olgular, gelişmeler ve liberal ‘sol’un “sol” ile savaşı!
YUSUF AKDAĞ
Liberal “sol” aydınlar, Ergenekon “çetesi”yle ilgili devlet ve hükümet operasyonu ve bu operasyon etrafında süren tartışmalardan hareketle başlattıkları “sol’un durumu”, “sol’un çıkışı”, “sol’un yeniden bölünmesi” kampanyasını, ABD’de başlayıp dünya ekonomisi üzerinde sarsıcı etkide bulunan kriz bağlantılı tezlerle destekleyerek ve genişleterek sürdürüyorlar.
Sermaye ideologlarının işçi sınıfına, emekçi kitlelere ve işçi-emekçilerin politik sendikal örgütlerine açtıkları savaşa “sol”dan katılan bu yazar, tarihçi ve sosyologlar, burjuva modernizmini “otoritarizm-militarizm ve asker vesayeti”ne indirgiyor, militarizm ve tekelci dünya kapitalizmi arasındaki bağ ile otoriter-militer politika ve örgütlenmelerin “askersel alan”ın dışındaki varlığının üstünü örtüyor, “siyasi liberalizm”in bugün artık arkaik hale gelmiş “tarihi rolü ve işlevi”ne sığınarak, kapitalizmin tarih içinde tekelci gericiliğe evrilmesinin üzerinden atlayıp, başlıca emperyalist merkezlerde üretilip pazara sürülen propaganda malzemesiyle “sol”a karşı savaşmayı marifet’ sayıyorlar. “Sol’un güçsüzlüğü ve dağınıklığı”nı, Marksizmin “dogmatik”, “kaba sınıfçı”, “otoriter antidemokratik”, “devletçi anlayışları”yla izah ediyor; devrimci-demokratik ve sosyalist hareket ve düşünceye karşı, “sol” adına sağdan tasfiyeci ve dağıtıcı bir operasyon yürütüyorlar.
Bunlara göre, “sol dogmatik-kaba-ortodoks”tur; “sözcüsü olmaya soyunduğu kitleleri emekçilerle sınırlamış”tır. Bu “kaba tutum ve anlayış”ın kapitalizmin geç gelişmesi gibi nesnel nedenleri de olmakla birlikte, “sol cehaletin daha derinden gelen nedenleri” vardır: sosyalistler kadın, çevre ve azınlık sorunlarına duyarsızdırlar; “sol baştan beri devletçi, dahası darbeci olmuş”; antiemperyalizm üzerinden “Kemalizm’e bağlanmış”; milliyetçilik-gericilik ve hatta faşist siyasetle “birleşmiştir”. Olgulara, gelişmelere ve değişen koşullara “statükoyu koruyucu” bir yaklaşım içindedir, ”tutucu” ve “dogmatik”tir; iktisadi-toplumsal ve politik değişimi görememekte; sınıf mücadelesinde ısrar ederek gelişmelerin gerisinde kalmakta; günümüzün gerçeklerini anlayamamaktadır! “Küreselleşmenin ulus ve sınıf kategorilerini geçersiz ve gereksiz hale getirdiğini” görmediği için, “ulusal değerler” savunusu adına modernizm kaynaklı otoriter siyasal pratikleri sahiplenmekte; “despotizm”, “diktatörlük” ve “şoven milliyetçilik”ten yana politikalar izlemekte; “dar-marjinal tutum ve anlayışlar”ı terk etmemekte ve aynı nedenlerle “güçlü bir sol seçenek” mümkün olamamaktadır! “Sol”, “her şeyi monolitik görmeye” meraklıdır: bütün emperyalistleri, bütün gericileri, bütün hakim sınıfları bir görmekte; “türdeş bir burjuvaziye karşı türdeş bir emek kitlesi” hayal etmekte; “Kapital’in birinci cildinden maddî realiteye yükselemeyen bir soyutlama”yı aşamamakta; “herhangi bir hakim sınıf kesimiyle yan yana gelmemek”ten “büyük bir psikolojik rahatlık” duyarak “her iki tarafı kötüleyici sıfatlar arayışı”na girmekte; “Marksizmin 19. yüzyıl kökenlerindeki saplantısından gelen” bir tutumla hareket etmektedir. Gelişmeler ve “gerçeklikler” sınıfları ve mücadelesini önemsizleştirmiş, sınıf mücadelesi yoluyla toplumsal ilerleme olanaksızlaşmış olmasına rağmen, Marksistler, demokrasi sorununu sınıf sorununa bağlayarak, burjuvazi ve onun tekelci hakimiyetinde geçerli olan demokrasiyi, azınlık demokrasisi, burjuva demokrasisi sayarak “gelişmelerin gerisine düşmekte” ve “gerçeklikleri görmemektedir”ler! Oysa –diyorlar liberal aydınlar– “sol”, Marksist “monolitik düşünce” ve “modernist otoritarizm yandaşlığı” etkisinden sıyrılarak “gerçekliklere ulaşabilir”, demokratik siyasal özgürlüklerin “ileri Avrupa’nın desteklediği” ve oradan güç alan “içerideki Anadolu burjuvazisi”nin ilerlemeci ve değişimci temsilcisi parti ve hükümetinin girişimleriyle kazanılabileceğini görebilir ve bu partiyle birlikte statükocu-otoriter ve antidemokratik güçlere karşı bir “demokrasi cephesi” oluşturarak, içinde bulunduğu çözümsüzlükleri aşabilir! Bunun için “sol”, “devletteki mevcut ulusalcı kadrolaşma”ya karşı AKP’ni ve cephesini desteklemeli; AKP’nin yanında yer alarak onun “otoriter devletçiliğe” kayıp “kendi bindiği dalı da kesmesini** engelleme”ye çalışmalı ve bu “ara güç”ün “halkın iradesini temsil”i sürdürmesine yardımcı olmalıdır. Bu, “sol”un “vesayetten, derin devletten, Büyük Ergenekon’dan kurtulma” ve “diktatörlüğe karşı demokrasiyi savunma” olanağına kavuşmasının da koşuludur!*** “Sanayi işçi sınıfının kalmadığını ya da azalıp yok olmaya yol aldığını” vazeden liberal yazarlar, işçi sınıfı ve ezilenlerin burjuvazi ve emperyalizmin baskı ve şiddetine karşı kendilerini ve çıkarlarını korumak üzere giriştikleri mücadeleyi ve biçimlerini “düşmanlık kültürü”nün ürünü saymakta; sömürü ve baskı sisteminden “sınıf mücadelesi yoluyla kurtulma” çabasını “Marksizmin kökenindeki takıntı”yla ilişkilendirmekte; antiemperyalizm ve bağımsızlık mücadelesi ve anlayışını demokrasiyle bağdaşmaz “ulusalcılık”, ve şoven gerici Türk burjuvazisiyle onun gerici, antidemokratik, hatta faşist siyasal askeri temsilcilerinin Kürt ve ‘azınlık’ düşmanı politikalarıyla aynı göstererek karalamakta; anti emperyalizmi “demokratikleştirme” hedefini daraltan bir politika sayarak mahkum etmekte; burjuva sınıf hakimiyetine karşı emekçi özgürlüğü için mücadeleyi, “demokrasiyi iyileştirme, özgürlük ilkesini demokrasiye hakim kılma” çabasına aykırı saymaktadırlar.
