Krizin Yansımaları

krizin yansımaları

MURAT BİRDAL

 

Başbakanın “bize bir şey olmaz” mealindeki açıklamalarının daha mürekkebi kurumadan, Türkiye, krizin etkilerini tüm sektörlerde olanca ağırlığıyla hissetmeye başladı. Yaklaşık bir senedir küresel bir resesyonun tüm ön göstergeleri açıkça ortada olmasına rağmen, gerek Türkiye gerekse de dünyada yapay bir güven ortamı yaratılmaya çalışılmaktaydı. Amerikan ve Avrupa merkez bankaları, kriz belirtileriyle öncelikli olarak faiz indirimleri aracılığıyla “piyasa kuralları” içinde mücadele etmeye çalıştı. Kısa sürede, bunu, yakın geçmişe kadar “öcü” olarak kabul edilen “kamulaştırmalar” izledi. Son olarak ise, devreye, yatırım bankalarının elindeki riskli aktiflerin alımını amaçlayan kurtarma paketleri sokuldu. Daha öncekiler gibi, bu da, kısa süreliğine piyasalardaki keskin düşüşün hızını kesse de, reel sektörde yaşanan krizin çıplak gerçekleri karşısında, finans piyasalarında, kaçışın önüne geçecek bir güven ortamı yaratmakta başarılı olamadı.

Bugün gelinen noktada, ABD ve Avrupa’da resesyonun artık kaçınılmaz olduğu tüm yetkili ağızlar tarafından açıkça ifade ediliyor. Başbakanın, daha önce, kendini komik duruma düşürmek pahasına dile getirdiği, krizin “gelişmiş” kapitalist merkez ülkeleriyle sınırlı kalacağını varsayımı ise, kısa sürede yalanlandı. Merkez ülkelerde başlayan krize uluslararası sermayenin ilk tepkisi, daha önceki krizlerde olduğu gibi, “güvenli liman” olarak gördükleri merkez ülkelerine sığınma eğilimi oldu. ABD ve Avrupa piyasalarının yükseliş gösterdiği günlerde dahi, Türkiye ve diğer gelişmekte olan ülke piyasaları önemli kayıplar verdi.

Hedge fonların, merkezdeki yatırımlarından oluşan likidite açıklarını kapatmak için deniz aşırı ülkelerdeki yatırımlarından kaynak transferi yapmaları, işin önemli bir boyutu. Ama özellikle ülkemizdeki piyasanın kırılganlığı, kaçış eğiliminin ardındaki bir diğer belirleyici etken. Başbakanın açıklamalarında görmezden geldiği yüksek cari açık ve dış borç rakamları, yatırımcıların korkularını arttırıyor. Bu korku da, yabancı sermayenin, kolay kolay dünyanın hiçbir köşesinde bulunmayacak kadar yüksek olan faiz oranlarından vazgeçip, merkeze kaçma eğilimini besliyor. Hafta başında gelişmiş ülke piyasalarında yaşanan yükselişin gelişmekte olan ülkelere ve Türkiye’ye yansımamasının ardında da, aslına bakılırsa, aynı endişe yatıyor.

 

FİNANSAL MÜDAHALELERİN SINIFSAL BOYUTU

Dünyada ve ülkemizde krizle mücadele adı altında yürütülen finans politikalarının sınıfsal boyutu üzerinde kısaca durmakta fayda var. Çünkü devlet müdahalesine yakın geçmişe kadar “öcü” gibi bakan neo-liberal kimi ideolog ve politikacıların bugün finansal piyasalara müdahale kararını desteklemesi, birçoklarının kafasını karıştırmış gibi gözüküyor. “Serbest piyasa”nın istikrar ve büyümeyi sürekli kılacak tek mekanizma olduğuna dair sarsılmaz inancın büyük bir darbe yediği doğrudur. Ve her kriz döneminde olduğu gibi, bu dönemde de bunun üzerinde durulması ve ifşa edilmesi gerekir. Ama en az bu kadar önemli bir diğer soru, bugün Avrupa ve ABD’de gerçekleştirilen kamulaştırmaların kime çıkar sağladığı sorusudur. Bugün devletin ekonomiye müdahalesi, kamusal sağlık sisteminin geliştirilmesi, krizden yoğun olarak etkilenen üretime yönelik sektörlerdeki işletmelerin devralınıp istihdamın korunarak işten atılmaların önüne geçilmesi ya da işsizlik sigortalarının kapsamının genişletilmesi ve uzatılması gibi yollarla geniş yoksul halk kesimlerinin lehine bir kaynak transferi yaratılmasını amaçlamıyor. Aksine, bugün ABD ve Avrupa’da yaşanan, finansal istikrarı korumak adına, geniş halk kesimlerinin üzerinden büyük yatırım bankalarını ayakta tutma çabasıdır. Şirketlerini batırmakla kalmayıp her ay binlerce işçinin maaşını tek başına almaya devam eden CEO’lar, devlet eliyle beslenmektedir.

Kurtarma paketleri, piyasada alım-satımı tümüyle durmuş olan ve krizdeki şirketlerin kasalarında sıkışıp kalmış aktiflere, garanti vererek işlerlik kazandırmak ve böylece yeni iflasların önüne geçerek ekonomiyi canlandırmak gibi vaatlerle açıklanmıştır. İşsizlik tehdidinin büyüdüğü bir ortamda, devlet müdahaleleri, kamuoyunda, kredi piyasalarını canlandırıp yeni yatırımları teşvik edecek bir kurtarıcı olarak lanse edilmiştir. Ne var ki, ülkelerin bütçeleri üzerinde büyük yük yaratacak böylesi kaynak transferlerinin nasıl gerçekleşeceği, daha büyük bir soru işaretidir. Bunun doğal sonucu, geniş halk kesimlerinin üzerindeki vergilerin arttırılması ve sosyal amaçlı harcamaların kısılmasıdır. Hem de işsizliğin fırladığı, reel ücretlerin gerilediği bir kriz döneminde. Geniş halk kesimlerinin çıkarı gözetilerek yapıldığı öne sürülen müdahale paketinin, gelir eşitsizliğini daha da arttıracağı açık bir gerçektir. Bir diğer gerçek ise, piyasalara yapılacak kaynak aktarımındaki tercihlerdir. Kaynak aktarımı, işsizlik maaşlarını arttırılması, konut yardımları vb. yöntemlerle konut kredisi verenlere değil, kredi alan ve daha sonra işsizlik veya düşük ücretler nedeniyle ödemekte zorlanarak evini kaybeden Amerikan işçi sınıfına yapılabilirdi. Bu çözüm yöntemi, serbest piyasanın ilkeleriyle, bugün uygulanandan daha fazla çelişmezdi ve en az bugün tercih edilen seçenek kadar işe yarardı. Yapılan tercih, tümüyle sınıfsal bir tercihtir ve doğrudan büyük sermayenin çıkarlarını korumaya yöneliktir.

Kısacası, bir kez daha görülmüştür ki, serbest piyasa söylemi, altı, her dönemde egemen sınıflar tarafından ve çıkarlarına uygun bir şekilde doldurulmuş koca bir yalandır. Ne var ki, bugün serbest piyasa söyleminin terk edilmesi, sosyal güvencelerin genişletilmesi adına değil, bunların olanca hızıyla tasfiye edildiği bir ortamda, sermayeye emekçilerin sırtından daha büyük bir kaynak aktarımı gerçekleştirmek için yapılmaktadır. Kriz sonrasında devletin ekonomiye daha fazla müdahil olacağı yegane nokta, bugüne değin büyük oranda denetimsiz çalışan yatırım bankacılığının, tıpkı mevduat bankalarında olduğu gibi, daha sıkı bir denetime tabi tutulması olacaktır. Gelinen noktada, emekçi sınıflar lehine herhangi bir kazanım söz konusu değildir, aksine emek cephesinde sermayenin kriz politikalarına karşı daha örgütlü bir duruş sergilenememesi halinde, gelecek, daha büyük kayıpları da beraberinde getirecektir.

Gelelim son günlerde sıkça dile getirilen Merkez Bankası’nın piyasaya döviz sürerek kura müdahalesinin olası etkilerine. Cari açık ve enflasyon oranı göz önünde bulundurulduğunda, TL’nin aşırı değerlenmiş olduğu ortadadır ve uzun vadede bu durumun sürdürülmesi imkansızdır. Ne var ki, AKP, özellikle seçim öncesinde, bugüne değin dış borçlarla sürdürülen yapay istikrarı bozmaya niyetli değil. Döviz kurundaki artış, girdi maliyetlerini de arttırarak, hızla enflasyonu tırmandıracak ve seçim öncesi, AKP açısından hiç de istenmeyen bir tablo ortaya çıkacaktır. Ama kısa vadede kura müdahale ile kur istikrarı sağlamaya çalışmanın, uzun vadede oldukça yıkıcı sonuçları olacaktır. Öncelikle bu durum, şu an kurdaki ani yükseliş dolayısıyla ekonomiden çıkmakta zorlanan yabancı sermeyenin çıkışını kolaylaştıracak ve aynı miktar Türk Lirası karşılığı daha fazla dolarla çıkışlarının yolunu açacaktır. Bunun anlamı, bugüne değin yüksek faizlerle besledikleri “sıcak para”yı, bir de kurdaki yükselişten kaynaklanan zararlarını karşılayarak ülkeden yollamaktır. Merkez Bankası’nın döviz rezervleri erirken, kurdaki anlık düşüşten faydalanan yabancı sermaye kaçtıkça kurun tekrar yükselişe geçeceği gerçeği de gözardı edilmemelidir.

Başbakanın krizi görmezden gelen açıklamaları, dolar kurunun 1,65’e ulaştığı gün açıklanan Merkez Bankası’nın 1,48 seviyesindeki yılsonu dolar kuru tahmini de, aynı paralelde değerlendirilmelidir. Bu durum, tıpkı 2001 krizi öncesinde olduğu gibi, yaratılan yapay güven ortamı sayesinde yerli tasarruf sahiplerini piyasalara çekerek, yabancı fonların ülkeden az kayıpla çıkışını sağlama çabasıdır. Yine 2001 krizi öncesinde Merkez Bankası piyasalara döviz pompalarken, bizzat Merkez Bankası başkanının yüklü miktarda döviz topladığı ve bundan dolayı yargılanarak ceza aldığını da hatırlatalım. 2001 döneminde, Merkez Bankası rezervleri düşük fiyattan elden çıkartılarak eritilmiş ve bu müdahalenin, yurt dışına çıkan döviz miktarını arttırmaktan öte bir faydası olmamıştır. Bugün de aynı oyuna gelinmemeli ve emekçinin vergisi, emeklinin ikramiyesi üzerinden yabancı sermayeye yapılacak bir kaynak transferine dur denilmelidir.

KRİZİN REEL EKONOMİYE ETKİLERİ

ABD ve Avrupa ekonomilerindeki durgunluk, ülkemizde de, otomotiv sektörü başta olmak üzere, ihracata yönelik üretim yapan sektörlerde olanca gücüyle ağırlığını hissettirmeye başladı. Şimdiden otomotiv sektöründeki TOFAŞ, Ford, Renault gibi birçok şirket üretimi durdurma kararı aldı. TOFAŞ yüzlerce kişiyi işten çıkarırken, TOFAŞ’la birlikte yine otomobil sektörüne dizel enjeksiyon sistemleri üreten BOSCH’ta, tüm işçiler, büyük çoğuluğu ücretsiz olmak üzere, izne çıkarıldı. Bu ay içerisinde açıklanan Ağustos ayı üretim rakamlarına göre, otomobil üretiminde yüzde 14.4, minibüs üretiminde yüzde 33.2, kamyonet üretiminde yüzde 13.7 ve traktör üretiminde yüzde 60 dolayında düşüş kaydedildi. Yine aynı ay içerisinde, tekstil sektöründe yüzde 30’lara varan kayıplar yaşanırken, buzdolabı üretiminde yüzde 26.6, televizyon üretiminde yüzde 36.5, çamaşır makinesi üretiminde yüzde 7.3 düşüş kaydedildi. (Aynı durum Avrupa ülkelerinde de yaşanmaktadır ve bu nedenle Almanya’da Mercedes ve Fransa’da Peugeot başta olmak üzere, tüm büyük otomotiv fabrikaları işi durdurmuştur.)

Yani Başbakan’ın “bize bir şey olmaz hamdolsun” şeklindeki tarihi konuşmasından iki ay önce, üretimde, göz ardı edilemeyecek denli büyük bir daralma yaşanmıştır. Sonraki aylara ilişkin rakamlar açıklandıkça, durumun ciddiyeti daha da açıkça ortaya çıkacaktır.

Yurt dışındaki talebin daralmasının yanı sıra döviz kurunun hızlı tırmanışıyla ortaya çıkan belirsizlik ortamı da, üretimdeki daralmayı şiddetlendiriyor. Kur istikrarsızlığının sürdüğü bu ortamda, Türk Lirası üzerinden yapılan maliyet hesapları, paranın yabancı para birimleri karşısında hızlı değer kaybı sonrasında tutmamaktadır. İmalat sanayinde girdilerin yaklaşık yarısı yurtdışından dövizle sağlandığı için, maliyetler, aynı gün içerisinde dahi büyük dalgalanma göstermekte ve bu durum da, kısa vadeli alım-satım sözleşmelerinin dahi yapılmasında büyük tedirginlik yaratmaktadır.

Yıllardır “sıcak para” akışıyla kuru baskı altında tutarak korunmaya çalışılan fiyat istikrarı, önümüzdeki dönemde kontrolden çıkacaktır. Enflasyonun hızla tırmanarak yüzde 20’lere varabileceği bir ortamda, ücretlilerin kazancı, enflasyon karşısında giderek eriyecektir. Üretilen malların fiyatları artmasına rağmen ücretlerin belli bir seviyede kalması, kısa vadede (özellikle krizden doğrudan etkilenmeyen sektörlerde) sermayenin kâr marjını yukarı çekse de, uzun vadede, ekonomideki toplam alım gücünün daha da kısıtlı kalmasına yol açacak ve krizi derinleştirecektir. Kısacası, dışarıdaki talep daralmasıyla reel sektörün içine sürüklendiği kriz, içeride de talebin daralmasıyla daha da şiddetlenecektir.

Bugünlerde ilk sinyallerini aldığımız işten çıkarmaların önümüzdeki günlerde yoğunlaşacağını kolaylıkla öngörebiliriz. Dünyada ve ülkemizde kitlesel işten çıkarmaların yaşanması durumunda krizin şiddeti büyük bir hızla katlanacaktır ve şu an göreli olarak daha rahat durumda bulunan mevduat bankalarında da batıklar yaşanabilecektir. Ülkemizde de giderek yaygınlaşan kredi kartları, özellikle “gelişmiş” kapitalist ülkelerde, bireylerin aylık tüketiminin tamamına yakınında kullanılmaktadır. Buna, zaten krizin başlangıç noktası olan emlak kredilerini de eklersek, işten çıkarmalarla birlikte, geri ödenemeyen batık kredilerin katlanarak artacağını söyleyebiliriz. Elbette, bu durum, gerek küresel gerekse de yurt içi talepte de çok daha büyük bir daralma yaşanmasına neden olacaktır. Bireysel olarak kapitalistler, kriz dönemlerinde, işten çıkarmaları, yeniden yapılanma ve reel ücretleri düşürme yolunda önemli bir fırsat olarak görürken, bu durumun diğer kapitalistler tarafından da benimsenmesi ve uygulanması, kapitalizmin krizini derinleştirmektedir.

Kriz dönemleri, kimi varsayımların aksine, işçi sınıfının mücadele gücünün, “bıçağın kemiğe dayanması” koşulları bir yana, büyüme dönemlerine göre daha alt seviyelerde seyrettiği bir dönemdir. Büyüyen yedek işgücü ordusu, çalışanlar üzerinde büyük tehdit oluşturmakta, işverenler de, bu durumu kullanarak, gerek ücretler ve çalışma saatleri, gerekse de sosyal haklar üzerinde kendi lehine yeniden düzenlemelere yönelmektedir. Dolayısıyla bu dönem içerisinde, farklı konfederasyonlar ve sektörler altındaki sendikalar arasında hareket birliği oluşturulması ve krizin, siyasi aidiyetlerin ötesinde, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal çıkarları üzerinden oluşturulmuş geniş ve tek bir cephe halinde karşılanması, son derece önemlidir. Aksi takdirde, sendikalar, kendi mevcudiyetlerini temelden sarsacak ve muhtemelen kriz sonrası büyüme döneminde de tamiri zor olacak kayıplara seyirci kalmaktan kurtulamayacaklardır.

Enflasyon, talepteki daralmaya karşın, döviz kurunda büyük zıplanma karşısında tırmanışa geçecektir. Yükselen enflasyon karşısında reel ücretlerinde hızla gerileme yaşanacak emekçiler, işverenin maaş kesintisi konusundaki talepleri karşısında uyanık olmak durumundadır. Birleşik Metal İş sendikası tarafından hazırlanan “Metal İşçisinin Gerçeği” başlıklı raporda, geçtiğimiz on yılda sektörde yaşanan büyüme ve verimlilik artışı karşısında, işçilerin üretilen değerden aldıkların payın yaklaşık yüzde 50 dolayında azaldığı, yalın bir dille vurgulanmaktadır. Bu durum, imalat sanayinin geneli için de geçerli. Görüldüğü gibi büyüme döneminde refahı paylaşmayan işverenler, her kriz döneminde olduğu gibi, bu dönemde de, faturayı emekçilere çıkaracaklardır. Emekçilere ayrılan işsizlik fonu üzerindeki hak talepleri, bu durumun en çarpıcı ifadesidir.

Krize sermaye lehine müdahaleler ve daralmanın devlet gelirlerini de olumsuz etkilemesinin doğrudan sonucu olacak yeni vergi ve zamların işsizliğin ve düşük ücret baskısının artacağı koşullardaki yıkıcılığı ise, mutlaka, krizin emekçiler açısından neden olacağı diğer yıkıcı sonuçlarla birlikte işçi sınıfı ve emekçiler tarafından birlikte mücadeleyle göğüslenmesi gereken bir gelişme olacaktır.

 

Uluslararası Durum ve Gelişmeler Üzerine

uluslararası durum ve gelişmeler üzerine

ALİ YAŞAR

Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırısı ve ardından Rusya’nın duruma müdahale etmesi, uluslararası politikaya adeta yeni ivme kazandırdı. Emperyalist büyük devletler arasında var olan tüm çelişki ve anlaşmazlıklar, belli başlı emperyalist güçlerin birbirlerine karşı tüm gerçek duygu ve düşünceleri, birden bire karşılıklı “anlayış” iki yüzlülüğünden sıyrıldı, çıplak halleri ile ortalığa saçıldı. Her emperyalist büyük güç, kendi gücünü ve durumunu bir kez daha tüm çıplaklığı ile görmekle kalmadı, daha sert dönemlere hazırlık olmak üzere, kendi mevzisini ve durumunu yeniden gözden geçirdiği bir sürece adımlarını attı.

Aslında kısa bir süre önceye kadar dünya “olağan” dönüşünü sürdürmekte idi. ABD’nin Irak ve Afganistan işgalleri sürüyor, İran’a tehditler savruluyor, Latin Amerika ülkelerindeki anti-Amerikan yönetimlerin altı oyulmaya çalışıyor, kısacası ABD alışıldık eylemlerine devam ediyordu. Diğer belli başlı büyük devletler, zaman zaman bu duruma cılız itirazlar yükseltiyorlar, var olan durumdan kendi çıkarları için hangi kırıntıları koparabileceklerinin hesaplarını yapıyorlar, çakallar gibi kriz bölgelerine koşturuyorlardı. Sonra birden bire, bu “olağanlığı” sarsan bir gelişme oldu ve dünya tarihi adeta hızlandı.

Sadece son birkaç aylık gelişmelere kısaca bir göz atmak bile, olayların hızlı gelişimi ve muhtemel gelişme yönleri konusunda genel bir fikrin oluşmasını sağlayacak özellikler gösterdi. Bunları kısaca hatırlayacak olursak; Gürcistan birden bire kontrolden çıktığını düşündüğü Güney Osetya’ya saldırdı. Güney Osetya’da yaşanan tam bir kırım ve yıkımdı. Rusya duruma müdahale etti ve Gürcü birliklerini Güney Osetya’dan sürüp çıkarmakla yetinmedi, Gürcistan ordusunu dağıttı ve bazı Gürcü şehirlerini ve limanlarını kontrol altına aldı. Daha sonra birliklerini Gürcistan’dan çekti, ancak Güney Osetya ve Abhazya’dan çekmedi, bu bölgelerin bağımsızlık ilanını Batı’nın tüm itirazlarına karşın tanıdı. İtirazcılara Kosova örneğini gösterdi ve hem onların, hem de kendisinin ikiyüzlülüğünü bir kez tüm dünyaya gösterdi.

Gürcistan ABD’ye ve diğer Batılı devletlere güvenerek bu işgal adımını atmıştı. Ancak Rusya kararlı hareket etti ve Gürcü gericilerine ağır bir dayak atmakla kalmadı, onların destekçilerine de bir gözdağı vermiş oldu. Ardından ABD savaş gemilerini Boğazlardan geçirerek Karadeniz’e soktu ve böylece uluslararası gerginlik bölgelerine Karadeniz de eklenmiş oldu. Kuşkusuz bu gerginlik, Karadeniz ve Kafkasya’yı etkilemekle sınırlı kalmadı. Rus liderler Putin ve Medveyev “tek kutuplu dünyanın bittiğini, ABD’nin artık her tarafta istediği gibi at oynatamayacağını” tüm dünyaya ilan ettiler. Onlara göre, Putin’le “başlayan süreç, Medvedev’le tamamlanmıştı.”

Bu arada ABD, Polonya’ya uzun süredir yerleştirmeye çalıştığı füzeler konusunda Polonya gericileri ile anlaşma yaptı ve füzelerin yerleştirilmesine yönelik karşı çıkışları ve direnci kırdı. Rusya, Güney Amerika’ya uçaklar gönderdi ve ABD’nin Karadeniz’de savaş gemileri ile devriye gezmesine bir yanıt vermiş oldu. Bu arada Akdeniz’de Suriye ile ilişkilerini geliştirmeye başladı ve Rus Donanması’na ait gemilerin Akdeniz’e inmeleri konusunda adımlar attı. Kimilerine göre bu, “yeni bir soğuk savaşın” başlaması, kimine göre ise, sıcak savaşın alarm zilleri idi. Gerçekte durum “soğuk savaş” döneminden bir hayli farklı ve olayların gelişimi; sosyal sistemleri farklı iki karşıt kampın değil, iki emperyalist kutbun karşı karşıya gelmesi olarak yorumlanabilir. Artık savunulacak ya da yıkılacak olan bir “sosyal sistem” değil, çıplak emperyalist çıkarlardır.

Bunların ötesinde, bütün bu gelişmeler bir gerçeği açıkça ortaya çıkardı. Bu gerçek, eğer dünya iki kutuplu olacaksa, bu kutuplardan birisinin lideri ABD, diğerinin ise Rusya olacağı gerçeğidir. Bir diğer gerçek ise, ABD’nin sadık müttefikinin İngiltere olacağıdır. Bu, elbette ABD ve İngiltere’nin farklılaşan çıkarlara sahip olmayacağı ve olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak aralarında stratejik bir ittifakın varlığına –Anglosakson emperyalizmi– işaret ediyor. Henüz bu kutupların diğer üyelerinin kimler olacağı konusunda bu boyutta bir açıklık bulunmamaktadır. AB’nin büyük ülkeleri, başlangıçta sert açıklamalar yapsalar da, giderek bu açıklamaların ateşi düştü ve Rusya karşısında ayakları yere basmaya başladı. İtalya Başbakanı Berlusconi ve Almanya eski Başbakanı Schröder, Avrupa’nın Rusya politikasının körü körüne ABD çıkarlarının peşine takılmak olmadığını münasip bir dille dile getirdiler. NATO Genel Sekreteri, Rusya’nın Abhazya ile Osetya’daki varlığını zımnen kabul ederek, AB’nin Rusya ile yaptığı anlaşmayı eleştirdi ve bunun “yutulmasının güç olduğunu” açıkça ifade etti. Açıkçası, Batı bir kez daha bölünmüştü.

Diğer taraftan “Şanghay beşlisi” olarak bilinen ülkeler de –sonradan Özbekistan’ın da dahil olduğu Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan– “dengeli” bir açıklama ile yetindiler. Bu durum, kuşkusuz bir kamplaşma olmayacağının, bu devletlerin bir safta yer almayacaklarının, barışı savunduklarının bir belirtisi değildir. Bu, sadece söz konusu ülkelerin mevcut kamplaşmayı henüz yeterli sertlikte görmediklerinin, çelişkilerin daha keskinleşmesini beklediklerinin bir ifadesinden başka bir şey değildir. Gerçekte vakit daralmakla birlikte nihai bir karar vermeleri ve acele etmeleri için henüz erkendir ve her bir emperyalist ya da iddialı büyük güç ya da destekçiler, kendisi için en elverişli olan mevziyi tutmaya çalışmaktadır. Bunun için ne kadar taviz alacaklar, kendilerine ne gibi ayrıcalıklar sağlayacaklar vb. –tartışma bunlar üzerinde gelişecektir ve bazıları, açıkça bir kapışmanın arifesine, hatta kapışmanın ilk anlarına kadar kendi mevzisini açıkça belli etmeyebilecektir.

Dünya tarihinde böylesi bir durumun örnekleri bulunmaktadır ve bu durum, emperyalist kapitalist dünyanın doğasına aykırı değildir. Şimdi bu gelişmelere daha yakından bakmak, durumu biraz daha anlamamıza yardımcı olacaktır.

I. VE II. DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİNDEKİ KAMPLAŞMALAR, NEDENLERİ VE ÖZELLİKLERİ

Bugün emperyalist büyük devletler arasındaki çelişki ve çatışmaları, kamplaşma eğilimlerini tartışırken, dünya tarihinin geçmiş dönemini, 20. yüzyılın iki önemli dünya savaşını, savaşlar öncesindeki kamplaşmaları ve bunların nedenlerini ve ana çizgilerini kısaca hatırlamak, bugünü anlamak açısından önemlidir.

19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başı, kapitalizmin tekelci kapitalizme, yani emperyalizme dönüştüğü, bütün eğilimlerinin açığa çıktığı bir dönemdi. Belli başlı eski sömürgeci ve emperyalist güçler dünyayı sermayeleri ve etkileri oranında paylaşmışlar, dünya üzerinde paylaşılmadık toprak parçası ve pazar kalmamıştı. Ancak yeni bir paylaşım söz konusu olabilirdi ve bunun için de, güçlenen emperyalist devletlerin yeni taleplerde bulunmaları, kapitalizmin ekonomik krizlerinin ve genel krizinin –sadece ekonomik alanda değil, sosyal, politik vb. geniş bir alanda– kapıyı çalması, pazar sorununun ağırlaşması gerekirdi. Bu koşullar, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yeterli olgunluğa ulaşmışlardı. Genç ve dinamik, sürekli genişleme isteğinde olan Alman emperyalizmi kurtlar sofrasında yerini almış, daha fazla pay talep eder duruma gelmişti. Eski sömürgeci ve emperyalist güçlerin ise, ona yol vermeye hiç niyetleri bulunmuyordu. Bu sorunun kapitalist emperyalist dünyada savaştan başka bir çözümü yoktu. Dünya mevcut güç ilişkilerine göre yeniden paylaşılacaktı.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde, belli başlı emperyalist ülkeler şöyle kamplaşmışlardı: Bir tarafta Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Uzak Doğu’da Japonya’nın oluşturduğu, yani Avrupa’da Almanya’nın liderliğini –ittifak devletleri– yaptığı bir kamp bulunmaktaydı. İtalya ise, başlangıçta bu kampa yakınken, savaşın hemen öncesinde karşı kampa dahil olmuştu. Kamplaşmaların son ana kadar süreceğinin tipik bir örneğidir bu.

Diğer kamp ise, İngiltere’nin –Büyük Britanya İmparatorluğu– başını çektiği, Fransa, İtalya ve Rusya’nın oluşturduğu –savaşın sonraki bir evresinde ABD’nin de dahil olduğu– kamptı. Bu kamplaşmada dikkati çeken, Kıta Avrupa’sının iki kampa bölünmesi –Almanya ve Fransa–, Rusya’nın da Kıta Avrupa’sında Fransa’nın yanında yer alması, İngiltere’nin –ada– bu kampın başında bulunmasıdır. Bu kamplaşmanın diğer bir özelliği ise, bu kamplara dahil olan Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Rus Çarlığı gibi ülkelerin, aslında yeni topraklar fethetme rüyasıyla savaşa katılsalar da, “yenen tarafta” yer alsalar bile, kendilerinin de paylaşılacak pazar olmaları, zaten savaş öncesinde yarı-sömürge, bağımlı ülkeler haline gelmeleridir.

Birinci emperyalist paylaşım savaşının nedeni ise, yukarıda söylendiği gibi, emperyalist ülkeler arasında pazar sorununun keskinleşmesi, yeni ve genç emperyalist Almanya’nın dünya pazarından daha fazla pay talep etmesidir. İngiltere ve Fransa, eski sömürgeci güçler olarak, geniş sömürgelere ve pazara sahiptir. Bu arada, emperyalist kapitalist, ülkeler genel bir bunalımın pençesine doğru gitmektedirler. Bunalımın faturası kimin, kimlerin üzerine çıkarılacaktır, faturayı kim ödeyecektir?

Bütün bunların anlamı, dünyanın yeniden paylaşılması talebinin öne sürülmesidir. Ama dünya nasıl paylaşılacaktır? Emperyalist kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada, paylaşmanın güce göre yapılmasının dışında bir yol bulunmamaktadır. Bu güç, kapitalist devletlerin sermaye gücü, yani ekonomisi, bunun temelinde yükselen askeri gücü ve diplomatik ilişkileridir. Dünya, büyük devletlerin sahip oldukları güce orantılı olarak yeniden paylaşılacaktır. Sonunda Alman kampı yenilmiş, Almanya sömürgeleştirilmiş, Osmanlı paylaşılmış, savaşın içinde devrim yapan Rusya’nın bazı toprakları işgal edilmiş, Büyük Ekim Devrimi patlamıştır. Savaşın galibi İngiltere ve Fransa’dır, ancak uzaktan gelen genç emperyalist güç ABD, aslında dünyanın yeni gücü olarak öne çıkmıştır. Emperyalist bunalımın ve pazar sorununun savaşa dayalı “çözümü” ya da başka bir ifadeyle, emperyalist sistemin çözümsüzlüğüdür bu.

İkinci Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni, ilkinden farklı değildir. Almanya yenilmiş ve ağır tazminatlara mahkum edilmiştir. Diğer taraftan, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sosyalizmi başarıyla inşa etmektedir. Dünya pazarının parçalanması, dünyanın altıda birinin emperyalist pazarın dışına çıkması anlamına gelmektedir, bu. Dünya ilk savaşta paylaşılmış, ancak emperyalist sistemin sorunlarına çözüm bulunamamıştır. Almanya’da Hitler ve faşizm iktidara getirilir, galip devletlerin göz yumması ve desteği ile Almanya yeniden silahlandırılır, ekonomisi kendisini toparlar. İngiltere, ABD ve Fransa için amaç, Almanya’nın Sovyetler üzerine sürülmesi, sosyalizmin yıkılması ve bu ülkelerin dünyanın diğer bölgeleri ile birlikte yeniden paylaşılmasıdır.

İkinci Dünya Savaşı öncesinde kamplaşma şöyle gerçekleşti: Kıtada Mussolini İtalya’sı ve Uzak Doğu’da Japonya, Almanya ile müttefiktir. Kıta Avrupa’sında Almanya ve Fransa yine karşıt kamplardadır. Kıta dışından İngiltere ve ABD, bu kampın liderliğini yapmaktadırlar. Hesap, Sovyetlerin yalnızlaştırılmasıdır, ancak Stalin önderliğindeki Sovyetler’in uyguladıkları strateji ve taktikler ve Hitler’in önce arkasını güvence altına almak için Fransa’ya ve diğer Avrupa ülkelerine saldırması, İngiltere ve ABD’yi Sovyetler’le ittifak yapmaya mecbur etmiştir. Sovyetler Birliği, emperyalist paylaşım talebi, pazar sorunu olmadan, kendini ve sosyalizmin anayurdunu faşizme karşı savunmak amacıyla ABD, İngiltere, Fransa ile müttefiktir. Müttefiklerin Sovyetlere karşı tutumu, ittifak içinde düşmanlık gütmek, Sovyetler’in mümkün olduğunca yıkıma uğraması, giderek sosyalizmin yıkılmasıdır.

Almanya, Japonya ve müttefikleri yenilmiş, ABD ve İngiltere –Anglosakson emperyalizmi–, Sovyetlerin ağır kayıpları ve büyük çabası sonunda elde edilen zaferin üzerine konmuştur. Sosyalist dünya büyümüş, ama büyük insan ve maddi kayıplarına da uğramıştır. ABD önderliğindeki emperyalist dünyanın sosyalizme düşmanlığı, daha sonra “soğuk savaş” kuşatması olarak devam etmiş, bu durum, önce sosyalizmin yıkılması, ardından “Doğu Bloku”nun dağılmasına kadar –süreç içinde karşıtlığın niteliği değişmekle birlikte– “iki kutuplu dünya” biçiminde devam etmiştir.

Bu kamplaşma ve savaşlardan sonra, bugün gelişmekte olan olaylar, şu soruların ortaya atılmasına neden olmaktadır:

İlk olarak; Kıta Avrupa’sı, yeni bir kamplaşmada, Rusya’ya karşı blok halinde –AB olarak!– ABD ve İngiltere ile birlikte mi olacak, yoksa parçalanacak, Rusya ve ABD saflarına doğru dağılacak mı? Ya da Rusya’nın yanında, ABD ve İngiltere’ye karşı mı olacaklar? Başka bir ifade ile, bir ilk gerçekleşecek ve Kıta Avrupa’sı bölünmeden bir cephede yer alabilecek mi? Ya da uluslararası işçi sınıfının ve halkların mücadelesi, genel ya da bölgesel bir savaşı engelleyebilecek, dünya halklarının önünde kalıcı bir barış için yeni bir yol mu açılacaktır?

