krizin yansımaları
MURAT BİRDAL
Başbakanın “bize bir şey olmaz” mealindeki açıklamalarının daha mürekkebi kurumadan, Türkiye, krizin etkilerini tüm sektörlerde olanca ağırlığıyla hissetmeye başladı. Yaklaşık bir senedir küresel bir resesyonun tüm ön göstergeleri açıkça ortada olmasına rağmen, gerek Türkiye gerekse de dünyada yapay bir güven ortamı yaratılmaya çalışılmaktaydı. Amerikan ve Avrupa merkez bankaları, kriz belirtileriyle öncelikli olarak faiz indirimleri aracılığıyla “piyasa kuralları” içinde mücadele etmeye çalıştı. Kısa sürede, bunu, yakın geçmişe kadar “öcü” olarak kabul edilen “kamulaştırmalar” izledi. Son olarak ise, devreye, yatırım bankalarının elindeki riskli aktiflerin alımını amaçlayan kurtarma paketleri sokuldu. Daha öncekiler gibi, bu da, kısa süreliğine piyasalardaki keskin düşüşün hızını kesse de, reel sektörde yaşanan krizin çıplak gerçekleri karşısında, finans piyasalarında, kaçışın önüne geçecek bir güven ortamı yaratmakta başarılı olamadı.
Bugün gelinen noktada, ABD ve Avrupa’da resesyonun artık kaçınılmaz olduğu tüm yetkili ağızlar tarafından açıkça ifade ediliyor. Başbakanın, daha önce, kendini komik duruma düşürmek pahasına dile getirdiği, krizin “gelişmiş” kapitalist merkez ülkeleriyle sınırlı kalacağını varsayımı ise, kısa sürede yalanlandı. Merkez ülkelerde başlayan krize uluslararası sermayenin ilk tepkisi, daha önceki krizlerde olduğu gibi, “güvenli liman” olarak gördükleri merkez ülkelerine sığınma eğilimi oldu. ABD ve Avrupa piyasalarının yükseliş gösterdiği günlerde dahi, Türkiye ve diğer gelişmekte olan ülke piyasaları önemli kayıplar verdi.
Hedge fonların, merkezdeki yatırımlarından oluşan likidite açıklarını kapatmak için deniz aşırı ülkelerdeki yatırımlarından kaynak transferi yapmaları, işin önemli bir boyutu. Ama özellikle ülkemizdeki piyasanın kırılganlığı, kaçış eğiliminin ardındaki bir diğer belirleyici etken. Başbakanın açıklamalarında görmezden geldiği yüksek cari açık ve dış borç rakamları, yatırımcıların korkularını arttırıyor. Bu korku da, yabancı sermayenin, kolay kolay dünyanın hiçbir köşesinde bulunmayacak kadar yüksek olan faiz oranlarından vazgeçip, merkeze kaçma eğilimini besliyor. Hafta başında gelişmiş ülke piyasalarında yaşanan yükselişin gelişmekte olan ülkelere ve Türkiye’ye yansımamasının ardında da, aslına bakılırsa, aynı endişe yatıyor.
FİNANSAL MÜDAHALELERİN SINIFSAL BOYUTU
Dünyada ve ülkemizde krizle mücadele adı altında yürütülen finans politikalarının sınıfsal boyutu üzerinde kısaca durmakta fayda var. Çünkü devlet müdahalesine yakın geçmişe kadar “öcü” gibi bakan neo-liberal kimi ideolog ve politikacıların bugün finansal piyasalara müdahale kararını desteklemesi, birçoklarının kafasını karıştırmış gibi gözüküyor. “Serbest piyasa”nın istikrar ve büyümeyi sürekli kılacak tek mekanizma olduğuna dair sarsılmaz inancın büyük bir darbe yediği doğrudur. Ve her kriz döneminde olduğu gibi, bu dönemde de bunun üzerinde durulması ve ifşa edilmesi gerekir. Ama en az bu kadar önemli bir diğer soru, bugün Avrupa ve ABD’de gerçekleştirilen kamulaştırmaların kime çıkar sağladığı sorusudur. Bugün devletin ekonomiye müdahalesi, kamusal sağlık sisteminin geliştirilmesi, krizden yoğun olarak etkilenen üretime yönelik sektörlerdeki işletmelerin devralınıp istihdamın korunarak işten atılmaların önüne geçilmesi ya da işsizlik sigortalarının kapsamının genişletilmesi ve uzatılması gibi yollarla geniş yoksul halk kesimlerinin lehine bir kaynak transferi yaratılmasını amaçlamıyor. Aksine, bugün ABD ve Avrupa’da yaşanan, finansal istikrarı korumak adına, geniş halk kesimlerinin üzerinden büyük yatırım bankalarını ayakta tutma çabasıdır. Şirketlerini batırmakla kalmayıp her ay binlerce işçinin maaşını tek başına almaya devam eden CEO’lar, devlet eliyle beslenmektedir.
