde aldığı tutumdan dolayı DEH’i eleştirenlerin başında bizzat Kürt ulusal demokratik hareketinin etkin isimleri gelmektedir. Kürt ulusal demokratik hareketinin etkili isimlerinden Mustafa Sivaslı’nın 17. 07. 2008 tarihinde Alternatif Gazetesinde yayınlanan “ Sol demokratik birlikten uzak durmak …”  başlıklı yazısı bu konularda önemli saptamalarda bulunmaktadır.

SALDIRILARI BOŞA ÇIKARMANIN YOLU

İttifaklar, yan yana gelişler, farklı düşünenler arasında gündeme gelen ve taktiğe ilişkin bir konudur.

Taktik, objektif, nesnel temel üzerinde şekillenir ve özü birleştirmektir. Nesnel koşullardaki değişimler ve gelişmeler taktik tutumda da değişiklikleri zorunlu kılar.

Devlet, hükümet ve sermayenin sendikaları parçalamaya yönelik girişimlerini hızlandırdığı, Türk-İş’e bile tahammül göstermeyip, “diyalog sendikacılığı” adı altında tam bir teslimiyet dayattığı bir dönem yaşıyoruz. KESK ve bağlı sendikaların kongre süreçlerinde de, Emek Hareketi, bütün bu gelişmeleri dikkate alarak birlik platformunu ilan etmiş, bunu gerçekleştirmeye yönelmiştir. Çünkü, emeğe ve haklarına yönelik saldırganlığın ürünü olarak KESK’i etkisizleştirme tutumunun yanında ve ötesinde, günümüzde egemen güçlerin Kürt sorununu kullanarak Türk milliyetçiliğini kışkırtmak suretiyle KESK’te bir bölünme yaratmak istediği görülemez ve anlaşılamaz bir şey değildi. Yukarıda da vurgulandığı gibi taktik bölünmeye değil, birleştirmeye hizmet ettiği oranda başarılıdır ve doğrudur.

Egemenlerin KESK’e yönelik bölme girişimleri, hiç şüphesiz bugün ortaya çıkmış bir durum da değildir. ’90’lı yılların ortalarındaki, Kürt’lerde dışlanma duygusu yaratarak, Kürt’lerin kendi sendikalarını örgütlemeleri adına geliştirilen bölme girişimleri hafızalarda tazeliğini korumaktadır. KESK’i bölmek, etkisizleştirmek için Kamu-Sen gibi devlet güdümünde sendikalar kurdurulmuş olması da, devlet ve egemen güçlerin KESK’e yönelik ne gibi hesaplar peşinde koştuklarını gösterir bir başka örnektir.

Bu koşullarda, egemen güçlerin, sermaye ve devletin KESK’e yönelik bölme operasyonunun üstesinden ancak emekçilerin ve onları temsil eden ana dinamiklerin birliği sağlanarak gelinebilirdi.

Dün Kürt milliyetçiliği kışkırtılarak bölme girişimleri, KESK’teki ana dinamiklerden biri olan Demokratik Emek Hareketi’nin KESK ve bağlı sendikalarda temsiliyeti sağlanarak nasıl boşa çıkarıldıysa, bugün de Türk milliyetçiliği temelli bölme girişimleri, benzer biçimde, Devrimci Sendikal Dayanışma (DSD) ve Sendikal Birlik (SB)’nin temsiliyeti sağlanarak boşa çıkarılabilirdi. Bunda anlaşılmayacak bir şey yoktur ve Emek Hareketi bunu sağlamaya çalışmıştır. KESK’te bugüne kadar yaşanan üye kayıplarını tek bir nedene bağlamak doğru olamamakla birlikte, bu yönlerden bir değerlendirmeye şiddetle ihtiyaç bulunduğu ortadadır. Hal böyleyken, son günlerde özellikle Eğitim-Sen’de yaşanan istifalar karşısında, “biz tehditlere boyun eğmeyiz. Üye sayısı bugünkünden az, ama daha devrimci bir KESK iyidir” yaklaşımıyla hayırhah bir tutum takınıldığı gözlenmektedir. Bu yaklaşım kabul edilebilir değildir.

Başta da vurgulandığı gibi, kongre süreçleri ve sonuçlarının geleceğe yönelik etkileri üzerine tartışmalar sürecektir. Doğru sonuçlar çıkarıldığı ölçüde, tartışmalar, gerekli ve zorunludur da. Ancak, KESK ve bağlı sendikalar bakımından öncelikli ve temel sorun, ne yeni oluşan yönetimlerin nasıl bir sendikal çizgi izleyecekleri, ne de kongre döneminde yapılan yanlışları hemen, vakit geçirmeden “olağanüstü kongreler” yoluyla düzeltmeye girişmektir. Sorun, KESK’in kitlesel bir emek örgütü hüviyetine yeniden nasıl kavuşturulacağı noktasında düğümlenmiş bulunmaktadır. Gerek Kürt ulusal demokratik hareketinin Mustafa Sivaslı’nın yazısında ortaya konan görüşleri; gerekse ÖDP ve DSD’nin bu cephede dile getirdikleri, son kongrede başarılamayanın gelecekte başarılması açısından olumlu ve yapıcı işaretlerdir. Görünen o ki, ortaya çıkan tablo sağduyu sahibi kimseyi memnun etmemiştir.

KESK’in, zaaflarını aşarak kamu emekçilerinin mücadele örgütü olarak yeniden biçimlenmesi için, en başta grevli toplu sözleşme hakkı olmak üzere, mücadele taleplerinin tazelenmesi zorunluluğu vardır. Yenilenmiş bir talepler dizgesi ve bunları elde etmeye yönelik mücadele platformuyla KESK, yeniden kamu emekçileri için çekim merkezi olacaktır. Temel tüketim mallarına sürekli zam yapılmakta, emekçilerin alım gücü sürekli gerilemekte, emekçiler mutlak bir yoksullaşma süreci yaşamaktadırlar. Bütün bunlar, kamu emekçileri arasında da derin bir hoşnutsuzluğa yol açmaktadır.

Öte taraftan, bir yanda AKP ve bağlaşıkları, diğer yanda statükocu güçler olmak üzere egemen güç odakları, işçileri ve emekçi halkı aralarındaki iktidar mücadelesinde yedeklemek istemektedirler. KESK, emek, demokrasi ve halk güçleriyle birleşerek, sürece emek cephesinden müdahale eden bir pozisyonda hareket ettiği ölçüde, egemen güçlerin oyunları bozulacak ve ekonomik, sosyal ve demokratik, siyasal kazanımların yolu açılacaktır. Ne ki, içe dönmüş, grupçu sığ tartışmalarla meşgul bir halde bu görevlerin üstesinden gelmek mümkün değildir. Bu yönüyle, tüm gerekleri ve düzeltici önlemlerini de kapsayarak, grupçu tutumlar üzerinde yeniden düşünülüp, bu tutumların terk edilmesi acil ihtiyaç olarak görünmektedir.

AB’nin Bitmeyen Krizleri

Yüzyıllar boyunca Avrupa kıtasının tek hakimi olabilmek için birbiriyle kanlı savaşlara girişen Avrupa’nın egemen güçleri, son yarım yüzyıldır “tek çatı”,

hatta “tek devlet” şemsiyesi altında bir araya gelmenin siyasetini yapıyorlar. İnsanlık tarihinin yaşadığı en büyük savaşlardan biri olan 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra, sosyalizmin kapitalizm karşısında dünyanın beşte birine hakim olması, Avrupa’nın kapitalist devletlerini ABD’nin şemsiyesi altında bir araya getirdi. Öncesinden farklı olarak, artık bir de sosyalizmin yayılması ve yeni ülkelerde zafer kazanmasını engelleme hedefi bulunan Avrupa Birliği, bugün elbette, 1957’deki kuruluş anlayış ve fikrini de aşan tarzda yapılanmaya devam ediyor. Günümüzde, asıl olarak, bir taraftan ABD’nin şemsiyesi ve denetiminden kurtulmak, diğer taraftan ise dünya çapında güçlü bir emperyalist aktör olmak istiyor. Bugün, Avrupa Birliği’nin önemli ülkeleri olarak kabul edilen Almanya ve Fransa, dünya ölçeğinde tek başına yapamadıklarını ya da gerçekleştirme ihtimali zayıf olan politikaları, AB adına sürdürüyor ve gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

1957 yılında Roma Anlaşması ile “Avrupa Topluluğu” adı altında bir araya gelen İtalya, Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’un başlattığı bu sürecin üzerinden 51 yıl geçti. Bu 51 yıllık süre zarfında, değişik evrelerden geçerek bugün “Avrupa Birliği” adını alan oluşum, bugüne kadar pek çok kez “derin krizler” yaşadı ve önemli sarsıntılar geçirdi. Ancak, AB tarihinin en derin ve sarsıcı krizi, 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da Avrupa Anayasası konusunda yapılan referandumlardan çıkan “hayır” sonuçlarıyla yaşandı. Birbirine esnek bir şekilde bağlanmış, daha da önemlisi karar mekanizmasında büyükler ile küçükler arasında “oy birliği esası” üzerinden (halen sürmekte olan) sözde “eşitlik” temelinde yürüyen birlik, artık günümüzün ihtiyaçlarına yanıt vermez duruma geldiği için, büyük ülkeler, AB’nin dünya siyasetinde etkili ve güçlü bir “emperyalist aktör” olabilmesini sağlamak için yeni adımların atılması konusunda görüş birliğine varmışlardı. AB’nin karar ve icra yapısında önemli değişikler içeren Avrupa Anayasası, bu bakımdan, geleceğin Avrupa Devletler Birliği ya da Avrupa Federe Devletleri’nin kurulmasında önemli bir dönemeci ifade ediyordu. AB’nin gelecekteki yapısını yeniden belirlemek ve devletler arasındaki bağları daha da güçlendirmek, küçük devletleri hukuken de büyük devletlerin denetimi altına alabilmek için, 2001 yılında Belçika-Leaken’de toplanan AB Zirvesi’nde kurulan Avrupa Konvansiyonu, bu temel üzerinden AB Anayasası’nı uzun tartışmalar ve pazarlıklardan sonra hazırladı. AB ülkelerinin “ortak hukuk ve bağlayıcılık konusunda asgari uzlaşma metni” denilebilecek “Avrupa Anayasası”, asıl olarak birliğin emperyalist bir güç olarak dünya sahnesinde daha etkin hareket etmesini öngörüyordu.

