“Kimlikler” sorununa İslamcı-Türkçü yaklaşımın açmazı üzerine bir irdeleme

Kürt sorunu ya da Kürtlerin durumu ve ‘dahili bulundukları devletler ile ilişkilerinin nasıl bir seyir izleyeceği’ sorusu Türkiye Cumhuriyeti’nin yanı sıra İran, Irak ve Suriye gibi komşu ülkelerin de gündeminde olmaya devam ediyor. Bölge ülkeleriyle ilişkileri üzerinden bölgesel bir sorun olmaktan çıkarak, geçmişe kıyasla uluslararası pazar kavgalarına daha fazla bağlanan Kürt sorununun –ve çözümünün– aynı nedenle uluslararası özelliği daha belirgin hale gelmiştir. Kürt sorununa aktüel ilgi artışı ise, yalnızca Irak’ta bir “Federe Kürdistan Bölgesel Yönetimi”nin oluşturulmuş olması nedeniyle değil, son otuz yıldır Türkiye Kürtlerinin ulusal hak eşitliği talebiyle sürdürdükleri mücadelenin kazandığı düzey ve etki nedeniyle de bağlıdır. Bunlara, şimdi bir de, Suriye Kürdistanı’ndaki mücadelenin yeni bir aşamaya ilerleyişi ve özerkleşme de eklenmiş bulunmaktadır. İlişkili/ilgili bütün devlet, hükümet, parti, örgüt, vb.’nin yanı sıra halkların da gündeminde, Kürt sorunu şu ya da bu düzeyde yer alıyor.
Bu durum, sorun üzerine; özellikle de “sorunun çözümü” üzerine tartışmaların hemen tüm sınıflar ve onları şu ya da bu ölçekte temsil eden siyasal ve ideolojik kurum, parti ve örgütlenmeler çephesinden sürdürülmesine yol açıyor. “Tartışmalar” kapsamında gündeme getirilen, esas olarak da sermaye, devlet ve hükümet cephesinden politikacı ve yazarlarca takviye edilerek etkisi artırılmak istenen görüş, bu sorunun “uzak düşmeyen bir zaman içinde hükümet eliyle çözüleceğidir”! Bu görüş, bizatihi sorunun nedenleri arasında bulunan ve ona kaynaklık eden politika ve anlayışların makyajlanarak yinelenmesini içerdiği halde; bir  “çözüm” olarak sunuluyor ve “çözüleceği” beklentisi sürsün isteniyor. Kürt mücadelesinin katettiği mesafe karşısında inandırıcılığını önemli oranda yitirmekle birlikte, hala devam eden bir beklenti de oluşturulmuş; ülkede, bölgede ve uluslararası alanda yaşanan çok boyutlu gelişmelerin bir çözüm ihtiyacını dayatır hale gelmesine paralel olarak bu beklentinin güçlendirilmesi ve sorunun saptırılması girişimleri de yoğunlaştırılmıştır.
Bu konuda, tümü de sermaye cephesinde yer alan, o cepheden tartışmalara katılan başlıca üç “Türkçü” akımdan söz etmek mümkündür: Bunlar, a-) Aydınlık-MHP, Sözcü gazetesi çevresi ve CHP’nin “ulusalcı kanadı” tarafından temsil edilen tümüyle retçiler; b-) sorunun kimi reformist iyileştirmelerle “çözülebileceği” beklentisindeki liberaller ve c-) “İslami Türkçü” sentez etrafında “din kardeşliği”ni çözüm gösteren “ümmetçi” muhafazakar parti ve çevrelerdir. Bu üç kesim arasına kesin sınırlar çekmek mümkün olmamakla birlikte, ikinci ve üçüncü kesimlerin “uzlaşı noktaları”nın daha fazla olduğu söylenebilir.
Makalemizin konusunu, muhafazakar milliyetçi bu “üçüncü odak”tan bazı akademisyen yazarların görüşleri oluşturuyor. Bu görüşlerin sözcülüğünü yürüten yayın organlarından biri de “Türkiye Günlüğü” dergisidir. Dergi, 114. sayısını bu konuya ayırmış bulunuyor. Osmanlı tarihine göndermelerle “Türklük”ün “etnik tek kimlik” üzerinden oluşturulmadığını ileri süren ve bir tarih tartışmasını da yeniden gündeme getiren İslamist-Türkçü yazarların Kürt sorununu “tek millet, tek vatan, tek devlet ve tek din” formülasyonunda anlam yitimine sürükleme ve fakat din, dil ve etnik köken gerçekliklerini de reddetmeksizin sözüm ona çözüm formülasyonları, günümüz iktidar güçlerinin “kimlik kodları”yla uyumlu olup, yazarlar, “yüzde doksan dokuzu Müslüman Türkiye”nin tüm farklı “etnik ve dini kimlik”lerden topluluklarını (“Türk, Kürt, Zaza, Arap, Çerkez, Laz, Boşnak vb, vs.”) “İslami Türk çatı” altında ve adlarını inkardan gelmeksizin “Türk üst kimliği”nde “birleştirme”yi(!) “herkesin olan cumhuriyet” idaresinde biraradalığını sağlamayı “mutlu bir çözüm”ün koşulu gösterip propaganda ediyorlar.
