Bölgesel siyasetin sarkacında Kürdistan petrolü

Başbakan Erdoğan’ın Kürdistan Federe Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ile 16 Kasım’daki Diyarbakır buluşmasıyla ilgili tartışmalar, genellikle bu buluşmanın Kürt sorununun çözümü bağlamında taşıdığı anlam/önem üzerinden yapıldı. Barzani’nin Diyarbakır’da AKP mitingine katılmasının, PKK-PYD çizgisi ile KDP arasındaki gerilimden ve AKP’nin Kürtler içindeki gücünü arttırıp “çözüm süreci”nde inisiyatifi ele alma hesaplarından bağımsız olmadığı açıktı. Ancak bu buluşmanın Kürt sorunu ve bölgesel gelişmeler içindeki önemiyle bağlantılı, ama bir o kadar da önemli bir diğer yönünü de Kürdistan petrolünün pazarlanması konusu oluşturuyordu. Zaten bu buluşmadan on gün sonra Başbakan Erdoğan’ın Ankara’da Kürdistan Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani ile bir araya gelerek Kürdistan petrolü ve doğalgazının pazarlanmasıyla ilgili anlaşmalar yapması da, bu konunun her iki taraf için ne kadar önemli ve öncelikli olduğunu gösterdi.
Anlaşma önemli olmasına önemliydi, ama Kürdistan petrol ve doğalgazının paylaşılması/pazarlanması konusunda taraf olan Irak Merkezi Hükümeti tarafından ciddi itirazlar vardı ve bu itirazlar Irak’taki en önemli güç olmayı sürdüren ABD tarafından da destekleniyordu. Zaten bu itirazlar nedeniyle, anlaşma yapıldıktan sonra, anlaşmaya dair resmi bir açıklama bile yapılamadı. Petrol ve doğalgaz gelirlerinin paylaşımı konusunda Irak Merkezi (Maliki) Hükümeti ile Kürdistan Federe Yönetimi arasında bir anlaşmazlık vardı ve bu nedenle Maliki Hükümeti onaylarının olmadığı bir anlaşmanın geçerliği olmayacağını söylüyordu. ABD’nin de baskısıyla Maliki Hükümeti ile arasındaki gerilimi yumuşatmaya çalışan Türkiye (Dışişleri Bakanı Davutoğlu, kendi deyimiyle “ilişkilerde taze bir başlangıç yapmak için” Kasım ayında Bağdat’a gitmişti), bu kez Irak Merkezi Hükümeti’ni ikna etmek için girişimlerde bulunmaya başladı. Geçen yıl Aralık ayında uçağının Hewler’e (Erbil) inişine izin verilmeyen Enerji Bakanı Taner Yıldız (2012Temmuz ayında Türkiye ile Barzani yönetimi arasında petrol ticareti anlaşmasının imzalamasından sonra Aralık ayında Hewler’deki “Enerji Konferansı”na katılmak isteyen Yıldız’ın uçağının inişi Irak Merkezi Yönetimi tarafından engellenmişti), bu yıl, Bağdat’a gidip Irak’ın enerjiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Şehristani ile bir görüşme yaptıktan sonra Hewler’deki konferansa katıldı.
Türk medyasından boru hattından petrol verilmeye başlandığı yönünde haberler çıksa da, resmi açıklamalar, bu petrol akışının test amaçlı olduğunu gösteriyor. Çünkü Maliki Hükümeti ve Barzani yönetimi arasındaki anlaşmazlıklar halen giderilebilmiş değil. Öte yandan petrol gelirlerinin paylaşımıyla ilgili anlaşmazlıkların yanı sıra Maliki ve Barzani’nin bölgesel kamplaşmanın farklı taraflarında yer almaları, ayrıca Türkiye’nin ötesinde ABD ve İran’ın Irak üzerindeki etkisi nedeniyle Kürdistan petrolünün geleceği ve yapılan petrol anlaşmalarının ne olacağı bugün Irak’ın ve bölgenin siyasi gelişmelerinin sarkacında durmaktadır.

***
Irak’ta 2003’teki ABD müdahalesinden sonra, yönetim ortaya çıkan üç siyasi güç odağı arasında (nüfusun yüzde 65’ini oluşturan Şiiler, yüzde 15’ini oluşturan Sünniler ve yüzde 20’sini oluşturan Kürtler) paylaşılmaya çalışılmasına rağmen, siyasi istikrar bir türlü sağlanmadı. Bu güç odakları arasında sürekli mücadele ve çatışmalar yaşandı. Azınlık durumunda olmalarına rağmen Saddam dönemindeki üstünlüklerini sürdürmek isteyen Sünniler, özellikle Türkiye, Katar ve S. Arabistan ile yakın ilişkiler içinde oldu. Kendi aralarında farklı gruplara ayrılmış olmalarına rağmen Şiiler (Nuri El Maliki’nin Dava partisi, El Hakim’in Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi, Sadr grubu gibi) yönetimde en önemli güç haline geldiler ve Sünni bloğa karşı İran’a yakın durdular. Saddam sonrasında federe yönetim oluşturan Kürtler ise, Arapların baskısına karşı ABD ve Türkiye ile ilişki ve işbirliğini geliştirdiler. İşte bugün Kürdistan petrolleri üzerinden sürdürülen mücadelenin ‘yeni Irak’ın kuruluş sürecinde başladığını söyleyebiliriz. Irak Merkezi Hükümeti ile Kürdistan Federe Yönetimi arasında yetki, petrol-enerji gelirlerinin paylaşımı ve toprak (aidiyet) konusunda yaşanan anlaşmazlıkların aradan geçen on yılda çözülememiş olması, bugün Kürdistan yönetiminin tek taraflı anlaşma yapmasını da sorunlu hale getirmektedir.
2005 Kasım’ında kabul edilen Irak Anayasası’na göre Irak’ın petrol gelirlerinin yüzde 17’si Kürtlere verilecekti. Öte yandan Kürdistan Bölgesel Yönetimi de Merkezi Hükümet’in onayı olmadan petrol ve diğer konularda anlaşma imzalamayacaktı. Bugün her iki taraf birbirini anayasaya uymamakla eleştirmektedir. Barzani yönetimi Irak petrollerinden paylarının verilmediğini söyleyerek Kürdistan petrolünün pazarlanması konusunda hakkının olduğunu savunmakta, Maliki yönetimi ise, onayları olmadan Kürdistan yönetiminin petrol anlaşması imzalayamayacağını söylemektedir. Bu temelde 2012’de ABD’nin en büyük petrol tekellerinden Exxon Mobil ile petrol arama-çıkarma anlaşması imzalayan Barzani yönetimi, Türkiye ile de ham petrol gönderip işlenmiş petrol almaya dayanan bir petrol ticareti anlaşması yaptı. Ancak bu anlaşmalar Irak’ın Merkezi ve Kürdistan Federe yönetimlerini Kerkük’te çatışma noktasına getirmişti.
Bu iki gücün Kerkük’te çatışma noktasına gelmesinin bir anlamı vardı. Irak Anayasası’na göre aidiyeti konusunda anlaşmazlık bulunan diğer yerlerle birlikte (Selahaddin, Diyala), 2007’de Kerkük’te bir referandum yapılacak ve bu bölgelerin aidiyeti (Merkezi Hükümet’e mi, Kürdistan Federe Yönetimi’ne mi ait olduğu) belirlenecekti. Ancak Irak’taki siyasi belirsizlik nedeniyle ve ABD’nin girişimleriyle, 2007’de, bu referandumun yapılması 5 yıl ertelendi. O dönemde Barzani yönetimi ile ilişkileri daha sınırlı düzeyde olan Türkiye de bu referandumun ertelenmesini istiyordu. Beş yıl sonra, yani 2012’ye gelindiğinde ise, Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel çatışma ve kamplaşma bu siyasi belirsizliği daha da derinleştirdi ve referandumun belirsiz bir tarihe ertelenmesine neden oldu. Çünkü Suriye’de Türkiye, Katar ve S. Arabistan’ın başını çektiği güçlerin Esad rejimini devirmeye yönelik müdahaleleri, Irak’taki siyasi güçler arasındaki kamplaşmanın derinleşmesine yol açmıştı. Bu müdahale girişimleri Şii Maliki Hükümetini Suriye ve İran’a yakınlaştırıp müdahalenin arkasındaki güçlerle (başta Türkiye) ilişkilerinin gerilmesine neden olurken, Sünnilerin de savaşı Irak’a yaymaya yönelik eylemlere girişmesine yol açtı. Bu kamplaşmanın ilk sonucu, Irak’ın Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el Haşimi’nin binlerce insanın ölümüne yol açan bombalı eylemleri yapan “ölüm timleri”ni azmettirmekle yargılanıp idama mahkum edilmesi oldu. Haşimi, önce Kürdistan Federe Yönetimine, ardından da Türkiye’ye sığındı (İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranan Haşimi için Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Türkiye olarak başından beri desteğimizi verdiğimiz birini iade etmeyiz” demişti).
ABD, bu dönemde hem Irak’ın daha büyük bir çatışma ve istikrarsızlığa sürüklenmesini engelleyebilecek tek isim olarak Maliki’yi görüyor ve hem de Şiilerin tamamen İran’a yakınlaşmasını engellemek için görece bir denge politikası izliyordu. Zaten Maliki de, ABD’ye alternatifsiz olmadığını göstermek için, Rusya’da Putin ile görüşmüş ve 5 milyar dolarlık silah ve önemli ticari anlaşmalar imzalamıştı. ABD’nin denge politikası izlemesi, ortaya çıkan kamplaşmada Kürdistan Federe Yönetimi’nin Türkiye’ye daha fazla yakınlaşmasına yol açtı. Son petrol anlaşmalarını Ankara’da imzalayan Kürdistan Federe Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani,  daha önce de Türkiye’yi “umut kapısı” olarak gördüklerini açıkça söylemişti. Bölgesel kamplaşmanın Kürtlerin önemini daha da arttırması, Maliki Hükümeti ile anlaşmazlık içinde olan Barzani yönetiminin bağımsız siyaset arayışlarını da artırmış ve bağlı olarak ‘bağımsız Kürdistan’ tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. AKP Hükümeti için bu arayış ve yakınlaşma; Kürdistan petrolünden pay, PKK’ye ve Suriye Kürdistanı’ndaki (Rojava) PYD’ye karşı işbirliği ve çatışma halinde olduğu Maliki’ye (bu arada Şii bloğa) karşı pozisyonunu güçlendirme anlamına geliyordu.
Irak Kürtlerinin Türkiye ile kader birliği yapmalarının ve Irak’ın giderek parçalanma noktasına gelmesinin ABD’yi rahatsız ettiğini söylemiştik. AKP’yi sarsan son yolsuzluk ve rüşvet operasyonları sonrasında Başbakan Erdoğan’ın bu operasyonların arkasındaki kişi olarak gösterdiği ABD Ankara Büyükelçisi Ricciardone, o dönemde de “Biz Türkiye’nin Irak’ın petrolünün yüzde 20’siyle değil, yüzde yüzüyle ilgilenmesini isteriz” diyerek, Türkiye’nin Irak’ta ABD’nin kendisine verdiği taşeronluk rolünün daha fazlasına yeltenmiş olmasına tepkisini göstermişti. Aynı şekilde, İran da, Şiilerin Kürtlerle bu düzeyde karşı karşıya gelmesini hem kendisi, hem de doğrudan tarafı olduğu Suriye’deki kamplaşma açısından istemiyordu. İşte bu gidişatı kendi çıkarları/politikaları için tehdit olarak gören bu iki gücün –ABD ve İran’ın– girişimleri sonucu, Mayıs 2013’te, Maliki Hükümeti ile Kürdistan Federe Yönetimi arasında bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre; petrol ve doğalgaz kaynaklarının ve gelirlerinin paylaşımı konusunda bir komisyon oluşturulacak, merkezi bütçeden Kürdistan Federe Yönetimine ayrılacak kaynaklar yeniden gözden geçirilecek ve aidiyeti konusunda ihtilaf bulunan bölgelerin güvenliği ortak sağlanacaktı. Ancak gelinen yerde Kürdistan yönetiminin Türkiye ile yaptığı tek taraflı anlaşma ve Maliki yönetiminin ABD’nin de desteğini alan kendi onayı olmadan bu anlaşmanın geçerli olmayacağı yönündeki itirazı, Mayıs ayında yapılan anlaşmaya rağmen sorun ve anlaşmazlıkların orta yerde durmaya devam ettiğini göstermektedir.

***
Irak, petrol rezervleri bakımından 115 milyar varille dünyanın dördüncü ve üretim bakımından ise günlük 2,4 milyon varille 13’üncü sırasında yer alıyor. Kürdistan bölgesi ise, petrol rezervi bakımında 40 milyar varile, yani Irak’ın toplam petrol rezervinin yaklaşık yüzde 35-40’ına sahip bulunuyor. Geçtiğimiz günlerde Fransız ekonomi gazetesi La Tribune’nin Kürdistan bölgesinin petrol anlaşmalarının hayata geçmesi halinde dünyanın dördüncü büyük petrol üreticisi olacağı iddiasını gündeme getirmesi, Kürdistan petrolünün dünyanın büyük enerji tekellerinin iştahını nasıl kabarttığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Hewrami’nin yaptığı açıklamalara göre, Exxon Mobil ile 6 alanda petrol arama ve işleteme konusunda anlaşma yapılmış durumda. Öte yandan Kürdistan petrolü için British Petroleum (BP) ile Exxon Mobil arasında önemli bir rekabet olduğu da biliniyor.
Kürdistan Yönetimi’nin Türkiye ile yaptığı anlaşmalara gelince (Kasım sonunda  Neçirvan Barzani ile Başbakan Erdoğan’ın Ankara’da yaptıkları anlaşmalar), bu anlaşmalara göre, Kürdistan’dan Türkiye’ye 2014’ten itibaren günlük 400 bin varil petrol ve 2016’dan sonra günlük 1 milyon varil petrol ve 10 milyar metreküp doğalgaz boru hattı üzerinden taşınacak. Bu petrolün yıllık değeri ilk etap için 11,5 milyar doları ve sonraki etapta ise 38 milyar doları bulacak. En önemli geliri petrol olan Irak’ın bugün günlük petrol üretiminin 2,4 milyon varil olduğu düşünülürse, söz konusu anlaşmanın büyüklüğü daha kolay anlaşılabilir. Kürdistan Yönetimi için bu anlaşmalar, ekonomik olduğu kadar siyasi olarak da büyük önem taşımaktadır. Çünkü bu anlaşmaların hayata geçmesiyle, Irak Merkezi Hükümeti’ne rağmen bağımsız bir politik güç olarak kendini kabul ettirmenin önünü açmış olacaktır. Ancak bunun öyle kolay olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Kürdistan yönetimi ile ekonomik ve siyasi bakımdan işbirliğine oldukça istekli olmasına rağmen, Türkiye’nin ABD’nin itirazlarını görmezden gelemeyecek olması, istenilen adımların atılmasını zorlaştırmaktadır. Ankara’da yapılan anlaşmaların kamuoyuna açıklanamaması bunun önemli göstergelerinden biridir.  Zaten Türkiye, ABD’nin anlaşmaların yürürlüğe girmesi için Irak Merkezi Hükümeti’nin onayının alınması gerektiği itirazlarının ardından, Irak Merkezi Hükümeti’ni ikna etmek için görüşmelere başlamıştır.
Türkiye’nin yapılan petrol anlaşması ile ilgili ilk önerisi, Irak Merkezi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimleri arasındaki anlaşmazlık çözülünceye kadar petrol gelirlerinin Halkbank’a yatırılmasıydı ki, son yolsuzluk operasyonunda İran’a ambargonun delinmesinde kullanılan Halkbank’a yönelik operasyonun arkasında Türkiye’nin bu girişiminin boşa çıkarılması olduğu da iddia edilmektedir. Ancak ne Maliki Hükümeti, ne de ABD tarafından bu öneri kabul görmedi. Aralık ayı başında Hewler’deki (Erbil) “Enerji Konferansı”na katılmadan önce Bağdat’ta Irak’ın enerjiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Şehristani ile görüşen Enerji Bakanı Taner Yıldız, Kürdistan petrolünün Türkiye üzerinden pazarlanması konusunda Şehristani’nin gündeme getirdiği koşullara olumlu yaklaştıklarını söylemektedir. Şehristani’nin öne sürdüğü şartlar ihraç edilecek petrolün miktarının Bağdat tarafından tespit edilmesi, bu petrolün dünya piyasasındaki değeriyle satılması ve petrol satışından elde edilecek gelirin New York’taki “Irak Kalkınma Fonu”na yatırılması ve yine bu petrolden elde edilecek gelirin yüzde 5’inin Kuveyt’e savaş tazminatı olarak ödenmesi biçimindedir. Yıldız, bu şartlarla ilgili olarak “Bu petrol Türkiye’nin değil, Irak’ın petrolüdür. O yüzden Bağdat’ın 3 şartının gerçekleşeceği bir sözleşmenin doğru olacağına inanıyoruz. Komşu, dost ve kardeş ülke Irak’la yoku değil, varı paylaşacağız” demektedir. Yıldız’ın bu açıklaması, aslında Türkiye’nin Kürdistan yönetimiyle yapılan ikili anlaşmaların Irak Merkezi yönetimi ve ABD’nin istemleri doğrultusunda revize edilmesini kabul ettiği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla mesele, yine dönüp dolaşıp Irak’ın Merkezi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimleri arasındaki sorunların nasıl çözüleceğine bağlanmış bulunmaktadır.

***
Sonuç olarak söylenenler üzerinden en başa dönersek, Diyarbakır ziyareti, AKP Hükümeti ile Barzani yönetimi arasındaki ilişki ve işbirliğini bir kader birliği haline getirmiş olsa da, bu kader birliğinin sınırlarını belirleyen başkaca gelişmelerin ve güçlerin olduğu da göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla bugün Türkiye’nin Irak Merkezi Yönetimi ile ilişkilerini düzeltmek için adımlar atmak zorunda kalması, ABD ve İran’ın Irak’ta kendi çıkarlarını tehlikeye sokacak gelişmelerin önünü almak için yaptıkları girişimler ve Irak’ın dengelerini doğrudan etkileyen Suriye’deki çatışmalara siyasi çözüm arayışları, sadece Türkiye ile yapılan anlaşmaların yürürlüğe girmesini değil; Kürdistan petrolünün arama-çıkarma ve pazarlanması süreçlerinin bütünü üzerinde önemli bir etkiye sahip bulunmaktadır. Çünkü kader birliği yapmış olmalarına rağmen, Türkiye egemenlerinin iştahlarını kabartan Kürdistan petrollerinden ne kadar pay alacağı ve Kürdistan yönetiminin ne kadar bağımsız siyasi-ekonomik bir güç haline gelebileceği sorularının yanıtını kendilerini kuşatan bu gelişme ve güçlerden bağımsız vermek mümkün değildir.

Kimler, niçin çatışıyor?

En son “büyük kapışma” ve “hesaplaşma”nın başlangıcına tanık olduk. Ergenokon soruşturmasıyla ünlenmiş İstanbul Başsavcı Vekili Zekeriya Öz’ün koordinatörlüğünde üçü tek “operasyon”da birleştirilmiş soruşturma ve gözaltı furyasıyla start verildi. Bir: Uzun süre altınla yapılan İran doğalgazı ödemeleriyle bağlantılı altın kaçakçılığı, rüşvet ve yolsuzluk dosyası.. İki: “Finansman merkezi” olduğu tahminlerin ötesine geçerek artık neredeyse ayan bayan bilinir olan TOKİ ihaleleri ve imar alanları bağlantılı yolsuzluklar dosyası.. Ve üç: Fatih Belediyesi’nde yolsuzluk ve rüşvet dosyası. Neredeyse şaşkınlık verici ve yeni hiçbir şey yoktu. Tümü fluluklar ardındaydı belki, ama biliniyordu; onun bunun tweetlerine konu olmaktaydı. Ama kanıt olmadığı gibi, resmi muameleye konmaları için kanıtın yanı sıra mutlak gerekli cesaret de yoktu olağan soruşturmacılarda. Eski örnekleri boldu. Biri, Şemdinli Bombası’nı soruşturan savcı Ferhat Sarıkaya’nın başına gelendi: Zamanın Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın soruşturmayı engellemek üzere Bombacı Başçavuş Ali’yi sahip çıkarak sarfettiği “tanırım, iyi çocuktur” sözlerinden hareketle onu da soruşturmaya dahil etmek istediğinde Savcı, anasından doğduğuna pişman edilmiş, soruşturmadan el çektirildiği gibi, savcılıktan tard edilmiş, avukatlık bile yapamaz kılınmak üzere tüm hakları elinden alınmıştı.
Kimsenin dilinde olmasa ve hele vergi cezaları vb. nedeniyle medya sayfa ve ekranlarına düşmese bile devlet katlarındaki yolsuzluklar herkesin malumuydu. Ama hem rüşvet ve yolsuzluğun belgesi çok zor bulunurdu.. Hem de iktidar sahipleriyle uğraşmak cesaret isterdi. Üstelik uğraşacak olanın da, hem gerekçesi olmalı hem de başka çaresi olmamalıydı. 17 Aralık’a kadar beklendi, bu üç nedenle.
Ama öğrendik ki beklemeyenler de varmış! Cesaret sahipleri yani. Ya da birden cesaretlere gark olanlar! Öyle değildi tabii. Ya da cesaret güç kaynaklıydı, güç sahipliğinden gelirdi cesaret sahipliği. Z. Öz cesur çıktı. Ya da güç sahibi. Meğer iki seneye yakındır soruşturma sürermiş. Teknik ve fiziki takipteymiş “şüpheliler”. Hem de kimler.. Üç Bakan oğlu. Üstelik biri soruşturma yürütücüleri polislerin emir kumandasının en tepesindeki İçişleri Bakanı’nın oğlu.. İran’ın “Koç Ailesi”nin mahdumlarından bir zat. Ünlü bir şarkıcının eşi.. İran’a doğalgaz ödemelerinin “kasa” ve “vezneleri”nden gerçekleştiği Halk Bankası’nın evini ayakkabı kutularında tasarruf edilen döviz banknotlarıyla banka şubesine çevirmiş Genel Müdürü.. İstanbul’un ultra lüks malikaneler yükseltmediği mutena ve taze imara açılmış arazisi kalmamış son yılların süper ünlü müteahhidi A. Ağaoğlu Bey.. Fatih Belediye Başkanı. Vb. vb.
“Cesaret” yamandı! “Operasyon” yenilir yutulur gibi değildi. Hem verimliydi.. Hem altından kalkılır gibi değildi.
Aynı gün cevap geldi. Gezi’den bu yana eski atak günlerini aratan, yukarıdan uçsa ve dik görüntü vermekten geri kalmasa, her önüne gelene saldırsa, özetle “en iyi savunma saldırıdır” taktiğini izlese de savunmada olan AKP durup bekleyemedi! Vakit yoktu. Geç kalırsa, ipin ucu kaçarsa, müdahale para etmeyebilirdi. Zaman geçirmeden karşı saldırıya geçildi. Şöyle tertip alındı: “Çeteler” devlet içinde çöreklenmiş, “paralel devlet” olarak örgütlenmişlerdi. “Darbeciler”e karşı mücadele etmişti Hükümet, deneyliydi. Ergenokon ve Balyoz darbeleriyle “devlet içindeki devlet” ya da “askeri vesayet” olarak tanımlanan “çete” ya da “terör örgütü”nü çökertip tasfiye etmenin deneyine sahipti. Ne komploları defetmişti! Aklına ilk gelen “komplo” oldu. Yine “çeteler” Hükümet’e karşı “komplo” düzenlemişti –“komploya” karşı mücadele açıldı.
Bir farkla ki, şimdi, Ergenokon ve Balyoz “komploları”na karşı blok olarak elele verip mücadele edenler, birbirlerinin boğazına sarılmaktaydılar. Eski mücadele bloğunun bir bölüğü, şimdi taraflardan biriydi; diğeri ikinci taraftı ve karşı karşıyaydılar.
Hem eski hem bugünkü kapışma iktidar kavgasıdır. Tamam, ortalıkta çetelerden geçilmiyor. Doğrudur çete boldur; ama bir değil en az iki çete vardır.
Biliniyor; eski, 26. Genelkurmay Başkanı çete ve çetecilikten suçlu bulunmuş, mahkeme kararıyla “terörist” ilan edilmiştir. “Organize suç örgütü üyesi”, kuşkusuz yöneticisi olduğuna dair yargı kararı vardır. Sadece o değil, çok sayıda or ve kor ve tüm ve tuğ general ve sair subay aynı şekilde suçlu bulunmuştur. Açığa çıkmıştır ki, anlı şanlı TSK bir “terör şebekesi” çete tarafından kumanda edilmiştir. Önceki Susurluk soruşturmasından bilinmektedir ki, çete sadece askerlerden ibaret değildir. Emniyet’in başında bulunmuş, sonra bakan olarak bu teşkilata kumanda etmiş M. Ağar başta olmak üzere ekibi, Özel Harekat örgütlenmesi, başındakiler, örneğin teşkilatın kurucusu İbrahim Şahin, eğitmeni Korkut Eken ve ilk elamanları çetedirler, çetecidirler. Terör örgütü kurup yönetmişlerdir! Ağar, bu kapsamdaki faaliyetlerinin bir bölümünden suçlanıp mahkemeci cezalandırılmış ve “korumalı” bir mahpushane süreci geçirmiştir.
Hükümet’in bugünkü son icraatlarından anlamaktayız ki, Emniyet teşkilatı baştan ayağa çete oluşumu halindedir. İstanbul ve Ankara’da görevden alınmayan, görev yeri değiştirilmeyen polis şefi kalmamıştır. Görev değişiklikleri hemen tüm ülke sathına yayılmıştır. Taa Erzincan’da bile şefler değiştirilmiştir. “Cunta” ya da “çete”nin dört bir yanı tuttuğu anlaşılmaktadır. Ya da öyle sanılmakta, bundan kuşkulanılmakta; “paralel devlet” paranoyasıyla elde kalem azıcık kuşku duyulan tüm polis şeflerinin üstü çizilmektedir!
İki önemli şey saptanmalıdır. İlki, görev değişikliklerinin gerekçesi olarak “görev ihmali” gösterilmektedir. Anlamı şudur: Son rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu yürüten polis şefleri, operasyondan, sırasıyla, sıralı amirleri olan üstlerini, Daire Başkanları ve Emniyet Müdürleri’ni, sonra Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı’nı haberdar etmedikleri için “ihmal suçu” işlemiş sayılmaktadırlar. Olacak şey değildir; ciğerin kediye emanet edildiği nerede görülmüştür: Oğlunun tutuklanacağından Bakan ya da onun haberi olacak şekilde sair amirler nasıl haberdar edilebilir? Üstelik edilmemesi “suç” oluşturmamaktadır; uzmanları açıklamıştır ki, savcı soruşturmaların yürütülmesinde tek amirdir ve soruşturmayı yürüten polisler sadece ondan emir alırlar ve başkalarını bilgilendirmeleri yasal açıdan söz konusu değildir. Ancak buna rağmen “görevi ihmal”den görevden alınmışlardır. Hükümet, yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü falan takmamaktadır! Taktığı tek şey, her şeyin kendisinin kontrolü altında olma gereğidir! “Uçan kuştan haberdar” olma peşindedir. “Tek adamlık” başka türlüsünü tanımaz! Hakim, savcı, polis, jandarma – tümü ağzına bakacaktır beyefendinin!
Haydi, İstanbul ve Ankara’da doğrudan soruşturma yürütücülerinden olan polis şefleri alınmışlardır. Peki, Erzincan ya da Antalya’daki görevden almaların gerekçesi ne olabilir? Oralarda ne soruşturma vardır ne de bir “görev ihmali” söz konusu olabilir! Ama “ateş bacayı sarmış”, “korku dağları tutmuştur”! Tam bir “temizlik”e girişilmiştir! “Kaşın üzerinde gözün var” yeter gerekçe sayılmaktadır, yolsuzluk ve rüşvete boş verilmekte ya da tam da boş verilemediği için intikam alınmakta ya da yeni olası soruşturmaların önü alınma peşine düşülmektedir!
İkinci önemli olansa; “çete” suçlaması altında olan.. Oğlu gözaltına alınıp tutuklanma sürecinde bulunan.. Onunla konuşmalarında açık-seçik oğlunu takip konusunda uyaran.. Görevden alınması doğrultusunda emrindeki bir takım “elamanlar” için uluorta konuşmalar yapan.. Üstelik hakkında bu konuşmaların geçtiği bazıları mahkeme görev iade etse bile defalarca oradan oraya sürülen bir zatın bu görevden alma kararnamelerini düzenleyip altına imzasını çakmasıdır!
Burada kalmamaktadır. “Çete” de düzenlediği “komplo” da Emniyet teşkilatı ile sınırlı değildir. Soruşturmanın savcıları gereksindiği ve operasyonun savcıların marifetiyle başlatılıp sürdürüldüğü bilinmektedir. Anlaşılmaktadır ki, Hükümet “çete”den söz eder ve en azından oğullarıyla birlikte Bakanlar rüşvet ve yolsuzluğa bulaşıp bulaşmadıklarını açıklamak ve onları değil ama polisleri görevden almaya yönelmesinin nedeni olarak “komplo” düzenlendiğini ileri sürerken, şüphesiz savcıları “komplo”ya dahil etmektedir. Zaten başka türlüsü olanaksızdır! Zaten görevden alma kolay olmayınca, yetkisizleştirme ve iki yeni savcı atayarak “ipe un serme”, ancak “çete”nin yargı cenahına sirayet ettiği algısının ürünü olabilir. Ve yargıya açık müdahale niteliğindedir!
Soru şudur: Evet, bu memlekette “çete” yok değildir. Sıradan bir savcı ya da polisin cesaret edemeyeceği türden –Hükümet’i en azından zora sokan– bir soruşturma açılabilmişse, sadece buradan hareketle bile, bunun bir “ekip” işi olduğu tahmini yürütülebilir. Ekip.. Ya da Hükümet’in taktığı isimle, “çete”! Bir “çete”, tamam. Peki, bu kadar mıdır? Başka çete yok mudur? İranlı Reza Zarrab çeteden değilse, neyin nesidir? Kolunun uzanmadığı yer olmadığı anlaşılmaktadır. Gerek ülke sathında.. Gerekse uluslararası alanda. Gana’dan altın dolusu uçak gelmekte.. Açığa çıkıp Beylikdüzü’ndeki adresine varamayacağı görülünce, allem kullem, evraklar hiç edilmekte, uçak ülkeye yakıt almaya inmiş gösterilmekte ve yeni düzenlenmiş evraklarla hoop Dubai’ye havalanmaktadır. İçinde 1,5 ton altın vardır! Bu iş, çetesiz düzünlenecek türden midir? Üstelik resmi evrak da düzenleyebilen, olmuşu olmamış gösterebilen, “resmi” makamlara ulaşıp iş görebilen bir çete olmadan kim altından kalkabilir bu işin? Ya da bir Emniyet müdürünü sürüm sürüm süründürmek çetesiz olacak iş midir? Hem de müdür atayabilecek olanağa sahip üyeleri olan bir çete olmadan becerilecek iş midir? Dağıtılan rüşvetin 150 milyonu bulduğu bildirilmektedir. Bunca rüşvetin dağıtımı bile çete gerektirir de, bu kadar paranın kotardığı işler, yüzde on rayiç üzerinden en azından 1,5 milyarlıktır ki, sadece İran’a doğalgaz ödemelerinin 10 milyar doları bulduğu ve yüzde yirmi komisyon alındığı haberleri sızmaktadır –bu kapsamlı “gayrı resmi” işler çetesiz olur mu?

