uluslararası durum ve gelişmeler üzerine
ALİ YAŞAR
Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırısı ve ardından Rusya’nın duruma müdahale etmesi, uluslararası politikaya adeta yeni ivme kazandırdı. Emperyalist büyük devletler arasında var olan tüm çelişki ve anlaşmazlıklar, belli başlı emperyalist güçlerin birbirlerine karşı tüm gerçek duygu ve düşünceleri, birden bire karşılıklı “anlayış” iki yüzlülüğünden sıyrıldı, çıplak halleri ile ortalığa saçıldı. Her emperyalist büyük güç, kendi gücünü ve durumunu bir kez daha tüm çıplaklığı ile görmekle kalmadı, daha sert dönemlere hazırlık olmak üzere, kendi mevzisini ve durumunu yeniden gözden geçirdiği bir sürece adımlarını attı.
Aslında kısa bir süre önceye kadar dünya “olağan” dönüşünü sürdürmekte idi. ABD’nin Irak ve Afganistan işgalleri sürüyor, İran’a tehditler savruluyor, Latin Amerika ülkelerindeki anti-Amerikan yönetimlerin altı oyulmaya çalışıyor, kısacası ABD alışıldık eylemlerine devam ediyordu. Diğer belli başlı büyük devletler, zaman zaman bu duruma cılız itirazlar yükseltiyorlar, var olan durumdan kendi çıkarları için hangi kırıntıları koparabileceklerinin hesaplarını yapıyorlar, çakallar gibi kriz bölgelerine koşturuyorlardı. Sonra birden bire, bu “olağanlığı” sarsan bir gelişme oldu ve dünya tarihi adeta hızlandı.
Sadece son birkaç aylık gelişmelere kısaca bir göz atmak bile, olayların hızlı gelişimi ve muhtemel gelişme yönleri konusunda genel bir fikrin oluşmasını sağlayacak özellikler gösterdi. Bunları kısaca hatırlayacak olursak; Gürcistan birden bire kontrolden çıktığını düşündüğü Güney Osetya’ya saldırdı. Güney Osetya’da yaşanan tam bir kırım ve yıkımdı. Rusya duruma müdahale etti ve Gürcü birliklerini Güney Osetya’dan sürüp çıkarmakla yetinmedi, Gürcistan ordusunu dağıttı ve bazı Gürcü şehirlerini ve limanlarını kontrol altına aldı. Daha sonra birliklerini Gürcistan’dan çekti, ancak Güney Osetya ve Abhazya’dan çekmedi, bu bölgelerin bağımsızlık ilanını Batı’nın tüm itirazlarına karşın tanıdı. İtirazcılara Kosova örneğini gösterdi ve hem onların, hem de kendisinin ikiyüzlülüğünü bir kez tüm dünyaya gösterdi.
Gürcistan ABD’ye ve diğer Batılı devletlere güvenerek bu işgal adımını atmıştı. Ancak Rusya kararlı hareket etti ve Gürcü gericilerine ağır bir dayak atmakla kalmadı, onların destekçilerine de bir gözdağı vermiş oldu. Ardından ABD savaş gemilerini Boğazlardan geçirerek Karadeniz’e soktu ve böylece uluslararası gerginlik bölgelerine Karadeniz de eklenmiş oldu. Kuşkusuz bu gerginlik, Karadeniz ve Kafkasya’yı etkilemekle sınırlı kalmadı. Rus liderler Putin ve Medveyev “tek kutuplu dünyanın bittiğini, ABD’nin artık her tarafta istediği gibi at oynatamayacağını” tüm dünyaya ilan ettiler. Onlara göre, Putin’le “başlayan süreç, Medvedev’le tamamlanmıştı.”
Bu arada ABD, Polonya’ya uzun süredir yerleştirmeye çalıştığı füzeler konusunda Polonya gericileri ile anlaşma yaptı ve füzelerin yerleştirilmesine yönelik karşı çıkışları ve direnci kırdı. Rusya, Güney Amerika’ya uçaklar gönderdi ve ABD’nin Karadeniz’de savaş gemileri ile devriye gezmesine bir yanıt vermiş oldu. Bu arada Akdeniz’de Suriye ile ilişkilerini geliştirmeye başladı ve Rus Donanması’na ait gemilerin Akdeniz’e inmeleri konusunda adımlar attı. Kimilerine göre bu, “yeni bir soğuk savaşın” başlaması, kimine göre ise, sıcak savaşın alarm zilleri idi. Gerçekte durum “soğuk savaş” döneminden bir hayli farklı ve olayların gelişimi; sosyal sistemleri farklı iki karşıt kampın değil, iki emperyalist kutbun karşı karşıya gelmesi olarak yorumlanabilir. Artık savunulacak ya da yıkılacak olan bir “sosyal sistem” değil, çıplak emperyalist çıkarlardır.