Kuşkusuz bu soruların bugünden mutlak bir yanıtı bulunmuyor. Bu soruyu bugünün eğilimleri ışığında yanıtlamaya çalışmak gerekiyor. Ayrıca vurgulamak gerekir ki, bu tarihsel örneklerin hatırlatılması, hemen kısa sürede genel bir savaşa gidileceğinin kanıtı olarak ileri sürülmemektedir. Burada amaçlanan, geçmişi kısaca hatırlatmak, bugünün eğilimleri konusunda genel bir yaklaşıma sahip olmaktır.

KAMPLAŞMA TAMAMLANDI MI?

ABD’nin, tek süper emperyalist güç olarak, dünyanın her tarafında hiçbir uluslararası kural tanımadan yürüttüğü saldırganlık, işgaller, kabadayılık, ambargolar vb., bugün dünya halklarının giderek gelişen mücadelesi ile püskürtülmeye çalışılmaktadır. Dünya halkları, bugün ABD’nin sınırsız emperyalist emellerine karşı mücadele eden tek güç durumundadır. Ancak diğer taraftan, emperyalist devletler arasındaki çelişkiler derinleşmekte, bu durum, dünya halklarının mücadelesine yeni unsurlar eklemektedir. Bu unsurların başında, Rusya’nın ABD karşısında rakip emperyalist güç olarak yükselmesi, bu durumun, dünya halkları ve ABD’nin hedefindeki ülkelerde farklı umutların yeşermesine yol açması gelmektedir. Kuşkusuz bu durum, dünya halklarının ve uluslararası işçi sınıfının mücadelesine hem yeni olanaklar sunmakta, hem de yeni tehlikelerin yolunu açmaktadır.

Burada, öncelikle yeni kamplaşma eğilimleri irdelenmeye çalışılacaktır. Konuya, Rusya eski Devlet Başkanı, şimdiki Başbakan Putin’in şu sözleri ile girmek yararlı olacaktır: Putin, Paris ziyareti sırasında, “ilişkilerin ancak ABD’nin yeni başkanıyla düzenlenebileceğini” söylüyor ve devam ediyor, “Top onlarda. İlişkileri onlar bozdu, bırakalım onlar düzeltsin…” Müstakbel ABD Başkanı’na da, Putin, “eskilerden Abraham Lincoln’ü örnek almasını tavsiye” ediyor: “Lincoln’ün Dışişleri Bakanı ‘Biz Amerikalılar Ruslarla ilişkimizi diğer tüm Avrupa ülkelerinden üstün tutarız, çünkü Rusya bizim için hep en iyisini ister’ demişti. O zamandan beri çağlar geçti. Ama küresel kriz çıktığında Rusya ile ABD hep birlikte hareket eder. Bu 1. ve 2. Dünya Savaşları’nda da böyleydi. Biz Ruslar bunu asla unutmadık. Amerikalı ortaklarımızın da hatırlamasını istiyoruz.

Putin tarihi eksik hatırlıyor! ABD, I. Dünya Savaşı’na, sonradan ve İngiltere, Fransa ve Rusya saflarında katıldı. Bu doğru. Ancak Büyük Ekim Devrimi’nden sonra karşı saflardaydı. Putin, bugün kapitalist dünyanın çerçevesinden baktığı için sorunun bu kısmını görmüyor. II. Dünya Savaşı’nda ise, Avrupa’da, yükselen ve dünyaya yeni bir “nizam vermek” isteyen Nazi Almanyası bulunuyordu. Hitler Almanya’sı, sosyalist Sovyetler Birliği’ne doğru yönlendirildi. Ancak Almanya’nın öncelikle batısını garantiye almak istemesi, Fransa ve diğer Avrupa ülkelerini işgal etmesi, ABD ve İngiltere’yi mecburi olarak Sovyetler ile itifak yapmaya zorladı. Onlar, Sovyetler’e düşmanlıklarını, zaten savaşın hemen arkasından başlattıkları Soğuk Savaş’la gösterdiler.

Putin’in yaklaşımını doğru kabul edersek, şu soruyu sormamız gerekir; ABD ve Rusya birlik olurlarsa, bu birlik kime karşı olacaktır? AB’ye karşı mı? Bugün Avrupa’da bir emperyalist kutbun başını çekebilecek bir iddia bulunmuyor. Gönüllerden geçenleri değil de, olup bitenleri ve gerçek güç ilişkisini dikkate alıp soruna yaklaşacak olursak, AB, askeri ve ekonomik güç olarak, ortak bir iradeyi yansıtmaktan henüz uzak. AB içerisinde Almanya ve Fransa, daha özel bir birlik kurmak ve dünya politikasında daha aktif bir tutum almak istiyor. Ama bugün ayrı bir kutbun başını çekmekten uzaklar ve ancak iki kutuptan birine dahil olarak dünya politikasında önemli bir rol oynayabilirler. Şimdilik bazı politik gözlemcilerin ifade ettiği gibi, “yumuşak bir güç”ler.

Peki, ABD, Rusya’yı neden sürekli geri itmek, başka bir ifade ile ayıyı ininde boğmak istiyor? Bunun nedeni, ABD’nin enerji ve ham madde kaynakları ve bunların geçiş yolları üzerinde tam bir hakimiyet kurma isteğidir. Rusya ise, bu işin en stratejik “halkaları”ndan birinde –diğeri Ortadoğu’dur– bulunuyor. Hem zengin kaynaklara sahip, hem de geçiş yollarını kontrol altına alabilecek güce ve olanaklara sahip. Yani ABD’yi dizginleyebilecek, çıkarlarına ağır darbe vurabilecek olan tek güç. Bu koşullarda Putin’in ABD’ye işbirliği teklif etmesi, avın avcıya işbirliği teklif etmesi gibi bir şey! Ancak Putin’in bunları göremeyecek durumda olduğunu sanmak, herhalde yanılgı olur. Putin bunları söyleyerek, asıl olarak Avrupa’ya seslenmekte, onları, Rusya konusunda yanlış bir cephede yer almamaları konusunda uyarmaktadır.

Kuşkusuz Avrupa’da bunun farkında olanlar var ve onlar açıkça düşüncelerini ifade ediyorlar. Örneğin Almanya eski Başbakan’ı Schröder, Berlin’de düzenlenen bir etkinlikte yaptığı konuşmada, “Batı ülkelerinin Polonya’da füze savunma sistemi kurarak ve Kosova’yı çok erken tanıyarak ”büyük hatalar” yaptıklarını” savunuyor ”İçinden bir an önce çıkmamız gereken çatışmaya yönelik bir kısır döngü içindeyiz” diyor. ABD’nin Gürcistan’daki askeri girişimlerini de eleştiren ve AB’nin Rusya ile diyaloğa girmesi çağrısında bulunan Schröder, ”Rusya, böyle bir politikayı kuşatma gibi hissetmiş olmalı” tespitini yapmaktadır. “Gürcistan’ın üç hafta önce Güney Osetya’ya saldırmasının da Rus hükümetinin tepkisine neden olduğunu” ifade eden Schröder, “AB’nin, ABD gibi Kafkaslar’da çıkarları olmadığı için bu krizin aşılmasında arabulucu olabileceğini söylüyor. Schröder, “Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyeliğini mümkün görmediğini ifade ederek, Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev tarafından önerilen Avrupa’da yeni bir güvenlik mimarisi yaratılması fikrinin de reddedilmemesi” çağrısında bulunuyor.

Schröder, aslında Avrupa’nın pozisyonunu doğru tanımlamaktadır. Avrupa, enerji bölgelerinde rekabet edebilecek, oraları kontrol altına alabilecek olanaklara ve güce sahip değildir. Çıkarları, Rusya ile birlik olmaktan, onun askeri gücünü kendi gücü yapmaktan geçmektedir. Eğer Avrupa Schröder’in işaret ettiği yolu tutarsa, tarihte ilk defa Kıta Avrupa’sı bölünmeden aynı cephede yer almış olacaktır. Schröder’in isteğinin, Alman emperyalist burjuvazisinin isteklerini ve özlemlerini yansıttığından kuşku duymamak gerekir.

Diğer taraftan, ABD emperyalizminin bugünkü şefi Bush’un politik hattı son derece açık ve nettir. ABD Başkanı George W. Bush, “Güney Osetya ve Abhazya’nın, Gürcistan’ın bir parçası olduğunu, ABD’nin Gürcistan’ın bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün garanti altına alınması için müttefikleriyle birlikte çalışacağını” daha baştan söylemiş, ABD buna uygun bir tutumun içine girmiştir. “11 Eylül’den sonra, dünyada özgürlük güçleriyle tiranlık güçleri arasında büyük bir ideolojik savaşa girildiği gibi bildik klişelerini ileri süren Bush, “ABD ve müttefikleri, genç demokrasileri destekleyecektir. Cesur demokratik reformcuların yanında duruyoruz. Tarihin en umut verici bölümlerinden biri Gürcistan halkı tarafından, 2003 yılındaki Gül Devrimi ile yazıldı” diyerek, Gürcü uşaklarına tam bir destek vermektedir. Yani Bush’un ve ABD’nin çizgisi “ya bizden yanasınız, ya da karşımızdasınız” çizgisidir.

Dünyanın önemli bir diğer bölgesi, Uzak Doğu’dur. Burada, dünya politikasında rol oynayabilecek olan iki büyük devlet bulunmaktadır. Bu devletler, Çin ve Japonya’dır. Japonya, ABD’nin bölgedeki stratejik müttefiki durundadır. Çin ise, Batılı emperyalist ülkelerin adeta bir “üretim atölyesi” durumundadır ve hızla kendi bağımsız gücünü oluşturma yolundadır. Çin ile Japonya arasında tarihten gelen anlaşmazlıklar vardır ve bugünden bakıldığında, aynı cephede yer almaları uzak bir ihtimal olarak görülmektedir. Çin, enerji ihtiyacı sürekli olarak büyüyen bir ülkedir ve Rusya ile bu konuda özel ilişkiler geliştirme yolundadır. Japonya ve Çin, çelişkiler daha da sertleştiğinde, uzak Doğu’da birbirine karşı duracak, farklı cephelerde yer alacak devletler gibi durmaktadırlar.

DİĞER ÜLKELERİN DURUMU

Emperyalist devletlerin yanı sıra, bu devletlere bağımlı ya da bağımsız politikalar izlemekte olan ülkeler de bulunmaktadır. Bu ülkelerin arasında özellikle kriz bölgelerine yakın olan ya da doğrudan bu bölgelerde yer alan ülkeler de bulunmaktadır. Bu ülkelerden İran, doğrudan bir petrol ülkesidir. Irak, ABD’nin işgali altındadır. Türkiye, ABD’nin müttefiki, NATO’ya üye önemli bir ülkedir. Hem Ortadoğu ülkeleri ile sınırları bulunmaktadır, hem de Kafkas ülkeleri ile komşu olma pozisyonundadır. Körfez’in zengin petrol yataklarına sahip ülkeleri, ABD’nin denetimindedirler. Ancak başta Suudi Arabistan olmak üzere, halkları arasında ciddi anti-Amerikan eğilimler vardır.

Latin Amerika’da Venezüella bir petrol ülkesidir ve anti-Amerikan bir yönetime sahiptir. Devlet Başkanı Chavez, şimdiden Rusya ile ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır. Bolivya’da ABD karşıtı bir yönetim bulunmaktadır. Latin Amerika’da en önemli ülke Brezilya’dır ve ABD ile, kendi halkı ve Latin halklarının isteğine karşı bir ilişki tutturması oldukça güçtür. Orta Amerika’nın önemli ülkesi Meksika ise, ABD ile birlikte görünse de, halkın mücadelesi ve ABD karşıtlığı ciddi boyutlara ulaşmış durumdadır.

Bu örnekler, pek çok bazı bölge ve ülkelerin –Afrika gibi– durumu ile uzatılabilir. Ancak buna çok fazla gerek bulunmamaktadır. Bu ülkelerin hemen tamamı, yeni bir emperyalist kapışmada “paylaşılacak” av durumundadırlar. Bu nedenle, hangi kampta yer alacakları önemsiz değilse de, ekonomik ve politik sonuçları, bu ülkeler için önemli olacaktır. Bunların pek çoğu, –Türkiye gibi–şimdiden bir ittifakın içindedirler.

Burada, ABD emperyalizminin stratejisi dikkat çekicidir. ABD, gerek Doğu Avrupa’da, gerekse de Kafkaslar’da Rusya’yı kuşatacak bir strateji izlemekte, bu bölgelerdeki ülkelerde “Rus korkusunu” yaymakta ve kullanmaktadır. Bu strateji, biçimsel olarak, geçmişte “sosyalist Sovyetleri” kuşatma stratejisinden farklı değildir. ABD, yine, aynı gerici emperyalist amaçları taşımakta –pazarlara ve kaynaklara, bunların geçiş yollarına sahip olma–; Rusya ise, bölgesel ve daha genel çıkarlar peşinde koşmaktadır. Rusya, stratejik olarak, kendisini çevreleyen komşu ülkeleri “bağımsız tutum almaya” çağırmaktadır. Bu ülkeler ise, bu tür bir “bağımsızlığın”, kendilerini Rusya karşısında savunmasız bırakacağı kanısındadırlar. Bütün bu hesapların tarihsel bir arka planı ve geçmişi bulunmaktadır.

Önemli olan şudur ki, bağımlı ülkeler kendi bölgelerindeki sorunları kendileri çözememekte, bu sorunlara müdahale eden büyük dış güçlere davetiye çıkarmaktadırlar. Zaten bu sorunların pek çoğu büyük dış güçlerin kışkırttığı sorunlardır ve onlar, bu türden olmayan sorunlara da büyük bir hızla dahil olmaktadırlar. Bu ülkelerin çıkarları, özünde büyük devletler arasındaki kapışma ve çatışmalardan uzak durmak, böylelikle ülkelerini ve halklarını yıkımdan kurtarmaktadır. Ancak ekonomik ve politik gerçekler, emperyalizme bağımlılık, bu ülkelerin yönetimlerini, bağlı oldukları büyük emperyalist devletlerin çıkarları temelinde gerici tutumlar almaya zorlamaktadır. İşbirlikçiler, kendi gerici iktidarlarını sürdürmenin yolunun da buradan geçtiğini çok iyi bilmektedirler. Onlara göre, yıkılmış ve ezilmiş halklar, işbirlikçilerin iktidarı için gerekli ve zorunludur.

ULUSLARARASI İŞÇİ SINIFI VE EZİLEN HALKLAR

Emperyalist büyük devletler arasındaki çelişkiler keskinleşir, kamplaşma eğilimleri güçlenirken, üstelik bütün bunlara genel bir ekonomik krize doğru gidiş eşlik ederken, uluslararası işçi sınıfı ve bağımlı ve ezilen halkların mücadelesi yeterli güce ve donanıma –örgütlenme, politik hazırlık vb.– sahip mi? Kuşkusuz, bu tür bir soruya peşinen olumlu veya olumsuz yanıtlar verilemez. İşçi ve emekçi halkların mücadelesi söz konusu olduğunda, durgun ve geri gibi görünen bir mücadele, kriz ve yıkım koşullarında olağanüstü ilerlemeler kaydedebilir, göreceli olarak geri gibi görünen bir halk en ön saflara geçebilir.

Bugün Irak halkı ABD işgaline karşı tüm gücüyle karşı koymaktadır. İşgal altındaki Afganistan’da ABD ve NATO güçleri sürekli geriliyorlar. Genel olarak müslüman ülkelerde ABD karşıtlığı büyüyor ve gelişiyor. Latin halkları ise, bu konuda sadece en önde gitmiyor, hükümetleri ve iktidarları belirleyecek politik mücadelelere de giriyorlar. Latin Amerika, artık ABD’nin “arka bahçesi” olmaktan çıktı. Emperyalist merkezler ve ileri kapitalist ülkelerde işçi sınıfı, sosyal ve ekonomik hakların gaspedilmesine karşı ciddi kitlesel mücadelelere girdi ve bu mücadeleler içerisinde sermayenin saldırılarını bütünüyle püskürtemese de, bazen yavaşlattı, bazen durdurdu, bazen de nefes almak için bir mola verdi.

Bu mücadelelerden sonra, şu kesinlikle ileri sürülebilir ki; dünyanın hangi ülkesinde olursa, sermayenin saldırısına karşı mücadelesiz, karşı koymadan teslim olacak işçi ve emekçi yığınlar bulunmuyor. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar, bu neo-liberal saldırıların doğrudan kendilerini, en hayati çıkarlarını hedef aldığını gören bir olgunluğa eriştiler. Yetersiz örgütlenme, sermayenin sınıf içindeki temsilcilerinin –sendika bürokrasisi– ihaneti, bu mücadeleleri belki zayıflattı ve geçici yenilgilere uğrattı. Ama işçi ve emekçi yığınlar, mücadelelerinin her geriye düşüşünde yaralarını sarma ve kendilerini toparlamanın yollarını arayıp bulma eğilimindeler.

Dünya çapında genel bir ekonomik krize gidiş, ekonomik ve sosyal saldırıların yoğunlaşması, emperyalist büyük devletlerin artan saldırganlığı, çeşitli ülkelerde işçi sınıfının, bağımlı ve ezilen halkların mücadelesini keskinleştiriyor ve onları daha sert mücadelelere yöneltiyor. Uluslararası komünist hareketin varlığı, uluslararası işçi sınıfının ideolojik, politik hazırlık derecesini kısmen yükselten bir rol oynuyor. Ancak özellikle kapitalizmin merkezlerinde komünist partilerin zayıf olmaları ve bazı ülkelerde işçilerin bu öncüden yoksun bulunmaları, uluslararası işçi sınıfının en önemli zayıflığı gibi görünmektedir. Ancak şunu vurgulamak gerekir ki; bu ülkelerin işçi sınıfları ciddi tarihsel birikimlere ve özellikle temel hakları söz konusu olunca, mücadeleye kararlılıkla atılacak tecrübeye sahiptirler.

Bitirirken şunu kesinlikle ileri sürebiliriz ki; uluslararası işçi sınıfı, bağımlı ve ezilen halklar, geçmiş tarihsel tecrübelerin de birikimiyle, yeni mücadelelere daha hazırlıklı ve donanımlıdırlar. Bu tecrübe ve birikim, onlara, geçmişte daha uzun sürelerde aldıkları yolları, bugün daha kısa sürelerde geçme avantajı sağlamaktadır. İdeolojik gerileme, toplumsal eziklik, yenilgi psikolojisi kesinlikle geride kalmıştır. Uluslararası işçi sınıfının ve dünya halklarının önünde yeni bir dönem açılmaktadır ve işçi sınıfı ve emekçi halklar bu dönemden başarıyla geçeceklerdir.

 

Olgular, Gelişmeler ve Liberal ‘Sol’un “Sol” ile Savaşı!

olgular, gelişmeler ve liberal ‘sol’un “sol” ile savaşı!

YUSUF AKDAĞ

Liberal “sol” aydınlar, Ergenekon “çetesi”yle ilgili devlet ve hükümet operasyonu ve bu operasyon etrafında süren tartışmalardan hareketle başlattıkları “sol’un durumu”, “sol’un çıkışı”, “sol’un yeniden bölünmesi” kampanyasını, ABD’de başlayıp dünya ekonomisi üzerinde sarsıcı etkide bulunan kriz bağlantılı tezlerle destekleyerek ve genişleterek sürdürüyorlar.

Sermaye ideologlarının işçi sınıfına, emekçi kitlelere ve işçi-emekçilerin politik sendikal örgütlerine açtıkları savaşa “sol”dan katılan bu yazar, tarihçi ve sosyologlar, burjuva modernizmini “otoritarizm-militarizm ve asker vesayeti”ne indirgiyor, militarizm ve tekelci dünya kapitalizmi arasındaki bağ ile otoriter-militer politika ve örgütlenmelerin “askersel alan”ın dışındaki varlığının üstünü örtüyor, “siyasi liberalizm”in bugün artık arkaik hale gelmiş “tarihi rolü ve işlevi”ne[1] sığınarak, kapitalizmin tarih içinde tekelci gericiliğe evrilmesinin üzerinden atlayıp, başlıca emperyalist merkezlerde üretilip pazara sürülen propaganda malzemesiyle “sol”a karşı savaşmayı marifet’ sayıyorlar. “Sol’un güçsüzlüğü ve dağınıklığı”nı, Marksizmin “dogmatik”, “kaba sınıfçı”, “otoriter antidemokratik”, “devletçi anlayışları”yla izah ediyor; devrimci-demokratik ve sosyalist hareket ve düşünceye karşı, “sol” adına sağdan tasfiyeci ve dağıtıcı bir operasyon yürütüyorlar.

Bunlara göre, “sol dogmatik-kaba-ortodoks”tur; “sözcüsü olmaya soyunduğu kitleleri emekçilerle sınırlamış”tır. Bu “kaba tutum ve anlayış”ın kapitalizmin geç gelişmesi gibi nesnel nedenleri de olmakla birlikte, “sol cehaletin daha derinden gelen nedenleri” vardır: sosyalistler kadın, çevre ve azınlık sorunlarına duyarsızdırlar; “sol baştan beri devletçi, dahası darbeci olmuş”; antiemperyalizm üzerinden “Kemalizm’e bağlanmış”; milliyetçilik-gericilik ve hatta faşist siyasetle “birleşmiştir”.[2] Olgulara, gelişmelere ve değişen koşullara “statükoyu koruyucu” bir yaklaşım içindedir, ”tutucu” ve “dogmatik”tir; iktisadi-toplumsal ve politik değişimi görememekte; sınıf mücadelesinde ısrar ederek gelişmelerin gerisinde kalmakta; günümüzün gerçeklerini anlayamamaktadır! “Küreselleşmenin ulus ve sınıf kategorilerini geçersiz ve gereksiz hale getirdiğini” görmediği için, “ulusal değerler” savunusu adına modernizm kaynaklı otoriter siyasal pratikleri sahiplenmekte; “despotizm”, “diktatörlük” ve “şoven milliyetçilik”ten yana politikalar izlemekte; “dar-marjinal tutum ve anlayışlar”ı terk etmemekte ve aynı nedenlerle “güçlü bir sol seçenek” mümkün olamamaktadır![3] “Sol”, “her şeyi monolitik görmeye” meraklıdır: bütün emperyalistleri, bütün gericileri, bütün hakim sınıfları bir görmekte; “türdeş bir burjuvaziye karşı türdeş bir emek kitlesi” hayal etmekte; “Kapital’in birinci cildinden maddî realiteye yükselemeyen bir soyutlama”yı aşamamakta; “herhangi bir hakim sınıf kesimiyle yan yana gelmemek”ten “büyük bir psikolojik rahatlık” duyarak “her iki tarafı kötüleyici sıfatlar arayışı”na girmekte; “Marksizmin 19. yüzyıl kökenlerindeki saplantısından gelen” bir tutumla hareket etmektedir.[4] Gelişmeler ve “gerçeklikler” sınıfları ve mücadelesini önemsizleştirmiş, sınıf mücadelesi yoluyla toplumsal ilerleme olanaksızlaşmış olmasına rağmen, Marksistler, demokrasi sorununu sınıf sorununa bağlayarak, burjuvazi ve onun tekelci hakimiyetinde geçerli olan demokrasiyi, azınlık demokrasisi, burjuva demokrasisi sayarak “gelişmelerin gerisine düşmekte” ve “gerçeklikleri görmemektedir”ler! Oysa –diyorlar liberal aydınlar– “sol”, Marksist “monolitik düşünce” ve “modernist otoritarizm yandaşlığı” etkisinden sıyrılarak “gerçekliklere ulaşabilir”, demokratik siyasal özgürlüklerin “ileri Avrupa’nın desteklediği” ve oradan güç alan “içerideki Anadolu burjuvazisi”nin ilerlemeci ve değişimci temsilcisi parti ve hükümetinin girişimleriyle kazanılabileceğini görebilir ve bu partiyle birlikte statükocu-otoriter ve antidemokratik güçlere karşı bir “demokrasi cephesi” oluşturarak, içinde bulunduğu çözümsüzlükleri aşabilir! Bunun için “sol”, “devletteki mevcut ulusalcı kadrolaşma”ya karşı AKP’ni ve cephesini desteklemeli; AKP’nin yanında yer alarak onun “otoriter devletçiliğe” kayıp “kendi bindiği dalı da kesmesini** engelleme”ye çalışmalı ve bu “ara güç”ün “halkın iradesini temsil”i sürdürmesine yardımcı olmalıdır.[5] Bu, “sol”un “vesayetten, derin devletten, Büyük Ergenekon’dan kurtulma” ve “diktatörlüğe karşı demokrasiyi savunma” olanağına kavuşmasının da koşuludur!*** “Sanayi işçi sınıfının kalmadığını ya da azalıp yok olmaya yol aldığını” vazeden liberal yazarlar, işçi sınıfı ve ezilenlerin burjuvazi ve emperyalizmin baskı ve şiddetine karşı kendilerini ve çıkarlarını korumak üzere giriştikleri mücadeleyi ve biçimlerini “düşmanlık kültürü”nün ürünü saymakta; sömürü ve baskı sisteminden “sınıf mücadelesi yoluyla kurtulma” çabasını “Marksizmin kökenindeki takıntı”yla ilişkilendirmekte; antiemperyalizm ve bağımsızlık mücadelesi ve anlayışını demokrasiyle bağdaşmaz “ulusalcılık”, ve şoven gerici Türk burjuvazisiyle onun gerici, antidemokratik, hatta faşist siyasal askeri temsilcilerinin Kürt ve ‘azınlık’ düşmanı politikalarıyla aynı göstererek karalamakta; anti emperyalizmi “demokratikleştirme” hedefini daraltan bir politika sayarak mahkum etmekte; burjuva sınıf hakimiyetine karşı emekçi özgürlüğü için mücadeleyi, “demokrasiyi iyileştirme, özgürlük ilkesini demokrasiye hakim kılma” çabasına aykırı saymaktadırlar.

AKTÜEL GELİŞMELER VE LİBERAL “SOL” BAĞNAZLIK

Değişim ve koşullar üzerine lafazanlıkta sınır tanımayan liberal aydınlar, mutlak monarşi ve feodal despotizme karşı burjuva demokrasisinin toplumsal ve tarihsel ilericiliğinden değil, tekelci burjuvazinin hakimiyeti altında burjuva demokrasisinin tümüyle güdükleştiği koşullarda, emperyalist ve işbirlikçi burjuvazisinin demokratik haklar, eşitlik, refah, barış üzerine ikiyüzlü söylem eşliğinde dünya halklarına karşı siyasal gericiliği daha da yoğunlaştırdığı bir tarihsel dönemde, burjuva siyasal sistemin “herkes için demokrasi” olduğu yalanının kabullenilerek sahiplenilmesini istiyorlar. Amerikan-İngiliz ve Batı Avrupa’nın öteki emperyalist demokrasilerinde, işçi ve emekçilerin sosyalizme yönelmelerinin önünü kesmek üzere kabul edilmiş siyasal-sosyal tüm kazanımların halkın elinden bir bir alındığı; fişlemenin resmiyet kazandığı; sosyal-siyasal ve iktisadi alanda sertlik politikalarının yoğunlaştırıldığı; grev, gösteri, örgütlenme, basın-yayın haklarıyla çalışma yaşamının iyileştirilmesine yönelik emekçi istemlerinin fazlalık olarak suçlandığı ya da sözde yüksek maliyet giderleri gerekçesiyle ücretlerin düşürülüp işsizliğin daha fazla dayatıldığı bir dönemde, bu saldırıları gerçekleştirenleri ya da onların bir kısmını “özgürlükçü demokrasinin güçleri” hanesine yazıyorlar.

Liberal “solcu” yazar-gazeteci ve diğerleri, kapitalizm, sermaye, burjuvazi, işçi sınıfı, sınıf farklılıkları, sınıf çatışması ve onun iktisadi-sosyal temelini olanaklı olduğunca söz konusu etmeden, liberalizmi, tüm kapitalizm tarihine karakterini veren bir sistem olarak tarif etmekte ve onun, “otoriter-totaliter-muhafazakar” tüm öteki toplum sistemlerinden daha demokratik, eşitlikçi ve evrenselci olduğunu ileri sürmekte, serbest rekabetçi ve tekelci kapitalizmi “tek hücre”(!)ye koymakta, emperyalizmin gerici niteliğini görmezden gelmektedirler. “Sol” üzerine tartışmalara katılan liberallerin hemen tümü, uluslararası mali sermaye sistemini “serbest piyasa sistemi” –liberal kapitalist sistem– olarak adlandırmakta; bir yandan tezlerini “küreselleşme gerçekliği”ne dayandırmakta, öte yandan “serbest piyasa ekonomisine dönüş”ten söz etmektedirler. Bunlara göre, Avrupa Birliği örneğin, emperyalist değil, “evrenselciliğe yol alan” ve “demokratik değerleri özümseyen” liberal kapitalizmin günümüz koşullarında da anavatanıdır. Birey hak ve özgürlüklerinin teminatı bugünkü kapitalizmdir. Birey özgürlükleri, “militarist otoriter ve bürokratik güçler”e ve onların “ulus devlet” gibi “nasyonalizmi besleyen” anlayışlarına karşı liberal demokratik bir platformda birleşebilecek “sağdan ‘sol’a herkes”in birleşmesi ve “ülkeyi demokratikleştirmeye çalışan AKP”ne destek vermesiyle elde edilecektir!

Liberal, liberal “sol” aydın çevrelerinin yeniden başlattıkları bu tartışma, gerçekte yeni ve önemli ögeler içermemekle ve ileri sürülen iddialar açısından son on yıllarda burjuvazinin uluslararası alanda sürdürdüğü ideolojik saldırı kampanyasından beslenmekle birlikte, yoğunlaştırıldığı dönemin özellikleri yönünden dikkat çekicidir. Hemen tüm kapitalist ülkelerde burjuvaziyle işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki çelişkilerin keskinleşmeye doğru yol aldığı; sermayenin işçi-emekçi karşıtı politikalarının daha fazla sertleştiği; işsizlik ve yoksulluğun arttığı ve buna karşı mücadelenin yükseliş eğilimi gösterdiği bir dönemde, liberaller, “sol”u “sosyal demokrat” ya da “dinci muhafazakar” partilerin yedeğine davet etmekte, dahası ona, bunu yapmadığında açmazdan kurtulamayacağı yönünde “korku vermekte”dirler! Dünya kapitalist sistemini sarsarak genişlemekte olan kriz koşullarında daha da sertleşeceği bugünden belli olan sömürenlerle sömürülenlerin bu ilişkilerinin üzerini örtmeye çalışmakta; Türk generalleriyle AKP ve hükümeti arasındaki mutabakatı ve onların ABD başta olmak üzere emperyalistlerle ilişkiler, Kürt sorunu, demokratik haklar konusundaki “değişim”ci ya da “statüko”cu işbirliğini ve halk kitlelerine karşı yoğunlaştırılan politik, sosyal ve iktisadi saldırıların “asker-sivil yönetici güçler” tarafından el ve anlayış birliğiyle sürdürülmesini görmezden gelmektedirler.

LİBERALLERİN ATAĞINI NASIL YORUMLAMALI?

Liberallerin, “sol’da” olduklarını söyleyenleri başta olmak üzere, “sol”u “düze indirme”ye çalışanlarının hemen hepsi, “otokratik-militer baskıcı anlayışlara karşı demokratik sivil siyasetten yana olma” iddiasındadırlar. Açıktır ki, liberal eleştiricilerin hepsi aynı çizgi üzerinde durmamaktadırlar. Büyük çoğunluğu “eskiden solcu”; “eskiden sosyalist” denilenlerdir. Aralarında dış ülkelerde tedrisattan geçmiş olanları, tarih ve siyasal bilimler alanında lisans/lisansüstü eğitim alanları ve üniversitelerde ‘kürsü sahibi’ olanlar vardır. Bir kısmı “sol’a daha yakın” durduklarını belirtmekte ve “usturuplu dersler vermek” üzere sosyal-tarihsel ve felsefi “argümanları kullanarak “evrenselci bir anlayışın hakim olması için” dirsek çürütmektedirler![6] Bir kısmı ise, Soros vakıflarının sözcüleri ya da kapitalizmin “özgür bireyleri”dirler. “Birey özgürlüğü”nü “her şeyden üstün tutma” iddiasındadırlar. Herhangi kimseye ve herhangi değerlere karşı sorumluluk taşımamalarının ‘hafifliği’yle “ağza ne gelirse” söylemekten kaçınmayacak kadar özgürdürler!

Liberal “sol” aydınların, şu ya da bu parti-örgüte üye ya da “bağımsız bireyler” olmaları ve kendilerini sosyalist, devrimci, ilerici, “solcu” olarak tanımlayıp tanımlamamalarından bağımsız olarak, “sol’un durumu”nu tartışma ihtiyacı duymaları, elbette peşin hükümle ve daha baştan suçlanamaz. Ülkemizde askeri cuntacılık geleneğine ve antidemokratik siyasal sisteme karşı ilerici, “sol” ve liberal aydınların yürüttükleri –buna kimi dönemlerde liberal-muhafazakar denilen bazı aydınlar da birey olarak katılmışlardır– hak mücadelesinin, zaaflarına rağmen, emekçilerin aydınlatılması çabasına güç verdiği bir gerçektir. “Sol” üzerine tartışmaya katılan yazar-tarihçi, sosyolog ve iktisatçıların bir bölümü, kuşku yok ki, ülkenin demokratikleşmesi ve halkın üzerindeki baskının kaldırılması için samimi isteğe sahiptirler ve bunun için sorumluluk taşıyarak hareket etmektedirler. Ancak, tartışıla tartışıla “eskimiş” bu konuyu yeniden gündeme getirenlerin büyük çoğunluğunun, işçi ve emekçi hareketinin ihtiyaçları ve örgütlenmesinin sorunlarını tümüyle gözardı ederek, bu tartışmayı, birinci olarak CHP-DSP ve aynı “kökenden” partilerin güçlenmesinin ve “sosyal demokrasi”nin örgütlenmesinin aracına dönüştürmek; ve ikinci olarak “demokratikleşme” gerekçesiyle AKP’nin yedeği kılmak gibi her ikisi de emekçilerin çıkarlarına aykırı bir platforma çektikleri de somut bir “vakıa”dır. Taraf, Radikal, Milliyet gazetelerinin “sol’a eleştiri” furyasına katılanlar arasında öyleleri vardır ki, üstlendikleri rol ve amaçları yönünden karanlık işlerin görevlileri konumundadırlar ve “sol” a, halka ve değerlerine kin kusarak, kuşku ve güvensizlik yaymaya çalışmaktadırlar. Bu bakımdan, “sol”a karşı sürdürülen kampanya kapsamında görüş açıklayan ve “sol’un içinde bulunduğu durumdan çıkışı” üzerine “önermeler” getirenlerin bir kesimi için “aydın sorumluluğu”ndan söz edilse bile, büyük çoğunluğunun işçi sınıfına, emekçilere, devrimci demokratlara ve sosyalistlere karşı, burjuva ideolojik cephenin militanlığını üstlendikleri teslim edilmelidir. Bu yazar, aydın ve tarihçilerin bir kısmı AKP’nin, bir bölümü CHP’nin yedeğindedirler. Hemen tümü hak ve özgürlükleri egemen güçler arası kavganın ürünü olarak almakta ve bundandır ki, taraflardan birinin yedeğinde olmayı “demokrasi mücadelesi” saymaktadırlar.[7] “Sol’un sorunları” tartışmasını sosyal demokrasinin sorunlarının “çözümü” tartışmasına dönüştürenler, CHP’nin “sol’un birleşme merkezi” olmasını isteyerek, “sosyal demokrasiyi güçlendirecek bir projenin destek görmesi” için çaba gösterirlerken[8], diğerleri, nerede durduklarından, hangi parti ve örgütlere mensup bulunduklarından bağımsız olarak, “tüm solcular”ın “darbe ve cuntalara karşı ve demokrasi için” AKP’ni desteklemede birleşmelerini savunmaktadırlar.