“ÇETE” İŞİ

Bir burjuva devlet, şüphesiz, çetesiz ya da bir başka deyişle, “kirli-paslı”, en azından bütünüyle yasallığa sığmayan veya yasallığın bu tür “kirli-paslılığı” onaylayıp meşrulaştıracak bir “düzeye yükseltilmesi”nin devletin “bendeleri” durumundaki “ayak takımı”nın, halkın yani vicdanını gereğinden fazla zorlayacağı ve dolayısıyla belirli türden “rahatsızlık verici” devlet işlerini görmek üzere bir dizi kurumlar olmadan edemez! Devlet demek, istisnasız tüm devletler açısından geçerli olmak ve ileriki bir tarihte sönerek tarih sahnesinden çekilip gidinceye dek burjuva ya da proleter (geçmişte de köleci feodal) tümünü kapsamak üzere, şiddet aleti, baskı ve zorbalık mekanizması demektir. Devletin özü şiddettir! Burjuva ve önceli sömürücü sınıflara özgü devlet makinesi açısından şiddetin bir bölümü halkın rızasının iknaya dayalı olarak sağlanabileceğine inanılan türdendir ve yasaya bağlanmıştır, açıktan uygulanır. İktisattaki olağan rekabet kuralları ve işgücünün metalaştırılması gibi, buradan yansıyan olağan tekelci dayatmalar ve çalışmayıp açlıktan ölme özgürlüğü gibi yasalara geçirilmiş “olağanlıklar”ın izdüşümü ya da ihtiyacı olan “olağan” şiddet!
Ancak şiddetin bir bölümü, gerek zorbalık nesnesi halkın vicdan ve tahammül sınırlarını zorlayıp isyan ettirici olacağı, gerekse rakip burjuva devletlerle çıkar çatışmalarında bir dizi hinoğlu hinlikleri, uluslararası kural ve anlaşmalara sığmayan “kuralsızlıkları” gerektirir ki, “devlet sırrı” olarak, gizli-kapaklı ve yasaların-ötesinde ya da doğrudan illegal şiddet olarak gündeme gelir ve uygulanır. Tüm burjuva devletler bu tür yasallığa sığmayan ihtiyaçlarını gidermek üzere örgütlenmiş gizli işler çeviren kurumlara sahip olmuşlardır. MİT.. CIA.. MOSSAD vb.. Yetmemiş, JİTEM ve Özel Harekat türünden Özel Birlikler örgütlenmiştir. En yaygın gizli örgütlenmeler ABD’dedir. “Babaları” NATO talimnameleriyle örgütlenmiş Kontrgerilla’dır. Ülkeleri “komünizme karşı” ayakta tutmak ve karşı direnişi örgütlemek üzere kurulmuştur sözde. Ama Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra da işlevsel olmayı sürdürmüştür ki, kuyruğunun ucu Susurluk’ta görünmüştür. Darbelerin örgütçüsüdür. Maraş.. Çorum.. Sivas.. Malatya.. 16 Mart İstanbul Üniversitesi bombalanması.. 1 Mayıs ’77 katliamlarının gerçekleştiricisidir. EMASYA, bakanların önüne konan “gizli Anayasa” olarak nitelenen “kırmızı kitapçık” amentüsüdür. Faili meçhuller.. Köy yakmalar.. Adam kaçırma ve suikastler.. Gizli faaliyetlerin finansmanı amacıyla kara para işleri.. Uyuşturucu kaçakçılığı.. Haraç almalar vb.. bu çete örgütlenmelerin etkinliklerindendir. Olmazsa olmaz! Her burjuva devlete lazımdır! En demokratik olanına bile.
Türkiye’de Susurluk’ta ucu görünen çete ve çete etkinliklerinin ilk bilinenlerinden biri 6-7 Eylül 1955’te M. Kemal’in Selanik’teki evinin bombalanması söylentisi çıkarılarak İstanbul’da Rumlara karşı düzenlenen “komplo”dur ve örnekleri verilen etkinlikleriyle çete bugünlere kadar gelmiştir. Tek farkla ki dönem dönem ekip değişiklikleri olmuş, emir-komuta mekanizmasında oynamalar gerçekleşmiştir.
Başlangıçta askeri komuta altındadır. Özel Harp Dairesi ya da Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla çalışmıştır. Genelkurmay’a bağlı olarak ve MGK koordinasyonunda özel faaliyetler yürütmüştür. Sabri Yirmibeşoğlu’suyla.. Kemal Yamak’ıyla.. Teoman Koman’ıyla.. Ağar’ı.. V. Küçük’ü.. L. Ersöz’ü ve Arif Doğan’ıyla.. Devlet hayatında ve tüm darbelerde faaldir. En son 28 Şubat’ta hiyerarşik bütüncül bir “operasyon” düzenlemiş.. Avangardları Karadayı.. G. Erkaya.. Ç. Bir. E. Özkasnak ile etkin olmuştur. Sonra Ergenokon ve Balyoz davaları’nda yargılanıp mahkum edilen generaller.. Örnek.. Fırtına.. Viraj alan A. Yalman.. Hala dik durmayı sürdüren Ç. Doğan.. H. Tolon.. Eruygur ve saire paşalarla devam etmiştir..
Siyasal stratejik çıkar ve yönelimleri –taktik bakımdan farklılaşarak–, BOP/GOP kapsamında “Ilımlı İslamı”, bu çerçevede “model ülke” olacak bir “bölge gücü”nü gereksinen Amerikan yönlendirme ve baskısı koşullarında eski göz ağrıları generaller kast olarak bilinen zorlanmaları yaşadılar. Özkök’ten başlayarak bazıları yeni Amerikan “hesapları”yla dayatmalarına ayak uydururken.. Büyükanıt, Washington’un işaretiyle olmalı, Dolmabahçe’deki buluşmada “su koyuverdi”! Amerikan baskısını algılayan, ama “Atadan kalma” yobazlık ve şeriatçılıkla mücadele”den ya da doğrusu kast ayrıcalıkları ve bunlardan en önemlisi iktidardaki ağırlığından vazgeçemeyen bir alt kademeden, Kuvvet ve Ordu komutanlarından “Avrasya”cı analiz ve zorlamalar geldi. 28 Şubat’ın MGK Gn. Sekreteri İlhan Kılıç’ın Avrasyacı açıklamaları ibretliktir ve örnektir. “İki ateş arasında kalan” 26. Gn. Kurmay Başkanı İ. Başbuğ, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabildi, ama o da, diğerleriyle birlikte kendisini çeteci terörist suçlamasıyla mahpushanede buldu. Sonraki I. Koşaner istifadan başka yol bulamadı. Aralarından biri, Jandarma Komutanı olanı, mecburi uzlaşma ya da selam çakma rolünü üstlenmek durumunda kaldı.
Amerikasız olmazdı! “İktidar ipi”ni eskiden elinde tutanlar, Amerika arkalarından çekilince ve üstelik “ılımlı İslami” ekibin arkasına geçince, eşekten düşmüşe döndüler! Üstelik pervasızdılar da, pisliklerini gizlemeye alışkın değillerdi, o zamana kadar bir şey olmamıştı, yine olmaz sandılar. Tomar tomar delillerle yakalandılar.. Nefes alışları izlenmişti. Ele güne rezil oldular. Ama sıralarını da savdılar.
Sonra bitti mi? Çete ve Kontrgerilla’ya “sır küpü” devletin gizli ve kirli faaliyetlerine ihtiyaç kalmadı mı? Kalmadıysa.. Ergenokon ve Balyoz türü etkinlikler.. Ortam ve telefon dinlemeleri.. Teknik vb. takipler.. kim tarafından nasıl gerçekleştirilmektedir? Suriye “muhalefeti” denilen Kaideci vb. çeteciler nasıl ve kim tarafından örgütlendirilmiş, çekilip çevrilmiştir? Konya’da hazırlanan teçhizat ve cephane TIR’larla sınır boyuna, üstelik TIR şoförünün ifadesine göre jandarma nezaretinde nasıl nakledilip “muhalif” çetelere ulaştırılmıştır? “Sır” Reyhanlı bombasının Suriye Muhaberatı tarafından patlatılmadığını Hatay’da bilmeyen yoktur. Peki kimin marifetidir? Altından, CIA’nın yönlendirmesi ve yönetiminde faaliyetini sürdürmekte olan Kontrgerilla’nın çıkması hayret ve şaşkınlığa neden olur mu? Hatay’da cümle alemin malumu olan bilgi, Reyhanlı bombası kurbanlarının aileleriyle Gezi direnişinde katledilan Abdullah Cömert ve A. İsmail Korkmaz’ın ailelerinin birbirlerine taziyede bulunmaları ve yekvücud olmalarıyla kanıtlıdır ve ortak katili işaret etmektedir.
Orijinallik, “askeri vesayet” diye tanımlanmış iktidardaki asker ağırlığının giderilmesi sonrası iktidarın biçimsel yapısındadır. Tabii ki iktidar, bir sınıf iktidarı olarak, el değiştirmemiştir; askeri ağırlık döneminde de sonrasında da burjuvazinin iktidarıdır. Asıl yetkin güç, bellidir, tekellerdir; tekelci burjuvazidir. Ama el değiştirmenin kritik eşiği denebilecek 2007 27 Nisan’ına gelinirken –A. Gramsci’nin kulağı çınlasın– “tarihsel” olarak oluşmuş yeni “iktidar bloğu” olarak Erdoğan-Cemaat ittifakı ya da doğru tabirle güç birliği, asıl vasi Amerikan emperyalizminin artık yeni siyasal dayanağı olarak, iktidar kavgasının tarafı durumundadır. Ulusalcı-statükocu “blok”la çatışma halindeki “yenilenmeci”-”yeniden yapılanmacı” “blok! Yeniden yapılanma, yalnızca iktisadi sosyal süreçlerde değil siyasal süreçlerde de yaşanmaktadır! AKP şefinin yenilikçilik ve “yeni Türkiye” ajitasyonu karşısında “yeni” “iktidar bloku” ne kadar “yenilikçi” olduğu Amerikancılığından, onun tarafından önü açılıp iktidara taşınmasından bellidir! Amerikan emperyalizmin çerçevesini çizdiği bir “yenilik” ve “yenilikçilik”! Özetle, selefinin yerini doldurmakta olduğu için, sadece adı “yeni” olan bir “yeni” ve “yenilik”!
Askeri ekibin oluşturduğu “yük” bertaraf edilince, süreç içinde devletin kadim bürokratlarının da katılımıyla “yeni iktidar bloku”nun oluşumu tamamlanmış.. Devlet biraz AKP’yi kendisine benzetip devletleştirirken.. Biraz da AKP devleti kendisine benzetip AKP’lileştirtirmiştir. Cemaat bakımından devletle ilişki daha önceye dayalıdır ve Cemaat bu konuda oldukça şerbetlidir. Siyasal parti olmadığı için ilişkilenmenin ihtiyaçlarını daha da kolaylıkla karşılayabilmiştir, karşılayabilmektedir. Sonuç olarak, tam bir “iktidar bloğu”dur, Türkiye’nin başına “yeni” çöreklenen.
Amerika’ya biatta kusur etmeyen, uluslararası kapitalizm ve ihtiyaçlarıyla uyumlu, ona entegre, dolayısıyla neoliberal ve işbirlikçi bir “ılımlı İslam” –yeni “iktidar bloğu”nun karakter belirleyicisi budur!
Sosyal örgütlenmeyi Cemaat, siyasal örgütlenmeyi ise AKP üstlenmiş, “kardeş-kardeş” idare edip yakın zamana kadar gelmişlerdir. Şimdilerde olumsuzlukları birbirlerinin üzerlerine atma eğilimleri baş gösterse de.. Örneğin AKP, kendisi Kürt sorununu “çözme” peşindeyken, Cemaat’in “provokasyonları”yla “sürecin” geciktiğini ve Kürtlerin mağdur edildiğini ileri sürse de.. Ergenokon.. Balyoz.. KCK Davaları’nda tam bir işbirliği yapmış, içtikleri su ayrı gitmemiştir. Örneğin KCK tutukluları, diyelim ki “Cemaat mağduru”durlar, öyleyse, AKP neden bir yasa aracılığıyla tutukluların “mağduriyetlerini giderme” yoluna gitmemiştir? Palavradır! “Al birini vur ötekine”dir! “Tencere dibin kara.. Seninki benden kara”dır!

“İKTİDAR BLOĞU”: CEMAAT-AKP
Ama.. Ama bir ipte iki cambaz çok, ama çok fazladır! Sorun “mukadder”dir ve patlak vermiştir! Kimin dediği olacaktır? İki cenahın birden.. Tamam, ama “son söz” kimde olacaktır –halledilememiştir! Sadece söz söyleme işi olsa neyse! Boş lafa herkesin karnı toktur. Söylenir, geçilir gidilir, sorun çıkmazdı! Ama öyle değildir. Söylenecek söz, iktidara dairdir! Kimin adamları iktidarın hangi mevkilerini dolduracak –bu sorundur. Bürokrasi kimlerden, hangi ekipten oluşacaktır? Paylaşım kolay değildir! Sadece biri olmuş olmamış –sorun bunca basit olsa kolaydır. Sorun odur ki, iktidar mevkilerini tutan adamları aracılığıyla kim devlet olanaklarından ne ölçüde yararlanacak, ihale ve sair kolaylıklardan kim ne ölçüde faydalanacaktır? İktidarı paylaşmak –burjuva ekipler bakımından sonunda gelir burada düğümlenir!
Kendi başına AKP de öyle değil midir? Birazı oradan.. Birazı buradan.. Gelip AKP’de toplanmışlardır. İşte C. Çiçek devletin kadim kadrolarındandır.. Merkez sağdan gelmedir. Ya da Köksal Toptan. O da öyledir. Demirel’in yanında yetişmiştir. Eski Kültür Bakanı E. Günay’la H. Özdalga’ysa “sol”dan gelme ve Ecevit’in yetiştirmeleridirler. Çoğu merkez sağdan gelme daha böyleleri çoktur. Erbakan rahle-i tedrisinden geçmiş olanlar şüphesiz çoğunluktadır. Bir kısmı İstanbul Belediyesi kadrolarından gelme, Erdoğan’ın yakınlarıdır. Bir kısmı A. Gül’e yakındırlar. Ancak Gül-Arınç-Erdoğan “üçlemesi” olsa bile, Erdoğan’ın otoritesi ve “hisse senetli şirket” benzeri partisini toparlayıcılığı belirgindir.
Cemaatle ilişkilere gelince.. Bu toparlayıcılık geçerli olmamakta, olamamaktadır. Onların hiyerarşileri farklıdır. Emir-kumanda mekanizmaları da. Tekleştirilmiş otorite olanaksızdır. Ancak farklı güç merkezleri arasında uyum sağlanabilir ki o da her konuda kolay iş değildir.
Devlet olanaklarıyla palazlanma söz konusu olduğunda işler çatallaştığı gibi.. Erdoğan’ın bilinen “tek adamlık” iştah ve özentisi hatırlandığında da, iş çatallaşmaktadır. Herkesin “tek”liği ve tekelciliği kendinedir! Cemaat cemaatse, Erdoğan’ın teklik dayatmasını kabullenme olanağı yoktur.
Sonuç çatışmadır! Zaten hiçbir koalisyon ya da bloklaşma, güç ve eylem birliği olarak, farklı çıkarlarının varlığını ve mücadeleyi ortadan kaldırmaz, ama ortak çıkarlara erişim bakımından farklılıkları ertelemeyi ya da farklılıklara ilişkin ateşkesi içerir ve hiçbir zaman tümüyle yok edilemeyen ve şurada ya da burada ucunu gösteren mücadele unsur ve konuları giderek büyür ve çatışma kaçınılmaz olur.
Ancak bundan ibaret varsayılamaz! Sorun, sadece ve yalnızca ulusallıkla çerçevelenebilir değildir. Bir de uluslararası boyutu vardır ki; hem artık eskimiş ve “eski” terimiyle sözü edilmek zorunlu olmuş “iktidar bloğu”nun iki kanadı yeterince uluslararasıdır, hem de en başta Amerika olmak üzere Türkiye ve iktidar ilişkilerinin emperyalizmden “bağımsız”mışcasına sadece ve yalnızca “ulusal” boyutuyla anlaşılıp analiz edilebilme olanağı yoktur.
Söz konusu “iktidar bloğu”nu iktidar bloğu yapıp, muarızı askeri kastı tuzaklayıp komplolarla beslenmiş bir iktidar kavgasında altta kalmasını sağlayarak iktidara taşıyan, bölgedeki sair işbirlikçilerini olduğu kadar Türkiye’deki işbirlikçilerini de çekip çeviren, yönetip yönlendiren, tümünün arkasındaki büyük “efendi” –tabii ki işbirlikçilerin birer kukladan ibaret olması ve parmaklarında iplerin bir ucu efendi tarafından “oynatılmaları” gerekmeden, her işbirlikçi görece özerkliğine sahip olarak– Amerikan emperyalizmidir. Uluslararası tekellerin çeşitli emperyalist olmayan ülkelerdeki “müfrezeleri” ya da uzantıları işbirlikçi niteliktedir; işbirlikçi tekelci burjuvalar bu ülkelerde burjuva iktidarların başına çöreklenmişlerdir ve onlar adına bu ülkeleri yöneten siyasal güçler, sosyal dayanaklarının gücüyle orantılı olarak görece özerklikleri az ya da çok, ama emperyalizm karşıtı dinamik olma özelliği katiyetle taşımayan işbirlikçi kliklerden başka bir şey değillerdir. Bu klikler, “pasta paylaşımı” ve dolayısıyla “iktidar ipi”ni ele geçirme/elde tutma söz konusu olduğunda, ya farklı emperyalistlerin işbirlikçileri olarak ya da aynı emperyaliste bağlı, ondan medet uman işbirlikçi gruplar olarak birbirleriyle karşı karşıya gelir ve çatışırlar. Arkalarındaki büyük güç ya da güçler, şimdi Amerikalıların açıkladıkları gibi ne denli “tarafsızlık” ve “karışmama” açıklamaları yaparlarsa yapsınlar, bu kavgada tarafsız değillerdir, olmazlar, tarafsızlık bir yana, bu kavgayı kendi çıkarları doğrultusunda güderler. Somutlamak üzere yeniden dönmek üzere önce çatışmanın görünür taraflarının durumuna ve çatışmanın gelişim sürecine bir göz atalım.