Bunların ötesinde, bütün bu gelişmeler bir gerçeği açıkça ortaya çıkardı. Bu gerçek, eğer dünya iki kutuplu olacaksa, bu kutuplardan birisinin lideri ABD, diğerinin ise Rusya olacağı gerçeğidir. Bir diğer gerçek ise, ABD’nin sadık müttefikinin İngiltere olacağıdır. Bu, elbette ABD ve İngiltere’nin farklılaşan çıkarlara sahip olmayacağı ve olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak aralarında stratejik bir ittifakın varlığına –Anglosakson emperyalizmi– işaret ediyor. Henüz bu kutupların diğer üyelerinin kimler olacağı konusunda bu boyutta bir açıklık bulunmamaktadır. AB’nin büyük ülkeleri, başlangıçta sert açıklamalar yapsalar da, giderek bu açıklamaların ateşi düştü ve Rusya karşısında ayakları yere basmaya başladı. İtalya Başbakanı Berlusconi ve Almanya eski Başbakanı Schröder, Avrupa’nın Rusya politikasının körü körüne ABD çıkarlarının peşine takılmak olmadığını münasip bir dille dile getirdiler. NATO Genel Sekreteri, Rusya’nın Abhazya ile Osetya’daki varlığını zımnen kabul ederek, AB’nin Rusya ile yaptığı anlaşmayı eleştirdi ve bunun “yutulmasının güç olduğunu” açıkça ifade etti. Açıkçası, Batı bir kez daha bölünmüştü.
Diğer taraftan “Şanghay beşlisi” olarak bilinen ülkeler de –sonradan Özbekistan’ın da dahil olduğu Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan– “dengeli” bir açıklama ile yetindiler. Bu durum, kuşkusuz bir kamplaşma olmayacağının, bu devletlerin bir safta yer almayacaklarının, barışı savunduklarının bir belirtisi değildir. Bu, sadece söz konusu ülkelerin mevcut kamplaşmayı henüz yeterli sertlikte görmediklerinin, çelişkilerin daha keskinleşmesini beklediklerinin bir ifadesinden başka bir şey değildir. Gerçekte vakit daralmakla birlikte nihai bir karar vermeleri ve acele etmeleri için henüz erkendir ve her bir emperyalist ya da iddialı büyük güç ya da destekçiler, kendisi için en elverişli olan mevziyi tutmaya çalışmaktadır. Bunun için ne kadar taviz alacaklar, kendilerine ne gibi ayrıcalıklar sağlayacaklar vb. –tartışma bunlar üzerinde gelişecektir ve bazıları, açıkça bir kapışmanın arifesine, hatta kapışmanın ilk anlarına kadar kendi mevzisini açıkça belli etmeyebilecektir.
Dünya tarihinde böylesi bir durumun örnekleri bulunmaktadır ve bu durum, emperyalist kapitalist dünyanın doğasına aykırı değildir. Şimdi bu gelişmelere daha yakından bakmak, durumu biraz daha anlamamıza yardımcı olacaktır.
I. VE II. DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİNDEKİ KAMPLAŞMALAR, NEDENLERİ VE ÖZELLİKLERİ
Bugün emperyalist büyük devletler arasındaki çelişki ve çatışmaları, kamplaşma eğilimlerini tartışırken, dünya tarihinin geçmiş dönemini, 20. yüzyılın iki önemli dünya savaşını, savaşlar öncesindeki kamplaşmaları ve bunların nedenlerini ve ana çizgilerini kısaca hatırlamak, bugünü anlamak açısından önemlidir.