Söz konusu dergi tüm bir sayısını bu konuya ayırmış bulunuyor. Ancak biz, burada, bu makalelerden sadece üçü üzerinde duracağız. Burada görüşlerini irdeleyeceğimiz yazarlar, şoven milliyetçi görüşleri(ni) “bilimsel analiz” iddiasıyla ortaya koyarlarken, tarihsel gelişmeleri ters yüz eden bir yaklaşım içindedirler. Makalelerini başlıca bu iki ana özelliği yönünden ele alacağız. Belirtilmesi gereken ikinci nokta ise, görüşlerinin ortak paydasına rağmen aralarında bazı nüans farklılıklarının da olduğunu gördüğümüz yazarların her birine ayrı bir alt başlık açma ihtiyacı duyulduğudur.

A-) FATİH M. ŞEKER VE HAKİM ULUSA HAKİMİYET “HAKKI” TEORİSİ

Türkiye Günlüğü’nün 114. Sayısında Doç. Dr. Fatih M. Şeker , “Millet-i Hakime Fikri Ertafında Osmanlı Asabiyetini Oluşturan Unsurlar” başlığıyla kaleme aldığı makalesinde, “Osmanlı Asabiyeti”ni oluşturan ve kabullenen “unsurlar”ın birleştirici özelliğinden söz ederken, “hem dine giden hem de milli vicdana doğru yönelen, tarihi ve hayatı yeni bir senteze büründüren ve ömürleri boyunca tek bir düşüncenin adamı olmaya çalışan… adamlar”ın –örneğin Gazali– etnik menşe itibariyle nereye nispet edilirlerse edilsinler; fikriyat, hissiyat ve zikriyat itibariyle” güç ve kudret sahibi ve kaynağını “hami” sayıp bağlanmalarından hareketle, Selçuklu Devleti’nden Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerine, “hilafeti muhafaza edecek vasıflarla cihada hayat verecek potansiyelin Türklerde mevcut olduğuna” inandıklarını belirterek, bugüne zemin oluşturacak göndermelerde bulunuyor. Şeker, makalesinde, devşirilmeye hem özel bir yer ayırıyor, hem de “hakim millet” yararına övgüyle öykülendiriyor.  Kürt, Acem, Ermeni, Rum etnik kökenli “unsurlar”ın Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeki devşirilmesinden hareketle, “Türk Cumhuriyeti” altında ve “İslami birlik” temelinde yeniden güçlü bir “asabiyet” içinde birleşilmesini salık veriyor. Yazara göre, örneğin, “Osmanlı olmanın ırki değil kültürel bir şey olduğu ve hangi etnik kökenden gelirse gelsin aslolanın devlete ve hayata istikamet veren realiteler içinde erimek olduğu” bilincine varanlar doğru yolu bulmuşlardır. Şeker, Hıristiyan inancından gelen ve Osmanlı tarafından devşirilen ve sadrazamlığa kadar yükselen Sokullu Mehmet Paşa’yı buna en önemli örneklerden biri olarak gösteriyor ve bugün için “emsal olsun” istiyor.
“Cihad”ı İslamın koşulu ve onu da “Türk”ün “hasletlerinden biri” sayarak, “Cihad potansiyeli”ne sahip Türk unsurun hakim millet “hakkı”nı teorileştirmeye girişen akademisyen yazar, söz konusu dergide bollukla bulunabilecek diğer yazarların ileri sürdükleriyle birlikte “Türkçü tarih tezi”ni “İslami” giysi ile daha sıkıca sarıp sarmalayarak, ona yeni dayanaklar oluşturmaya çalışıyor. Doç. Dr. Şeker, “İslam Milleti”nin “önce Selçuklu sonra Osmanlı Türkleri sayesinde ‘tecdid-i satvet ve kuvvet’ eylemiş” olduğundan söz ederek, “Türkler hızını nasıl Müslümanlıktan alırsa, İslam dünyası da hızını Türklerden alır” diye, tarihi gerçekleri de ters yüz ederek, tüm Ortadoğu-Asya tarihini Türk(ler) yararına yorumlayan bir anlayış sergiliyor.