CEMAAT-ERDOĞAN ÇATIŞMASI YENİ Mİ?
Ufak-tefek sürtüşmeleri bir yana bırakırsak, ilk çatışmanın Mavi Marmara dolayısıyla ortaya çıktığını söylersek yanılmayız. AKP’nin, 2009 Mayıs sonunda, İHH eliyle, görünüşte “Gazze’ye yardım” adıyla yöneldiği atak, dört ay önce Davos’ta çekilmiş “one minute” “resti”nin devamı niteliğindeydi. ABD ile fikir birliği içinde “ılımlı İslami” bir “model ülke” ve “bölge gücü” olarak, kılıç elde, Osmanlı’nın izinde “Yeni Osmanlıcılık” peşinde Ortadoğu’ya, tabii ki “bataklığı”na dalınacaktı. Ama bölge “Müslüman mahallesi”ydi ve “mahallenin kabadayısı” olmak üzere, kabadayı, kendisini mahalleliye kabullendirecek şovlara ihtiyaç duymaktaydı ki, bu ikisi bu ihtiyacı karşılamaya yönelikti. Tarihsel olarak Yahudilik ya da yakın tarihe dair Filistin ve tümüyle Araplara saldırıp vurup kırmakta olan İsrail İslami önyargılara sahip inanan yığınlar açısından lanetli ve vurulması yalnızca pirim yapacak bir düşman durumundaydı. En kolay yoldan Müslüman Araplar arasında puan toplamak ve at oynatmayı tasarladığı toprağı sürüp hazırlamak isteyen İsrail’e “vurmalıydı”! Öyle yapıldı. Ancak yardım gemisi İsrail saldırısına uğradı ve bu da amaca hizmet etti; uzunca süre “küslük” yaşandı ve bölge halklarına Türk-İsrail ilişkilerindeki bu bozulma gösterilip “bakın, Türkiye yanınızda” denmek istendi.
Fethullah Gülen, Amerikan yandaşlığında kararlı bir tutumla, bu din siyasetinde aşırılığı eleştirdi. Kur’andan tefsirlerle, İsrail de olsa, devlet otoritesine karşı gelmemek yönündeki görüşünü dile getirerek, zor olanı yapmaktan çekinmedi ve olabildiğince açık biçimde İsrail’i savundu. Biliyordu ki, Amerikan-İsrail ilişkileri dünyada başka hiç iki ülke ilişkisine benzemeyecek kadar içli-dışlı ve girifti; İsrail’le dalaşmanın Amerika ile araya mesafe koymaya götürürdü, buysa Türkiye’nin, tabii ki Cemaatin hiç işine gelmezdi. İlk tartışma buydu; ama derinleşmedi. Tavır konmuş oldu. Kapandı. Üstelik bu tartışma 2010 Eylül’ündeki Anayasa Referandumu’nda tarafların canhıraş birlikteliklerini engellemedi. Gülen, “mümkün olsa da mezardakileri de kaldırıp oy kullandırabilsek..” diyor, Gülencilerin kontrolündeki basın yayın aygıtı sayfalarında yer verdiği liberallerin de “yetmez ama evet”çi tutumlarını örgütlemelerine ön ayak olarak, yüksek bir oyu olanaklı kılıyordu.
Söylenmişti; bürokrat yerleşimi taraflar arasında önemli bir konuydu. Başlangıçta, iyi eğitimli oluşları ve “mektep-medrese” ve eğitime verdikleri önem sonucu, “iktidar ipi”ele geçirildiğinde devlet kadrolarına Cemaatçiler doluştular. Özellikle yargı ve Emniyet bürokrasisinde ciddi bir yekun oluşturdular. Diğer kurumlarda da önemli mevkiler elde ettiler. Erdoğan’ın adamları en fazla üst kadroları elde ediyor, ama “iş bitirecek” mevkiler, bazan yokluktan bazan Cemaatçilerin örgütlülüğü ve uyanıklığından onların elinde kalıyordu.
Önceleri “ortak düşmanla mücadele” nedeniyle sorun çıkmadı. Bazı yönlendirici/dayatıcı tutumlar itici gelse bile huzursuzluk oluşup büyümedi.
Ama Erdoğan da az değildi. Devletin sinir merkezlerinin kendi elinde olmadığının farkındaydı ve üstelik “tek adam”lık özlemindeydi. Çeşitli istihbarat örgütlerinin önce koordinasyonu, sonra da tek merkezden yönetilmek üzere bir tür birleştirilmesi yoluyla önce bilgi akışını tekeline almayı hedefledi ve yetkileri artırılmış MİT’in başına Müsteşar olarak güvenilir adamını, H. Fidan’ı getirdi. Huzursuzluk hemen başladı! Bazı istihbaratçılar yetkisizleşmekte, diğer bazıları “iş kotarma” yetenekleri sınırlanarak kızağa çekilmekteydiler. Cemaat tırpanlanmaktaydı. Bunda Fidan’ın özel gayreti belirgindi ve Cemaat’in dikkatini çekmekteydi.
Bir sabah Fidan ve birkaç üst MİT görevlisi hakkında başlatılan soruşturma haberiyle uyandı herkes. Merak ve patırtı…
İddia, KCK soruşturmasında MİT görevlilerinin terör yanlısı geliştirici tutumlarıydı. Örneğin Zaman’dan İhsan Dağı; “MİT Krizi mi Kürt Krizi mi?” başlıklı yazısında, sonradan AKP yandaşlarınca tek başına Cemaat’in üzerine yıkılan “Kürt düşmanlığı” ve “sertlik politikası” suçlamalarını önceleyerek karşılamak istercesine, “kriz”in, MİT değil, Kürt sorunu ve “çözüm süreci” üzerinden patlak verdiğini belirtiyor.. “Hükümet, kamuoyu önünde ‘güvenlikçi’ bir siyaset dili kullanıp kapı arkasında da ‘müzakere’ yapmaya kalkışınca sistemin sigortaları attı. Artık süreç herkes için şeffaf olmalı. Hükümet gerçekten bir çözüm istiyorsa bunun siyasetini yapmalı ‘PR’ını değil.”* diyordu.
Öyle ya da böyle ciddi bir kapışma yaşandı. Hükümet, Cemaat’in en kritik noktasına saldırdığı algısıyla davrandı ki, yanlış değildi. Hükümet tarafından basit bir hukuki operasyon değil, kendisine yönelik bir atak algısı da haksız sayılmazdı.
KCK soruşturmasını yürüten Savcı Sadrettin Sarıkaya Müsteşar H. Fidan ve 5 MİT görevlisini, 7 Şubat 2012’de, şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırmış.. Fidan ve sair MİT görevlileri doğrudan kendisi tarafından görevlendirildikleri için, Başbakan tarafından, bu girişim, “ucu açık” ya da asıl olarak kendisini hedefe koyan bir saldırı olarak algılanmış.. Yine, aynı son rüşvet ve yolsuzluk operasyonunda olduğu gibi, içeriğine hiç ilgi gösterilmeksizin, hırsla ve vakit geçirmeden karşı saldırıyla yanıtlanmış.. Hemen MİT yasası değiştirilerek.. MİT görevlilerinin ifadesine başvurulabilmesi için Başbakan’dan izin alma şartı getirilmiş.. Zamanında zamane iktidar sahiplerinden Y. Büyükanıt’tan şüphelenmeye tevessül eden Şemdinli Savcısı F. Sarıkaya’nın başına gelenleri andırır şekilde.. Savcı S. Sarıkaya’nın özel yetkileri de elinden alınmış.. Soruşturma özel yetkili başka bir savcıya, Adem Özcan’a devredilmiş.. O Başbakan’dan izin isteyip alamamış.. Sonra dosyanın geldiği Başsavcıvekili O. Erdoğan’ın marifetiyle yürütülen soruşturma kapsamında, son soruşturmanın da başı durumundaki Başsavcısı T. Çolakkadı takipsizlik kararını açıklamıştı.
Yani? Yargıya falan asla müdahale edilmeyerek.. İş “tatlıya bağlanmış”tı!.. Hukuk kesinlikle “üstün” ve üstelik “bağımsız”dı da!.. Tıpkı şimdiki gibi! Hiç deliller falan karartılmıyor.. Kim vurduya getirilerek, yolsuzluk ve rüşvetin üzeri falan kapatılmıyor.. Allem kullem iş AKP’ye yönelik komplo ve çete faaliyetine ve bunlarla mücadeleye getirilip üstelik uluslararası boyuttaki kara para, rüşvet ve yolsuzluk, altın kaçakçılığı gibi çekimli, tapeli iddialar sümen altı edilmiyordu! Katiyen. H. Çelik Başbakanı “tanır”dı, “savcı soruşturma için ona haber verse tabii ki kimseye söylemez ve operasyonun sürmesini sağlar”dı!** Şimdi öyle yapmıyor mu?! Ayinesi iştir kişinin.. lafa bakılmaz!
MİT’in müsteşarı kurtarılmıştı, ama iktidar koalisyonu ya da “bloku” da iyice çatlamıştı. En zorlu ve onarılmayı olanaksızlaştıran hesaplaşma olduğu söylenebilir bunun.
“Kriz”in atlatılmasının ardından çünkü, bu kez Hükümet Cemaati hedef alan saldırılarını sürdürdü. Sadece soruşturma savcısının görevden alınmasıyla yetinmedi. Çok sayıda savcı ve yargıcın.. Emniyet’te çok sayıda kadronun yeri değiştirildi, görevden alındı ve sürüldüler. “Kızaklar” doldu. Ve sadece Cemaat’in en örgütlü olduğu söylenen yargı ve Emniyet koltuklarında oturanlar değil.. Fidan ve adamlarının düzenlediği fişler ve yaptıkları “güvenlik yoklamaları”yla Cemaatçi olduğu bilinen ya da öyle olduğundan kuşkulanılan bürokratların ayıklanmaya başlanmasının yanı sıra.. Yeni atama ve yükseltmelerde “çıta”, artık “komünist” ya da “Kemalist” vb.’nin yanına eklenen “Cemaatçi” elemesini yapacak yükseltiye çıkarıldı. Örnekse, söylenenlere göre, Sağlık ya da Turizm Bakanlığı, pertavsızla aransa bulunamayacak denli Cemaatsizleştirildi. Diğerleri de.
Ve Cemaat’ten gelen hiçbir yakınma dikkate alınmadı, hiçbir talep karşılanmadı.
Cemaat de karşı tedbir arayışına girdi. Eleştiriler yapmaya ve giderek sertleştirmeye başladı. O kadar ki, bunlardan bazılarından, Hükümet ve Başbakan, örneğin Gezi Direnişi döneminde Cemaat’in tutumundan bile kuşkulanır oldu ve “fırsat bu fırsattır” deyip aralarındaki gerginlik dolayısıyla tabanında yürüttüğü Cemaat’e yönelik suçlamaları arasına “Gezi destekçiliğini” de kattı. Zaman’ın sunuşuyla, “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, ‘Gezi Parkı eylemlerinin arkasında Hizmet Hareketi var. İktidara ortak olmak istiyorlar. Çözüm sürecine karşılar’ gibi mesnetsiz iddialara tek tek cevap verdi.”* 11 maddelik bu yanıt ciddi biçimde sertti ve yanıtlardan AKP’nin tabanda Cemaat’e yönelik suçlamalarının boyutu ve yaygınlığı anlaşılmaktaydı.
Karşılıklı önlemler ve suçlamalar artık durmadı, sürdü. Ve sıra siyasal önlemlere geldi.
Zaten iki cenah arasında siyasal tartışmalar da sürmüyor değildi. Bilinenler arasında Erdoğan’ın yana yakıla istediği Başkanlık Sistemi’ne Cemaat’in olur vermemesiydi. İlişkilerde esasen sorun olduğu bilinen Erdoğan’ın “tek adamlık” takıntısının yasal zemine de oturması halinde karşılıklı pozisyonlar bakımından iyice altta” kalacağının ayırdında olan Cemaat Başkanlık Sistemi’ne karşı çıkıyor, olacaksa bile Erdoğan’ın eski usul bir cumhurbaşkanı olmasını öngörüyordu.
Ancak Gezi ile birlikte başkanlık özlemi hayal olsa bile, Erdoğan’ın hız kesmemesi ve “dik durma”yı sürdürerek Cemaat’le ilişkilerinde burnundan kıl aldırmaz tutumu ve tasfiye yönelimini  devam ettirmesi karşısında bununla yetinilmedi ve başka önlemler peşine düşüldü.
Seçimler geliyordu. Hem de birbiri peşi sıra üç seçim birden. Cemaat konjonktürü değerlendirmekten kaçınmadı. Belliydi ki “iktidar bloku” çatlamış, hatta çatlamakla kalmamış, çeşitli nedenlerle tasfiye edilemediklerinden “bilek gücüyle” devlet kademelerinde hala belirli yerler tutulmaya devam edilse bile, “Çin vazosu” gibi, bir daha onarım kabul etmez ve işe yaramaz hale gelmek üzere parçalanıp kırılmıştı. Artık Erdoğan açısından olduğu kadar Cemaat’ın da indinde geleceği olmadığı kesindi. Yeni siyasal yakınlık arayışları gündeme alındı. CHP ve özellikle Sarıgül’le temasa geçildi. Daha bu arayış ve temaslar başındaydı ki, üç seçimin öneminin ve özellikle İstanbul’u kaybetmenin anlamının farkında olan, oy kaybı olasılığının önünü kesmek ve tabanını stabilize etmek üzere daha Gezi sürerken “koruyucu” mitinglere başvuran ve artık Fidan aracılığıyla uçan kuştan haber alma olanağına kavuşan Erdoğan, saptadığı bu ilk girişimleri bütün hışmıyla yanıtladı: Dershaneler kapatılacak!
Neden bu kadar sert dendi! Yakınlarda duranlar uzlaşma ve koalisyonun tazelenmesini önerdiler! Olmayacak duaydı.
Arınç gibileri itidal tavsiye edip az-çok yumuşatmaya çalışsalar da, Erdoğan, sadece önemli bir finans kaynağı olmakla kalmayan dershanelere saldırarak, Cemaat’in nefes borularını kesmeye yöneldi. İntikamı yaman olacaktı! Karşılıklı “salvolar” müthişti. Sonunda kapatmanın bir yıl ertelenmesine dayalı bir uzlaşma ya da bir ateşkes sağlandı diye düşünülürken, artık ateşkesi bile kaldırmayacak bir karşıtlığın oluşmuş olduğu görülüp anlaşıldı: 17 Aralık Soruşturması patlamıştı!
Cemaati hedef gösteren Erdoğan’ın son operasyonu “kökü içeride ve dışarda olan karanlık odaklar”ın, “çetelerin” “komplosu” sayıp karşı “ininize kadar gireceğiz!” tehdidi ve F. Gülen’in “Müslüman’a ‘çete’ diyen, ‘şebeke’ iyen, ‘eşkiya’ diyen ve onları inlere sığınmış goriller gibi, maymunlar gibi gören… bunlarla hiçbir eğri düzeltilemez”, “müstakim harekete komplo deniyor, hıyanetin, denaetin deşifre edilmesine komplo deniyor;hıyanet ve denaet müdafa edilmeye çalışılıyor” yanıtının ardından, gönüllerinden geçeni seslendirerek, hala uzlaşma olur hayaliyle avunanların artık ayakları suya ermiş olmalıdır. Sonuç alıcı kavga başlamıştır ve geçici ateşkesler olabilse bile, bellidir ki, iki tarafta önlerine nihayetine kadar gitmeyi koymuşlardır.

“İNGİLİZ SİCİMİ” YERİNE AMERİKAN FAKTÖRÜ
Cemaat-Erdoğan ya da Cemaat-Hükümet çatışmasının yalnızca bu tarafların çatışmasından ibaret anlaşılamayacağını belirtmiş ve özellikle Amerikan emperyalizminin sözünü etmiş.. Ortadoğu türünden netameli bir bölgede dolaysızca “iktidar ipi”nin hangi el ya da ellerde olacağını ilgilendiren bir kapışmanın, dünya ölçüsünde hegemonya peşinde koşan bir büyük devletin bölgedeki varlığı, çıkarlarıyla hesapları ve Türkiye egemenleriyle yürüttükleri işbirliği ilişkisi göz önüne getirildiğinde, Amerikasız ve ondan habersiz cereyan ediyor olmasının düşünülebilmesinin bir mantıksızlık oluşturacağını söylemiştik. Evet, böyle bir önkabul mantık hatası olur! Gerçekçi olmaz.
Sadece mantık hatası olmakla kalmaz, gerçeklere de gözleri kapamak demek olur! En son, rüşvet ve yolsuzluk operasyonu üzerine yandaş medyanın Amerikan Elçisi Ricciardone’ye yönelik olarak, organize bir çete faaliyeti düzeni içinde, bir merkezden düğmeye basılmışçasına başlattıkları kampanya* aracılığıyla ABD’nin “işin içinde olduğu”na dair Hükümet menşeili iddialar bile dikkate alınmış olsa, Cemaat-Erdoğan çatışması olarak tanımlanan çatışmanın, bu tanımla tanımlanandan daha çoğu olduğunun gerçek bir kanıtıyla karşı karşıya olunduğu görülebilir.
Özdeyişteki gibi “Cami duvarına işemek” ya da düpedüz söyleyişle cin çarpmışa dönmek üzere sonuna giden en bellibaşlı adımı atmakla eşanlamlı olmak üzere, dellenme belirtileri göstererek, “iktidar ipi” eline Amerikalılar tarafından verilmiş olan AKP ve başı, çaresizlikten efendisine celallenme raddelerine gelmiş görünmektedir.
Kuşkusuz diplomaside “iç politika gerekleri” türünden bir kategori vardır ve dış politikada muhataplar, kendileriyle ilgili edilen lafların önemli bir bölümünün gerçek politikaları seslendirmediğini, ama içeride tabana verilen mesajlar kapsamında edildiklerini bilirler ve başka verilerle birleşip gerçek olabileceğinden kuşku duyuluncaya kadar çoğunlukla bu lafları görmezden gelirler.
Örnekse işgal ve sair saldırılar türü faaliyetleri nedeniyle, sadece Türkiye’de de değil, bölgede ABD’nin imajı berbattır ve Amerikalılar da halklar arasında Amerikan karşıtlığının geçer akçe olduğunu ve pirim yaptığını bilir.. Ve işbirlikçileri iktidar sahiplerinin aşırı sıkıştıklarında ve “uçan kuştan medet umma” ya da “denize düştüklerinde” “yılana sarılma” durumuna geldiklerinde, tabanlarını elde tutma ihtiyaçlarını gidermek üzere başka şeylerin yanında hatta –tıpkı İsrail karşıtlığı gibi, hatta Müslümanlık’ta Yahudi karşıtlığından kaçınılamayacağı için, ondan da daha fazlasıyla– Amerikan karşıtlığı maskesi bile takabileceklerini, bundan kaçınmayacaklarını teslim eder ve başka somut gelişmeler gerektirmiyorsa, bundan fazlaca gocunmazlar.
Türkiye’deki AKP yandaşı medyanın, hatta Başbakan tarafından bir Karadeniz mitinginde “sizi ülkemizde tutmak mecburiyetinde değiliz” vecizesiyle desteklenen “Ricciardone karşıtı” kampanyası, şüphesiz böyle bir içeriğe sahiptir: Tabanı taban olarak el altında tutmak üzere Amerika’ya bile laf söyleme! Ama bir dellenme belirtisidir de: Hiçbir işbirlikçi iktidarın kolay kolay etmeyeceği türden lafları etmek.
’57 kriziyle bunalan ve ABD’den talep ettiği yardımları alamayan Menderes, Rusya ziyaretiyle, “duvarın ötesine geçmek”ten söz etmiş ve bu sonu olmuş, kendisini darağacına kadar götürmüştür! Askeri çetenin sonunu hazırlayan da “Avrasya”cı boşboğazlıkları olmuştur! Kuşkusuz ne Menderes ve ne de askeri çete anti-Amerikan, hatta antı emperyalist tutumlara ve böyle bir niteliğe sahiptir! Tabandı.. Efendiyi sıkıştırma girişimiydi.. Ya da başkası.. Ama pahalıya mal olmaktadır!
Erdoğan’ın da anti-emperyalizminden herhalde hiç kimse söz açmayacaktır! Tersine kendi çıkarlarını gerçekleştirmenin yolu ve yordamını Amerikan çıkar ve politikalarıyla, Amerikan stratejik yönelimiyle uyumlanmakta gören ve şimdiye dek efendilerin isteklerini fazlasıyla yerine getiren Erdoğan ve AKP’si, nasıl iktidara geldiğinin de farkındadır. Ama fazlasıyla sıkışmıştır ve asıl sıkıştırmanın “büyük patron” geldiğini de görmekte, bilmektedir. Biraz sitem ve tehditkar karşılık verme babından.. Çoğu da çok dara düştüğü ve yılana sarılmak durumunda kaldığı için tabanının anti-Amerikan duygularını da galeyana getirerek amaca giden yolda, yani iktidarı elde tutabilmek üzere elde avuçta ne varsa olası tüm cephaneleri kullanmak babından.. Başına bela olacak Amerikan karşıtı görünüşlü ajitasyondan bile medet ummaktadır!
Tabii ki Erdoğan ve AKP’si ne kadar “demokrat”sa ancak o kadar anti-emperyalisttir! Bir kuruşluk demokratlığı olmadığı gibi, ne kadar uğraşılıp didinilse, bir kuruşluk anti-emperyalistliği de, anti-emperyalizmi bir yana, anti-Amerikancılığı da bulunamaz! Bu nedenle Ricciardone üzerinden yürütülen sahte anti-Amerikan kampanyaya kanıp aldanmamak gerektir. “Cambaza bak!” türü bir yutturmaca olan bu kampanya, üstünü örterek malı götürmeye, rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının verdiği zararı gidermeye, keyfini kaçırtıp bazısına “acaba”, bazısına da “bu kadarı da fazla” “böyle de Müslümanlık olmaz ki” dedirten yiyiciliğin taban üzerindeki menfi etkilerini telafi etmeye matuftur.
Ancak AKP ve politikalarıyla Amerika ve politikaları arasında bir çakışma da olmadığı, aralarında bir bölümüyle efendiyle işbirlikçisi arasında olabilecek ve dolayısıyla efendinin katlanabileceği mızıklanmalar niteliğinde, ama bir bölümüyle de işbirlikçinin boyunu aşma belirtileri gösteren, oyun bozanlığa varma eğilimindeki, efendinin hoş görmesinin pek de beklenmemesi gereken sürtüşmeler yaşanageldiği ortadadır. Efendiyle işbirlikçisi “komisyoncu” arasında komisyon paylaşımı; küçüğün çıkarının büyüğünküne bağlanmış “işlemler”de pay bölüşümü kapsamındaki çelişmeler şüphesiz olabilirdir ve bunlara hem iktisadi hem de siyasi düzlemde rastlamak olasıdır ki, ABD-AKP ilişkisinde her ikisine de tanık olunmaktadır.
Sırasıyla değinilirse…
Suriye. Önce ABD Suriye’de Batı’ya uyum yönünde düzenlemeler için müdahale yanlısıyken, Erdoğan ve AKP’si “kardeşim Esad” politikası izlemekte ve “iyilikle etkileme ve kazanma” yanlılığını sürdürmekteydi. Sonra Batı ve ABD ile uyuma ve “müdahale” politikasına geçen Erdoğan, hızla “boynuz kulağı geçer” hesabı, durdurulamaz hızla atağa kalktı ve “müttefikleri” solladı. Olabilirdi! Onları müdahaleye çağırdı, hele “kimyasal silah krizi” döneminde elde etti edecekti. ABD istemeye istemeye müdahaleye mecbur kalıyordu! Olabilirdi! Ama ayrılık, ABD’nin onayladığı mezhepçilikte sınır tanımaz bir ölçü tutturup El Kaideci örgütlerin desteklenmesine varıldığında başgösterdi. Erdoğan angaje olmuştu ve “her ne olursa olsun Esed devrilsin” noktasına gelmişti, duramıyordu, Kaide dahil önüne geleni desteklemekte sakınca görmedi. Hatta bu nedenle ABD SUK’u yenileme ve Doha’da adını da değiştirerek yeniden yapılandırmaya yöneldi. Rojava’da Kürt özerkliği yönünde atılan adım Kaidecilerle işbirliğini iyice davet etmekte, ama ABD ile Suriye konusunda makas açıldıkça açılmaktaydı. Sonunda mecburen Kaide’ye destekten vazgeçilse bile, bu destek hala şuya da bu ölçüde sürdürülüyor ve Kürt düşmanlığı kadar Esad’ın devrilmesi politikasında da ısrar ediliyor. Oysa ABD çoktan Rusya ile anlaşarak Cenevre-2 Konferansı’nın toplanması ve siyasal çözüm taktiğine geçmiş, hatta “Esad’lı geçiş süreci”nde karar kılmış durumdadır!
Irak. Yıllardır kördüğümdür. ABD Irak’ın bütünlüğünden yana bir politika izlemektedir. Türkiye ise, Sünnici politikasını sürdürürken önce T. Haşimi’ye Türkiye’nin kapılarını açmış ve açıktan destek vermiş, sonra Barzani ile tek yanlı yakınlık politikasına ağırlık vermiştir. Kürdistan petrolleriyle iştahı kabaran Erdoğan elinde Türkiye, Merkezi Irak Hükümeti ile ilişkilere boş vererek, ABD’nin uyarılarına rağmen, Barzani ile petrol akışını imza altına almış, ama yanlış hesap Bağdat’tan dönmüş, merkezi Hükümet’in hava sahasına kapatması üzerine Bağdat’a gidilmek zorunda kalınmış, petrol paraları Türkiye bankalarında mı Amerikan bankalarında mı toplansın tartışması sürerken, imzalanan anlaşma henüz işlevsel olamamış ve petrol akışı bir türlü başlamamıştır. Ancak Irak konusunda da ABD ile yan yana durulamadığı makas açıklığına sahip olunduğu ortadadır.
İsrail’le ilişkiler. “One minute” ile başlatılan, Mavi Marmara ile sürdürülen İsrail’le gerginlik politikasına önceden bir başka vesileyle değinilmişti. Obama araya girip Netenyahu’ya yanından telefon ettirip “özür” dilemesini sağlamasına karşın, düzeltilmemekte ayak diretilen İsrail’le ilişkiler, ABD ile ciddi ayrılık konusudur.
Mısır. Mısır’la, iktidardaki iki Müslüman Kardeş Partisi arasında sağlanan “kardeşlik” ilişkilerinin ABD’nin en azından “olur”unu verdiği bir darbeyle, bir Amerikan darbesiyle son bulması, Erdoğan’ın sert tepkisine neden olmuş; alınan ideolojik tutum sert bir politik ajitasyona tahvil edilmiştir. Mısır darbesi; bir yandan karşısında ayaklanan halkı denetim altında tutamadığını kanıtlarken bir yandan da hala ve daha sıkı sarıldığı İslamcı mezhepçi çizgide ısrar eden İhvan’ın da çizgisinin de üzerini çizerek darbeyi yaptıran ABD ile darbeye açıktan karşı çıkan Erdoğan ve AKP arasındaki makası açan bir diğer önemli sorunu oluşturmuştur.
İran. Türkiye’nin bu güçlü komşusu ile ilişkileri ABD ile öteden beri sorun oluşturmaktadır, ama sorun giderek ciddileşmiştir. Başlangıçta Erdoğan İran’ın nükleer silaha sahip olmasını bile açıktan desteklerken, ilerleyen yıllarda İran silahlanmasından ürkerek Kürecik’e radarını koydurup NATO füzesavar şemsiyesi altına girerek eleştiriye yönelse bile.. Bir yandan Brezilya ile ortak arabuluculuğa soyunarak nükleer araştırmalar konusunda arabuluculuğa soyunarak.. Bir yandan da petrol ve doğalgaz alımları ve ödemeleri dolayısıyla Amerikan ambargosunu delerek, yine Amerika’nınkinden farklı ve çelişen, üstelik İran’a ambargonun delinmesinde onunla karşı karşıya gelen politikalar izlemeyi sürdürdü. Son rüşvet ve yolsuzluk operasyonunda, Halk Bankası ve Reza Zarrab odağında bu iki yasadışı ilişki türüyle altın kaçakçılığına ilişkin suçlamalar İran’a Amerikan ambargosu ve bu ambargonun delinmesi kapsamında şekillenmiştir.
Mit müsteşarı. İran bağlantısı kurularak, on MOSSAD ajanını İran’a teslim etmesi ve yanı sıra başka nedenlerle suçlanan H. Fidan konusu, yine Erdoğan’la ABD arasında problem olmuştur. Hem Washington Post hem de Wall Street Journal’da hakkında Batı ve özellikle Amerikan çıkarlarına ayrı hareket ettiği iddialarıyla ayrıntılı yayınlar yapılan MİT Müsteşarı’nın faaliyetlerinin ABD tarafından hoş görülmediği, ama sadece Fidan’ın faaliyetleri olarak da değerlendirilmeyip Erdoğan’a ve ABD ile sürtüşmesine yorulduğu bir gerçektir.
Yerden havaya füze alımları ya da Patriotlar yerine Çin füzeleri. Rüşvet ve komisyon vb. değil, ama ucuzluklarıyla Çin’in teknoloji transferine olanak sağlaması ve füze parçalarının bin bölümünün Türkiye’de üretilmesi gibi gerekçelerle tercih edildiği söylenen Çin füzeleri de, Türkiye ile NATO ve ABD arasında ciddi sorun oluşturmuştur. Batı’dan bu füzelerin NATO silah sistemine entegre edilemeyeceği iddiaları gelirken, sonradan bunun olabileceği, ABD Kongresi’ne sunulan bir karar önergesinde bu işe yönelik olarak “ABD fonlarının kullanılmasının yasaklanması”nın talep edilmesiyle anlaşıldı. Ama ABD ve tüm Batı, hem füzelerin Çin’den alınmasına itiraz ediyor hem de yabancı füzelerin entegrasyonunu engellemeye yöneliyorlardı. Türkiye ise, Erdoğan’ın ağzından, Türkiye’nin kararlı olduğunu ve Çin vazgeçmedikçe füze alımından vazgeçilmeyeceğini vurgulamaktaydı. Sorun ciddi ve büyüktü.
Gezi Direnişi döneminde özellikle Erdoğan’ın direniş karşısında izlediği politikayı ABD sert biçimde eleştirmiş, bu eleştirileri şüphesiz Amerikan yönetiminin demokrasiye olan aşkını belirtmese bile, az-çok demokratik ülkelerdeki normları dikkate almazlık edememelerinden kaynaklanmıştır. ABD Irak, Afganistan vb. ülkelerde, üstelik bu ülkeleri işgali sırasında binlerce, on ve yüz binlerce insanı öldürmemiş değildir. Ama barışçıl bir gösteride insanların öldürülmesine dünyanın bu baş celladı bile tahammül göstermemiş, Erdoğan’ın saldırganlığını suçlamıştır. Ülkeler arasında herhangi konularda eleştiriler, hatta karşılıklı ölçülü suçlamalar olmaz değildir, hatta adettendir bile denebilir. Ancak Gezi karşısındaki Başbakan’ın tutumu hem Elçi Ricciardone, hem ABD Beyaz Saray Sözcüsü ve hem de Dışişleri Bakanı J. Kerry tarafından “ipe sapa gelmez” ve hatta “yalancı” anlamına gelecek sözcükler kullanılarak ve sertliği bakımından diplomatik kuralların ötesine geçilerek suçlanmış, Erdoğan’ın “Seattle’da da 17 kişi öldü” yollu konuşması anında uyarılmış ve düzelttirilmiştir.
Başkalarını, örneğin iki eski Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz ve Eric Edelman imzalı “Retorikten Gerçeğe – ABD’nin Türkiye Politikasını Yeniden Çerçevelendirmek” başlıklı rapor ve bu raporda sayılanlar benzeri sorunları değerlendirerek ileri sürdükleri 1) “artık AKP’nin yenilmez ve kaçınılmaz olmadığı” ve 2) “AKP’nin en çok ihtiyaç duyulduğu zamanda Ortadoğu’da Amerikan yönelimlerinin ihtiyaçlarını karşılayabilir olmaktan çıktığı” görüşleri.. Ya da Ricciardone’nin ilk geldiğinden beri hükümete çeşitli konularda (tutuklu gazeteciler, ceza alan generaller hakkında söylediği “onlar vatanına sadık askerler” sözleriyle değerlendirdiği balyoz yargılamaları, uzun tutukluluk süreleri vb.) yönelttiği eleştirileri saymıyoruz.
Cemaat-Erdoğan ya da Cemaat-AKP Hükümeti kavgası, unsurlarını saymaya çalıştığımız ABD ile Erdoğan Hükümeti’nin arasının giderek açılmakta olduğu ve Amerikalı emperyalistlerin Erdoğan’a tahammül edip etmemeyi en azından tartıştıkları, iki ülke ilişkilerinin Washington ziyaretleriyle karakterize cicim aylarından farklılaştığı koşullarda patlak vermiştir. Öyle ya da böyle, ABD’nin bu çatışmanın belirli bir yerinde olduğu ve bunun kolaylıkla tahmin edilebilecek bir yer olduğu tartışmasızdır.
ABD, CIA aracılığıyla, ya doğrudan operasyonu yönetmekte ya da operasyonunun ve yürütülüşünün arkasında durmakta ve desteklemektedir. Ve madem başlamıştır; üstü örtülmesi ve kapatılması değil, şüphesiz ki devamı beklenmelidir. Yeni adımlar herhalde atılacaktır ve kaset mi, başka bir şey mi, ne türden olacaklarını hep birlikte göreceğiz.