Uzun süre kamuoyunda tartışmalara yol açan ve Fransa ve Hollanda’da 2005 yılında yapılan referandumlarla reddedilen Avrupa Anayasası, halklar için büyük bir tehlike ve tehdit anlamına da gelen şu temel unsurları içeriyordu:

a- Avrupa Anayasası, üye ülkelerin dış ve savunma politikasının tek elde toplanılmasını dayatıyordu. Anayasa’nın Birinci Bölümü’nün 41. Maddesi’nin 1. paragrafında (Madde I-41, Parg.1) , “AB’nin güvenliği askeri operasyonlarla korunur” denildikten sonra, III-312. Maddesi’nde “Üye ülkeler arasında sürekli ortak bir askeri yapılanmaya gidilmesi” şartı getiriliyordu. Buna, “Üye ülkeler askeri gücünü kademeli olarak iyileştirmekle yükümlüdürler (I-41, Parg.3) gibi bağlayıcı maddeler eşlik ediyordu. Yine, “Savunma yeteneğinin geliştirilmesi, araştırma, geliştirme ve silahlanma” konusunda üye ülkelerin denetlenmesi amacıyla bir ajansın/dairenin kurulması isteniyordu. Bu daire, AB Anayasası’nın yürürlüğe girmesi beklenmeden hayata geçirildi. AB Anayasası’ndaki bu madde, AB’nin anayasa gibi bağlayıcı bir “ortak anlaşma” ile militaristleştirildiğinin açık göstergesiydi.

b- Birliğin hedefi, “Tam çalışma ve sosyal ilerleme için, yüksek derecede rekabete açık sosyal piyasa ekonomisini yaratma, çevre koruması ve çevre kalitesini yükseltme” (Madde I-3) olarak tanımlanıyordu. “İstihdam politikası ekonomi/sermaye politikasına göre düzenlenecek (III-207, 179), “Vergi politikaları dolaylı olarak aynılaştırılacak”tı. (III-171) Avrupa Anayasası, piyasa ekonomisi ve serbest rekabetin yüceltilmesi prensipleri üzerinden şekillendirilmişti.

c- Anayasada, AB düzeyinde devam eden sosyal eşitsizliklerin giderilmesi için hiçbir açıklama getirilmiyordu. Pek çok yerde sosyal ve demokratik temel haklardan söz edilmekle birlikte, bu hakların anayasa ile teminat altına alındığına dair bir madde yoktu. Birçok konu ulusal anayasalara ve fiili duruma bırakılmıştı. Örneğin, bugün pek çok ülkede yasalarda politik grev hakkı yasak iken, AB çapında bir Grev Yasası ya da sınır ötesi grevleri düzenleyen bir yasadan, bu anayasada söz edilmiyordu.

d- Avrupa Anayasası, AB Konseyi ve Bakanlar Kurulu’nda kararları büyük ülkelerin lehine düzenliyordu. Bu durum, en fazla nüfusa sahip Almanya’nın işine yarıyordu. Bununla, bugüne kadar sözde de olsa geçerli sayılan “bütün üye ülkelerin eşitliği” prensibi tarihe karışıyordu. Karar verme mekanizması yeniden düzenleniyordu. Buna göre, üye ülkelerin yüzde 55’i ve bütün nüfusun yüzde 65’ine denk gelecek “çifte çoğunluk” prensibine göre kararlar alınacaktı. Bu durumda, örneğin Almanya’nın oy ağırlığı yüzde 9’dan yüzde 18.2’e çıkıyordu. Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya ve Polonya gibi ülkeler oy ağırlığını artırırken, diğer bütün ülkelerin oy ağırlığı yüzde 0.5 ila 1.5 arasında azalıyordu. Ancak “çifte çoğunluk” ile alınacak kararlar bütün ülkeler için bağlayıcı olacaktı.

İçeriği bu şekilde belirlenen Avrupa Anayasası, Avrupa halkları arasında geniş tartışmalara ve tepkilere yol açtı. AB’nin emperyalist-militarist bir birlik olarak büyük devletlerin lehine biçimlendirilmesinin temel belgesi anlamına gelen Anayasa, pek çok ülkenin halkı tarafından tepkiyle karşılandı. 500 milyon insanın geleceğini ilgilendiren, ancak masa başında teknokratlar ve politikacılar tarafından hazırlanan bu Anayasa’nın halkın oyuna sunulmasına pek çok ülke yönetimi yanaşmadı. “Demokrasinin beşiği” olarak ilan edilen Avrupa’nın “en ileri demokrasileri” halktan korktuklarını böylece bir kez daha göstermiş oldular. Birçok ülke yönetimi halkı ilgilendiren bu Anayasa’yı referanduma götürmeye yanaşmazken, Fransa ve Hollanda başta olmak üzere bazı ülkelerde, kendi anayasalarının zorunlu kılması nedeniyle, referandumlara gidildi.

Fransa ve Hollanda’da 2005’in ilk yarısında yapılan referandumlarda, sendikalar ve ilerici örgütlerin desteklediği “hayır” cephesi kazanınca, AB Anayasası’nın 1 Ocak 2007’den itibaren yürürlüğe girmesi mümkün olmadı. Fransa ve Hollanda referandumları, elinde bulundurdukları devasa olanakları kullanarak milyonlarca insanı peşinden sürükleyen egemen sınıflar ve partilerinin her zaman kazanmayacağını da dünya halklarına göstermiş oldular.[1] Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlarda “Non” ve “Nee” kararı çıktıktan sonra, hukuksal olarak bakıldığında Avrupa Anayasası’nın tamamen gündemden kalkması gerekiyordu. Çünkü AB’nin karar biçimindeki “oy birliği” esasına göre, bir ülke tarafından kabul edilmeyen bir kararın hayata geçirilmesi mümkün değildi. Bu iki ülkedeki referandum sonuçlarına resmi ağızlardan “saygı duyulur”ken, asıl olarak görmezden gelinmeye çalışılıyordu. Her iki referandumdan sonra toplanan AB Zirvesi’nde “Anayasa’nın öldüğü, ancak Anayasa’da yer alan fikirlerin yaşadığı” belirtilerek, Avrupa’nın çıkarının bunları hayata geçirmekten geçtiği ileri sürüldü ve militarizmin ve neoliberalizmin AB’nin gündeminde kalmaya devam edeceğinin mesajı verildi. AB’nin büyük emperyalist devletlerinin çıkarları uyarınca Avrupa Anayasası üzerinde sağlanan uzlaşmanın bir biçimde yürürlüğe girmesi hayati önem taşıyordu. Bunun isminin ne olacağı ise, artık pek önemli değildi.

Ve bu anlayışla hareket eden AB ülkeleri, Almanya’nın öncülüğünde, 2007’nin ilk yarısında, Avrupa Anayasası’nda yer alan önemli maddelerinin tümünü, bu kez de “Lizbon Sözleşmesi” adı altında toplayarak, yeniden Avrupa halklarına dayattılar.

 

LİZBON SÖZLEŞMESİ İRLANDA DUVARINA ÇARPTI

Yukarıda belirtilen dört ana noktada Avrupa Anayasası’nda yer alan maddelerin aynen kopyalandığı Lizbon Sözleşmesi, Fransa ve Hollanda halkları başta olmak üzere, birçok ülkede emekçilerden kaçırılarak, parlamentolar ve senatolar tarafından onaylandı. Ancak anlaşma ve sözleşme, bu kez de İrlanda halkının ret duvarına çarpmıştı. 1 Ocak 2009’da yürürlüğe girmesi planlanan Lizbon Sözleşmesi için, 27 AB ülkesi arasında bir tek İrlanda, Anayasa gereğince referanduma gitti. 12 Haziran’da sandık başına giden seçmenlerin yüzde 53’ü “Hayır” oyu kullandı. Böylece, sözleşmenin önümüzdeki yılın başında yürürlüğe girmesi tartışmalı hale geldi. Bu karar, birliğin, 2005’deki referandumlardan sonra yeniden derin bir kriz ile karşı karşıya kaldığının da ilanıydı.

Aslına bakılırsa, AB bu türden “krizler”e alışık sayılırdı. Aynı İrlanda, Mayıs 2001’de Niş Anlaşması’nı da referandum yoluyla reddetmiş, ancak bir yıl sonra anlaşma tehdit, şantaj ve baskıyla kabul ettirilmişti. AB’nin yerküre üzerinde daha etkili bir emperyalist güç olabilmesi için tüm üye ülkelere silahlanma zorunluluğu getiren, ortak dış ve savunma politikası dayatan ve neoliberal planların hayat bulmasını sağlayan Lizbon Sözleşmesi, bu ana maddeleri, Avrupa Anayasası’ndan olduğu gibi devraldı. Eğer Avrupa’nın egemen güçlerinin halkın iradesine gerçek anlamda saygı gösterme diye bir derdi olmuş olsaydı, reddedilen anayasayı, “Lizbon Sözleşmesi” kılıfıyla yeniden hayata geçirmeye çalışmazdı. Böyle olmadığı açık şekilde ortaya kondu. İrlanda halkının ikinci kez referanduma giderek bu kez zorla “evet” demesi için baskılar yoğunlaştırıldı. Avrupa sermayesi, istediği sonucun çıkması için, 12 Haziran’da yapılan referandumun tekrarlanmasını istiyor. Bu, önceki sonucun -halk iradesi- tanınmaması anlamına geliyor. Bunu gizleme gereği de duymuyorlar. Gerekçeleri, “500 milyonluk AB’nin kaderinin referandum sırasında kullanılan 860 bin ‘Hayır’ oyu tarafından değiştirilemeyeceği”dir. Sorunun özü çarpıtılarak, “rakamlar çelişkisiyle” İrlanda halkının kararı “yok” sayılıyor. AB Dönem Başkanı Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, açık bir şekilde bu yıl içerisinde ikinci bir referandumun yapılması çağrısında bulundu. Bu arada ikinci bir referandumdan da “Evet” oyunun çıkmaması durumunda, İrlanda’nın AB’nin dışında kalması gerektiğini savunanların sayısı da az değil. Bu yüzden de, AB’nin bütün sermaye güçleri, bu yılın sonuna kadar İrlanda’dan bir “Evet”in çıkması için baskıyı sürdürecekler. Ancak, öyle görünmektedir ki, 1 Ocak 2009’da yürürlüğe girmesi planlanan Lizbon Sözleşmesi, planlandığı gibi yürürlüğe giremeyecektir. Burada, İrlanda referandumunun, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ndeki karar aşamalarını da etkilediğini belirmekte yarar var. Her iki ülkenin yöneticileri, Lizbon Sözleşmesi’ni hemen imzalamayacaklarını ilan ettiler.