19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başı, kapitalizmin tekelci kapitalizme, yani emperyalizme dönüştüğü, bütün eğilimlerinin açığa çıktığı bir dönemdi. Belli başlı eski sömürgeci ve emperyalist güçler dünyayı sermayeleri ve etkileri oranında paylaşmışlar, dünya üzerinde paylaşılmadık toprak parçası ve pazar kalmamıştı. Ancak yeni bir paylaşım söz konusu olabilirdi ve bunun için de, güçlenen emperyalist devletlerin yeni taleplerde bulunmaları, kapitalizmin ekonomik krizlerinin ve genel krizinin –sadece ekonomik alanda değil, sosyal, politik vb. geniş bir alanda– kapıyı çalması, pazar sorununun ağırlaşması gerekirdi. Bu koşullar, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yeterli olgunluğa ulaşmışlardı. Genç ve dinamik, sürekli genişleme isteğinde olan Alman emperyalizmi kurtlar sofrasında yerini almış, daha fazla pay talep eder duruma gelmişti. Eski sömürgeci ve emperyalist güçlerin ise, ona yol vermeye hiç niyetleri bulunmuyordu. Bu sorunun kapitalist emperyalist dünyada savaştan başka bir çözümü yoktu. Dünya mevcut güç ilişkilerine göre yeniden paylaşılacaktı.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde, belli başlı emperyalist ülkeler şöyle kamplaşmışlardı: Bir tarafta Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Uzak Doğu’da Japonya’nın oluşturduğu, yani Avrupa’da Almanya’nın liderliğini –ittifak devletleri– yaptığı bir kamp bulunmaktaydı. İtalya ise, başlangıçta bu kampa yakınken, savaşın hemen öncesinde karşı kampa dahil olmuştu. Kamplaşmaların son ana kadar süreceğinin tipik bir örneğidir bu.
Diğer kamp ise, İngiltere’nin –Büyük Britanya İmparatorluğu– başını çektiği, Fransa, İtalya ve Rusya’nın oluşturduğu –savaşın sonraki bir evresinde ABD’nin de dahil olduğu– kamptı. Bu kamplaşmada dikkati çeken, Kıta Avrupa’sının iki kampa bölünmesi –Almanya ve Fransa–, Rusya’nın da Kıta Avrupa’sında Fransa’nın yanında yer alması, İngiltere’nin –ada– bu kampın başında bulunmasıdır. Bu kamplaşmanın diğer bir özelliği ise, bu kamplara dahil olan Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Rus Çarlığı gibi ülkelerin, aslında yeni topraklar fethetme rüyasıyla savaşa katılsalar da, “yenen tarafta” yer alsalar bile, kendilerinin de paylaşılacak pazar olmaları, zaten savaş öncesinde yarı-sömürge, bağımlı ülkeler haline gelmeleridir.
Birinci emperyalist paylaşım savaşının nedeni ise, yukarıda söylendiği gibi, emperyalist ülkeler arasında pazar sorununun keskinleşmesi, yeni ve genç emperyalist Almanya’nın dünya pazarından daha fazla pay talep etmesidir. İngiltere ve Fransa, eski sömürgeci güçler olarak, geniş sömürgelere ve pazara sahiptir. Bu arada, emperyalist kapitalist, ülkeler genel bir bunalımın pençesine doğru gitmektedirler. Bunalımın faturası kimin, kimlerin üzerine çıkarılacaktır, faturayı kim ödeyecektir?
Bütün bunların anlamı, dünyanın yeniden paylaşılması talebinin öne sürülmesidir. Ama dünya nasıl paylaşılacaktır? Emperyalist kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada, paylaşmanın güce göre yapılmasının dışında bir yol bulunmamaktadır. Bu güç, kapitalist devletlerin sermaye gücü, yani ekonomisi, bunun temelinde yükselen askeri gücü ve diplomatik ilişkileridir. Dünya, büyük devletlerin sahip oldukları güce orantılı olarak yeniden paylaşılacaktır. Sonunda Alman kampı yenilmiş, Almanya sömürgeleştirilmiş, Osmanlı paylaşılmış, savaşın içinde devrim yapan Rusya’nın bazı toprakları işgal edilmiş, Büyük Ekim Devrimi patlamıştır. Savaşın galibi İngiltere ve Fransa’dır, ancak uzaktan gelen genç emperyalist güç ABD, aslında dünyanın yeni gücü olarak öne çıkmıştır. Emperyalist bunalımın ve pazar sorununun savaşa dayalı “çözümü” ya da başka bir ifadeyle, emperyalist sistemin çözümsüzlüğüdür bu.