AB ve Avro’dan çıkmak, bankalara olan ödemeleri durdurmak ve ödememek!

Yorgos Delastik, Yeni Sol Hareket’in (NAR) haftalık yayın organı olan PRİN dergisinin Genel Yayın Yönetmeni ve diğer günlük gazetelerde köşe yazarlığı yapıyor. Araştırmacı-gazeteci kimliğiyle tanınan Delastik’in özellikle de AB ve birlik politikaları üzerine kitabı ve yabancı basın organlarında da çıkan çok sayıda makalesi bulunuyor. 12 dil bilen Delastik’in birçok makalesi Yunanistan’da geniş tartışmalara yol açtı. Televizyon kanallarında haber yorumculuğu da yapan Delastik, şu anda ETNOS gazetesinde köşe yazıları yazıyor.
Delastik ile yapılan söyleşi, daha çok AB ve IMF’nin Yunanistan ekonomisinde tam bir yıkıma yol açan ve işçi ve emekçileri açlık ve yoksulluğa mahkûm eden politikalarının geldiği noktayı gözler önüne sermeyi amaçlıyor. Emperyalist kapitalist sistemin kaçınılmaz unsurlarından biri olan krizlerden çıkış için izlenen politikalar, bütünüyle, işçi ve emekçilerin, hiçbir sorumlulukları olmadığı halde, yoksulluk ve açlıkla cezalandırılması anlamına gelmektedir. Aynı zamanda kriz dönemleri kapitalist barbarlığın yüzünün bir kez daha açığa çıktığı dönemlerdir. IMF ve AB’nin Yunan halkına dayattığı krizden çıkış politikaları işçi ve emekçilerin evlerine el koymaya kadar varmış bulunuyor.
Ülkemizde de AKP Hükümeti değişik muhasebe oyunlarıyla güçlü bir ekonominin yaratıldığı propagandasına ağırlık veriyor. Devasa boyutlara ulaşan cari açıklar, birkaç kez katlanmış olan dış borçlar, gerçek ekonomi yerine spekülatif ekonomi verilerinin kalkınma olarak gösterilmesi, gelir dağılımındaki korkunç adaletsizlik, dışa bağımlılık vb. göz önünde bulundurulduğunda, Delastik ile yapılan söyleşinin içeriğinin sadece Yunanistan ile sınırlı görülemeyeceği ortadadır.

– Öncelikle güncel sorunlardan başlayalım. IMF, AB ve AB Merkez Bankası’ndan oluşan troyka heyeti, bankalara borçlanarak ev sahibi olanların, kredi taksitlerini ödememesi durumunda evlerine el konmasını istiyor. Yunanistan Hükümeti de bu yönde bir çalışma içine girmiş bulunuyor. Sorun yüz binlerce aileyi ilgilendiriyor; hatta troyka heyeti, Yunanlı yetkililere sosyal politikalar izlemek istiyorsanız, evine el konacak olanlara barınak ayarlayın demiş. Troyka bu konuda neden ısrar ediyor, hedefi nedir?
– Halk, bankalar evimizi alıp da ne yapacak diye düşünüyor. On binlerce daireyi alıp kime satacak deniyor. Öncelikle bankalar el konan evleri satacak birilerini aramayacaklardır. Böyle bir sorunları yok. Diyelim ki, on binlerce evin satış tutarı bir ya da birkaç milyar olacaktır. Bu, otomatik olarak Merkez Bankası’nın ya da herhangi bir bankanın sermaye oranının milyarca avro yükselmesi ve bankalar piyasasında hacmini genişletmesi anlamına gelmektedir. Bu taşınmazlar bankalar nezdinde garanti karakteri kazanmakta ve gerçek fiyatları artık rol oynamamaktadır. Kısacası, bu evler, bankalar arasında, garanti gösterilen taşınmazlar olarak devamlı el değiştirip duracaktır. Ne durumda olduğu, oturmaya elverişli olup olmadığı bankaları hiç ilgilendirmemektedir. Dolayısıyla bugün Yunanlı, yarın bir Japon, obür gün bir Amerikan bankasının taşınmazı olarak dönüp duracaktır. Dolayısıyla her ay ev sahibinden alınan üç yüz avro değil el konan ve çoğu zaman çürümeye terk edilen taşınmazlar bankaların asıl tercihi olmaktadır. Hükümet 2016 yılına kadar taşınmazların gerçek fiyatlarında bir değişikliğe gitmeyeceğini açıklarken, tam da bankaların isteği doğrultusunda hareket etmektedir.

– Hükümet evlere el konması konusunda troyka ile uzlaşmadıklarını söylüyor… Hatta kırmızı çizgi olarak ilan ediyor…
– Evet, öyle bilinmesini istiyor. Öncelikle troyka heyeti uluslararası sermaye kuruluşlarının memur statüsündeki teknokratlar heyetinden oluşmaktadır. Bu heyetle pazarlığa oturmak zaten başından her şeyi kabul etmek anlamına gelmektedir. Troyka “kredi verdik, geri almamız için de belli önlemleri almak zorundasınız” diye dayatıyor. “Kırmızı çizgiler” vb., hepsi, halkı uyutmaya yönelik masallardan ibarettir. Halka, uluslararası sermaye kuruluşları karşısında direndikleri izlenimini vermeye çalışıyorlar. Hükümetler troykanın tüm politikalarını uygulama konusunda hiçbir tereddüt göstermediler. Tersine takla atıp durdular. Teslim olmuş ve ülkeyi troykanın kontrolüne vermiş bir hükümet pazarlık edemez. Ya devrimci çözümler gündeme gelecektir ya da bağımlılık giderek artacaktır.

– Hükümet “krizin sorumlusu biz değiliz, bizden önceki hükümetlerdir, biz krizden çıkmaya çalışıyoruz” diyerek halkı yedekleme politikalarında ısrar ediyor…
– 2009 yılında Yorgos Papandreu Hükümeti kurulduğunda, Yunanistan’ın Avrupa kökenli özel bankalara olan borcu 134 milyardı. Eğer o zamanlar Papandreu “paramız yok, ödemeleri iki yıl geciktiriyoruz” deseydi, Avrupa bankalar sisteminin altına dinamit koymuş olurdu. Bu yıllar, krizin ayak seslerinin duyulduğu yıllardı. Peki ne yaptılar? Bu aşamadan sonra alınan tüm borçlar özel bankaların borçları için kullanıldı. Yani bir yandan borç ödedikçe bir yandan daha da borçlandık. Sonuç olarak, birçok AB ülkesine ve özel bankalara, krizin iyice ortaya çıkmasıyla beraber de AB ortak fonuna ve IMF’ye ayrı ayrı borçlanılmış oldu. Hem de devasa boyutlarda. Aradan yüz yıl bile geçse, uluslararası sermaye kuruluşları bu paraları geri alacaklardır. Halkın açlık ve yoksulluğa mahkum edilmesine, işten atmaların yasallaştırılmasına, sosyal güvenlik sisteminin ortadan kaldırılmasına, ücretlerin açlık ücretleri durumuna getirilmesine, sağlık ve eğitim hakkının ortadan kaldırılmasına rağmen, geri isteyeceklerdir. Kriz şu ya da bu hükümetin yanlış politikalarından ya da kötü yönetmelerinden dolayı gündeme gelmedi. Direkt olarak kapitalist ekonomiden, bağımlılık ilişkilerinden ve uluslararası sermaye kuruluşlarının daha fazla kâr elde etme amaç ve yönelimlerinden doğdu.

– Financial Times, geçtiğimiz günlerde bir makalesinde, Yunanistan’ın krizden çıkmasının mümkün olmadığını, ya Avrodan çıkarılması ya da iflasının açıklanması gerektiğini açık ve net olarak ifade etti. Gelişmeler bu yönde mi?
– Bence Yunanistan’ın Avrodan çıkması hiç de propaganda edildiği biçimde kimseye pahalıya patlamayacaktır. Yani AB’nin ciddi bir kaybı olmayacaktır. Financial Times bunu bir İngiliz gazetesi olarak gündeme getiriyor ve hedefleri farklı. Asıl ağır olan, Yunanistan’ın avrodan çıkışının politik faturası olacaktır. AB’den çıkışların gündeme gelmesi yeni bir sürecin başlangıcı anlamına gelecek ve AB’nin kaçınılmaz bir birlik olmadığı halkların nezdinde kanıtlanmış olacaktır. Bu durum Almanya vb. ülkelerin hiç de işine gelmeyecektir. Aynı zamanda AB içinde kalan ülkelerin Almanya vb. ülkelerle sıkı bir pazarlığa girecekleri ve Amerikan, Japon ve İngiliz sermaye kuruluşlarının AB üzerindeki baskılarının artacağı anlamına gelmektedir. Bir yıl öncesine kadar hepimiz kredi derecelendirme kurumları konusunda uzman olmuştuk. Yatıp kalkıp bu kurumların verdiği kredi dereceleri ile uğraşıyorduk. Nedense unutuldular. Ne haberlerini duyuyoruz ne açıklamalarını. Yunanistan, Portekiz, İspanya üzerinde oluşturulan baskıların merkezi Avrupa ve özel olarak da Alman sermaye kuruluşlarıydı. Esas olarak Deutsch Bank merkezli baskılar gündeme geliyordu.

– Geçtiğimiz günlerde Etnos gazetesinde çıkan köşe yazınızda AB bankalar sisteminin önümüzdeki iki yıl içinde durgunluk dönemine gireceğini ve krizin bankaları saracağını yazdınız. Hangi verilere dayanarak bu sonuca vardınız?
– Evet yazdım, ama bu sonuca varan ben değilim, AB verileridir. Şu anda AB Merkez Bankası, birlik içinde bulunan tüm bankaları denetim altında tutmaktadır ve 2016 yılında bankaların tüm kontrolleri AB Merkez Bankası’na geçecektir. AB Merkez Bankası, birlik içinde bulunan yüzlerce bankayı yeterli sermayeye sahip olmadıkları gerekçesi ile kapatacaktır. Bu, doğal olarak, daha çok Alman bankalarının güçlenmesi ve egemen duruma gelmeleri anlamına gelmektedir. Price Water House Coopers adlı araştırma şirketi, yapılan araştırmaların sonuçlarına dayanarak, şunları söylemektedir: 2014 yılı sonunda AB Merkez Bankası’nın denetimlerinin tamamlanmasıyla birlikte, AB bankalar sisteminin karşılıksız olan açıklarının ya da kara deliklerinin 1,2 trilyon avro olduğu görülecektir. Bu, yatırımcıların, işverenlerin, kişilerin vb. bankalara olan borcu anlamına gelmektedir. Peki, Avrupa bankaları bu kadar parayı nereden bulacaklardır? Öncelikle, Avro kuşağı içinde yer alan bankaların kredileri kıstığını ve geçmiş dönemlerle kıyaslandığında çok daha az kredi verdiklerini belirtmek gerekir. Bu, şu anlama geliyor. Bankalar bu açığı kapatacak parayı bulamayacaklardır. AB Merkez Bankası sürekli sıcak para aktarmaktadır Avro kuşağındaki bankalara ve faiz oranlarını düşürmektedir. Faiz oranları %0.25’e düşmüş bulunuyor. Dolayısıyla bankalar her açıdan zor bir sürece girecek ve rekabet artacaktır. Güçlü olanlar zayıf olanları yutacak, ortadan kaldıracaktır. Bu rekabet ortamında Yunanistan, Portekiz, İspanya gibi ülkelerin banka sistemlerinin ayakta kalması mümkün değil. Uluslararası sermaye kuruluşlarının dayatmış olduğu “kamu borçlarını düzenleme” politikalarının hedefi, bu kuruluşları güçlendirme operasyonu özelliği de taşımaktadır. Avro kuşağı içinde yer alan birçok banka yaşamak için Alman bankaları ile işbirliği yapmak zorunda kalacak ve sonuçta yutulacaklardır.

– Bu durumda Yunan Hükümeti’nin  kalkınma söylemleri de gerçekçi değil…
– Elbette değil. Önümüzdeki üç yıl için hükümet kalkınma politikalarının uygulanacağını ve kalkınma olacağını söylüyor. Hangi kalkınma…! Sadece bu yıllar içinde 19 milyar borç ödemesi gerekiyor Yunanistan’ın. Bu kadar para nerden bulunacak, nerden artacak..! Tüm veriler, 10 yıl sonra Yunanistan’ın yeni ve daha büyük bir kriz içine gireceğini gösteriyor. Dahası, imzalanan anlaşmalar, Yunanistan’ın 2023 yılında  IMF’ye ve AB’ye 30 milyar avro daha vermesini öngörüyor. Uzun bir süreden beridir Yunan Hükümeti 2,5 milyar bulmak için önlem üzerine önlem alıyor ama gene denkleştiremiyor.

– AB yetkilileri, örneğin Alman Maliye Bakanı Wolfgang Schauble artık krizin Yunanistan üzerinden yayılmasının önüne geçildiğini ve Yunan ekonomisinin kalkınma sürecine gireceğini belirtti. Yunan Hükümeti de ilk defa bütçe fazlalığı olduğunu açıkladı.
– Yunanistan IMF’den  25 milyar, değişik AB ülkelerinden 53 milyar ve AB para fonundan 72 milyar Avro borç almış bulunuyor. Toplam 150 milyar Avro. Bu, sadece son üç yılda alınan borç miktarıdır. Bunun dışında, ayrıca, aynı süreç içinde 41 milyar Avro da, sadece bankalara aktarılmak, yani bankalar sistemini güçlendirmek için borç alınmıştır. Yani Yunan halkı bankalar için alınan borçları da üstlenmiştir. Bu durumda toplam borç miktarı 191 milyar Avro olmaktadır. Wolfgang Schauble, bu kadar borçtan sonra, krizin Yunanistan üzerinden yayılmasının önüne geçildiğini açıklayabilmektedir.

– Yunan halkının sırtına bindirilen bu borçlar ne zaman bitecek? Nasıl bir plan var?
– 30 yıl sonra, yani 2041 yılında Avro bölgesi ülkelerinden alınan borçların, 2047 yılında AB Para Fonu’ndan alınan borçların,  2046 yılında ise bankalar için alınan borçların süresi doluyor. IMF den alınan borçların 21 milyarının 2016 yılına kadar ödenmesi gerekiyor. Geri kalanı ise 7 yıl sonra.

– Bundan sonra alınacak borçlar da var ama…
– Elbette var. Yeni borçlar alınacaktır. Söylenen büyük bir yalandan bahsetmek istiyorum.

– Hükümet ve sermaye kuruluşları izlenen sosyal politikaların ülkeyi bu duruma düşürdüğünü söylüyorlar. Özellikle Andreas Papandreu döneminde, yani seksenli yıllarda, borç parayla sosyal devlet politikası izlendi deniyor. Nedir işin gerçeği?
– Borç parayla sosyal devlet politikaları izlendiği söylemi çok büyük bir yalandır. 1974 yılında Konstantinos Karamanlis Hükümeti sırasında bütçe açığı, gayri safi milli hasılanın (GSMH) %24’ü oranındadır. 1981 yılında iktidara Andreas Papandreu geldiğinde, bu miktar %34 dolaylarına gelmiş bulunuyordu. Papandreu’nun ya da PASOK partisinin 8 yıllık iktidarından sonra borç ikiye katlandı ve %66.8 oldu. Bu rakam, Pasok Hükümeti döneminde izlenen sosyal politikalar nedeniyle açığın iki katına çıktığı izlenimini yaratıyor. Peki öyle mi gerçekten? 1989 yılında Konstantinos Miçotakis Hükümet kurduğunda, açık, %70’ler civarındaydı. 4 yıllık süre sonunda, açık 40 puan artarak, %111,6 olmuştu. Bu süreç içinde, yani Miçotakis’in iktidarı boyunca halkın yaşam seviyesinde hiçbir yükselme olmadı. Ama açık devasa boyutlarda arttı. 1993 yılında Andreas Papandreu iki yıl, sonra 8 yıl PASOK’un başına geçen Kostas Simitis ve 5 yıl Konstantinos Karamanlis’in yeğeni olan Kostas Karamanlis ülkeyi yönetti. Yani 2008 yılına gelindi. 2008 yılındaki açık %110. Yani Miçotakis Hükümeti’nden daha düşük bir oran var ortada. Bu ne anlama geliyor; bu yıllar içinde yaşam seviyesi belli ölçülerde artmış, Yunan halkı birçok hak sahibi olmuştur. Yani 13 yıl boyunca bütçe açığı artmamıştır. Ülke ekonomisinin kalkınma oranı nedeniyle bütçe açığı büyümemiştir. Yani alınan borçlar zamanında ödenebiliyordu ve artış olmuyordu. Yani, sosyal politikaların dış borçlarla yürütüldüğünü ortaya koyan kanıt yok. Halk 2010 yılına kadar bankalardan aldığı kredilerin taksitlerini veriyordu, bir sorun yoktu. Yani ayaklarını yorganlarına göre uzatmışlardı. Tersi yöndeki söylemler, halkın baskı politikalarını kabul etmesi için uydurulmuştur. Halkın krizden sorumlu olduğu yalanının halk tarafından kabul edilmesi için söylenmektedir. 2008 yılından 2009 yılına kadar PASOK Hükümeti bu oranı %125’e çıkardı. Bu yıl ise, Bütçe açığı %171 oldu. Yani 45 puanlık bir artış yaşandı. Yani, 4 yıldan beridir, halkın yaşam seviyesi düşüyor, açlık ve yoksulluk artıyor, haklar kısıtlanıyor, kamudan on binlerce emekçi atılıyor, bütçeler kısıtlanıyor. Yani bütçe açıkları devasa bir biçimde artıyor. Oysa bütün bu önlemlerle düşmesi gerekiyordu. Yok, tersi oluyor. 2007 yılında bankalardan alınan konut, harcama, iş yapma vb. kredilerin sadece %4ü tahsil edilemiyordu. Bu oranın 2012 yılında %27 olduğu, bu yılın Ekim ayında ise %32 ye çıktığı açıklanmış bulunuyor. Bu durumdan kim sorumlu, halk mı? Başını sokacak bir ev alan emekçi mi, yoksa kriz politikaları adı altında işçi ve emekçileri inleten AB ve IMF politikaları mı? Tüm veriler ve izlenen tüm politikalar, bu krizden halkın işçi ve emekçilerin sorumlu olmadıklarını ama faturasını ödemeye mahkûm edildiklerini ortaya koymaktadır.

– İşçi ve emekçiler sistem partilerine sırtını döndü, genel grevler ve direnişler birbirini takip etti, %4,7 alan SİRİZA ana muhalefet partisi oldu, yeni kurulan partiler Meclis’e girmeyi başardı vb. Ancak hükümetlerin troyka politikalarında bir değişiklik olmadı. Gelişmeler nereye doğru gidiyor?
– Bu sorunu sadece Yunan Hükümeti ile sınırlı olarak görmemek gerekir. Öncelikle AB ve özellikle Almanya kriz politikalarının uygulanması için her türlü olanağı kullanıyor ve her türlü baskı biçimini gündeme getiriyor. Direkt AB tarafından kurulan teknokrat hükümet ve sonrasındaki Hükümet AB ve IMF’den icazet alarak kuruldu. PASOK ve Yeni Demokrasi partilerinden oluşan koalisyon Hükümeti, sadece işçi ve emekçileri değil, en geniş kesim ve tabakaları da hedef aldı. Bu partileri destekleyen sermayenin belli kesim ve tabakaları da kriz politikalarından etkilendi. Bu durum politik değişikliklere yol açtı. 2009 seçimlerinde SİRİZA 4,7, Altın Şafak 0,9 aldı. Bağımsız Yunanlılar Partisi ise yoktu. Kriz politikaları anti troykacı partilerin doğmasını ya da güçlenmesini gündeme getirdi. SİRİZA ve Altın Şafak’ı aynılaştırmıyorum, sadece kriz politikalarının bir sonucu olarak diyorum. Bu üç parti, son seçimlerde %42 oy aldı. 2009 seçimlerindeki oran ise, sadece %5. Yani politik dengelerde büyük bir değişim söz konusu. PASOK %44 alarak hükümet olmuştu. Yapılacak seçimlerde Meclis’e girip giremeyeceği tartışılıyor. Geçmiş seçimlerde PASOK ve Yeni Demokrasi partilerinin aldığı oy oranı %70’lerin üstündeydi. Bugün seçim yapılması durumunda, %30 üzerine çıkmaları mümkün görünmüyor. Bu, halkın üçte ikisinin mevcut hükümet politikalarını kabul etmediğini ortaya koyuyor. Önümüzde AB parlamentosu seçimleri var. Eğer seçimlerde koalisyon partileri %30 un altında oy alırsa erken seçimden başka bir yol kalmaz ve hükümet düşmek zorunda kalır.

– SİRİZA hükümet kurarsa değişen bir şey olur mu?
– Ne AB ne Almanya SİRİZA Hükümeti’nden korkmuyor. Bana göre, SİRİZA, geçen yıl ilan ettiği sol hükümet söyleminden çok uzaklaştı ve böyle perspektife de sahip değil artık. SİRİZA’nın seçimlerden galip çıkması sonunda kuracağı Hükümet sol bir Hükümet değil, anti troykacı bir Hükümet olacaktır. Kitlelerin arzuladığı ya da talep ettiği sol bir hükümet değil, 2008 yılına geri dönmektir. Yani kriz politikaları öncesine geri dönmek. Kuşkusuz 2008’e geri dönmek artık mümkün değil. Fakat kitlelerin önemli bir kesimi bu talep doğrultusunda SİRİZA’ ya oy verecektir. SİRİZA geçen yıl !”AVRO politikalarına hayır”, şimdi ise “AVRO’da kalınacaktır” diyor.

– Troyka partileri “Avrodan çıkılması durumunda ülke bütünüyle batar” diyor. Yani Avrodan sonrası cehennem diyorlar. Yani ya Avro ya ulusal para birimi ikileminden birini seçmek mi gerekiyor?
-Bence evet. Avrodan çıkılması gerekiyor. Avronun ortaya çıkış nedenleri belli. Özellikle Alman ekonomisiyle bağlantılı olarak gündeme geldi. AB politikaları bu bu şekilde devam ettikçe ortak para biriminde kalmanın hiçbir yararı olmayacak, kapitalist sömürüler için aralanan kapı sonuna kadar açılmış olacaktır. Bugün olan da, bu işte. Berlusconi Avrodan çıkılması gerektiğini söyledi ve “gizlice Avro basalım” diye açıklama yaptı. Fransa’da Avro karşıtı hareket büyüyor. Geçtiğimiz günlerde Frankfurter Allgemeine Zeitung, bir makalesinde, Fransız elitleri içinde Avrodan çıkma düşüncesinin yaygınlaştığını dile getirdi. Birçok AB ülkesinde, işçi ve emekçiler arasında Avro karşıtı tepkiler giderek büyüyor. Halkların yoksulluk ve vahşice sömürüsüne dayanan “güçlü para birimi” tekellerin talebi sonucu gündeme geldi. Ben Avrupa halklarının yakın gelecekte AB ve Avro politikalarına karşı mücadele ve direnişlerinin büyüyeceğine inanıyorum.

– Sonuç olarak krizden nasıl çıkılacak? İşçi ve emekçilerin taleplerine denk düşen çıkış yolu nedir?
– AB, IMF, Hükümet ve uluslararası sermaye kuruluşlarının önerdiği çerçeve içinde, halktan yana, işçi emekçiden yana bir çıkış yolunun olmadığı açık ve kesindir. Bu gidişat ancak mücadele ederek ve direnerek durdurulabilir. Bütünüyle AB ve Avrodan, dolayısıyla Avro kuşağından çıkmak, bankalara olan ödemeleri durdurmak ve ödememek. Bunun dışında işçi ve emekçilerin yararına ve genel olarak halkın yaşam şartlarını iyileştiren bir politikanın uygulanma olanağı yoktur. Hem işçi ve emekçinin hem sermayenin çıkarına olan çıkış yolu ya hayalidir ya da hedef saptırmaya yönelik sefil bir propagandadır. Yunan kapitalizminin temellerini sarsacak böyle bir değişiklik ancak güçlü ve kitlesel bir hareketle mümkündür. Tüm sermaye politikalarını alt üst edecek, uygulanma olanaklarını ortadan kaldıracak bir hareket.
Ana muhalefet partisi SİRİZA, Avro kuşağı ve AB içinde kalmayı, AB ve uluslararası sermaye kuruluşları ile daha iyi bir pazarlık yapmayı savunmakta ve hükümet değişikliğini yeterli görmektedir. Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ise, sol söylemler kullanarak, saldırıların önüne geçebilecek kitlesel bir hareketin içinde yer almayı reddetmektedir. Bu nedenle antikapitalist hareketin ve devrimci bir solun güçlenmesinin zorunluluğu ortaya çıkıyor. ANDARSİA** bu görevi üstlenmek üzere gündeme geldi. Bu cephe ancak halk hareketinin kitleselleşmesine katkıda bulunabilir ve  devrimci solun sermaye politikalarının önüne geçebilecek birliğini sağlayabilir.