AKTÜEL GELİŞMELER VE LİBERAL “SOL” BAĞNAZLIK
Değişim ve koşullar üzerine lafazanlıkta sınır tanımayan liberal aydınlar, mutlak monarşi ve feodal despotizme karşı burjuva demokrasisinin toplumsal ve tarihsel ilericiliğinden değil, tekelci burjuvazinin hakimiyeti altında burjuva demokrasisinin tümüyle güdükleştiği koşullarda, emperyalist ve işbirlikçi burjuvazisinin demokratik haklar, eşitlik, refah, barış üzerine ikiyüzlü söylem eşliğinde dünya halklarına karşı siyasal gericiliği daha da yoğunlaştırdığı bir tarihsel dönemde, burjuva siyasal sistemin “herkes için demokrasi” olduğu yalanının kabullenilerek sahiplenilmesini istiyorlar. Amerikan-İngiliz ve Batı Avrupa’nın öteki emperyalist demokrasilerinde, işçi ve emekçilerin sosyalizme yönelmelerinin önünü kesmek üzere kabul edilmiş siyasal-sosyal tüm kazanımların halkın elinden bir bir alındığı; fişlemenin resmiyet kazandığı; sosyal-siyasal ve iktisadi alanda sertlik politikalarının yoğunlaştırıldığı; grev, gösteri, örgütlenme, basın-yayın haklarıyla çalışma yaşamının iyileştirilmesine yönelik emekçi istemlerinin fazlalık olarak suçlandığı ya da sözde yüksek maliyet giderleri gerekçesiyle ücretlerin düşürülüp işsizliğin daha fazla dayatıldığı bir dönemde, bu saldırıları gerçekleştirenleri ya da onların bir kısmını “özgürlükçü demokrasinin güçleri” hanesine yazıyorlar.
Liberal “solcu” yazar-gazeteci ve diğerleri, kapitalizm, sermaye, burjuvazi, işçi sınıfı, sınıf farklılıkları, sınıf çatışması ve onun iktisadi-sosyal temelini olanaklı olduğunca söz konusu etmeden, liberalizmi, tüm kapitalizm tarihine karakterini veren bir sistem olarak tarif etmekte ve onun, “otoriter-totaliter-muhafazakar” tüm öteki toplum sistemlerinden daha demokratik, eşitlikçi ve evrenselci olduğunu ileri sürmekte, serbest rekabetçi ve tekelci kapitalizmi “tek hücre”(!)ye koymakta, emperyalizmin gerici niteliğini görmezden gelmektedirler. “Sol” üzerine tartışmalara katılan liberallerin hemen tümü, uluslararası mali sermaye sistemini “serbest piyasa sistemi” –liberal kapitalist sistem– olarak adlandırmakta; bir yandan tezlerini “küreselleşme gerçekliği”ne dayandırmakta, öte yandan “serbest piyasa ekonomisine dönüş”ten söz etmektedirler. Bunlara göre, Avrupa Birliği örneğin, emperyalist değil, “evrenselciliğe yol alan” ve “demokratik değerleri özümseyen” liberal kapitalizmin günümüz koşullarında da anavatanıdır. Birey hak ve özgürlüklerinin teminatı bugünkü kapitalizmdir. Birey özgürlükleri, “militarist otoriter ve bürokratik güçler”e ve onların “ulus devlet” gibi “nasyonalizmi besleyen” anlayışlarına karşı liberal demokratik bir platformda birleşebilecek “sağdan ‘sol’a herkes”in birleşmesi ve “ülkeyi demokratikleştirmeye çalışan AKP”ne destek vermesiyle elde edilecektir!
Liberal, liberal “sol” aydın çevrelerinin yeniden başlattıkları bu tartışma, gerçekte yeni ve önemli ögeler içermemekle ve ileri sürülen iddialar açısından son on yıllarda burjuvazinin uluslararası alanda sürdürdüğü ideolojik saldırı kampanyasından beslenmekle birlikte, yoğunlaştırıldığı dönemin özellikleri yönünden dikkat çekicidir. Hemen tüm kapitalist ülkelerde burjuvaziyle işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki çelişkilerin keskinleşmeye doğru yol aldığı; sermayenin işçi-emekçi karşıtı politikalarının daha fazla sertleştiği; işsizlik ve yoksulluğun arttığı ve buna karşı mücadelenin yükseliş eğilimi gösterdiği bir dönemde, liberaller, “sol”u “sosyal demokrat” ya da “dinci muhafazakar” partilerin yedeğine davet etmekte, dahası ona, bunu yapmadığında açmazdan kurtulamayacağı yönünde “korku vermekte”dirler! Dünya kapitalist sistemini sarsarak genişlemekte olan kriz koşullarında daha da sertleşeceği bugünden belli olan sömürenlerle sömürülenlerin bu ilişkilerinin üzerini örtmeye çalışmakta; Türk generalleriyle AKP ve hükümeti arasındaki mutabakatı ve onların ABD başta olmak üzere emperyalistlerle ilişkiler, Kürt sorunu, demokratik haklar konusundaki “değişim”ci ya da “statüko”cu işbirliğini ve halk kitlelerine karşı yoğunlaştırılan politik, sosyal ve iktisadi saldırıların “asker-sivil yönetici güçler” tarafından el ve anlayış birliğiyle sürdürülmesini görmezden gelmektedirler.
LİBERALLERİN ATAĞINI NASIL YORUMLAMALI?
Liberallerin, “sol’da” olduklarını söyleyenleri başta olmak üzere, “sol”u “düze indirme”ye çalışanlarının hemen hepsi, “otokratik-militer baskıcı anlayışlara karşı demokratik sivil siyasetten yana olma” iddiasındadırlar. Açıktır ki, liberal eleştiricilerin hepsi aynı çizgi üzerinde durmamaktadırlar. Büyük çoğunluğu “eskiden solcu”; “eskiden sosyalist” denilenlerdir. Aralarında dış ülkelerde tedrisattan geçmiş olanları, tarih ve siyasal bilimler alanında lisans/lisansüstü eğitim alanları ve üniversitelerde ‘kürsü sahibi’ olanlar vardır. Bir kısmı “sol’a daha yakın” durduklarını belirtmekte ve “usturuplu dersler vermek” üzere sosyal-tarihsel ve felsefi “argümanları kullanarak “evrenselci bir anlayışın hakim olması için” dirsek çürütmektedirler! Bir kısmı ise, Soros vakıflarının sözcüleri ya da kapitalizmin “özgür bireyleri”dirler. “Birey özgürlüğü”nü “her şeyden üstün tutma” iddiasındadırlar. Herhangi kimseye ve herhangi değerlere karşı sorumluluk taşımamalarının ‘hafifliği’yle “ağza ne gelirse” söylemekten kaçınmayacak kadar özgürdürler!
Liberal “sol” aydınların, şu ya da bu parti-örgüte üye ya da “bağımsız bireyler” olmaları ve kendilerini sosyalist, devrimci, ilerici, “solcu” olarak tanımlayıp tanımlamamalarından bağımsız olarak, “sol’un durumu”nu tartışma ihtiyacı duymaları, elbette peşin hükümle ve daha baştan suçlanamaz. Ülkemizde askeri cuntacılık geleneğine ve antidemokratik siyasal sisteme karşı ilerici, “sol” ve liberal aydınların yürüttükleri –buna kimi dönemlerde liberal-muhafazakar denilen bazı aydınlar da birey olarak katılmışlardır– hak mücadelesinin, zaaflarına rağmen, emekçilerin aydınlatılması çabasına güç verdiği bir gerçektir. “Sol” üzerine tartışmaya katılan yazar-tarihçi, sosyolog ve iktisatçıların bir bölümü, kuşku yok ki, ülkenin demokratikleşmesi ve halkın üzerindeki baskının kaldırılması için samimi isteğe sahiptirler ve bunun için sorumluluk taşıyarak hareket etmektedirler. Ancak, tartışıla tartışıla “eskimiş” bu konuyu yeniden gündeme getirenlerin büyük çoğunluğunun, işçi ve emekçi hareketinin ihtiyaçları ve örgütlenmesinin sorunlarını tümüyle gözardı ederek, bu tartışmayı, birinci olarak CHP-DSP ve aynı “kökenden” partilerin güçlenmesinin ve “sosyal demokrasi”nin örgütlenmesinin aracına dönüştürmek; ve ikinci olarak “demokratikleşme” gerekçesiyle AKP’nin yedeği kılmak gibi her ikisi de emekçilerin çıkarlarına aykırı bir platforma çektikleri de somut bir “vakıa”dır. Taraf, Radikal, Milliyet gazetelerinin “sol’a eleştiri” furyasına katılanlar arasında öyleleri vardır ki, üstlendikleri rol ve amaçları yönünden karanlık işlerin görevlileri konumundadırlar ve “sol” a, halka ve değerlerine kin kusarak, kuşku ve güvensizlik yaymaya çalışmaktadırlar. Bu bakımdan, “sol”a karşı sürdürülen kampanya kapsamında görüş açıklayan ve “sol’un içinde bulunduğu durumdan çıkışı” üzerine “önermeler” getirenlerin bir kesimi için “aydın sorumluluğu”ndan söz edilse bile, büyük çoğunluğunun işçi sınıfına, emekçilere, devrimci demokratlara ve sosyalistlere karşı, burjuva ideolojik cephenin militanlığını üstlendikleri teslim edilmelidir. Bu yazar, aydın ve tarihçilerin bir kısmı AKP’nin, bir bölümü CHP’nin yedeğindedirler. Hemen tümü hak ve özgürlükleri egemen güçler arası kavganın ürünü olarak almakta ve bundandır ki, taraflardan birinin yedeğinde olmayı “demokrasi mücadelesi” saymaktadırlar. “Sol’un sorunları” tartışmasını sosyal demokrasinin sorunlarının “çözümü” tartışmasına dönüştürenler, CHP’nin “sol’un birleşme merkezi” olmasını isteyerek, “sosyal demokrasiyi güçlendirecek bir projenin destek görmesi” için çaba gösterirlerken, diğerleri, nerede durduklarından, hangi parti ve örgütlere mensup bulunduklarından bağımsız olarak, “tüm solcular”ın “darbe ve cuntalara karşı ve demokrasi için” AKP’ni desteklemede birleşmelerini savunmaktadırlar.