Kurtarma paketleri, piyasada alım-satımı tümüyle durmuş olan ve krizdeki şirketlerin kasalarında sıkışıp kalmış aktiflere, garanti vererek işlerlik kazandırmak ve böylece yeni iflasların önüne geçerek ekonomiyi canlandırmak gibi vaatlerle açıklanmıştır. İşsizlik tehdidinin büyüdüğü bir ortamda, devlet müdahaleleri, kamuoyunda, kredi piyasalarını canlandırıp yeni yatırımları teşvik edecek bir kurtarıcı olarak lanse edilmiştir. Ne var ki, ülkelerin bütçeleri üzerinde büyük yük yaratacak böylesi kaynak transferlerinin nasıl gerçekleşeceği, daha büyük bir soru işaretidir. Bunun doğal sonucu, geniş halk kesimlerinin üzerindeki vergilerin arttırılması ve sosyal amaçlı harcamaların kısılmasıdır. Hem de işsizliğin fırladığı, reel ücretlerin gerilediği bir kriz döneminde. Geniş halk kesimlerinin çıkarı gözetilerek yapıldığı öne sürülen müdahale paketinin, gelir eşitsizliğini daha da arttıracağı açık bir gerçektir. Bir diğer gerçek ise, piyasalara yapılacak kaynak aktarımındaki tercihlerdir. Kaynak aktarımı, işsizlik maaşlarını arttırılması, konut yardımları vb. yöntemlerle konut kredisi verenlere değil, kredi alan ve daha sonra işsizlik veya düşük ücretler nedeniyle ödemekte zorlanarak evini kaybeden Amerikan işçi sınıfına yapılabilirdi. Bu çözüm yöntemi, serbest piyasanın ilkeleriyle, bugün uygulanandan daha fazla çelişmezdi ve en az bugün tercih edilen seçenek kadar işe yarardı. Yapılan tercih, tümüyle sınıfsal bir tercihtir ve doğrudan büyük sermayenin çıkarlarını korumaya yöneliktir.
Kısacası, bir kez daha görülmüştür ki, serbest piyasa söylemi, altı, her dönemde egemen sınıflar tarafından ve çıkarlarına uygun bir şekilde doldurulmuş koca bir yalandır. Ne var ki, bugün serbest piyasa söyleminin terk edilmesi, sosyal güvencelerin genişletilmesi adına değil, bunların olanca hızıyla tasfiye edildiği bir ortamda, sermayeye emekçilerin sırtından daha büyük bir kaynak aktarımı gerçekleştirmek için yapılmaktadır. Kriz sonrasında devletin ekonomiye daha fazla müdahil olacağı yegane nokta, bugüne değin büyük oranda denetimsiz çalışan yatırım bankacılığının, tıpkı mevduat bankalarında olduğu gibi, daha sıkı bir denetime tabi tutulması olacaktır. Gelinen noktada, emekçi sınıflar lehine herhangi bir kazanım söz konusu değildir, aksine emek cephesinde sermayenin kriz politikalarına karşı daha örgütlü bir duruş sergilenememesi halinde, gelecek, daha büyük kayıpları da beraberinde getirecektir.
Gelelim son günlerde sıkça dile getirilen Merkez Bankası’nın piyasaya döviz sürerek kura müdahalesinin olası etkilerine. Cari açık ve enflasyon oranı göz önünde bulundurulduğunda, TL’nin aşırı değerlenmiş olduğu ortadadır ve uzun vadede bu durumun sürdürülmesi imkansızdır. Ne var ki, AKP, özellikle seçim öncesinde, bugüne değin dış borçlarla sürdürülen yapay istikrarı bozmaya niyetli değil. Döviz kurundaki artış, girdi maliyetlerini de arttırarak, hızla enflasyonu tırmandıracak ve seçim öncesi, AKP açısından hiç de istenmeyen bir tablo ortaya çıkacaktır. Ama kısa vadede kura müdahale ile kur istikrarı sağlamaya çalışmanın, uzun vadede oldukça yıkıcı sonuçları olacaktır. Öncelikle bu durum, şu an kurdaki ani yükseliş dolayısıyla ekonomiden çıkmakta zorlanan yabancı sermeyenin çıkışını kolaylaştıracak ve aynı miktar Türk Lirası karşılığı daha fazla dolarla çıkışlarının yolunu açacaktır. Bunun anlamı, bugüne değin yüksek faizlerle besledikleri “sıcak para”yı, bir de kurdaki yükselişten kaynaklanan zararlarını karşılayarak ülkeden yollamaktır. Merkez Bankası’nın döviz rezervleri erirken, kurdaki anlık düşüşten faydalanan yabancı sermaye kaçtıkça kurun tekrar yükselişe geçeceği gerçeği de gözardı edilmemelidir.