DEĞİŞİM VE KOŞULLAR ÜZERİNE LİBERAL VAAZ NEYİ ÖRTÜYOR?

Liberal “sol”un değişim üzerine söylemi yeni ögeler taşımıyor ve değişim üzerine totolojik vaazların yinelenmesinden öteye geçemiyor. Buna rağmen, lafzını en fazla ettiği “gerçeklik”-“gerçeklikler”, “değişim” ve “farklı koşullar”dır. “Değişim ve koşullar”la bağlantılı olarak öne çıkardığı “gerçeklikler”in başında ise, –özetle söylenirse– “ulusal değerlerin, ekonomilerin, sınırların önemsizleştiği” bir “küreselleşme”nin gerçekleştiği ve bunun da sınıf çelişkileri ve mücadelelerini “geçersiz hale getirdiği” iddiası yer almaktadır. Dünya kapitalist sisteminde yaşananları tekellerden ‘serbest piyasa’ya geçiş olarak değerlendiren liberal “sol”un bu teorisi, emperyalizmin inkarını esas almaktadır. Bu “teori” kaynaklı liberal tezlere “ruh”unu veren, emperyalizmden farklı bir yeni sistem olarak sunulan “küreselleşme”dir.

Liberal “sol”un kapitalizm eleştirisi, ya hiç denecek kadardır ya da esas olarak biçimseldir. Kapitalizmi artı-değer sömürüsüne dayanan bir sistem olarak aldıklarında, sömüren-sömürülen ilişkisinin; sömüren-sömürülen sınıflarla mücadelelerinin karşılarına bir “gerçeklik” şeklinde çıkacağını ve bunu “hesaba katmak zorunluluğu”yla karşı karşıya geleceklerini bildiklerinden olacak, bundan kaçıyorlar! Bilimsellik ve “gerçeklikler” üzerine ahkam kesmelerine rağmen, kaçtıkları bilimsel yöntem ve olgusal gerçeklerdir. “Gerçeklik” olarak aldıklarını ise, burjuvazi yararına yorumlayarak işçi sınıfı ve emekçilerin karşısına bir olanaksızlık ve olmazlık göstergesi olarak dikiyorlar. Liberal “sol” aydınlar, kapitalizmin iktisadi-sosyal “kötülükleri”yle “siyasal liberalizm”i birbirini dışlar gösteriyor; üretim araçları mülkiyetine sahip ya da ondan yoksun olma ile birey hakları ve özgürlüklerini birbiriyle ilişkisiz, siyasal özgürlükleri iktisadi-sosyal koşul ve ilişkilerden bağımsız sayıyorlar. Burjuva siyasal sistemi –onlar siyasi liberalizm diyorlar–, “piyasa” dedikleri emperyalist dünya sistemiyle, onun “kötülüğü, büyük ikiyüzlülüğü ve emekçiler açısından ifade ettiği yıkım”la ilişkisiz, kapitalizmin güç ve iktidar sahipleriyle onun tasallut altında tutulanlarını “bireysel eşit” gösteriyor, siyaseti iktisadi-sosyal sistemden koparıyorlar. Ancak, liberal “sol” aydınların, “sol”a yönelik olarak öne sürdükleri, somut olarak Marksist ve devrimci demokratik hareketin, sınıf kavramını merkeze alarak kendini “hücreye kapatma”; “üretim biçimi değişikliği”ni görmeme; “milli kapitalizmden uluslararası kapitalizme geçiş”in farkında olmama ve bunun sonucu olarak da orta burjuva sınıflar dahil tüm ezilmişleri esas alan politikalar izlememe şeklindeki suçlamaların kalkış noktasını da, “değişim” oluşturuyor.

Burada, 18. yüzyıla “geri dönüş” zırvalığı üzerinde durmak anlamsızdır. Bu zırva, başka şeyler bir yana, uluslararası mali sermaye egemenliği; tekellerin ve kartellerin dünyayı paylaşma ve yeniden paylaşma rekabeti ve emperyalist güçlerin dünyayı yeni bir büyük bunalım ve savaşa doğru sürüklemeleri tarafından boşa çıkarılmıştır. “Küreselleşme”nin “akıbeti”ne işaret eden olgusal gelişmeler; ‘ekonomiye devlet müdahalesi’ ve mali sermaye krizi, ‘çağın gerçeği’ olmanın yanı sıra aktüeldirler de. Avrupalı büyük güçler, ülkelerinin başlıca sektörlerinin “yabancı sermayenin eline geçmemesi için” devlet kararlılığı göstermeye daha fazla yönelmiş bulunuyorlar. Almanya, Fransa ve İngiltere, uluslararası tekellerin birbirleriyle kıyasıya mücadelesinin, pazarlar ve kaynaklar üzerine kıran kırana rekabetinin kriz nedenli olarak daha da keskinleşeceğini görerek, enerji, savunma, otomotiv sektörlerine ait senet-tahvil-hisse senedinin büyük oranda el değiştirmesinin önüne geçmeye çalışmaktadırlar. Sarkozy ve Merkel, ülkelerinde bir sabah uyandıklarında “Avrupa’ya ait olmayan firmalar görmek istemediklerini” açıkladılar. Emperyalist şefler bu politikaları izler ve daha sıkı koruma tedbirleri için kararlar almaya yönelirlerken, sermaye ve meta hareketinin uluslararası devasa hareketini elbette biliyorlar. Dünyanın bir kapitalist sanayi ve banka şirketleri ‘panayırı’na dönüştüğünün farkındadırlar. Ama öyle olması, ne devletlerin ne de her bir devletin kendi ülkesi ve ekonomisini ve ekonominin kilit sektörlerini “koruma” önlemlerinden el çekmesini getirmiyor. Liberal aydınlar ise, “değişim”in arkasına saklanarak, sözcüğün açık anlamıyla “havanda su dövme”ye devam ediyorlar!

Sadece dünya değil, Türkiye koşulları da, evet, değişmiştir, değişmektedir. Mali sermaye ve tekeller çağında, onun kuşatması ve baskısı altında, kapitalist gelişme sürecine giren Türkiye’de kapitalizm egemen hale gelmiş, işbirlikçi tekelci burjuvazinin yanı sıra on-on iki milyonu bulan işçi sınıfı, geniş orta ve küçük burjuva kesimler, kent ve kırın yoksul tabakaları farklı çıkarlara sahip sınıf ve kesimler olarak ayrışmışlardır. Bu gelişmeye bağlı olarak, Anadolu topraklarına da kapitalist ilişkiler girmiş, ticari kapitalizmin yanı sıra küçük ve orta boy işletmeler giderek artmış; bunların bir bölümü kapitalist pazarda daha etkin olacak şekilde tekelleşmiş, tüm bu kesimleri ve taleplerini dikkate alma zorunluluğu sermaye partileri için, onlar eğer ülke yönetiminde söz sahibi olmak istiyorlarsa, kaçınılmaz hale gelmiştir. Buna bağlı olarak günümüzde de, sermaye partilerinin hemen tümü, tekelci sermayenin çıkarları belirleyici olmak üzere sermaye çıkarlarını savunmakta, hemen tümü, küçük ve orta burjuvazinin desteğini alma amaçlı politikalar geliştirmekte, özellikle seçim dönemlerinde ve oy desteği kaygısıyla bu politikaları yeniden gündeme getirmektedirler. Kapitalist toplumun önemli tutucu gücü ve payandası olan orta burjuvazinin çıkarları da, “doğal olarak” bu partiler tarafından gözetilmektedir. Ancak, bu partilerin, özellikle de hükümet partisi olarak AKP’nin politikalarında belirleyici olan, uluslararası ve işbirlikçi sermayenin çıkar ve talepleridir. Başlıca büyük sermaye partilerinin hiçbiri özel olarak “Anadolu burjuvazi”sini temsil etmediği gibi, “Anadolu burjuvazisi” diye ülke ve dünya sermayesine kapalı özel bir kategori de bulunmamaktadır. AKP’nin politikalarını IMF-Dünya Bankası-TÜSİAD gibi –buna MÜSİAD da eklenebilir– gibi sermaye kuruluşlarının dayatmaları belirlemekte, o, sermayenin başlıca diğer partilerinden farklı olarak, “Yeşil Sermaye Holdingleri” olarak adlandırılan ve kurucularının büyük kesimi “İslamcı” olarak bilinen, bazıları çeşitli tarikatların gücüne dayanan Albayraklar, Kombasan gibi şirketlerle ve Çalık gibi sermaye gruplarıyla daha özel ilişkilerinin yanı sıra burjuvazinin ve egemen konumdaki büyük sermayenin çıkarlarını temsil etmektedir. Anadolu’nun çeşitli büyük ya da büyükçe kentlerindeki kapitalist gelişme sürecinde, işletmelerin küçük bir bölümünün holdingleşmesi ve kapitalist pazarda diğer büyük tekellerle rekabete tutuşmaları bir olgu olmakla birlikte, bu rekabet ve çatışma, orta burjuva kesimlerle tekelci sermaye arasındaki bir çatışma olarak şekillenmekten uzaktır. Kuşkusuz orta ve küçük burjuvazi tekellerin baskısı altındadır ve buna tepki göstermektedir. Ancak AKP’nin iktidar kavgalarına yol açan ya da yansıyan bu değildir. AKP, ve ağırlıklı olarak temsil ettiği Amerikancı “İslami sermaye”, kapitalist pazarda olduğu gibi politik yönetim aygıtında da daha etkili şekilde yer edinmek istemekte; devlet organlarının buna uygun yeniden düzenlenmesi için baskı yapmakta; bu da, egemen sınıfın öteki kesim ve temsilcileriyle “devlet üzerine” bir kavgaya neden olmaktadır.

Değişim ve ilerlemeyi, “yeni bir orta sınıf”ın, “Anadolu burjuvazisi”nin, “beyaz yakalılar”ın tekelci sermayeye karşı hareketine bağlayıp orada görerek ve demokratikleştirici hareketin temsilini AKP’de keşfederek, Amerikan ve Avrupalı emperyalistlerle işbirlikçi büyük sermayenin çıkarlarının en pervasız savunucusu bir parti ve hükümetini desteklemeyi ilerici-“sol”, dahası sosyalist tutumla bağdaştırmak, liberal “sol”un bulunduğu siyasal platformun burjuva karakterini ortaya koyuyor.

DEMOKRASİ VE DEMOKRATİK HAKLAR SORUNUNA LİBERAL YAKLAŞIM

Liberal aydınlar, demokrasi sorununu da, değişen koşullarla uyumlu politik sistem gereğiyle izaha çalışıyorlar. Değişen dünyada emperyalizmin aşıldığını ve “serbest piyasa ekonomisine dönüş” yoluna girildiğini ileri süren kimi liberal-liberal “sol” aydına göre, emperyalizm “bir devletin hakimiyeti” demektir, zorlanırsa, belki ABD’ne emperyalist denebilir, ama, o da “küreselleşme”nin gerekleri doğrultusunda değişecektir! AB’ne ise “emperyalist denemez”; o, bir “devlet” değil, “birlik”tir; demokrasinin gücüdür ve herhangi antidemokratik bir ülkede –örnek olsun Türkiye– demokrasinin kurulması ve işlemesi için bu “birliğin desteği” önkoşuldur![9] AB’ne karşı çıkmak, onu emperyalist saymak, darbecilere karşı demokrasi mücadelesinin önemli, hatta belirleyici bir gücünü dışlamak demektir. “Solcu”lar, –burada somut olarak işçi sınıfı sosyalistleri– yanlıştan dönmeli, ve “devrim olmadığına” göre, “liberal demokrasiye açılma”yı benimsemelidirler.[10] “Liberal demokrasi”yi ise, “Anadolu burjuvazisi” ve “yeni orta sınıf”ı temsil eden AKP inşa edecektir! Sertleşen iktidar kavgalarının maddi temelini, bu “yeni orta burjuvazi” ile devletçi eski bürokrasi ve devlette çıkarları temsil edilen büyük burjuvazi arasındaki çıkar çatışması oluşturmaktadır. “Ülkedeki değişim devleti de etkilemekte”, devletin bu değişime uygun “yeni bir devlet” olarak “kurulmasını isteyenler”le “statükonun sürdürülmesinden yana olan güçler” arasındaki çatışma, bu temelde gündeme gelmektedir.[11] AKP’nin “statükocu militarist bürokrasiyle çatışması”nın temelinde bu güçlerin değişim ve ilerlemeye; onun sistemi olan “küreselleşme”ye direnişleri yatmaktadır. Böylesi koşullarda, “dünyaya açılmak isteyen” ve “halk iradesine önem verenler” ile “dünyaya kapalı”, “statükocu”, “bürokratik bir egemenlik sürdürmek isteyenler” arasında çatışma kaçınılmazdır. “Sol”un önünde, bu çatışmada “doğru tarafta olmak” gibi çok önemli bir “görev” durmaktadır! Doğru taraf, “küreselleşmenin gereklerine uygun” hareket edenlerin, “hür dünyayla bütünleşmiş bir ülke” isteyenlerin tarafıdır!

Liberallerin “demokrasi” ve “sivil siyaset” anlayışları, onlar bunu, “sanayi devrimine dönüş”, “doğmakta olan yeni orta sınıf”; “küreselleşmenin gerekleri” gibi daha temel önemde gördükleri “olgular”a dayandırmak isteseler de, mevcut siyasal sosyal ve iktisadi düzeni, onun işleyen mekanizmalarını ve ilişki biçimlerini veri alıp geçerli saymakla, sistemin duvarlarına, kapitalizmin krizine, tekelci sermayenin siyasal gericiliğine “toslayarak” olumsuzlanmaktadır. Liberal “sol”, bu sistemi ve işleyişini ve onun emekçi halk düşmanı karakterini değil, kimi eksikliklerini eleştiriyor. “Siyaset üzerindeki asker vesayeti”ni antidemokratik görüyor, “AB ile uyum yasaları” nı ve “Kopenhag Kriterleri” doğrultusundaki yasa düzenlemelerini son yirmi yılın en önemli demokratikleştirme adımları olarak gösteriyor, bu yasal düzenlemeleri yapan AKP’yi destekleyerek demokratikleşme yönünde daha ileri adımlar atılabileceğini vaazediyor, Avrupa Birliği’ni ve Avrupa ülkelerini Türkiye’nin demokratikleşmesinin başlıca dayanağı gösteriyor, sermaye ve partilerinin sözde demokratik platformunu esas alıyor, AKP’ni “değişen dünya” ve “değişen Türkiye gerçeği”yle uyumlu ve bu değişimi temsil eden parti olarak gösteriyor ve ‘değişen dünya koşulları’nı sermaye ve çıkarları temelinde yorumluyor. Değişim kavramı, liberal aydınların literatüründe, böylece, sermaye ve temsilcilerinin bir bölümüyle birleşmenin ve halkın kendi çıkarları için mücadelesini zorunlu ve olanaklı kılan birçok olgunun üstünü örtmenin merkezi “tutamacı” haline getiriliyor.

Demokrasi mücadelesi, demokratik hakların kazanılması ve halk iradesinin temsiliyle AKP arasında kurulan bu dolaysız sahiplenici bağ, Türkiye’nin sınıflar mücadelesi alanında yaşanan gerçekleri tümüyle gözardı ediyor. “Darbe-darbe karşıtı” saflaşmasını başlıca ayrıştırıcı alarak, AKP’nin yanında/cephesinde yer almayı “demokrat ve özgürlükçü olma”nın başlıca kıstası sayan bu yazar, gazeteci, tarihçi ve iktisatçı çevreleri, “sol”u, “demokrasi ve özgürlüklerin değerini bilmez” gösterirlerken, Türkiye’de ya da dünyada, demokrasi ve özgürlüklerin elde edilmesini; genişletilmesi veya uygulanabilmesini, salt burjuva alanda ve burjuvazinin “tarihsel rolü”yle ilişkin görüyor; işçiler-emekçiler ve ilerici aydın ve gençlik kesimlerinin demokrasi için mücadelelerini yok sayıyorlar. Sınıfların ve mücadelesinin reddi, liberal “sol” aydınların burjuva demokrasisi ve siyasal özgürlükler sorununa yaklaşımlarının sınırlarını belirliyor. Sınıfsal konumları, olayları burjuvazinin çıkarlarına uygun düşecek şekilde yorumlamalarının önemli bir etkenidir. Burjuva demokratik hakları işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinden soyutlayarak, burjuvazinin halka “lütfu”na indirgiyor, burjuvazinin polis terörü ve her türden siyasal baskısına karşı mücadeleyi, ‘genel özgürlük fikri ve icapları’na aykırı düşen “sol dar kafalılık” gösteriyorlar.

LİBERALLER SERMAYE DEVLETİNİ BENİMSEYEREK “SOL”U DEVLETÇİLİKLE SUÇLUYORLAR

Türk solunun en başından devletçi olduğu” üzerine demagojik söylemle, CHP gibi “devlet kuran” ve yönetimi “devleti sürdürme” partisi olmakla övünen bir partiye yöneltilebilecek suçlamaları, “çamur at izi kalsın” mantığıyla “tüm sol”a boca eden AKP’ci liberaller, CHP gibi düzen partilerinin devletçiliğiyle TKP gibi ‘sol’ partilerin; bunlarla küçük burjuva sosyalizmi ve Marksist sosyalizm akımlarının devlete, darbelere ve cuntalara karşı tutumlarını aynı göstererek, tümünü bir hamlede “lekeli hedef” haline getirmek istiyorlar.

AKP’nin, bilim ve modernite değerleri karşısında dine ve dini değerlere alan açmak üzere yürüttüğü ideolojik-politik saldırı cephesinde yer alışlarını, “hak ve özgürlük savunusu” maskesiyle örtme çabasındadırlar.

“Otoriter baskıcı devlet”e karşı önerdikleri bir halk devleti, halkın haklarını teminat altına alan halkın iradesini yansıtan, bizzat işçi ve emekçilerin iktidar gücü olarak kendi kaderlerine hükmettikleri bir devlet değildir. Bu tür bir devleti, aksine, salt olanaksız değil, gereksiz de görüyorlar. Sınıf mücadelesine karşı “idealist” duruşlarıyla, esasta burjuvazinin egemen konumunu sürdürmesine herhangi itirazlarının olmadığını ortaya koyuyorlar. “Askeri vesayet” karşısında önerdikleri AKP’ci devletçilik anlayışlarıyla, sermaye devletinin sözüm ona daha az otoriter olanının yanında saf tutuyorlar. Liberal “sol”un “otoritarizm karşıtlığı”na dair söylemleri, örgütlü toplumsal yaşam gerçeğine tümüyle aykırıdır. İlkel komünal toplum dışındaki tüm toplumsal tarih, otoriter yönetim sistemlerine sahne olmasına; serbest rekabetçi kapitalizmin “devrimci burjuvazi”sinin “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” şiarı, kitlesel beklentileri boşa çıkararak burjuva egemen sınıfın otorite dayatmasında ifadesini bulmasına ve devlet örgütlenmesinin olduğu her yerde burjuvazinin öteki sınıflar üzerindeki otoritesinin/otoriterliğinin ifadesi olmasına karşın, emperyalist kapitalizmin “serbest seçimlere dayalı partiler sistemi”, liberaller tarafından otoritarizmden bağışık demokratik bir sistem olarak gösteriliyor, herhangi sermaye partisinin halk kitlelerini madrabazlık ve ikiyüzlülük yardımıyla yanına çekerek desteğini alması, “demokratik güç ve demokrasiden yana olması”nın kanıtı sayıyor.

Tekellerin hakimiyeti ve burjuva sınıfın çıkarlarınca belirlenen kapitalist demokrasinin birey özgürlüğünü “alt sınıflar” için sözde kalır hale getirdiğini, AKP ve hükümetinin de generallerle birlikte bunun silahşorluğunu yaptığını aktüel gelişmeler ortaya koyuyor. “Bireysel özgürlükler ve serbest piyasa” sistemi olarak kutsadıkları iktisadi-sosyal ve politik sistem, tekelci sermaye hakimiyetinde ordu, polis, bürokrasi, çeşitli ekonomik-politik ve diğer askeri örgütlenmelerle yukarıdan aşağıya doğru toplumu zapturapt altına almak üzere şiddet araçlarıyla daha fazla donanmakta, burjuvazi ve devleti, katı ve kesin bir otoritarizmi toplum yönetiminin zorunlu koşulu olarak dayatmaktadır.

Ya darbelerden ve darbecilerden yana, ya da AKP’den yana olmak” şeklinde öne çıkarılan bu ikilem ile AKP ve hükümetiyle darbeci-cuntacı, antidemokratik öteki tüm güç, kurum ve partilerin aynı siyasal-iktisadi ve sosyal düzenin güçleri oldukları gözardı edilerek bir yana itilirken, demokratik özgürlükler, bağımsızlık ve işçi sınıfının toplumsal kurtuluş mücadelesiyle “halkın arzusuyla iktidara gelmiş” olduğu söylenen AKP’nin politikaları, amaç ve hedefleri arasında paralellikler kuruluyor. Amerikan ve Avrupalı emperyalistlerin işbirlikçiliğiyle halkın çıkar ve talepleri, “arzu” ve duyguları arasına birebir eşitlikler kurularak, “darbeye karşı olmak”, ilericilik-tutuculuk; demokratlık-darbecilik ayrımının tek koşulu haline getiriliyor. Böylece demokrasi ve “sivil siyaset” savunuculuğuyla AKP yandaşlığı ve AKP hükümetine yedeklenme aynılaştırılıyor; “hür dünya” tezinin ABD’li şampiyonlarının ruhu şad edilerek, emperyalizm ve tekelci burjuvazinin işçi sınıfı, ezilen halklar ve sömürgeler üzerindeki kesin hakimiyetinin siyasal sistemi demokrasi olarak aklanıyor; tüm gücü ve varlığıyla Türkiye’nin tüm milliyetlerden işçileriyle tüm ezilenlerine baskı uygulayan, siyasal ve sendikal örgütlenmenin önüne bin türlü barikat ören, emekçilerin taleplerini polis ve jandarma baskısıyla karşılayan, grev, gösteri, söz ve eylem özgürlüğünü lüks ve gereksiz sayan, Kürt ulusal varlığını inkarı sürdüren, Alevileri aşağılayan ve ayrımcı ulusal-dinsel politikaları pervasızca uygulayan, uluslararası sermayenin ve Türkiye gericiliğinin en önemli güçlerinden biri, emekçilerin karşısına, demokrasi ve halk iradesinin temsilcisi olarak çıkarılıyor.

Bu iddiaların, darbelerin en önemli gücüyle hükümet ve partisi arasındaki “uzlaşı ve işbirliği”nin öne çıktığı; içerde ve dışarda izlenecek politikaların ve özellikle de ABD’nin çıkarları temelindeki “stratejik ittifak” merkezli olanlarının bu güçler tarafından “anlayış birliği içinde” uygulandığı koşullarda gündeme getirilerek, “ya darbe ya AKP; ya darbe ya da demokrasi” etrafında “sol”a duvar örülmeye çalışılması; liberal “sol”un politik hedeflerini daha da şaibeli hale getirmektedir.

Demokrat olmayı ve demokrasiyi “ordu karşıtlığı”na indirgeyen, uluslararası mali sermaye sistemi içinde onunla uyumlu ve işbirlikçi bir düzen tesisinin siyasal partiler ve “sivil örgütler” aracıyla gerçekleşmesini en ileriden demokrasi sayan, işçi sınıfı ve tüm emekçi kitlelerinin tabi tutuldukları kapitalist baskı ve zoru antidemokratik saymayan liberaller, buna uygun düşmeyen bir “solculuk” türü yaratmak istiyorlar! Bir yandan baskıcı-bürokratik ve militarist kurumların halk iradesine ambargosuna karşı olma gerekliliğine dikkat çekiyor, diğer yandan, sermaye ve onun bürokratik merkezi militarist aygıtının ‘bir parçası’nı; dünyaya savaş politikaları dayatan, saldırı ve yayılmacılığını ulusal çıkarlarının gereği sayan, herkesi kendi hegemonyasını kabule ve değer saydıklarını savunmaya mecbur bırakmak isteyen, ülkeler işgal ederek halkları kırıma tabi tutan ABD gibi bir emperyalist güce bağlanmış AKP’ni, “demokrasinin gücü”, dahası etrafında toplanarak gericiliğe karşı mücadele edilebilecek bir “odak” olarak gösteriyorlar.

Liberal “sol” aydınların demokrasi anlayışında, halkın özgürlüklerinin belirlediği bir demokrasinin, halkın egemenliğini öngören halk iktidarının yeri yoktur. Aksine, buna yönelik mücadele ne mümkün ne de gerekli görülüyor. Geriye, sermayenin “askeri vesayet altında olmayan sivil demokrasisi” kalıyor. Ötesinde, liberallerin yasak bölgesi başlıyor! Demokrasi, bağımsızlık ve sosyalizm için mücadele “modernizmin otokratik-dogatik devletçi geleneğini sürdürmek” olacaktır, bu yanılgıdan ve zararlı etkiden uzak durulmalıdır! Liberal sağ ve “sol” aydın çevrelerinin demokrasi ve demokratik haklar politikası, gericiler arası güç ve iktidar çatışmasını esas almaktadır. CHP-MHP’ni devletçi, AKP’ni devlet ve mevcut düzen karşıtı gösteren liberal burjuva propagandası, bu partilerin her biri ve hepsinin, sınırları, MGK ve devletin ordu ve öteki temel kurumlarının üst bürokrasisi tarafından çizilmiş devlet politikasını esas aldıklarını gizlemekte; sermaye partilerinin konjontürel gelişme ve değişmelere bağlanan politik tutumlarının “değişmezliği”ni varsaymaktadır. Kürt sorunu, AB ile ilişkiler gibi konularda “aynı tarafa düşmüş” partilerin, bir başka soruna bağlı olarak karşı karşıya gelmeleri olanaksızmış gibi, MHP-CHP’ni “aynı cephenin statükocu güçleri” olarak sabitlemekte; MHP’nin birçok konuda generaller ve AKP ile birlikte davrandığını atlamaktadır. “Ergenekon operasyonu” militarist şefler-hükümet mutabakatıyla gündeme gelmiş olmasına ve AKP, generallerle aynı yerde durma memnuniyetini ilan etmesine karşın, onu, “otokratik devlet karşıtlığı” ve “demokrasiden yana olma” payesiyle mükafatlandırmaktadır. Liberal “sol”un, “Ergenekon operasyonu” ile “derin devletin darbe yediği” yönündeki iddiası, devletin askeri-emniyet ve “sivil” bürokrasisinin tepe noktalarında çalışmış bazı eski görevlilerinin çete örgütlenmeleri içinde olmasının açıklık kazanması nedeniyle burjuva devleti ve kurumlarına güvenirliğin sarsılması gibi bir gerçeklik taşımakla birlikte, bizzat operasyon savcılarınca MİT ve “TSK’yla ilişkisiz”liği ilan edilerek, başlıca operasyonal kurumların “aklamaya alınması”yla daha baştan boşa çıkarılmış ve çok açık olduğu üzere, AKP hükümetine muhalif olanların susturulmasının silahlarından birine dönüştürülmüştür. Bu durum bile, işbirlikçi gericiliğin iç çelişkilerinin damgasını taşıyan “çete operasyonu” ya da operasyonlarının devlete gerçekten dokunur şekilde ilerlemesinin, AKP ve hükümetine destekle değil, hak ve özgürlüklerin bu düşmanını da karşıya alacak, onun iki yüzlülüğünü açığa çıkaracak şekilde, tüm halk düşmanı suç örgütlenmelerinin dağıtılması mücadelesinin halk güçleri tarafından geliştirilmesiyle mümkün olabileceğini gösterir. Tarihte yaşananların gösterdiği de budur. Halk düşmanı örgütlenmelerden hesap sorulması için, halkın, kendi gücü ve örgütlenmesini geliştirerek, sermaye, devlet ve hükümet üzerinde bir halk baskısı yaratması gerekmektedir. Bu ise, gericiliğin bir bölümüne yedeklenerek başarılamaz.

LİBERALLERİN “DEĞİŞİM” GEREKÇELİ KAPİTALİZM SAVUNUSU

Liberal “sol” yazar ve gazetecilerle tarihçi ve sosyologlar, değişimi burjuvazi ve sermaye yararına yorumlayarak, uluslararası gelişmelerin son otuz-kırk yılının, işçi sınıfıyla kent ve kır yoksullarının toplumsal işlevi ve rolünü önemsizleştirdiği yönündeki “küreselleşmeci” teorileri yineliyor; işçi sınıfının “sahneden çekileceği” ve “uzak olmayan bir gelecekte”, işçinin üretime fiziki katılımının “son bulacağı” üzerine burjuva ideologlarının onlarca yıldır sürdürdükleri vaazları aktararak, demokrasi sorununu, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi dışındaki gelişmelere bağlıyor ve burjuva cepheleşmelerinin ürünü olarak gösteriyor; demokrasi güçlerini bunlar arasında görüyor ve gösteriyorlar.

“Küresel kapitalizm”i tek gerçeklik, “ulusal devleti” gerici, antiemperyalizmi dar ulusçuluk ve “statükoculuk” ilan eden liberaller, politikanın “gerçekliklere uygunluk göstermesi” demagojisiyle, kapitalist emperyalizmin başlıca güçlerinin ezip sömürdükleri bağımlı-sömürge ve işgal altındaki ülkeler halklarının esaret altında tutulmalarına omuz veriyor, bu durumu kaçınılmazlık sayıyorlar. Liberal sağ ve “sol” yazarların bakış açısında, nasyonalizmin, ulusal ayrımcılığın ve şovenist politikaların kapitalist temeline yer yoktur. Etnik baskı ve ayrımcılığa karşı politikaları tutarsız ve ikiyüzlücedir; bu baskı ve ayrımcılığı kapitalist-emperyalist temelinden soyutlamakla kalmıyor; militarist-sivil uygulayıcılarını, önce “statükocu” ya da “değişimden yana” diye ayırıyor; sonra da ulusal inkar ve ayrımcılıkta birleşen bu güçleri, “az baskıcı-çok baskıcı”biçimsel ayrımına tabi tutarak, sözüm ona düşük dozaj şiddetten yana olanların yanında durmayı salık veriyorlar.

Liberal aydınların söyleminde yer aldığı şekliyle “sol”un “devletçiliği”ne kanıt gösterilen bir diğer şey, işçi sınıfı ve emekçilerin ileri kesimleriyle sosyalistlerin özelleştirme karşıtı politikalarıdır. Özelleştirmeyi liberal kapitalizmin gerekleri arasında ve devletin otoriter-tekelci gücüne karşı demokratik bir atılım olarak görüyor, özelleştirme karşıtlarını “özel kapitalizme karşı devlet kapitalizmini savunmak”la suçlarken, kendilerinin “özel kapitalizm”e kul-köle duruma düştüklerini unutuyorlar! Her şeyden önce, ulusal devletin zayıflaması ve “ilerici-değişimci” küreselleşme adına olumladıkları özelleştirmelerin, ülke kaynaklarının yağmalanması olduğunu gözlerden gizlemeyi ve halkın birikimlerinin peşkeş çekilmesini önemsiz göstermeyi marifet sayıyorlar. KİT’lerin varlığını tekelci devlet kapitalizminin güçlenmesi/otoriter bürokratik siyasal erkinin güç kazanması olarak gösteriyor, özelleştirmenin emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarında yarattığı tahribatı ve hak ve kazanımlarına yönelik saldırganlığını görmek istemiyor, ulaşım, iletişim hizmeti başta olmak üzere devlet işletmelerinde işçi kitlelerinin ve öteki emekçi kesimlerinin bir araya gelişinin, emekçilerin sendikal, politik kitlesel örgütlenmesinin maddi zeminini yarattığını; bu zemin üzerinden sürdürülen mücadelelerle sosyal-ekonomik alanda çeşitli hakların elde edildiğini, özelleştirmelerle bu hakların gasp edildiğini ve emekçi örgütlenmesinin maddi temeli darbelenerek, burjuvaziye karşı mücadelenin güçten düşürülmek istendiğini, özelleştirme karşıtlığının kapitalizmin şu ya da bu biçiminin tercih edilmesiyle değil, işçi-emekçi haklarının savunulmasıyla ilgili olduğunu ve işsizliğe ve örgütsüzlüğe sürükleyici uygulamalara karşı bir tutumu ifade ettiğini görmezden geliyorlar. Özelleştirmeleri, piyasa kurallarının özgür işlemesiyle izah eden liberal “sol” yazarların, kapitalist sistemin giderek yayılma eğilimi gösteren ve ağırlaşarak tüm ekonomiyi etkileme potansiyeli artan kriz karşısında başvurulan devletleştirmeleriyse, liberal kurguları yıkıcı yeni bir “gerçeklik” sayıp saymayacaklarını henüz bilmiyoruz. Ama onların “serbest piyasaya dönüş” üzerine söylencelerinin yalandan ibaret olduğu her gün yeniden kanıtlanıyor.