Arapça, Acemce ağırlıklı bir literatüre özen gösteren Fatih M.Şeker, “Türk ve İslam unsuru”na Nuh’tan Adem’e geriye giderek, oradan “Hz. Muhammed” zamanına, hayali zaman tünelinden ilerleyerek, Ortaçağ’ın Arabistan çöllerine geçiş yaparak dayanaklar bulmaya; “nübüvvet”leri yardıma çağırmaya; sonra da “Osmanlı’nın çocuğu Cumhuriyet”e atlayarak, onu da benzeri hurafeler üzerinden İslami kimliğe sözüm ona yeniden kazanmak üzere “çırpınıp” duruyor! Ona göre; “din-i İslam’ın yegane hamisi olan Osmanlı siyasi iradesi”ne itaat nasıl “farz” idiyse ve “perspektifi belirleyen kıymetler çetveli bu olduğuna göre Osmanlı’nın çocuğu olan Cumhuriyet’in de ufkunu tayin edebilecek potansiyel ve aktüel imkanlar manzumesi orada toplanır”  olduğundan, Cumhuriyet’in de ona benzeşmesi, dönüşmesi esas alınmalıdır!
Yazarın anlayışı açısından a-) devlete itaat “farz” ve fakat devletin İslami olması da bir gereklilik, hatta şarttır!; b-) “Osmanlının çocuğu Cumhuriyet”, her ne kadar kuruluşunda olmadıysa da, bugün artık İslami temelde yeniden inşa olunmalıdır.
“Türk milletinin tarihte yarattığı en büyük devlet olan Osmanlı” için “kurucu asli unsur”un Türk, “yapıcı ve inşa edici unsur”un İslamiyet olduğunu ileri süren yazar, “her zaman halis muhlis Türk olduğunu söyleyen” Evliya Çelebi’yi; Türkleri “anasır-ı asliye” olarak tarif eden A. Cevdet Paşa’yı, Keçizade Fuat Paşa ve A. Haşim gibilerinin Kürtleri, Acemleri, Arapları, Arnavut, Ermeni ve Rumları aşağılayıcı görüşlerini de referans almaktadır. Yazarın kavram ve kelime karmaşası içinde salık verdiği ise, makalesinin devamında ve özellikle de Kürt sorunu üzerine tartışmalar ve izlenen politikalara ilişkin görüşlerini ortaya koyarken daha açık şekilde açıkladığı üzere, “muhtelif etnik unsurların devletin varlığında kendilerini eritmeleri”; Türk “kurucu unsur” ve “yapıcı ve inşa edici” İslam’da birleşmeleridir. Şeker, hem İslami ve hem de Türk olan devlet içinde; “devletin varlığında erime” kabul edildiğinde, “muhtelif etnik unsurların” bir sorununun da kalmayacağı iddiasındadır ve bu iddiasına kanıt olarak Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki farklı etnik ve dini “kimlik”lerin durumunu göstermektedir. Ona göre, “Türk kelimesinde olduğu gibi Osmanlı kelimesini de ırki bir izaha tabi tutmak mümkün değildir.”
Fatih M. Şeker’in istediği “erime”, itaat merkezlidir; zira Şeker, devleti, “tüm bir millet”in “milli ve dini” iradesiyle özdeş görmekte, onu “ilahi” bir zırh ile de korumaya almaktadır. “Osmanlı’nın çocuğu Cumhuriyet” devletinin günümüzde büyük sermayenin işçi sınıfı ve kent-kır emekçilerinin başı üzerinde “boza pişiren” bir baskı ve hakimiyet örgütlenmesi/kurumlaşması olduğu; İslam dininden ya da başka inanç grup ve kesimlerinden olsunlar, tüm halk kitlelerinin yaşamının her alanına baskıyla müdahale gücü olarak ‘işlediği’; uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin Türkiye’ye yönelik ve halka karşı politikalarının aleti olduğu vb., yazarın ilgi alanı dışındadır. Buna karşın o, din-i İslam ile devlet arasındaki bağı devlete itaat ve devlet içinde “erime” için yeterli saymaktadır. “Devşirilme”-“erime” ve “biat” yazarın “iman” merkezli anlayışında belirleyici öneme sahiptir(ler). Türklüğü, her etnik kökenden insanın içinde “eriyeceği/eritileceği” bir “kimlik” olarak göstermek isteyen biri için “birleştirici” özelliğinden söz etmek herhangi bir sakınca oluşturmaz! Osmanlı ve Türk devletlerinin devşirmeci-asimilasyoncu geleneğinden hareketle, bu politikanın hakim olma koşullarından biri olarak benimsenip uygulandığından bahisle tarihi gerçekliklere göndermelerde bulunmak, tarih yazıcılığında bir yol olabilir!