Ne var ki, AB egemenleri, Avrupa Anayasası ve Lizbon Sözleşmesi’nde yer alan ve ‘üzerinde asgari uzlaşmanın sağlandığı’ hedeflerden kolayca vazgeçmeyeceklerdir. AB Anayasası’nın ateşli savunucularından Almanya Dışişleri eski Bakanı Joschka Fischer, Lizbon Sözleşmesi’nin bu sefer hayata geçirilmemesi durumunda yeniden canlanmasının mümkün olmadığına dikkat çekerek şunları söylüyordu: İrlanda’da referandumun tekrarlanması elbette güzel bir şey değil, ancak mecburidir. Bir ülkeden bir daha Hayır kararı gelirse bu sözleşmenin öldüğü anlamına gelecektir.” (Süddeutsche Zeitung, 23.06.2008) diyor. Aynı Fischer, Lizbon Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmemesinin AB açısından yaratacağı sonuçları şu şekilde değerlendiriyordu: “Dramatik sonuçlar olacaktır. Her şeyden önce Avrupa partnerleri ABD, Rusya, Çin ve Hindistan karşısında tek bir dış politika ile konuşamaz ise önemli ölçüde zayıflayacaktır. Çünkü sözleşme, AB’nin dış politikada tek bir sesle konuşması için Yüksek Komiserliğinin kurulmasını öngörüyor.

 

KÜÇÜK VE MİLİTARİST AB’YE DOĞRU

Fransa, Hollanda referandumlarından sonra “çözüm” olarak gösterilen “Çekirdek Avrupa”, İrlanda referandumu sonrasında yine yüksek sesle ifade edildi. Daha doğrusu, her önemli kriz sırasında “Çekirdek Avrupa” dillendiriliyor. 1990’lı yılların birinci yarısında Almanya ve Fransa tarafından ortaklaşa ilan edilen “Çekirdek Avrupa” modeli, tam entegrasyonu isteyen ülkelerin zaman geçirmeden politik, ekonomik ve askeri alanlarda birleşmesini içeriyor. Modelin merkezinde Almanya, Fransa, Belçika, Luxemburg ve Hollanda bulunuyor. Daha sonra fikri bakımdan “Çekirdek Avrupa” ile aynı olan “İki vitesli Avrupa” ve “Avangard Grubu” modelleri ortaya atıldı. Bütün bu isimlendirmelere bakıldığında, AB’nin mevcut yapısı ve sayısı ile politik, ekonomik ve askeri anlamda “tam entegrasyon”a gidemeyeceğini, Avrupa burjuvazisi de kabullenmiş durumda. Bu nedenle, AB’nin, yakın dönemde, tam entegrasyonu “hemen isteyenler” ve “istemeyenler” olarak ikiye bölünmesi büyük bir olasılık olarak görünüyor. Buna, bir de, ABD’nin “sadık müttefiki” İngiltere ve ona yakın duranların aykırı duruşunu eklediğimizde, üçe bölünmesi bile söz konusu.

Böylece, “genişleme stratejisi” ile yerküre üzerinde büyük bir güç olarak hareket etme niyetinde olan AB egemenleri, en azından bazı hedeflere varma konusunda küçülmeyi göze almak zorunda kalacaklardır. Bu siyasetin merkezinde ise, Almanya ve Fransa bulunuyor. Tek tek emperyalist paylaşım sürecinde fazla etkili olamayacağının bilincinde olan bu iki ülke, bazı ülkeleri de yanlarına alarak, “amaç birliği” yapmayı kaçınılmaz görüyor.

Ancak bu, aralarında çelişkiler ve farklı hesapların olmadığı ya da olmayacağı anlamına gelmiyor. Tam tersine, her iki ülke de, bu süreç içerisinde kendi egemenlik alanını geliştirme, etkili olma konusunda ayrı siyasetler izlemeye devam edecektir. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin ilan ettiği “Akdeniz İçin Birlik” projesi bunun son örneklerinden birisi olarak gösterilebilir. . Sarkozy’nin, tek başına Fransa’nın Kuzey Afrika ve Ortadoğu üzerinde etkili olması için ortaya attığı proje, Almanya’nın karşı çıkması üzerine, getirilip, “Barcolena Süreci”nin devamına dönüştürülmüştü.

Yani; 13 Temmuz 2008’de kurulan “Akdeniz Birliği” ile Sarkozy’nin ilk telaffuz ettiği Akdeniz Birliği arasında önemli farklılıklar bulunuyor. Ama bu, Fransa’nın tam olarak baştaki emellerinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor.

21. YÜZYILIN AVRUPASI?

Avrupa 21. yüzyıl yolunda” başlığıyla sunulan Lizbon Sözleşmesi, hiç şüphesiz içinde bulunduğumuz yüzyılda AB’nin her açıdan günümüzün uluslararası ilişkilerine bağlı olarak yeniden şekillendirilmesi ve pazar kavgasında daha güçlü olarak mevzilenmesi açısından büyük bir önem taşıyor. “AB kurumlarının modernleştirilmesi ve çalışma metotlarının optimalleştirilmesi”nin hedeflendiği sözleşmede, Avrupa’nın, ancak bu durumda, küreselleşme, iklimsel dönüşüm, demografik farklılık, güvenlik ve enerji ihtiyacı gibi sorunlarla baş edebileceği ileri sürülüyor. Aynı sunumda, “Lizbon Sözleşmesi ile AB’de demokrasinin işlerliğinin yurttaşların lehine güçlendirilmesinden” söz ediliyor. Ama, “Demokrasinin işlerliğini güçlendirme”nin giriş bölümüne yazıldığı bu sözleşme dolayısıyla, İrlanda halkının iradesi hiçe sayılarak, demokrasinin ayaklar altına alınmak istendiği de bir gerçek. Lizbon Sözleşmesi ile ayrıca Niş Anlaşması’nda yer alan karar biçimi tamamen değiştiriliyor. Sözleşmeye göre, 2014 yılından itibaren, karar alma biçimi “çifte çoğunluk” esasına göre olacak. Yani, alınan kararların en az üye ülkelerin yüzde 55’i ve bu ülkelerin nüfusunun AB nüfusunun yüzde 65’ine denk düşmesi gerekiyor. “Oy birliği” esasının kaldırılması ve yerine “çifte çoğunluğun” getirilmesiyle, aynı zamanda, küçük ülkelerin karar alma sürecinde etkisinin olmayacağı daha önce belirtilmişti.

“Genişleme stratejisi”yle dünya siyasetinde bir aktör olmayı hedefleyen AB, bugün 27 üyesi ile eskiye göre iç pazar ve ekonomik açıdan ‘dünyanın en önemli emperyalist bloklarından biri’ haline geldi. Ancak bu ekonomik gücün kendisini siyasi ve askeri alanda aynı ağırlıkta ifade edememesi, geçmişte olduğu gibi, bugün de en önemli sorunların başında sıralanıyor. Lizbon Sözleşmesi, asıl olarak, birliğin, dünya ölçeğinde siyasi ve askeri anlamda bir güç olduğunu göstermesinden başka bir şey değildir.

AB’nin diğer emperyalist bloklara karşı siyasi bir birliğe dönüşmesini isteyen güçler, uzun zamandan beri ortak dış ve askeri politikanın belirlenmesinde ısrar ettiler, etmeye de devam ediyorlar.

Avrupa Anayasayı ve Lizbon Sözleşmesi, birlik içerisinde dış, askeri ve ekonomik politikalar konusunda siyasi disiplinin, otoritenin sağlanmasında temel dayanaklardan biri olarak kabul edilebilir. Bu, aynı zamanda asgari temelde üzerine anlaşmaya varılan ortak bir gelecek vizyonudur. Bu asgari uzlaşmanın hayata geçirilmesi için ise, yakın ve orta vadede yeni üyelerin alınması pek beklenmiyor.

İki yıl önce Brüksel’te toplanan AB Zirvesi’nde, bu çerçevede “3C” formülü konusunda görüş birliğine varılmıştı. “Consolidation” (Güçlendirme), Conditionality (Prensiplere Bağlılık) ve Comminication (İletişim) olarak ifade edilen “3 C” formülü, “genişleme stratejisi”nin bir süreliğine de olsa askıya alınması anlamına geliyordu. “Consolidation” ile eski döneme göre yapılanan AB kurumlarının acil olarak reformdan geçirilmesi amaçlanıyordu. Bunun içine, AB’nin yeni üyeleri “hazmetmesi”, yeni üyelerin de birliğe “uyum göstermesi” şartı konmuştu. AB kendi içinde yeniden yapılanacak, yeni sorunları beraberinde getirecek ülkelerin birliğe dahil edilmesi engellenecekti. “Conditionality” prensibi de bunu tamamlıyordu. Genişleme adına bugüne kadar pek çok ülkenin belirlenen kriterleri yerine getirmediği halde birliğe alındığı belirtilerek, bundan böyle üye olmak isteyen ülkelerden bütün kriterleri eksiksiz yerine getirmeleri isteniyor ve üyelik için önceden bir tarih verilmeyeceği açıklanıyordu. AB, kısa vadede, genişlemeden çok kendi iç sorunlarını “çözme” ve bunları belli bir rotaya oturmayı başlıca hedef haline getirmişti. Comminication (İletişim) burada devreye giriyordu. AB liderlerinin çoğu, AB Anayasası’na karşı tepkinin yüksek oluşunu, hem AB’nin hedefleri hem de Anayasa’nın kendisinin halka fazla anlatılmamasına bağlıyorlardı. Türkiye açısından, bu, 2014 yılında birliğe üye olabileceği yönündeki açıklamaların ve hesapların geçersiz olduğu anlamına geliyor. Önceden bir tarih verilmediği için, üye olacak ülkenin son durumu, birliğin içinde bulunduğu süreç üyelik için asıl belirleyici olacak. Türkiye’nin AB üyeliğinin tahmin edilenden de uzun bir sürece yayıldığı anlaşılıyor.