“Kimlikler” sorununa İslamcı-Türkçü yaklaşımın açmazı üzerine bir irdeleme

Kürt sorunu ya da Kürtlerin durumu ve ‘dahili bulundukları devletler ile ilişkilerinin nasıl bir seyir izleyeceği’ sorusu Türkiye Cumhuriyeti’nin yanı sıra İran, Irak ve Suriye gibi komşu ülkelerin de gündeminde olmaya devam ediyor. Bölge ülkeleriyle ilişkileri üzerinden bölgesel bir sorun olmaktan çıkarak, geçmişe kıyasla uluslararası pazar kavgalarına daha fazla bağlanan Kürt sorununun –ve çözümünün– aynı nedenle uluslararası özelliği daha belirgin hale gelmiştir. Kürt sorununa aktüel ilgi artışı ise, yalnızca Irak’ta bir “Federe Kürdistan Bölgesel Yönetimi”nin oluşturulmuş olması nedeniyle değil, son otuz yıldır Türkiye Kürtlerinin ulusal hak eşitliği talebiyle sürdürdükleri mücadelenin kazandığı düzey ve etki nedeniyle de bağlıdır. Bunlara, şimdi bir de, Suriye Kürdistanı’ndaki mücadelenin yeni bir aşamaya ilerleyişi ve özerkleşme de eklenmiş bulunmaktadır. İlişkili/ilgili bütün devlet, hükümet, parti, örgüt, vb.’nin yanı sıra halkların da gündeminde, Kürt sorunu şu ya da bu düzeyde yer alıyor.
Bu durum, sorun üzerine; özellikle de “sorunun çözümü” üzerine tartışmaların hemen tüm sınıflar ve onları şu ya da bu ölçekte temsil eden siyasal ve ideolojik kurum, parti ve örgütlenmeler çephesinden sürdürülmesine yol açıyor. “Tartışmalar” kapsamında gündeme getirilen, esas olarak da sermaye, devlet ve hükümet cephesinden politikacı ve yazarlarca takviye edilerek etkisi artırılmak istenen görüş, bu sorunun “uzak düşmeyen bir zaman içinde hükümet eliyle çözüleceğidir”! Bu görüş, bizatihi sorunun nedenleri arasında bulunan ve ona kaynaklık eden politika ve anlayışların makyajlanarak yinelenmesini içerdiği halde; bir  “çözüm” olarak sunuluyor ve “çözüleceği” beklentisi sürsün isteniyor. Kürt mücadelesinin katettiği mesafe karşısında inandırıcılığını önemli oranda yitirmekle birlikte, hala devam eden bir beklenti de oluşturulmuş; ülkede, bölgede ve uluslararası alanda yaşanan çok boyutlu gelişmelerin bir çözüm ihtiyacını dayatır hale gelmesine paralel olarak bu beklentinin güçlendirilmesi ve sorunun saptırılması girişimleri de yoğunlaştırılmıştır.
Bu konuda, tümü de sermaye cephesinde yer alan, o cepheden tartışmalara katılan başlıca üç “Türkçü” akımdan söz etmek mümkündür: Bunlar, a-) Aydınlık-MHP, Sözcü gazetesi çevresi ve CHP’nin “ulusalcı kanadı” tarafından temsil edilen tümüyle retçiler; b-) sorunun kimi reformist iyileştirmelerle “çözülebileceği” beklentisindeki liberaller ve c-) “İslami Türkçü” sentez etrafında “din kardeşliği”ni çözüm gösteren “ümmetçi” muhafazakar parti ve çevrelerdir. Bu üç kesim arasına kesin sınırlar çekmek mümkün olmamakla birlikte, ikinci ve üçüncü kesimlerin “uzlaşı noktaları”nın daha fazla olduğu söylenebilir.
Makalemizin konusunu, muhafazakar milliyetçi bu “üçüncü odak”tan bazı akademisyen yazarların görüşleri oluşturuyor. Bu görüşlerin sözcülüğünü yürüten yayın organlarından biri de “Türkiye Günlüğü” dergisidir. Dergi, 114. sayısını bu konuya ayırmış bulunuyor. Osmanlı tarihine göndermelerle “Türklük”ün “etnik tek kimlik” üzerinden oluşturulmadığını ileri süren ve bir tarih tartışmasını da yeniden gündeme getiren İslamist-Türkçü yazarların Kürt sorununu “tek millet, tek vatan, tek devlet ve tek din” formülasyonunda anlam yitimine sürükleme ve fakat din, dil ve etnik köken gerçekliklerini de reddetmeksizin sözüm ona çözüm formülasyonları, günümüz iktidar güçlerinin “kimlik kodları”yla uyumlu olup, yazarlar, “yüzde doksan dokuzu Müslüman Türkiye”nin tüm farklı “etnik ve dini kimlik”lerden topluluklarını (“Türk, Kürt, Zaza, Arap, Çerkez, Laz, Boşnak vb, vs.”) “İslami Türk çatı” altında ve adlarını inkardan gelmeksizin “Türk üst kimliği”nde “birleştirme”yi(!) “herkesin olan cumhuriyet” idaresinde biraradalığını sağlamayı “mutlu bir çözüm”ün koşulu gösterip propaganda ediyorlar.
Söz konusu dergi tüm bir sayısını bu konuya ayırmış bulunuyor. Ancak biz, burada, bu makalelerden sadece üçü üzerinde duracağız. Burada görüşlerini irdeleyeceğimiz yazarlar, şoven milliyetçi görüşleri(ni) “bilimsel analiz” iddiasıyla ortaya koyarlarken, tarihsel gelişmeleri ters yüz eden bir yaklaşım içindedirler. Makalelerini başlıca bu iki ana özelliği yönünden ele alacağız. Belirtilmesi gereken ikinci nokta ise, görüşlerinin ortak paydasına rağmen aralarında bazı nüans farklılıklarının da olduğunu gördüğümüz yazarların her birine ayrı bir alt başlık açma ihtiyacı duyulduğudur.

A-) FATİH M. ŞEKER VE HAKİM ULUSA HAKİMİYET “HAKKI” TEORİSİ

Türkiye Günlüğü’nün 114. Sayısında Doç. Dr. Fatih M. Şeker , “Millet-i Hakime Fikri Ertafında Osmanlı Asabiyetini Oluşturan Unsurlar” başlığıyla kaleme aldığı makalesinde, “Osmanlı Asabiyeti”ni oluşturan ve kabullenen “unsurlar”ın birleştirici özelliğinden söz ederken, “hem dine giden hem de milli vicdana doğru yönelen, tarihi ve hayatı yeni bir senteze büründüren ve ömürleri boyunca tek bir düşüncenin adamı olmaya çalışan… adamlar”ın –örneğin Gazali– etnik menşe itibariyle nereye nispet edilirlerse edilsinler; fikriyat, hissiyat ve zikriyat itibariyle” güç ve kudret sahibi ve kaynağını “hami” sayıp bağlanmalarından hareketle, Selçuklu Devleti’nden Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerine, “hilafeti muhafaza edecek vasıflarla cihada hayat verecek potansiyelin Türklerde mevcut olduğuna” inandıklarını belirterek, bugüne zemin oluşturacak göndermelerde bulunuyor. Şeker, makalesinde, devşirilmeye hem özel bir yer ayırıyor, hem de “hakim millet” yararına övgüyle öykülendiriyor.  Kürt, Acem, Ermeni, Rum etnik kökenli “unsurlar”ın Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeki devşirilmesinden hareketle, “Türk Cumhuriyeti” altında ve “İslami birlik” temelinde yeniden güçlü bir “asabiyet” içinde birleşilmesini salık veriyor. Yazara göre, örneğin, “Osmanlı olmanın ırki değil kültürel bir şey olduğu ve hangi etnik kökenden gelirse gelsin aslolanın devlete ve hayata istikamet veren realiteler içinde erimek olduğu” bilincine varanlar doğru yolu bulmuşlardır. Şeker, Hıristiyan inancından gelen ve Osmanlı tarafından devşirilen ve sadrazamlığa kadar yükselen Sokullu Mehmet Paşa’yı buna en önemli örneklerden biri olarak gösteriyor ve bugün için “emsal olsun” istiyor.
“Cihad”ı İslamın koşulu ve onu da “Türk”ün “hasletlerinden biri” sayarak, “Cihad potansiyeli”ne sahip Türk unsurun hakim millet “hakkı”nı teorileştirmeye girişen akademisyen yazar, söz konusu dergide bollukla bulunabilecek diğer yazarların ileri sürdükleriyle birlikte “Türkçü tarih tezi”ni “İslami” giysi ile daha sıkıca sarıp sarmalayarak, ona yeni dayanaklar oluşturmaya çalışıyor. Doç. Dr. Şeker, “İslam Milleti”nin “önce Selçuklu sonra Osmanlı Türkleri sayesinde ‘tecdid-i satvet ve kuvvet’ eylemiş” olduğundan söz ederek, “Türkler hızını nasıl Müslümanlıktan alırsa, İslam dünyası da hızını Türklerden alır” diye, tarihi gerçekleri de ters yüz ederek, tüm Ortadoğu-Asya tarihini Türk(ler) yararına yorumlayan bir anlayış sergiliyor.
Arapça, Acemce ağırlıklı bir literatüre özen gösteren Fatih M.Şeker, “Türk ve İslam unsuru”na Nuh’tan Adem’e geriye giderek, oradan “Hz. Muhammed” zamanına, hayali zaman tünelinden ilerleyerek, Ortaçağ’ın Arabistan çöllerine geçiş yaparak dayanaklar bulmaya; “nübüvvet”leri yardıma çağırmaya; sonra da “Osmanlı’nın çocuğu Cumhuriyet”e atlayarak, onu da benzeri hurafeler üzerinden İslami kimliğe sözüm ona yeniden kazanmak üzere “çırpınıp” duruyor! Ona göre; “din-i İslam’ın yegane hamisi olan Osmanlı siyasi iradesi”ne itaat nasıl “farz” idiyse ve “perspektifi belirleyen kıymetler çetveli bu olduğuna göre Osmanlı’nın çocuğu olan Cumhuriyet’in de ufkunu tayin edebilecek potansiyel ve aktüel imkanlar manzumesi orada toplanır”  olduğundan, Cumhuriyet’in de ona benzeşmesi, dönüşmesi esas alınmalıdır!
Yazarın anlayışı açısından a-) devlete itaat “farz” ve fakat devletin İslami olması da bir gereklilik, hatta şarttır!; b-) “Osmanlının çocuğu Cumhuriyet”, her ne kadar kuruluşunda olmadıysa da, bugün artık İslami temelde yeniden inşa olunmalıdır.
“Türk milletinin tarihte yarattığı en büyük devlet olan Osmanlı” için “kurucu asli unsur”un Türk, “yapıcı ve inşa edici unsur”un İslamiyet olduğunu ileri süren yazar, “her zaman halis muhlis Türk olduğunu söyleyen” Evliya Çelebi’yi; Türkleri “anasır-ı asliye” olarak tarif eden A. Cevdet Paşa’yı, Keçizade Fuat Paşa ve A. Haşim gibilerinin Kürtleri, Acemleri, Arapları, Arnavut, Ermeni ve Rumları aşağılayıcı görüşlerini de referans almaktadır. Yazarın kavram ve kelime karmaşası içinde salık verdiği ise, makalesinin devamında ve özellikle de Kürt sorunu üzerine tartışmalar ve izlenen politikalara ilişkin görüşlerini ortaya koyarken daha açık şekilde açıkladığı üzere, “muhtelif etnik unsurların devletin varlığında kendilerini eritmeleri”; Türk “kurucu unsur” ve “yapıcı ve inşa edici” İslam’da birleşmeleridir. Şeker, hem İslami ve hem de Türk olan devlet içinde; “devletin varlığında erime” kabul edildiğinde, “muhtelif etnik unsurların” bir sorununun da kalmayacağı iddiasındadır ve bu iddiasına kanıt olarak Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki farklı etnik ve dini “kimlik”lerin durumunu göstermektedir. Ona göre, “Türk kelimesinde olduğu gibi Osmanlı kelimesini de ırki bir izaha tabi tutmak mümkün değildir.”
Fatih M. Şeker’in istediği “erime”, itaat merkezlidir; zira Şeker, devleti, “tüm bir millet”in “milli ve dini” iradesiyle özdeş görmekte, onu “ilahi” bir zırh ile de korumaya almaktadır. “Osmanlı’nın çocuğu Cumhuriyet” devletinin günümüzde büyük sermayenin işçi sınıfı ve kent-kır emekçilerinin başı üzerinde “boza pişiren” bir baskı ve hakimiyet örgütlenmesi/kurumlaşması olduğu; İslam dininden ya da başka inanç grup ve kesimlerinden olsunlar, tüm halk kitlelerinin yaşamının her alanına baskıyla müdahale gücü olarak ‘işlediği’; uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin Türkiye’ye yönelik ve halka karşı politikalarının aleti olduğu vb., yazarın ilgi alanı dışındadır. Buna karşın o, din-i İslam ile devlet arasındaki bağı devlete itaat ve devlet içinde “erime” için yeterli saymaktadır. “Devşirilme”-“erime” ve “biat” yazarın “iman” merkezli anlayışında belirleyici öneme sahiptir(ler). Türklüğü, her etnik kökenden insanın içinde “eriyeceği/eritileceği” bir “kimlik” olarak göstermek isteyen biri için “birleştirici” özelliğinden söz etmek herhangi bir sakınca oluşturmaz! Osmanlı ve Türk devletlerinin devşirmeci-asimilasyoncu geleneğinden hareketle, bu politikanın hakim olma koşullarından biri olarak benimsenip uygulandığından bahisle tarihi gerçekliklere göndermelerde bulunmak, tarih yazıcılığında bir yol olabilir!
Ancak yazarın sorunu farklıdır; o tüm bunları “ulviyet” kapsamında görmektedir. Türk’ü Müslümanlık, Müslümanlığı Türklük ile ihya eden yazara göre, esas olan, “devlete ve hayata istikamet veren realiteler içinde erimek”tir. Bu görüşünü dini telkinler yardımıyla kuvvete erdirmek isteyen yazar, hakim “realite”ye boyun eğişi ve onun “içinde erime”yi kutsarken, maddi toplumsal gerçeklere karşı bir tutum içindedir. Buna uygun olarak, o, örneğin “Türk gibi düşünmenin ehemmiyeti”ne vurgu yaparken ve Osmanlıları “ırken bir cinsten olmasa da kalben birlik olmuş bir millet” olarak tarif ederken de, iktisadi sosyal hayatın ve politik yönetim, baskı ve tüm öteki maddi ilişkilerin alanı dışında tasavvur ettiği bir “maneviyat”ın sözcüsüdür!
Ancak bu “maneviyat”, sadece bugünün kapitalist Cumhuriyet’inde değil, Osmanlı koşullarında da param parçadır! “Kalbi birlik”in hanedanın kendi içinde ve sarayında dahi bulunmadığı tarihin gerçeğidir. Evlat-kardeş katliamını “vacip” sayan kanunnameleri kayda geçmiştir ve “Osmanlı’da oyun çoktur”!
“Türk gibi düşünmenin ehemniyeti”nden söz etmek için ise, kişinin “Türk”ü bir tek kişi gibi “yek vücud” olarak tarif etmesi gerekir ki, bunun gerçek hayatta bir karşılığı yoktur. Düşünme ve düşünüş, insanın içinde yaşadığı iktisadi-toplumsal koşullardan; üretim süreci içinde tuttuğu yerden, mensubu bulunduğu sınıf, kesim, çevreden, diğer sınıflarla, devlet ve hükümet(ler)le ilişkilerinden ya da tersinden söylenirse, onların etki alanlarından bağımsız değildir. “Türk”, bir Türk işçisi olarak mı düşünecektir, yoksa bir Türk sermayedarı, kapitalisti olarak mı? Yazarın formülünde buna yanıt yoktur. Bunun yerine, “istenen”-tahayyül edilen “yek vücud Türk!” vardır. Bu varsayım ve istemin somut ve gerçek karşılığı bulunmuyor.
Şeker’in “İslami İlimler” öğretilisi olması, onun, “göksel Tanrı’ya biat” kültünü devletler, imparatorluklar, hükümetler gibi insan tarafından teşkil edilen yönetim mekanizmalarına biata adapte ederek, yönetilenlere görev olarak koymasını haklı çıkarmaz. Sorgulamasız şekilde tabi olup boyun eğmeyi salık veren düşünce ve önermelerin, toplumsal yaşamın maddi gerçeklerini göz ardı etme gibi esaslı bir problemi bulunuyor. Ancak, yazar açısından, feodal imparatorluklar devri olsun, kapitalizm koşulları olsun, toplumların sınıflara ayrılması, sınıf mücadeleleri gibi nesnel-maddi olguların ve bir adım daha atarak söylenirse, akli işlevlerin hem fazla bir anlamı yoktur, hem de bu toplumsal insan hallerinin, örnek olsun “erime” ve “biat etme”ye itirazı da  içermesi, zaten düşünülemez(dir)! Yazar, çünkü, güce biat etmeyi ve hatta onun içinde “erime”yi “farz”sayan bir düşünce ‘ekolü’nü izlemektedir.

A-a) OSMANLI İSLAM’I TÜM ETNİK TOPLULUKLARI “YEK VÜCUD” MU ETMİŞTİ?
Osmanlı hanedanı için “can feda etme”nin kavmi ve dini açıdan “vacip” ve İmparatorluk bünyesinde “asıl kuvveti oluşturan Türkler’in kadrinin ve mikdarının diğer kavimlere nispetle büyük bilinmesi”nin tabiî olduğunu belirten Doç. Şeker, “Osmanlı’da Arab, Kürd, Arnavud ve Boşnak kavimlerini yek-vücud eden taraf” olarak “vahdet-i İslam”ı gösteriyor.
Osmanlı, evet “çok etnili”, çok dinli bir İmparatorluk idi. İmparatorluğun özellikle yükseliş dönemlerinde; Bizans İmparatorluğu ve Selçuklu Devleti gibi önceki devletlerin çöküşü, feodal-askeri Osmanlı merkezi sistemi ve bağlı beylikler, bir tür “otonom” bölgeler üzerinden bir düzenin sağlanmış olması parlak bir etki yaratıyor, “aşağı tabakalar”dan insanların ilgisine “mazhar oluyor”du. Bu durumu “Osmanlı İslam milleti”ne bağlamak ise, İmparatorluğun toplumsal gerçekliğiyle bağdaşmazdır. Osmanlı aristokrasisinin “etrak-ı bi idrak” olarak aşağıladığı Türkmen etnik unsurun yanı sıra Arap, Kürt, Rum, Ermeni, Yahudi, Arnavut, Bulgar kavim, aşiret ve toplulukları imparatorluk toprakları/sınırları içinde, bazıları süreç içinde otonom bir yaşam da sürdürerek yer aldılar. Yavuz Selim’in Çaldıran “Zaferi” sonucunda Halifeliğin Osmanlı yönetiminin eline geçmesiyle birlikte İslam unsuru giderek artan bir ağırlık kazandı. İslam dininin Osmanlı idare sisteminde kazandığı etkin rolün farklı etnik kesimlerden Müslümanları “birleştirici” bir işlev gördüğü ve yazarın deyişi ile “Osmanlının çocuğu Cumhuriyet”in kuruluş sürecinde de “birleştirici unsur” işleviyle yüklü olduğu da söylenebilir. Osmanlı, özellikle yükselişi döneminde, yeni toprakların fethi üzerinden genişlemesi ve yeni “unsurlar”ın katılımıyla, farklı etnik kavim ve dinlerden “unsurlar”ı, denebilir ki, daha zengin şekilde kapsamıştır.  İmparatorluk koşullarında farklı dini-etnik topluluklara belirli bir “özerklik” verilmesi, İmparatorluğu devam ettirmek açısından yine nesnel durum ve koşulların gereklilik haline getirdiği, kolaylaştırıcı bir uygulamaydı. Ortadoks Patriği, Ermeni Piskoposluğu vb. Müslüman olmayan toplulukların dini kurumlarının varlığını sağlayan da, aynı durum ve ihtiyaçlardı.
Ancak F. M. Şeker, yukarıda belirtilen gelişme, ilişkiler ve uygulamalardan İslam ve Osmanlı’ya dair genellemelere geçerek, olguların yanı sıra tarihsel olay ve gelişmeleri de farklı göstermeye yöneliyor. İslam dininin farklı etnik kökenlerden Müslümanlar için birleştirici rolünden, Türkmenlerle Müslümanlık arasında dolaysız paralellikler kurup, İslamı, “tüm etnik unsurları birleştirici” payda olarak göstermeye çalışıyor. Bununla da kalmayıp, bu durumu, Cumhuriyet dönemine dek uzatıyor. Oysa biliyoruz ki, İslam dinini benimseyen farklı etnik “unsurlar”ın birliği, kapitalist gelişmeyle birlikte –ki Türkler ve Kürtler açısından geçikmeli olduğu tarihi gerçekler arasındadır– sarsılmaya/dağılmaya başlamış, bu etnik kökenlere mensup farklı uluslaşmalar ortaya çıkmış, “yek vücud” oldukları ileri sürülen “Arab, Kürd, Arnavud”ların herbiri ayrı ulusal devlet kurma ve ulusal kurtuluş için farklı yönlere yönelmişlerdir. Yazarın deyişiyle söylersek, “bu zaviye”den bakıldığında, farklı kavimlerin birarada tutulduğu/getirildiği, kimilerinin bu birlik içinde eritildiği, ancak bazı başkalarının ise kendi kavimsel ve inançsal farklılığını koruyup sürdürdüğü; nihayetinde bu farklılıklar temeli üzerinde ve kapitalizmin Avrupa’da, Amerika’da ve sonrasında da diğer topraklardaki “tezahürü” sonucu ortaya çıkan uyanışlarla kendi kavimsel geçmişleri üzerinden yeni milletler olarak şekillenip ulusal devletlerinin kavgasına tutuştukları, tarihsel gerçeğin bir diğer yanını oluşturur.  Yazar, “erime”-“eritme” fikriyatı/hissiyatı ve zikriyatı üzerine oturttuğu görüşleri açısından bu durumu “yok sayar” görünmekle birlikte, asıl olarak buna götüren süreç(ler)i; onun en önemli ve başlıca maddi hazırlayıcı unsuru olarak, iktisadi-sosyal değişim ve gelişmeyi; kapitalist gelişmenin toplumların, sınıfların, grupların ve kişilerin yaşamında neden olduğu değişim ve çatışmaları; yeni ulus devletlerin bu zemin üzerinde yükselişini “zaviye” dışı tutmakla açmaza düşüyor.
Fatih M. Şeker, “gaye”sine uygun düşer şekilde, saltanat, hilafet ve “millet”in “Yavuz Sultan Selim Han” tarafından “bir araya getirilişi sayesinde bütün Müslümanları(n) bu İslam devletinin esasını teşkil eden parçalar haline” geldiğini ileri sürerken de, tarihe ve “gerçek”e karşı inkar ve saptırma kürsüsündedir. Realist burjuva yazarların kaleme aldıkları tarih kitaplarında dahi, bütün Müslümanların Osmanlı devleti bünyesinde, onun parçalarını oluşturacak şekilde bir araya gelmedikleri, getirilemediklerine yer verilir. En önemli ve hemen ‘göze çarpar’ örnek Farslar-‘Acem’lerdir. Diğer yandan, İmparatorluk sınırları içindeki Rum, Ermeni “kavimleri”, Hıristiyan ve Musevi toplulukları, yazarın ileri sürdüğü üzere “bir Osmanlı milleti”nin unsurları olmamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu, içinde çok sayıda kavmin; “milliyet ve millet”in yer aldığı, “çok etnisiteli, çok dinli ve mezhepli” bir feodal-askeri imparatorluk olarak, Yunan, Bulgar, Arnavut, Arap, Kürt uluslarının üzerinde şekillenip ortaya çıktıkları topraklara hükmeden bir devlet olmuş, bu zemindeki çelişkili biraradalığın etkenlerden biri olarak rol oynaması nedeniyle de parçalanıp dağılmış ve Türkiye Cumhuriyeti, ancak imparatorluktan geride kalan topraklarda kurulabilmiştir.
Yazar, “Türklerin tamamı”nın “kavmiyet birliği” hesabıyla Osmanlı “hamuru”na katıldığından bahisle, Osmanlı’yı “etnik aidiyet bakımından Türk, dini aidiyet bakımından Müslüman” olarak ilan eder ve “Tefekkür etme tarzı ve dünya görüşü”nün bütün bu “karışımları kendiliğinden problem olmaktan çıkardığı”nı ileri sürerken, bir kez daha toplumsal-tarihsel gerçeği ters yüz edip, farklı dini inanç ve etnik aidiyetlerin esas olarak kendi “varlıkları” ile birlikte imparatorluk bünyesinde yer tuttukları ve herbiri açısından bir tür “otonom yapı” içinde bulundukları gerçeğine göz kapamaktadır. Osmanlı ve Türk “asabiyeti” kapsamında din ve soy birliğinin “çimento” özelliğine iman getirdiği anlaşılan Şeker, halkın “siyasi ve dini hususlarda” ve devlet hesabına “sevk edilmesi”nin dayanağını da buradan göstermektedir.  Ona göre, “Mülk ve asabiyet sahipleri tarafından istihdam edilen zümrelerin istihdam edenlerin nesepleriyle asabiyetleri içinde” yer almaları ve “eski nesepleri ve asabiyetlerinin ortadan kalk(ması)”; tüm bu kesimlerin “hanedanlıkla irtibatları” nedeniyle kazandıkları yeni “nesep ve asabiyet”le “hanedana boyun eğmeyi dini bir gereklilik, ilahi bir emir” olarak görmeleri, izaha ihtiyaç bırakmayacak kesinlikte gerekliliktir!
Yazar açısından, nesnel durum ile öznel niyet ve istekler arasındaki çelişki bir sorun oluşturmuyor. Olmasından yana olduğunu olmuş sayarak, çelişkileri, üstünden atlanacak “ufak tefek aksaklıklar” derekesine indirgiyor ve bir tür sek-sek oyununa baş vuruyor. Ancak, tüm bu eklektizmine rağmen, yazarın, Osmanlı Devleti’nin “kavmiyetlerin realitesini kabul ettiği”ni kabul ettiğini de belirtelim. “Türklerin tamamını” Osmanlı “hamuru” içinde değerlendiren yazarın, Türkmenlerin Osmanlı tarafından hakir görülmesi –ki onların Şii-Alevi ve göçer-konar bir “gelenekten oldukları”, Sünni ‘inancı’ geleneğine uyum göstermedikleri yönünde hayli yaygın bir düşünce vardır– gerçeğini gözardı etmesi de ayrı bir çelişkisidir.
Osmanlı İmparatorluğu’na kutsallık vehmeden ve devlete itaati “ilahi emir” olarak gösteren, bu biat felsefesinin dayanağını “gökler”e çıkaran Şeker’in, görüşlerine baş vurduğu E. Çelebi, Koçi Bey gibi gezgin ve yorumcuların Arnavut, Rum, Ermeni ve Kürtlere yönelik aşağılayıcı görüşlerine karşı herhangi bir itirazının olmayışı, aksine, bu türden görüşleri “devlet içinde erime” ve “hakana bağlılığı dini emir telakki etme” amaçlı olarak aktarması, farklı etnik kimliklerden ve dini-mezhebi inançlardan kesimlerin hak hukuk arayışını ve boyun eğmeme tutumunu ya da “eski nesep”lerine bağlılık gösterek kendi ulusal devlet(ler)ini kurma girişim ve mücadelelerini “soyu fena kısmından” olmaya delalet saydığını gösteriyor. Farklı toplumsal kesimlerin davranışlarının bu türden irdelenmesinin dinsel, mistik ve kaderci bir niyet sunumu ile bağı burada ve yazarın ortaya koşuş tarzında değil sadece, önermelerinin “ruhu”nda da yeşillenmiş durumdadır.

A-b) NUH’A VE ADEM’E BAĞLANAN “EZEL-EBED” TÜRKÇÜ GÖRÜŞ
Fatih M. Şeker, “Osmanlı asabiyetinin merkezi unsuru” olarak aldığı Türklerin tarihini rivayetler yolu ile Nuh’a ve Adem’e kadar geriye götürüyor; tüm insan soyunun “atası” kültünü besleyen hurafe ve söylenceleri kaynak göstererek, görüşünü sözüm ona doğrulamış oluyor. O, örneğin, Kaşgarlı Mahmud’u kaynak göstererek, ondan, Türk isminin “ilahi bir mahiyet taşıdığını, Nuh’un oğullarına Türk ismini Tanrı’nın verdiğini” söyleyecek kadar bilim ve us dışı bir yaklaşımı; bir hurafeyi “kanıt”ları arasına alarak, Türkçü-İslamcı tezi doğrulamaya çalışıyor. Bu “mana”da olmak üzere, yazarın, Yahya Kemal’e baş vurarak formüle ettiği şu satırlar, “fikriyatı ve hissiyatı”nı ortaya koymak açısından çarpıcı bir özellik taşıyor. Şöyle diyor yazar: “Bu manada modernleşme döneminde Yahya Kemal’in şahsında en iyi ifadesini bulan Türk eşittir Müslüman ifadesi, tarihi hakikatin aktüel ifadesinden başka bir şey değildir. Bütün bu mütefekkirler İslam tarih tecrübesini Türk varlığı ile aynileştirirler. Buna göre Türk, İslamın şartlarından birinin de cihad olduğuna inanan, zaman ve mekanın yaratıcısı olduğuna inanılan Sünni Müslümandır.”
Yazar Şeker, tarihsel gelişmelerin ve gerçeklerin hilafına olan değerlendirmelerini doğrulamak için “kanıtları”(!), ancak kendisi gibi nesnel gerçekleri gözardı eden yazarların tanıklığında bulabilirdi. Yahya Kemal, bu ‘minval üzre’ yardıma çağrılıyor. Ancak, yazarın saptırma dışında bir kanıtı yoktur: Türk ve Müslüman eşit ve özdeş alınamayacağı gibi, “İslam tarih tecrübesi” de Türk varlığı ile “aynı” olmamış; onun tecrübesiyle sınırlı kalmamıştır. Yazar, Türk ile Müslümanı; dahası Türk ile Sünni Müslümanı özdeş göstererek, Araplar ve Acemler başta olmak üzere, öteki Müslüman halkların varlığını İslam Türk’e indirgemekte; Cihad’ı “İslam’ın şartı” şeklinde Sünni Müslüman’ın önüne koşul koyarak, günümüzde El Kaide türü fanatik şeriatçı örgütlerin cinayet ve katliamlarının aklanmasına kapı açmaktadır. Atıf yaptığı görüş(ler)e karşı bir itiraz getirmeyen yazarın bunu amaçlayıp amaçlamadığı, üzerine niyet okuması yapılamayacak bir şey olmakla birlikte, yaklaşımı buna açıktır ve yazar şeriatçı bir Türk ajitatörü gibi konuşmaktadır.