Ancak yazarın sorunu farklıdır; o tüm bunları “ulviyet” kapsamında görmektedir. Türk’ü Müslümanlık, Müslümanlığı Türklük ile ihya eden yazara göre, esas olan, “devlete ve hayata istikamet veren realiteler içinde erimek”tir. Bu görüşünü dini telkinler yardımıyla kuvvete erdirmek isteyen yazar, hakim “realite”ye boyun eğişi ve onun “içinde erime”yi kutsarken, maddi toplumsal gerçeklere karşı bir tutum içindedir. Buna uygun olarak, o, örneğin “Türk gibi düşünmenin ehemmiyeti”ne vurgu yaparken ve Osmanlıları “ırken bir cinsten olmasa da kalben birlik olmuş bir millet” olarak tarif ederken de, iktisadi sosyal hayatın ve politik yönetim, baskı ve tüm öteki maddi ilişkilerin alanı dışında tasavvur ettiği bir “maneviyat”ın sözcüsüdür!
Ancak bu “maneviyat”, sadece bugünün kapitalist Cumhuriyet’inde değil, Osmanlı koşullarında da param parçadır! “Kalbi birlik”in hanedanın kendi içinde ve sarayında dahi bulunmadığı tarihin gerçeğidir. Evlat-kardeş katliamını “vacip” sayan kanunnameleri kayda geçmiştir ve “Osmanlı’da oyun çoktur”!
“Türk gibi düşünmenin ehemniyeti”nden söz etmek için ise, kişinin “Türk”ü bir tek kişi gibi “yek vücud” olarak tarif etmesi gerekir ki, bunun gerçek hayatta bir karşılığı yoktur. Düşünme ve düşünüş, insanın içinde yaşadığı iktisadi-toplumsal koşullardan; üretim süreci içinde tuttuğu yerden, mensubu bulunduğu sınıf, kesim, çevreden, diğer sınıflarla, devlet ve hükümet(ler)le ilişkilerinden ya da tersinden söylenirse, onların etki alanlarından bağımsız değildir. “Türk”, bir Türk işçisi olarak mı düşünecektir, yoksa bir Türk sermayedarı, kapitalisti olarak mı? Yazarın formülünde buna yanıt yoktur. Bunun yerine, “istenen”-tahayyül edilen “yek vücud Türk!” vardır. Bu varsayım ve istemin somut ve gerçek karşılığı bulunmuyor.
Şeker’in “İslami İlimler” öğretilisi olması, onun, “göksel Tanrı’ya biat” kültünü devletler, imparatorluklar, hükümetler gibi insan tarafından teşkil edilen yönetim mekanizmalarına biata adapte ederek, yönetilenlere görev olarak koymasını haklı çıkarmaz. Sorgulamasız şekilde tabi olup boyun eğmeyi salık veren düşünce ve önermelerin, toplumsal yaşamın maddi gerçeklerini göz ardı etme gibi esaslı bir problemi bulunuyor. Ancak, yazar açısından, feodal imparatorluklar devri olsun, kapitalizm koşulları olsun, toplumların sınıflara ayrılması, sınıf mücadeleleri gibi nesnel-maddi olguların ve bir adım daha atarak söylenirse, akli işlevlerin hem fazla bir anlamı yoktur, hem de bu toplumsal insan hallerinin, örnek olsun “erime” ve “biat etme”ye itirazı da  içermesi, zaten düşünülemez(dir)! Yazar, çünkü, güce biat etmeyi ve hatta onun içinde “erime”yi “farz”sayan bir düşünce ‘ekolü’nü izlemektedir.

A-a) OSMANLI İSLAM’I TÜM ETNİK TOPLULUKLARI “YEK VÜCUD” MU ETMİŞTİ?
Osmanlı hanedanı için “can feda etme”nin kavmi ve dini açıdan “vacip” ve İmparatorluk bünyesinde “asıl kuvveti oluşturan Türkler’in kadrinin ve mikdarının diğer kavimlere nispetle büyük bilinmesi”nin tabiî olduğunu belirten Doç. Şeker, “Osmanlı’da Arab, Kürd, Arnavud ve Boşnak kavimlerini yek-vücud eden taraf” olarak “vahdet-i İslam”ı gösteriyor.