İkinci Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni, ilkinden farklı değildir. Almanya yenilmiş ve ağır tazminatlara mahkum edilmiştir. Diğer taraftan, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sosyalizmi başarıyla inşa etmektedir. Dünya pazarının parçalanması, dünyanın altıda birinin emperyalist pazarın dışına çıkması anlamına gelmektedir, bu. Dünya ilk savaşta paylaşılmış, ancak emperyalist sistemin sorunlarına çözüm bulunamamıştır. Almanya’da Hitler ve faşizm iktidara getirilir, galip devletlerin göz yumması ve desteği ile Almanya yeniden silahlandırılır, ekonomisi kendisini toparlar. İngiltere, ABD ve Fransa için amaç, Almanya’nın Sovyetler üzerine sürülmesi, sosyalizmin yıkılması ve bu ülkelerin dünyanın diğer bölgeleri ile birlikte yeniden paylaşılmasıdır.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde kamplaşma şöyle gerçekleşti: Kıtada Mussolini İtalya’sı ve Uzak Doğu’da Japonya, Almanya ile müttefiktir. Kıta Avrupa’sında Almanya ve Fransa yine karşıt kamplardadır. Kıta dışından İngiltere ve ABD, bu kampın liderliğini yapmaktadırlar. Hesap, Sovyetlerin yalnızlaştırılmasıdır, ancak Stalin önderliğindeki Sovyetler’in uyguladıkları strateji ve taktikler ve Hitler’in önce arkasını güvence altına almak için Fransa’ya ve diğer Avrupa ülkelerine saldırması, İngiltere ve ABD’yi Sovyetler’le ittifak yapmaya mecbur etmiştir. Sovyetler Birliği, emperyalist paylaşım talebi, pazar sorunu olmadan, kendini ve sosyalizmin anayurdunu faşizme karşı savunmak amacıyla ABD, İngiltere, Fransa ile müttefiktir. Müttefiklerin Sovyetlere karşı tutumu, ittifak içinde düşmanlık gütmek, Sovyetler’in mümkün olduğunca yıkıma uğraması, giderek sosyalizmin yıkılmasıdır.
Almanya, Japonya ve müttefikleri yenilmiş, ABD ve İngiltere –Anglosakson emperyalizmi–, Sovyetlerin ağır kayıpları ve büyük çabası sonunda elde edilen zaferin üzerine konmuştur. Sosyalist dünya büyümüş, ama büyük insan ve maddi kayıplarına da uğramıştır. ABD önderliğindeki emperyalist dünyanın sosyalizme düşmanlığı, daha sonra “soğuk savaş” kuşatması olarak devam etmiş, bu durum, önce sosyalizmin yıkılması, ardından “Doğu Bloku”nun dağılmasına kadar –süreç içinde karşıtlığın niteliği değişmekle birlikte– “iki kutuplu dünya” biçiminde devam etmiştir.
Bu kamplaşma ve savaşlardan sonra, bugün gelişmekte olan olaylar, şu soruların ortaya atılmasına neden olmaktadır:
İlk olarak; Kıta Avrupa’sı, yeni bir kamplaşmada, Rusya’ya karşı blok halinde –AB olarak!– ABD ve İngiltere ile birlikte mi olacak, yoksa parçalanacak, Rusya ve ABD saflarına doğru dağılacak mı? Ya da Rusya’nın yanında, ABD ve İngiltere’ye karşı mı olacaklar? Başka bir ifade ile, bir ilk gerçekleşecek ve Kıta Avrupa’sı bölünmeden bir cephede yer alabilecek mi? Ya da uluslararası işçi sınıfının ve halkların mücadelesi, genel ya da bölgesel bir savaşı engelleyebilecek, dünya halklarının önünde kalıcı bir barış için yeni bir yol mu açılacaktır?
Kuşkusuz bu soruların bugünden mutlak bir yanıtı bulunmuyor. Bu soruyu bugünün eğilimleri ışığında yanıtlamaya çalışmak gerekiyor. Ayrıca vurgulamak gerekir ki, bu tarihsel örneklerin hatırlatılması, hemen kısa sürede genel bir savaşa gidileceğinin kanıtı olarak ileri sürülmemektedir. Burada amaçlanan, geçmişi kısaca hatırlatmak, bugünün eğilimleri konusunda genel bir yaklaşıma sahip olmaktır.
KAMPLAŞMA TAMAMLANDI MI?
ABD’nin, tek süper emperyalist güç olarak, dünyanın her tarafında hiçbir uluslararası kural tanımadan yürüttüğü saldırganlık, işgaller, kabadayılık, ambargolar vb., bugün dünya halklarının giderek gelişen mücadelesi ile püskürtülmeye çalışılmaktadır. Dünya halkları, bugün ABD’nin sınırsız emperyalist emellerine karşı mücadele eden tek güç durumundadır. Ancak diğer taraftan, emperyalist devletler arasındaki çelişkiler derinleşmekte, bu durum, dünya halklarının mücadelesine yeni unsurlar eklemektedir. Bu unsurların başında, Rusya’nın ABD karşısında rakip emperyalist güç olarak yükselmesi, bu durumun, dünya halkları ve ABD’nin hedefindeki ülkelerde farklı umutların yeşermesine yol açması gelmektedir. Kuşkusuz bu durum, dünya halklarının ve uluslararası işçi sınıfının mücadelesine hem yeni olanaklar sunmakta, hem de yeni tehlikelerin yolunu açmaktadır.