LİBERALİZM TARİHSEL İFLASI, LİBERAL “SOL”CULARIN TÜM İDDİALARINI BOŞA ÇIKARIYOR

Liberalizmin, en genel anlamıyla Adam Smith’in görüşlerinde ifadesini bulan temel savı, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” deyişinde ifadesini bulan ‘vahşi kapitalist’ yasaydı. Köylü toplumların ve kırların çözülmesi ve kapitalist gelişmeye bağlı olarak “yapan”lar ve “geçenler”, sadece rekabette geriye düşen kapitalistlerin yıkımına yol açmıyor, işçi sınıfı ve alt tabakalardan insanlara karşı tam bir “kan emicilik” tutumuyla; onları ölmeden yaşayabilecek bir duruma mahkum tutarak ilerliyorlardı. İşsizlik, yoksulluk ve açlık, “liberal kapitalizm”de emekçilerin payına düşen “toplumsal ürünler”di! Topraktan kopup kentlere akan, iflasa ve işsizliğe sürüklenenler kapitalistlerin artı-değer nesnesini oluştururlarken, yedek işgücü ordusu büyüyor; kadın ve çocuk emeği, en kötü koşullarda üretim sürecine çekiliyor, “bırakınız yapsınlar” kapitalist-burjuva anlayışı, insan cehennemine açılan kapıları durmadan genişletiyordu. İşçi sınıfı ve emekçilerin yarattıkları değerlerin kullanılmasıyla, üretim tekniği, iletişim ve ulaşımda devasa ilerlemeler kaydedilmesine ve çalışabilir herkesin birkaç saatlik çalışmasıyla tüm toplumsal gereksinmelerin tüm insanlar için üretilmesinin olanakları doğmasına karşın, işçi ve emekçilerin bu vahşi sömürüsü ve burjuva tahakkümü altında tutulması bugün de devam ediyor.

Kapitalizmin hizmetindeki iktisatçı ve felsefecilerin “globalizm” ya da “küreselleşmecilik” olarak adlandırdıkları “yeni düzen”, bu “düzen”dir. Gizledikleri, meta ve sermaye üretiminin yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle tekellerin ve mali sermayenin tüm toplumsal yaşama hakim olması; iktisadi ve sosyal alanda olduğu gibi, politik alanda da, son sözün tekelci gericilik tarafından söylenmesidir. Tüm burjuva devletlerinin bu ayrıcalıklarının, bu azınlık hakimiyetinin koruyucu aygıtları-otoriter erkleri olarak işlediklerini, üretim araçları mülkiyetinin daha dar bir kesimin elinde biriktiğini; işçi sınıfı ve emekçilerin durumunun daha da kötüleştiğini; 1 milyar 300 milyon insanın açlık, dünya nüfusunun yarısından fazlasının yoksulluk içinde yaşam savaşı verdiğini; sosyalizmin baskısı ve Batı proletaryası başta olmak üzere işçi sınıfının uluslararası mücadelesinin sonucu olarak elde edilen sosyal-politik hakların, hareketin geçici yenilgisi fırsat sayılarak, gasp edilip büyük oranda kısıtlandığını gizliyorlar.

Liberal, liberal “sol” vaizler, “sol”u, “liberalizmin değerini anlamamak, birey hak ve özgürlüklerini önemsememek, demokratik olmamak” ve “otoritarizmden yana olmak”la suçlarken, öne sürdükleri tezler ve “öneriler”iyle, işçi sınıfı hareketi ve “sosyalizmin külleri” üzerinde tepinen ‘beyaz adam’ı temsil ediyorlar. Kapitalizmin ‘beyaz adam’ı, anımsanacaktır, 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren sosyalizmin tasfiyesini pratik olarak gerçekleştirilebilir görmeye daha inançlı olmaya başlamıştır. 1980-90’lı yıllarda, eski SSCB topraklarının uluslararası kapitalizme tümüyle açılmasını, kapitalist dünya pazarının genişlemesi ve “tamamlanması” olarak görmüş, bu değişimi “küreselleşme” ve “yeni dünya düzeni” olarak adlandırmış ve dünyanın, “barışın, refahın ve demokratik değerlerin egemen olacağı yeni bir döneme girdiği” propagandasına girişmiştir. Bu yeni durumu, “küreselleşme” ve “yeni dünya düzeni” tezlerinin başlıca dayanağı olarak almış; “Soğuk Savaş”ın sona erdiğini ilan etmiş; yeni durum ve dönemin ‘ideolojisi’ ve politik iktisadını; tekelci hakimiyet ve gericiliği liberal, dahası demokratik ilan edip, “neo”(yeni) liberalizm olarak taltif etmiştir! Yeni dönemin “tüm insanlık için refah ve barış dönemi olması”nın, “serbest piyasa ekonomisi önündeki tüm engellerin kaldırılmasına bağlı olduğu” ileri sürülerek, İngiltere ve ABD’de Reagan ve Thatcher yönetiminde işçi ve emekçilere karşı başlatılıp, tüm kapitalist dünyaya ihraç edilen en sert, en otoriter, en kapsamlı saldırılar gündeme damgasını vurmuşlar, kapitalist “ulusal iktisadı koruyucu önlemler” ve “Keynesyen” kapitalist politikalar, “kapitalizm dışı ve karşıtı” aykırılıklar sayılmış; bu “sapkınlıklar”dan da kurtulmak üzere “Kamu İşletmeciliği”ne son verilmesi; eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim, enerji ve diğer birçok hizmet üretimi ve dağıtımının “piyasa koşullarına açılması”; “maliyet artışına yol açan” ücret yan giderlerinin kaldırılarak sosyal hakların budanması, iş ve çalışma koşullarının “işletmelerin rekabet gücünü artıracak” şekilde esnetilmesi vb. vb., “yeni liberal” dünya düzeninin gerçekliği olarak dayatılmış ve tüm kapitalist ülkelerde uygulamaya geçirilmiştir. “Küreselleşme” tüm ülkelerin “refah, mutluluk ve barış içinde yaşamaları”nın yeni düzeni ve dönemi olarak reklam edilirken, dünya pazarlarına ve enerji başta olmak üzere yeraltı-yerüstü kaynaklarına yönelik emperyalist rekabet ve kavga sertleşmiş, güç kullanımı hazırlıkları artmış, ABD başta olmak üzere, emperyalistler ve işbirlikçileri, içerde emekçilere, dışarıda rakip bildiklerine karşı sertlik politikalarını öne çıkarmışlar, Irak-Afganistan işgalleri gerçekleştirilmiş, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’da halklar ateş altına alınmışlardır. Bu politika sonucu, bölgesel ve uluslararası çatışma koşulları daha olgun hale gelmiştir. Neoliberal sağcılık, dinin emperyalist kullanımına sınırsız özgürlüğü insan hakçı göstermeye girişmiş; Bush Irak’ı “Tanrı’nın emriyle” işgal ettiklerini ilan ederek, kitleleri “kadere boyun eğme”ye çağırmış; Amerikan yöneticileri, işgal güçlerinin Tanrı yönetiminde Irak’ı yağmalayıp-yıktıkları söylemini sürdürmüşlerdir. Kitlelerin inanç ve duygularının bu modern emperyalist istismarının bir versiyonu “Ilımlı İslam projesi” olarak şekillendirilmiş; din ve ulus istismarcısı AKP gibi partiler, bunun aracı ve güçleri olmuşlar; muhafazakar milliyetçi ve İslamcı olarak emperyalizmin ve işbirlikçi büyük sermayenin politik temsilciliğini üstlenmişlerdir.

Uluslararası gelişmeleri gerekçe edinerek, gericiliğin uluslararası güç kazanmasından aldıkları destekle ortaya çıkan liberal aydınlar ve politik çevreler, bu uluslararası değişim ve gelişmelerin de bir ürünü olan, bunlardan güç alarak sözüm ona statükoculuğa ve otoritarizme karşı “demokratik değişim” iddialarıyla, toplumu, Ortaçağcı değerler temelinde yeniden dönüştürmek ve “laikçi-laiklik karşıtı; laik-şeriatçı” kutuplaşmasına çekerek, politik mevzilerini güçlendirmek üzere harekete geçen AKP’nin, liberalizm ve demokratizm adına desteklenme girişimi, çaba ve ısrarlarıyla, bu gerici, düzen savunucusu güçlerin konumunu güçlendirmelerine ve halka karşı manevralarla iktidarlarını sürdürmelerine bilerek/bilmeyerek destek vermektedirler.

BU TARTIŞMANIN YARARI

Liberal sağ ya da “sol” aydınların kapitalist emperyalizm, burjuva demokrasisi, sermaye partilerine karşı tutum başlıkları altında özetlenebilecek ve tümü de işçi sınıfı ve emekçilerin özgürlük, bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesine yabancı, bu mücadeleyi ya gereksiz sayan ya da başarısızlığa ve yedeklenmeye götürecek anlayışlarına karşı, burada ve dergimizin daha önceki sayılarında söylenenlerin toplamından çıkarılarak söylenebilecekler var: Tartışma, her şeyden önce, kendilerini hala “solcu”-”sosyalist” olarak niteleyenleri de dahil, bu aydın çevrelerinin, savundukları görüşler itibarıyla, antiemperyalist bağımsızlık mücadelesini ve kapitalizme karşı mücadeleyi gereksiz görmeleriyle sermayenin platformu üzerinde durduklarını göstermesi yönünden yararlı olmuştur.

Görülen odur ki, ordunun devlet örgütlenmesi ve egemen politikadaki ağırlıklı rolü, çok sayıda darbe ve muhtırayla politik sisteme müdahalesi ve sağ muhafazakar ve faşist partilerin kurdukları tek parti ya da koalisyon hükümetlerinin onlarca yıl ülkeyi yönetmeleri; “merkez sol” ya da sosyal demokrat olduğu ileri sürülen partilerin, “iktidara geldikleri”nde aynı politikaları pratiğe geçirmekten geri durmamaları ve tüm bunlar karşısında emekçi muhalefetinin “sol” kimlikli parti ve örgütlerle ilişkili olarak şekillenmesi, “sol alternatif”; “sol’un durumu” üzerine tartışmaların aktüel ilgi görmesinde rol oynamaktadır. “Sol’un neler yaptığı veya yapabileceği, dağınıklığı ve birleşmesinin önemi” üzerine söylenenlerin, işçi sınıfı ve emekçilerin sermayeye karşı birleşmesinin acil zorunluluğuyla bağlantılı görülmesi de ilgiyi artırmaktadır. Liberal aydınlar bunun farkındadırlar ve bu “ilgi”yi, gerçekler söylenecekse, burjuvazi yararına değerlendirme çabasına girmişlerdir.

Liberallerin ve liberal “sol”un “sol”a karşı ideolojik saldırısı, bu bakımdan, işçi sınıfı ve emekçi hareketine yönelik bir saldırı özelliği taşıyor. Bu saldırı, gösterilmek istendiği gibi, birleşebilir olduğu halde bir araya gelmemekte direnen Kemalist, sosyal demokrat, devrimci, sosyalist parti, örgüt, sendika, dernek, çevre ve kişilerin tutumunu hazetmeme, buna duyulan öfke kaynaklı değildir. “Bir merkezden” olduğu izlenimi veren ve “solcu eskisi” liberallerin başını çektikleri –onlara sağ muhafazakar kesimden de katılanlar oldu– bu kampanya, “sol”u baskı altına alma, dağıtma, devrimci demokratik örgüt ve çevreleri ve işçi sınıfının sosyalist örgütlenmesini güçten düşürmeye, bunlara yönelişin önünü alma; kuşku ve güvensizlik yaratma ve böylece emekçilerin sermayeden bağımsız örgütlü mücadelesinin gelişimini sabote etmeye yönelmiştir. Karşımızda, cuntalardan, çetelerden ve otokratik merkezi kurumlardan hesap sorulmasından söz eden, koşullardan ve yaratıcılıktan dem vuran, “gerçeklik”lerin görülmesini isteyen ve bunun karşılığının, işbirlikçi gericiliğin ve politik askeri çetelerinin bir kesimine karşı öteki kesiminin yanında saf tutmak olduğunu söyleyen bir “sol” liberal anlayış ve “birikim” duruyor! Ve “gerçekcilik” ve “konjonktürel gelişmeler”, sermaye korunaklarına yedeklenmeyi değil, onlara karşı emekçi mücadelesinin yükseltilmesini gerektiriyor. Bu tartışma, en azından bunu bir kez daha göstermiştir.


[1] Murat Belge, Taraf, Mayıs 2008

[2] Prof. Baskın Oran, Devrim Sevimay’la ropörtaj, 6 Eylül 2008

[3] Bu “eleştiri”, o “sol” adına ve “tüm sol”a yöneltilmiş olmakla birlikte, “sınıf mücadelesinde ısrar eden” ve işçi sınıfı sosyalizmini savunan parti, örgüt, kişi ve çevreleri başlıca hedef seçmiştir.

[4] H. Berktay, Taraf, Mayıs 2008

[5] Halil Berktay, aynı yerde., 24.05.08

* Berktay kapitalizm eleştirilerinden rahatsız olmuş görünüyor. “Bakıyorum -diyor- gene ’68 kuşağı güzellemeleri almış gidiyor. İnternet sitelerinde habire kapitalizmin kötülükleri anlatılıyor.” Ona göre, “İster gelişmiş merkez, ister azgelişmiş periferi kapitalizmlerinin -son derece gerçek olan- sömürü, haksızlık, eşitsizlik, baskı ve zulüm boyutlarının dökümünü istediğimiz kadar yapalım. Sırf veya esas olarak bununla, ne anti-sistemik duruşumuzu haklı çıkarabilir, ne farklı bir gelecek projesini temellendirebiliriz. Açıkçası, sırf bununla sosyalizmi savunamayız; kapitalizmin desteklenmeye lâyık alternatifi, kapitalizmi yok edip yerini alacak (alması gereken) düzen gibi gösteremeyiz. Marks ve Engels’in 19. yüzyılda yaptığı, bugün yapılamaz.” Berktay, bu kadar lafı, “sosyalizmin, kapitalizme kıyasla daha arzu edilir bir yaşam tarzı”nı, “daha fazla özgürlük, demokrasi, refah, barış, adalet, çevreyle sürdürülebilir bir denge .. getirmedi”ğini/ getiremediğini vurgulamak için yapmış. Kapitalizme de, sosyalizme de alternatif sistem arayışındaki Berktay gibilerinin “tarihçi” kimliğiyle tarih karşısındaki sorumluluğu bu kadarmış demek ki! Kapitalizm ve sosyalizm olmayan, ikisine de alternatif, işçisi ve kapitalisti olmayıp artı-değer sömürüsü de olmayan bir toplum; kim bilir Berktay, insanları belki de ilkel komünizme ya da serflik sistemine, tarih yolculuğuna çıkaracaktır!

** 1Mayıs 2008 İstanbul kutlamalarına AKP polis birliklerinin vahşi saldırısı.

*** Liberal aydınların, kavramın muğlaklığı ve somut özne belirtmezliğinden yararlanarak bir suçlama kolaylığı da sağlamak üzere “sol”u kullanmaları, tartışmanın da -ister istemez- “sol” etrafında sürdürülmesini zorunlu kılmaktadır. Makale okurunun ilk bakışta görebileceği gibi, burada bizim amacımız, belirsiz ya da “sosyal demokrasiyi de kapsayan” bir “sol” savunusu değil; işçi sınıfı ve emekçilerin hak ve çıkarları için mücadele eden kesimlere yönelik suçlamaların asılsızlığını ve dayanaksızlığını sergilemektir. “Sol” kavramını, biz bu çerçevede kullanıyoruz.

[6] H. Berktay, M. Belge vd.

[7] Oral Çalışlar, Halil Berktay, Ş. Alpay gibileri, D. Perinçek’in tedrisatından geçerek bugünkü konumlarına kavuşmuşlar, gericiliğin bir kanadına yedeklenme anlayışlarına sahip olagelmişlerdir. Baskın Oran’sa, sosyalistlere ideolojik saldırı üzerinden burjuva reformist ve muhafazakar çevrelerde kabul görmek istemektedir.

[8] Prof.Sencer Ayata, Milliyet, 10 Eylül-2008)

[9] Baskın Oran, Milliyet, D. Sevimay ile röportaj

[10] Murat Belge, Taraf, 20.07.08

[11] A. Altan, Taraf, 2 Temmuz 2008

 

İngiltere’de Kriz Tartışmaları ve “Keynesçi Çözümler” Üzerine

ingiltere’de kriz tartışmaları ve “keynesçi çözümler” üzerine

VELİ YADIRGI

Son bir yıl içinde Uluslararası Para Fonu (IMF), Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve Dünya Bankasının yayınladığı raporlarda sıkça iddia edildiği gibi, ABD’de konut piyasalarına dönük kredi fonlarında meydana gelen çöküşle ortaya çıkan ve her geçen gün “dünya finans krizi”ne doğru ilerleyen mortgage (konut kredisi) krizinden en ağır bir biçimde etkilenen ülkelerin başında “Üçüncü Yolcu” iktisadi politikaların anayurdu ve kalesi olan İngiltere geliyor. İngiltere’nin ekonomik göstergeleri ve/veya dengelerinde yaşanan bozulmalardan dolayı bu krizin basit bir finansal kriz olmadığı; üretken ve ticari sermayeyi etkilediği ve etkilemeye devam edeceği kuvvetle öngörülüyor. Bütün bu olumsuz iktisadi veya finansal gelişmeler, aynı zamanda, Kantçı felsefeden ve Durkheimcı sosyolojiden beslenen Anthony Giddens, David Held ve Ultricht Beck gibi “Üçüncü Yolcu” veya “küreselleşmeci” burjuva ideologlarının “çelişmesiz ve krizsiz küresel kapitalizm” idealinin kapitalizmin doğasına aykırı olduğunu bir daha kanıtlamış oldu.

Başka bir deyişle, “Üçüncü Yolcu politikaların doğruluğunu kanıtlayan güçlü ve istikrarlı İngiliz ekonomisi”, bu durgunluk ve kriz döneminde, tam tersine; “Üçüncü Yol”un iflasına kanıtlık etmektedir. Buna ek olarak, “hem Keynescilik hem de sosyalizm öldü; tek çözüm serbest rekabet ekonomisi” diyen “küreselleşmeci” burjuva düşünürleri ve hükümet temsilcileri, bugün “Keynesci önlemler”den söz ederken, bazı Fabiancı veya Keynesci “sosyalist” yazarlar, “Keynesci sosyalizm”den veya “Keynesci sosyalist çözümler”den sıkça bahsetmekteler. Bu makalemizde, İngiltere’deki siyasal, iktisadi ve sosyal gelişme ve tartışmalar ışığında; hem iflas eden “örnek” “Üçüncü Yolcu” iktisadi politikaları, hem de varlık koşulunu tekelci kapitalizmin “onarılmasına” dayandıran ve bugünkü kriz tartışmaları içerisinde yeniden canlandırılan Keynesciliği irdelemeye çalışacağız.

“Solcu” söylemlerle süslenip hazırlanan “Üçüncü Yolcu” ve Keynesci politik ekonominin “yalnızca görünüşleri ele alan, bilimsel ekonominin uzun süre önce sağladığı malzemeyi durup dinlenmeden ağzında geveleyip duran ve burjuvazinin günlük kullanımı için en münasebetsiz olayların en usa-uygun açıklamalarını arayan, bunun dışında tuzu kuru burjuvazinin onlar için dünyaları en iyisi olan kendi dünyaları ile ilgili bayağı düşüncelerini bilgiççe sistemleştirmeye ve bunları ebedi gerçeklermiş gibi ilan etmeye kalkışan vülger ekonomi[1] politikalardan ibaret olduğu gerçeğini de bu makalemiz aracılığıyla su üstüne çıkarmayı hedefliyoruz.

“KRİZSİZ VE ÇELİŞMESİZ KÜRESEL KAPİTALİZM”İN İDEOLOJİSİ: “ÜÇÜNCÜ YOL”

“Üçüncü Yol”un mimarı olan burjuva aydını Anthony Giddens’ın “Üçüncü Yol” teorisine ilişkin yazdıklarını incelediğimizde[2]; “Eski Sol ve Yeni Sağ’a alternatif olarak geliştirilen Üçüncü Yol” projesinin, “sosyalizmin öldüğü, sanayi sonrası koşulların geliştiği ve kapitalizmin emperyalist yapısından kurtulduğu bir dünyada insancıl, çelişmesiz ve krizsiz küresel kapitalizmi” oluşturmayı hedefleyen bir proje olduğu sonucuna varabiliriz. Başka bir deyişle, sınıflı toplumların, emperyalist krizlerin, rekabetin ve/veya savaşların olmadığı; “küresel ve ebedi adaletin, barışın ve refahın” egemen olduğu bir dünyada yaşayacaktık!

Bu teori veya projenin (“Yeni Demokratlar Projesi”yle ABD’de ve “Die Neue Mitte Projesi”yle Almanya’da iflas etmesine rağmen) “doğruluğu”nun ispatının, son on bir yıldır İngiltere’de hükümet olan “Yeni” İşçi Partisi’nin uyguladığı “başarılı” politikalar olduğu sıkça iddia edilirdi. Oysa görüleceği gibi, “Yeni” İşçi Partisi hükümetinin “örnek” iç ve dış politikaları, tam tersine, kapitalizmin “insancıl, çelişmesiz ve krizsiz” olmadığı ve olamayacağını ispatlamıştır.

Son on bir yıldır “Üçüncü Yolcu” “Yeni” İşçi Partisi hükümetinin vaat ettiği “insancıl, çelişmesiz ve krizsiz kapitalizm” hayali (son iki yıldır var olan ekonomik durgunluk dönemi öncesine kadar) küçümsenemeyecek sayıda insanı etkilemişti. Bundan dolayı “Yeni” İşçi Partisi en son 2001 yılında düzenlenen genel seçimleri kazanarak ikinci dönem hükümet olmayı başardı. Tabii ki sağlam bir muhalefet partisinin olmayışı ve sistem yanlısı politikalara karşı kurulan ve işçi sınıfını kendi talepleri etrafında örgütleyen bir alternatif partinin bulunmaması Blair’in işini kolaylaştırmıştı. İngiltere’de yaşayan halkın bu gerçeklik dışı düşünceyi inandırıcı bulmasının asıl sebebi alternatif ve ikna edici politikaların var olmayışının yanı sıra; diğer Batı Avrupa ülkelerine göre İngiliz ekonomisinin “güçlü” olmasıydı. Son 16 yıldır İngiliz ekonomisinin düzenli bir biçimde gelişmesi ve sterlinin gücünü koruması; işsizliğin düşük olması; son 20 yıldır emlak piyasasının çok hızlı bir biçimde gelişmesi; enflasyonun yüksek olmayışı ve hizmet sektörünün istikrarlı bir şekilde ekonomiye önemli katkılarda bulunması gibi etken veya gelişmeler “Yeni” İşçi Partisi hükümetinin politikalarının halk tarafından benimsenmesine yol açtı.

Aşağıda sunulan istatistiki bilgilerin de bizlere göstereceği gibi, emlak piyasasında yaşanan durgunluk ve üretimin düşmesiyle, işsizliğin her geçen gün yükselmesi ve sterlinin değer kaybetmesinin yanı sıra enflasyon oranı yükselmeye başladı. Kamu sektörü işçilerine son iki yıldır enflasyon altında sadece yüzde 2’lik bir ücret artışı dayatıldı; buna karşı gelişen ve her geçen gün genişleyen grevler ortaya çıktı. Zenginle fakir arasındaki gelir uçurumu ve eşitsizliği ünlü edebiyatçı Charles Dickens’ın yaşadığı yıllardakinden daha da derinleşti. Irak ve Afganistan’da yaklaşık sekiz milyar sterline mal olan başarısız işgal politikaları sürdürüldü. Bunların yanı sıra, “Terörle mücadele” konseptiyle her geçen gün İngiltere’de var olan demokratik haklar budandı. “Yeni” İşçi Partisi hükümetinin izlediği gerici politikalardan ötürü üç sendika merkezi, Demiryolları Sendikası (RMT), İtfaiye İşçileri Sendikası (FBU) ve Kamu Emekçileri Sendikası (PCS) partiyle organik-tarihsel-finansal ilişkilerini kopardı; Genel İş Sendikası (GMB) ve Öğretmenler Sendikası (NUT) gibi öteki sendika merkezleri de partiyle ilişkilerini dondurmaya veya koparmayı tartışmaya başladı. Bunların sonucunda, İşçi Partisi son on bir yıl içerisinde yaklaşık bir buçuk milyon üye kaybetti. Bütün bu belirtiler, İşçi Partisi hükümetinin “insancıl, çelişmesiz ve krizsiz kapitalizmin” motor gücü olamayacağını ve bu vaatlerin sadece ve sadece fikir dünyasında veya akıllarda var olabileceğini kanıtladı.

1- Filli resesyon

Son iki yıldır İngiltere gündemini işgal eden soruların başında şu geliyor: ABD’de konut kredilerinin geri dönememesiyle başlayıp finans alanından sigortalara sıçrayan ve giderek tüm kapitalist ekonomileri etkisi altına alan mortgage krizi İngiltere ekonomisini nasıl etkileyecek? İngiliz ekonomisinin büyüme oranında yaşanan yavaşlama, sterlinin değer kaybetmesi, enflasyon oranındaki ciddi artış, işsizliğin kısa zamanda hızla artması ve diğer ekonomik göstergelerdeki bozulmalar, bu krizin sadece basit bir finansal kriz olmadığını; üretken ve ticari sermayeyi de ciddi derecede etkilediği ve etkilemeye devam edeceğini gösterdi. Son altı aydır İngiliz ekonomisine ilişkin yapılan araştırmaların neredeyse tümü, İngiltere ekonomisinin son 20 yılın en kötü dönemini yaşadığını ortaya koyuyor.

Ulusal İstatistik Bürosu’nun (ONS) 21 Ağustos 2008 günü yayınladığı ekonomik raporda; son 16 yıldır istikrarlı bir şekilde büyüyen İngiltere ekonomisinin bu yılın ikinci çeyreğinde büyüme kaydedemediği ortaya çıktı. İngiltere ekonomisinin yılın ikinci çeyreğinde yüzde 0,2 büyüyeceği tahmin ediliyordu. Ancak, bu döneme ilişkin veriler tahminlerin gerçekleşmediğini gösterdi. Yılın ikinci çeyreğinde, imalat sektörünün yüzde 0,8 küçüldüğü, iç tüketimin yüzde 0,1 düştüğü, İngiltere ekonomisinin bel kemiği sayılan hizmet sektörünün bile sadece yüzde 0,2 büyüyebildiği belirtildi. Bu yıl ise, İngiltere ekonomisinin, bir önceki yıla göre yüzde 1,6 büyüyeceği tahmin edilmişti. Ancak son veriler, bu tahmini de yüzde 1,4’e çekti.

 

Kaynak: İngiltere Ulusal İstatistik Bürosu (ONS)

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), 2 Eylül’de, İngiltere’nin ekonomik durgunluğa gireceği; G-7 grubunda yer alan sanayileşmiş diğer altı ülkenin ise ufak çaplı da olsa büyüme kaydedeceği, hiç değilse küçülmeyeceği tahmininde bulundu. Örgüt, İngiltere ekonomisinin önümüzdeki ve bir sonraki çeyreklerde küçüleceğini öne sürdü. Şu ana dek yapılan bu en kötümser tahminlere göre, ekonomi üçüncü çeyrekte yüzde 0,3, dördüncü çeyrekte ise yüzde 0,4 oranında küçülecek. OECD, İngiltere ekonomisinin 2008 yılı içinde sadece yüzde 1,2 oranında büyüme kaydedeceğini söylüyor. 10 Eylül’de Avrupa Komisyonu’nun hazırlamış olduğu rapordaysa, Komisyon, İngiltere, Almanya ve İspanya’nın 2008 yılını ekonomik durgunluk içinde kapatacağı öngörüsünde bulundu.

Ekim ayı içerisinde Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından yayınlanan “Dünyanın Ekonomik Görünümü” adlı raporda, 2009’da İngiltere ekonomisi için daha önce tahmin ettiği yüzde 1,7’lik büyüme yerine yüzde 0,1 gerileme beklendiği açıklandı. İngiltere bankalarının normale dönmesinin zaman alacağına vurgu yapan IMF, “süreç uzun ve güç olacaktır” dedi. Dünya ekonomisinde 1930’lardan sonra yaşanan ‘‘en tehlikeli finansal şok’’ olduğuna dikkat çeken IMF, gelişmiş ülkeler arasında İngiltere’nin en büyük darbeyi alacağını belirtti. IMF, İngiltere ekonomisinin 2007’de yüzde 3 büyüdüğünü, ama bu yıl yüzde 1, 2009’daysa 0,1 gerileceğini söyledi. İşsizliğin 2009’da hızla yüzde 6’ya yükseleceğine işaret eden IMF, faiz oranının ise hükümetin beklediği yüzde 2’nin de altına düşeceğini bekliyor. Toplumsal hizmetler için harcanan bütçede 2007’de yüzde 2,7’lik açık yaşanırken bu rakamın 2009’da yüzde 4.4 olması bekleniyor. ONS, OECD ve IMF’nin hazırlamış olduğu raporların ışığında İngiltere Merkez Bankası şefi Mervyn King 22 ekim tarihinde şu açıklamayı yaptı: Birinci Dünya savaşının başından bu yana, bankacılık sistemimiz çöküş noktasına hiç bu kadar yaklaşmamıştı… Biz şimdi, reel sektörün canlandırılması ve ekonomik büyümenin sağlanması gibi yavaş ilerleyeceğimiz uzun bir yola girmiş olduk.

2- Konut balonu patladı ve sanayi üretimi düşüşte

İngiliz ekonomisinin resesyon sürecine girmesine katkıda bulunan etkenlerin başında konut piyasasında yaşanan kriz geliyor. “İngiliz ekonomisinin motoru” olarak görülen konut piyasasının değeri, 4 trilyon sterlin. Ülkenin en büyük mortgage sağlayıcısı durumunda bulunan Halifax’ın uzmanlarına göre, İngiltere’de ev fiyatlarının, 1930’lu yılların başında yaşanan büyük ekonomik krizden bu yana en büyük yıllık düşüşü kaydettiği ve geçen ağustos ayından bu yana, yüzde 12,7 oranında değer kaybettiği açıklandı. Aynı uzmanlar, ülkedeki ortalama ev fiyatlarının 200 binlerden, 174.178 sterline gerilediğini bildirdi. Bunun Halifax’ın aylık verileri arşivlemeye başladığı 1983 yılından bu yana kaydedilen en büyük düşüş olduğuna işaret eden uzmanlar, ortalama bir evin 12 aylık değer kaybının 25 bin sterlin civarında olduğunu belirtti. Böylece ev fiyatlarının 2006 yılı Mart ayındaki seviyesine gerilediğini de ifade eden uzmanlar, ev fiyatlarında bundan önce yüzde 10’un üzerindeki bir gerilemenin, sadece 1931 yılında, Wall Street krizi ve sterlinin büyük değer kaybı sırasında görüldüğünü hatırlattı.

Ulusal İstatistik Bürosu (ONS) 8 Ekim’de yayınladığı raporda, İngiltere ekonomisinin üçte birini oluşturan üretim sektöründe ardarda altı aydır küçülme yaşandığını kaydetti. ONS, toplam üretimin temmuz – ağustos arasında yüzde 0.6 ve geçen yıla göre ise 1.9 küçüldüğünü belirtti. ONS Ekonomi ve Sosyal Araştırma direktörü Martin Veale yılın üçüncü çeyreğinde GSYİH’da yaşanan yüzde 0.2’lik gerilemeye dikkat çekerek “yakın dönemde üretim büyümeye başlamazsa mayıstan bu yana reel olarak bir resesyon başladığını kabul etmemiz makul olur dedi. Son on yıldır İngiltere imalat sanayisinde yaşanan durgunluk bir milyondan fazla işçinin işini kaybetmesine yol açtı. Üretimin birçok alanında durgunluk ve daralma yaşanmaya devam ediyor. Temmuz – ağustos arasında, İngiltere’de bulunan toplam 13 imalat sektörünün 10’unda gerileme yaşanırken sadece 3’ü kısmi ilerleme kaydetti. En çok etkilenenler arasındaki otomobil ve gemi sektörleri yüzde 2.3 geriledi. Madencilikteki gerileme ise yüzde 0.6 oldu. Petrol ve doğalgaz üretimi yüzde 1.2 düştü. Elektrik endüstrisi yüzde 2.1 düşüş yaşadı. Toplam üretimde yılın son üç çeyreğinde yüzde 1.1’lik düşüş yaşandı. İngiltere ekonomisinin belkemiğini oluşturan hizmet sektöründe temmuz ayına dek ancak yüzde 0.2 ‘lik bir büyüme yaşanmıştı. JP Morgan firmasının 1 ekim tarihinde yayımladığı rakamlara göre, İngiltere’deki üretim oranı 2008 yılında son 17 yılın en düşük oranını oluşturmakta.

Üretim (1999-2008)

Kaynak: ONS

3- Borçlanmaya dayalı ekonomik gelişme

ONS tarafından eylül ayında yapılan araştırmaya göre, İşçi Partisi hükümetinin bütçe açığı 5.9 milyar sterlin. Dolayısıyla hükümet bütçe açığının GSYİH’nın yüzde 40’nı geçmemesi gerektiğine ilişkin belirlediği kuralı kendisi çiğnemiş bulunuyor. Çünkü ekim ayındaki bütçe açığı GSYİH’nın yüzde 43.3’ne tekabül ediyor. Buna ek olarak, geçtiğimiz bir yıl içerisinde bazı araştırma kurumlarının yayımladığı bulgulara göre İngiltere’deki mevcut kişisel borçlanma oranı GSYİH oranını aşmış durumda. Graham Thornton kurumunun eylül ayı içerisinde yayımladığı rapora göre, İngiltere’de kişisel borçların toplam değeri 1,345 trilyon; İngiltere’nin GSYİH’nın değeri ise 1,330 trilyon sterlin. İngiltere’deki her ev sahibinin ortalama 60 bin sterlin borcu olduğu da bu araştırma sonucunda ortaya çıktı. Bu yüksek borçlanma oranından dolayı her gün yaklaşık 400 kişi iflas ediyor ve 7 bin kişi borç yardımı başvurusunda bulunuyor. “Yeni İşçi Partisi’nin var ettiği “güçlü” İngiliz ekonomisi”nin ne kadar çürük temele dayandığını hem mortgage krizi hem de yukarıda sıraladığımız istatistikler gün yüzüne çıkarmış oldu. “Güçlü” İngiliz ekonomisinin patlamış “borçlanma balonuna” muhtaç bir ekonomi olduğu gerçeği her geçen gün daha da belirginleşiyor.