DEĞİŞİM VE KOŞULLAR ÜZERİNE LİBERAL VAAZ NEYİ ÖRTÜYOR?
Liberal “sol”un değişim üzerine söylemi yeni ögeler taşımıyor ve değişim üzerine totolojik vaazların yinelenmesinden öteye geçemiyor. Buna rağmen, lafzını en fazla ettiği “gerçeklik”-“gerçeklikler”, “değişim” ve “farklı koşullar”dır. “Değişim ve koşullar”la bağlantılı olarak öne çıkardığı “gerçeklikler”in başında ise, –özetle söylenirse– “ulusal değerlerin, ekonomilerin, sınırların önemsizleştiği” bir “küreselleşme”nin gerçekleştiği ve bunun da sınıf çelişkileri ve mücadelelerini “geçersiz hale getirdiği” iddiası yer almaktadır. Dünya kapitalist sisteminde yaşananları tekellerden ‘serbest piyasa’ya geçiş olarak değerlendiren liberal “sol”un bu teorisi, emperyalizmin inkarını esas almaktadır. Bu “teori” kaynaklı liberal tezlere “ruh”unu veren, emperyalizmden farklı bir yeni sistem olarak sunulan “küreselleşme”dir.
Liberal “sol”un kapitalizm eleştirisi, ya hiç denecek kadardır ya da esas olarak biçimseldir. Kapitalizmi artı-değer sömürüsüne dayanan bir sistem olarak aldıklarında, sömüren-sömürülen ilişkisinin; sömüren-sömürülen sınıflarla mücadelelerinin karşılarına bir “gerçeklik” şeklinde çıkacağını ve bunu “hesaba katmak zorunluluğu”yla karşı karşıya geleceklerini bildiklerinden olacak, bundan kaçıyorlar! Bilimsellik ve “gerçeklikler” üzerine ahkam kesmelerine rağmen, kaçtıkları bilimsel yöntem ve olgusal gerçeklerdir. “Gerçeklik” olarak aldıklarını ise, burjuvazi yararına yorumlayarak işçi sınıfı ve emekçilerin karşısına bir olanaksızlık ve olmazlık göstergesi olarak dikiyorlar. Liberal “sol” aydınlar, kapitalizmin iktisadi-sosyal “kötülükleri”yle “siyasal liberalizm”i birbirini dışlar gösteriyor; üretim araçları mülkiyetine sahip ya da ondan yoksun olma ile birey hakları ve özgürlüklerini birbiriyle ilişkisiz, siyasal özgürlükleri iktisadi-sosyal koşul ve ilişkilerden bağımsız sayıyorlar. Burjuva siyasal sistemi –onlar siyasi liberalizm diyorlar–, “piyasa” dedikleri emperyalist dünya sistemiyle, onun “kötülüğü, büyük ikiyüzlülüğü ve emekçiler açısından ifade ettiği yıkım”la ilişkisiz, kapitalizmin güç ve iktidar sahipleriyle onun tasallut altında tutulanlarını “bireysel eşit” gösteriyor, siyaseti iktisadi-sosyal sistemden koparıyorlar. Ancak, liberal “sol” aydınların, “sol”a yönelik olarak öne sürdükleri, somut olarak Marksist ve devrimci demokratik hareketin, sınıf kavramını merkeze alarak kendini “hücreye kapatma”; “üretim biçimi değişikliği”ni görmeme; “milli kapitalizmden uluslararası kapitalizme geçiş”in farkında olmama ve bunun sonucu olarak da orta burjuva sınıflar dahil tüm ezilmişleri esas alan politikalar izlememe şeklindeki suçlamaların kalkış noktasını da, “değişim” oluşturuyor.
Burada, 18. yüzyıla “geri dönüş” zırvalığı üzerinde durmak anlamsızdır. Bu zırva, başka şeyler bir yana, uluslararası mali sermaye egemenliği; tekellerin ve kartellerin dünyayı paylaşma ve yeniden paylaşma rekabeti ve emperyalist güçlerin dünyayı yeni bir büyük bunalım ve savaşa doğru sürüklemeleri tarafından boşa çıkarılmıştır. “Küreselleşme”nin “akıbeti”ne işaret eden olgusal gelişmeler; ‘ekonomiye devlet müdahalesi’ ve mali sermaye krizi, ‘çağın gerçeği’ olmanın yanı sıra aktüeldirler de. Avrupalı büyük güçler, ülkelerinin başlıca sektörlerinin “yabancı sermayenin eline geçmemesi için” devlet kararlılığı göstermeye daha fazla yönelmiş bulunuyorlar. Almanya, Fransa ve İngiltere, uluslararası tekellerin birbirleriyle kıyasıya mücadelesinin, pazarlar ve kaynaklar üzerine kıran kırana rekabetinin kriz nedenli olarak daha da keskinleşeceğini görerek, enerji, savunma, otomotiv sektörlerine ait senet-tahvil-hisse senedinin büyük oranda el değiştirmesinin önüne geçmeye çalışmaktadırlar. Sarkozy ve Merkel, ülkelerinde bir sabah uyandıklarında “Avrupa’ya ait olmayan firmalar görmek istemediklerini” açıkladılar. Emperyalist şefler bu politikaları izler ve daha sıkı koruma tedbirleri için kararlar almaya yönelirlerken, sermaye ve meta hareketinin uluslararası devasa hareketini elbette biliyorlar. Dünyanın bir kapitalist sanayi ve banka şirketleri ‘panayırı’na dönüştüğünün farkındadırlar. Ama öyle olması, ne devletlerin ne de her bir devletin kendi ülkesi ve ekonomisini ve ekonominin kilit sektörlerini “koruma” önlemlerinden el çekmesini getirmiyor. Liberal aydınlar ise, “değişim”in arkasına saklanarak, sözcüğün açık anlamıyla “havanda su dövme”ye devam ediyorlar!