Burada, öncelikle yeni kamplaşma eğilimleri irdelenmeye çalışılacaktır. Konuya, Rusya eski Devlet Başkanı, şimdiki Başbakan Putin’in şu sözleri ile girmek yararlı olacaktır: Putin, Paris ziyareti sırasında, “ilişkilerin ancak ABD’nin yeni başkanıyla düzenlenebileceğini” söylüyor ve devam ediyor, “Top onlarda. İlişkileri onlar bozdu, bırakalım onlar düzeltsin…” Müstakbel ABD Başkanı’na da, Putin, “eskilerden Abraham Lincoln’ü örnek almasını tavsiye” ediyor: “Lincoln’ün Dışişleri Bakanı ‘Biz Amerikalılar Ruslarla ilişkimizi diğer tüm Avrupa ülkelerinden üstün tutarız, çünkü Rusya bizim için hep en iyisini ister’ demişti. O zamandan beri çağlar geçti. Ama küresel kriz çıktığında Rusya ile ABD hep birlikte hareket eder. Bu 1. ve 2. Dünya Savaşları’nda da böyleydi. Biz Ruslar bunu asla unutmadık. Amerikalı ortaklarımızın da hatırlamasını istiyoruz.”
Putin tarihi eksik hatırlıyor! ABD, I. Dünya Savaşı’na, sonradan ve İngiltere, Fransa ve Rusya saflarında katıldı. Bu doğru. Ancak Büyük Ekim Devrimi’nden sonra karşı saflardaydı. Putin, bugün kapitalist dünyanın çerçevesinden baktığı için sorunun bu kısmını görmüyor. II. Dünya Savaşı’nda ise, Avrupa’da, yükselen ve dünyaya yeni bir “nizam vermek” isteyen Nazi Almanyası bulunuyordu. Hitler Almanya’sı, sosyalist Sovyetler Birliği’ne doğru yönlendirildi. Ancak Almanya’nın öncelikle batısını garantiye almak istemesi, Fransa ve diğer Avrupa ülkelerini işgal etmesi, ABD ve İngiltere’yi mecburi olarak Sovyetler ile itifak yapmaya zorladı. Onlar, Sovyetler’e düşmanlıklarını, zaten savaşın hemen arkasından başlattıkları Soğuk Savaş’la gösterdiler.
Putin’in yaklaşımını doğru kabul edersek, şu soruyu sormamız gerekir; ABD ve Rusya birlik olurlarsa, bu birlik kime karşı olacaktır? AB’ye karşı mı? Bugün Avrupa’da bir emperyalist kutbun başını çekebilecek bir iddia bulunmuyor. Gönüllerden geçenleri değil de, olup bitenleri ve gerçek güç ilişkisini dikkate alıp soruna yaklaşacak olursak, AB, askeri ve ekonomik güç olarak, ortak bir iradeyi yansıtmaktan henüz uzak. AB içerisinde Almanya ve Fransa, daha özel bir birlik kurmak ve dünya politikasında daha aktif bir tutum almak istiyor. Ama bugün ayrı bir kutbun başını çekmekten uzaklar ve ancak iki kutuptan birine dahil olarak dünya politikasında önemli bir rol oynayabilirler. Şimdilik bazı politik gözlemcilerin ifade ettiği gibi, “yumuşak bir güç”ler.
Peki, ABD, Rusya’yı neden sürekli geri itmek, başka bir ifade ile ayıyı ininde boğmak istiyor? Bunun nedeni, ABD’nin enerji ve ham madde kaynakları ve bunların geçiş yolları üzerinde tam bir hakimiyet kurma isteğidir. Rusya ise, bu işin en stratejik “halkaları”ndan birinde –diğeri Ortadoğu’dur– bulunuyor. Hem zengin kaynaklara sahip, hem de geçiş yollarını kontrol altına alabilecek güce ve olanaklara sahip. Yani ABD’yi dizginleyebilecek, çıkarlarına ağır darbe vurabilecek olan tek güç. Bu koşullarda Putin’in ABD’ye işbirliği teklif etmesi, avın avcıya işbirliği teklif etmesi gibi bir şey! Ancak Putin’in bunları göremeyecek durumda olduğunu sanmak, herhalde yanılgı olur. Putin bunları söyleyerek, asıl olarak Avrupa’ya seslenmekte, onları, Rusya konusunda yanlış bir cephede yer almamaları konusunda uyarmaktadır.