4- Enflasyon hızla ilerliyor, sterlin geriliyor, işsizlik yükseliyor!

Yıllık enflasyon, ağustos ayındaki yüzde 4.7 seviyesinden yüzde 5.2’ye tırmandı. İngiltere’de yaşanan enflasyonda en büyük sorumlu olarak, yıllık bazda yüzde 13.7 yükselen gıda fiyatları gösteriliyor. İngiltere’de yıllık enflasyon hedefi yüzde 2 seviyesinde bulunurken, uzmanlar bu rakamın tutturulabilmesinin artık çok zor olduğunu belirtiyor. Merkez Bankası’nın enflasyon raporu, TÜFE’nin, yüksek gıda ve petrol fiyatlarının düşmesiyle birlikte gerilemeden önce yüzde 5’e yükselebileceğini ortaya koydu. İngiltere’de hane halkı gelirlerinin kısılması nedeniyle tüketici harcamalarının düşeceğine işaret edilen raporda, konut piyasasının zayıf ve kredi sağlama koşullarının sıkı olduğu vurgulandı.

Merkez Bankası enflasyon raporunun açıklanmasından sonra, İngiliz sterlini, ABD doları karşısında son 22 ayın en düşük seviyesine geriledi. 1996-2007 yılları arasında sterlin güçlü ve istikrarlı bir şekilde ilerliyordu. Son bir yıl içerisindeyse, yüzde 16 değer kaybetti.

Ulusal İstatistik Bürosu, geçen yıl içerisinde 31 bin kişinin işsizlik yardımına başvurduğunu açıkladı. Dolayısıyla, rakam, 1.79 milyona çıktı. Bu, Aralık 1990’den bu yana en büyük artış. Açıklamada, haziran ayı itibarıyla, üç ay içinde işsiz kalanların sayısının 164 bin artarak, işsizlik oranının yüzde 5.7’e ulaştığı belirtildi. Çalışma oranıysa, 29.6 milyona düştü. Ekonomik olarak aktif olmayan kişi sayısı 20.9’e kadar çıktı.

Kaynak: ONS

5- Yoksullar daha yoksul, zenginler daha zengin

OECD’nin ekim ayında hazırladığı bir rapora göre, İngiltere’nin dünyada yoksullarla zenginler arasındaki uçurumun en fazla olduğu ülkelerden biri olduğu belirtiliyor. Rapora göre, ülkedeki en fazla kazanan yüzde birlik dilimde bulunanlar, en yoksul yüzde bir içinde yer alanlardan 25 kat daha fazla gelir elde ediyor. Bu da, son 10 yıla göre 18 katlık bir artışı temsil ediyor. The Guardian gazetesinin yayımladığı, 30 ülkeyi kapsayan OECD listesinde gelir eşitsizliğinin en az olduğu ülke Danimarka. Danimarka’yı İsveç ve Lüksemburg izliyor. Listeye göre, gelir uçurumunun en fazla olduğu ilk üç ülke ise Meksika, Türkiye ve Portekiz. Türkiye, çocuk yoksulluğu sıralamasında ise, 30 ülke arasında listenin en başında yer alıyor.

Mayıs ayında İş ve Emeklilik Bakanlığı (DWP) tarafında yayımlanan bir rapor, “Yeni” İşçi Partisi’nin uygulamış olduğu sermaye yanlısı politikaların zenginlerle yoksullar arasındaki gelir uçurumunu genişlettiği, emeklilerin son on bir yılda daha da yoksulaştığı ve yoksulluk altında yaşayan çocuk sayısının arttığı gerçeğini gün yüzüne çıkardı. Buna ek olarak, zenginle fakir arasındaki gelir uçurumunun Charles Dickens’in yaşadığı 19. yüzyıl İngiltere’sinden daha derin olduğu ortaya çıktı.Son on bir yıl içerisinde, yoksulluk sınırı altında yaşayanların gelirlerinde yüzde 1.6’lık bir düşüş olduğu tespit edildi. 2005/06 yılında halkın yüzde 17’si yoksulluk sınırı altında yaşıyordu; bugün ise, halkın yüzde 18’i yoksulluk sınırı altında yaşamakta. Yani, İngiltere’de yaşayan her beş kişiden ikisi yoksulluk sınırı altında yaşıyor. Yoksulluk sınırı altında yaşayanlar 1996/97 gelir dağılımının yüzde 7.7’sini kendi aralarında paylaşırken, bugün bu rakam yüzde 7.2’ye düşmüş bulunuyor. Bu durum, orta tabaka için de geçerli. Örneğin, haftalık 377-597 sterlin arasında maaş alan ve İngiltere’deki orta sınıfı oluşturan kesimler, 1996/97 yıllarında gelir dağılımının yüzde 16.7’sini kendi aralarında paylaşırken, bugün bu rakam yüzde 16.3’e düşmüş durumda.

Buna ek olarak, çocuklar ve yaşlılar arasında yoksulluk arttı, en zenginlerle en yoksullar arasındaki uçurum büyüdü. 1996/97 yıllarında emeklilerin 2.4 milyonu yoksulluk sınırı altında yaşarken, bugün 2.5 milyonu yoksulluk sınırı altında yaşıyor. 2005/06 yıllarında çocukların 2.8 milyonu yoksulluk altında yaşarken, 2007/08’de, bu rakam 2.9 milyona yükseldi. Dolayısıyla, İşçi Partisi’nin 2020 yılında çocuk yoksulluğunu ortadan kaldırma vaadi tamamen bir fanteziye dönüşmüş durumda.

6- TUC’den iki önemli grev kararı

Brown’nın vaz geçmediği tek ilke işçi ve emekçi düşmanlığı. Brown hükümeti, mali krizi ve enflasyonu fırsat bilerek, kamu emekçilerine, enflasyon altında yüzde 2’lik ücret artışı dayatıyor. Hükümetin bu kararını geri aldırma hedefiyle neredeyse bütün kamu emekçileri değişik zamanlarda grevler düzenledi, ama Brown hükümeti geri adım atmamakta ısrar ediyor. Geçtiğimiz ay içerisinde düzenlenen İngiltere Sendikalar Konfederasyonu TUC’nin 2008 yılı Konferansı’nda, İşçi Partisi’ne yakınlığıyla bilinen TUC yönetiminin karşı çıkmasına rağmen, sendika delegeleri iki önemli karar aldılar: 1) “Demir Lady” Thatcher döneminde işçi ve emekçilerin elinden alınan sendikal hakları geri alabilmek için genel grev ve 2) Brown hükümetinin geri adım atması konusunda baskı yapmak için genel kamu grevi örgütleme kararı.

Haziran ayında yayınlanan ONS raporuna göre, geride bıraktığımız yıl içerisinde yaklaşık 1 milyon işgünü grev aracılığıyla kayboldu. Bu rakam, son on yılın en büyük rakamıdır. Buna ek olarak, ONS’nin yayınladığı bir diğer rapora göre, 1997 yılında sendikalı olan işçi sayısı 7,018,000’ken, 2007 yılında bu sayı 7,084,000’e çıkmış durumda. Labour Research adlı araştırma kurumu dergisinin eylül sayısında yayınlanan rakamlara göreyse, son on yıl içerisinde sendikalı işçi ve emekçi oranı yüzde 28’den yüzde 30.7’e çıkmış bulunuyor.

KEYNESYEN EKONOMİ POLİTİĞİ ÖLÜM DÖŞEGİNDEN KALDIRILIYOR

Hem Sosyalizmin hem de Keynesciliğin öldüğünü ve sanayi sonrası toplum koşularında; tek çözümün serbest rekabetçi ekonomi anlayışı olduğunu “Üçüncü Yol”un baş piskoposları olan Giddens, Brown ve Blair, sıkça iddia ederlerdi. Örneğin, London School Economics’de (LSE) rektör olduğu yıllarda Giddens, verdiği “Sosyalizm Sonrası Dünya” konulu derslerde kendisini dinleyen öğrencilere şunu sıkça söylerdi: Hegelci ve Markscı devlet ve toplum koşularında yaşamıyoruz ve o günlere geri dönmeyeceğiz! O gün Giddens’in verdiği vazları şevkle dinleyen ve safça inanan ve/veya savunun öğrencilerin bugün kendilerini aldatılmış eşlere benzetiyor olmaları tümüyle anlaşılır! Çünkü daha düne kadar ekonomiye devlet müdahalesini horlayan ve sanayi sonrası koşularda yaşadığımızı iddia eden “Üçüncü Yolcu” burjuva düşünürleri, bugün sermayenin çıkarları için hem devletin ekonomiye müdahalesini ve hem de sanayi üretiminin “gerekli” olduğunu iddia ediyorlar.

Maliye Bakanı Alaistair Darling, “Keynesci politikalara geri dönülmesinin gerektiğini” ve “krizin çözümünün Keynesyen ekonomi politikalarda yattığını” iddia ediyor. Son bir kaç ay içerisinde hükümet Keynesci kapitalist devletleştirme, denetim, müdahale ve harcama politikalarını uygulamakta. Örneğin, hükümet, şirketlerin hisse fiyatlarını spekülatif biçimde düşürdüğünden şüphelenilen “yoktan satış” ya da “açığa satış” (short selling)[3] uygulamalarını ocak ayına dek yasaklama kararı aldı. İngiltere’de bankaların yaşadığı kredi sıkıntısını hafifletmek için hazırlanan paket 500 milyar sterlin olarak açıklandı. Bu “kurtarma paketi” bütçenin yüzde 40’na tekabül ediyor ve İngiltere’de vergi ödeyen her bir birey bu paket yüzünden 16 sterlin daha fazla vergi ödemek zorunda bırakılıyor. Daha düne kadar İngiltere Merkez Bankasının hükümetin tam denetimi altında olmasını “finansal faşizm” olarak nitelendiren Brown ve Darling, bugün “gerekirse bankaları tamamen devletleştireceklerini” dile getiriyorlar. “Yeni” İşçi Partisi hükümeti Keynes’in “harcamalara öncelik verilmesi gerektiği” ilkesinden hareketle 2010-11 yılı için tasarlanan harcamaları öne alıyorlar. Öne alınan harcama projelerinde başında 4 milyar sterlinlik savaş gemisi projesi geliyor!

Maliye Bakanı olduğu yıllar içerisinde her bütçe raporunda “20. yüzyılın sonunda ve 21. yüzyılın başında sanayi sonrası toplum koşullarında yaşamaya başladık. Bilgi çağında yaşıyoruz artık. Bilginin üretilmesi, biriktirilmesi ve dolaşımı her şeyden önce geldiği.”ni[4] İngiltere’de yaşayanlara hatırlatan başbakan Gordon Brown, geçtiğimiz hafta içerisinde, “Üretim Sanayisini Geliştirme Stratejisi”ni kamuoyuna açıkladı ve “İngiltere ekonomisinin bu zorlu dönemi aşmasında imalat sanayisinin ve bütün genel sanayi sektörlerinin önemli bir rol oynaması gerektiğini” dile getirdi. İmalat sanayisini geliştirmek için iki önemli adım atılacak: 1) bütçeden imalat sanayisine 150 milyon sterlin fazladan ayrılacak ve 2) okullarda çıraklık kursları geliştirilecek. İşletme Bakanı John Hutton, “İmalat Sanayisini Geliştirme Stratejisi”ne ilişkin yaptığı basın açıklamasında ideolojik olanı değil gerçeği şöyle açıkladı: “Sanayi sonrası toplum koşularında yaşamıyoruz. Halen sanayi toplumlarında yaşıyoruz. Sanayimiz geride bıraktığımız yıllar içerisinde zayıfladı, onu güçlendirmenin zamanı geldi.

Keynescilik, sadece hükümet temsilcileri tarafından değil, birçok “solcu” veya “sosyalist” olarak tanınan veya öyle geçinen parti, grup, aydın ve yorumcu tarafından, “alternatif”, “krizin çözüm kaynağı” olarak nitelendirilmekte ve “Keynescilik, 21. yüzyıldaki Marksist çözüm” ilan edilmektedir. Örneğin, The Guardian gazetesinin “solcu” ekonomi editörü Larry Elliot, 20 Eylül 2008 günü yazdığı köşe yazısında, mantık sınırlarını zorlayıp, şöyle bir iddiada bulundu: Marx ve Engels’i bir kenarda tutarsak, geride bıraktığımız son yedi gün içerisinde sosyalizm için ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Barnanke ve ABD Maliye Bakanı Hank Paulson’un yaptıklarını kimse yapmamıştır”! Elliot’ın bu yazısından bir gün sonra, İngiliz Muhafazakar Partisi’nin sesi olan, “liberal sağcı” ve Freidrich von Hayek hayranı Daily Telegraph gazetesinin başyazarı İngiliz maddeci gerçekçiliğini yerle bir eden bir saptamada bulundu: Amerika’da gerçekleşen finansal sosyalizmden başka bir şey değildir. Hatta İngiltere Komünist Partisi CPB’nin günlük yayın organı Morning Star, Brown hükümetinin 500 milyar sterlinlik yardım paketini açıklamasından bir gün sonra şu manşeti attı: finansal sosyalizm paketi! ABD’nin en büyük iki finans kurumunun –Fannie Mae, Freddie Mac– ve daha sonra AIG’nin –dev sigorta şirketi– devletleştirilmesi, iflasa gitmekte olan Merill Linch’in 50 milyar dolara Bank of America’ya satılması, sosyalizm için Sovyet yönetiminin bile yapmadığının yapılmasının göstergesiymiş!

Bunlara benzer saçma “Keynesci sosyalist” söylem veya “çözümler” son bir ay içerisinde sıkça dile getirilmekte ve yazılmaktadır. Sadece İngiltere’de değil, neredeyse krizden etkilenen tüm ülkelerde bu “çözümler” tartışılmaktadır. Larry Elliot, Will Hunt ve Graham Turner gibi Keynesci düşünürlerin, İngiltere ve ABD’de yaşayan halklara önerdiği şu: Sosyalizm için mücadele etmeyin, zaten hem ABD hem de İngiltere yönetimi ülkeyi ve ekonomiyi sosyalistleştirmektedir! Keynesciliği “sosyalist” ve/veya “devrimci” görme eğilimi, yeni bir eğilim değil. İngiliz işçi sınıfını yüz yıldır yöneten İşçi Partisi, Fabiancı[5] reformist “sosyalizm” anlayışının yetersizliğinin ve yanlışlığının kanıtlandığı her kapitalist kriz döneminde, işçi ve emekçilere, “sosyalist ve devrimci çözüm” ya da “krizden çıkmanın yolu” olarak hep “Keynesci sosyalizmi” sunmuştur![6]

TEKELCİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN “GENEL TEORİSİ”

Peş peşe gelen krizler ve diğer ekonomik sorunlarla birlikte sallantılı hale gelen kapitalizm, 1929 dünya bunalımı ve diğer tarafta Sovyetler Birliğinin sosyalist ekonomi deneyimi sayesinde Sovyet halklarının bu kapitalist bunalımdan etkilenmemesi, kapitalist ekonominin var olduğu biçimiyle sürdürülebilinmesini veya savunulmasını imkansız hale getirmiştir. Bu durumu aşmak için sermayenin hizmetinde olan burjuva iktisatçılar derin bir çalışma ve “özeleştiri” süreci içerisine girdiler. Bu döneme damgasını vuran İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes oldu. Keynes 1936 yılında yayımladığı “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” isimli eserinde talep yanlısı politikalarla kapitalist işleyişin devamı için çıkış yolları önerdi. Keynes’in politik ekonomi teorisini kendisinden önce var olan burjuva iktisatçılarından ayıran temel özelikler ya da düşünceler nelerdir diye sorduğumuzda; bunların, Keynes’in Jean Bapiste Say’ın “Mahreçler Yasası”na[7] karşı çıkması ve buna bağlı olarak hem “Fonksiyonel Devlet Teorisi” anlayışını burjuva ekonomi politiğine yerleştirmesi hem de ekonomi düşünce tarihini “Say’ı savunanlar” ve “Say’a karşı çıkanlar” olarak ayırması olduğunu görürüz.

a) Tekelci devlet kapitalizmini kamufle eden devlet teorisi: “Fonksiyonel devlet teorisini”nin doğuşu

Keynes Genel Teori’nin ilk sayfalarında, Marx’ın burjuva iktisatçıları “vülger” veya “klasik” olarak sınıflandırmasına karşı çıkar. Bilindiği gibi, Marx bu sınıflandırmayı şu düşünceye dayanarak yapar: “Ben klasik ekonomi politik deyince, yalnızca görünüşleri ele alan, bilimsel ekonominin uzun süre önce sağladığı malzemeyi durup dinlemeden ağzında geveleyip duran ve burjuvazinin günlük kullanımı için en münasebetsiz olayların en usa-uygun açıklamalarını arayan, bunun dışında tuzu kuru burjuvazinin onlar için dünyaların en iyisi olan kendi dünyaları ile ilgili bayağı düşüncelerini bilgiççe sistemleştirmeye ve bunları ebedi gerçeklermiş gibi ilan etmeye kalkışan vülger ekonomiye karşılık, W.Petty’den beri, burjuva toplumdaki gerçek üretim ilişkilerini araştıran bir ekonomi bilimini anlıyorum.[8] Keynes “vülger” ve “klasik” kavramlarının “yanıltıcı olduğunu”; ve Marx’ın bu kavramları kendi teorisini haklı kılmak için “icat ettiğini”[9] iddia eder. Çünkü ona göre iktisatçıların kapitalist üretim biçimine ilişkin sunduğu değerlendirmelerin doğru veya geçerli olup olmadıkları önemli değildir; önemli olan iktisatçıların “Mahreçler Yasası”nı savunup savunmadıklarıdır. Dolayısıyla, iktisatçıların en temel görevi kapitalizmi analiz etmek veya anlamak değildir; önemli olan onların (kapitalizmin bir varyantında başka bir şey olmayan) serbest rekabet ekonomisini irdelemelidir. Bu iddianın “mantıklı bir sonucu” olarak ekonomik düşünce tarihine katkıda bulunan iktisatçıları iki ayrı kategoriye ayırır: “Say’ı savunanlar” ve “Say’a karşı çıkanlar”. Bu “alternatif” sınıflandırmayı doğru olarak kabul edersek; Ricardo’yla ünlü “istihdam uzmanı” Profesör Arthur Cecil Pigou aynı şeyleri savunuyorlardı demek zorunda kalırız! Bu da Ricardo’ya yapılan en büyük haksızlıklar arasında yerini alır. Çünkü Ricardo, Kapitalist toplumdaki gerçek üretim ilişkililerinin özünü (her ne kadar da dönemin burjuvaları için araştırıyor olsa da) anlamaya çalışırken, Prof. Pigou ekonomik aktiviteleri kapitalist üretim biçiminden soyutlayarak ve ondan kopuk bir şekilde anlatmak için yoğun emek harcamaktaydı. Aslında Keynes böyle yaparak kendi teorisinin “vülger” içeriğini su üstüne çıkarıp; Marx’ın iddiasını veya sınıflandırmasını isteğinden bağımsız olarak doğrulamıştır! Keynes’in teorisinin neden “vülger” bir teori olduğunu ilerleyen sayfalarda açıklamaya çalışacağız.

Keynes’e göre Say’in ve onu takip eden Ricardo ve Smith gibi iktisatçıların en temel yanılgıları, “toplam arz toplam talebe eşittir” düşüncesinde olmalarıdır. Bu yanılgıya kaynaklık eden iddiaysa: kapitalist ekonominin “dış müdahale olmadan kendi kendini düzeltebileceği (self-adjusting system)” iddiasıdır. Dolayısıyla, Say ve onun Ricardo ve Smith gibi savunucuları sermayenin “sihirli” ve “özel” yasaları ve işleyişinden dolayı “dış” ve “devlet müdahalesinin” “gereksiz” ve “zedeleyici” olduğunu iddia ederler. Keynes göre klasik ekonominin bu iki temel yanılgısına hayat veren “ana düşünce”, yatırım harcamaları her zaman tüketime hizmet eder düşüncesidir. Keynes bu düşüncenin geçersiz olduğunu iddia eder çünkü Keynes’e göre “yatırım harcamaları her zaman tüketimi kamçılamayacaktır; bazen tüketimi tıkayacaktır”. Bunun sebebiyse, yatırım yapma potansiyeli olan kişinin elindeki yatırımı veya sıcak parayı yatırımdan uzak tutmasıdır (liquid-preferentiality). Dolayısıyla, hükümetler hem tüketimi kamçılamak için, hem de az tüketimden dolayı doğan enflasyonu ve yüksek faiz oranlarını belirlemek zorundadırlar. Dahası, bu görevi tümüyle üstlenmelidirler. Başka bir söyleşiyle, Say’in şiddetle karşı çıktığı “Fonksiyonel Devlet Teorisi” artık kaçınılmazdır.

Keynes’in “Fonksiyonel Devlet Teorisi”ni meşru kılmak için seçtiği alanların başında istihdam geliyor. Keynes birçok “gereklilikleri” veya “zorunlulukları” yığınların yumuşak karnı olan istihdamla ve/veya işsizlikle açıklıyor. Keynesci istihdam teorisinin hareket noktası efektif taleptir. Keynes efektif talebi, “toplam talebin toplam arz ile kesiştiği noktadaki değeri” olarak tanımlamaktadır. Bir başka tanımlama ile efektif talep, kullanılabilecek bir satın alma gücüyle desteklenmiş taleptir ve belirli bir dönemdeki tüm harcamalara eşdeğerdir. Enflasyon, işsizlik, deflasyon, durgunluk gibi meydana gelecek dengesizliklerin efektif talep ayarlamaları ile giderilebileceğini savunur. Bu görüşü ileri sürerken Keynesyen makro teori, arz koşullarının kısa dönemde sabit olduğunu ve uzun dönemde de iktisat politikalarına karşı duyarsız olduğunu varsayar. Keynes bu dengesizliklerin oluşmasında ve gelişmesinde özel sektörün önemli bir yeri olduğu savunur. Keynesyen ekonomi ilke olarak özel sektörün dengesiz olduğunu kabul eder. Bu dengesizliği ortadan kaldırmak amacıyla ekonomiye devlet müdahalesinin gerekli olduğunu kabul eder. Para ve mali politikalarıyla toplam talebin bileşimini ve miktarını değiştirmek suretiyle ekonomideki dengelerin arzulanan yönde gerçekleşmesinin sağlanacağını iddia eder.

Keynes “klasik teorilerin ancak tam istihdamın olduğu koşularda uygulanabilir”[10] olduğunu iddia etmekle kalmayıp; tam istihdamın gerçekdışı olduğunu nihayet burjuvazi adına kabul eder. Keynes’e göre kapitalist ekonomi eksik istihdamda da dengeye gelebilir. Gerekli olan, devletin para ve mali politikalarıyla ekonomiye müdahalelerde bulunmasıdır. Bu müdahalelerin amacı ise, özellikle kriz koşullarında, efektif talebin (yatırım ve tüketim harcamalarının) artırılmasıdır. Eksik istihdamdaki ekonomide, örneğin para miktarındaki artışlar yatırım harcamalarını teşvik edecek ve bu da mal ve hizmet üretimini kamçılayarak para miktarındaki artışa denk bir üretim artışıyla sonuçlanacaktır. Bu süreçte de fiyatlar genel düzeyinde bir yükselme meydana gelmeyecektir. Eğer toplam efektif talep üretim kapasitesini aşarsa, bu durumda fiyat artışları gündeme gelecek, enflâsyon doğacaktır. Hükümetler talep daraltıcı önlemlerle fiyatlardaki yükselişi dizginleyebileceklerdir. Keynese göre bütün ekonomik aktivite ve olguları “efektif talep”, “tüketim eğilimi” ve “yatırım”la açıklanabilir. Böylelikle Keynes ekonomik sonuçları nedenler olarak kabul edip kapitalist üretim biçiminin özünü irdelemekte onun çelişkileriyle yüzleşmekten hayli uzaklaşır.

b) Emek sömürüsünü kamufle eden “efektif talep”

Keynes kriz veya durgunluk zamanlarında hem hükümetlerin ücret zamlarını belirlemesini hem de ücretlerin sabit kalmasını savunur. Keynes kriz zamanlarında efektif talep için ne ücretlere düzenli olarak zam yapılması gerektiğini, ne de ücretlerin yüksek tutulması gerektiğini savunur. Bu efektif talep için ücretlerin yüksek tutulması gerektiğini düşünenleri şaşırtır. Keynes’e göre ücretler sabit kalmalıdır.[11] Çünkü Keynes de, burjuva iktisatçılarının en klasik dogmalarından biri olan “metaların fiyatları, ücretlerle belirlenir veya düzenlenir, bundan dolayı ücretler yükseldikçe metaların fiyatları da yükselir dogmasına inanır. Bu düşüncenin kof bir düşünce olduğunu Marx şu argümanla kanıtlamıştır: “…en soyut biçimiyle ifade edildiğinde, ‘ücretler metaların fiyatlarını belirler’ dogması şuna varır: ‘değer değerle belirlenir’, ve aslında bu safsata da, değer hakkında hiç bir şey bilmediğimiz anlamına gelir. Eğer bu öncülü kabul edersek, ekonomi politiğin bütün genel yasaları salt boş laflar halini alır. Onun için, Ricardo’nun en büyük erdemi, 1817’de yayınlanan The Principles of Political Economy’de, herkesin kabul ettiği ve yinelene yinelene usanç veren ‘ücretler fiyatları belirler’ safsatasını tepeden tırnağa yıkmak oldu; o safsata ki, Adam Smith ve onun Fransız öncelleri, araştırmalarının gerçekten bilimsel olan bölümlerinde onu boşlamışlar, ama yapıtlarının daha yüzeysel ve halka hitap eden bölümlerinde yeniden ele almaktan da geri durmamışlardır. [1]


[1] K. Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: II, s. 56, Sol Yayınları, (Ankara, 1977)

 

Buna ek olarak, Keynes, “Genel Teori”de baştan sona, tam rekabetin geçerli olduğu yolunda bir varsayımda bulunmuştur. Bu nedenle değişen derecelerde tekel veya ücret-fiyat politikası tamamen ihmal edilmiştir. Genel Teoride sadece talep yetersizliğinden ortaya çıkan işsizlik üzerinde durulmuş, sermaye kapasitesi yetersizliği, döviz dar boğazı gibi ekonominin toplam arz cephesindeki yetersizliklerden doğan işsizlik üzerinde durulmamıştır.

Keynes’se yukarıda sözünü ettiğimiz dogmadan yola çıkarak şu iddia da bulunur: “Ancak aptal olan birisi değişken ücretleri değişken fiyatlara tercih eder.[13] Keynes bununla da kalmayıp işverenlere veya sermayedarlara ücret konusunda akıl vererek kendi safını veya rengini belli eder. Keynes ücret konusunda işverenlere şu türden önerilerde de bulunur: “İşçiler genellikle ücretlerinin düşürülmesine karşı çıkarlar ama fiyatların yükselmesine karşı çıkmazlar[14] ve “İşçiler ücret artışının düşürülmesine çok kararlı bir şekilde karşı çıkarlar ama aynı şekilde fiyatlarının yükselmesiyle reel ücretlerin derece derece düşürülmesine karşı çıkmazlar[15]! Keynes saçmalamanın dozajını tamamen kaçırıp, “düşük ücretler”in bir tercih değil bir “zorunluluk” olduğunu iddia eder, çünkü “ancak ve ancak düşük ücretler sonucunda istihdam oranları yükselebilir.[16] Keynesyen efektif talep prensibi ve istihdam teorisi hem hükümetlere ücretleri belirleme ve düşük tutma hakkını verir, hem de ücretli köleliğin ve ucuz emeğin “zorunlu” olduğunu haklı kılmaya çalışır. Örneğin, son iki yıldır Brown, Keynes’in efektif talep savından ve istihdam teorisinden faydalanarak kamu emekçilerine enflasyon altında yüzde 2’lik ücret artışını dayatmaya çalışmakta. Brown’a göre “ücret artışları enflasyon oranını ve fiyatları olumsuz şekilde etkiler ve “yüksek ücretler az işçinin çalışmasını sağlar”. Keynes’in ucuz emek sömürüsünün ve ücretli köleliğin “zorunlu” olduğunu düşünmesinin iki nedeni var: 1) Keynes sınıf mücadelesi veya savaşında kendi yerini burjuva sınıfının yanında görür; ve daha da önemlisi 2) “Vülger” yaklaşımından dolayı, kapitalist üretim biçiminden soyut bir şekilde emek-ücret-fiyat-zam kavramlarını anlar. Başka bir deyişle, Keynes artı-değer sömürüsünün varlığını yadsıyıp sübjektif değer teorisini[17] veya “marjinal fayda teorisi”ni savunur.

Keynes’in sınıf mücadelesinde safını belirlemede hiç bir tereddütü yoktur: ”Eğer bir bölüğün çıkarlarını savunmak durumunda kalırsam, kendiminkini savunurum. Sınıf mücadelesine gelince, benim yerel ve kişisel patriotizm [yurtseverlik], bağlılıklarım beni kendi çevreme bağlıyor. Ben bana göre adalet ve sağduyu olarak görünen olgulardan etkilenebilirim, fakat, sınıf savaşı beni eğitim görmüş burjuvazinin safında bulacaktır[18]. İngiltere’nin ünlü Keynesci dergilerinden New Economics dergisinin baş editörü S.E. Harris 1950 yılında dergiye yazdığı bir makalede Keynes’in ideallerini ve Keynesyen teoriyi şu sözlerle değerlendirmişti: “Keynes kapitalizmi baştan sona kadar savunuyordu. Bunun tersini düşünenler yorumlama özürlülerdir… Son tahlilde Keynes kapitalizmin temellerini oluşturan seçenek serbestliği, kâr ve yarar ilkelerini hiç bir zaman hedef almadı.[19] Keynes, kendi teorisini “var olan ekonomik yapıyı yıkımdan kurtarmanın tek pratik yolu[20] olarak tanımlayarak, Harris’i doğrulamıştır. Dolayısıyla, ucuz emek sömürüsünü haklı bulması ve ücretli köleliği “zorunlu” görmesi doğru olmasa da doğaldır, çünkü Keynes burjuva sınıfının safında olmanın gerekliliklerini yerine getiriyor. Lenin’in söylediği gibi, “sınıf mücadelesine dayanan toplumlarda ‘bağımsız’ sosyal bilimlerden söz edilemez. Şu veya bu biçimiyle bütün resmi ve liberal bilim ücretli köleliği savunur.”[21]

Keynes, kendisinden önceki Stuart Mill ve Alfred Marshall gibi “vülger” burjuva iktisatçılarla temel konularda aynı düşünüyordu. Keynes “Genel Teori”sinde Mill ve Marshall’ın savunduğu sübjektif değer teorisini veya “marjinal değer-fayda teorisini” koşulsuz destekliyordu.[22] “Marjinal fayda” teorisi, ekonomik mal ve hizmetlerin değerlerinin belirleyicisinin bireylerin yaptığı tercih sıralamaları olduğu iddiasına dayandığı için emeğin ve üretimin rolünü ve belirleyiciliğini yok sayar.[23] Bu sübjektif teoriye göre üretim sadece ve sadece tüketim için yapılır. Kapitalist üretimin asıl işlevi olan artı-değer üretimini yok sayar. Başka bir deyişle, “Kapitalist üretim tarzının ikinci ayırt edici özelliği, üretimin dolaysız amacı ve belirleyici dürtüsü olarak artı-değer üretimidir. Sermaye, özü bakımından, sermaye yaratır ve bunu ancak, artı-değer üretmesi ölçüsünde yapar.[24] ilkesini yok sayar. Bundan dolayı ne sermayenin karakterini[25] ne de kapitalist toplumun temel çelişkisi olan üretimin ve üretim araçlarının toplumsallaşmış karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkiyi algılayabilmiştir. Mill ve Marshall gibi, Keynes de, artı değer sömürüsünün varlığını inkar ve kamufle eder. Bu yüzden, Keynes, Marx’ın yazdığı Kapital’ı “bilimsel olarak yanlış ve … demode olmuş bir ekonomi kitapçığı olarak görür.[26] Keynes “vülger” burjuva ekonomi politiğin en temel kriteri olan sübjektif değer teorisine aldanarak görünümler dünyasına mahkum olmuştur. Böylece Keynes burjuvazinin hem hamalı hem de piyonudur.

c) Yeni pazarlara açılmanın ilkesi: “Efektif talep”

Keynes efektif talep için veya onu bahane ederek emperyalist politikaları meşru kılmaya kalkışır. Keynes’e göre, efektif talep için sermaye ihracatı bir zorunluluktur ve işsizliğin düşük olması için ihracatın yüksek, imalatın düşük olması gerekir.[27] Bu iki koşulun hayat bulması içinse sermaye ihracatı için yeni pazarlar bir zorunluluktur. Sermaye ihracatının gerçekleşebilmesi için hükümetlerin yeni ihracat pazarlarını bulmakla kalmayıp ihracat kurumlarını sermayedarlar adına belirlemek ve hem ülkeyi hem de sermayedarları korumak zorundadırlar. Başka bir deyişle, hükümetler, gümrük vergilerini, ticaret kurumlarını ve olası ticaret savaşlarında sermayedarların avukatlık veya sözcülüğünü yapmak zorundadırlar! Emperyalist işgal ve talan politikalarını kamufle etmek için veya pazar savaşlarının “doğal” ve “zorunlu” olduğunu kanıtlamak için efektif talep bahane edilmekte ve bununla ilintili olarak “Fonksiyonel Devlet Teorisi” meşru kılınmaktadır. Diğer bir deyişle, sermaye ihracı veya yeni pazarları ele geçirmenin rasyonalizasyonu için efektif talep ve “Fonksiyonel Devlet Teorisi” oluşturulmaktadır.