A-c) ÇÖZÜM, TÜRK ŞOVENİZMİ VE SÜNNİ-HANEFİ İSLAM’DA MIDIR?

Bir cümleyle söylenirse, yazara göre, evet, çözümün anahtarı buradadır ve hükümet ona sıkı sıkıya sarılmakta “imtina ettiği” için “milli hissiyat”tan uzaklaşmaktadır! Fatih M. Şeker, Osmanlı devleti döneminde “vücud bulan tecrübe”nin “bugünü, haliyle geleceği tayin etmenin imkan ve sınırlarına kendiliğinden sahip” olduğunu söylüyor. “Bugünün ışığında maziyi görmek ne derece lüzumlu ise, mazinin ışığında bugünü görmek de aynı nispette kıymetlidir” diyerek, kendi meşrebince gelişmelerin tarihsel bağlamına işaret eden yazara göre, modernleşme döneminde “hayatın ayarı bozulmuş” ve bağlantılı olarak da, Cumhuriyet, “daha doğuştan bazı meselelere hazır bir tarafa sahip” olagelmiştir. Yazar, “hemen her türlü sesten oluşan dehşetli bir mahşer manzarasına bürünen” modernleşme döneminin, “gölgesinde nefes alınıp verilen ihtiyar çınar”ın devrilmesinin koşullarını hazırlaması, “içinden bir türlü çıkılamayan kuyular haline gelen Tanzimat dönemi” ve “meşruiyetini İlahi bir kaynaktan alan ve her şeye hükmeden hükümdar”ın bu iradesinin Kanun-i Esasi ile devredilmesi gibi gelişmelerle birlikte problemli Cumhuriyet dönemine gelindiğini hikaye ederek, bugüne gelmekte ve “bugün Osmanlılığa tekabül eden Türkiyelilik” ile “yeni bir Tanzimat arayışının eşiğine” gelindiğini belirterek, bugünün Türkiyesi’nin “son dönem Osmanlısı kadar coğrafi, siyasi ve iradi imkanlara ve cömertliğe sahip olup olmadığı” konusundaki ihtiyatını da, Osmanlı’dan yana ağırlıklı övgüyle ortaya koymaktadır.
Bu rastgele bir övgü değildir. Nedenleri, baştan beri aktarılan anlayış “vecheleri”nde görülebilir olan bu yaklaşımın, gidip bağlandığı değil yalnızca, gelip bağlandığı yer de, “yine gadre uğrayan hakim unsur Türkler”dir. Yazar, bu kadar çabayı, “Türkler”i bu “gadr”den kurtarmak “hissiyatı ve fikriyatı” ile göstermiştir. Osmanlı’da ve Cumhuriyet döneminde “vücud bulan tecrübe”ye işaretle, yazar, hakim millet anlayışının devamı için yürüttüğü ideolojik cihadı, Türklerin “gadre uğrayacağı” vaveylasıyla, bir siyasal teyakkuz durumuna çıkarma çabasındadır. “Gadre uğrama”yı, Kürtler ve Kürt sorunu bağlamında ele alan yazar, Kürtlerin, Türk ulusunun sahip olduğu haklarla eşit haklara kavuşmasını “gadr” nedeni sayıyor. Ona göre, “Hadiselere milli bir şekil vermesi gereken kudret, adeta fikirlerinden ve hislerinden vazgeçerek Türk kelimesini ağzından kaçırmamaya özen gösteriyor…” ve diğer yandan, “eşitlik diyenler, hem eşitlik diyorlar, hem de imtiyaz istiyorlar.”(!) Buna karşı yazar, Türk “milli hissiyatı”na çağrı çıkarmaktadır.
“Hadiselere milli bir şekil vermesi gereken kudret”, neredeyse her gün her saat, “tek millet, tek devlet, tek dil” diye nutuk atmayı “fikirleri ve hisleri”nin ölçüsü yapmışken, onu yetersiz görmek, olsa olsa, daha yaman bir şovenist gericilikten yana oluşa işaret eder. Diğer yandan  Fatih M. Şeker, ne türden imtiyaz istendiğini, –bu konuda hançeresini yırtarcasına nutuklar atan Bahçeli’nin, “Ülkü” ve “Alperen Ocakları” mensuplarının nakaratını yinelerken–, ortaya koyma yerine; imtiyaz bir yana; baskı ve boyunduruk altında tutulmasına son verilmesi ve kendi dilini-kültürünü serbestçe geliştirip kullanması önündeki yasakların ortadan kaldırılması istemi dahi kabul görmeyen Kürtlerin bu talebini “imtiyaz istemi” olarak gösterirken, fikri ve zikrini de daha net olarak sergiliyor. Akademisyen kimliğine de sahip olan yazar, “…insanın yaratılışı ve tarihin tam bir eşitliğe razı olamayacağını” düşünüyor ve söylüyor. Sözünü ettiği, her bir birey insanın diğerleriyle fiziki, biyolojik ve diğer bakımlardan “tam bir eşitliğe” sahip olup-olmadığı değildir. O, örneğin kapitalizm ve burjuva sınıf hakimiyeti koşullarında eşitlik ve özgürlüğün göreceli durumundan söz ediyor da değildir. Rekabetin ve tahakküm politikaları ve ayrıcalıklarının dersinden geçmiş birinin tepkisini göstererek, siyasal-hukuksal hak eşitliğini de olmaz ve kabullenilemez gösteriyor. Hükmü şudur ki, “Kürtlerle Türkler tam bir eşitliğe sahip olamazlar, olabileceklerini söyleyenler, tarihe ve insanın ‘yaratılışı’na karşı çıkıyorlar demektir!” Dini doğmaların belirlediği bir akıl yürütme tarzında dahi buna yer olmamak gerekir. Ama yazar Şeker, “beş parmağın beşi bir olmaz!” mekaniğiyle düşünenler gibi, ezilen ulusun ezen ulus burjuvazisinden hak eşitliği talebinde bulunmasıyla ilgili, “eşit olmayanların eşit olmamaları gerekir, aksi egemen olanın haksızlığa uğraması demektir!” kestiriminde bulunuyor.
Millet “kelimesi”ni “dini bir muhtevaya sahip” gören yazar, “Türk ve İslam kelimelerinin muhtevalarını siyasi endişelerle geri plana iten Osmanlılık ve Türkiyelilik” söylemi ve yaklaşımının “hayatiyeti ve mukavemeti artıran bir tılsım” olmaktan çıktığına, “Türk lafzının geriye itildiği”ne inanmakta; bu yaklaşımın devleti “zembereği kırılmış saat” haline getirdiğini; “geçmişten müstağni kalarak geleceği inşa etmeye çalışırken” esasın inkar edildiğini ileri sürmektedir. Yazarın en büyük endişesi ve kendi ifadesi ile “hepsinden daha da önemli” gördüğü gelişme ise, “devlet korkusunun ortadan kaldırılmış” olmasıdır(!)
Ulus(lar) sorunu ve tanımının din eksenli yapılmasının bilimsel olmadığı gibi, toplumsal gelişmelerin “ruhu”na da aykırı düştüğüne önceki bölümlerde değinilmişti. Bir kez daha belirtilirse, İslam dinini kabul eden farklı ulusların varlığı bunun kanıtıdır. Günümüz hükümetinin “çözüm süreci” söylemi etrafında “Türkiyelilik” kavramının gündeme getirilmiş olmasını, “Türk lafzının geriye itildiği”ne delil göstermek için ise, kişinin, Bahçeli türü bağnaz şovenlerin okulundan geçmiş olması gerekir. Türk “lafzının geriye itilmesi” bir yana, “herkesin Türk olduğu”nu buyuran bir “millet” tanımıyla aktüelleştirilmesi söz konusudur. Biat kültürü ve kültünün sürmesi için cansiperane cihada kalkışan yazarın, “devlet korkusunun ortadan kalkması” korkusu da dayanaksız ve boşunadır! Ol korku, bütün “hışmı” ve cismiyle hak talebinde bulunan yurttaşların tepesine yağdırılır ve böylece sinip boyun eğmeleri istenirken, yazarın erk korkusuna düşmüş olması, akla, Osmanlı padişahlarının, “devletin bekaası”(geleceği/devamı) için evlat-kardeş katlini “vacip” sayan düşünüş ve uygulayışlarını getiriyor. Sokakta ya da işyerinde, okulda ya da herhangi bir muhalif yayın organında “devlet”e-hükümete ve özellikle de herhangi diğer insan(lar)la farklılıkları, oturdukları koltuk, ele geçirdikleri siyasal, iktisadi, politik ayrıcalıklı konum olan ve elleri altında harekete geçirebildikleri silahlı-silahsız baskı güçleri bulunduran hükümet-devlet yöneticileriyle üst bürokrasiye karşı çıkanların anında saldırı ve cezalandırmalarla karşılandığı bir ülkede, devlet korkusunun ortadan kalktığını söylemek, bunun da hak isteyenlere taviz politikalarının ürünü olduğunu düşünmek, katmerli bir baskı ve terör yandaşlığına delalet eder.
Yazar, “bir devlet”in “geleneğine muhalif olarak diriltilemez”liğine dikkat çekmekte ve “gelenek”e dönülmesini istemektedir. Gelenek –yukarıda işaret edildiği üzere–, Türk ve Sünni-Hanefi Müslüman dışındaki her ayrı etnik ve dini-mezhebi “unsur”un devlet “içinde eritilmesi” idi ve yazar bunu devletin “asli unsuru olan Türk” için hak ve devletin “bekası” için koşul saymaktadır. Dikkate almadığı ise, baskı altında ve zor yoluyla eritilmek, asimile edilmek istenen her farklı “kimlik grubu”nun özgürlük ve eşitlik istemiyle ayağa kalkmasını, tüm başka etkenlerle bağı içinde bizzatihi kapitalizmin “su üstüne çıkardığı”dır. Zor ve yasak, baskıya dayalı eritme, karşıtlığı içinde zordan ve yasaktan arındırılmış, eşit koşullarda ve eşit haklara sahip olarak özgürce gelişmeyi, en azından bunun istemini ve eylemini gündeme getirmektedir. Hareketin ve gelişmelerin asıl yönü de buna doğrudur. “Osmanlıcılık” miadını çoktan doldurmuştur. Feodal askeri bir imparatorluk döneminde yaşamıyoruz. Türkiye’yi yönetenlerin Osmanlıcı  bir geleneği miras edinme istemleri ve bu yönlü ‘sağa-sola’ saldırı ve yayılma çabalarının da bir çıkar yolu yoktur.
“Türkiyelilik”e gelince, onu gündeme getirenlerin devlet katında oturanlarının “aklı”; devlet korkusunu ortadan kaldıran, Türk ulusu ve burjuva hakim sınıfının ayrıcalıklarına son veren, haliyle de günümüzün aktüel sorunu olan Kürt sorununda eşit haklara sahip olmayı içeren bir “akıl” ve politika değildir. Ancak, yazar daha katıdır ve herhangi türden “gevşeme”ye tahammülü yoktur. Türk ve Sunni-Hanefi İslam anlayışının kapitalist devlet şahsında taht kurmuş halinin devamını istemektedir. Ne var ki, –yazarın üslubunca söylenirse–, bütün melanet de buradadır! “Münafıkları harekete geçiren amil”, tam da bu bünye, bu zemin ve ilişkiler bütünü tarafından üretilmiştir ve üretilmeye devam edilmektedir.

A-d) “DÖL YATAĞINA DÖNÜŞ” MÜMKÜN OLMAKTAN ÇIKMIŞTIR
“Kadim fikriyat ve hissiyat”a bağlılık isteyen Fatih M. Şeker’e göre, en azından “hissen maziye bağlı” kalınmalıdır! “Tarih karşısında mevcut manzaranın hesabı” ile entelektüel endişe taşıyanların sorumluluğu arasında bağ kuran yazar, “Siyasi iradenin açılım etrafında dile getirdiği hususlar”ı bu bakımdan “sorunlu” görmekte ve “bugün yaşadığımız topraklarda insanların etrafında toplanabileceği esas unsur; zihniyet dünyamıza ve sosyal hayatımıza istikamet veren İslamiyet’tir” diye, İslam’ı, “etrafında toplanabilecek unsur” olarak göstermektedir. Bir Hilafet sorununun yine de olacağının yazar da bilincindedir ve “İslamiyet”i salık verirken, makalesinin başından itibaren işlediği üzere, bir Türk İslamı’nı işaret etmektedir. Araplar, Acemler kendi devletlerine ve İslami yorumlarına sahip olduklarına ve “münafık” Arnavutlar, Bulgarlar, Yunanlılar, Ermeniler hem bugün zaten ayrı ve hem de zaten “asli unsur”dan olmadıklarına göre, eski tür bir Osmanlı Hanedanlığı da “zaten” hayalden öteye geçmeyecektir. Geriye kala kala, “Osmanlı’da ve Osmanlı’nın çocuğu olan Cumhuriyet’te de asli unsur olan” Türk kimliğinde birleşmek ve erimek kalmaktadır! “Din ve milliyetin ırki bir vahdet halini alacak derecede iç içe girdiği Türk kelimesi”, çözüm anahtarını açan tılsım olarak bir kez daha sunuluyor. Böylece makara başa alınıyor, baştan sarılmaya çalışılıyor. Varılan yer, belirli bazı farklılıklarıyla İttihat ve Terakki Türkçülüğü; “bütün milletlerin atası Türk” anlayışı ve devamı olarak “Turan ülküsü”dür! “Kimlik sorunları”nda çelişki ve çatışma etkeni olarak rol oynayan bir anlayış, sorunun çözümü olarak gösterilmektedir. Yazar, “Türkiyelilik kelimesi”ni, “milliyeti inkar” ve böylece “dini inkar” ile eş anlamlandırırak, hükümeti ve Türk milliyetçisi İslamcılığı, “entelektüel sorumluluk” adına ve “Ayağa kalk ey ehli İslam!” nidalarıyla ayaklandırmaya ve “maziye dönme”ye çağırıyor. “Tarihte söz sahibi olan Türk devletlerinin cümlesinde” sınırların “din ve dil etrafında” oluştuğundan söz eden yazar, gerçek bir şovenistin ileri süreceği türden bir yaklaşımla, Yahya Kemal’e atıfla, “Türkçe’nin çekilmediği yerler vatandır, ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçe’dir” diye kestirip atıyor; böylece, Kürtçe dil serbestisini “vatandan çıkış”la irtibatlandırarak, bir “Alperen reis” postunda, şoven milliyetçiliği ayağa kaldırmaya çalışıyor. “Öz”e ilişkin olmayan, hak eşitliğini içermeyen “açılım fikri”ni dahi “öteden beri inanılan ve uğrunda mücadele edilen değerler dünyasından vazgeçme” ile ilişkilendiren yazar, “devletin her şeye nüfuz ve tahakküm eden iradesi”nin ortaya konmasını, güçlendirilerek sürdürülmesini istiyor.
Bu istem, tutum ve ‘seçiş’, dünyanın, bölgenin ve ülkenin günümüz koşullarındaki somut sorunları ve gelişmelerin “girdabı” ile ilişkisinin mekanik, çözümsüzlüğe sürükleyici, çözümsüzlüğü çözüm gösteren, böylece derinleşerek çatışmaları ve hatta savaşları gündeme getirmiş olan toplumsal sorunları yok sayan, yok sayarken de, çözülmüş olabileceğini tahayyül eden, bir yanıyla mistisizmden beslenirken, diğer yönden ve asıl olarak gaddarca hak inkarını içeren bir istem ve tutumu ifade etmektedir. Yazar, “devletin kuvvet ve nüfuzu”nun iade edilmesini, “çözülen bağları”nın tekrardan kuvvetlendirilmesini istemektedir. Öncesi bir yana, ama son yüz yılın gelişmelerinden yazarın, “entelektüel sorumluluk” adına çıkardığı sonuç, bir ulusun diğerlerini ya da bir başkasını ezme, boyunduruk altında tutma politikalarının sürdürülmesi; hakim ve yazara göre asıl unsur “dil ve din”inin devlet eliyle ve “mazideki usüller”den yararlanılarak sürdürülmesi olmuştur. Yazara, “dünya dönüyor” ve toplumlar değişiyor; bütün eski hakim olma yöntem ve güçleri erozyondan geçiyor; uyanış içindeki ezilenler, sömürülenler ve baskı görenler hakları için dövüşe yöneliyor ve senin uğruna “cihad” önerdiğin sermaye devletini, eskisi gibi yönetemez duruma düşüren yöntemlere zorluyor demek, fazla bir yarar sağlamaz. O çünkü, “realist olma”nın, “hakikati olduğu gibi görme”nin bir manası olmadığına iman etmiştir. Ve bu itikadına uygun düşer şekilde –siyasi irade dediği hükümetin “açılım politikası ile kamuoyunu oyalama” taktiği izlediğini bilmesine ve söylemesine rağmen– devletin “ferahnaka geçmesi” için mücadele kılıcını çekiyor. Ona, “mazide kaldığı” söylenebilir, ama istediği ve önerdiği de zaten budur! Aşılmaya mahkum olana tutunma çabasının muhafazakar entelektüelliğin alameti farikası olduğu düşünülürse, yazarın durumu da anlaşılmış olur.

B) ŞENER AKTÜRK VE İHSAN BAL’IN “ÇÖZÜM” FORMÜLLERİ ÜZERİNE
Türkiye Günlüğü’nün burada ele alınacak iki diğer makalesi Doç. Dr. Şener Aktürk ile Prof. Dr. İhsan Bal’a aittir. Bu iki akademisyenin makaleleri F. M. Şeker’in kavmiyetçi-mistik ve Osmanlıcı-Türkçü görüşleriyle ortak paydaya sahip olmakla birlikte, bazı farklılıklara da sahiptirler. “Ortaklık”ları Türkçülük-İslamcılıkta; farklılıkları ise, kavramların ve bağıntılarının özellikle de yazar Bal tarafından “bilimsel kriterler” nispeten dikkate alınarak “gerçekliğe daha yakın” irdelenmeye çalışılmış olmasındadır. Makalemizin bu bölümünde, ilkin Doç. Dr. Şener Aktürk’ün, sonra da Prof. Dr. İhsan Bal’ın konu üzerine görüşlerini ele alacağız. Aktürk’ün ulus ve din anlayışı neyi içeriyor, önce ona bakalım.

B-a) “MİLLİ KİMLİK”İN  “DİNİ KİMLİK” ÜZERİNDEN TARİFİ VE DEVLET POLİTİKALARI
“Milli kimliklerin tanımlanmasında ve oluşturulmasında” devlet politikalarını “birincil derecede tayin edici” gören Şener Aktürk, Osmanlı’yı örneğin, “Müslüman, Ortodoks, Ermeni ve Musevi olarak sıralanan din temelinde tanımlanmış dört ana milletin birleşmesiyle oluşmuş, potansiyel olarak tüm dünyayı kuşatabilecek, cihanşumul, evrenselci bir kimlik”  olarak tarif ederken, dini “kimlik”i asıl belirleyen olarak almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin, “Osmanlı’nın dört ana milleti arasından yalnızca birinci millet olan Müslüman milletini kendi ulusu” saydığını ve “Osmanlı sisteminde Müslüman millet olarak kodlanan” bu halkı Türk olarak nitelediğini belirten Aktürk’e göre, “Türklük, etnik kökeni ne olursa olsun tüm Müslüman etnik grupların benimseyebileceği bir modern ulus kimliği olarak kurgulanmış, Türklüğün sınırları etnik kökenle değil, din ile çizilmiştir.” Aktürk, bu konuda, İslam’ı “yapıcı ve inşa edici” unsur olarak alan Fatih M. Şeker ile birleşmektedir. Yazar, Arap, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Kürt, Laz, Türkmen, Zaza gibi çok farklı etnik gruplardan gelenlerin Cumhuriyet “kurucuları” ve yöneticileri tarafından, “Türkçe konuşarak kendilerine Türk dedikleri sürece eşit vatandaş” olarak addedildiklerini ileri sürmekte; Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu ile girişilen mübadeleyi (etnik ve dini farklı kimlikli nüfus arasında girişilen yer değişimi) “Türk kimliğinin sınırlarının etnik mi, dini mi olduğu konusunda tam bir turnusol kağıdı görevi gören belirleyici bir tarihi fasıl” olarak değerlendirmektedir. Devletin belirleyici kimlik ‘kodu’nun din olarak belirlendiği düşüncesinde olan yazara göre, Karamanlı Türkmenlerin Hıristiyan olmaları nedeniyle Yunanistan’a gönderilmeleri; Giritli Müslümanların Türkiye’ye getirilmeleri; “etnik Oğuz Türkmen olmaları”na rağmen Hıristiyan Gagavuzlar’ın Türkiye’ye “göç etmelerine izin verilmemiş olması” ve fakat  sadece Müslüman olmaları nedeniyle Boşnak, Pomak, Arnavutların “Türkiye’ye kitlesel göçünün teşvik edilmesi” bu durumun göstergeleridirler.
Aktürk’ün  ve “İslamcı entelektüeller”in dini “milletlerin temel belirleyen unsurları”ndan biri olarak almaları, her şeyden önce,  Müslüman ve Ortodoks; ancak çok sayıdaki ayrı ulusal toplulukların bir tek millet olarak alınmaları olanaksızlığı nedeniyle dayanaksızdır. Müslüman Arap, Müslüman Acem, Müslüman Kürt, Müslüman Hind vb. örneğinde olduğu üzere, bir tek Müslüman “milleti” yoktur. Ya da örneğin Hırıstiyan Alman, İngiliz, Fransız, İspanyol vb. farklı ulusal kimliklere sahiptirler. Ortodoksluk da, yalnızca Slavları tanımlayan bir özellik olarak alınamaz. Ermeni bir ulusal kimliğe işaret eder ve Musevilik Yahudilerin dini inançlarını ifade etmekle diğerlerinden ayrışır.  Diğer yandan “dört milletli Osmanlı kimliği”, sadece din üzerinden tarif edilmesiyle değil, aynı ya da farklı dini benimseyen ve fakat farklı etnik kimlikli Kürtlerin durumunu “Müslüman ortak payda” nedenli olarak tanım dışı tutmasıyla da sorunludur. Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde Rum Ortodoksların önemli bir nüfus oluşturdukları gerçeği bir yana, “mübadele”ye (nüfus değişimi) rağmen, az da olsa bu milletten insanlar hala Türkiye’de bulunmaktadır. Üçüncü olarak, bu sav ya da iddia, tek tanrılı dinlerden olmayan çok sayıda ulusun “hangi sınıflamada yer alacağı” sorusunu yanıtsız bırakmakta; dil, toprak, tarih ve ruhi şekillenme birliği şeklinde sayılabilecek unsurları da gözardı etmektedir. Gerçek şu ki, ne tek başına aynı dinden oluş aynı ulustan oluşa işarettir, ne de aynı dili konuşmak. Bunlar kuşkusuz belirli bir “ortaklık” oluştururlar. Ancak üzerinde yaşanılan ortak topraklar (vatan), belirli bir iktisadi yaşam ve ruhi şekilenme birliği, aynı kültüre sahip olma vb. ile birleşmeksizin, yalnızca dil ve din ortaklığı, “bir ulus”tan olmayı sağlayamamıştır. Aynı dili konuşan İngilizler ve Amerikalılar; Almanlar ve Avusturyalılar bir tek ulus oluşturmuyorlar. Aynı dinden olan Kürtler, Araplar, Türkler de farklı uluslardandırlar.
Şener Aktürk, “dini kimliği” devletin ve Türk ulusal kimliğinin temel ögelerinden biri olarak değil, asıl belirleyeni gösterirken, sosyal bilimler alanı dışında ve gerçeklerin uzağındadır. Devletin ve onun hakim unsurunun “kimliği” söz konusu olduğunda, Türk milliyetçisi ve mukaddesatçı-muhafazakar yazarlar yönünden başlıca iki tutumdan söz edilebilir: İlki, Hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Latin Alfabesi’nin kabulünü ileri sürerek, onun laik olup, dine dayanmadığı iddiasıdır. Bunlar, devletin “Anasır-ı İslamiye” özelliğine vurguyu ve din işlerine yön verme amaçlı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması gibi dini tanım ve kurumlaşmaları görmezden gelir, azımsar ve Türk kimliğinin “dini kimlik” dışlanmaksızın belirlenmiş olmasından hareketle etnik-ırki kimliğin esas alındığını gösterir çok sayıdaki örneği yok sayarak, onun “etnik Türk olmadığını” ileri sürerler. İkincisi ise, Şeker’in de savunduğu türden, “dini kimliğin ihlali” iddiasıyla, buna geri dönüş savunusudur. İkincisine, makalenin ilk bölümünde kısaca da olsa değinilmişti. Birincisi ise, devletin Türk kimliği temelindeki kuruluşunu gizlemeyi esas almakta ve Kürt ulus sorunu başta olmak üzere, Türkiye’nin “etnik ve dini kimlikler”inin sorunlarının üstünü örterek, onları sözüm ona çözmüş olmaktadır. Bu ikincisine daha yakından bakmak üzere, a-) Ulusların oluşumu sürecine genel bir bakışa ve b-) Cumhuriyet’in kuruluş dönemi ve sonrasında izlenen “kimlik”ler politikasına biraz daha yakından bakmakta yarar vardır.
M. Kemal yönetimindeki devletin başlattığı ırki arındırma girişimleri, Türk Tarih ve Dil Tezi; Türk’e, “bütün milletlerin atası” atfı ve Türk “entelektüelleri”nin buna paralel olarak kültürel-edebi poliitkası, Aktürk’ün iddialarını doğrulamamaktadır. Cumhuriyet’in kuruluş süreci ve hemen sonrasında yaşanan gelişmeler bu bakımdan yeterince kanıt sunmaktadır.