Başbakanın krizi görmezden gelen açıklamaları, dolar kurunun 1,65’e ulaştığı gün açıklanan Merkez Bankası’nın 1,48 seviyesindeki yılsonu dolar kuru tahmini de, aynı paralelde değerlendirilmelidir. Bu durum, tıpkı 2001 krizi öncesinde olduğu gibi, yaratılan yapay güven ortamı sayesinde yerli tasarruf sahiplerini piyasalara çekerek, yabancı fonların ülkeden az kayıpla çıkışını sağlama çabasıdır. Yine 2001 krizi öncesinde Merkez Bankası piyasalara döviz pompalarken, bizzat Merkez Bankası başkanının yüklü miktarda döviz topladığı ve bundan dolayı yargılanarak ceza aldığını da hatırlatalım. 2001 döneminde, Merkez Bankası rezervleri düşük fiyattan elden çıkartılarak eritilmiş ve bu müdahalenin, yurt dışına çıkan döviz miktarını arttırmaktan öte bir faydası olmamıştır. Bugün de aynı oyuna gelinmemeli ve emekçinin vergisi, emeklinin ikramiyesi üzerinden yabancı sermayeye yapılacak bir kaynak transferine dur denilmelidir.
KRİZİN REEL EKONOMİYE ETKİLERİ
ABD ve Avrupa ekonomilerindeki durgunluk, ülkemizde de, otomotiv sektörü başta olmak üzere, ihracata yönelik üretim yapan sektörlerde olanca gücüyle ağırlığını hissettirmeye başladı. Şimdiden otomotiv sektöründeki TOFAŞ, Ford, Renault gibi birçok şirket üretimi durdurma kararı aldı. TOFAŞ yüzlerce kişiyi işten çıkarırken, TOFAŞ’la birlikte yine otomobil sektörüne dizel enjeksiyon sistemleri üreten BOSCH’ta, tüm işçiler, büyük çoğuluğu ücretsiz olmak üzere, izne çıkarıldı. Bu ay içerisinde açıklanan Ağustos ayı üretim rakamlarına göre, otomobil üretiminde yüzde 14.4, minibüs üretiminde yüzde 33.2, kamyonet üretiminde yüzde 13.7 ve traktör üretiminde yüzde 60 dolayında düşüş kaydedildi. Yine aynı ay içerisinde, tekstil sektöründe yüzde 30’lara varan kayıplar yaşanırken, buzdolabı üretiminde yüzde 26.6, televizyon üretiminde yüzde 36.5, çamaşır makinesi üretiminde yüzde 7.3 düşüş kaydedildi. (Aynı durum Avrupa ülkelerinde de yaşanmaktadır ve bu nedenle Almanya’da Mercedes ve Fransa’da Peugeot başta olmak üzere, tüm büyük otomotiv fabrikaları işi durdurmuştur.)
Yani Başbakan’ın “bize bir şey olmaz hamdolsun” şeklindeki tarihi konuşmasından iki ay önce, üretimde, göz ardı edilemeyecek denli büyük bir daralma yaşanmıştır. Sonraki aylara ilişkin rakamlar açıklandıkça, durumun ciddiyeti daha da açıkça ortaya çıkacaktır.
Yurt dışındaki talebin daralmasının yanı sıra döviz kurunun hızlı tırmanışıyla ortaya çıkan belirsizlik ortamı da, üretimdeki daralmayı şiddetlendiriyor. Kur istikrarsızlığının sürdüğü bu ortamda, Türk Lirası üzerinden yapılan maliyet hesapları, paranın yabancı para birimleri karşısında hızlı değer kaybı sonrasında tutmamaktadır. İmalat sanayinde girdilerin yaklaşık yarısı yurtdışından dövizle sağlandığı için, maliyetler, aynı gün içerisinde dahi büyük dalgalanma göstermekte ve bu durum da, kısa vadeli alım-satım sözleşmelerinin dahi yapılmasında büyük tedirginlik yaratmaktadır.