Lenin Emperyalizm adlı çalışmasında bu konuya ilişkin çok çarpıcı bir örneği şu sözlerle anlatır: “Cecil Rhodes, emperyalist görüşleri hakkında,…1895’te şunları söylemiştir: “Dün Londra’da East End (işçi mahalesinde)’deydim ve işsizlerin toplantısına katıldım. Ekmek haykırışından başka bir şey olmayan vahşi konuşmalarını dinledikten sonra eve giderken emperyalizmin önemini her zamankinden daha fazla kavradım.[28] İngiliz-Boer savaşının baş sorumlusu olan Rhodes’ın 1895 yılında dillendirdiği emperyalist argümanlar, 1945-50 yılları arasında hem ABD’de hem de İngiltere’de Keynesyen efektif talep ilkesi veya istihdam teorisi aracılığıyla emperyalistler ve bazı “solcular” tarafından dilendiriliyordu. “İşsizliğin minimal derecede olabilmesi ve insanların yoksulluk altında yaşamaması” için silahlanmanın ve savaşlara harcanan milyarlarca paranın “doğru” ve “gerekli” olduğu iddia ediliyordu.[29] Hem ABD hem de İngiltere, devletin her zamankinden daha “azgın” bir biçimde ülke sermayesini ve ticaretini koruması gerektiğini sıkça dile getiriyordu. Buradan yola çıkarak Keynesci politikacılar veya iktisatçılar tekelci devlet kapitalizmini ve “Fonksiyonel Devlet Teorisi”ni “doğrulamaya” çalışıyorlardı.

İçerisinde bulunduğumuz bu kriz döneminde bu türden argümanların daha sık dillendirileceği kesin çünkü, krizle yüz yüze olan tekeller, sermaye ihracı, yatırımı veya emperyalist talan politikalarına müracaat edeceklerdir. Örneğin, sterlinin düşüşünden yararlanan İngiliz firmalarının bugün ihracat üzerinde yoğunlaşmaları bu yüzden bir tesadüf değil. Dış pazarlara yönelen tekeller kendi devletlerinden “fonksiyonlarını” yerine getirmelerini talep edecekler. “Yeni” İşçi Partisi hükümeti İngiliz tekellerine bu desteği sunmak için yavaş yavaş hazırlanıyor. Ekim ayında Keynes’in “harcamalara öncelik verilmesi gerektiği” ilkesinden hareketle 2010-2011 yılı için tasarlanan harcamalar öne alındı. Öne alınan harcama projelerinin başında 4 milyarlık savaş gemisi projesi geliyor! Şimdiye değin, bu harcamaya ilişkin açıklama yapan hükümet temsilcileri ve emperyalist politikalar yanlısı basının öne çıkardığı esas tema, “bu harcamanın 10 bin yeni iş imkanı sağlayacağı” oldu.[30]

d) Zararı kamulaştırmanın aracı olarak Keynesçilik

Keynes’e göre, ekonomi, toplam talepten etkilenerek düzenlenebilir. Ekonomide yatırımlar veya harcamalar tasarruflardan fazla iseler bir “enflasyonist açık” ortaya çıkar. Ekonomi kendiliğinden dengeye gelmez. Bu durumda devlet efektif talebi yönlendirerek ekonomiyi düzeltebilir. Bu durumda hükümetlerden “Sınırlayıcı Mali Politika” uygulaması beklenir. Devlet, kamu harcamalarını azaltarak ve/veya vergi oranlarını arttırarak müdahalede bulunur. Ekonomide toplam yatırımlar, tasarruflardan azsa bu durumda “deflasyonist açık” söz konusu olur. Deflasyonist açığın giderilmesi için, devletin yine talebi yönlendirme yoluyla ekonomiye müdahalesi gereklidir. Bu durumda kamu harcamaları arttırılarak ve/veya vergiler indirilerek müdahale yapılacaktır. “Telafi Edici Mali Politika”lar uygulanması gerektiğine inanır Keynes. O, devletin harcamalarının bazı alanlarda özel sektör kadar –hatta özel sektörden bile daha fazla– verimli olabileceği inancındadır.

Hükümetler kriz dönemlerinde kurtarma paketleri ve kapitalist devletleştirme politikaları sonucunda kapitalistlerin zararlarını kamulaştırılmaya kalkışırlar. Bugünlerde de sıkça tartışma konusu olan bu paketler sonucunda ekonomideki yatırımlar ve harcamalar tasarrufları aşar. Bu yüzden hükümetler sağlık, eğitim ve diğer kamu alanlarına ayrılan bütçeyi sınırlamalarının “zorunlu” olduğunu iddia ederler. Örneğin, Brown hükümetinin açıkladığı beş yüz milyarlık “kurtarma paketi” sonucunda 2010-13 yılında bütçede çok sayıda kesinti olması bekleniyor. Yani krizin yükü uzun zamanda halkın sırtına bindirilir. Keynesci ekonomi politik bu durumun teorize edilmesini sağlıyor.

İngiltere’de Elliot, Turner ve Hutton gibi Fabiancı felsefeden etkilen bazı siyaset bilimciler, siyasetçiler veya yorumcular krizin kamulaştırılmasının yöntemlerinden olan kapitalist devletleştirme politikalarını “kapitalizm altında sosyalizmin uygulanması” olarak nitelendiriyorlar. Daha da ileri gidip bütün ekonomi politiğin yasalarını alt üst ederek “kapitalizm altında Keynesci sosyalist çözümden” söz ediyorlar. Yani Keynesyen ekonomi politiği Marksist ekonomi politikalarmış gibi göstermeye çalışıyorlar. Yukarıda sıraladığımız iddiaların temelinde şu absürd sentez yatar: Marx ve Engels’i bir kenarda tutarsak, geride bıraktığımız son yedi gün içerisinde sosyalizm için ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Barnanke ve ABD Maliye Bakanı Hank Paulson’un yaptıklarını kimse yapmamıştır”! “Amerika’da gerçekleşen finansal sosyalizminden başka bir şey değildir!Finansal sosyalizm paketi”! Kapitalist devletleştirmeyle sosyalizmin “aynı olgu” olduğunu iddia eden “vülger” iktisatçılara Engels şu yanıtı veriyor: “Eğer her devletleştirme sosyalistlik sayılsaydı (ya da ilericilik sayılsaydı ve devletçilik politikasına yüklenen anlamın karşılığı olsaydı) Napolyon’la Metternich’i sosyalizmin kurucuları arasında saymak gerekirdi. Belçika devleti politik ve maddi nedenlerle demiryollarını kendi yaptırdıysa, Bismark demiryolu memurlarını hükümete oy veren bir sürü haline getirmek ve kendisine yeni bir gelir kaynağı yaratmak için Prusya Demiryollarını devletleştirdiyse, bu asla sosyalistlik değildir. Aksi halde krallık porselen imalatı ve hatta ordu terzihanesi (Fredricih Wilhelm III devrinde bir açıkgözün kemali ciddiyetle devletleştirdiği genelevler bile) sosyalistliğe özgü kurumlar olurdu.”[31]

Yukarıda da belirtildiği gibi, İşçi Partisi’nin dayanağı olan işçi aristokrasisi, Fabiancı reformist “sosyalizm” anlayışının yetersizliği ve yanlışlığının kanıtlandığı her kapitalist kriz döneminde, işçi ve emekçilere, “sosyalist ve devrimci çözüm” ya da “krizden çıkmanın yolu” olarak, hep “Keynesci sosyalizmi” sunmuştur! Zaten “Keynesci sosyalizm” anlayışının doğum zamanı ve sosyal koşulu, 1929’da patlak veren derin emperyalist kapitalist kriz dönemidir! İşçi Partisi tarihini incelediğimizde, parti içerisinde, 1930 ve 40’lı yıllarda Douglas Jay[32] ve 1950 ve 60’yıllardaysa Herbert Morrison’un “Keynesci sosyalizmi” savunduklarını görürüz. Jay’ın kitabının önsözünü yazan Clement Atlee, “Keynesci Sosyalizmi”; “kolektif yönetim ve sorumluğun var olduğu… serbest piyasa ekonomisinin olmadığı bir sistem” olarak tanımlar[33]. Morrison’sa, sosyalizmi, “sosyal sorunlar için sosyal sorumlulukların geliştirilmesi” olarak görür. Dolayısıyla, “Keynesci sosyalizm”in düşmanı kapitalizm değil, serbest rekabet ekonomisidir. Sosyalizmi “sosyal veya kolektif sorumluluk sistemi” olarak tanımlayan “Keynesci ‘sosyalistler’”; sosyalizmin en temel ilkesi olan “üretim araçlarının kamulaştırılması”nı bilinçli olarak göz ardı ederek özel mülkiyetin varlığını meşrulaştırırlar.

Yol açtığı/açacağı yanılgıyla işçi ve emekçileri etkileyip kapitalist sisteme eklemlemeye yönelik bu saptırmanın tarihsel ve felsefi kökleri, Fabiancılığa dayanmaktadır. Fabiancılık tanımlanırken belirtildiği gibi, Fabiancılar’ın “toplum”dan anladıkları “devlet”tir ve onlara göre gelişme mekaniktir, kendiliğinden ve yavaş yavaş olur. Dolayısıyla, Fabiancılar ve “Keynesci sosyalistler” ekonomik sürecin dizginlerinin daima devletin elinde bulunması gerektiğini, kapitalizmin küçük dönüşümlerle derece derece sosyalizme dönüşeceğini, bunun için “devletleştirme”nin yeterli olacağını ve sınıf mücadelesi diye bir şey olmadığını, bu nedenle savunurlar. Ve aynı nedenle, hem Fabiancılar hem de “Keynesci sosyalistler” devletçilikle sosyalizmin aynı şey olduğunu düşünürler. Bundan dolayı Elliot gibi “sosyalistler”, kapitalist devletin bir bankayı devletleştirmesiyle üretim araçlarının kamulaştırılmasını, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini aynı etkinlikler veya aynı türden “kararlar” olarak değerlendirirler. Ne de olsa toplum devlet’ten pek de farklı değildir! Anlaşılacağı gibi, Keynes’in “Genel Teori”si, devrimci olmadığı gibi, sosyalist de değildir. Keynescilik, esasında anti-Marksist bir burjuva akım olarak, tekelci kapitalizmde zaten çoktan yerinde yeller esen “serbest rekabet” ekonomisine, tekellerin güdümü ve denetimindeki piyasa ekonomisine devlet müdahaleciliğinden başka bir şey değildir.

 

TEKELCİ KAPİTALİZMİN “VÜLGER” İKTİSATÇISI: KEYNES

Yukarıda anlattıklarımızdan da anlaşılacağı gibi Keynes’in Genel Teorisiburjuva üretim ilişkileri içerisinde sıkışıp kalmış burjuva üretimini yürüten kimselerin fikirlerini, doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleştirmekten ve savunmaktan fazla bir şey yapmamaktadır.[34]. Keynes yukarıda belirtilen “vülger” ilke ve düşüncelere sahip olmasından dolayı ne sermayenin karakterini ne de kapitalist toplumun temel çelişkisi olan üretimin ve üretim araçlarının toplumsallaşmış karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkisini algılayabilmiştir. Bundan dolayı Keynes işsizlik, yoksulluk ve ücret-fiyat-zam sorunlarını irdelerken kapitalist üretim ilişkilerinden soyut bir biçimde hareket eder. Kapitalizmim ürettiği işsizlik gibi sorunlarını kapitalizmi eleştirmeden veya ona dokunmadan açıklar. Keynes göre, bütün ekonomik etkinlik ve olgular, “efektif talep”, “tüketim eğilimi” ve “yatırım”la açıklanabilir. Böylelikle Keynes ekonomik sonuçları nedenler olarak kabul edip kapitalist üretim biçiminin özünü irdelerken onun çelişkileriyle yüzleşmekten bir hayli uzaklaşır. Kapitalizmin bütün sorunlarını serbest rekabet ekonomisiyle özdeşleştirir; çözüm kaynağı olarak ise “Fonksiyonel Devlet Teorisi”ni sunar. Keynes, tam da, sermayenin ve sermayedarların, kriz yüzünden oluşan zararlarını gidermek amacıyla ihtiyaç duydukları kamulaştırma ve/veya yeni pazarlara açılma için devlet desteği ve hükümet müdahalesine muhtaç oldukları bir dönemde, onların hizmetinde olacak bir devlet anlayışını geliştirir. Bundan dolayı hem Keynesciliğin anayurtları olan İngiltere ve ABD’de, hem de diğer Batılı ülkelerde Keynesci ekonomi politikalar hep durgunluk ve kriz dönemlerinde popüler hale gelmiştir.

SONUÇ OLARAK

Son iki yıldır gelişen olumsuz ekonomik koşular İngiltere’nin ekonomik temellerini sarsmakla kalmayıp, aynı zamanda, siyasal ve sosyal temellerini de sarstı. İngiliz ekonomisinin içinde bulunduğu olumsuz ve kritik koşullar; bu ekonomiye yön veren “üçüncü yolcu” politik ve ideolojik emperyalist kapitalist prensip ve yöntemlerin sorgulanmasına da vesile oldu. Başka bir deyişle, bu kriz, “Yeni” İşçi Partisi’nin (ve Batı dünyasında hükümet olmayı başaran sosyal demokrat partilere kılavuzluk eden) “üçüncü yolcu” politikalar aracılığıyla idealize ettiği “krizsiz ve çelişmesiz kapitalizm”, “küresel refah ve adaletin garantisi: serbest rekabet ekonomisi” ve “sanayi sonrası bilgi toplumu” türü vaatlerin gerçek üstü ve kapitalizmin doğasına aykırı olduğunu kanıtladı. Bu iktisadi politikaların iflasıysa, Keynesçiliğin tekrardan canlandırılmasını zorunlu kılıyor. “Üçüncü yol” olarak idealize edilmiş, “refah içinde, krizsiz bir sanayi sonrası toplum” türü burjuva iddialarının tümünün bir sahtekarlık ve burjuva ütopyası olduğunu da ortaya koyarak derinleşen krizin çaresizliğe ittiği İngiliz kapitalizminin, o kutsal “piyasa”nın üstünlüğüne ilişkin bütün tekelci gerici burjuva söylemlerin yalanıp yutulması anlamına gelerek, Keynes’in öngördüğü devlet müdahaleciliğinden başka tutunacağı dalı kalmamış görünüyor! Ya da yoksa geleneksel müttefik ABD ile birlikte, henüz bütünüyle Batı’ya açılmamış, örneğin Avrasya pazarlarına el koymaya yönelik yeni bir emperyalist savaş “tutunulacak dal” olabilir mi?!


[1] Karl Marx, Kapital, cilt 1, s.90, dipnot 33. Altıncı Baskı, Sol Yayınları (Ankara, 2000)

[2] Anthony Giddens, The Third Way (Cambridge, 1998), The Third Way and Its Critic (Cambridge, 2000)

[3] Bu işlem, bir aracı kuruluşun bir başkasından hisse ödünç alıp bunu satarak piyasayı düşürmesi, bu şekilde düşük fiyata hisse alıp, hisse borcunu ödemesi ve aradaki farkla kâr sağlaması olarak açıklanır.

[4] İngiltere’nin GSYİH’nın sektörlere göre dağılımı şöyle: Tarım: yüzde 1; sanayi: yüzde 25.6 ve hizmetler ya da servis ekonomisi: yüzde 73.4. İmalat sanayisiyse, GSYİH’nin %14.7’sini oluşturur. 11 yıl önce yaklaşık 4 milyon kişi imalat sanayisinde çalışıyordu, bugün bu rakam, 2.88 milyona kadar düştü.

[5] Londra’da Edward R. Pease tarafından 1883 yılında kurulan Fabian Derneği’nin güttüğü sözde sosyalizme Fabian sosyalizmi denir. Burjuva aydınlarınca desteklenen bu dernek, 1906 yılında İngiliz İşçi Partisi’ni doğurdu. Bernard Shaw ve Wells gibi ünlü yazarlarla Sidney Webb, Béatrice Webb, O. Lodge gibi ünlü iktisatçıların katıldıkları bu dernek, 1889 yılında Fabian Denemeleri’ni yayımladı. Sermayeyi ve sermayedarı toplum için gerekli sayıyor, sınırsız kazançların kötü sonuçlarını engellemek için devletin işe el koymasını öneriyordu. Fabiancılara göre, sermaye ve rolü toplum için yararlı ve zorunludur; sermaye, kapitalistin işçiden aldığı emek birikimi değildir. Kapitalist, sanayi devriminde önemli bir görev başarmıştır ve bu yüzden de yarattığı değişim değerinin büyük bir parçasına hak kazanmış bulunmaktadır. Marx’ın düşündüğü değişim değerinin dışında başka değerler de vardır. Toprak bu değerlerden biridir. Toprağı değerlendiren, toplumun toprak ihtiyacıdır. Bu yüzden, toprak geliri olan rantın da topluma mal edilmesi gerekir. Toprak sahipleri, kendilerinin değerlendirmedikleri toprak gelirini haksız olarak almaktadırlar. Gelişme mekaniktir, kendiliğinden ve yavaş yavaş olur. Bu yüzden, bir parti kurulması bile gerekmez. Kapitalizm, nasıl olsa, küçük dönüşümlerle derece derece sosyalizme dönüşecektir. Sınıf mücadelesi diye bir şey yoktur. Fabiancıların “toplum”dan anladıkları “devlet”tir, ekonomik sürecin dizginleri daima devletin elinde bulunmalıdır. Sosyalizm anlayışında Marx’a açıkça karşıdırlar. John Stuart Mill ve W. S. Jevons’un düşüncelerini güderler.

[6] John Eaton, Marx against Keynes, Lawrence and Wishart (London, 1951)

[7] Jean Bapiste Say’ın “Mahreçler Yasası”na göre; toplam arz toplam talebe eşittir. Ve bu, emek gücünün arz ve talebi için de geçerlidir. O halde, serbest rakebet koşulları içerisinde ekonomi sürekli olarak tam kapasitede çalışacak ve işleyişini sürdürecektir. Mal ve hizmet üretimiyle bunlara olan talep her daim eşit olduğuna göre, fiyat değişimleri ancak para miktarındaki değişimlerden kaynaklı olabilirdi. Klasik ekonomistlerin “miktar teorisi” diye adlandırdıkları bu görüşe göre, para miktarı arttığında fiyatlar yükselecek ve paranın değeri düşecektir, aksi durumda ise fiyatlar düşecek, para değer kazanacaktır. Böylesine bir bağlantının doğruluğu bir yana, miktar teorisi, para miktarındaki değişimlerin nedenlerine değinmemekte, dolayısıyla fiyat değişimlerinin gerçek nedenlerini ortaya koymamaktadır. Sorunların çözümünde, o sorunların olmadığını varsaymak, klasik ekonomistlerin yaklaşımını özetlemektedir.

[8] Karl Marx, Kapital, cilt 1, s. 90, dipnot 33, Altıncı Baskı, Sol Yayınları, (Ankara, 2000)

[9] Keynes, The General Theory of Employment, Interest and Money, s. 3 (London, 1936)

[10] Keynes, The General Theory of Employment, Interest and Money, s.16. (London, 1936)

[11] Keynes, How to Pay for This War, (1940)

[12] K. Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: II, s. 56, Sol Yayınları, (Ankara, 1977)

[13] Keynes, The General Theory of Employment, Interest and Money, s.268. (London, 1936)

[14] Ibıd., s. 9

[15] Ibıd., s. 264

[16] Keynes, The General Theory of Employment, Interest and Money, s. 17 (London, 1936)

[17] Bu “teori”ye göre, değer, sübjektif değerlendirmelerin bir sonucudur her şeyden önce. Bir malın değerli ya da değersiz olması, onun içinde cisimleşmiş emek miktarıyla değil, bireyin o mala ilişkin sübjektif eğilimiyle açıklanır. X malını Y malından değeri kılan, A kişisinin X’i tercih ederek yaptığı iktisat davranışıdır.

[18]Keynes, Essays in Persuasion, s. 117 (London, 1936)

[19] S.E. Harris, New Economics, s. 5-6, 1950

[20] Keynes, The General Theory of Employment, Interest and Money, s. 380 (London, 1936)

[21] V.I. Lenin, Essentials of Lenin, Vol. I., p. 59

[22] John Eaton, Marx against Keynes, Lawrence and Wishart, sf. 29 (London, 1951)

[23] J. M. Keynes, Essays in Persuasion (London, 1931), The General Theory of Employment, Interest and Money (London, 1936)

[24] Karl Marx, Kapital, cilt 3, s. 772, Altıncı Baskı, Sol Yayınları (Ankara, 2000)

[25] Keynesyen iktisatta üretimde kullanılan sabit sermaye [değişmeyen sermaye] miktarı ile üretim tekniğinin değişmediği düşünülmektedir. Yani ekonomik olaylar kısa dönemli olarak gerçekleşir. Keynes “uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız” diyerek bu varsayımı özetlemiştir. Bu düşünce Keynesyen teorinin en önemli özelliğini ve özürlülüğü veya eksikliği olan “statik” niteliğini su üstüne çıkarır. Keynes’in Genel Teorisi “statik” bir teoridir ve bu yüzden birçok “çözümü” aslında çözümsüzlüktür. Çizdiği kapitalizm tablosu “statik” bir kapitalizm tablosudur. Bundan dolayı her ne kadar da krizlerin varlığına veya gerçekliğine inansa da krizlerin çözümlerine ilişkin söyledikleri çok sınırlı ve yetersiz olmuştur[25]: Ona göre, devlet müdahalesiyle her şey çözülür. Keynes Genel Teoride baştan sona, tam rekabetin geçerli olduğu yolunda bir varsayımda bulunmuştur. Bu nedenle değişen derecelerde tekel veya ücret-fiyat politikası tamamen ihmal edilmiştir. Genel Teoride sadece talep yetersizliğinden ortaya çıkan işsizlik üzerinde durulmuş, sermaye kapasitesi yetersizliği, döviz dar boğazı gibi ekonominin toplam arz cephesindeki yetersizliklerden doğan işsizlik üzerinde durulmamıştır.

[26] John Maynard Keynes, Essays in Persuasion, sf. 300 (London, 1931)

[27] Dubley Dillard, The Economics of J. M. Keynes, sf. 281

[28] V. İ. Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm, s. 108, Evrensel Basım Yayın (İstanbul, 2001)

[29] Ronald L. Meek, The Place of Keynes ın the History of Economic Thought, Modern Quarterly, Winter 1950-51, Vol. 1, No.6

[30] Financial Times, 20/10/2008, s. 3

[31] Marx and Engels, Selected Works One, Utopian and Scientific Socialism, s. 421, Lawrence and Wishart (London: 1977)

[32] Douglas Jay, The Socialist Case (London, 1946)

[33] John Eaton, Marx against Keynes, Lawrence and Wishart, sy. 57 (London, 1951)

[34] Karl Marx, Kapital, cilt 1, s.718i Altıncı Baskı, Sol Yayınları (Ankara, 2000)

 

 

Bir Neoliberalin Tarihsel Anatomisi

bir neoliberalin tarihsel anatomisi

NURAY SANCAR

Geçen yazdan beri basında “Türkiye Solu”nun güncel ihtiyaçlara uygun nasıl şekillenmesi gerektiğine ilişkin bir hayli tartışma yapıldı. Bugün “sol”da durduklarını söyleyenler, geçmişte “solcu” oldukları için birikim ve deneyimlerinin bugüne yararlı olacağı düşünülenler, liberaller, sosyal demokratlar, örgütlü ve örgütsüz solcular, solda görünen kanaat yapıcılar; hemen herkes eteğindeki taşı dökmüş durumda. “Sol” için –meli, –malı kalıbıyla biten önerilerin niteliğine bakılırsa, bütün bu yayınların maksadının aslında “sol”a bir balans ayarı çekmek olduğu anlaşılıyor. Bu konuda ağzını açıp kalemini oynatanların önemli bir kısmının, dağınıklığından yakındıkları sola ilişkin yıllardır biriktirdikleri eleştiriler ve bu eleştirilerden yola çıkarak birleşik bir “sol”un nasıl yaratılacağına ilişkin ileri sürdükleri fikirler, geçmişte “sol”un bir fraksiyonuna dahil olmalarının bütün sorunlarını içeriyor. Bu türden “otoriteler”, zaman içinde kendilerinin bir hayli yol katettiklerini, ama “sol”u, kendileri gibi gelişmeye açık olmayan, değişime direnen ve tarih içinde donup klişeleşmiş ilkelere sahip, bir türlü kendisini çağa uyarlayamayan arkaik fikirlere sahip insanlar kümesi olarak görüyorlar. Bu kendini beğenmiş, her şeyi en iyi kendileri bilen kibirli entelektüeller kimi zaman, üslubunu da eleştirdikleri “dar kafalı” öteki solculara hakaretlerde bulunmayı tartışılmaz hakları olarak görebiliyorlar; çünkü sol kendini dönüştürmeyi “kusurlu geçmiş”i ona ayak bağı olduğu için bir türlü gerçekleştirmedi. Bugünü etkilediği düşünülen geçmişin günahları konusunda herkes kendince önemli olan noktaları öne çıkarıyor; kimisi solun milliyetçiliğini, devletçiliğini, Stalinizmini, kimisi silahlı devrim dışında başka bir yol tanımamasını, kimisi SSCB ya da Çin’in peşinden gitmesini kimisi liberal demokrasiyi küçümsemesini, emperyalizm takıntısını, kimisi yeterince uyanık davranmamasını daha önemli bir neden görüyor. Bugün bir şey söyleyen “solcu” ertesi gün bir başka solcu tarafından solun bütün kötülüklerinin cisimleşmiş ifadesi olarak görüldüğü için fikirleri yerin dibine batırılıyor. Belli ki, kimse kimsenin solculuğunu beğenmiyor.

Kimsenin kimseyle aynı noktada bir türlü duramazmış gibi göründüğü fikir çeşitliliğinin ve söz cangılının içinde sol’un arkadan ittirildiği rota gitgide biraz daha belli oldu: Geçmiş “takıntıları”ndan kurtulmuş, eleştiri konusu olan siyasal fikirlerden arınmış, köşeleri yuvarlaklaşmış bir solun neoliberal politikalara tereddütsüz eklenebilir hale dönüşerek “alternatif yokluğu”nu gidermesi. Neoliberalizmin harika bir mamulü olan AKP’ye alternatif olacak, Tony Blair’in İşçi Partisi’nin geçen on yılda girdiği dönüşümün benzerini gerçekleştirmeye soyunmakta tereddüt etmeyecek, Üçüncü Yol’u üçüncü dünya ülkelerinin diline tercüme edebilecek bir sol; yani Majestelerinin muhalefeti…sonra sonra da muhtemelen majestelerinin iktidarı.

 

***

Özgürlük Dünyası, geçen sayılarının önemli bir bölümünü sol hakkındaki tartışmalara ayırmış; sol’a çekilmek istenen balans ayarını incelemişti. Burada Taraf gazetesindeki köşesinde bir süredir sol, demokrasi ve liberalizm üzerine yazan, bir tarihçi olduğu için de yazılarında bolca tarihsel referanslara yer veren, eski Aydınlıkçı bugünün neoliberal aydını, (liberal olarak etiketlenmekten hoşlanmıyor) akademisyen Halil Bertay’ın yazdıkları ele alınacak.* Ünlü ünsüz solcuların hepsinin konuştuğu bu dönemde Berktay’ın bu sayfalarda özel olarak konu edilmesinin nedeni, sol hakkında öne sürülen belli başlı iddialara sahip olması ve geçmişine atıfta bulunulmadan solun tartışılamadığı bir zaman diliminde Berktay’ın tarihsel olguları değerlendirme biçimindeki özgünlüktür. Berktay E. H. Carr’dan aktardığı gibi tarihin bugünle geçmişin diyalogu olduğu fikrine sıcak bakıyor ve geçmişin aslında o zaman sorulamayacak soruların gündeme geldiği geçmişten sonraki bir zaman boyutunda yeniden yorumlanabileceğini düşünüyor. Dolayısıyla Sol’u tartışan diğerlerinin, üzerine çok kafa yormadan yaptıkları şeyi Berktay tarih yazımının temel hususlarını bilen biri olarak yapıyor. O zaman da tek başına bize hiçbir şey söylemeyen “geçmişte yığılmış belgeler, kanıtlar ve olgular” yığınından bugünkü gözlerle bakarak yaptığımız seçimlerin ve tarihin yeniden yazımının kriterlerinin neler olacağını tartışabilmek için eşsiz bir malzeme sunuyor. Yani tarihi her dönem yeniden yazmak mümkünse bu yazımı belirleyen ihtiyaçlar ve tarih yazıcısının donanımları nelerdir; tarih ve politika arasındaki ilişki nasıl kurulur diye sormak zorundayız? Ve sahiden tarihi yazarken sadece bugünün geçmişle kurduğu diyaloga odaklanmakla yetinmek, geçmişin kendisinden önceki geçmişle kurduğu diyalogu hiç hesaba katmamak mı gerekir? Tarih yazımını, onu, bildiği gibi yazanın öznelliğinden koruyacak olan nedir?

 

SOLUN GÜNAHLARI

Halil Berktay’ın sol’da saptadığı kusurlar ve ona yönelttiği eleştiriler aslında “tarihin sınıflar mücadelesinin ürünü olduğunu”; ister sıradan ve inişsiz çıkışsız, isterse önemli çalkantılı dönemlerinde olsun yaşamın, sınıfların karşılıklı mevzilenmelerinin bütün izlerini taşıdığını hesaba katmayan birinin bakış açısından ifade ediliyor. Böyle bir bakış açısına sahip olmayınca tarih bir süreklilik ve hareket içinde görülmeyebileceği gibi, milliyetçiliğin, liberalizmin, sömürgeciliğin, emperyalizmin (bu kavramlarla uğraşıyor Berktay) sınıfların dünya çapında karşılıklı mevzilenmelerine bağlı olarak farklı özellikler gösterebileceği anlaşılamayabiliyor. O yüzden bazen geçmişin mutlaklaştırılmasından bazen de bugünün kutsanmasından kaçınmak mümkün olamıyor. Tarih yazarı bu durumda son derece öznel bir pozisyona düşebilir. Kendi dünya görüşüne göre istediği geçmiş süreçleri tarihsel ve gelip geçmiş, istediklerini de kalıcı görebilir; kavram kargaşası da yaşanabilir bu durumda, gereksiz ve yanlış genellemeler de yapılabilir. Örneğin İngiltere Kralı 8. Henry’nin görünürde, İspanyol kraliçeden boşanıp aşık olduğu kadınla evlenmesine izin vermiyor diye papayla bozuşması ve İngiltere’de Protestanlık mezhebini geliştirmek için papayla bağlarını koparması o dönem İngiltere’sinde kapitalizmin gelişmesi için hangi fikirlere ihtiyaç duyulduğu göz önünde bulundurulmazsa kralın son derece kişisel bir işiymiş gibi görünür. Halbuki protestanlık, kapitalizmin ilk birikiminin önünü tıkayan bütün fikri engelleri ortadan kaldırarak ona meşru kanallar açacak yegane fikri sistemdi. Tarihi bu öykünün fantezi tarafıyla yazanlar da vardır kuşkusuz; gerçeğin bir kısmını gerçeğin ta kendisiymiş gibi gösterme becerisindeki yazarlarla doludur dünya. Ama böyle bir yöntem olan biteni açıklayamaz; Berktay’ın hiç kullanmadığı bir sözcükle diylektik de olmaz.

Şimdi bakalım: Halil Berktay Sol ve Demokrasi üst başlıklı yazılarında Marksizmin demokrasi anlayışını eleştiriyor. Diyor ki özetle:

Marx ve Egels kendi zamanlarının demokrasisini hemen sadece kusur ve güdüklükleri üzerinden okudular. Yansıttığı kuvvet dengelerini ebedi saydılar. Ona eşlik eden siyasi kültürün özerkliği ve özerk gelişme olanakları üzerinde pek kafa yormadılar. Demokrasinin içinin çok farklı sosyal ilişkiler ve daha ileri bir kültürle doldurulması olasılığını kaale almadılar. Son tahlilde demokrasiyi hor gördüler., Burjuva demokrasisi=burjuvazinin diktatörlüğü dendiği anda, demokrasiyi doyasıya savumak çok zorlaştı komünistler için… Faşizme Karşı Birleşik Cephe stratejisi ancak 1935’te Komintern’in Yedinci Kongresi’nde -Mussolini başbakan olduktan 13 yıl sonra- kabul edildi…Bu faciada demokrasiyi küçümsemenin payı ölçülemez. Bazı solcuların liberalizme duyduğu nefretin… liberalizmin gerçek tarihsel kötülük ve başarısızlıkları yer alıyor. Nelerdir bunlar hatırlayalım: Birincisi ekonomik alanda liberalizm özellikle Laissez- Faire’ci 19. yüzyıl varyantıyla ilk sanayileşmenin doğurduğu insan acılarını hemen hiç umursamadı…İkincisi 19. yüzyılda şekillenen mutlak Laissez-Faire’ci ideolojisi ve zihniyet yapılarının uzantısında kapitalizm 1929-30’da Büyük Bunalım gelip çattığında uzun süre aynı umursamazlığı gösterdi…

Marx ve Engels, dönemlerindeki demokrasiyi pek çok kez masaya yatırmışlardı kuşkusuz. Fransız Devrimi ve Komün’le ilgili kitapları, Köln’de Komünistlerin Yargılanması ile ilgili İfşaat, Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi bu burjuva demokrasisinin “kusurları”nın sergilenmesi ve alternatif demokrasinin tartışılmasını içerir. Bu kitaplar yazıldığında 1789 Fransız Devrimi’nin üzerinden yarım yüzyıldan fazla zaman geçmiştir. Dolayısıyla 1789 ile siyaset sahnesine çıkan yeni sınıfın demokrasisini enine boyuna anlamak, bu demokrasinin sorunlarını ve sınırlarını “okuyabilmek” için o dönem oldukça yeterli bir süredir bu. İnsan Hakları Bildirgesi’ne alt sınıfları dahil etmeyen, eski ayrıcalıkları eleştirmesine karşın mülk sahibi olma esasına göre yeni ayrıcalıklar getiren, kadınları dışlayan bir demokrasidir bu. Kaldı ki Berktay’ın dediği gibi, “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” gibi şatafatlı bir şiarı olan yeni sınıf, sermayenin ilk birikimini gerçekleştirirken insan acılarına umursamaz davranmak bir yana bizzat bu acılara yol açacak politik kararları almıştı. Kapitalist sistemin tarih sahnesine çıkışı hem doğrudan iktisadi hem de iktisadi olamayan yollarla uygulanan zorbalıkla olmuştur.