Sadece dünya değil, Türkiye koşulları da, evet, değişmiştir, değişmektedir. Mali sermaye ve tekeller çağında, onun kuşatması ve baskısı altında, kapitalist gelişme sürecine giren Türkiye’de kapitalizm egemen hale gelmiş, işbirlikçi tekelci burjuvazinin yanı sıra on-on iki milyonu bulan işçi sınıfı, geniş orta ve küçük burjuva kesimler, kent ve kırın yoksul tabakaları farklı çıkarlara sahip sınıf ve kesimler olarak ayrışmışlardır. Bu gelişmeye bağlı olarak, Anadolu topraklarına da kapitalist ilişkiler girmiş, ticari kapitalizmin yanı sıra küçük ve orta boy işletmeler giderek artmış; bunların bir bölümü kapitalist pazarda daha etkin olacak şekilde tekelleşmiş, tüm bu kesimleri ve taleplerini dikkate alma zorunluluğu sermaye partileri için, onlar eğer ülke yönetiminde söz sahibi olmak istiyorlarsa, kaçınılmaz hale gelmiştir. Buna bağlı olarak günümüzde de, sermaye partilerinin hemen tümü, tekelci sermayenin çıkarları belirleyici olmak üzere sermaye çıkarlarını savunmakta, hemen tümü, küçük ve orta burjuvazinin desteğini alma amaçlı politikalar geliştirmekte, özellikle seçim dönemlerinde ve oy desteği kaygısıyla bu politikaları yeniden gündeme getirmektedirler. Kapitalist toplumun önemli tutucu gücü ve payandası olan orta burjuvazinin çıkarları da, “doğal olarak” bu partiler tarafından gözetilmektedir. Ancak, bu partilerin, özellikle de hükümet partisi olarak AKP’nin politikalarında belirleyici olan, uluslararası ve işbirlikçi sermayenin çıkar ve talepleridir. Başlıca büyük sermaye partilerinin hiçbiri özel olarak “Anadolu burjuvazi”sini temsil etmediği gibi, “Anadolu burjuvazisi” diye ülke ve dünya sermayesine kapalı özel bir kategori de bulunmamaktadır. AKP’nin politikalarını IMF-Dünya Bankası-TÜSİAD gibi –buna MÜSİAD da eklenebilir– gibi sermaye kuruluşlarının dayatmaları belirlemekte, o, sermayenin başlıca diğer partilerinden farklı olarak, “Yeşil Sermaye Holdingleri” olarak adlandırılan ve kurucularının büyük kesimi “İslamcı” olarak bilinen, bazıları çeşitli tarikatların gücüne dayanan Albayraklar, Kombasan gibi şirketlerle ve Çalık gibi sermaye gruplarıyla daha özel ilişkilerinin yanı sıra burjuvazinin ve egemen konumdaki büyük sermayenin çıkarlarını temsil etmektedir. Anadolu’nun çeşitli büyük ya da büyükçe kentlerindeki kapitalist gelişme sürecinde, işletmelerin küçük bir bölümünün holdingleşmesi ve kapitalist pazarda diğer büyük tekellerle rekabete tutuşmaları bir olgu olmakla birlikte, bu rekabet ve çatışma, orta burjuva kesimlerle tekelci sermaye arasındaki bir çatışma olarak şekillenmekten uzaktır. Kuşkusuz orta ve küçük burjuvazi tekellerin baskısı altındadır ve buna tepki göstermektedir. Ancak AKP’nin iktidar kavgalarına yol açan ya da yansıyan bu değildir. AKP, ve ağırlıklı olarak temsil ettiği Amerikancı “İslami sermaye”, kapitalist pazarda olduğu gibi politik yönetim aygıtında da daha etkili şekilde yer edinmek istemekte; devlet organlarının buna uygun yeniden düzenlenmesi için baskı yapmakta; bu da, egemen sınıfın öteki kesim ve temsilcileriyle “devlet üzerine” bir kavgaya neden olmaktadır.
Değişim ve ilerlemeyi, “yeni bir orta sınıf”ın, “Anadolu burjuvazisi”nin, “beyaz yakalılar”ın tekelci sermayeye karşı hareketine bağlayıp orada görerek ve demokratikleştirici hareketin temsilini AKP’de keşfederek, Amerikan ve Avrupalı emperyalistlerle işbirlikçi büyük sermayenin çıkarlarının en pervasız savunucusu bir parti ve hükümetini desteklemeyi ilerici-“sol”, dahası sosyalist tutumla bağdaştırmak, liberal “sol”un bulunduğu siyasal platformun burjuva karakterini ortaya koyuyor.
DEMOKRASİ VE DEMOKRATİK HAKLAR SORUNUNA LİBERAL YAKLAŞIM
Liberal aydınlar, demokrasi sorununu da, değişen koşullarla uyumlu politik sistem gereğiyle izaha çalışıyorlar. Değişen dünyada emperyalizmin aşıldığını ve “serbest piyasa ekonomisine dönüş” yoluna girildiğini ileri süren kimi liberal-liberal “sol” aydına göre, emperyalizm “bir devletin hakimiyeti” demektir, zorlanırsa, belki ABD’ne emperyalist denebilir, ama, o da “küreselleşme”nin gerekleri doğrultusunda değişecektir! AB’ne ise “emperyalist denemez”; o, bir “devlet” değil, “birlik”tir; demokrasinin gücüdür ve herhangi antidemokratik bir ülkede –örnek olsun Türkiye– demokrasinin kurulması ve işlemesi için bu “birliğin desteği” önkoşuldur! AB’ne karşı çıkmak, onu emperyalist saymak, darbecilere karşı demokrasi mücadelesinin önemli, hatta belirleyici bir gücünü dışlamak demektir. “Solcu”lar, –burada somut olarak işçi sınıfı sosyalistleri– yanlıştan dönmeli, ve “devrim olmadığına” göre, “liberal demokrasiye açılma”yı benimsemelidirler. “Liberal demokrasi”yi ise, “Anadolu burjuvazisi” ve “yeni orta sınıf”ı temsil eden AKP inşa edecektir! Sertleşen iktidar kavgalarının maddi temelini, bu “yeni orta burjuvazi” ile devletçi eski bürokrasi ve devlette çıkarları temsil edilen büyük burjuvazi arasındaki çıkar çatışması oluşturmaktadır. “Ülkedeki değişim devleti de etkilemekte”, devletin bu değişime uygun “yeni bir devlet” olarak “kurulmasını isteyenler”le “statükonun sürdürülmesinden yana olan güçler” arasındaki çatışma, bu temelde gündeme gelmektedir. AKP’nin “statükocu militarist bürokrasiyle çatışması”nın temelinde bu güçlerin değişim ve ilerlemeye; onun sistemi olan “küreselleşme”ye direnişleri yatmaktadır. Böylesi koşullarda, “dünyaya açılmak isteyen” ve “halk iradesine önem verenler” ile “dünyaya kapalı”, “statükocu”, “bürokratik bir egemenlik sürdürmek isteyenler” arasında çatışma kaçınılmazdır. “Sol”un önünde, bu çatışmada “doğru tarafta olmak” gibi çok önemli bir “görev” durmaktadır! Doğru taraf, “küreselleşmenin gereklerine uygun” hareket edenlerin, “hür dünyayla bütünleşmiş bir ülke” isteyenlerin tarafıdır!
Liberallerin “demokrasi” ve “sivil siyaset” anlayışları, onlar bunu, “sanayi devrimine dönüş”, “doğmakta olan yeni orta sınıf”; “küreselleşmenin gerekleri” gibi daha temel önemde gördükleri “olgular”a dayandırmak isteseler de, mevcut siyasal sosyal ve iktisadi düzeni, onun işleyen mekanizmalarını ve ilişki biçimlerini veri alıp geçerli saymakla, sistemin duvarlarına, kapitalizmin krizine, tekelci sermayenin siyasal gericiliğine “toslayarak” olumsuzlanmaktadır. Liberal “sol”, bu sistemi ve işleyişini ve onun emekçi halk düşmanı karakterini değil, kimi eksikliklerini eleştiriyor. “Siyaset üzerindeki asker vesayeti”ni antidemokratik görüyor, “AB ile uyum yasaları” nı ve “Kopenhag Kriterleri” doğrultusundaki yasa düzenlemelerini son yirmi yılın en önemli demokratikleştirme adımları olarak gösteriyor, bu yasal düzenlemeleri yapan AKP’yi destekleyerek demokratikleşme yönünde daha ileri adımlar atılabileceğini vaazediyor, Avrupa Birliği’ni ve Avrupa ülkelerini Türkiye’nin demokratikleşmesinin başlıca dayanağı gösteriyor, sermaye ve partilerinin sözde demokratik platformunu esas alıyor, AKP’ni “değişen dünya” ve “değişen Türkiye gerçeği”yle uyumlu ve bu değişimi temsil eden parti olarak gösteriyor ve ‘değişen dünya koşulları’nı sermaye ve çıkarları temelinde yorumluyor. Değişim kavramı, liberal aydınların literatüründe, böylece, sermaye ve temsilcilerinin bir bölümüyle birleşmenin ve halkın kendi çıkarları için mücadelesini zorunlu ve olanaklı kılan birçok olgunun üstünü örtmenin merkezi “tutamacı” haline getiriliyor.