Yıllardır “sıcak para” akışıyla kuru baskı altında tutarak korunmaya çalışılan fiyat istikrarı, önümüzdeki dönemde kontrolden çıkacaktır. Enflasyonun hızla tırmanarak yüzde 20’lere varabileceği bir ortamda, ücretlilerin kazancı, enflasyon karşısında giderek eriyecektir. Üretilen malların fiyatları artmasına rağmen ücretlerin belli bir seviyede kalması, kısa vadede (özellikle krizden doğrudan etkilenmeyen sektörlerde) sermayenin kâr marjını yukarı çekse de, uzun vadede, ekonomideki toplam alım gücünün daha da kısıtlı kalmasına yol açacak ve krizi derinleştirecektir. Kısacası, dışarıdaki talep daralmasıyla reel sektörün içine sürüklendiği kriz, içeride de talebin daralmasıyla daha da şiddetlenecektir.
Bugünlerde ilk sinyallerini aldığımız işten çıkarmaların önümüzdeki günlerde yoğunlaşacağını kolaylıkla öngörebiliriz. Dünyada ve ülkemizde kitlesel işten çıkarmaların yaşanması durumunda krizin şiddeti büyük bir hızla katlanacaktır ve şu an göreli olarak daha rahat durumda bulunan mevduat bankalarında da batıklar yaşanabilecektir. Ülkemizde de giderek yaygınlaşan kredi kartları, özellikle “gelişmiş” kapitalist ülkelerde, bireylerin aylık tüketiminin tamamına yakınında kullanılmaktadır. Buna, zaten krizin başlangıç noktası olan emlak kredilerini de eklersek, işten çıkarmalarla birlikte, geri ödenemeyen batık kredilerin katlanarak artacağını söyleyebiliriz. Elbette, bu durum, gerek küresel gerekse de yurt içi talepte de çok daha büyük bir daralma yaşanmasına neden olacaktır. Bireysel olarak kapitalistler, kriz dönemlerinde, işten çıkarmaları, yeniden yapılanma ve reel ücretleri düşürme yolunda önemli bir fırsat olarak görürken, bu durumun diğer kapitalistler tarafından da benimsenmesi ve uygulanması, kapitalizmin krizini derinleştirmektedir.
Kriz dönemleri, kimi varsayımların aksine, işçi sınıfının mücadele gücünün, “bıçağın kemiğe dayanması” koşulları bir yana, büyüme dönemlerine göre daha alt seviyelerde seyrettiği bir dönemdir. Büyüyen yedek işgücü ordusu, çalışanlar üzerinde büyük tehdit oluşturmakta, işverenler de, bu durumu kullanarak, gerek ücretler ve çalışma saatleri, gerekse de sosyal haklar üzerinde kendi lehine yeniden düzenlemelere yönelmektedir. Dolayısıyla bu dönem içerisinde, farklı konfederasyonlar ve sektörler altındaki sendikalar arasında hareket birliği oluşturulması ve krizin, siyasi aidiyetlerin ötesinde, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal çıkarları üzerinden oluşturulmuş geniş ve tek bir cephe halinde karşılanması, son derece önemlidir. Aksi takdirde, sendikalar, kendi mevcudiyetlerini temelden sarsacak ve muhtemelen kriz sonrası büyüme döneminde de tamiri zor olacak kayıplara seyirci kalmaktan kurtulamayacaklardır.
Enflasyon, talepteki daralmaya karşın, döviz kurunda büyük zıplanma karşısında tırmanışa geçecektir. Yükselen enflasyon karşısında reel ücretlerinde hızla gerileme yaşanacak emekçiler, işverenin maaş kesintisi konusundaki talepleri karşısında uyanık olmak durumundadır. Birleşik Metal İş sendikası tarafından hazırlanan “Metal İşçisinin Gerçeği” başlıklı raporda, geçtiğimiz on yılda sektörde yaşanan büyüme ve verimlilik artışı karşısında, işçilerin üretilen değerden aldıkların payın yaklaşık yüzde 50 dolayında azaldığı, yalın bir dille vurgulanmaktadır. Bu durum, imalat sanayinin geneli için de geçerli. Görüldüğü gibi büyüme döneminde refahı paylaşmayan işverenler, her kriz döneminde olduğu gibi, bu dönemde de, faturayı emekçilere çıkaracaklardır. Emekçilere ayrılan işsizlik fonu üzerindeki hak talepleri, bu durumun en çarpıcı ifadesidir.
Krize sermaye lehine müdahaleler ve daralmanın devlet gelirlerini de olumsuz etkilemesinin doğrudan sonucu olacak yeni vergi ve zamların işsizliğin ve düşük ücret baskısının artacağı koşullardaki yıkıcılığı ise, mutlaka, krizin emekçiler açısından neden olacağı diğer yıkıcı sonuçlarla birlikte işçi sınıfı ve emekçiler tarafından birlikte mücadeleyle göğüslenmesi gereken bir gelişme olacaktır.