Ve elbette Berktay’ın şikayet ettiği gibi Marx, iktisadi alt yapı ile siyasi üst yapı arasındaki ilişkiden söz ediyor ve burjuva demokrasisiyle kapitalist üretim ilişkileri arasında bir bağ kuruyordu. Alt sınıflar pahasına inşa edilen, bu sınıfları çoluk- çocuk, kadın- erkek yerlerinden yurtlarından eden, onları emeklerinden başka satabilecek hiçbir şeyleri kalmamacasına topraklarından söküp atan, bunu yaparken de hiçbir sosyal düzenlemeyi akıl etmeyen burjuvazinin demokrasisi de hukuğu da bu sosyal ilişkilerin o dönemdeki statükosunu gözetecekti. Bundan doğal ne olabilir? Ama üst yapının alt yapıdan “birebir yansıma”yla doğduğu fikri Marx’a ait değildir. Ve siyaset biliminde “kuvvet dengeleri”nin kendi tarihsellikleri içinde analiz edilmesi gibi bir gelenek oluşmuşsa kuşkusuz bunda en büyük pay Marx’a aittir. Siyasetin iktisada özerkliği ile ilgili Althusser’in başlattığı post yapısalcıların sürdürdüğü daha “modern” bir analiz yönteminin tarihsel olguları mutlaklaştırmaktan kaçınmak ne kelime, olguları hiç kaale almayarak “dengeleri” de “kuvvetleri”de kendi kafalarında yeniden yapılandırdıklarını biliyoruz. Ne yazık ki günümüzde pek çok tarihçi bu analiz yönteminin etkisi altında. Böyle olunca, ilk birikim dönemindeki kapitalist acımasızlığın zaman içinde ehlileşmesinin nedenlerini sınıfların değil kavramların çatışmasında mümkün olduğunu sanmak işten bile olmayacaktır.

Marx’ın döneminde, liberal demokrasinin, bu demokrasinin patentine sahip sınıfın en büyük vaadi olan eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin gerçekleştirilebileceği bir platform olmadığı “somut durumun somut tahlili”nden çok kısa bir sürede anlaşılmıştı. Kendi döneminde bulunduğu yerle “geçmiş arasında diyalog” kurarken Marx, örneğin Komünist Manifesto’da olduğu gibi eski sistemi yıkan güçlerin tarihsel öneminin hakkını coşkuyla verir; ancak onun tarih anlayışı geçmişle diyalog kurmakla sınırlı olmadığından ve bugünkü ilişkilerin gelecekte alacakları biçimi öngörmeyi de içerdiğinden kendi mezar kazıcılarını bağrında taşıyan bu sistemin onu öldürecek çelişkisini de görmüştür. Bu durumda liberal demokrasinin kusurlarını bu sistemi iyileştirmek, düzeltmek amacıyla eleştirmediği için Marx’ı eleştirmek çok akla uygun gelmemeli. Ama Berktay, tarihin şimdi yeni sınıfların mücadelesi ile yazıldığını ve kapitalizmin tarihselliğini, bu sistemin büyük bir hızla geliştiği zamanlarında söyleyen bir kuramcıyı liberal demokrasiyi ihya etmediği için eleştirir. Yazar demokrasiyi sınıflar üstü bir kategori olarak gördüğü için onun kendisini zaman içinde yenileyip geliştirebilme becerisini sınıflardan azade bir içkinlik olarak görür. Burada parantez içinde şunu söyleyebiliriz: Aslında Berktay’ın sorunu, daha ilerde değineceğimiz gibi, demokrasiyi şu veya bu partinin işi olarak görmemek gerekir diyorsa da, AKP’nin demokratlığının destek olunması, teşvik edilmesi veya “küçümsenmemesi” gereken bir şey olduğunu düşünmesi ve solcuların AKP’nin demokrasisini geliştirmekle yükümlü olduklarına inanmalarını istemesidir.

Devam edersek; demokrasi “kuvvet dengeleri”ne göre her gün kurulmak zorundadır. İktidarda olan sınıflarla olmayan sınıflar arasında demokrasinin sınırlarının nereye kadar genişletilebileceğine ilişkin sonsuz bir mücadele vardır. Kimi zaman bu emekçi sınıfların kontrol edebileceği bir mücadeledir kimi zaman da değil. Dünyanın hiçbir yerinde emekçiler ve emek politikalarının sürdürücüsü solcular bu demokrasiyi küçümsememişlerdir. Ama niye demokrasi için mücadele eden emekçi sınıfların, bu mücadelenin sınırlarının aşılması demek olan iktidardaki sınıf olarak örgütlenmeyi hedeflemesi bu demokratik mücadelenin dışında görülebilsin ki. Emekçilerin sonsuza kadar kapitalizmin kötülüklerini ehlileştirmekle uğraşmalarını, ama bu mücadele esnasında veya sonucunda sınıf olarak iktidarda örgütlenme noktasına gelmişlerse buna sırt çevirmelerini beklemek haksızlık olmayacak mıdır? İktidardaki sınıflar oluşturdukları mekanizmalar aracılığıyla zaten bu kritik noktayı sonsuza kadar ertelemek için çalışırlar.

Marx; Berktay’ın önerdiği gibi asla yapmamıştır, alt sınıfların 1848’deki 1871’deki mücadelelerinde ortaya çıkan ve burjuvazinin politik hedeflerinden ayrışmak anlamına gelen bağımsız sınıf tutumunun varabileceği nihai noktayı görmüştür. Başlıbaşına ve ayrı bir devlet teorisi geliştirmemekle birlikte Marx, devletin sınıfsal karakterini ve toplumsal sistemlerle ilişkilerini, toplumsal sistemlerin tarihsel değişimine bağlı olarak sınıf devletlerinin devletsizliğe doğru gidişini Manifesto ve Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisinde ortaya koymuş, devletin temel karakterini de Fransa’da Sınıf savaşları ve Komün Değerlendirmelerinde ele almıştır. Ve Proleter demokrasi kuramı da devletin sınıfsal bir öz taşıdığı gerçeğinin anlaşılmasına dayanır, solcuların demokrasiyi küçümsemesine değil.

Demokrasinin bizzat kapitalizmin iki ana sınıftan oluşmasının ve bu iki sınıfın mücadelelerinin ürünü olduğunu, sınıfların dönemsel mevzilenmelerinin izlerini taşıdığını; bu yüzden aynı anda hiçbir ülkedeki demokrasinin birbirine tıpatıp benzeyemeyeceği gibi, bugünkü demokrasiyle dünkü arasında da farklar olacağını unutur; bu farklılıkların nedeninin işçi sınıfı mücadelesi olduğunu da.

Berktay kapitalizmin doğum lekelerinin anılarının solcuları liberalizmden uzaklaştırdığını yazar. Bu doğum lekelerini kabul eder yazar ama mutlaklaştırılmaması gerektiğini düşünür. Ki ondan sonra uzun bir tarih yaşanmıştır ve o ilk doğum anındaki kötülükler gibisi, yani sosyal sorunlara, insan acılarına karşı böylesi bir vurdumduymazlık görülmemiştir. (Berktay’ın 1929 krizi döneminde de liberalizmin kusurlu olduğunu hatırlattığını hatırlayalım.) -Görülmemiş midir sahiden?- Keynesçi politikaların uygulanmaya başlamasıyla liberal dönemin kötülüklerinin önemli ölçüde giderildiğini düşünenlerin çoğu bu değişimin kendiliğinden veya teknolojik gelişmeye bağlı olan liberal bir olgunlaşmayla gerçekleştiğini sanır. Daha önce akıl edilmeyenleri akıl eden Keynes gibi birinin ortaya çıkası gerekmiştir bunun için. Ama Keynes’in fikirlerinin, onun önerdiği sosyal politikaların uygulanabilir olmasını sağlayan sosyal ilişkilerin sınıfsal doğası çoğu kez bile bile ihmal edilir. 20 yüzyıl’a gelindiğinde Avrupa’da devrimler, kapitalizmin kötülüklerinden bezmiş olan alt sınıfların grevleri, isyanları, uzun süren Chartist ayaklanmalar, çatışmalar yaşanmış; yüzyıl Rusya’daki, Türkiye’deki ve İran’daki devrimlerle açılmıştır. Kapitalizmin sosyal ilişkilerinin eleştirisi ve sorgulanması anlamına gelen bu ayaklanmalar Keynes’e gelinceye kadar zaten sosyal politikalarla ilgili bir fikri olgunlaştırmıştı. Kapitalizm koşullarında demokrasiden söz etmeyi olanaklı kılacak 20. yüzyıl deneyimlerini de bir önceki yüzyılın bu mücadeleleri hazırlamıştır kuşkusuz. Ama asıl neden 1905 Rus Devrimi ile başlayan yeni yüzyılda açıkça işçi-emekçi karakterli devrimlerin birbiri ardı sıra sökün etmesi olmuştur.

Liberal demokrasi Berktay’ın solculara sık sık kendisinden öğrenmeyi salık verdiği John Stuart Mill’in öğretilerinin katıksız olarak hayata geçirilişinin ürünü değildir tek başına. Ya da başka bir deyişle Mill’in Özgürlük Üzerine yazdıklarını birebir hayata geçirdiğimizde ulaşacağımız, vaat edilmiş saf demokrasi durumu olarak da görülemez. Onun bireyi; haklarını ve özgürlüklerini kutsadığı kısmen ütopik demokrasi, görüşlerini temsil ettiği sınıfın yani burjuvazinin düşlerindeki demokrasiye tekabül edebilir; ama içinde yaşadığımız toplum hiçbir kitlesel aidiyeti olmayan, birbiriyle eşit bireylerden oluşmuyor. Nitekim Mill’in görüşlerine en yakın demokrasinin hayata geçtiği tarihsel süreç Batı Avrupa’daki sosyal refah toplumlarında bile bireysel özgürlüklerin varlığının güvencesi sınıfsal “kuvvet dengeleri”yle ilişkiliydi. Eğer 1917’de Sovyet Devrimi gerçekleşmemiş olsaydı, Avrupa ülkelerinde modern işçi sınıfının örgütlü mücadelesi olmasaydı, Avrupa’nın hemen doğusundan uzak Asya’ya kadar uzanan topraklarda demokratik iktidarlar kurulmasaydı, Stalingrad yaşanmasaydı, ulusal kurtuluş mücadeleleri, Berktay’ın takıntı olarak nitelendirdiği emperyalizme karşı mücadeleler ve Latin Amerika devrimi olmasaydı refah toplumlarında burjuvaziye bir hayli pahalıya mal olan bireysel hak ve özgürlükler gerçekleşebilir miydi?

Berktay ise şöyle bir soru soruyor “…Bu olağanüstü birikimi bilmeden tanımadan liberalizme dudak bükmek, kişinin kendi düşünce sığlığından başka neye tanıklık eder? Bu bilgiye artık vahiy ve otorite yoluyla değil, mantık, deney, ve deneyim yoluyla ulaşma ilkesi ve yöntemi olmaksızın; bu eleştirel akıl, bu hürriyetçilik, bu hukuk ve adalet anlayışı olmaksızın; bu birey özgürlüğü ve dokunulmazlığı vurgusu olmaksızın, çağdaş demokrasi olabilir miydi?”

Bir bilim adamının insanlığın, tarihi ve sosyal ilişkileri analiz etmek için mantık deney ve deneyime öncelik tanıyan pozitivizmden daha esaslı ve işe yarar yöntemler bulunduğunu hatırlamayacak kadar “düşünce sığlığı” içinde bulunması düşündürücü kuşkusuz. Ama sorun bu değil; bu düşünce sığlığının insanda demokrasinin, demokrasi hakkında yazılmış baş yapıtlara bakılarak inşa edilebileceği kanısı uyandırması. Aynı tondan sormak gerekirse sendikalarında, partilerinde örgütlenerek bütün sınıf kardeşleri için haklar ve özgürlükler talep eden, kitlesel sosyal güvenlik sistemini hayata geçiren örgütlü bir emekçi sınıfı olmasaydı çağdaş demokrasi olabilir miydi… Halil Berktay’ın, despotluğunun kaynağı olarak Marx’ı gördüğü ve hiç haz etmediği Stalin olmasaydı “birey özgürlüğü ve dokunulmazlığı” gibi soyut bir Mill ilkesinin bir dönem şu veya bu düzeyde hayata geçtiği görülebilir miydi? “Sovyetler Birliği’nin 1930’lardan 1960’lara kadar kazandığı başarıların maliyeti”ni soran Berktay’ın, bu ülkenin Batı Avrupa demokrasisine sağladığı nimetleri hesaba katmıyor oluşu manidardır; Evet Sovyetler ve Stalin pahalıya mal olmuştur bu ülkenin sınırları dışında bulunan ülkelerde ama o ülkelerin halkları için değil; yönetenleri için. Mill’in ilkelerinin herkes için işe yarar dönüşümünü sağladığı için Stalin’e Mill’in kendisinden ve Voltaire’den daha fazla teşekkür etmesi gerekir! Avrupa’nın örgütlü işçi sınıfı ve sosyalizmin gölgesidir burjuvazinin ufkunu genişletip demokratik sınırlarını zorlayan. Bu güç olmasaydı, alt sınıfların kontrol mekanizmaları kurulmasaydı Mill’in bireysel özgürlükleri belki de sadece küçük bir azınlığın özgürlüğünün unsurları olacaktı. Onu bu darlıktan çıkaran; tek tek bireyleri ilgilendirdiği haliyle gerçekleşmesi olanaksız kişi özgürlük ve haklarını kolektif bir kimlik sahibi olarak ve de ancak bu koşulla mümkün kılan da bu güç olmuştur.

Ve tabii, dünya emekçileri için de tarihseldir bu dönem. Refah toplumu döneminde çok önemli demokratik kazanımlar elde edilmiştir Avrupa emekçileri tarafından. Ama bu dönem sona ermiştir artık. Sosyalist ülkelerin yıkıldığı, işçi örgütlerinin dağıldığı ve dolayısıyla sosyal devlet düzeninin çatırdamaya başladığı son birkaç on yıldır o hakikaten çok değerli kişi hak ve özgürlüklerinin de birer birer iptal edilişine tanık oluyoruz. Sosyal devlet koşullarının zirvede olduğu dönemlerde yaşayanlar kapitalizmin ilk yıllarında yaşanan acıların bir daha asla yaşanmayacak olduğunu düşünebilirler ve o dönemin bir sapma olduğunu söyleyebilirlerdi. Her dönem kendi bilincini yaratır; bugün ise bunun olanaksız olduğunu söylemek çok zor. Sınıflar mücadelesiyle biçimlenmeyen, kendinden menkul bir demokrasi olmayacağı için geçmişin barbarlığının dirilip dirilmeyeceği de bu mücadelenin seyrine ve düzeyine kalmıştır.

Kaldı ki ne kapitalizm hiçbir döneminde ne de özel olarak sosyal devlet koşullarında mutlak demokratik bir ortam sağlayamamıştır. Demokrasinin sınırlarına pek çok anti demokratik yöntem dahil olabilmiştir. Demokratik yollardan Nazizmin yükselişi, askeri darbeler, Franco’nun birkaç on yıllık iktidarı, Komünist partilerin baskı altında tutulması mevcut demokrasinin içinde gerçekleşebilmiştir. Böyle bir demokrasi kitleleri faşizmin yıkımlarından koruyacak önlemleri alamamıştır. Çünkü faşizm de burjuva demokrasisi de esasen aynı sınıfın iktidarı altında gelişir. Burjuva demokrasisi, üst sınıf iktidarının korunduğu, alt sınıfların katılım ve temsil olanaklarının sınırlarının, üst sınıfların hakimiyeti baki kalmak üzere her gün yeniden rızayla çizildiği bir yönetme biçimidir; faşizm ise üst sınıfların mutlak hakimiyeti.

 

***

Halil Berktay’ın sıklıkla hatırlattığı ve demokrasinin temel ilkeleri arasında saydığı Voltaire’in “sizin fikirlerinize katılmıyorum ama söylemeniz için canımı veririm” sözünün söylendiği burjuva demokrasisi ortamı, Hobbes’un otoriter fikirlerinin doğuşuna, Carl Schmidt’in faşizan siyaset anlayışının iktidara gelebilmesine rahatlıkla olanak vermiştir. Berktay gibi siyasi değil de ahlaki bir demokrasi tanımını benimseyecek olursak Voltaire’in, Schmidt ve Franco’nun katılmadığı fikirlerini dile getirmeleri için can vermeyi kabul etmesi gerekir; burjuva demokrasisi böyle tuhaf sonuçlar çıkarmaya müsaittir.

Hitler’in, Franco’nun çıkışının liberal demokratik düzenle hiçbir alakasının bulunmadığını düşünmeyi tercih edenler olacaktır. Immanuel Wallerstein’ı andırır biçimde şimdi dünyada üç ana fikri akım olduğunu (sosyalizm, liberalizm ve nasyonalizm -Wallerstein nasyonalizm yerine muhafazakarlığı sayar-) yazan Berktay da kızacaktır buna. (Wallerstein sosyalist ülkeler ile birlikte liberalizmin de çöktüğünü erkenden fark edebilecek kadar uzgörülüdür Berktay’la kıyaslayınca.) Ancak despotizmin kaynakları bizzat Mill’in teorisinde bulunabilir. Demokrasinin düşmanlarına, toplumun genel fikirleriyle uyuşmayan eğilimlere nasıl bir muamele uygulanacağını faşizan bir biçimde kuramlaştıran Schmitt’in sadece Hobbes’ten esinlendiği söylenemez Mill’de de bu kuramın kaynakları vardır. Her ikisi de kuramlarını kapitalizmin sürekliliği, iktidardaki sınıfın mutlaklığı önvarsayımına göre kurmuşlardır.

Burjuva demokrasisi eğer onu koruyacak “kuvvet dengeleri” uygun değilse rahatlıkla faşizme dönüşebilir. Diyalektik bir tarih yazımı liberal demokrasi ile faşizm arasındaki, bu kolay dönüşme olanağını sağlayan sınıf iktidarı gibi temel bağıntıları görmekten sakınmayacaktır. Ama Berktay bu ikisi arasına geçirimsiz duvarlar, mutlak sınırlar koyar. Liberal demokrasinin “kusurları”ndan yola çıkıp “erken” bir öngörüde bulunarak bu demokrasiden farklı bir sınıf demokrasisinin olanaklarını tartışan Marx’ın kuramının proletarya demokrasisine değil de proletarya diktatörlüğüne yol açtığını iddia edenlerin daha entelektüel bir faaliyet olacağı için, liberal demokrasisi ile “nasyonalizmin” (faşizmin diyelim) ortak kaynakları üzerine kafa yorması hayırlı olacaktır aslında. Ama hayır Berktay’ın işi bu değildir; sol cenahın tarihteki kusurlarını bulmak ve bunları güncel günahlarına sebep göstererek mutlaklaştırmakla meşguldür.

Tarihsel olayları kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Bu anlayıştan yoksun olunca politikanın her şeyi dolaysızca belirlediği çok özel koşulları anlamaya çalışırken olayların düzenlenişindeki politik ilkeyi kasıtlı olarak bir kenara atmış olur ve gülünç duruma düşersiniz. 2. Dünya savaşının öncesinde, emperyalist devletler arasındaki çelişkilerin çok keskinleştiği ufuktaki savaşın da bunun ürünü olacağı açıkça görülürken Stalin’in Hitler ile saldırmazlık paktı imzalamasını onaylamayanlar olmuştur. Açıkça Sovyetler Birliği ile emperyalistler arasındaki gerilimin, henüz bir savaşa dönüşmemişken, hepsi SSCB’ye düşman emperyalistlerin kendi aralarındaki paylaşım çatışması olarak –tarihsel koşulların teyid ettiği bir şeyi– açıkça teyid edilmesini politik bir başarı olarak tanımlamaktan kaçınanlar Hitler ordularıyla kanının son damlasına kadar savaşan Sovyet halkının Stalingrad zaferini de anlamazlar; saldırmazlık paktıyla Stalingrad arasındaki tarihsel ilişkiyi doğru yorumlamazlar. Benzer durum Berktay’ın girişte aldığımız alıntısındaki, Dimitrov’un Faşizme Karşı Birleşik Cephe önerisinin hayata geçirilmesindeki “gecikme” tespiti için de geçerlidir. Berktay “gecikmeyi”, komünistlerin burjuva demokrasisi ile faşizmi özdeşleştirmesine bağlar. Burjuva demokrasisi gibi faşizmi de küçümsedikleri için komünistler geniş bir ittifak cephesi oluşturamamışlardır yazara göre. 1935’in Mussolini’nin iktidara gelişinin 13. yılı olduğunu söyler Berktay ama Hitler’in, iktidarının henüz başında olduğunu yazmayı ihmal eder. Mussolini’nin iktidara geldiği koşullar ile Hitler’in koşulları arasındaki farkı görmezlikten gelir. Alman sermayesinin Nazizm biçiminde tezahür eden yayılmacı politikaları ve artık Avrupa’yı ilhak etmek için beklenen düzeye gelmiş militarist gücü ile Mussolini’nin Hitler olamayışını sağlayan koşulları arasındaki farkı yok sayar. Üstelik yok saydığı şeyler arasında, daha Hitler iktidara gelmeden Almanya’da ve faşist-NAZİ hareketin etkilediği diğer ülkelerde, Hitler’in iktidarı sonrasıysa tüm Avrupa’da komünistlerin faşizme karşı mücadele çağrılarının sessizlik duvarına çarpıp geri dönmesi ve burjuva partilerin, özellikle sosyal-demokrasinin, faşizmin yükselişini besleyen, onunla uzlaşma tutumu almaları da vardır. “Gecikme”, aslında, komünistlerin değil, burjuvazinin demokratlığı –hem faşizmin baskısıyla eğilip bükülmesi, hem de onu bir burjuva kurtuluş yolu bilip düzenin bekası için uzlaşmaya yönelmesi nedeniyle– iyice güdükleşmiş parti ve hareketlerinindir. Faşizmi palazlandırmakla meşgullerken, komünistlerden gelecek önerilere değil, ama onlara karşı mücadeleye yatkındılar. Ama Berktay önyargı düzeyine kendi öncellerinin çoktan yükselttiği “komünistlerin hataları”nı dayanak edinip gerçekler ve gerçek nedenlerle ilgilenmemeyi benimser. O zaman tarihi, olgular arasındaki nedensellik ilişkilerini kopararak istediği gibi yazması mümkün olur. Herhangi bir durum karşısındaki politik tutumdan şikayet etmek, mızmızlanmak ve de nedensellik ilişkisini kendi yargılarına uydurmak kolaylaşır. Berktay’ın yöntemi tutarsız değildir; o, tarihi, bugünkü politik görüşlerine uygun olarak yeniden tasnif ettiği için, politik görüşlerinin kendi içindeki tutarlılığını tarih yazımına da taşır. Tarihsel olgular, artık onları yazanın niyetlerine göre şekil almıştır. O zaman da, yazar, bugünden tarihi yazmaz sadece, tarihten bakarak bugünü yazar.

Bugün olan nedir peki?

Bugün Berktay sayesinde şöyle bir soru sorabilir miyiz: “Sol eğer kendi tarihsel kusurlarından arınırsa, sefasını süreceğimiz bir liberal demokratik eşikte mi duruyoruz?”

“Solun tarihsel kusurları” tersten yüceltisi bir yana yine de öyle görünmüyor.

Çünkü liberal kaosu ehlileştirecek, onun denetimsiz güçlerini kontrol altında tutacak sosyal güçler bugün oldukça zayıfladı. Solun kendisini disipline etmesini sağlayacak olan şey, ortaya çıkan boşlukta fütursuzca edilen liberal lafazanlıklar değil de sosyal hareketin ta kendisiyse eğer, Berktay’ın biraz beklemesi gerekecek. Çünkü bu konuda denklem; önce solcular adam olsa, küçümsemeseler de, demokrasi gelse diye tersten kurulamaz. Sosyal hareketin; o, liberallerin de ufkunu açan ve arındıran, saçma sapan denklemler kurmaktan alıkoyabilecek bir sosyal hareketin, daha doğrusu bir sınıf hareketinin güçlenmesi için dua etmesi daha elzemdir. Bu durumda, memleketteki bir avuç solcuya çok yüklenmemiş olur.

Berktay, bu sınıf hareketini hiç kaale almadığı gibi, demokratik düzenleyici olarak piyasayı koyuyor. Fakat piyasa ilişkilerinin denetlenmediği –yanlış anlaşılmasın, Berktay’ın sanabileceği gibi devlet denetimi değil–, yani piyasada karşı karşıya gelen sınıfların ilişkilerini belirli bir denge içinde düzenleyen mekanizmaların kurulmadığı zamanlarda, o “görünmez el”in bir demokrasi inşa ettiği hiç görülmemiştir.

YAŞASIN PİYASA!

Halil Berktay’ın kendi tercihlerine bağlı olarak geçmiş süreçlerin kimilerini tarihsel, kimilerini de kalıcı kategorilere tasnif etme çabası, liberalizm ve demokrasi konusuyla sınırlı değil. O Marksizmi veya genel olarak “sol”u eleştirirken sık sık bu klasörleri kullanmak zorunda kalıyor. Olguları böyle sınıflandırma ihtiyacını neden hissediyor?

Esasen içinde bulunduğumuz dönemin yeni sosyal ilişkiler doğurduğunu, “sol”un bu dönemi anlayamadığını ve kendisini yenileyemediğini düşünüyor belli ki. O yüzden geçmişte izlenen çizgi ve politikalarla kendince tarihsel bir hesaplaşmaya girişiyor. Bu kapsamda emperyalizm, milliyetçilik, demokrasi ve daha birçok konuyla ilgili “solcu” tutumu eleştiriyor. Kısacası, “sol”un bütün geçmişinin olmuş bitmiş, tekerrür etmemesi gereken bir geçmiş olduğunu “sol”a hatırlatmak gibi bir iş edinmiş. Bütün bu miyadı dolmuş “solculuk”un yenilenmesi ise, Halil Berktay için, liberalizmin değerlerinin içselleştirilmesi, emperyalizme karşı milliyetçi içerikte olduğunu düşündüğü karşı çıkışın gözden geçirilmesi, pazarın özgürleştirici gücünün kabul edilmesi; küreselleşme sürecinde devletin sosyal yüklerinin üstünden alınmasına itiraz etmemek anlamına gelmek üzere, “sol”un kadim devletçiliğinden kurtulması! Bunlara başkaları da eklenebilir. Ama kısaca “sol”a balans ayarı çekmek niyetindeki bütün benzerleri gibi, Berktay da, “sol”un neoliberal politikalara kuyrukçuluk edebilecek bir değişime girmesini öngörüyor ilk tahlilde.

Yazarın yaptığı genellemeler, ifrata kaçtığı için, “bu kadar da olmaz” dedirtiyor: “Sol hep devletçi, hep anti-liberal kaldı. Daha doğrusu özel sektör ile özdeşleşmiş bir kapitalizm korkusundan başlayarak derinleşen bir anti liberalizme sürüklenip, her fırsatta devletin kanadı altına girmeye uğraştı. Peki ama devlet kapitalizmi hatta tekelci devlet kapitalizmi neden her koşulda özel kapitalizmden daha iyi daha ileri olsun?.. Faraza KİT’lerin –devlet tekel ve yarı tekellerinin– güçlendirilmesi sonuçta ‘burjuva devletinin’ güçlendirilmesi anlamına gelmiyor mu(ydu)? …Patriyarkal vesayet ve himaye ideolojisi yüzünden habire ‘sınıfsallık’tan söz eden sol, en azından ekonomik alanda bir türlü Türkiye devletini sınıflar üstü görmekten kurtulamadı…

“Hep devletçi bir sol” saptaması ne demektir şimdi? Kimden bahsediyor Halil Berktay ya da ne kastediyor? Kendisini devlete muhalif olarak tanımlayan, bu devleti yıkarak yerine daha adil, daha demokratik bir devlet kurmak isteğini söz ve eylemle beyan eden ve bunun için büyük bedeller ödeyen sayısız solcu ve sol örgüt geldi geçti, geçiyor bu topraklardan. Ama “sol” kategorisine, devletle öyle radikal bir sorunu olmayan sosyal demokratlardan liberal solculara kadar pek çok kesim dahil edilebildiğine göre, Berktay’ın böyle bir genellemeden kaçınması gerekir normal olarak. Ama hayır, geçmiş TKP’den bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün solcular, Berktay’a göre, zımnen devletçi! Devleti savunuyorlar! Bu kadar tuhaf ve yanlış bir saptama yapmak için insanın aklını kaçırması ya da bu ülkede yaşamamış olması gerekiyor. Veya geçmişte ait olduğu, bugün öfke ve nefretle yad ettiği “sol” fraksiyon içinde edinmiş olduğu deneyimlerin etkisini bir kabus gibi üzerinde taşıyor olması. Bunda haklıdır, kimse itiraz edemez, ama dibinde olduğu kuyunun ağzından gördüğü gökyüzünü bütün dünya sanan kurbağa gibi davranmak da neyin nesi ve ne kadar bilimsel?!

Berktay “sol”u devletçilikle yaftaladığı argümanını şöyle kuruyor: “solcular” ona göre, emperyalizm takıntıları yüzünden milliyetçi kalkışmaları ve bunlardan doğan devletleri desteklediler. Emperyalizm eşittir liberalizmdi, pazar ekonomisiydi, “solcular”a göre. Dolayısıyla, devlet mülkiyetini, emperyalizmin ve piyasa ekonomisinin alternatifi olarak görüyorlardı. İkincisi, bugün özelleştirmelere karşı çıkarak, KİT’lerde simgelenen devlet mülkiyetini savunuyorlar. Bunun günahı da Sovyetler’e ait. Çünkü bu aklı oradan aldılar. Halil Berktay’ın devlet savunucusu olarak gördüğü “solcular”, öyleyse sosyal demokratlar değiller; ama Türkiye “sol”unun devletçiliğini kanıtlamaya çalışırken, Kadro hareketinden, CHP’den TKP’den örnekler veriyor. Sapla samanın hepsinin aynı çuvalda bulunması tarihçi için sorun değil.

Doğrudur, sömürge ülkelerdeki halk hareketlerini, dünyanın geri kalan bölgelerindeki halklar desteklediler. Sömürgelikten kurtulan halkları diğerleri örnek aldı. Kuşkusuz bu hareketlerin ideolojik esinlenmelerini, bütün ulusal birlik ve kurtuluş hareketleri gibi, milliyetçilik oluşturuyordu. Milliyetçilik, emperyalizme karşı ülke halkının ihtiyaç duyduğu birliği sağlayan, öz savunma duygusunu güçlendiren ve bu halkların kimliklerini iğdiş eden sömürücü ülkelere karşı yeni bir kimlik inşasını kolaylaştıran bir kitle kurucu ideolojiydi.

Sömürgelik durumundan kurtularak siyasal bağımsızlıklarını kazanan ülkelerin büyük çoğunluğunda da yeni kapitalist devletler kuruldu elbette. Ve bu ülkeler, ne yazık ki, çok kısa bir süre sonra emperyalist ülkeler tarafından “kalkınma politikaları” dikte edilerek, iktisadi bakımdan yeniden sömürgeleştirildiler. IMF ve Dünya Bankası kredileri, bu yoksul ülkeleri her gün biraz daha borçlandırarak, sisteme entegre etti. Sömürgelikten kurtuluştan bir süre sonra, görünürde siyasi bağımsızlığa sahip pek çok ülkenin emperyalist devletlere bağlandıkları görüldü.

Halil Berktay’ın devletçilikle eleştirdiği “sol”, bu milliyetçi halk ayaklanmalarını, anti emperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerini destekledi. Ama bugün bu yoksul ülkelerin ulus devletlerinin kısıtlayıcı önlemlerinden şikayet eden ABD de, daha Wilson döneminde, eski sömürgeler İngiliz boyunduruğundan kopabilsin ve boş kalan pazarlara kendisi el koyabilsin diye “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı bir prosedür olarak yerleştirmeye çalışıyordu. Berktay’ın bugün hiçbir kötülüğü için eleştirmeyip savunduğu neoliberal politikaların müsebbibi ABD’nin o zamanki politikaları arasında yer alır, bu ülkelerde yerel kapitalist devletçiklerin kurulması. Sömürgelik durumundan kurtulmak için mücadele eden halkları destekleyen “sol” ise, bu mücadeleler sonucunda bu ülkelerde kurulan devletlerden desteğini çekmeyi, Halil Berktay’dan çok daha önce akıl etmiştir, Komintern’in 2. Kongre raporlarına bakmak yeterlidir bunun için. Tabii Halil Berktay’ınkinden daha dürüst nedenlerle kesmiştir bu desteği; mevcut devlet prosedürü küresel sermayenin yayılımına engel oluyor, sosyal politikalar ve korunmacı yasalar burjuvaziye pahalıya mal oluyor diye değil; bu devletler, gitgide onu kuran halkçı temelden uzaklaştıkları, burjuvazinin çıkarlarını savunmaya başladıkları için.

Aynı şey, Türkiye için de geçerlidir. Sovyetler Birliği Türkiye halkının kurtuluş savaşını, hatta kurulan burjuva devleti de uzun süre desteklemiştir. Ama Türkiye devletinin sınıflarüstü olarak görüldüğünü hiçbir uluslararası sosyalist literatürde bulmak mümkün değildir. Ancak…Eski TKP’nin yine Komintern’ce eleştirilen Kemalist-devletçi çizgisiyse kast ettiği, Berktay haklıdır. Veya YÖN-Devrim hareketinin kısacık ömründe devletçi Kemalist yayınlar yapılmıştır. Buradan bir genelleme yapmaktan kaçınsaydı ya da olguları yine tarihsel bağlamları içinde görmekten imtina etmeseydi, Türkiye’de, devletin sınıfsal analizinin yapıldığı sonsuz bir külliyat bulacaktır Berktay aradığında. Yoksa şunu sormak gerekiyor: 12 Eylül, “sol” devleti desteklediği için mi yapıldı? Her adımında dayak yiyen, her eyleminde işkence gören bir ülkenin “solcuları”nın devleti sınıflar üstü görecek bir saflıkta olduğunu iddia etmek için insanın gerçekten saf olması gerekiyor.