Demokrasi mücadelesi, demokratik hakların kazanılması ve halk iradesinin temsiliyle AKP arasında kurulan bu dolaysız sahiplenici bağ, Türkiye’nin sınıflar mücadelesi alanında yaşanan gerçekleri tümüyle gözardı ediyor. “Darbe-darbe karşıtı” saflaşmasını başlıca ayrıştırıcı alarak, AKP’nin yanında/cephesinde yer almayı “demokrat ve özgürlükçü olma”nın başlıca kıstası sayan bu yazar, gazeteci, tarihçi ve iktisatçı çevreleri, “sol”u, “demokrasi ve özgürlüklerin değerini bilmez” gösterirlerken, Türkiye’de ya da dünyada, demokrasi ve özgürlüklerin elde edilmesini; genişletilmesi veya uygulanabilmesini, salt burjuva alanda ve burjuvazinin “tarihsel rolü”yle ilişkin görüyor; işçiler-emekçiler ve ilerici aydın ve gençlik kesimlerinin demokrasi için mücadelelerini yok sayıyorlar. Sınıfların ve mücadelesinin reddi, liberal “sol” aydınların burjuva demokrasisi ve siyasal özgürlükler sorununa yaklaşımlarının sınırlarını belirliyor. Sınıfsal konumları, olayları burjuvazinin çıkarlarına uygun düşecek şekilde yorumlamalarının önemli bir etkenidir. Burjuva demokratik hakları işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinden soyutlayarak, burjuvazinin halka “lütfu”na indirgiyor, burjuvazinin polis terörü ve her türden siyasal baskısına karşı mücadeleyi, ‘genel özgürlük fikri ve icapları’na aykırı düşen “sol dar kafalılık” gösteriyorlar.
LİBERALLER SERMAYE DEVLETİNİ BENİMSEYEREK “SOL”U DEVLETÇİLİKLE SUÇLUYORLAR
“Türk solunun en başından devletçi olduğu” üzerine demagojik söylemle, CHP gibi “devlet kuran” ve yönetimi “devleti sürdürme” partisi olmakla övünen bir partiye yöneltilebilecek suçlamaları, “çamur at izi kalsın” mantığıyla “tüm sol”a boca eden AKP’ci liberaller, CHP gibi düzen partilerinin devletçiliğiyle TKP gibi ‘sol’ partilerin; bunlarla küçük burjuva sosyalizmi ve Marksist sosyalizm akımlarının devlete, darbelere ve cuntalara karşı tutumlarını aynı göstererek, tümünü bir hamlede “lekeli hedef” haline getirmek istiyorlar.
AKP’nin, bilim ve modernite değerleri karşısında dine ve dini değerlere alan açmak üzere yürüttüğü ideolojik-politik saldırı cephesinde yer alışlarını, “hak ve özgürlük savunusu” maskesiyle örtme çabasındadırlar.
“Otoriter baskıcı devlet”e karşı önerdikleri bir halk devleti, halkın haklarını teminat altına alan halkın iradesini yansıtan, bizzat işçi ve emekçilerin iktidar gücü olarak kendi kaderlerine hükmettikleri bir devlet değildir. Bu tür bir devleti, aksine, salt olanaksız değil, gereksiz de görüyorlar. Sınıf mücadelesine karşı “idealist” duruşlarıyla, esasta burjuvazinin egemen konumunu sürdürmesine herhangi itirazlarının olmadığını ortaya koyuyorlar. “Askeri vesayet” karşısında önerdikleri AKP’ci devletçilik anlayışlarıyla, sermaye devletinin sözüm ona daha az otoriter olanının yanında saf tutuyorlar. Liberal “sol”un “otoritarizm karşıtlığı”na dair söylemleri, örgütlü toplumsal yaşam gerçeğine tümüyle aykırıdır. İlkel komünal toplum dışındaki tüm toplumsal tarih, otoriter yönetim sistemlerine sahne olmasına; serbest rekabetçi kapitalizmin “devrimci burjuvazi”sinin “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” şiarı, kitlesel beklentileri boşa çıkararak burjuva egemen sınıfın otorite dayatmasında ifadesini bulmasına ve devlet örgütlenmesinin olduğu her yerde burjuvazinin öteki sınıflar üzerindeki otoritesinin/otoriterliğinin ifadesi olmasına karşın, emperyalist kapitalizmin “serbest seçimlere dayalı partiler sistemi”, liberaller tarafından otoritarizmden bağışık demokratik bir sistem olarak gösteriliyor, herhangi sermaye partisinin halk kitlelerini madrabazlık ve ikiyüzlülük yardımıyla yanına çekerek desteğini alması, “demokratik güç ve demokrasiden yana olması”nın kanıtı sayıyor.
Tekellerin hakimiyeti ve burjuva sınıfın çıkarlarınca belirlenen kapitalist demokrasinin birey özgürlüğünü “alt sınıflar” için sözde kalır hale getirdiğini, AKP ve hükümetinin de generallerle birlikte bunun silahşorluğunu yaptığını aktüel gelişmeler ortaya koyuyor. “Bireysel özgürlükler ve serbest piyasa” sistemi olarak kutsadıkları iktisadi-sosyal ve politik sistem, tekelci sermaye hakimiyetinde ordu, polis, bürokrasi, çeşitli ekonomik-politik ve diğer askeri örgütlenmelerle yukarıdan aşağıya doğru toplumu zapturapt altına almak üzere şiddet araçlarıyla daha fazla donanmakta, burjuvazi ve devleti, katı ve kesin bir otoritarizmi toplum yönetiminin zorunlu koşulu olarak dayatmaktadır.
“Ya darbelerden ve darbecilerden yana, ya da AKP’den yana olmak” şeklinde öne çıkarılan bu ikilem ile AKP ve hükümetiyle darbeci-cuntacı, antidemokratik öteki tüm güç, kurum ve partilerin aynı siyasal-iktisadi ve sosyal düzenin güçleri oldukları gözardı edilerek bir yana itilirken, demokratik özgürlükler, bağımsızlık ve işçi sınıfının toplumsal kurtuluş mücadelesiyle “halkın arzusuyla iktidara gelmiş” olduğu söylenen AKP’nin politikaları, amaç ve hedefleri arasında paralellikler kuruluyor. Amerikan ve Avrupalı emperyalistlerin işbirlikçiliğiyle halkın çıkar ve talepleri, “arzu” ve duyguları arasına birebir eşitlikler kurularak, “darbeye karşı olmak”, ilericilik-tutuculuk; demokratlık-darbecilik ayrımının tek koşulu haline getiriliyor. Böylece demokrasi ve “sivil siyaset” savunuculuğuyla AKP yandaşlığı ve AKP hükümetine yedeklenme aynılaştırılıyor; “hür dünya” tezinin ABD’li şampiyonlarının ruhu şad edilerek, emperyalizm ve tekelci burjuvazinin işçi sınıfı, ezilen halklar ve sömürgeler üzerindeki kesin hakimiyetinin siyasal sistemi demokrasi olarak aklanıyor; tüm gücü ve varlığıyla Türkiye’nin tüm milliyetlerden işçileriyle tüm ezilenlerine baskı uygulayan, siyasal ve sendikal örgütlenmenin önüne bin türlü barikat ören, emekçilerin taleplerini polis ve jandarma baskısıyla karşılayan, grev, gösteri, söz ve eylem özgürlüğünü lüks ve gereksiz sayan, Kürt ulusal varlığını inkarı sürdüren, Alevileri aşağılayan ve ayrımcı ulusal-dinsel politikaları pervasızca uygulayan, uluslararası sermayenin ve Türkiye gericiliğinin en önemli güçlerinden biri, emekçilerin karşısına, demokrasi ve halk iradesinin temsilcisi olarak çıkarılıyor.