“3C” ile ifade edilen bu sorunların da ötesinde, AB’nin büyükleri, Almanya, Fransa ve İngiltere arasındaki çelişki ve çatışmalar, “politik entegrasyon süreci” yakınlaştıkça daha da artıyor. İngiltere, Lizbon Sözleşmesi’ne, “ortak dış ve askeri politika” konusundaki maddelerinin kendisini bağlamayacağı şartıyla onay verdi. Bu, içinde bulunduğumuz yüzyıl içerisinde, İngiltere’nin, pek çok açıdan “Çekirdek Avrupa” olarak nitelendirilen Almanya, Fransa ve Benelux ülkelerinden ayrı davranmaya devam edeceği anlamına geliyor.

Bu durum, aynı zamanda, İngiltere ile “Çekirdek Avrupa” arasında gelecek vizyonu konusundaki “felsefe farkı”nı da ortaya koyuyor. Alman-Fransız ekseni, başta dış ve askeri politikalar olmak üzere, bütün alanlarda, üye ülkelerin birbirine daha sıkı bir şekilde bağlanarak, politik birliğin derinleşmesini isterken, İngiltere buna karşı çıkıyor ve ülkelerin birbirine esnek bağlanmasını istiyor. Yine Almanya-Fransa ekseni, bundan böyle, “iç disiplin”i sağladıktan, birleşme sürecini derinleştirildikten sonra yeni üyelerin alınmasını istiyor. Ama İngiltere, genişleme sürecinin bugüne kadar olduğu gibi devam etmesini savunuyor. İngiltere, ayrıca, AB’yi politik bir birlikten ziyade, “büyük bir iç pazar” olarak görme arzusunda.

Almanya-Fransa ekseninin istediği “Avrupa Federal/Birleşik Devletleri”nin şimdiki süper güç ABD’ye önemli bir rakip olacağı açıktır.

Bu bakımdan, AB’nin tam uyum içinde olmasını istemeyen emperyalistlerin başında ABD geliyor. Yıllardır AB içinde “ABD’nin Truva atı” olarak bilinen İngiltere’nin gelecek üzerine başlattığı tartışma, kendisine hangi misyonun verildiğini bir kez daha gösteriyor.

Bu “felsefe farkı”nın kendisi bile, bu yüzyıl içerisinde AB’de “politik entegrasyonun” bütün üyeler açısından mümkün olamayacağını gösteriyor. Bunun, “politik entegrasyon” yanlısı ülkelerin kendileri de farkında. Bu yüzden, AB tarihinde ilk kez bir sözleşmeye (Lizbon), isteyen ülkelerin birlikten gönüllü bir şekilde ayrılabileceği maddesi konuldu.

Bütün bunlar, genişleme döneminden “duraklama devrine” giren AB’de, iç çelişki ve çatışmaların, önümüzdeki süreçte, önceki döneme göre çok daha açık ve keskin bir hal alacağı anlamına geliyor. Genel süreç, AB’nin politik krizi ve buna bağlı olarak ortaya çıkacak iç çelişkiler, başta Avrupa olmak üzere, büyük hayallerle yönünü Avrupa’ya dönmüş ülkelerde AB’nin parlatılan yıldızlarının söneceği anlamına geliyor. Bu durum, Türkiye’nin “üyelik süreci”ni de etkileyecektir.

Gelişmeler, AB’nin hızla karmaşık ve çatışmalı bir sürece girdiğini gösteriyor. AB şu anda “çifte kriz” ile karşı karşıya. Birinci krizi AB’nin yurttaşlarıyla olan ilişkisi, ikinci krizi üye ülkelerin kendi aralarındaki ilişkiler oluşturuyor. Bu krizlerin kısa zamanda çözülmesi de beklenmiyor.

 

HALKSIZ AB’NİN KRİZİ

İrlanda referandumundan sonra, başta Almanya olmak üzere, Avrupa basınının çoğunda AB’nin derin bir kriz ile karşı karşıya olduğu çeşitli biçimlerde yazıldı. Burjuva yazarlarıyla politikacılarının sözünü ettikleri “kriz”, elbette Lizbon Sözleşmesi’nin öngörülen süre içerisinde yürürlüğe girmemesinin yaratacağı sorunlarla ilişkili. Avrupa sermayesi açısından belirlenen hedefe ulaşma konusunda ortaya çıkan sorunlar bir yavaşlamayı ve gecikmeyi beraberinde getiriyor. Ancak bu, AB’nin büyük ülkeler ve tekeller lehine yeniden biçimlendirilmesi anlamına gelen yasalar ve sözleşmelerin geri çekilmesi anlamına gelmiyor. Onlar, planları reddedildiğinde, halka karşı daha fazla pervasızlaşıyor ve sözünü ettikleri burjuva demokrasisinin kurallarına bile tahammül etmiyorlar. Kendi koydukları kural ve yasaları “yeni dönemin ihtiyaçları”na göre değiştirmek istiyorlar. AB’nin büyük ülkelerinin yöneticilerinin, Fransa, Hollanda ve İrlanda referandumlarından sonra, belirlenen hedefe ulaşmak için halkın iradesini hiçe sayma yönündeki ısrarları bunu gösteriyor.

Belirlenen hedeflere ulaşma konusunda çeşitli engellerle karşılaşan AB ülkeleri yönetimleri için en önemli sorunlardan biri de, bu sorunların halk arasında yarattığı tepki ve güvensizliktir. Yarım asırdır, sermayenin Avrupasını yaratma adına atılan adımların çoğu, “Avrupa halkları arasında sınırların kalktığı” söylemi üzerine kurulmuştu. Bugün Avrupa Birliği ülkeleri arasında tek para birimi, serbest dolaşım, ortak kurumlar gibi yapılanmalar, ulus devletlerin, ulusal sınırların aşılmakta olduğu gibi gösterilmeye çalışılsa da, “birleşik Avrupa”ya hangi ulus devletin damgasını vuracağının mücadelesi devam ediyor.

“Sınırların kalkması”, “serbest dolaşımın sağlanması”,  “halkların Avrupa’sının kurulması” gibi söylemlerin çoğu kulağa hoş gelmekte birlikte, asıl hedefin, Avrupalı kapitalistlerin en güçlülerinin çıkarlarını savunma ve yerküre üzerinde daha etkili şekilde pratiğe geçirmek olduğu, bugün önceki döneme göre daha fazla açıklık kazanmış bulunuyor. Brüksel’de hazırlanan ve tek tek ülkelere dayatılan özelleştirme, taşeronlaştırma, düşük ücretlerle çalıştırma… gibi ekonomik haklar ile demokratik hakların kısıtlanmasını içeren pek çok yeni düzenlemenin emekçilerin yararına olmadığı, “sınırları kaldırma” adı altında emek-sermaye uçurumunun daha da derinleştirilmek istendiği daha iyi görülüyor. Bu da, son yıllarda, Brüksel’den dayatılan ve ‘kıta çapında’ uygulanan politikalara karşı mücadelenin halk arasında daha fazla ilgi görmesini sağlamakta, bu politikaları sürdüren parti ve örgütler giderek güç kazanmaktadırlar. 2004 yılında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde AB’ye eleştirel bakanların önemli oranda oy topladığı görülmüştü. Benzer bir tablonun, önümüzdeki yıl yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yeniden ortaya çıkması bekleniyor. Bugün de, pek çok ülkede, başta ortak para birimi olan Euro’nun neden olduğu hayat pahalılığı olmak üzere, pek çok alanda Brüksel politikalarına karşı çıkan emekçilerin sayısında önemli bir artış var. Keza, son yıllarda Brüksel ya da başka başkentlerde sendikalar ve sosyal hareketler tarafından AB’nin dayattığı politikalara karşı düzenlenen gösterilere on binlerce insanın katıldığı da bir gerçek.

Bütün bunlar, Brüksel bürokratları ve büyük ülkelerin mali sermaye temsilcileri tarafından yeniden şekillendirilmek istenen AB’nin, Avrupa halklarının iradesine ve isteğine aykırı bir yönde yapılandırıldığını, halkların da buna sessiz kalmadığını gösteriyor. AB Anayasası’ndan sonra hazırlanan Lizbon Sözleşmesi’nin de referandumla reddedilmesi, halkın, AB’nin büyük güçlerinin çıkarlarına bağlı olarak daha fazla militaristleştirilmesi karşı olduğunu açık olarak gösteriyor. Avrupa’nın birçok ülkesinde, AB’nin emperyalist bir birlik halinde yeniden örgütlenerek, dünyanın paylaşım sürecine militarist bir güç olarak dahil edilmesine karşı önemli bir toplumsal muhalefet bulunuyor. “Hayır” oyunu kullananların ezici bir bölümünün işçiler, köylüler ve düşük gelire sahip emekçiler, kampanyaları sürdürenlerin sendikalar, solcu-ilerici örgütlerin olması dikkate değer. Günümüzde AB’nin şekillenmesinde önemli olan faktörlerin başında bu toplumsal muhalefet bulunuyor. AB’nin biçimlendirilmesinde halkı devre dışında tutarak yasalar ve sözleşmeler hazırlayanlar, her referandum sonrasında, masa başında üretilenlerin gerçek hayata uymadığını bir kez daha görmüş olmalılar.