Kuşkusuz Avrupa’da bunun farkında olanlar var ve onlar açıkça düşüncelerini ifade ediyorlar. Örneğin Almanya eski Başbakan’ı Schröder, Berlin’de düzenlenen bir etkinlikte yaptığı konuşmada, “Batı ülkelerinin Polonya’da füze savunma sistemi kurarak ve Kosova’yı çok erken tanıyarak ”büyük hatalar” yaptıklarını” savunuyor ”İçinden bir an önce çıkmamız gereken çatışmaya yönelik bir kısır döngü içindeyiz” diyor. ABD’nin Gürcistan’daki askeri girişimlerini de eleştiren ve AB’nin Rusya ile diyaloğa girmesi çağrısında bulunan Schröder, ”Rusya, böyle bir politikayı kuşatma gibi hissetmiş olmalı” tespitini yapmaktadır. “Gürcistan’ın üç hafta önce Güney Osetya’ya saldırmasının da Rus hükümetinin tepkisine neden olduğunu” ifade eden Schröder, “AB’nin, ABD gibi Kafkaslar’da çıkarları olmadığı için bu krizin aşılmasında arabulucu olabileceğini söylüyor. Schröder, “Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyeliğini mümkün görmediğini ifade ederek, Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev tarafından önerilen Avrupa’da yeni bir güvenlik mimarisi yaratılması fikrinin de reddedilmemesi” çağrısında bulunuyor.
Schröder, aslında Avrupa’nın pozisyonunu doğru tanımlamaktadır. Avrupa, enerji bölgelerinde rekabet edebilecek, oraları kontrol altına alabilecek olanaklara ve güce sahip değildir. Çıkarları, Rusya ile birlik olmaktan, onun askeri gücünü kendi gücü yapmaktan geçmektedir. Eğer Avrupa Schröder’in işaret ettiği yolu tutarsa, tarihte ilk defa Kıta Avrupa’sı bölünmeden aynı cephede yer almış olacaktır. Schröder’in isteğinin, Alman emperyalist burjuvazisinin isteklerini ve özlemlerini yansıttığından kuşku duymamak gerekir.
Diğer taraftan, ABD emperyalizminin bugünkü şefi Bush’un politik hattı son derece açık ve nettir. ABD Başkanı George W. Bush, “Güney Osetya ve Abhazya’nın, Gürcistan’ın bir parçası olduğunu, ABD’nin Gürcistan’ın bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün garanti altına alınması için müttefikleriyle birlikte çalışacağını” daha baştan söylemiş, ABD buna uygun bir tutumun içine girmiştir. “11 Eylül’den sonra, dünyada özgürlük güçleriyle tiranlık güçleri arasında büyük bir ideolojik savaş”a girildiği gibi bildik klişelerini ileri süren Bush, “ABD ve müttefikleri, genç demokrasileri destekleyecektir. Cesur demokratik reformcuların yanında duruyoruz. Tarihin en umut verici bölümlerinden biri Gürcistan halkı tarafından, 2003 yılındaki Gül Devrimi ile yazıldı” diyerek, Gürcü uşaklarına tam bir destek vermektedir. Yani Bush’un ve ABD’nin çizgisi “ya bizden yanasınız, ya da karşımızdasınız” çizgisidir.
Dünyanın önemli bir diğer bölgesi, Uzak Doğu’dur. Burada, dünya politikasında rol oynayabilecek olan iki büyük devlet bulunmaktadır. Bu devletler, Çin ve Japonya’dır. Japonya, ABD’nin bölgedeki stratejik müttefiki durundadır. Çin ise, Batılı emperyalist ülkelerin adeta bir “üretim atölyesi” durumundadır ve hızla kendi bağımsız gücünü oluşturma yolundadır. Çin ile Japonya arasında tarihten gelen anlaşmazlıklar vardır ve bugünden bakıldığında, aynı cephede yer almaları uzak bir ihtimal olarak görülmektedir. Çin, enerji ihtiyacı sürekli olarak büyüyen bir ülkedir ve Rusya ile bu konuda özel ilişkiler geliştirme yolundadır. Japonya ve Çin, çelişkiler daha da sertleştiğinde, uzak Doğu’da birbirine karşı duracak, farklı cephelerde yer alacak devletler gibi durmaktadırlar.