Bu iddiaların, darbelerin en önemli gücüyle hükümet ve partisi arasındaki “uzlaşı ve işbirliği”nin öne çıktığı; içerde ve dışarda izlenecek politikaların ve özellikle de ABD’nin çıkarları temelindeki “stratejik ittifak” merkezli olanlarının bu güçler tarafından “anlayış birliği içinde” uygulandığı koşullarda gündeme getirilerek, “ya darbe ya AKP; ya darbe ya da demokrasi” etrafında “sol”a duvar örülmeye çalışılması; liberal “sol”un politik hedeflerini daha da şaibeli hale getirmektedir.
Demokrat olmayı ve demokrasiyi “ordu karşıtlığı”na indirgeyen, uluslararası mali sermaye sistemi içinde onunla uyumlu ve işbirlikçi bir düzen tesisinin siyasal partiler ve “sivil örgütler” aracıyla gerçekleşmesini en ileriden demokrasi sayan, işçi sınıfı ve tüm emekçi kitlelerinin tabi tutuldukları kapitalist baskı ve zoru antidemokratik saymayan liberaller, buna uygun düşmeyen bir “solculuk” türü yaratmak istiyorlar! Bir yandan baskıcı-bürokratik ve militarist kurumların halk iradesine ambargosuna karşı olma gerekliliğine dikkat çekiyor, diğer yandan, sermaye ve onun bürokratik merkezi militarist aygıtının ‘bir parçası’nı; dünyaya savaş politikaları dayatan, saldırı ve yayılmacılığını ulusal çıkarlarının gereği sayan, herkesi kendi hegemonyasını kabule ve değer saydıklarını savunmaya mecbur bırakmak isteyen, ülkeler işgal ederek halkları kırıma tabi tutan ABD gibi bir emperyalist güce bağlanmış AKP’ni, “demokrasinin gücü”, dahası etrafında toplanarak gericiliğe karşı mücadele edilebilecek bir “odak” olarak gösteriyorlar.
Liberal “sol” aydınların demokrasi anlayışında, halkın özgürlüklerinin belirlediği bir demokrasinin, halkın egemenliğini öngören halk iktidarının yeri yoktur. Aksine, buna yönelik mücadele ne mümkün ne de gerekli görülüyor. Geriye, sermayenin “askeri vesayet altında olmayan sivil demokrasisi” kalıyor. Ötesinde, liberallerin yasak bölgesi başlıyor! Demokrasi, bağımsızlık ve sosyalizm için mücadele “modernizmin otokratik-dogatik devletçi geleneğini sürdürmek” olacaktır, bu yanılgıdan ve zararlı etkiden uzak durulmalıdır! Liberal sağ ve “sol” aydın çevrelerinin demokrasi ve demokratik haklar politikası, gericiler arası güç ve iktidar çatışmasını esas almaktadır. CHP-MHP’ni devletçi, AKP’ni devlet ve mevcut düzen karşıtı gösteren liberal burjuva propagandası, bu partilerin her biri ve hepsinin, sınırları, MGK ve devletin ordu ve öteki temel kurumlarının üst bürokrasisi tarafından çizilmiş devlet politikasını esas aldıklarını gizlemekte; sermaye partilerinin konjontürel gelişme ve değişmelere bağlanan politik tutumlarının “değişmezliği”ni varsaymaktadır. Kürt sorunu, AB ile ilişkiler gibi konularda “aynı tarafa düşmüş” partilerin, bir başka soruna bağlı olarak karşı karşıya gelmeleri olanaksızmış gibi, MHP-CHP’ni “aynı cephenin statükocu güçleri” olarak sabitlemekte; MHP’nin birçok konuda generaller ve AKP ile birlikte davrandığını atlamaktadır. “Ergenekon operasyonu” militarist şefler-hükümet mutabakatıyla gündeme gelmiş olmasına ve AKP, generallerle aynı yerde durma memnuniyetini ilan etmesine karşın, onu, “otokratik devlet karşıtlığı” ve “demokrasiden yana olma” payesiyle mükafatlandırmaktadır. Liberal “sol”un, “Ergenekon operasyonu” ile “derin devletin darbe yediği” yönündeki iddiası, devletin askeri-emniyet ve “sivil” bürokrasisinin tepe noktalarında çalışmış bazı eski görevlilerinin çete örgütlenmeleri içinde olmasının açıklık kazanması nedeniyle burjuva devleti ve kurumlarına güvenirliğin sarsılması gibi bir gerçeklik taşımakla birlikte, bizzat operasyon savcılarınca MİT ve “TSK’yla ilişkisiz”liği ilan edilerek, başlıca operasyonal kurumların “aklamaya alınması”yla daha baştan boşa çıkarılmış ve çok açık olduğu üzere, AKP hükümetine muhalif olanların susturulmasının silahlarından birine dönüştürülmüştür. Bu durum bile, işbirlikçi gericiliğin iç çelişkilerinin damgasını taşıyan “çete operasyonu” ya da operasyonlarının devlete gerçekten dokunur şekilde ilerlemesinin, AKP ve hükümetine destekle değil, hak ve özgürlüklerin bu düşmanını da karşıya alacak, onun iki yüzlülüğünü açığa çıkaracak şekilde, tüm halk düşmanı suç örgütlenmelerinin dağıtılması mücadelesinin halk güçleri tarafından geliştirilmesiyle mümkün olabileceğini gösterir. Tarihte yaşananların gösterdiği de budur. Halk düşmanı örgütlenmelerden hesap sorulması için, halkın, kendi gücü ve örgütlenmesini geliştirerek, sermaye, devlet ve hükümet üzerinde bir halk baskısı yaratması gerekmektedir. Bu ise, gericiliğin bir bölümüne yedeklenerek başarılamaz.
LİBERALLERİN “DEĞİŞİM” GEREKÇELİ KAPİTALİZM SAVUNUSU
Liberal “sol” yazar ve gazetecilerle tarihçi ve sosyologlar, değişimi burjuvazi ve sermaye yararına yorumlayarak, uluslararası gelişmelerin son otuz-kırk yılının, işçi sınıfıyla kent ve kır yoksullarının toplumsal işlevi ve rolünü önemsizleştirdiği yönündeki “küreselleşmeci” teorileri yineliyor; işçi sınıfının “sahneden çekileceği” ve “uzak olmayan bir gelecekte”, işçinin üretime fiziki katılımının “son bulacağı” üzerine burjuva ideologlarının onlarca yıldır sürdürdükleri vaazları aktararak, demokrasi sorununu, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi dışındaki gelişmelere bağlıyor ve burjuva cepheleşmelerinin ürünü olarak gösteriyor; demokrasi güçlerini bunlar arasında görüyor ve gösteriyorlar.
“Küresel kapitalizm”i tek gerçeklik, “ulusal devleti” gerici, antiemperyalizmi dar ulusçuluk ve “statükoculuk” ilan eden liberaller, politikanın “gerçekliklere uygunluk göstermesi” demagojisiyle, kapitalist emperyalizmin başlıca güçlerinin ezip sömürdükleri bağımlı-sömürge ve işgal altındaki ülkeler halklarının esaret altında tutulmalarına omuz veriyor, bu durumu kaçınılmazlık sayıyorlar. Liberal sağ ve “sol” yazarların bakış açısında, nasyonalizmin, ulusal ayrımcılığın ve şovenist politikaların kapitalist temeline yer yoktur. Etnik baskı ve ayrımcılığa karşı politikaları tutarsız ve ikiyüzlücedir; bu baskı ve ayrımcılığı kapitalist-emperyalist temelinden soyutlamakla kalmıyor; militarist-sivil uygulayıcılarını, önce “statükocu” ya da “değişimden yana” diye ayırıyor; sonra da ulusal inkar ve ayrımcılıkta birleşen bu güçleri, “az baskıcı-çok baskıcı”biçimsel ayrımına tabi tutarak, sözüm ona düşük dozaj şiddetten yana olanların yanında durmayı salık veriyorlar.