Ama Berktay mantıksal çıkarımlarına ve genellemelerine devam ediyor. Özelleştirmelere karşı çıktıklarına göre, “solcular”, devlet mülkiyetini savunuyorlar. Kapitalizmin ilk yılları için yazdığı satırlarda insan acılarına duyarsız bir liberalizmden söz etmiş olmasına karşın, iki tarihsel olgu arasında benzer bir insani bağ kurulabileceğini fark etmiyor. Ya da tercih etmiyor. Özelleştirmeye ve devletin sosyal yönünün törpülenerek küçültülmesine karşı çıkanların tam da liberalizmin ilk dönemindeki acılara benzer acıların yaşanmasını istemedikleri için böyle davrandıklarını anlamıyor; ortaya çıkan tablodan insan acılarını dışladığı siyasal denklemler oluşturmaya devam ediyor. Fakat emekçiler için durumun liberallerin denklemlerindekinden farklı tarifi var. Çünkü özelleştirme, sayısız insanın işsizliği, yoksulluğu ve sahip olduğu hakların kaybı demek. Çünkü özelleştirme, iç pazarların kolaylıkla emperyalist tekellere (emperyalizmin bu “takıntı”sı hiç bitmiyor) peşkeş çekilmesi demek. Çünkü özelleştirme, yeniden sömürgeleştirmeye davetiye çıkarmak demek. Ve sonucunda, özelleştirme, liberal demokrasinin demokrasisizliğinin; insan acılarına kulak tıkayan “vahşi kapitalizmin” hortlayışı demek. Yoksa KİT’leri savunmak, piyasa ekonomisine karşı herhangi devlet mülkiyetini kutsamak anlamına gelmiyor.

Her hak talebinde, grevde, sosyal kalkışmada devletten talepte bulunmak, piyasa ekonomisine karşı devlet müdahaleciliğini kutsamak demek de olmuyor. Bu ikilik Berktay’ın kafasında yalnızca, kitlelerin veya “solcular”ın değil. Emekçiler ödedikleri vergilere, ürettikleri artı-değere tamamen sermaye sahibi sınıf tarafından el konulmasını engellemek ve kendi paylarına düşeni artırmak için devletten talepte bulunmakla devletçi oluyorlarsa, bu, sadece, piyasa ekonomisini her derdin devası gören ve artı değerin tümüne el koymak isteyen sermaye sınıfının canını sıkar, bir de yazarın. Önceki yıl Mortgage kredilerinin geri ödenememesiyle başlayan geçtiğimiz ay önce Lehman Brothers gibi güçlü bir finans kurumunu yere seren ardından bütün dünyada finans piyasalarını sallayan, reel sektörü de vurmaya başlayan krizin derinleşmesini önlemek için sigorta şirketlerine, bankalara aktarılan devlet kredilerinin dünya çapında sağlanan artı-değerle ödendiğini de hatırlatmak gerekir, piyasa savunucularına o zaman. “Üçüncü dünya” ülkelerinde korumacı ticari prosedürleri kontrol etmeyi hala sürdüren ulus devletleri ayak bağı gören “küresel” burjuva sınıf, başı sıkıştığında kendi devletine sığınıp merkez bankalarının kapısına çökmedi mi? Ve bu süreçte, bizzat ABD halkı, bankaların, finans kurumlarının yani Wall Street’in değil, halkın, yani “main-street”in desteklenmesi talebinde bulunmadılar mı? Öyle yaptılar, bu gelişmiş ülkenin halkının ilk tepkisi de, Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülke halkının tepkilerine ne kadar da benziyordu. Kuşkusuz “solcular”ının da; ama liberal olmayan “solcular”ının da.

Liberaller, emekçilerin devletten refah talep etmesini küçümsüyorlar. Ama ekonomiye devlet müdahalesini miyadı dolmuş bularak, piyasanın “görünmez eli”nin düzenleyiciliğini yücelttikten sonra tükürdüğünü yalamak bir sorun olmuyor! Çok pişkin dediğim dedikçiler, krizin, aslında piyasanın zaten devlet müdahalesinden kurtulamadığı için gerçekleştiğini iddia edebiliyorlar; fakat finans kurumlarının kurtarılması için vergilerden ve emperyalist sömürüden birikmiş fonların oluk oluk akıtılması, bunları nedense rahatsız etmiyor!

Merkez bankalarının tekellere para saçması normal de, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik meselelerini, tekellerin havale ettiği gibi sivil toplumda çözmek yerine devletten beklemek yüzsüzlük! Çöken tekellerin devlete el açmasına ve kamu hizmetlerinin bu tekellere ihale edilmesine karşı çıkmak da, solcuların devletçiliği demek oluyor!

Kendi devletlerini kurma gücünden yoksun emekçilerin mevcut devletten talepte bulunmasını aşağılayan bir zihniyet, kendi çifte standardıyla da yüzleşmek ahlakını göstermek zorundadır bu durumda. Ama onca evelemenin gevelemenin altında böyle bir nesnellik kaygısı ya da ahlaki niyet bulunamayacaktır hiçbir zaman.

Halil Berktay, sadece kendisine liberal dedikleri için kof ve cahil insanlar olarak andığı, “kazma” sıfatını yakıştırdığı “solcular”ın bir türlü kendisini onaylamamasına sinirli. Voltaire’in yukarıda andığımız sözünün zerresi “solcular”a gösterdiği muamele sırasında Berktay’ın aklına gelmiyor. Katılmasa da, söylenebilmeleri için canını edebileceğini iddia ettiği fikirler arasında “solcular”ınki yer almıyor nedense!.. Ama belki neoliberal ideologların bu ülkedeki makul insanların tepkisini çeken fikirleri olabilir Berktay’ın uğruna ölebileceği. Ama biraz sabırlı olsa, o “kazma” “solcular”ı susturmasa, biraz durup düşünecek, küçümsediklerinden belki biraz tarih öğrenecek. Kendi devletçi geleneğinden aklında kalanların bütün “sol”un bugününe de ait olduğunu düşünmeyecek.

Devam edelim: Berktay, “solcular”ı, Lenin’in yaşadığı ve yazdığı dönemdeki emperyalizmin varlığına inandıkları için eleştiriyor bir de. Şöyle bakıyorlarmış solcular: “Liberalizm eşittir karşı devrim, liberalizm eşittir dışa açılma, liberalizm eşittir emperyalizme teslimiyet.” Lenin’in yaşadığı ve yazdığı dönemden daha berbat bir emperyalizm döneminde yaşadığımız kesin. “Küreselleşme”nin, Lenin’in tarif ve tahlil ettiği emperyalizmin temel özelliklerini taşıdığı; üstelik bu dönemde sermayenin “küresel” dolaşımını kolaylaştıracak siyasal önlemlerin dünya halklarına çok yüksek bedellere mal olacak biçimde hızla alınabildiği de bir gerçek. Sermayenin uluslararası dolaşımının önündeki engeller, mevcut siyasal ve sosyal dengeler sarsılarak ve geride büyük insan trajedileri bırakılarak, dünyanın çok büyük bir nüfusu yoksullaştırılıp mağdur edilerek kaldırılıyor. Ama Berktay, modern insan trajedilerinden hiç söz etmiyor bu noktada. Doğu Bloku ülkelerinde gerçekleşen kapitalist dönüşümün yol açtığı trajediler, Sovyetler çözülürken insanların düştükleri durum bu literatürde yer almıyor. Belki de geçmiş acılardan söz etmek ve bunların tarihsel olduğunu söylemek çok kolay olduğundandır! İki on yılı doldurmayan bir tarih içinde olup bitenler henüz tarih sayılmadığından, yazar, uzak geçmişin anılarından gözlerini alıp yakınlara bakamıyor ya da hâlâ Minerva’nın baykuşunun öteceği alacakaranlığı bekliyor olabilir! Ama kapitalizmin vahşi dönemindeki insan acılarının gelip geçmiş, tarihsel olduğunu söylediğinde, “küreselleşme”nin dünyanın dört bir yanında 1 dolara geçinmek zorunda bıraktığı yoksullar kitlesinin ne anlama geldiği ve yazarın bunu görmeyecek şekilde nasıl bir fildişi kulesinde yaşadığı sorulmak istenecektir kendisinden.

Lenin emperyalizmin özünün siyasal gericilik olduğunu yazmıştı; “küreselleşme”nin siyasal yönelimi söz konusu olduğunda Berktay haklıdır, “solcular” “takıntılı”dır bu konuya: “liberalizm eşittir karşı devrim, liberalizm eşittir dışa açılma, liberalizm eşittir emperyalizme teslimiyet…” Ama eksik yazmış yazar, “takıntılar”ımızı uzatmak mümkün: “liberalizm eşittir demokrasi karşıtlığı, liberalizm eşittir emekçi düşmanlığı, liberalizm eşittir açlık ve yoksulluk, liberalizm eşittir gözyaşı…”

 

EHVENİŞER VE AKP

Bu noktadan sonra, Halil Berktay’ın bunca tarihsel analiz ve “sol” eleştirisi yaparak çıkarsadığı görüşleriyle bir politik adres göstermesi gerekli. Öyle ya, politik tarihle uğraşıyor ve bunu yaparken, geçmişle bugün arasında diyalog kurmaya çalışıyor. Berktay’ın geçmişi, bugünün İşçi Partisi’nin doğduğu Aydınlık geleneğiydi. Bir zamanlar Doğu Perinçek’in kurmaylarındandı. Bugün ise, AKP ile aynı politik platformda bulunuyor. AKP’nin dinsel görüşleri, siyasal İslam yelpazesinde bulunduğu konum elbette onu ilgilendiriyor, ama asıl olarak AKP’nin temsil ettiği neoliberal politikalarla ilgileniyor ve savunduğu görüşlerle AKP’ninkiler arasında uyum görüyor. AKP hakkında muhtemelen çok “derin” görüşleri var ve bu parti, incelendikçe incelenilesi bir derin felsefi konu onun için. Ama mümkünse neoliberal gibi amiyane bir isim takılmasın bu politikalara; bu kadar derin bir konu neoliberalizm gibi ayağa düşmüş bir tanımla açıklanamaz! O yüzden AKP ile ilgili genel geçer yargılara sinirleniyor:

AKP’nin neoliberal olup olmadığı da değil ilginç olan, neoliberalizmin bir çeşit nihai, bitirici bir suçlama olarak görülmesi. Neoliberal dendiği anda AKP’nin ‘maske’sinin düşeceği, herkesin türbana özgürlük ‘sahtekarlığı’ karşısında mevzileneceği sanılıyor.

Öyle ama; her politika bir isimle anılır sonuçta. AKP’ye de en çok yakışanının neoliberal olduğu konusunda herkes hemfikir. Halil Berktay kendisinin ve AKP’nin neoliberal olarak adlandırılmasına karşı çıkıyor, ama AKP’nin ve kendisinin politik görüşleri konusunda henüz bulunmamış bir kelime de yaratmadı henüz. Öyleyse biz, bildiğimiz kategorilerle adlandırmayı sürdürmek zorundayız. AKP Ortadoğu’daki Müslüman ülkelerin liberalizasyonu için model olarak imal edilmiş bir parti. Kendisini yaratan kaynağa, yani ABD’ye, şimdiye kadar, fazla sorun çıkarmaksızın itaat etti, ediyor. Halil Berktay da, sendikal hakları budayan, türban söz konusu olmazsa kişi hak ve özgürlüklerini ağzına almayan, 1 Mayıs’ta işçileri dövdüren, çiftçilerin ve işçilerin acılarına vurdumduymaz davranan, aydınları aşağılayan AKP iktidarı döneminin demokratik bir dönem olduğuna inanıyor. AKP’nin kapatılma davası ile ilgili yazdığı yazıda şöyle söylüyor:

Bırakalım, bazıları ‘AKP’nin demokrat olup olmadığını’ tartışa dursun. Hattâ şu 2008 yılında, saf, mutlak bir demokrasi tanımı bulmak için Marksizm-Leninizm sözlüğüne bakıp, bin yıllık bir teorik apriorisizm ve tumturaklı edâ içinde, ‘biliyoruz ki demokrasi bir sınıf tahakkümü biçimidir, öyleyse…’ diye devam etsin.

Asıl anlamlı sorular şunlar:: (1)Hükümet [ve biz] ulusalcılığa, Kızılelma cephesine, CHP-MHP’ye, Ergenekona, askerî -bürokratik komplekse ve Yargıtay Başsavcısına göre, daha demokratik bir yerde mi[yiz], değil mi[yiz]? Ya da şöyle diyelim:: en kötüsü ne? Gelinen noktada, AKP’nin bir ‘yargı darbesi’ veya ‘jüristokrasi’ oyunuyla (bkz Ergun Özbudun, Şahin Alpay) kapatılması, memleketin geleneksel efendileri karşısında demokrasinin yenilgisini ifade edecek mi, etmeyecek mi?…

(Not 1 : Ehven-i şer mantığı mı dediniz? Tabii ki ehven-i şer mantığı! Bir de mükemmeliyet mi arayacaktım?… Bütün çok-partili siyaset, iyinin iyisini ararken kötünün kötüsünden kaçınmaktan başka nedir? Demokrasi -evet, formel, biçimsel demokrasi. Kuralları ve kurumları, dokunulmaz hak ve özgürlükleri, kuvvetler ayrılığı, seçimleri, hukuk devleti olan demokrasi. ‘Yaşa ve bırak yaşasın’, ‘benim özgürlüğüm, başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde biter’ ve ‘fikirlerinizin hepsine karşıyım, ama bunları savunma hakkınızı sonuna kadar savunacağım’ gibi, son derece basit mütekabiliyet ve hakkaniyet ilkelerine dayanan demokrasi. Maksimalist, boy ölçüşmeci ve imhacı olmayan demokrasi! Bu demokrasinin kendisi, diğer siyasal rejimlerle, özellikle de şu veya bu ütopyanın cehennemine giden ‘iyi niyet döşenmiş’ yollarla kıyaslandığında, son tahlilde hep kötünün iyisi değil mi?)…

Hayır Halil Berktay, demokrasi, kötünün iyisine razı olmak demek değil. Bu, böyle anlaşılıyorsa eğer, temsil kanallarını emekçilere, azınlıklara, farklılıklara açmayan burjuva demokrasisinin sadece burjuva vasatın iktidarını mümkün kılan mekanizmaları çalıştırmasındandır. “Kuralları ve kurumları”, daima, alt sınıflarda olanların bir adım daha iktidara yakınlaşmalarını önlemek için işlerlik gösterirler. Ve öyle bir demokraside, kendi kimliklerini hatırlamamak pahasına, “birey”ler olarak kendilerini temsil edebilir, istenmeyenler. Bunu yapabilmeleri için de, sunulan seçenekler içinden birini, bir partiyi seçmek zorundadırlar. Bu durumda, ancak, belki onlar için ehveni şerden söz edilebilecektir. Ama demokrasinin bu tanımı mutlak değildir. Vasatın vasat kalmasını sonsuza kadar garanti etmeyen, ezilenlerin yeteneklerinin sınırsız gelişimine özen gösteren, en küçük birimden en üst organlara kadar temsil edilmelerine olanak sağlayan bir demokrasi de vardır kuşkusuz. Berktay’ın kötülediği ve diktatörlükten başka bir şeye dönüşemediğini söylediği “proleter demokrasi”dir bu.

İşçi demokrasisini beğenmeyen Berktay’ın geldiği nokta, AKP gibi geri ve arkaik değerleri neoliberal bir söylemle harmanlayan bir partide “demokratlık” bulmasıdır. Onun, “solcular”da bulduğu pejmürdelikten daha vahim bir noktadır bu.

AKP’nin, Halil Berktay’ın yazılarında sık sık göze soktuğu Mill’in ve Voltaire’in “‘Yaşa ve bırak yaşasın, benim özgürlüğüm, başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde biter ve fikirlerinizin hepsine karşıyım, ama bunları savunma hakkınızı sonuna kadar savunacağım gibi, son derece basit mütekabiliyet ve hakkaniyet ilkelerine dayanan demokrasi… anlayışını savunduğunu söylemek için hakikaten saf olmak gerekiyor ama. Kendisine durumundan yakınanlara “ananı da al git” diyen başbakanın, başkalarının fikirlerini savunma hakkını sonuna kadar savunacağına okurlarını inandırmaya çalışmak içinse, başkalarının kendisinden saf olduğuna inanmayı gerektiriyor. Berktay’ın “demokratlığı”nda bunlar olabiliyor. Kendi deyimiyle “Allah akıllar versin!” demeli. Vermiyorsa eğer, olgular, “realiteye ve topluma sırtını dönüp kendi ‘teori’sinin tabutuna kapanmış” bir neoiberal aydının “mezar taşı gibi” duracaklar.


* Bu yazıda Halil Berktay’ın Taraf gazetesindeki köşesinde 31 Ocak 2008’den 26 Haziran 2008’e kadar “Sol ve Demokrasi” üst başlığıyla yazdığı 13 yazı ve aynı gazetede 28 Şubat 2008’den 14 Ağustos 2008’e kadar yazdığı diğer köşe yazıları esas alınmıştır.

 

Ekvadorlu Devrimciler Yeni Anayasayı Değerlendiriyor

Ekvador halkının yeni bir Anayasası var; onu, kıtanın en ileri anayasalarından biri haline getiren, ileri niteliğinden kuşku duyulamayacak, yeni kavramsal, hukuki ve politik unsurlar içeren bir Magna Carta kabul edildi. 28 Eylül referandumuyla hayat bulan yeni Anayasa, Rafael Carrea hükümetiyle başlayıp Kurucu Ulusal Meclis’in sekiz aydan fazla süren çalışmalarını içine alan uzun bir politik sürecin ürünüdür.

Bir Kurucu Meclisin toplanması talebi, yozlaşmış hükümetlere karşı baş gösteren kitlesel ayaklanmalar ve işbirlikçi oligarşilerin teslimiyetçiliğine karşı, egemenliğin savunulduğu halk hareketleri gibi, halkımızın çok çeşitli eylemlerle ortaya koyduğu mücadelenin ateşinde dövülüp biçimlendi ve gücünü bu mücadeleden aldı. Dahası, yeni Anayasanın içeriği, pek çok yönüyle belirli bir tarihsel anda çeşitli toplumsal katmanların mücadele bayrağı haline geldi. İşçi hareketi, çalışma yaşamının esnekleştirilmesine karşı kesintisiz bir direniş ve mücadele sergiledi ve nihayet aracılık ve taşeronluk sistemine son vermeyi başardı; eğitim emekçileri ve öğrenci gençlik, eğitime bütçeden yeterli pay ayrılması talebini sürekli gündemde tuttular ve bunu sağlayacak en iyi formülün, eğitim bütçesinin, gayri safi milli hasılaya göre oranlanması olduğunu öne sürdüler. Sağlık emekçileri de, kendi alanlarında aynı ölçütün kabul edilmesini savundular; halkımızın yurtsever duyguları, bölgemizde yabancı orduların varlığına kesin olarak son verilmesi gerektiği düşüncesini doğurdu. Tüm bu unsurlar, bugün maddeler halinde anayasaya girmiş bulunuyor ve onun bir parçasını oluşturuyor.

Önceki anayasada bunlara benzer birkaç madde bulmak çok güçtü; oysa bugün kadınların ve gençlerin haklarından, herkesin geçimini sağlamasının güvence altına alınmasından, halkın yönetime katılımından ve daha pek çok şeyden söz edebiliyoruz. Kesin olan şu ki, bu Anayasa, halk tarafından ve halkın eylemiyle yazılıp onaylandı.

Söz konusu eğilimin [halkın kendi kaderini kendi eylemiyle kendisinin belirlemesi eğiliminin-ç.n] siyasal-hukuki bir dayanağının olması son derece önemlidir; bu, Ekvador emekçileri ve halkları adına büyük bir zaferdir ve ülkede yaşanmakta olan yeni süreci açıklamaktadır.

Bu hiç kuşkusuz önemli, fakat yetersizdir. Bu adımın atılmış olması, tek başına, halkımızın uğruna mücadele ettiği değişimin gerçekleştiği anlamına gelmez. Anayasa –eğer tam olarak uygulanabilirse– önümüzdeki yıllarda Ekvador’un çerçevesini belirleyecek olan bir araçtır yalnızca.

Nasıl ki halk hareketinin Kurucu Meclis’in oluşturulması talebiyle sokaklara dökülmesi, kimi meclis üyelerini istemedikleri halde bunu yapmak zorunda bırakmış ve referandumdan zaferle –EVET’in zaferiyle– çıkılmasını sağlamışsa, aynı halk hareketi, anayasaya konan maddelerin ve kazanılan siyasal ve sosyal hakların hayata geçirilip, halkın Yeni Vatan’ı kazanma özleminin gerçekleşmesi için de, yığınları eyleme geçiren odak olmak zorundadır.

Akıl hocaları ortaya çıkmakta gecikmeyecektir. Sağın, kolunun bükülmesine izin verip kolayca teslim olacağı sanılmamalıdır. O da, siyasal sürecin ilerlemesini önlemenin yollarını arayacaktır. Ayrıca hükümet çevrelerinin ve ilerici akımın içinden de, burjuvaziyi provoke edip tepkisini çekmemek gerekçesiyle ya da salt kimi yönlerini benimsememeleri nedeniyle, Anayasanın getirdiği hükümlerin eksiksiz yaşama geçirilmesi konusunda ayak direyecek korkaklar çıkacaktır.

Halkımız değişimin tamamlanmasını istiyorsa –ki gerçekten de arzuladığı budur–, haklarını korumak için dönüşümün düşmanlarına karşı kesintisiz ve zorlu bir siyasal mücadeleye hazır olmak zorundadır. Unutulmamalıdır ki, siyasal süreçleri ileriye taşıyanlar (ve taşıyacak olanlar) yığınlardır.

***

HALK DEĞİŞTİRME YETENEĞİNDE OLDUĞUNU İSPATLIYOR

Ekvador emekçileri ve halkları; halkçı, ilerici ve sol örgütler, 28 Eylül referandumuyla yeni bir ideolojik ve politik zafer kazandılar. Oligarşiyi, emperyalizmi, sağcı güçleri ve referandumda “HAYIR” oyu verilmesi ya da GEÇERSİZ oy kullanılması çağrısıyla halkın yeni bir vatan uğruna verdiği mücadelede ileriye doğru bir adım daha atmasını önlemeye çalışan sahte solcuları büyük bir bozguna uğratmayı başardılar.

Halkımızın önemli bir bölümü, şimdilerde burjuva analizcilerin durumu açıklamak üzere öne sürdükleri gibi, hükümet propagandasına kanarak değil, aksine, yeni Anayasanın içeriği hakkında yürütülen tartışmalara aktif bir biçimde katıldıktan sonra referandumda “EVET” oyu kullandı.

“EVET” oylarının ezici zaferi, emekçilerin ve halkların politik bilincinin yükseldiğini, sağın kararsız ve dindar kesimleri manipüle etmek amacıyla kiliselerde yürüttüğü anti komünist söylemli saldırgan kampanyaya karşı direnme gücünün arttığını göstermektedir.

Sosyal-hıristiyanlık maskesiyle Jaime Nebot’un hareketine katılanlar, Gutièrrez kardeşlerin Yurtsever Toplum Partisi, bugün Diego Ordónez tarafından temsil edilen Hıristiyan Demokratlar, oligark Àlvaro Noboa’nın PRIAN’ı, Quito Ticaret Odası’ndan Blasco Penaherrea gibi ticaret odalarının temsilcileri, büyük iletişim araçları vb…, bu politik süreçte bozguna uğradılar. Onların gerçekleri çarpıtmaya dayalı aşırı gerici siyasi saldırıları, bekledikleri sonucu vermedi. Halk yalanlara kanmadı; neoliberalizme ve onların temsil ettikleri onursuz geçmişe karşı değişim yönünde oy kullandı.

Bu sürece rengini veren, keskin bir ideolojik ve politik çarpışmaydı; sınıf mücadelesi güçlü bir dinamizm kazandı ve belirgin biçimde keskinleşti. Anayasanın onaylanması sürecinin zirvesine ulaşması ve oligarşinin sonuçları kabul etmesi, sınıf savaşımının şiddetini azaltmadı, azaltmayacak. Bu, “yalnızca” bir çarpışmaydı; yeni Anayasanın yürürlüğe girmesi, politik eylemin yoğunlaştığı yeni bir dönemin başladığına işaret etmektedir. Söz konusu politik eylemin başlıca unsurlarından birini, anayasaya konan hüküm ve ilkelerin yaşama geçirilmesini sağlayacak yasal normların enine boyuna tartışılması ve onaylanması oluşturacak. Bu süreçte, bir tarafta emekçi sınıfların bakış açısıyla, diğer tarafta egemen sınıfların ve emperyalizmin bakış açısı çarpışacak. Siyasal mücadele devam ediyor ve daha da şiddetlenerek devam edecek.

Bu sonuç, halkımızın kendi politik eylemine, kendi kapasitesine ve gücüne olan güvenini gösteriyor; demokratik, ilerici ve sol eğilimi güçlendiriyor; Rafael Carrea hükümetine özel ve önemli bir destek sunuyor; halkın, ülkenin yaşamına ve politik meselelerine daha yoğun bir biçimde katılması için gerekli ideolojik ve politik koşulları yaratıyor. Devrimci sol, bu çarpışmada “EVET” oyu lehinde ve sosyo-politik değişim talebi altında bir araya gelen en tutarlı kesimlerden biri, oligarşiye ve emperyalizmi karşı en kararlı savaşçılardan biri olarak öne çıkıyor.

***

(MPD’nin referandum öncesi yaygın olarak dağıttığı broşürden)

evet demek için 15 neden

Yeni anayasanın hazırlanma süreci bitmek üzere. Hâlâ onaylanmayı bekleyen bazı maddeler olmakla birlikte, yeni metnin, esas itibarıyla, halk hareketinin, neoliberalizmin hakkından gelmek ve Ekvador’un devrimci dönüşümünün yolunu açmak için yükselttiği talepleri içerdiğini söyleyebiliriz. Oligarşinin dulları ağlayıp sızlanıyor, üstlerini başlarını parçalıyorlar; ayrıcalıklarını yitirmeye razı olmayan sağ, KENDİ işletme, pazar ve basın ÖZGÜRLÜĞÜNÜ savunma çağrısı yapıyor ve referandumda “HAYIR”ın kazanması için halkı manipüle etmeye çalışıyor.

Halkın yeni anayasaya “EVET” demek için yüzden fazla nedeni var; önemli ilerlemelere işaret eden, nüfusun tamamının haklarını tanıyan, halkın yaşamını ve refahını savunan, [ulusal-ç.n] egemenliğimizi yeniden kazanmamızı sağlayacak olan yüzlerce düzenleme bulunmakta.

Kısacası, emekçilerin, gençlerin ve halkların yeni bir vatana ve sosyalizme ulaşma mücadelesini yeni düzeylerde sürdürmesi için değerli bir araç olabilecek bu anayasaya “EVET”.

Bizler, Ekvador halkları, neden “EVET” lehine çalışacağımızı özetleyen 15 gerekçeyi ortaya koyuyor ve referandumda oligarşiyi bozguna uğratacağımızı ilan ediyoruz.

EVET demek:

1. Ücretsiz sağlık ve eğitim hizmeti;

Hastanelere, okullara, liselere ve halk üniversitelerine artık para ödememek; bütçeden eğitime ve üniversitelere ayrılan payın ikiye, sağlığa ayrılan payın üçe katlanması; ve böylece kötü durumda olanların onarılıp yetenekli öğretmen ve doktorların çalıştığı, mali yönden yeterince desteklenen tam donanımlı yeni okullar, yeni sağlık merkezleri ve yeni hastaneler inşa edilebilmesi demektir.

2. İnsana yaraşır çalışma koşulları ve ücretler;

Devlet yatırımları ve üretim kooperatiflerine sağlanacak desteklerle istihdam olanağı yaratılması; işçilerin tüm haklarının eksiksiz olarak tanınması; iş yaşamında bir daha asla aracı ve taşeron olmaması; emekçilere insana yaraşır bir ücret ödenmesi ve ücretlerin temel bir düzeyde eşitlenene kadar giderek arttırılması; küçük işletmelere yönelik baskılara ve zoralımlara son verilmesi demektir.

3. Halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması;

Ödeme kolaylığı tanınan kredilerle, tohum ve teknoloji yardımlarıyla köylünün desteklenmesi; tek ürüne dayalı tarım yerine üretimin çeşitlendirilmesi; latifundio’ların ve sulama suyunda özelleştirmenin yasaklanması; üreticiler ve tüketiciler için adil fiyatlar belirlenmesi amacıyla devlet tarafından mahsul toplama (stok) ve pazarlama sistemlerinin kurulması; devletin gıda ürünleri için resmi fiyatlar belirleyebilmesi; spekülasyonun ve istifçiliğin cezalandırılması demektir.

4. Su üzerinde herkesin hakkı olması;

Hepimizin yaşamımızı sürdürmek ve sulama yapabilmek için su üzerinde hakkımız olması; suyun özelleştirilmesinin yasaklanması; su üzerindeki stokçuluğa ve tekelciliğe karşı savaşım verilmesi; su kaynaklarının tüm Ekvadorlulara ait stratejik bir zenginlik olarak korunması demektir.

5. Herkes için sosyal güvenlik ve toplumsal dayanışma;

Özelleştirmenin yapılamaması; ev kadınlarının ve onların perakende satış yapan küçük işletmelerinin sosyal güvenlikten yararlanması; özerk IESS’nin (Ekvador Sosyal Güvenlik Kurumu’nun- ç.n) güçlendirilmesi ve üyelerin birikimlerinin korunması; üye bankasının kurulması; köylülerin ve balık üreticilerinin dayanışma ilkesi altında katılacakları Köylü Sosyal Güvenlik Kurumu’nun oluşturulması demektir.

6. Petrolden ve madenlerden elde edilen zenginliğin halka ait olması;

Yenilenebilir olmayan tüm doğal kaynakların devletin başkasına devredilemez mülkü olması ve halkların yararına kullanılması; zenginliğimizin uluslararası şirketler tarafından yağmalanmasına son verilmesi demektir.

7. Özgür ve egemen bir Ekvador;

Ekvador topraklarında bir daha asla yabancı askeri üs bulunmaması; [Uluslararası- ç.n] Para Fonu’nun müdahale edemediği bir Ekvador; kararların uluslararası güçler ve işletmeler tarafından değil, Ekvadorluların çıkarları doğrultusunda, yine biz Ekvadorlular tarafından alınması demektir.

8. Üniter ve çok uluslu bir Ekvador;

Ekvador’un [kültürel ve etnik-ç.n] çeşitliliğinin, onu meydana getiren melezlerin, yerlilerin, siyahların, cholo’ların ve mantubio’ların varlığının tanınması; ulusal birlik çerçevesinde halklara geleneklerini, dillerini, kültürlerini ve topraklarını korumaları için kolektif haklar verilmesi demektir.

9. Halklar için daha fazla demokrasi;

Halkların örgütlenme özgürlüğünü ve haklarını çiğneyenlere karşı direnme, yeni kazanımlar uğruna mücadele etme hakkının güvence altına alınması; her düzeydeki yönetim işlerine halkın katılımının sağlanmak ve güvence altında alınmak zorunda olması; 16 yaşını dolduran gençlere, askerlere ve polislere seçimlerde oy kullanma hakkının tanınması; Devlet Başkanı da dahil olmak ve seçimle işbaşına gelen tüm görevlilerin yine seçimle görevden alınabilmesi; halk kesimlerinin halk oyuna başvurulmasını talep edebilmeleri ve yasa tasarıları önerebilmeleri demektir.

10. Biyo-çeşitliliğin ve çevrenin korunması;

Yaşamın tüm çeşitliliğiyle birlikte korunması; korunma altına alınmış bölgelerdeki doğal kaynakların sömürülememesi; tarımda zehirli maddeler kullanılmasına son verilerek toprağın ve çevrenin kirlenmesinin önlenmesi; doğal çevreyi etkileyen projeler için önceden halkoyuna başvurulması demektir.

11. [Haksız edinilmiş-ç.n] zenginliklerin müsadere edilmesi ve cezalandırma;

Halka ve devlet hazinesine ait paralara el koyarak zenginleşen tüm yozlaşmış bankerlerin, şirket yöneticilerinin ve memurların mallarına el konulması ve bu kişilerin hapis cezasına çarptırılması demektir.

12. Adli hizmetlerin ücretsiz hale getirilmesi;

Adli vergilerin kaldırılması; adalete başvuran hiç kimsenin bunun için para ödemek zorunda olmaması demektir.

13. Konut edindirme ve tüm temel hizmetlerin sağlanması;

Konut edindirme programlarının devlet güvencesinde olması ve halka kredi verilmesi; elektrik, içme suyu, kanalizasyon, yol ve diğer hizmetlerin kaliteli bir biçimde ve herkesin ödeyebileceği uygun fiyatlarla sağlanması demektir.

14. Göçmenlerimize [yurttaşlık-ç.n] haklarının eksiksiz olarak tanınması;

Devletin göçmenlerin ve ailelerinin haklarını güvence altına alması, onları koruması ve dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar onlara yardım etmesi; Ekvadorluların çocuklarının ve torunlarının nerede doğduklarına bakılmaksızın Ekvador vatandaşlığına alınması; göçmenlerin her konuda oy verme hakkına sahip olması ve Ulusal Meclis’te temsil edildiklerini bilmeleri demektir.

15. Oligarşinin yozlaşmış vekillerinin tekrar işbaşına gelmemesi;

Partiokrasinin – Nebot’un, Àlvaro Noboa’nın ve Lucio Gutièrrez’in bir kez daha bozguna uğratılması; batık bankaların bir daha kurtarılmaması; maden ve petrol yataklarının yağmalanmasına son verilmesi, Yeni Vatan uğruna verilen mücadelede daha da ilerlenmesi demektir.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