DİĞER ÜLKELERİN DURUMU
Emperyalist devletlerin yanı sıra, bu devletlere bağımlı ya da bağımsız politikalar izlemekte olan ülkeler de bulunmaktadır. Bu ülkelerin arasında özellikle kriz bölgelerine yakın olan ya da doğrudan bu bölgelerde yer alan ülkeler de bulunmaktadır. Bu ülkelerden İran, doğrudan bir petrol ülkesidir. Irak, ABD’nin işgali altındadır. Türkiye, ABD’nin müttefiki, NATO’ya üye önemli bir ülkedir. Hem Ortadoğu ülkeleri ile sınırları bulunmaktadır, hem de Kafkas ülkeleri ile komşu olma pozisyonundadır. Körfez’in zengin petrol yataklarına sahip ülkeleri, ABD’nin denetimindedirler. Ancak başta Suudi Arabistan olmak üzere, halkları arasında ciddi anti-Amerikan eğilimler vardır.
Latin Amerika’da Venezüella bir petrol ülkesidir ve anti-Amerikan bir yönetime sahiptir. Devlet Başkanı Chavez, şimdiden Rusya ile ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır. Bolivya’da ABD karşıtı bir yönetim bulunmaktadır. Latin Amerika’da en önemli ülke Brezilya’dır ve ABD ile, kendi halkı ve Latin halklarının isteğine karşı bir ilişki tutturması oldukça güçtür. Orta Amerika’nın önemli ülkesi Meksika ise, ABD ile birlikte görünse de, halkın mücadelesi ve ABD karşıtlığı ciddi boyutlara ulaşmış durumdadır.
Bu örnekler, pek çok bazı bölge ve ülkelerin –Afrika gibi– durumu ile uzatılabilir. Ancak buna çok fazla gerek bulunmamaktadır. Bu ülkelerin hemen tamamı, yeni bir emperyalist kapışmada “paylaşılacak” av durumundadırlar. Bu nedenle, hangi kampta yer alacakları önemsiz değilse de, ekonomik ve politik sonuçları, bu ülkeler için önemli olacaktır. Bunların pek çoğu, –Türkiye gibi–şimdiden bir ittifakın içindedirler.
Burada, ABD emperyalizminin stratejisi dikkat çekicidir. ABD, gerek Doğu Avrupa’da, gerekse de Kafkaslar’da Rusya’yı kuşatacak bir strateji izlemekte, bu bölgelerdeki ülkelerde “Rus korkusunu” yaymakta ve kullanmaktadır. Bu strateji, biçimsel olarak, geçmişte “sosyalist Sovyetleri” kuşatma stratejisinden farklı değildir. ABD, yine, aynı gerici emperyalist amaçları taşımakta –pazarlara ve kaynaklara, bunların geçiş yollarına sahip olma–; Rusya ise, bölgesel ve daha genel çıkarlar peşinde koşmaktadır. Rusya, stratejik olarak, kendisini çevreleyen komşu ülkeleri “bağımsız tutum almaya” çağırmaktadır. Bu ülkeler ise, bu tür bir “bağımsızlığın”, kendilerini Rusya karşısında savunmasız bırakacağı kanısındadırlar. Bütün bu hesapların tarihsel bir arka planı ve geçmişi bulunmaktadır.
Önemli olan şudur ki, bağımlı ülkeler kendi bölgelerindeki sorunları kendileri çözememekte, bu sorunlara müdahale eden büyük dış güçlere davetiye çıkarmaktadırlar. Zaten bu sorunların pek çoğu büyük dış güçlerin kışkırttığı sorunlardır ve onlar, bu türden olmayan sorunlara da büyük bir hızla dahil olmaktadırlar. Bu ülkelerin çıkarları, özünde büyük devletler arasındaki kapışma ve çatışmalardan uzak durmak, böylelikle ülkelerini ve halklarını yıkımdan kurtarmaktadır. Ancak ekonomik ve politik gerçekler, emperyalizme bağımlılık, bu ülkelerin yönetimlerini, bağlı oldukları büyük emperyalist devletlerin çıkarları temelinde gerici tutumlar almaya zorlamaktadır. İşbirlikçiler, kendi gerici iktidarlarını sürdürmenin yolunun da buradan geçtiğini çok iyi bilmektedirler. Onlara göre, yıkılmış ve ezilmiş halklar, işbirlikçilerin iktidarı için gerekli ve zorunludur.