Liberal aydınların söyleminde yer aldığı şekliyle “sol”un “devletçiliği”ne kanıt gösterilen bir diğer şey, işçi sınıfı ve emekçilerin ileri kesimleriyle sosyalistlerin özelleştirme karşıtı politikalarıdır. Özelleştirmeyi liberal kapitalizmin gerekleri arasında ve devletin otoriter-tekelci gücüne karşı demokratik bir atılım olarak görüyor, özelleştirme karşıtlarını “özel kapitalizme karşı devlet kapitalizmini savunmak”la suçlarken, kendilerinin “özel kapitalizm”e kul-köle duruma düştüklerini unutuyorlar! Her şeyden önce, ulusal devletin zayıflaması ve “ilerici-değişimci” küreselleşme adına olumladıkları özelleştirmelerin, ülke kaynaklarının yağmalanması olduğunu gözlerden gizlemeyi ve halkın birikimlerinin peşkeş çekilmesini önemsiz göstermeyi marifet sayıyorlar. KİT’lerin varlığını tekelci devlet kapitalizminin güçlenmesi/otoriter bürokratik siyasal erkinin güç kazanması olarak gösteriyor, özelleştirmenin emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarında yarattığı tahribatı ve hak ve kazanımlarına yönelik saldırganlığını görmek istemiyor, ulaşım, iletişim hizmeti başta olmak üzere devlet işletmelerinde işçi kitlelerinin ve öteki emekçi kesimlerinin bir araya gelişinin, emekçilerin sendikal, politik kitlesel örgütlenmesinin maddi zeminini yarattığını; bu zemin üzerinden sürdürülen mücadelelerle sosyal-ekonomik alanda çeşitli hakların elde edildiğini, özelleştirmelerle bu hakların gasp edildiğini ve emekçi örgütlenmesinin maddi temeli darbelenerek, burjuvaziye karşı mücadelenin güçten düşürülmek istendiğini, özelleştirme karşıtlığının kapitalizmin şu ya da bu biçiminin tercih edilmesiyle değil, işçi-emekçi haklarının savunulmasıyla ilgili olduğunu ve işsizliğe ve örgütsüzlüğe sürükleyici uygulamalara karşı bir tutumu ifade ettiğini görmezden geliyorlar. Özelleştirmeleri, piyasa kurallarının özgür işlemesiyle izah eden liberal “sol” yazarların, kapitalist sistemin giderek yayılma eğilimi gösteren ve ağırlaşarak tüm ekonomiyi etkileme potansiyeli artan kriz karşısında başvurulan devletleştirmeleriyse, liberal kurguları yıkıcı yeni bir “gerçeklik” sayıp saymayacaklarını henüz bilmiyoruz. Ama onların “serbest piyasaya dönüş” üzerine söylencelerinin yalandan ibaret olduğu her gün yeniden kanıtlanıyor.
LİBERALİZM TARİHSEL İFLASI, LİBERAL “SOL”CULARIN TÜM İDDİALARINI BOŞA ÇIKARIYOR
Liberalizmin, en genel anlamıyla Adam Smith’in görüşlerinde ifadesini bulan temel savı, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” deyişinde ifadesini bulan ‘vahşi kapitalist’ yasaydı. Köylü toplumların ve kırların çözülmesi ve kapitalist gelişmeye bağlı olarak “yapan”lar ve “geçenler”, sadece rekabette geriye düşen kapitalistlerin yıkımına yol açmıyor, işçi sınıfı ve alt tabakalardan insanlara karşı tam bir “kan emicilik” tutumuyla; onları ölmeden yaşayabilecek bir duruma mahkum tutarak ilerliyorlardı. İşsizlik, yoksulluk ve açlık, “liberal kapitalizm”de emekçilerin payına düşen “toplumsal ürünler”di! Topraktan kopup kentlere akan, iflasa ve işsizliğe sürüklenenler kapitalistlerin artı-değer nesnesini oluştururlarken, yedek işgücü ordusu büyüyor; kadın ve çocuk emeği, en kötü koşullarda üretim sürecine çekiliyor, “bırakınız yapsınlar” kapitalist-burjuva anlayışı, insan cehennemine açılan kapıları durmadan genişletiyordu. İşçi sınıfı ve emekçilerin yarattıkları değerlerin kullanılmasıyla, üretim tekniği, iletişim ve ulaşımda devasa ilerlemeler kaydedilmesine ve çalışabilir herkesin birkaç saatlik çalışmasıyla tüm toplumsal gereksinmelerin tüm insanlar için üretilmesinin olanakları doğmasına karşın, işçi ve emekçilerin bu vahşi sömürüsü ve burjuva tahakkümü altında tutulması bugün de devam ediyor.
Kapitalizmin hizmetindeki iktisatçı ve felsefecilerin “globalizm” ya da “küreselleşmecilik” olarak adlandırdıkları “yeni düzen”, bu “düzen”dir. Gizledikleri, meta ve sermaye üretiminin yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle tekellerin ve mali sermayenin tüm toplumsal yaşama hakim olması; iktisadi ve sosyal alanda olduğu gibi, politik alanda da, son sözün tekelci gericilik tarafından söylenmesidir. Tüm burjuva devletlerinin bu ayrıcalıklarının, bu azınlık hakimiyetinin koruyucu aygıtları-otoriter erkleri olarak işlediklerini, üretim araçları mülkiyetinin daha dar bir kesimin elinde biriktiğini; işçi sınıfı ve emekçilerin durumunun daha da kötüleştiğini; 1 milyar 300 milyon insanın açlık, dünya nüfusunun yarısından fazlasının yoksulluk içinde yaşam savaşı verdiğini; sosyalizmin baskısı ve Batı proletaryası başta olmak üzere işçi sınıfının uluslararası mücadelesinin sonucu olarak elde edilen sosyal-politik hakların, hareketin geçici yenilgisi fırsat sayılarak, gasp edilip büyük oranda kısıtlandığını gizliyorlar.