B-b) TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN “ETNİK- DİNİ KİMLİĞİ”
Şener Aktürk ve Fatih M. Şeker’in tarihi tersten okumaya işaret girişimlerinden biri de, “ümmet” ile “millet”; “kavmiyet” ile “ulus” arasındaki farklılıkları ortadan kaldıran bir bakış açısıyla, “Türklük”ü (Türk millet varlığı), ezelden-ebede bir devamlılık olarak göstermeye çalışırlarken, herhangi  kralın, padişahın veya askeri şefin yönetiminde biraraya gelen, ancak iktisadi ve diğer bakımlardan henüz kararlı ve birbirleriyle bağlı topluluklar haline gelememiş kavimleri ulus düzeyine çıkararak, tarihsel gelişmenin farklı uğraklarını altüst etmeye yönelmeleridir. Bir “Osmanlı milleti” ya da “İslam Milleti”nden söz edilmiş olması, bu anlayışı ifade eder. Şeker ve Aktürk bu yaklaşımlarıyla, ulus sorununu tarihsel gerçekliğinden kopararak, istem, duygu, kültür ve “ahlak” türü ikincil kategorilerle bağlı bir şekillenme düzeyine indirgemektedirler. Ulusların ortaya çıkışını/uluslar olarak oluşmaları ve ulusal devletlerin kuruluşunun gündeme gelişini kapitalizmin gelişme sürecinden koparan yazarlar, ulusal sorunların çözümüne ya da “farklı etnik kimliklerin aynı devlet sınırları içinde bulunmaları”nın koşul ve gerekliklerine de tek yanlı, tarihsel gelişmenin kaçınılmazlıklar haline getirdiği iktisadi-toplumsal  sorunlardan soyutlanmış tek düze bir hakim “kimlik” çıkarı doğrultusunda yaklaşmaktadırlar.
Oysa uluslaşma ve ulusal devletlerin toplum tarihinin gerçeklikleri arasında yer almaya başlamalarıyla kapitalist gelişme birbiriyle bağlı olmuştur. Ulus(lar) birden bire ortaya çıkmamış, tarihsel bir süreç içinde; ortak dil, toprak, iktisadi yaşam birliği ve kültürel birlik içinde ruhi şekillenme sonucu belirli bir istikrar kazanmış topluluklar olarak şekillenmişlerdir. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, İngiltere başta olmak üzere, Batı Avrupa’da burjuvazinin önderliği altında çeşitli ulus devletler kurulmuş; İngiliz, Fransız, İtalyan, Hollandalı ve Belçikalı burjuvaziler, ulusal pazarlarına hakim olmak üzere, devletlerin sınırlarını belirleyen bir kavganın içinde olmuşlardır. Batı’nın ulus devletleri kapitalizmin yükseliş döneminin ürünü olmuşlar; İrlanda gibi istisnai örnekler bir yana bırakıldığında, hemen tümü kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde şekillenmişler ve emperyalist aşamaya evrilmesiyle birlikte başka ülke ve ulusları bağımlılık altına alma, sömürgeleştirme, dünya pazarları ve topraklarını zaptetmeye yönelmişlerdir. Doğu Avrupa ve Asya’da ise, yine kapitalist gelişme sürecine bağlı olarak ve emperyalizm koşullarında, birden fazla ulusun yaşadığı topraklarda, daha gelişkin ulusun burjuvazisi devletin hakim unsuru olarak öne çıkmış, diğerlerini ulusal boyunduruk altına alarak, ulus devletini şekillendirmiştir. Ne var ki, bu durum, bir ulus oluşturmalarına rağmen, ulus devletlerini kuramayan ya da kapitalizmin gelişmesine “eşlik edecek” şekilde uluslaşma sürecine girenlerin ulusal kurtuluş mücadelesine atılmaları ve bu amaçla kendilerini boyunduruk altında tutan hakim ulus burjuvazisine karşı savaş başlatmalarını önleyememiştir.
Şener Aktürk’ün deyişi ile “Yeni Rejim”in ya da Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu, Batı Avrupa’da ortaya çıkıp kapitalist gelişmeye bağlı olarak dünyanın başkaca topraklarına yayılan bu “kendine uyanış” hareketinin devamında gerçekleşmiştir. Emperyalizme karşı ulusal mücadele içinde, ancak Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras geleneksel anlayışların da etkisi altında şekillenen Türkiye Cumhuriyeti, geç kapitalistleşme ve uluslaşmanın handikapıyla maluldü. Bunun belirgin özelliklerinden biri, emperyalizm koşullarında kurulmuş olması ve biçimsel politik bağımsızlığının iktisadi, mali vb. bağımlılık gölgesinde kalması, bağımlı bir devlet ve ülke olması idi. Bir diğer özelliği, birden fazla ulus ve çeşitli ulusal azınlıkların yaşadığı topraklarda bir tek ulusun (Türk ulusu) hakim konumda olması ve diğerlerini baskı ile kendine tabi kılması idi. Yeni devletin kurucu gücünü oluşturan Türk burjuvazisi (ticaret burjuvazisinin üst kesimi) ve büyük toprak ağaları/sahipleri, ilkin “İslam kardeşliği” ve “Türk ve Kürtlerin ortak vatanı” vb. söylemlerle ve hatta ilk Meclis’e Kürt toprak ve aşiret ağalarının bir kısmını da çağırarak (atama yoluyla), Türk ulus devletini şekillendirmeye giriştiler. Bu girişim ve “Türklük” anlayışının, Kürtler başta olmak üzere, Türk etnik kökenden olmayanlara karşı “devlet ve Türklük içinde eritme” politikasına evrilmesi, burjuva pazar hakimiyeti kavgası ve sınıf çıkarlarının sonuçları arasındaydı. Türk uluslaşması ve “Ne Mutlu Türküm Diyene” söylemiyle Türk etnik kökenden gelmeyenlere ve Türkleşmek istemeyenlere mutsuzluğun, kırım ve asimilasyonun hak görülmesi, “Türkçülük”ün ulusal belirleyeni oldu. Nitekim ulusal hak talebinde bulunan Kürtler’e karşı kısa zamanda sindirme ve imha politikaları yürürlüğe girdi.

B-c) TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN YA DA “TÜRKLÜĞÜN” “AZINLIKLAR”A BAKIŞI
Türk ulus devletinin Türk “etnik kimliği” dışındakilere yönelik politikasının ana özelliğinin etnik milliyetçilik olduğu, Kürtlere karşı izlenen inkar, asimilasyon ve katliamlar tarafından değil sadece, Ermeni ve Rumlara karşı girişilen katliamların “Türkiye’nin milli devlet olması”nın gereklilikleri arasında gösterilmesiyle de kanıtlanmıştır. Bir yandan devlet sınırları içinde yaşayan herkesi “Türk olma”ya zorlayan, diğer yandan “Türküm diyen herkes Türktür” kestirmeciliğiyle sorun “kavmiyet”ten “ümmet”e, “ümmet”ten “millet”e dizgeleri çerçevesinde ve İslam’ı da Türk’ün “milli harsı” göstererek, “Türk ve Sünni-Hanefi Müslüman” olma merkezli olarak tarif edilirken, uygulama da bu merkezli olageldi. Yeni devletin ilk icraatlarından biri, Rum ve Ermeni azınlıkların “mübadele”, sürgün ve yok etme yoluyla “eritilmesi” ve mülklerine el konulmasıydı. Bu baskı ve herkese Türk olmayı dayatan politika, tekelci kapitalizmin dal-budak salarak toplum yaşamına hakim olmasına “paralel” şekilde giderek daha sistematik biçimler kazandı. Kürtlere, Ermeni ve Rum azınlıklara, Araplara, Zazalara, Romanlara karşı inkar, baskı ve asimilasyon daha da ağırlaştırılırken, Türk halk kitlelerini emperyalizm ve uluslararası tekeller yararına ‘kontrol‘ ve baskı altında tutmayı görev edinen işbirlikçiliğin kurumsal yapısı giderek güçlendirildi.
İlk Meclis, İttihat ve Terakki yönetimi tarafından gerçekleştirilen Ermeni katliamını “mukaddes vatanın istikbali” gerekçesiyle sahiplenirken; yeni devletin ideolojik cephedeki savunuculuğunu üstlenen Kadro dergisi yazarları, Nazilerin Yahudi düşmanlığı politikasını emsal göstererek, Müslüman olmayan azınlıkların yanı sıra Kürtler başta olmak üzere Müslüman ama Türk etnik kökenden olmayanları da ya asimile olmayı kabul ya da “çekip gitmek”le tehdit ettiler. Türkçülüğün “fikir babaları”ndan biri olarak kabul edilen ve ideolojik-kültürel ‘inşa’nın “esasları” üzerinde çalışan ve Türkçülüğü, “Türk ulusunu yükseltmek” olarak da tarif eden Ziya Gökalp, “Türk Yurdu” dergisinde yayımladığı “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” başlıklı yazılarında “Türkçülük” ile “uygarlaşma”nın sentezi üzerinden ve “dilde Türkçülük” savunusuyla “Türkçülüğün bütün ülküleriyle, bütün programıyla ortaya” konmasını görev edinirken, “bugün –diye yazıyordu–, her hak Türkündür. Bu topraklardaki egemenlik Türk egemenliğidir. Siyasette, kültürde, iktisatta hep Türk ulusu egemendir. Bu denli kesin ve büyük devrimi yapan kişi Türkçülüğün en büyük adamıdır.”  Gökalp, “tümüyle Türk ve Müslüman kalmak koşulu ile Batı uygarlığına tam ve kesinlikle girmek” gerektiğini savunuyordu. “Demek ki –diyordu Z. Gökalp– yalnız bir tek sözcük, kutsal ve uğurlu Türk sözcüğüdür ki, bu karışıklık içinde doğru yolu görmemize neden oldu.”  Gökalp’in izaha çalıştığı “kuruluş” kültürü ve politikası Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “etnik kimliğe dayanmadığı” iddialarını geçersiz kılıyor. Bu politika, “Cumhuriyet”in azınlıklara uyguladığı “Varlık Vergisi” ve 6-7 Eylül 1955 saldırısıyla; 1960 ve 1982 Anayasaları ve hukuksal-politik karar ve uygulamalarla günümüze dek sürdürülmüştür.

B-d) “ETNİK DIŞLAMA OLMADI” İDDİASIYLA ETNİK DIŞLAMA VE SALDIRILARIN SAVUNUSU

“Etnik dışlama” ile asimilasyon arasındaki “ince hat” üzerinden kıyaslamalarla “Türklüğün sınırlarının etnik kökenle değil din ile çizildiği” tezini güçlendirmeye çalışan Doç. Dr. Şener Aktürk, Ermeni, Rum, Süryani ve Musevilere uygulanan baskı ve dışlamayı, Ermeniler ve Rumlar örneğinde olduğu üzere baskıyla kaçmaya zorlanma ve katledilmelerini “dini kimlik farkı”yla izah ederken de, dışlama politikasının dışladığı kimliklerde gördüğü farklılığın, aynı zamanda, etnik-ulusal farklılık olduğunu gözardı etmektedir. Dışlama ya da yok edilmeye yönelik politikaların; hakim unsur içinde zorla eritilmeye ya da “uyum”a zorlamanın, dini temelde olsa dahi, ayrımcı bir zorbalığı işaret etmesi gerçeğine göz kapayan bir tutumla Aktürk, “hangi etnik grubun üyeleri, Türkmen kökenli olmadıkları için topluca vatandaşlıktan çıkarılmıştır?”; “Örneğin yüz binlerce Türk vatandaşı Kürt, Irak’ın Türkmenleriyle etnik temelli bir mübadaleye mi tabi tutulmuştur?”  diye sorarken, Kürtlerin Osmanlı idaresinde ve Cumhuriyet dönemindeki  yerleşim, tarihsel gelişme ve nüfus yoğunluğu gibi açılardan durumunu yeterince göz önünde bulundurmamaktadır. Oysa, Cumhuriyet öncesi ve yine Türklük iddiası ile İttihat ve Terakki yönetimi 1915’te Ermeni katliamı ve sürgününü gerçekleştirerek Cumhuriyet’e bir “bakiye” bırakmış; kalan Ermeniler’e karşı “seni gidi Ermeni dölü” politikası, sadece dini temelde değil, etnik kimlik farklılığı üzerinden de yürütülmüştür. Kürtlerin, bin yıllardır yaşadıkları topraklardan, bu topraklar birkaç devlet arasında pay edildi diye yığınsal göç ettirilmesi ise, “Türk kimliğinin oluşturulması” ve devletin kuruluşu döneminde, içinde bulunulan uluslararası durumda, “Misak-ı Milli”yi koruma kaygısı nedeniyle de mümkün olmaktan uzaktı. M. Kemal’in İslam “ortak paydası”na vurguları ve Kürtlerin “sınır dışına atılmaması”nda, işgalden çıkış ve dış tehdidin devamı gibi etkenler rol oynamış; Türk devleti ve kimliğinin korunması esası oluşturmuştur. Aktürk’ün “yüz binlercesi başka yerlere gönderilmedi” diye, sözüm ona devletin “Türkçü olmadığı”na kanıt gösterdiği Kürtlerin bu yerleşik durumu ve zaten kendi yurtlarında yaşıyor olmaları, yığınsal “mübadele”lerini önlemiş, buna karşın, katliama uğramalarını ve sürgünlerini önlememiştir.
Doç. Dr. Aktürk, “Gürcülerin subay olması yasaklanmış, tek bir Laz vali atanmamış, Arapların ve Kürtlerin oy hakkı iptal mi edilmiştir?” diye sorarak, “eğer –diyor– bunların hiçbirisi olmadıysa, artık Türklüğün sınırlarının etnik kökenle değil, din ile çizildiğini, Türkiye’de devlet politikasının etnik dışlama değil asimilasyon olduğunu kabul etmek gerekir.”
Kürtleri, Arapları ve diğerlerini “devlet içinde” ve Türk kimliğinde baskıyla “eritme” –ki yazar da, asimilasyondan söz ederek, bunu kabul ediyor– politikası olmasaydı eğer, Aktürk bir yönüyle haklı olabilirdi. Çünkü evet, ne etnik nedenli oy hakkı iptali söz konusudur, ne de Gürcü, Çerkez, Laz ve Çeçenlerin devlet bürokrasisinde yükselmelerinin önü kapatılmıştır. Bu konuda, Osmanlı’dan devralınan devşirme/dönüştürme geleneği sürdürülmüş, buna aykırı davranmayanlara yollar açılmıştır. Kendi olmaktan çıkarak ya da çıkarılarak belirleyici etnik kimliğe benzeme/yani asimile olmaya itiraz etmeyenlere subay, vali, genel müdür olma yolu açık tutulmuştur. İtiraz eden, ulusal hak talebinde bulunan, bunun mücadelesine girişene ise, şiddetten şiddet, baskıdan baskı; “hangisini istemezsen o da dahil” hepsine hedefsin denilmiştir! Gönüllü asimilasyon ile zora dayalı asimilasyonun farkı burada; şiddetle bastırma, katletme, göçertme, baskı ve yasakla boyun eğdirme; dili ve kültürünü yasaklama ve böylece “dönüştürme” gibi bir “ayrıntı”dadır. “Gayrımüslimler”in “Türk sayılmamasının pekçok örneğini sıralayıp, bu örnekleri devlet tarafından Türklüğün ‘etnik’ kimlik olarak tanımlandığına kanıtmış gibi göstermek tutarsızlıktır” diye, tezini güçlendirmek üzere, Türk etnik kimlik temelli devlet politikası ve şekillenmesinden söz edenleri suçlamaya koyulurken, yazar da, çelişkinin –ve çelişkisinin– farkındadır. Birer “etnik kategori” olduklarını kabulle “Arap, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Gürcü, Hemşin, Kürt, Laz, Patriot, Pomak, Torbeş, Türkmen, Zaza ve sair kategorilerin” tamamının “eşit Türk vatandaşı” olduğunu ve “Türklüğün içerisinde” kabul edildiğini ileri sürerken de, “eşitlik” üzerine spekülasyon bir yana, bu çelişkiyi, en azından Kürt, Zaza, Araplar açısından yinelemektedir.
Şener Aktürk, “1920’lerin ortalarından bu yana Türkiye’de devlet eliyle gerçekleştirilen ulusçuluk projesi”nin tek bir etnik grubun, “yani Türkmenlerin” dil, kültür, gelenek, görenek ve inançlarının “toplumun Türkmen olmayan çoğunluğuna cebren benimsetilmesi süreci” olarak görülemeyeceği iddiasını, bu “yeni ulusculuğun”, Türkmenler dahil, “toplumdaki tüm etnik gruplar için yeni ve yabancı bir modern Türk dili ve kültürünü Batı medeniyeti dairesi içinde üretmiş ve Türkmenler dahil tüm vatandaşların, ülkedeki hiçbir etnik gruba ait olmayan  bu yeni Türk dil ve kültürüne asimile olmaları”nı talep etmiş olmasına dayandırmak istemektedir. Aktürk’e göre dilin böyle kurulmuş olması, “devletin benimsediği ve benimsettiği resmi Türk kimliğinin ‘etnik’ olduğu” iddiasını “somut gerçeklikle bağdaşmaz”  kılmaktadır! Bununla da yetinmeyen yazar, “etnik ulusçu politikaların hiçbiri Türkiye’de tatbik edilmemektedir”  diye, bugüne dek geniş zamanlı kestirimde bulunabilmiştir.
Aktürk’ün zorlayarak oluşturduğu gerekçesi, gerekçe teşkil etmeyecek kadar zayıf ve dayanaksızdır. Türk ulus kimliğinin “etnik kimlik” esas alınarak oluşturulmadığını “ispat” için, yazarın Türkmence ve Türkçe’nin, Türk kültürü ile Türkmen kültürünün farklılığına sığınmak zorunda kalması, açmazına işaret olup, gerekçesini geçersiz kılan bir durumdur. Dil’in, –arada çok çeşitli baskı ve diğer etkenlerle yok olup gidenleri dışında– hangisi olursa olsun süreç içinde ve öteki dillerden de alınan sözcüklerle ya da kendi fonotik yapısı ve etimolojik kökleri üzerinden yenilenen değişimi, sadece ulusların gelişimi süreçleriyle ilişkili olmayıp, insan ihtiyaçlarının çeşitlenmesi, üretimin gelişmesi ve yeni ürünlerle üretim araçlarının üretilmesi, kültürün bunlar üzerinden de zenginleşmesi gibi etken ve nedenlerle de mümkündür. Bu, anlaşılan yazarın “havsalası”na sığmıyor. Bundandır ki, “Latin alfabesiyle yazılan modern standart Türkçe”nin, “Türkmenler dahil tüm etnik gruplar için yeni ve yabancı olduğu ‘gayrı-etnik’ bir dil” ve benimsenen laik ulusal kültür ögelerinin de “gayrı-etnik bir kültür” olduğunu ileri sürebilmiştir.
Etnik ulusçuluk yapılmadığı iddiası, her şeyden önce, gerçek hayata, geçmiş dönemlerde yaşanmış gerçek olaylara ve günümüzün yaşanmakta olan gelişmelerine aykırıdır. Bu iddianın, Türk Devletinin Ortadoğu ve Orta Asya ülkelerinden Türkmen ithal etmediği gerekçesine dayandırılması gerçek durum ile zıtlık içindedir. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” çığlıkları, Bulgaristan, Makedonya, Yunanistan’dan nüfus göçü teşviki; Bulgar yönetimi “Türklerin isimlerini değiştiriyor” bağırışları, Irak’taki Türkmenler’e “hamilik” yapma girişimleri, yalnızca din bağı üzerinden değil, etnik kimlik üzerinden de izlenen politikanın göstergeleridir. Boşnakların, Çerkez ve Azerilerin Türkiye’ye yerleşmeleri özendirilmiş, “Afgan soydaşlar” söylemiyle nüfus göçünün yolu açılmıştır. Gelenlerin bir kısmı nüfus göçünü özendirici vaadlere uygun olarak belirli avantajlarla desteklenirken, diğerleri kapitalist piyasanın sömürü ağları arasına bırakılmış; bu politika, düşük dozajlı ya da nispeten daha üst perdeden bir söylemle günümüze dek sürdürülmüştür. Şener Aktürk, bu gerçeğin üzerinden atlayarak, Türkiye’de “etnik ulusçu politikaların tatbik edilmediği”ni ileri sürerken, bu politkayı yok sayma boş çabası içindedir. Bu, gerçeğin hilafına bir iddiadır. Başka örnekleri bir yana, Kürtlere on yıllarca “Kürt ve Kürtçe yoktur; devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür” dayatmasının yapılmış olması, Aktürk’ün iddiasını ve tezini boşa çıkarmaktadır. Diğer yandan, Türkmence ya da yeni Türkçe’nin devlet eliyle geliştirilip, farklı “kimlikler”den (Arnavut, Kürt, Arap, Zaza vb.) insanlara cebren dayatıldığı ve eğitim ve öğretimin buradan yapıldığı inkarı olanaksız somut bir gerçekliktir.
Asimilasyon politikalarına; Kürtlere, Rum ve Ermenilere karşı işletilen cani politikaya esaslı bir itiraz getirmeyen; bunu, üzerinde ciddi olarak durulacak bir sorun olarak almayan yazar, çok etnisiteli ve çok dinli Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunu ve buna bağlı olarak “Türk ulusu” anlayışı ve politikasının belirlenmesini de salt iradi ve isteğe dayalı “seçiş” sorunu kapsamında ele alıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist kapitalizm koşullarında ve kapitalizmin imparatorluk topraklarındaki gelişmesine de bağlı olarak farklı etnik-ulusal kökenli ‘topluluklar’ın kendi ulus devletlerini kurmaya yönelmeleriyle birlikte “İslam kimlikli Osmanlı”nın sürdürülmesi ve “Türk ulus”çuluğu temelinde “birlik”in koşullarının ortadan kalktığını gözardı ediyor; İslam ortak “kimliği”ne sahip farklı etnik kimlikli Arap, Kürt, Acem vb.’nin bir tek milleti değil birden çok milleti teşkil ettikleri gerçeğini örtbas ediyor.
Kürt ulusunun, Arap ve Zaza ulusal topluluklarının, Rum ve Ermeni azınlıkların tabi tutulduğu baskı, inkar, asimilasyon ve özellikle son gruptakiler için zora dayalı dışarıya atma politikalarına rağmen, “Türkiye’de devlet eliyle halkın etnik kategorilere ayrılmamış ve bir (Türkmen) veya birkaç (örneğin Türkmen ve Laz) etnik grubun diğerleri üzerinde sistematik tahakkümünü sağlayacak yasal ve kurumsal yapı kurulmamıştır” diye yazabilmek için de, kişinin, Şener Aktürk gibi, yalnızca “dün” yaşanmakla kalmayıp günümüzde de devam etmekte olan şovenist asimilasyoncu ve hatta ırkçı devlet politikalarının potasından dışarı çıkmamayı kabullenmesi gerekir ki, böylesine iddiaların bilimsel bakış açısı ile herhangi bir yakınlığı dahi kurulamaz ve bu gibi iddialar, olsa olsa, “İslami” referanslar istismarcılığıyla şoven asimilasyonculuğu örtmeye hizmet ederler.
Şener Aktürk’ün de mensuplarından olduğu Türkiye Günlüğü dergisi ve “İslam milleti mefkuresi”ne iman etmiş “entelektüeller”, bir emperyalist dünya savaşı olan, ve başlıca pazarların ve toprakların yeniden paylaşımı amacıyla bağlı bulunan 1. Dünya Savaşı ve öncesinde ortaya çıkan ulusal kurtuluş hareketleriyle Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu ile sonuçlanan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı arasındaki tarihsel bağ(lar)ı görmemek için neredeyse özel bir çaba gösteriyorlar. Oysa, “İslam Milleti” olarak göstermeye çalıştıkları Osmanlı İmparatorluğu “bünyesi”nde bulunan Bulgar, Yunan ve Arnavutların örneğin Batı Avrupa’da gelişen burjuva devrimleri ve kapitalist ulus devletlerin kuruluşu sürecinden etkilenmelerinin de rol oynamasıyla, kendi ulusal devletlerini kurmak üzere ve yine uluslararası gelişmelerin yol açtığı koşullardan da yararlanarak ayrıldıkları, bu yazar ve çevrelerin de, olmuşu olmamış göstermeyeceklerse eğer, inkardan gelemeyecekleri “tarihsel vakıalar” arasındadır. Birinci Dünya Savaşı ve devamında yabancı işgal güçlerine karşı verilen savaş sonucunda kurulan Cumhuriyet’in, İmparatorluğun yıkılmasının ardından ve esas olarak “elde tutulabilen”/kalan Anadolu ve Mezopotamya topraklarının bir bölümü üzerinde kurulmuş olması, yeni devletin başlıca özelliklerinden biridir. “Cumhuriyet devleti”ni kuranların Türkçü, ancak evet, İslamcı olmadıkları bir ölçüde doğrudur. Yeni devletin “Müslüman kimlikli ama etnik Türkçü olmadığı” iddiasındaki Fatih Şeker’den farklı olarak, Aktürk, yeni “rejim” ve devletin Türkçü “etnik kimliği”ni görmezden gelmekte, daha doğrusu bilinçli şekilde ve yukarıdan beri çokça örneğini sergilediğimiz gerçeklere rağmen inkar etmektedir. Oysa M. Kemal başta olmak üzere, kurucu kadroların pragmatist bir politika ile işgale karşı savaşta yararlanılabilecek, seferber edilebilecek kim varsa, tüm etnik ve dini “kimlik”lerden yararlanıp, onları, başına geçtikleri savaşta seferber etmeye çalıştıkları, Türk, Kürt, Laz vb. “etnik kimlik”lerin bu savaşta, aynı zamanda “Anasır-ı İslam” olarak yer aldığı; İslamcılara göre, “küffara”, laisist Türkçülerin söylemiyle “bizi yutmak isteyen emperyalizme” karşı savaşta birlikte oldukları tarihin gerçekleri arasındadır.
Kurtuluşçu ve aynı zamanda pragmatist politikanın baş “aktörü” M. Kemal “Hilafeti ve sultanlığı kurtarmak için” içerikli ajitatif konuşmalarla İslamcıları, “Türk’ün asil kanı” söylemiyle de Türkçüleri harekete geçirmeyi başarmıştır. İlk Meclis’in (Meclis-i Mebusan) mensuplarının bir bölümünün “Kürdistan” ve “Lazistan” mebusu olarak belirlenmesi ve çağrılmasının da kanıtladığı üzere, vatandaşlığın etnik “kimlik” ve karakteri henüz herkesi “Türk ulus kimliği” içinde erimeye çağıran ve buna mecbur tutan bir daralmaya ya da tersinden söylenirse genişletilmeye doğru evrilmemişken, –açık ki, bu, kurucu kadronun ve “tasarımı”nın Türkçü etnik olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor– savaşın sona ermesiyle birlikte ve özellikle de Kürtlerin ulusal hak talebinde bulunmaları üzerine, Türk etnik milliyetçiliği öne çıkarılmış; yeni devletin “Cumhuriyet” olduğunun ilanı ve Lozan Antlaşması sonrasından başlayarak ise, Hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi uygulamalarla eski devlet (İmparotorluk)in “İslami” özelliği daha ileriden ilga edilmiş; Türk ve Sünni-Hanefi Müslüman olmak, “vatandaşlık” ve “ulusal kimlik”in başlıca kurucu unsuru haline gelmeye başlamıştır. Kamusal alanın “dini kimlik” üzerinden değil, ama burjuva aydınlanması ve modernizminden güç alan biçimsel bir laisizm ve asıl olarak da Türk etnik kimliği üzerinden tesis edilmesi, Sünni Müslüman kitlelerin saflarında huzursuzluklara yol açmakla birlikte, onların da “hissiyatları”nı gözeten ve dini “kimlik”in Sünni-Hanefi yorumunun hakim kılınmasına hizmet eden bir yapılaşmaya da gidilmiş ve “vatandaşların dini yönlenmeleri”ne şekil verme göreviyle de yüklü olan, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.
Toplumsal sorunların bilimsel irdelenmesi yerine, kasaba politikacılığının dar çıkarcı polemiklerine boğma yönteminin hayli yaygın ve güçlü olduğu ülkemizde, Kürtlerin ulusal haklarına sahip olma mücadelesinin sonucu olarak ve devletin, sorunu inkardan gelerek ve şiddetle bastırarak “çözme” politika ve taktiklerinin iflasla yüzyüze gelmesi nedeniyle “Türk vatandaşı” yerine “Türkiye vatandaşı” kullanmak gibi esasa ilişkin olmayan biçimsel değişikliklerle ötelemeye çalışmasından hareketle, “milletin isminin değiştirilmek istendiği” korkuluğunu sallamak, Kürt ulusunun Türk ulusundan ayrı, farklı bir ulus olduğu gerçeğini inkarda ısrar ifadesidir ve Aktürk bunda ısrarlı görünmektedir. Kaldı ki, ne “Türk milleti”nin ismini değiştirmeye çalışan bir devlet yönetimi vardır, ne de ırkçılık kusan bir “and”ın kaldırılması ve “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı”ndan söz edilmesi Kürt ve Türk uluslarının ulusal hak eşitliğinin kabulü anlamına gelmektedir. Aksine, bu yönlü makyajlamalarla örtülmek istenen, sorunun uluslar sorunu kapsamında görülmesi ve çözümünün oradan geliştirilmesi gerekliliğine set oluşturmaktır. Yazar Aktürk de, makalesinin sonuna doğru, bunca “ilmi” çabayı, “Türklük ve İslam gibi çok uzun yıllar içinde oluşmuş ve bugün için halk arasında büyük ölçüde yerleşmiş, sosyolojik karşılığı olan kimlikler”in savunusu için gösterdiğini daha vurgulu şekilde açık etmektedir!