ULUSLARARASI İŞÇİ SINIFI VE EZİLEN HALKLAR
Emperyalist büyük devletler arasındaki çelişkiler keskinleşir, kamplaşma eğilimleri güçlenirken, üstelik bütün bunlara genel bir ekonomik krize doğru gidiş eşlik ederken, uluslararası işçi sınıfı ve bağımlı ve ezilen halkların mücadelesi yeterli güce ve donanıma –örgütlenme, politik hazırlık vb.– sahip mi? Kuşkusuz, bu tür bir soruya peşinen olumlu veya olumsuz yanıtlar verilemez. İşçi ve emekçi halkların mücadelesi söz konusu olduğunda, durgun ve geri gibi görünen bir mücadele, kriz ve yıkım koşullarında olağanüstü ilerlemeler kaydedebilir, göreceli olarak geri gibi görünen bir halk en ön saflara geçebilir.
Bugün Irak halkı ABD işgaline karşı tüm gücüyle karşı koymaktadır. İşgal altındaki Afganistan’da ABD ve NATO güçleri sürekli geriliyorlar. Genel olarak müslüman ülkelerde ABD karşıtlığı büyüyor ve gelişiyor. Latin halkları ise, bu konuda sadece en önde gitmiyor, hükümetleri ve iktidarları belirleyecek politik mücadelelere de giriyorlar. Latin Amerika, artık ABD’nin “arka bahçesi” olmaktan çıktı. Emperyalist merkezler ve ileri kapitalist ülkelerde işçi sınıfı, sosyal ve ekonomik hakların gaspedilmesine karşı ciddi kitlesel mücadelelere girdi ve bu mücadeleler içerisinde sermayenin saldırılarını bütünüyle püskürtemese de, bazen yavaşlattı, bazen durdurdu, bazen de nefes almak için bir mola verdi.
Bu mücadelelerden sonra, şu kesinlikle ileri sürülebilir ki; dünyanın hangi ülkesinde olursa, sermayenin saldırısına karşı mücadelesiz, karşı koymadan teslim olacak işçi ve emekçi yığınlar bulunmuyor. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar, bu neo-liberal saldırıların doğrudan kendilerini, en hayati çıkarlarını hedef aldığını gören bir olgunluğa eriştiler. Yetersiz örgütlenme, sermayenin sınıf içindeki temsilcilerinin –sendika bürokrasisi– ihaneti, bu mücadeleleri belki zayıflattı ve geçici yenilgilere uğrattı. Ama işçi ve emekçi yığınlar, mücadelelerinin her geriye düşüşünde yaralarını sarma ve kendilerini toparlamanın yollarını arayıp bulma eğilimindeler.
Dünya çapında genel bir ekonomik krize gidiş, ekonomik ve sosyal saldırıların yoğunlaşması, emperyalist büyük devletlerin artan saldırganlığı, çeşitli ülkelerde işçi sınıfının, bağımlı ve ezilen halkların mücadelesini keskinleştiriyor ve onları daha sert mücadelelere yöneltiyor. Uluslararası komünist hareketin varlığı, uluslararası işçi sınıfının ideolojik, politik hazırlık derecesini kısmen yükselten bir rol oynuyor. Ancak özellikle kapitalizmin merkezlerinde komünist partilerin zayıf olmaları ve bazı ülkelerde işçilerin bu öncüden yoksun bulunmaları, uluslararası işçi sınıfının en önemli zayıflığı gibi görünmektedir. Ancak şunu vurgulamak gerekir ki; bu ülkelerin işçi sınıfları ciddi tarihsel birikimlere ve özellikle temel hakları söz konusu olunca, mücadeleye kararlılıkla atılacak tecrübeye sahiptirler.
Bitirirken şunu kesinlikle ileri sürebiliriz ki; uluslararası işçi sınıfı, bağımlı ve ezilen halklar, geçmiş tarihsel tecrübelerin de birikimiyle, yeni mücadelelere daha hazırlıklı ve donanımlıdırlar. Bu tecrübe ve birikim, onlara, geçmişte daha uzun sürelerde aldıkları yolları, bugün daha kısa sürelerde geçme avantajı sağlamaktadır. İdeolojik gerileme, toplumsal eziklik, yenilgi psikolojisi kesinlikle geride kalmıştır. Uluslararası işçi sınıfının ve dünya halklarının önünde yeni bir dönem açılmaktadır ve işçi sınıfı ve emekçi halklar bu dönemden başarıyla geçeceklerdir.