Liberal, liberal “sol” vaizler, “sol”u, “liberalizmin değerini anlamamak, birey hak ve özgürlüklerini önemsememek, demokratik olmamak” ve “otoritarizmden yana olmak”la suçlarken, öne sürdükleri tezler ve “öneriler”iyle, işçi sınıfı hareketi ve “sosyalizmin külleri” üzerinde tepinen ‘beyaz adam’ı temsil ediyorlar. Kapitalizmin ‘beyaz adam’ı, anımsanacaktır, 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren sosyalizmin tasfiyesini pratik olarak gerçekleştirilebilir görmeye daha inançlı olmaya başlamıştır. 1980-90’lı yıllarda, eski SSCB topraklarının uluslararası kapitalizme tümüyle açılmasını, kapitalist dünya pazarının genişlemesi ve “tamamlanması” olarak görmüş, bu değişimi “küreselleşme” ve “yeni dünya düzeni” olarak adlandırmış ve dünyanın, “barışın, refahın ve demokratik değerlerin egemen olacağı yeni bir döneme girdiği” propagandasına girişmiştir. Bu yeni durumu, “küreselleşme” ve “yeni dünya düzeni” tezlerinin başlıca dayanağı olarak almış; “Soğuk Savaş”ın sona erdiğini ilan etmiş; yeni durum ve dönemin ‘ideolojisi’ ve politik iktisadını; tekelci hakimiyet ve gericiliği liberal, dahası demokratik ilan edip, “neo”(yeni) liberalizm olarak taltif etmiştir! Yeni dönemin “tüm insanlık için refah ve barış dönemi olması”nın, “serbest piyasa ekonomisi önündeki tüm engellerin kaldırılmasına bağlı olduğu” ileri sürülerek, İngiltere ve ABD’de Reagan ve Thatcher yönetiminde işçi ve emekçilere karşı başlatılıp, tüm kapitalist dünyaya ihraç edilen en sert, en otoriter, en kapsamlı saldırılar gündeme damgasını vurmuşlar, kapitalist “ulusal iktisadı koruyucu önlemler” ve “Keynesyen” kapitalist politikalar, “kapitalizm dışı ve karşıtı” aykırılıklar sayılmış; bu “sapkınlıklar”dan da kurtulmak üzere “Kamu İşletmeciliği”ne son verilmesi; eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim, enerji ve diğer birçok hizmet üretimi ve dağıtımının “piyasa koşullarına açılması”; “maliyet artışına yol açan” ücret yan giderlerinin kaldırılarak sosyal hakların budanması, iş ve çalışma koşullarının “işletmelerin rekabet gücünü artıracak” şekilde esnetilmesi vb. vb., “yeni liberal” dünya düzeninin gerçekliği olarak dayatılmış ve tüm kapitalist ülkelerde uygulamaya geçirilmiştir. “Küreselleşme” tüm ülkelerin “refah, mutluluk ve barış içinde yaşamaları”nın yeni düzeni ve dönemi olarak reklam edilirken, dünya pazarlarına ve enerji başta olmak üzere yeraltı-yerüstü kaynaklarına yönelik emperyalist rekabet ve kavga sertleşmiş, güç kullanımı hazırlıkları artmış, ABD başta olmak üzere, emperyalistler ve işbirlikçileri, içerde emekçilere, dışarıda rakip bildiklerine karşı sertlik politikalarını öne çıkarmışlar, Irak-Afganistan işgalleri gerçekleştirilmiş, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’da halklar ateş altına alınmışlardır. Bu politika sonucu, bölgesel ve uluslararası çatışma koşulları daha olgun hale gelmiştir. Neoliberal sağcılık, dinin emperyalist kullanımına sınırsız özgürlüğü insan hakçı göstermeye girişmiş; Bush Irak’ı “Tanrı’nın emriyle” işgal ettiklerini ilan ederek, kitleleri “kadere boyun eğme”ye çağırmış; Amerikan yöneticileri, işgal güçlerinin Tanrı yönetiminde Irak’ı yağmalayıp-yıktıkları söylemini sürdürmüşlerdir. Kitlelerin inanç ve duygularının bu modern emperyalist istismarının bir versiyonu “Ilımlı İslam projesi” olarak şekillendirilmiş; din ve ulus istismarcısı AKP gibi partiler, bunun aracı ve güçleri olmuşlar; muhafazakar milliyetçi ve İslamcı olarak emperyalizmin ve işbirlikçi büyük sermayenin politik temsilciliğini üstlenmişlerdir.
Uluslararası gelişmeleri gerekçe edinerek, gericiliğin uluslararası güç kazanmasından aldıkları destekle ortaya çıkan liberal aydınlar ve politik çevreler, bu uluslararası değişim ve gelişmelerin de bir ürünü olan, bunlardan güç alarak sözüm ona statükoculuğa ve otoritarizme karşı “demokratik değişim” iddialarıyla, toplumu, Ortaçağcı değerler temelinde yeniden dönüştürmek ve “laikçi-laiklik karşıtı; laik-şeriatçı” kutuplaşmasına çekerek, politik mevzilerini güçlendirmek üzere harekete geçen AKP’nin, liberalizm ve demokratizm adına desteklenme girişimi, çaba ve ısrarlarıyla, bu gerici, düzen savunucusu güçlerin konumunu güçlendirmelerine ve halka karşı manevralarla iktidarlarını sürdürmelerine bilerek/bilmeyerek destek vermektedirler.
BU TARTIŞMANIN YARARI
Liberal sağ ya da “sol” aydınların kapitalist emperyalizm, burjuva demokrasisi, sermaye partilerine karşı tutum başlıkları altında özetlenebilecek ve tümü de işçi sınıfı ve emekçilerin özgürlük, bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesine yabancı, bu mücadeleyi ya gereksiz sayan ya da başarısızlığa ve yedeklenmeye götürecek anlayışlarına karşı, burada ve dergimizin daha önceki sayılarında söylenenlerin toplamından çıkarılarak söylenebilecekler var: Tartışma, her şeyden önce, kendilerini hala “solcu”-”sosyalist” olarak niteleyenleri de dahil, bu aydın çevrelerinin, savundukları görüşler itibarıyla, antiemperyalist bağımsızlık mücadelesini ve kapitalizme karşı mücadeleyi gereksiz görmeleriyle sermayenin platformu üzerinde durduklarını göstermesi yönünden yararlı olmuştur.
Görülen odur ki, ordunun devlet örgütlenmesi ve egemen politikadaki ağırlıklı rolü, çok sayıda darbe ve muhtırayla politik sisteme müdahalesi ve sağ muhafazakar ve faşist partilerin kurdukları tek parti ya da koalisyon hükümetlerinin onlarca yıl ülkeyi yönetmeleri; “merkez sol” ya da sosyal demokrat olduğu ileri sürülen partilerin, “iktidara geldikleri”nde aynı politikaları pratiğe geçirmekten geri durmamaları ve tüm bunlar karşısında emekçi muhalefetinin “sol” kimlikli parti ve örgütlerle ilişkili olarak şekillenmesi, “sol alternatif”; “sol’un durumu” üzerine tartışmaların aktüel ilgi görmesinde rol oynamaktadır. “Sol’un neler yaptığı veya yapabileceği, dağınıklığı ve birleşmesinin önemi” üzerine söylenenlerin, işçi sınıfı ve emekçilerin sermayeye karşı birleşmesinin acil zorunluluğuyla bağlantılı görülmesi de ilgiyi artırmaktadır. Liberal aydınlar bunun farkındadırlar ve bu “ilgi”yi, gerçekler söylenecekse, burjuvazi yararına değerlendirme çabasına girmişlerdir.
Liberallerin ve liberal “sol”un “sol”a karşı ideolojik saldırısı, bu bakımdan, işçi sınıfı ve emekçi hareketine yönelik bir saldırı özelliği taşıyor. Bu saldırı, gösterilmek istendiği gibi, birleşebilir olduğu halde bir araya gelmemekte direnen Kemalist, sosyal demokrat, devrimci, sosyalist parti, örgüt, sendika, dernek, çevre ve kişilerin tutumunu hazetmeme, buna duyulan öfke kaynaklı değildir. “Bir merkezden” olduğu izlenimi veren ve “solcu eskisi” liberallerin başını çektikleri –onlara sağ muhafazakar kesimden de katılanlar oldu– bu kampanya, “sol”u baskı altına alma, dağıtma, devrimci demokratik örgüt ve çevreleri ve işçi sınıfının sosyalist örgütlenmesini güçten düşürmeye, bunlara yönelişin önünü alma; kuşku ve güvensizlik yaratma ve böylece emekçilerin sermayeden bağımsız örgütlü mücadelesinin gelişimini sabote etmeye yönelmiştir. Karşımızda, cuntalardan, çetelerden ve otokratik merkezi kurumlardan hesap sorulmasından söz eden, koşullardan ve yaratıcılıktan dem vuran, “gerçeklik”lerin görülmesini isteyen ve bunun karşılığının, işbirlikçi gericiliğin ve politik askeri çetelerinin bir kesimine karşı öteki kesiminin yanında saf tutmak olduğunu söyleyen bir “sol” liberal anlayış ve “birikim” duruyor! Ve “gerçekcilik” ve “konjonktürel gelişmeler”, sermaye korunaklarına yedeklenmeyi değil, onlara karşı emekçi mücadelesinin yükseltilmesini gerektiriyor. Bu tartışma, en azından bunu bir kez daha göstermiştir.
Bu “eleştiri”, o “sol” adına ve “tüm sol”a yöneltilmiş olmakla birlikte, “sınıf mücadelesinde ısrar eden” ve işçi sınıfı sosyalizmini savunan parti, örgüt, kişi ve çevreleri başlıca hedef seçmiştir.
Oral Çalışlar, Halil Berktay, Ş. Alpay gibileri, D. Perinçek’in tedrisatından geçerek bugünkü konumlarına kavuşmuşlar, gericiliğin bir kanadına yedeklenme anlayışlarına sahip olagelmişlerdir. Baskın Oran’sa, sosyalistlere ideolojik saldırı üzerinden burjuva reformist ve muhafazakar çevrelerde kabul görmek istemektedir.