 

AB’DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE’YE YANSIMASI

Avrupa’nın egemen güçlerinin AB’yi yerküre üzerinde askeri bir birliğe dönüştürmek için yapmış oldukları planlar, “aday ülke” statüsündeki Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Türkiye, her şeyden önce yapılanma sürecinde söz sahibi olmadığı bir birliğin içerisine, AB’nin büyük güçlerinin kurallarını peşinen kabul ederek girmek zorunda kalacaktır. Bu durum, dünyanın yeniden paylaşılmasında her açıdan militaristleşmeyi önüne koyan bir AB’ye üye olmasının Türkiye haklarına neyi kazandıracağı, neyi kaybettireceği sorununun açıklık kazanması açısından önem taşıyor. Ayrıca, AB tarafından Avrupa emekçilerine dayatılan neoliberal politikalara karşı Avrupa çapında tepki giderek artarken, aday bir ülkede tam üyelik durumunda halkın başına nelerin geleceği daha iyi ve denebilir ki daha kolay görülebilir. Bu bakımdan, Türkiye-AB ilişkilerine ve üyelik sürecine, parça-bütün ilişkisi içerisinde bakmak, parçanın bütüne eklenip eklenmeyeceği sorunundan çok, bütünün kendisinin problemli olduğunu görmekte yarar var. “Demokrasi”, “sosyal eşitlik”, “özgürlük”, “askeriyeden arınmış sivil siyaset” gibi bundan bir kaç yıl önce AB “ölçeği”nde moda haline getirilen kavramların esasen gerçeği ifade etmediği, bugün çok daha yalın ve net görülebilir. AB’nin, farklı kültürler ve uluslardan insanların sınırsız bir şekilde bir araya gelerek oluşturdukları bir birlikten çok, Avrupa’nın en güçlü devletleri ve tekellerinin dünya üzerindeki egemenlik mücadelesinin bir ürünü olduğu görülebilir. 50 küsur yıllık AB’nin temelinde halkların gönüllü bir şekilde bir araya gelerek sınırları kaldırma, barış içerisinde bir arada yaşama vb. özleminden çok, sermayenin geleceğe dair planları yatıyor. Buna ek olarak, bugün tıpkı Fransa, Hollanda ve İrlanda referandumları sonrasında yaşandığı gibi, en temel demokratik haklar ve halkların iradesinin çiğnenmesi, bu “birlik”in en önemli özellikleri arasında yer alıyor.

 

SONUÇ OLARAK

Son bir kaç yıl içinde AB cephesinden olup bitenlere baktığımızda, şu temel özellikler ortaya çıkmaktadır:

1-     AB sermayesinin, AB Anayasası ve Lizbon Sözleşmesi özgülünde geliştirmek istediği ekonomik, politik ve askeri birliği derinleştirerek, dünya ölçeğinde güçlü bir emperyalist mihrak olduğunu gösterme doğrultusunda izlediği siyaset, milyonlarca emekçi tarafından reddedilmektedir. Fransa, Hollanda ve İrlanda referandumlarının sonuçları bunun ifadesidir.

2-        Avrupa egemenleri ile Brüksel bürokratları, yukarıdaki referandumlarda ortaya çıkan sonuçları tanımayarak, en temel demokratik işleyişe saygılı olmadıklarını göstermişlerdir. Bunun bilincinde olan sermaye kesimleri, artık AB için alınan kararların halkoyuna sunulmaması için yeni düzenlemelere başvuracaklardır. İrlanda’da olduğu gibi Anayasası’nda AB ile ilgili yasaların halk oyuna sunulmasının zorunlu olduğu ülkelere, Anayasa değişikliği yapmaları dayatılacaktır. Böylece, kararlar halka sunulmadan hayata geçirilmek istenecektir.

3-        AB sermayesi ve egemen ülkeleri, bütün “hayır”lara rağmen, AB Anlaşması ve Lizbon Sözleşmesinde ifadesini bulan “politik entegrasyon” sürecini en az zararla hayata geçirmek için sonuna kadar çaba harcayacaklardır. Bu bakımdan, Lizbon Sözleşmesi önümüzdeki yılın başında yürürlüğe girmediği taktirde, aynı talep ve istemlerin sıralandığı yeni bir sözleşmenin halkın önüne konulması sürpriz olmayacaktır.

4-        Gelişmeler, AB’nin hızla militarist ve neoliberal bir birliğe dönüşmekte olduğunu ya böyle olmasının onun büyük güçlerinin hedefi olduğunu gösteriyor. Önümüzdeki dönemde “tam entegrasyonu” isteyen ülkelerin “Çekirdek Avrupa” olarak kendilerini ifade etmeye başlamaları büyük bir olasılık olmakla birlikte, “Entegrasyonu sürecine” karşı olan ya da ekonomik-politik konumu buna uygun olmayanların itirazları da devam edebilecektir. Bu durum, “itirazcılar”ın durumunu tartışmalı hale getirebilecektir.

5-        Bu, aynı zamanda, AB içinde çelişki ve çatışmaların derinleşmesi, her ülkenin kendi çıkarını korumak için alabildiğince çalışacağı anlamına geliyor. Buna, bir de, ABD’nin dışarıdan bölme politikaları eklendiğinde, çok üyeli, bütünlüklü ve uyumlu bir AB’nin oluşmasının mümkün olmadığı görülüyor.

6-        Halklar için tüm bunlar, AB’nin emperyalist politikalarına ve bu politikanın tek tek ülkelerdeki yansımasına karşı mücadelenin tereddütsüzce geliştirilmesi zorunluluğunu ifade etmektedir.



[1] Sınırlı olanaklara sahip, ama uğruna mücadele ettiği davanın doğruluğuna inanan ve bunun için gecesini gündüzüne katan, sokak sokak dolaşarak bildiri dağıtan, afiş asan, bilgilendirme toplantıları düzenleyenlerin başarı kazanabileceği de böylece bir kez daha kanıtlanmıştı.

 

Boğazlar, kars ve Ardahan Üzerine ABD-Türk Dezenformasyonu

Türkiye’de Türk-Sovyet ilişkileri gündeme geldiğinde bazı ‘aydın’ların ilk anımsadığı konu, “Stalin Rusyası’nın ikinci dünya savaşı sonrasında Kars-Ardahan’ı ve Boğazları istediği ve bu nedenle Türkiye’nin NATO’ya girmek zorunda kaldığı” yalanıdır. Tarihi egemenlerin merceğinden okuyan birçok resmi tarihçi de halen bu kanıdadır. Geçtiğimiz yılın sonlarında, bu “soğuk savaş” yalanı, bir kez daha, “ABD Dışişleri Bakanlığı’nın döneme ilişkin gizli belgelerinin açıklanması üzerinden gündeme getirildi. Bu dezenformasyon, Putin Rusya’sının emelleri söz konusu olduğunda ya da Stalin karalanmak istendiğinde, sürekli olarak yineleniyor. Bu yazıda, bu dezenformasyonu Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyet Rusya ilişkilerinin tarihsel gelişimi üzerinden ele almaya çalışacağız.

Geçtiğimiz yılın sonu ve bu yılın ilk dönemlerinde, bu konu üzerine haberler burjuva basınında daha yoğun olarak yer aldı. İddia edilen şuydu:

Moskova Konferansı sırasında, İngiliz ve Sovyet heyeti arasında 19 Aralık 1945 tarihinde Kremlin’de bir görüşme yapılıyor. Stalin, beraberinde Dışişleri Bakanı Molotov olduğu halde, İngiltere Dışişleri Bakanı Ernest Bevin’i kabul ediyor. İngiltere heyeti bu görüşmenin tutanaklarını ertesi gün Amerikan heyetine veriyor. Stalin-Bevin görüşmesinin tutanaklarının, ABD diplomatik belgeler 1945, Genel politik ve ekonomik sorunlar Cilt 2 (1945), 688 ve 691. sayfalarında yer aldığı iddia ediliyor. Bu belgelere göre, Bevin, Stalin’e, “Türkiye ile ilgili sorun nedir .. Terim yanlış anlaşılabilir, ama bir ‘sinir savaşı’nın sürdüğünü gösteren belirtiler var … Biz Türkiye’nin müttefikiyiz, sorunu önlemek istiyoruz” diyor. Stalin de iddiaya göre, “Birincisinin Boğazlar olduğunu, ikinci olarak ise, Kars ve Ardahan’ı Sovyet sınırları içerisine katmak istediklerini… buraların Türkiye’nin ele geçirdiği topraklar olduğunu, 1921 öncesi sınırlara dönülmesini . .Boğazlardan üs isteklerinin sürdüğünü” söylüyor.

Elbette soğuk savaş yalanları bunlarla sınırlı değildi. Daha beteri de vardı. Stalin’in işgal etmeyi planladığı Türkiye topraklarına yerleştirilmek üzere ve işgale gerekçe olarak kullanabilmek için, dünyanın çeşitli yerlerindeki Ermenileri, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra SSCB’ne getirttiği ve hukuksal zemin olarak da onlara Sovyet topraklarına ayak bastıkları andan itibaren Sovyet yurttaşlığı statüsü” tanıdığı veonları oyuncak olarak kullandıktan, planların devri geçtikten sonra da Sibirya’ya yolladığı” ileri sürülüyordu. Son dönem yeniden keşefedilen(! ), ABD kaynaklarına dayandırılarak yinelenen bu soğuk savaş yalanı; daha sonra ele alacağımız gibi,1945 Sarper-Molotov görüşmesinin sonuçlarını Ankara’ya bildiren Sarper’in telgraf metni temel dayanak alınarak sürdürülürken, bu yalanı yalanlayan onlarca diplomatik kaynak ve belge ise görmezden geliniyordu. Bu durumda, 1945’teki bu görüşmeye ve “kırılma noktasına” gelmeden önce iki ülke arasındaki ilişkilerin tarihsel gelişimine dönüp bakmamız gerekiyor.

TÜRK-SOVYET DOSTLUK İLİŞKİLERİNİN GELİŞMESİ VE BOZULMASI

Sovyetler Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilişkileri, Cumhuriyet’ten daha eski dönemlere, Osmanlı dönemine uzanmaktadır. Karadeniz ve Boğazlar, Çarlık Rusyası döneminde de Rusya’nın güvenliği, Çarlık Rusyası’nın sıcak denizlere ulaşma emelleri ve rakiplerinin onu kuşatma stratejileri nedeniyle hep önemli oldu. 1. Dünya savaşı öncesi bloklaşmada, “hasta adam” Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması ve Osmanlı devletinin İttihat Terakki yönetimi altında Almanya mihverinde savaşa itilmesinde de (Alman savaş gemilerinin Osmanlı bandırası altında Boğazlardan geçerek Kırımı’ı bombalaması hatırlansın), Boğazlar önemli bir role sahip oldu. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra ise, Sovyet Kızıl Ordusu Doğu Anadolu’dan kendiliğinden çekilmişti. Rus Çarlığının, İngiltere ve Fransa ile yaptığı Osmanlı topraklarının paylaşımını karara bağlayan gizli Sykes-Picot Antlaşması; Ekim Devrimi sonrasında Sovyet Rusya tarafından deşifre edilerek feshedilmiş ve bu durum Lenin tarafından tüm dünyaya açıklanmıştı.