B-d) “MEDENİYETLER” KIYASLAMASI ÜZERİNDEN “ÜSTÜN MEDENİYET” SAVUNUSU

Türk kimliğinin “İslami” temel üzerinden “payidar” kılınması ve “ebedi” sürdürülmesi ve mümkünse Osmanlı “kimliği”ne dönülmesi, Türkiye Günlüğü yazarlarının hayallerini süsleyen bir “arzu”dur! Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” adlı spekülatif, masalsı varsayımlarını okumuşlar mıdır, bilinmez, ama Şener Aktürk ve Fatih M. Şeker’in Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlayan yeni süreci, “gelenekten uzaklaşma”; “Türk milletinden Türk ulusuna” geçiş ve “Batı Medeniyetine” bağlanma süreci olarak gördükleri ve bu durumu “İslam-Türk milleti”ni “mazinin değerlerinden koparma”ya delil saydıkları, kendi açıklamalarıyla sabittir! Aktürk, Osmanlı İmparatorluğu’nu “İslami fakat sadece Müslümanlardan oluşmayan”; Türkiye Cumhuriyeti’ni ise, “resmi kimliği olarak ortaya konan Türklük sadece Müslüman fakat İslami olmayan bir kimlik” şeklinde tarif ediyor ve yeni devletin “İslam milletinin içinde barındırdığı olanca etnik çeşitliliği de Ankara’da yeni üretilen bir muasır ve muhayyel Türklüğe asimile ederek gidermeye çalış”makla eleştiriyor. Ona göre, bu yeni rejim, “Osmanlı’nın İslam milleti”ni “Türk milleti”ne daraltmış, ve “Türk olarak isimlendirdiği İslam milletinin dini içeriğini boşaltarak tamamen laik bir kamusal alan inşa etme”ye girişerek, “din temelli millet kelimesi” yerine “tamamen laik içerikli bir kültürel topluluk anlamında ‘ulus’ sözcüğünü ikame” ederek, “devletin sahibi olan ‘Türk ulusu’nu”, büyük tepki ve halk huzursuzluğuna rağmen ilan etmiştir.
Aktürk ve derginin öteki yazarlarının Suudi Krallığı’nı nasıl bir “millet” ve “idare biçimi” olarak gördüklerine dair bir bilgi, söz konusu makaleler kapsamında bulunmuyor. Ancak Aktürk’ün “din temelli millet” arayışı ve savunusu üzerinden Ortaçağ’ın en önemli belirleyen “değerleri”ne, Osmanlı idare biçimine dönüş “fikriyatı ve hissiyatı” oldukça açıktır. Yazar, Ortaçağcıl karanlığa karşı ve ilkin Batı Avrupa’da gelişen burjuva aydınlanmacı akımın özelliklerinden biri olan laisizme savaş açarak bu tutumunu ortaya koyuyor. Ona göre, yeni devletin neden olduğu “kötülükler”den biri de “laikleşme” yönünde attığı adımlar olmuş; “İslami terminolojiden tamamen arındırılmış ve daha önce kimsenin duymadığı yeni icad edilmiş sözcüklerle doldurulmuş ve Latin harfleriyle yazılan laik içerikli bir yeni Türkçe’nin tek resmi dil olarak benimsenmesi” maziden kopuşa neden olmuş; “İslam”dan uzaklaşılarak “Batı Medeniyeti”ne yaklaşılmış, “köksüz”lüğe yol alınmıştır!
Aktürk’ün toplumsal, siyasal ve kültürel sorunlara yaklaşımında bilimsel bakış açısı ya da mantığı aramak boşuna bir çaba olur. Eskil ve ezbere niteleme ve suçlamaları yan yana dizerek ve kıyaslamalı dahi olmayan düz mantık yürütmeyle, “Batı Medeniyeti”ni “İslam Medeniyeti”nin antitezi konumuna yerleştirip, “Batı Kültürü”ne karşı “İslam Kültürü” savunusuna girişiyor. Bu tutum, ilkin insan soyunun ya da “insanlığın” tarih boyunca gerçekleştirdiği ve kapitalizmin gelişmesiyle birlikte uluslararası özellikler de kazanan birikimin, insanın, nerede yaşıyor ve hangi ulus ve hangi dini-mezhebi ‘inanç’ grubundan olursa olsun, daha ileri bir yaşam düzeyine ulaşması için dayanak edinilmesine reddiyedir. Yazar ve aynı bakış açısıyla olayları irdeleyip yorumlayan diğerleri, ‘Batı’nın karşışına ‘Doğu’yu değil, İslam’ı yerleştiriyorlar. Oysa, dinsel merkezli bir kıyaslama yapılacaksa eğer, bunun “Hıristiyan” olarak belirlenmesi gerekirdi. Ama gerçek şu ki, ne ‘Batı’ Hıristiyan’dan ibaret, ne de ‘Doğu’ İslam’dan. Bu görüş ya da anlayış din temelli ayrımcılık ile malûl olup, aynı nedenle gericidir de. “Milli ve dini kültür ve medeniyet” içinde kalış savunusu, insan soyu yararına kat edilmiş ilerleme ve birikimden soyutlanma olarak alındığında –yazar Şeker örneğin bunu yapıyor–, geride kalanı, aşılmış olanı sınır olarak belirlemek olacaktır. “İslam Medeniyeti”ni Gazali’nin fikirleri ekseninde savunmaya çalışan yazar, ayakları yerden ve bu anlamında Doğa’dan kesik “göksel” kaderci felsefeden yana, İbni Haldun, İbni Sina gibi daha doğacı “alim”lerin de karşısında duran bir gerilik ve gericiliği sahipleniyor.
Oysa insan, sömürüye dayanan üretim ilişkilerinin ve egemen sınıfların tüm engelleyici barikatlarına karşın, bugünkü yaşam düzeyi ve düşünüş biçimleriyle yüz yüze gelmişse, bunda rol oynayan etkenlerden biri de, maddi yaşamının üretimi etkinliği içindeki insanın ‘Doğu’da ve ‘Batı’da yaşam kavgasının aynı zamanda, egemen sınıflara ve onların devletine itaatı vaaz eden dini ideolojinin dogmalarından kurtulma mücadelesi olduğunu görmüş ve anlamış olmasıdır. Onun içindir ki, geride olanın ve geri kültürün daha gelişkin kültüre; hurafeye dayalı dogmatik-metafizik düşüncenin bilim ve akli olan tarafından kanıtlanan gerçeğe karşı savunusu, tarihi boyunca baskıya ve fiziki ve zihni köleleştirmeye karşı mücadele içinde olmuş somut ve gerçek insana karşı bir tutumu da ifade eder. “Batı Medeniyeti” olarak isimlendirilenin, Batı’da örneğin “dinde yapılan reformları” da içermek üzere ve fakat esas olarak aydınlanma geleneği ve modern yaşam tarzına olanak sağlayan ilişki biçimleri ve yeni buluşların; bilim ve teknikteki gelişmelerin; bunları da içermek üzere kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz hale getirdiği sınıf farklılıkları ve mücadelelerinin ürünü demokratik kazanımların sağladığı bir gelişmeyi de ifade ettiği gözardı edilemez. Yazar Aktürk’ün “Batı Medeniyeti”ne yaklaşımı bu türden olup, dışlayıcı-kötüleyicidir.  Osmanlı “İslamı” arayışı içindeki yazar, eskinin, olduğu türden bir kez daha tezahür edişi olanaksızlığıyla çaresizdir. Yazarın hissiyatıyla söylenirse, buna “kader” de, “kadersizlik” de denebilir!

B-e) “ÜST KİMLİK” SAVUNUSUNDA KAYBOLAN “ETNİK VE DİNİ” KİMLİKLER
“Kimlik sorunu” ve “çözüm süreci” üzerine tartışmalara katılan diğer bir isim, USAK Bilim Kurulu Başkanı Prof. Dr. İhsan Bal’dır. Bal’ın “çözüm”e dair görüşlerinin ayrıntısına girmeden önce, “Türk üst kimliği” savunusunda birleştiği Aktürk’ün yukarıda özetlediğimiz “Türk”çü “çözüm” anlayışını anımsatmak, “daha ilmi” bir analizle görüşlerini anlaşılır kılmaya çalışan Prof. Bal’a “haksızlık etmemek” için de yararlı olacak. Şener Aktürk’ün “kimlik” algısı, Türk ve Sünni İslam merkezlidir. Aktürk, “Türk milli kimliğini Kürtler için de bir milli kimlik olarak önerme”nin “umutsuz bir çaba” olmayacağı “kanaatinde”dir ve “devlet eliyle yaratılmış kimlik sorunlarını çözmek için milletin ismini değiştiren ülke örneğine raslanmadığı”nı belirterek, Kürtlerin bazı “etnik kültür ve anadil hakları”nın tanınması yoluyla Türk milli kimliğine “entegre”sini savunmaktadır. Aktürk’ün bu görüşü, “Türk üst kimliği” savusu merkezli olarak, Prof. İhsan Bal tarafından da benimsenmektedir.
Ancak Bal’ın bir ‘farklılığı’ da var: “İkinci Çözüm Süreci” başlıklı makalesinde, Prof. Bal, “geleneksel”den modern kimlik değişimine işaretle, “kapitalist toplum yapısındaki yeni eşitsizlik formları” ile “kimliğin yeni üretim ve yeniden üretim modları temelinde değişim geçirmesi” arasında bağ kurarak, iktisadi-sosyal gelişmelerin “kimlik sorunu” üzerindeki etkilerini de bir biçimde hesaba katarak, ‘bilimsel etik’ açıdan, diğer iki yazardan kısmen de olsa ayrılıyor. “Sınıf, toplumsal cinsiyet, ırki/etnik ve dini ilişkiler bağlamında yeni kimliklerin oluşumu” ile kapitalizm ve kapitalist işbölümü arasında bağ kuran İhsan Bal, buradan hareketle “bireylerin ve toplumların kendilerini ifade etmek için kullandıkları birden fazla kimlikleri”nin bulunduğunu belirtmekte ve gelişmelere bağlı olarak “bazı kimliklerin öne çıkması”na, “baskın kimlik” haline gelmesine dikkat çekmekte; “kimlik sorunları” ile iktisadi-sosyal gelişme “gerçekliği” arasındaki bağı kabul ederek, “kimliğin tarihi süreç ve çoğrafi veriler, hatta göç ve karşılaşılan farklı durumlara göre değişkenlik gösterdiğini” belirtirken, toplumsal gelişme diyalektiğini kabullenir görünmektedir. Kimliklerin “asla statik ve tek taraflı bir oluşum” olmayıp, “çok taraflı etkileşim ve hareketliliğin ürünü” olduklarını belirtirken de, o, “kimlikler”in toplumsal gelişme ile dinamik bağını görmüş gibidir.
Ne var ki, kimliklerin toplumsal gelişmenin dinamiği ile bağını bir biçimde de olsa kuran Bal, iş somut duruma; etnik kimlik(ler) ve ulus(lar) sorununun Kürt sorunu bağlamında tartışılmasına gelince, doç. Şeker’in tariflediği “nesep”lere göre tutumuna ayar vererek, geleneğe uygun şekilde yerli yerine yerleşmekte ve “ilişkili olunan çoğrafi alan genişledikçe kimlik içinde bir hiyerarşik ilişki meydana gelir” diye, deyiş yerinde ise, ahkam kesmektedir. Ona göre de, “halihazırda içinde bulunduğumuz küresel dünyada, hepimizin sahip olduğu çoklu kimliklerden ‘en kapsayıcı olanı’ ön plana çıkarma eğiliminde olmamız, üst/çatı kimliklerin artan öneminin göstergelerinden” biridir.
Profesör Bal’ı bunca “bilimsel” çabaya yönelten asıl neden, öyle anlaşılıyor ki, Türk “üst/çatı kimliği”nin “kapsayıcılığı”na inanç getirilmesine yardımcı olmakmış. Osmanlı kimliğini, “içerisinde birçok farklı etnik ve dini grubu barındıran ve ulusal kavramından farklı olan ‘millet’ kavramını öne çıkaran bir ‘üst kimlik” olarak tarif eden Bal, “Türkiye Cumhuriyeti’nde de bu anlayışın devam ettiğini ve Türk kimliğinin anlam olarak tek bir etnik gruba indirgenmediğini” ileri sürüyor. Bu iddiasında yalnız olmadığını, “sol”cu Ataol Behramoğlu’ndan Başbakan Erdoğan’a, oradan da CHP’nin şoven Türkçüleriyle Taha Akyol gibi muhafazakar-liberal yazarlara kadar geniş bir cephede yer alanların aktüel olarak sürdürdükleri aynı merkezli vaazlara bakarak söyleyebiliriz. Bal, bu savunuyu, Şener Aktürk’ün makalesine atıfta bulunarak kanıtlamaya çalışarak da, onunla ve derginin aynı görüşteki diğer yazarlarıyla birleşmektedir. İhsan Bal’a göre, “Osmanlı çatı kimliği”nin “bir parçası olan gruplar”, “Türk çatı kimliği”ne de dahil edilmişlerdir ve bu da “kimlik algısında dini bağların (Müslümanlığın) etnik kökenin önüne geçtiğini göstermektedir.” İhsan Bal’ın kendi kurgusunu gerçek yerine ikame ederek vardığı sonuç ise; “Türk tanımının etnik bir kimlikle açıklanmaması”; Türkiye Cumhuriyetine “soy ve din farkı gözetmeksizin vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese Türk denir, Türk milleti farklı etnik, dinsel, mezhepsel ve diğer kimliklere sahip tüm vatandaşlardan oluşur” yönündeki geleneksel Türkçü görüşe uygun bir Anayasal tanımlanmanın yerinde olacağıdır! Bal, Türk kimliğinin “Arap, Arnavut, Boşnak, Kürt, Laz gibi alt kimlik ifade eden kategorilerle bir arada kullanma tutumu”nu da reddetmekte ve bunun Türk kimliğinin “bütün bu grupları kapsayan üst kimlik değil, onlarla birlikte Türkiye’de yaşayan bir etnik grubu kasteder” hale geleceğini; bunun ise kabul edilemeyeceğini belirtmektedir.
Türkiye’nin “kimlikler sorunu”na bu yaklaşım, savunu gerekçeleri ya da gerekçelendirilmesiyle hem farklı “etnik ve dini kimlikler”in gelişim süreci ve gerçekliğiyle, hem de gerçekleşebilir demokratik bir çözümle aykırılık içindedir. Osmanlı “çatı kimliği”nden Türk “çadır kimliği”ne/“baskın ya da üst kimliğe” geçişle bir çözüm olabilseydi, Cumhuriyet Türkiyesi’nin 80 yılı aşkın süredir uygulamakta olup gerçekleştirmeye çalıştığı eritme/asimilasyon politikası çözümü zaten sağlamış olurdu. Osmanlı İmparatorluğu’nun idari sistemini, isteyen(ler), Padişah otoritesine sığınarak ve “han”lık anlayışıyla bir tür “çatı kimlik” olarak alabilirler. Ama o günün koşulları yaşanıyormuş gibi, sözüm ona aynı anlayışla hareket ederek ve yine sözüm ona İslam kimliğinde birleşmeyi vaaz ederek, bugünün modern kapitalist Türkiyesi’ndeki Kürt ulus sorununu, Alevilerin baskıyla asimile edilmek istenmeleri politikasına çözüm bulduklarını sananlar, en hafifinden abesle iştigal ediyorlar. Prof. Bal’ın söylemi de, bu bakımdan haylice eskimiş, ancak varislerce yeni versiyonlar halinde süslenerek aktüelleştirilmek istenen bir spekülasyondan ibarettir.

B-f) ESKİMİŞ BİR SÖYLEM: “ÜST KİMLİK-ALT KİMLİK”
İhsan Bal, “üst kimlik/alt kimlik” söylemini yinelemekten başka bir şey söylemiş olmuyor. Bütün söylediğinden çıkan sonuç, Türk kimliğinin “tarihi ve kültürel bir alt yapıdan beslenen kapsayıcı bir çatı kimlik” olduğudur. Yazar, aile, okul, devlet kurumlarınca sürdürülen eğitimle sağlanan “baskın kimlik” bilincini de beslemek üzere sürdürülen ulusal baskı ve ayrımcılık politikasının yön verdiği burjuva araştırma kurumlarının yaptığı “anket verileri”nden hareketle, farklı etnik ve dini kimliklere mensup insanların “yüzde 80’i bir üst kimlik olarak Türklüğü benimsemektedir” iddiasıyla da bilimsel alanın dışına düşmekte, devletçi asimilasyon ve ayrımcılığın ürünlerini gerçeklerin yerine ikame etmektedir. Bu veri(ler) doğru kabul edilse dahi, ülkede kendini Türk olarak görmeyen, görmediğini de açıkça ilan etmekten kaçınmayan, dahası kendi ulusal kimliğinin ve bununla bağlı ulusal taleplerinin kabulü için mücadele yürüten Kürtler başta olmak üzere, farklı “gruplar”ın varlığı, ulusal-etnik kimlikler sorunu tartışmasında, görmezden gelinemeyecek kadar somut ve aktüeldir. Yazar, bu gerçeklere karşın ve farklı olanların, yüzde 20 gibi, gerçekte olduklarından çok çok daha düşük oranda olsalar bile, farklılıklarıyla hak mücadelesinde olduklarını görmezden gelerek, herkesi Türk “üst kimliği” içinde birleşmeye sözüm ona iknaya çalışırken, Kürtlere ve Alevilere yönelik asimilasyon politikalarının farkındadır ve bunun “ciddi bir takım sorunlara sebep olmuş” olduğundan bahisle, “etnik Türklük vurgusu”nun “Türk çatı kimliğine” tepki yönelmesine yol açtığını; bunun için de, bugün yapılması gerekenin “alt kimlikleri yok saymayan bir üst kimlik” tesisi olduğunu savunmaktadır. “Çerkez kökenli Türk ya da Makedon kökenli Türk tanımlanmasında, adı geçen etnisitelerin Türklüğü bir tehdit olarak görmemeleri”ni veri alan yazar, “Kürt kökenli Türk” tanımlanmasıyla da “Kürt vatandaşların kimliklerine zarar gelmeyeceğinden emin oldukları” bir zeminin yaratılmasını salık vermektedir! Bal’ın söyleminde, Başbakan’ın “hepimiz bir milletiz; ne dedik, Tek millet dedik” nakaratı dile geliyor gibidir!
“Kimlik sorunu”/sorunlarının çözümü için asgari gerekliliğin hakim sınıf ve politik-askeri ve diğer tüm temsilcilerinin siyasal baskı ve inkarcı-asimilasyoncu politikalarının son bulması; “tehditten arındırılmış demokratik zemin”in oluşturulması olduğu doğrudur. Bunun gerekliliği ise, ulusal tam hak eşitliğinin Kürtler için tüm unsurları ile tesis edilmesi, Arap, Zaza ulusal toplulukların dil, kültür ve diğer alanlardaki baskıdan arındırılmış bu zemin üzerinde serbestçe gelişiminin önündeki engellerin kaldırılması, devletin dinden, dini kurumların okuldan ellerini çekmesi; dinin devlet eliyle topluma dayatılmasına son verilmesi, eğitimin dini ideolojinin yaptırımlarının alanı olmaktan çıkarılarak, bilimsel, demokratik ve her kademede parasız hale getirilmesi şarttır. Ulusal baskı ve ayrımın tümden kaldırılması ise, kapitalist sömürü, rekabet ve baskının tasfiyesini gerektirmektedir. Bunların ise, işçi sınıfı ve halkların mücadelesiyle dolaysız bağlı olduğu, toplumlar tarihinin en öğretici dersidir.
Bu bakımdan, yukarıda ortaya konan ve  “çözüm sağlayacağı” varsayılan “çatı kimliği (Türklük)- alt kimlikler (Kürt, Arap, Zaza, Laz, vs)” yaklaşımı birçok açıdan sorunlu olup, başlıca iki yönden, toplumsal-siyasal ve kültürel gerçekliğe  aykırı düşmektedir. İlkin, Türkiye’de bir Çerkez ve Makedon sorunu yoktur. Ama bir Kürt sorunu vardır ve çözümü şart koşmaktadır. İkinci olarak, ‘etnik’ ya da ‘dini-mezhepsel köken’e işaretle Kürt ve Alevi sorununun çözümü mümkün olmayıp, bu iki ayrı sorun bir tek potaya konamaz farklılıklar göstermektedir. Ulusal sorun ile dinsel-mezhepsel sorunların Türkiye topraklarındaki birlikte ya da bir arada gündem oluşturmasının nedeni, bu her iki alanda da baskıyla sindirme, asimilasyon ve hak yoksunluğunun dayatılması; ulusal ve mezhepsel farklılıkların, “baskın/çatı kimlik” olarak tahakküm eden Türklük ve Sünni-Hanefi Müslümanlık tarafından ve devlet eliyle ilkin yok sayılmaları, sonra da asimile edilerek eritilmek istenmeleridir. Buna karşın, bu iki sorun farklıdır; Türk Alevi olduğu gibi, Kürt Alevi, Zaza Alevi de vardır ve uluslar, Şener Aktürk, Fatih Şeker ve İhsan Bal’ın ileri sürdükleri üzere, din ya da mezhep “ortaklığı”-aynılığı tarafından belirlenmezler. Bu yazarlar, kendilerinin “millet” tarifine uygun düşecek şekilde dini inancı temel “kimlik” belirleyeni düzeyine çıkarmaktadırlar. Türkiye Günlüğü yazarlarının, bu tanım gereği, sayıları günümüzde ve uluslararası alanda bir milyarın üzerine çıkan “ateistler”i hiçbir “millet”e/ulusa dahil görmemeleri gerekir ve bu da nesnel gerçeklere karşıt bir tutum olacaktır.
Profesör Bal, “en makul ve mümkün seçenek” olarak, “Türklüğün bir milli/ulusal kimlik” olarak benimsenmesi ve buna bağlanan ve fakat ayrı da olan “etnik, dini, bölgesel ve diğer kimlikler”in de olabileceğinin devletçe bilinmesiyle, buna uygun düşen bazı iyileştirmelerin yapılmasını göstermektedir. Ona göre, herkesin “Türklüğü ulusal kimlik olarak kabullendiği” koşullarda, “Arap Türk, Laz Türk, Kürt Türk, Zaza Türk” olarak anılmanın bir mahsuru bulunmayacak, sorun da böylece çözüm bulmuş olacaktır! Aktürk ve Bal, “üst kimlik-alt kimlik” durağına gelmiş, orada “çözüm”e bayrak sallamaktadırlar!
* * *
“Türk ulusal kimliği”nin, etnik köken (Türk) ve dini inanç (Müslüman, Sunni-Hanefi) temelinde tarif edilip “inşa edildiği” tarihsel bir vakıadır. Siyasi, kültürel, ırki açıdan dini-ırki bir tanımlama. M. Kemal’in Türk kurtuluş Savaşı bağlamında ve işgal güçlerine karşı pragmatik “Anasır-ı İslamiye” söylemine karşın, Türkiye Cumhuriyeti, “Türkçe konuşan ve Türk gibi davranan gayrimüslimleri içinde eritebilen kültürel bir Türklük tanımı”nı esas alıyordu.  Yukarıdaki bölümlerde, bu anlayışın Fatih Şeker tarafından farklı etnik kesimlerin “devletin içinde erime” istem ve davetini, İslami referanslara dayanarak ileri sürdüğünden söz etmiştik. Osmanlı ve Türk devletlerinin “İslam” esası üzerine şekillendiklerini ileri sürenler, Müslüman Kürtlerin ve Müslüman Arapların, nasıl oluyor da bu politikaların ve onu temsil eden devletlerin hedefine girdikleri, on yıllar boyu baskı ve asimilasyonla “devletin ve Türk ulus kimliği”nin içinde eritilmeye çalışıldığını açıklayamamışlardır. Bu konuda en ileriden söyledikleri, Türk ‚’unsur’ dışındakilerin asimile edilmeye çalışıldığıdır. Ama bu kadarı dahi “İslam milleti” söylem ve iddialarını yalanlamaya yeterlidir. Asimilasyon politikalarının Kürtler, Araplar, Zazalar şahsında başarısızlığı, o günden bugüne izlenen şovenist, Türk milliyetçi ve Sünni-Hanefi İslamcılığın devletin başlıca kültürel, politik ve sosyal “renklerini” oluşturduğu gerçeğini değiştirmiyor ve Türkiye Günlüğü yazarlarının da desteğini alan iktidardaki sermaye gücü AKP, Türk milliyetçiliğinin İslamist türünü çok daha derinlikli şekliyle sahiplenmiş bulunuyor. Bu tür bir milliyetçiliği, İslamist ya da popüler söylemde aktüel durumda tutulmaya özen gösterildiği üzere, Müslüman milliyetçiliği olarak nitelemek, gerçeğe aykırı düşmeyecektir.
Osmanlı millet sistemine onca övgünün nedeni, Müslüman olmayanların Müslüman olanlarla “eşit vatandaş olmaları” değil, “Millet-i hakime” çerçevesinde ümmeti oluşturanların diğerleriyle eşitsizliğine dayanan bir sistem olmasıydı.  Bugünün İslamist Türk milliyetçilerinin Kürtler ve Alevilere ilişkin politikalarının Sünni Türk muhafazakarlığını; “Türklük üst kimliği”nde “eritilme”yi bir çözüm olarak görüyor olmasının Osmanlı’yı referans alması, kapitalist Türkiye’nin, feodal askeri İmparatorluğun koşullarıyla kıyas kabul etmez gerçekliği nedeniyle de dayanaksızdır.
Osmanlı geçmişine özenen Müslüman Türk milliyetçiliği, uygulanan devlet-hükümet politikalarından da yararlanarak hızlı şekilde pazar payını genişleten ve üst sıralara yükselen, kozmopolit “İslami burjuvazi”den de güç alarak, Kürtler ve Aleviler gibi büyük nüfuslu ulusal ve dinsel-mezhepsel farklı “kimlikler”e ve çeşitli diğer azınlıklara yönelik ayrımcı-asimilasyonist politikayı, “Türk üst/çatı/çadır kimliği” formülasyonuyla sürdürmekten yanadır. Ulus(lar) ve dini-mezhebi “kimlikler” sorununa kavmiyetçi-ümmetçi “millet” anlayışı çerçevesinde getirdikleri sözüm ona “çözüm”ün bağlandığı hedef de aynıdır. “Türkiye vatandaşlığı” ve “Türk üst kimliği” formülasyonları ile yeniden başa dönmüş oluyoruz. Ama bu çözüme değil, çözümsüzlüğe varış noktasıdır ve “buhran”ın devamını kabullenmektir. Türkiye Günlüğü ve yazarları, “buhran” üreten kaynağın dışına çıkmış değillerdir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