Türkiye ile SSCB arasındaki ilişkileri düzenleyen en sağlam temel, bu dönemde, 18 Mart 1921 tarihli, Moskova’da imzalanan Türk-Sovyet dostluk Antlaşması’yla atılmıştı. Bu antlaşmaya göre, Sovyet Rusya Sevr antlaşmasını reddediyor, yeni Türk devletinin Misak-ı Milli sınırlarını tanıyarak, Türk-Sovyet sınırlarını kesin olarak saptıyordu. Yine 17 Aralık 1925’te, Paris’te iki ülke arasında bir ‘dostluk ve tarafsızlık antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşmanın en göze çarpan maddesi ise, “Taraflardan herhangi biri saldırıya uğradığında diğerinin tarafsız kalacağı şeklindeydi. İki ülkenin imzaladığı bu ilk saldırmazlık ve tarafsızlık antlaşması, 9 Eylül 1926’da yapılan bir ek protokolle, sınırların arazi üzerinde de netleştirilmesiyle genişletilmişti. 11 Mart 1927 tarihinde de, Ankara’da imzalanan Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması ile iki ülkenin ticari temsilcilikleri diplomatik düzeye çıkarılmıştı. Ayrıca Türkiye ile Sovyetler Birliği,1928’de, saldırı savaşlarını yasaklayan Kellog-Briand Paktı’nı ortak olarak imzalamışlardı. 17 Aralık 1929’da, 1925 tarihli Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması, Ankara’da yapılan bir protokolle iki yıllığına uzatılmıştı. 7 Mart 1931’de ise, ek bir protokolle antlaşma yürürlüğe giriyor, 30 Ekim 1931’de yeni bir protokolle antlaşma 5 yıllığına daha uzatılıyordu. Yine 1935’te, son defa olmak üzere 10 yıllığına uzatılmıştı. İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar, ilişkilerde dostluk egemendi.

1930’larda, Başbakan İnönü Moskova’yı ziyaret ediyor ve bu ziyaret sonucunda, SSCB tarafından Türkiye’ye 8 milyon dolarlık kredi açılıyor, yardım protokolü de 21 Ocak 1934’te Ankara’da imzalanıyordu. 1933 yılında ise, İnönü’nün Moskova ziyaretine karşılık olarak, Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. yılı vesilesiyle, Mareşal Voroşilov başkanlığında bir Sovyet heyeti Türkiye’ye geliyordu.

M. Kemal’in –henüz hayatta olduğu bu süreçte–, Sovyetlerle olan dostluk ilişkilerinin bozulmadan sürmesi konusunda gösterdiği itina ve Boğazların geleceğine dair öngörüsü, –savaş sonrası Batı’nın Boğazlar üzerindeki hesap ve planları düşünüldüğünde– özellikle kaydedilmelidir. M. Kemal, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında Sovyetler Birliği’nin rolü ve fiili yardımının büyük öneminin farkındaydı.

Türkiye, ulusal kurtuluş savaşı boyunca, Sovyetler Birliği’nin yakın desteğini görmüş, Anadolu’ya silah, para ve altın akmıştır. Resmi Sovyet verilerine göre, 1920-1922 yıllarında 9.000 tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 63 milyon fişek, 147.000 top mermisi ile doğu sınırlarından eski Rus Ordusunun bıraktığı askeri malzeme sevkedilmiştir. “Jivoy” ve “Jutkiy” adlı iki avcı botu hibe edilmiştir. Sovyet Hükümeti, Ankara’daki iki barut fabrikasının kurulmasında yardımcı olmuş, fişek fabrikası için gerekli teçhizat ve hammaddeyi sağlamıştır. Sovyet diplomatik misyonu 200 kilo külçe altını ve iki parti halinde toplam 10 milyon altın Ruble’yi Türk Hükümeti’ne teslim etmiştir. (Kaynak: Rusya Federasyonu Türkiye Büyükelçiliği)

Mustafa Kemal, cumhuriyet kurulduktan sonra, Kurtuluş Savaşı’ndaki yardımları nedeniyle Sovyetler Birliği’ne olan vefa borcunu sözleriyle dile getirdiği gibi, Taksim Meydanı’na dikilen Cumhuriyet anıtına Kızılordu kurucularından General Frunze ve Sovyetler Birliği Türkiye Büyükelçisi S. İ. Aralov’un figürlerinin de eklenmesi için direktif vermişti. İlk tekstil fabrikalarının kuruluşunda, Sovyet Planlamasının ve parasal desteğinin önemi bilinmektedir. Sovyetler Birliği, 1932-1938 yılları arasında ilk Beş Yıllık Kalkınma planının hazırlanmasına ve finansmanına da destek verdi. Sovyet tarım uzmanları Çukurova’da pamuk tarımı konusunda inceleme yaptılar, Sovyetler Birliği’nden gelen makine ve teknisyenlerle, Kayseri ve Nazilli’de ilk basma fabrikalarını kurdular.

Sovyet arşivlerinde araştırma görevlisi olarak çalışan Mehmet Perinçek de; “M. Kemal’in Ankara’daTevfik Rüştü Aras başkanlığında resmi komünist Partisi kurdurup Sovyetlerle iyi ilişkiler geliştirmeye başladıktan sonra, Sovyet heyetinin vagonlarla Erzurum’a geldiğini, Kurtuluş Savaşı’na yardım için gelen altınların hastanenin kantarında tartıldığını, ama altın ve cephane sevkiyatının daha çok Karadeniz üzerinden yapıldığını, o dönem yardımların önündeki en büyük engel olarak Taşnak Ermenistan’ının görüldüğünü, Taşnakların “topraklarımızdan geçemezsiniz” dediğini, Türk ordusunun da Kızıl Ordu ile ortak operasyon yaparak, Taşnak Ermenistan’ını ortadan kaldırma nedeninin, sevkiyat yolunu açmak olduğunu, Sovyetlerin bu dostane desteğinin 1930’lara kadar devam ettiğini” saptamaktadır.

1921 tarihinde, Sovyetler Hükümeti’nin Ankara Hükümeti’ni tanıması ile başlayan, Kurtuluş Savaşı’na Sovyetlerin yardım ve katkısı ile gelişen Türkiye-Sovyet Rusya dostluk ilişkileri; 1925 yılında Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık antlaşmasının imzalanmasıyla doruk noktasına çıkmıştı.

İlişkilerin bozulması, esas olarak 2. Dünya Savaşı sırası ve sonrası koşullarda başladı. Özellikle de Hitler’in iktidara gelmesiyle dünya konjonktüründeki değişmelere bağlı olarak Türkiye burjuvazisinin tutumunda da değişme giderek belirginleşti.

Oysa savaş öncesinde dünya ülkelerinin savaş hazırlıkları ve savunma önlemleri, Boğazların önemini artırmış ve bu alanda yeni bir düzenleme yapılması ihtiyacını dayatmıştı. Bu amaçla, Boğazlar’ın geleceğini belirlemek için Türkiye’nin talebiyle Montrö’de düzenlenen Konferans’ta, SSCB ve Türkiye’nin çıkarlarının paralellik göstermesi üzerine; Montrö antlaşması, 20 Temmuz 1936’da pürüzsüz olarak imzalanmıştı.

Savaşın sonuna doğruysa, Türk burjuvazisi ve hükümetlerinin savaş dönemindeki tutum değişikliklerinin sonucu olarak, Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Sovyet Hükümetinin Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında 17 Aralık 1925 ’te imzalanan ve süresi 1945’te bitecek olan Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasının 2. Dünya Savaşı sırasında meydana gelen değişikliklerden dolayı feshi arzusunu, 19 Mart 1945’te, Türkiye’nin Moskova büyükelçisi Selim Sarper’e bildiriyor, Türkiye böyle bir kararı beklediği için telaş göstermiyor, ardından da başbakan Hasan Saka ile Molotov arasında San Fransisco’da bu konuda görüşmeler yapılıyordu.

İlişkilerdeki sorunlar ise, esas olarak, 7 Haziran 1945’te Moskova’da yapılan Molotov-Sarper görüşmesiyle başlıyordu. Üstelik bu görüşme talebi Türkiye tarafından iletilmişti. Amerikan ve Türk kaynakları da bunu doğruluyor. Selim Sarper’in bildirdiğine göre, Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, 1921 antlaşmasının Sovyetlerin zayıf olduğu bir anda aktedilmiş olduğunu, önce bu meseleyi halletmek gerektiğini söylüyor. Sarper buna, “Türkiye’de hiçbir hükümet bunu kabul etmez, ben de bunu Türk Hükümeti’ne iletemem, kaldı ki, Sovyetlerin ne bu araziye ne de buradaki birkaç milyon nüfusa ihtiyacı vardır şeklinde yanıt verdiğini ileri sürüyor. Molotov, “Bu konuyu görüşmeyelim ama sorunları halletmiş olmayız, konuşmaya devam edelim” yanıtını veriyor. İddialara göre, Sovyetlerin talepleri şunlardır:

1) 1921 tarihli Moskova Antlaşması ile tespit edilen Türk-Sovyet sınırında Sovyetler Birliği lehine düzeltmeler yapılması,

2) Boğazların TC ile Sovyetler Birliği tarafından ortaklaşa savunulması,

3) Montrö Sözleşmesi’ndeki değişiklikler konusunda Türkiye ile Sovyet hükümetlerinin antlaşması.

Bu görüşmenin “belgesi”, Selim Sarper’in Ankara’ya çekmiş olduğu uzun telgraftır.

“BOĞAZLAR’IN, KARS VE ARDAHAN’IN İSTENMESİ” YALANININ ARDINDAKİ GERÇEK

Türkiye Üzerine Tezler 2” adlı kitabında, Yalçın Küçük, döneme ilişkin en tartışmasız belge kabul edilen, ABD’nin resmi yayını olan “Foreign Relations of US – Diplomatic Papers”ı ( ABD’nin Dış İlişkileri- Diplomatik Yazışmalar) dikkatle inceledikten sonra şu sonuçlara ulaşmıştır:

– Türk elçisine ulaşan bilgilerin kaynağı belli değildir. (Dezenfermasyondur)

– Sarper’in Mart sonunda Molotov’la biraraya gelmesinin izlenimlerini aktaran ABD elçisi Harriman, “Sarper’in Molotov’un davranışını tutarlı, dostça ve samimi bulduğunu, hareketlerinde bir kötü niyet ya da Türkiye üzerinde bir baskı yaratma eğilimi yansıtan en küçük bir iz bulmadığını” Washington’a bildiriyor.

– Ankara’daki ABD elçisi Steinhard ise: “Sovyetler’in yaptığı gecikmiş bir rahatsızlığı ifade etmekten ibarettir. SB toprak istemiyor.” diyor. Ankara’daki ABD işgüderi Porter de, 28 Nisan tarihinde Dışişleri Bakanının Sarper’le yaptığı görüşmeden sonra Washington’a gönderdiği raporda, “Sarper’in Moskova’nın bir toprak isteği öne sürmeye niyeti olduğuna inanmadığını, kendisinin (Moskova’nın) Montrö Sözleşmesi’nin revizyonu için baskı yapacağına ihtimal verdiğini” belirtiyor.

– Sovyet Hükümetinin Türkiye’nin doğusu üzerinde herhangi bir talebi olmamıştır, ama iki Gürcü profesör, 20 Aralık 1945’te bir Tiflis Gazetesi’nde yayımlanan mektuplarında‚ Karadeniz sahilinin Gürcistan’a ait olduğunu ve Sovyetler’e iade edilmesi gerektiğini” ileri sürmüşlerdi. Mektup Sovyet basınında da yer almıştı. Gürcü profesörlerin yazdıkları Sovyetleri bağlamaz, ama, Soğuk Savaşı yaratmak isteyenler bu malzemeyi kullanarak, “SB, Stalin’in pençesi altındaydı, totaliter bir sistem egemendi, her şeyden haberi olan Stalin’in bu olaydan da haberi olmaması mümkün değildi.” diyorlar.

Aslında, Batı-Sovyet ilişkilerindeki bozulmaya paralel olarak, Türk-Sovyet ilişkilerinin de bozulduğu görülmektedir. 5 Mart 1946’da Churchill, Truman’ın seçim bölgesi olan Missouri eyaletinin Fulton kasabasında, Truman ve Dışişleri Bakanı Brynes’in önünde, ünlü ‘Demirperde’ konuşmasını yapar. Türk-Sovyet ilişkilerindeki bozulma noktası, 15 Ağustos 1946 tarihli ABD Momosu’dur.

1946, ABD-İngiltere / Rus ilişkilerinin bozulduğu yıllardır. ABD’de ölen Türk elçisi Münir Ertegün’ün (aslında iki yıl önce öldüğü ve ABD’de defnedildiği de söyleniyor) cenazesini İstanbul’a getirtme bahanesi arkasına gizlenerek Moskova’ya gözdağı vermek amacı taşıyan Missouri Zırhlısı’nın 5 Nisan 1946 tarihli ziyaretinin siyasal mesajını okuyan Sovyet Hükümeti, olayı ABD ile ortaklaşa tezgahlayan TC hükümetine protesto olarak, Ankara’daki elçisini 1946 Temmuzu’nda geri çekiyordu.

1946 TARİHLİ SOVYET NOTASI NELERİ İÇERİYORDU?

Bu notada, Sovyetler Birliği, savaş sırasında meydana gelen olayları ve Montrö Sözleşmesi ile kurulan rejimin yetersiz kalışını örneklerle belirttikten sonra, yeni bir düzenleme önermektedir. Buna göre:

1) Boğazlar tüm ticaret gemilerinin geçişine sürekli açık olmalıdır.

2) Boğazlar Karadeniz devletlerinin savaş gemilerinin geçişine sürekli açık olmalıdır.

3) Karadeniz’de sahili bulunmayan devletlere ait savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi özel olarak belirtilen durumlar dışında yasaktır.

4) Boğazlar rejiminin tesisi, Türkiye’nin ve Karadeniz sahil devletlerinin yetkisinde olmalıdır.

5) Boğazlarda ticaret seyrüsefer serbestliğini ve Boğazların güvenliğini sağlama bakımından en fazla ilgili ve bunu uygulamaya muktedir olma sıfatıyla Türkiye ve Sovyetler Birliği Boğazların savunmasını ortak araçlarla temin etmelidirler.

6) Sovyetler Birliği, notanın birer örneğini ABD ve İngiltere’ye verir.

ABD kendisine de verilen bu notanın, ilk üç maddesine itiraz etmez. 4. şıkka (Sadece Karadeniz’de kıyısı olan ülkeler rejimi düzenlesin ) ve 5. Şıkka (Boğazların güvenliği Sovyetler Birliği ve Türkiye tarafından sağlansın) itiraz eder ve şunları belirtir:

‘Boğazlar rejimi’ sadece Karadeniz devletlerini değil, ABD dahil tüm ülkeleri ilgilendiren bir sorundur. Türkiye, Boğazlar savunmasının başlıca sorumlusu kalmayı sürdürmelidir. Bir saldırı durumunda BM Güvenlik Konseyi harekete geçer.

ABD notasında görülen, Boğazlar tartışmasının Sovyet inisiyatifinden çıkarılarak o günlerde adı “Hür Dünya” olan, bugünse “uluslararası toplum” denilen emperyalist kapitalist egemenlik alanına çekme ve oldu bittilere zemin hazırlama çabasıdır.

Türk Hükümeti ise, Sovyetler’in notasına 22 Ağustos 1946’da cevap verir. “Kimi savaşan ülke gemilerinin savaş sırasında Montrö Sözleşmesi’ne aykırı olarak Boğazlardan geçirildiği” iddiasını reddederken, “dengeli bir belge olan Montrö Sözleşmesi’nin ortadan kaldırılması için bir neden görmediğini” belirtir. Bununla birlikte, “gemilerin tanımı, nitelikleri ve tonajları gibi kimi teknik konularda sözleşmenin günün koşullarına uydurulmasının gerekliliğini” kabullenir.

Stalin’in ölümünden kısa bir süre sonra, 30 Mayıs 1953’te, Dışişleri Bakanı Molotov, Türk elçisine sözlü bir açıklama yaptıktan sonra, yazılı bir metin verir. Bu metinde, “Sovyet Hükümeti’nin eski bakış açısını gözden geçirdiğini’’ belirttikten sonra, “Sovyet Hükümeti’nin Türkiye’ye karşı hiçbir toprak iddiası olmadığı ve Boğazları savunma isteğinden vazgeçtiği” belirtilir. (Kamuran Gürün’ün anılarından) Bu açıklama, tersinden yorumlanarak, “Sovyetlerin, geçmişte toprak talepleri olduğu”na kanıt olarak kullanılmakta ve Sovyet Hükümeti’nin sorumluluğu Stalin’in üzerine yıkma çabası olarak görülmektedir.

Prof. Seha L. MERAY ise, 30 Mayıs 1953 tarihli Sovyet Deklarasyonu’nda, Sovyet Hükümeti’nin Türkiye’den bir toprak talebi olmadığını bildirdiğini “Documentatition Française”in 16 Temmuz 1953 tarihli belgesine dayandırır. DP iktidarı ise, Molotov’un açıklamasının olumlu yönünü ön plana çıkartır ve “Türkiye Hükümeti, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı hiçbir toprak iddiasında bulunmadığını beyan eden Sovyet Hükümeti’nin beyanını memnuniyetle kaydeder.” der.

Uluslararası Avrasya Hareketi’nin Başkanı Rus Düşünür G. Dugin; Stalin’in Türkiye üzerindeki talepleri konusundaki iddiaları sorgulayan yazısında Hep,Stalin’in Türkiye’nin Doğu bölgelerini ve Boğazları ele geçirme planları olduğundan söz edildi. Bu planların belgesel bir kanıtı yoktur. Ama bu söylenti, Ankara’yı Atlantikçiliğe çekmek için Amerikalılar tarafından başarıyla kullanılmıştır.” demektedir.

2. Dünya Savaşı arifesinde Türkiye’nin ikili oynaması ve ‘savaş dışı kalma’ manevralarıyla birlikte Alman mihverine yaklaşması ve hatta Alman Savaş gemilerinin Boğazlardan geçişine göz yumarak Ruslarla iyi komşuluk ilişkilerini zedelemesi; Sovyetler Birliği yöneticilerinin ülkelerinin güvenliği gereği tepki göstermeleri ve ABD-İngiliz ittifakının Hitler faşizminin sosyalizmi boğması için sinsi çabalarını görerek önlem almak istemeleri, bu yalanların nedeni olarak kullanılmıştır.

Mahmut Dikerdem, 12 Eylül 1980 darbesi öncesi dönemde yazdığı bir yazıda konuya ilişkin şunları belirtmişti: “Soğuk savaşın başlangıcını Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’nda yaşamış biri olarak, Yalçın Küçük’ün ‘soğuk savaşın çıkışında Türkiye’nin bir rolü olduğu’ yolundaki görüşüne tümüyle katılıyorum. Gerçekten de, 2. Dünya Savaşı, İnönü-Saraçoğlu ekibinin korktuğu şekilde, yani Almanya’nın yıkılıp Sovyetler Birliği’nin Avrupa’da en büyük siyasal ve askeri güç olarak meydana çıkmasıyla sonuçlanınca, kuzeydeki komşumuzla ilişkiler sorunu Ankara’da bütün sıcaklığıyla gündeme girmişti. Ortada 1925 yılında imzalanmış yirmi yıl süreli bir Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması vardı. Ancak Sovyetler, günün koşullarına artık cevap vermediği gerekçesiyle bu antlaşmayı yenilemeyeceklerini, savaş biterken Ankara hükümetine resmen bildirmişlerdi. İki ülke arasındaki ilişkiler savaş sırasında iyice soğumaya yüz tutmuş, Atatürk ve Lenin’in kurdukları dostluk, yerini kuşku ve güvensizlik havasına bırakmıştı. Bu sağlıksız durum ancak sabırlı bir çalışma ve iyi niyet gösterileriyle giderilebilirdi, çünkü Stalin, savaş boyunca Türklerin Nazi Almanya’sından çok Sovyetler Birliği’nin güçsüz düşmesini istediklerini ve İngilizlerle Amerikalılara hep bu yönde telkinde bulunduklarını öğrenmişti. Oysa İnönü, tıpkı 1939 Ağustos’unda olduğu gibi, acele davranmak ve Sovyetler’le yeni bir dostluk paktı imzalamak istedi. Bu işi kotarmak için de, kısa bir süre önce Moskova’ya büyükelçi olarak gönderdiği mutemet adamı Selim Rauf Sarper’i seçti. Sarper, İnönü’nün Hariciye’deki gözdelerinden biriydi. Cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra, Dışişleri’nin siyasi dairelerinden birinde şube müdürlüğünde bulunan Selim Sarper’i baremin birinci derecesine yükseltip Matbuat Umum Müdürlüğü’ne getirtmiş, 1944 Ekim’inde de onu Moskova Büyükelçiliği’ne atamıştı. Aradan altı ay geçmeden İnönü Moskova Büyükelçisi’ni Ankara’ya çağırıp Sovyetler’e önermeyi düşündüğü anlaşma üzerinde uzun uzadıya görüştü. (…) 1945 Mayıs’ının sonlarında, Selim Sarper Cumhurbaşkanı İnönü’den aldığı talimatla Moskova’ya döndü ve derhal Sovyet Dışişleri Bakanı Molotof’tan randevu alarak, Türk hükümetinin önerilerini Sovyet hükümetine bildirdi. Türkiye, Sovyetler Birliği ile ‘askeri bir ittifak’ antlaşması imzalamak istiyordu! Molotof Türkiye Büyükelçisi’nin önerisine karşılık olarak ‘Türkiye’nin askeri değerini takdir ederiz, ama 200 milyon nüfuslu Sovyetler Birliği devletinin güvenliğini Türkiye’ye teslim edemeyiz. Askeri bir ittifak söz konusu ise, bazı önlemler almamız gerekebilir’ demekle yetindi. Bunun üzerine Sarper ‘Yani Boğazlarda üs mü istiyorsunuz?’ diye sordu. Motolof, yine açık bir cevap vermeyerek, sözü 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı devletinin Rusya’nın zayıf durumundan yararlanarak doğu vilayetlerinin sınırlarında bazı değişiklikler yaptığına getirdi ve eğer Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında askeri bir ittifak öngörülüyorsa, Türkiye’nin doğu sınırında bazı düzeltmeler yapılması gerekeceğini söyledi. Molotof ile bu görüşmesini Ankara’ya aktarırken Selim Sarper, Sovyet hükümetinin Boğazlarda üs kurmak ve Kars ile Ardahan illerini topraklarına ilhak etmek istediğini bildirdi. Oysa Sovyetler resmen herhangi bir talepte bulunmamışlardı. Dışişleri Bakanlığımızın arşivlerinde de Sovyetlerin üs ya da toprak talebine ilişkin bir belge yoktur. Kars ve Ardahan üzerindeki iddialar, Gürcistanlı iki Sovyet yazarının yayınladıkları makaleler dışında Sovyet hükümetinin resmi bir talebine konu olmamıştır. (Sosyalist İktidar, Sayı: 5, Şubat 1980, s. 32-33.)

M. Perinçek de, döneme ilişkin, Rusların Boğazlar’ı ve Kars ve Ardahan’ı istediklerine dair, Rus arşivlerinde de bir belge olmadığını söylüyor. O dönemde belge olarak bulunanların, sadece, Moskova’da görev yapan diplomatların aktardıkları “bilgiler” olduğunu söylüyor. M.Perinçek^, ek olarak, “Tam aksi bir belge buldum. 1939’da, Saraçoğlu ile Stalin Moskova’da görüşüyor. Stalin şunu öneriyor; ‘Balkanlar üzerinden Türkiye’ye saldırı olursa askeri ittifak yapabiliriz, savaştan sonra 12 ada sizde kalır’ diyor. Mayıs 1953’te tek bir nota var: Kesinlikle bir toprak talebimiz yoktur. Boğazlarla ilgili talebimizi geri çekiyoruz dediğini’ belirtiyor. Tevfik Rüştü Aras da, anılarında, “Stalin’in toprak talebiyle kesinlikle alakası olmadığını” yazıyor.

Yukarıda özetlenen bu “soğuk savaş” yalanı, Rusya’nın Türkiye’yi tehdit ettiğini, bu nedenle de ABD ve NATO ile ittifak yapılması gerektiğini ileri süren çevrelerin –yani Türkiye’deki ABD uşağı işbirlikçilerin– ve en başta ABD’nin işine yaramıştır.

Türkiye’nin NATO ittifakına sürüklenmesi, Rusların tehdidi ile gerçekleşmemiş, aksine, Türkiye–Rusya ilişkilerinin dostluk ve barış içindeki  gelişim seyri, bu “soğuk savaş” yalanıyla dinamitlenmiş ve Türkiye emperyalist sömürü ağına bağlanmış, ABD’nin kucağına oturtulmuş, NATO’nun ucuz asker deposu olma sürecine girmiş ve halen bu görevini sürdürmektedir. “SSCB’nin Kars, Ardahan ve Boğazları istediği” bir “soğuk savaş” yalanıdır. Tıpkı “Demirperde”yi Stalin’in çektirdiği yalanı gibi…

2 Ağustos 1945 Postdam Konferansı’nda, ABD-İngiltere ve Rusya, Boğazlara ilişkin Montrö Antlaşması’nın günün gerçeklerine uymadığından değiştirilmesi gerektiğini zaten kabul etmişlerdi.

Değişimden kazanç uman taraflarsa, esas olarak ABD ve İngiltere idi. Çünkü, Montrö, Karadeniz’e kıyısı olan ülkeleri yetkilendiriyor, Boğazlardan geçişi ve Karadeniz’e inmeyi denetleme görevini ve özellikle Batılı emperyalistlerin savaş gemilerini engellemeyi, başta Rusya ve Türkiye olmak üzere bölge ülkelerine bir hak olarak tanıyordu. Batılı emperyalistler antlaşmanın değişmesini daha önce de dile getirmişlerdi. SSCB, işte bu konjonktürde, Batılıların oyununu bozmak amacıyla 1946 tarihli yukarıda bahsettiğimiz notayı verdi ve Boğazlarda yeni bir düzenleme istedi. “Stalin’in ‚ ‘Boğazları, Kars ve Ardahan’ı istediği’ yalanı” da, işte bu koşullarda Batılı emperyalistlerce üretildi.

Zaten bu yalanın ardından Türkiye ve Sovyetler Birliği ilişkileri bozuluyor, ardından çok hızlı bir şekilde, –3 Mart 1947’de– Truman Doktrini açıklanıyor ve buna Türkiye’nin de dahil olduğu belirtiliyordu. 1948 Marshall Planı’nda da Türkiye yerini alıyordu. 11 Mart 1947’de Türkiye IMF’ye, 8 Ağustos 1949’da ise Avrupa Konseyi’ne üye yapılıyordu. Ekonomik ve politik kıskaç, askeri alanda da tamamlanmak isteniyordu. Önce Türkiye’nin 25 Temmuz 1950’de başlayan Kore Savaşı’na asker yollaması gerçekleşiyor, Batılılar bu ‘kadir, kıymet bilir, ucuz asker deposu ülkeyi’ 17 Ekim 1951’de bağırlarına basıyor(!), NATO’nun kapılarını açarak üye yapıyordu.

Türkiye’nin, NATO üyeliği sonrasında, Batılı emperyalistlerin “Truva atı’ rolünü oynadığı, ABD’nin Ortadoğu ve Asya’ya sarkmasında bir köprü görevi gördüğü ve sürüklendiği borç batağı içinde debelenerek sömürgeleşme yolunda kat ettiği mesafeler düşünüldüğünde, yalandan kimin kazanç elde ettiği açığa çıkacaktır.

Bu soğuk savaş dezenformasyonun niçin tezgahlandığı, sonraki etkileri, gördüğü işlevler ve ulaştığı hedefler birlikte değerlendirildiğinde, sonuç olarak şunlar söylenebilir:

Tarih elbette eskisi gibi tekerrür etmeyecek, fakat vurgulamak gerekir ki, Amerika’nın Ortadoğu’daki hamleleri, Irak işgali, İran’ı hedefe koyması, SSCB’nin çöküşü sonrasında Asya ve Ortadoğu’ya iyice yerleşme planları, petrol ve enerji hatlarını denetleme isteği, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ve potansiyel düşman olarak gördüğü Rusya ve Çin’i kuşatma stratejileri çerçevesinde, Türkiye, Boğazlar ve Karadeniz, eski önemlerinden pek de kaybetmeden, ABD’nin gündemindeki yerini korumaktadır. Rusya’nın Putin sonrası ekonomik ve politik olarak toparlanması, ABD ile karşılıklı restleşmelere girişmesi ve ABD’nin yayılma hamlelerine karşı ataklarda bulunarak tutumlar geliştirmesi, herkes tarafından görülen olgular. ABD’nin gerek ekonomik gerekse politik olarak bölgeye el atmasından, Karadeniz ülkeleri olan Romanya ve Bulgaristan’daki üslerinden, Kafkasya’da üslenme çabaları ve elde ettiği mevzilerden Rusya’nın duyduğu rahatsızlık; Rusya ve Batılı emperyalistleri Karadeniz ve Boğazlar üzerinde yeni bir hesaplaşmaya sürükleyebilir.

Şu anda Karadeniz ve Boğazlarda statükoyu koruyan, ama ABD planlarına engel görünen Montrö Boğazlar Rejimi üzerinde değişiklik ve rejimi bozma çabalarının olabilirliği bu nedenle uzak bir ihtimal değildir. Aslında ikide bir Stalin ve Boğazlar sorununun gündeme getirilmesi de boşuna değildir ve ABD’nin adını andığımız yeni hesap ve planlarıyla bağlantılı görülmelidir. Çünkü günümüzde de, Montrö’deki düzenin değişmesinden en çok yararlanacak ülkeler, Karadeniz’de kıyısı olmayan dış ve karıştırıcı emperyalist güçler, yani ABD ve İngiltere olacaktır. Bugünden görünen; ABD’nin, geçmişte Türkiye’yi NATO’nun kucağına oturtmasıyla sonuçlanan, soğuk savaş yalan ve tezgahlarının yeni versiyonunu sahneye koymaktan çekinmeyeceğidir. Bunun için de, suyu bulandırarak Türkiye ile Rusya ya da diğer Karadeniz ülkeleri arasında gerginlik yaratıp Montrö Antlaşması’nı işlevsiz hale getirmek, ‘oldu bitti’lerle  Montrö’nün feshine yolaçmak ya da boşluk yaratmak suretiyle, adım adım hedefe ilerlemek; ABD’nin kullanageldiği mevcut ele geçirme ve yutma taktiklerini bilenler açısından, hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