Osmanlı, evet “çok etnili”, çok dinli bir İmparatorluk idi. İmparatorluğun özellikle yükseliş dönemlerinde; Bizans İmparatorluğu ve Selçuklu Devleti gibi önceki devletlerin çöküşü, feodal-askeri Osmanlı merkezi sistemi ve bağlı beylikler, bir tür “otonom” bölgeler üzerinden bir düzenin sağlanmış olması parlak bir etki yaratıyor, “aşağı tabakalar”dan insanların ilgisine “mazhar oluyor”du. Bu durumu “Osmanlı İslam milleti”ne bağlamak ise, İmparatorluğun toplumsal gerçekliğiyle bağdaşmazdır. Osmanlı aristokrasisinin “etrak-ı bi idrak” olarak aşağıladığı Türkmen etnik unsurun yanı sıra Arap, Kürt, Rum, Ermeni, Yahudi, Arnavut, Bulgar kavim, aşiret ve toplulukları imparatorluk toprakları/sınırları içinde, bazıları süreç içinde otonom bir yaşam da sürdürerek yer aldılar. Yavuz Selim’in Çaldıran “Zaferi” sonucunda Halifeliğin Osmanlı yönetiminin eline geçmesiyle birlikte İslam unsuru giderek artan bir ağırlık kazandı. İslam dininin Osmanlı idare sisteminde kazandığı etkin rolün farklı etnik kesimlerden Müslümanları “birleştirici” bir işlev gördüğü ve yazarın deyişi ile “Osmanlının çocuğu Cumhuriyet”in kuruluş sürecinde de “birleştirici unsur” işleviyle yüklü olduğu da söylenebilir. Osmanlı, özellikle yükselişi döneminde, yeni toprakların fethi üzerinden genişlemesi ve yeni “unsurlar”ın katılımıyla, farklı etnik kavim ve dinlerden “unsurlar”ı, denebilir ki, daha zengin şekilde kapsamıştır.  İmparatorluk koşullarında farklı dini-etnik topluluklara belirli bir “özerklik” verilmesi, İmparatorluğu devam ettirmek açısından yine nesnel durum ve koşulların gereklilik haline getirdiği, kolaylaştırıcı bir uygulamaydı. Ortadoks Patriği, Ermeni Piskoposluğu vb. Müslüman olmayan toplulukların dini kurumlarının varlığını sağlayan da, aynı durum ve ihtiyaçlardı.
Ancak F. M. Şeker, yukarıda belirtilen gelişme, ilişkiler ve uygulamalardan İslam ve Osmanlı’ya dair genellemelere geçerek, olguların yanı sıra tarihsel olay ve gelişmeleri de farklı göstermeye yöneliyor. İslam dininin farklı etnik kökenlerden Müslümanlar için birleştirici rolünden, Türkmenlerle Müslümanlık arasında dolaysız paralellikler kurup, İslamı, “tüm etnik unsurları birleştirici” payda olarak göstermeye çalışıyor. Bununla da kalmayıp, bu durumu, Cumhuriyet dönemine dek uzatıyor. Oysa biliyoruz ki, İslam dinini benimseyen farklı etnik “unsurlar”ın birliği, kapitalist gelişmeyle birlikte –ki Türkler ve Kürtler açısından geçikmeli olduğu tarihi gerçekler arasındadır– sarsılmaya/dağılmaya başlamış, bu etnik kökenlere mensup farklı uluslaşmalar ortaya çıkmış, “yek vücud” oldukları ileri sürülen “Arab, Kürd, Arnavud”ların herbiri ayrı ulusal devlet kurma ve ulusal kurtuluş için farklı yönlere yönelmişlerdir. Yazarın deyişiyle söylersek, “bu zaviye”den bakıldığında, farklı kavimlerin birarada tutulduğu/getirildiği, kimilerinin bu birlik içinde eritildiği, ancak bazı başkalarının ise kendi kavimsel ve inançsal farklılığını koruyup sürdürdüğü; nihayetinde bu farklılıklar temeli üzerinde ve kapitalizmin Avrupa’da, Amerika’da ve sonrasında da diğer topraklardaki “tezahürü” sonucu ortaya çıkan uyanışlarla kendi kavimsel geçmişleri üzerinden yeni milletler olarak şekillenip ulusal devletlerinin kavgasına tutuştukları, tarihsel gerçeğin bir diğer yanını oluşturur.  Yazar, “erime”-“eritme” fikriyatı/hissiyatı ve zikriyatı üzerine oturttuğu görüşleri açısından bu durumu “yok sayar” görünmekle birlikte, asıl olarak buna götüren süreç(ler)i; onun en önemli ve başlıca maddi hazırlayıcı unsuru olarak, iktisadi-sosyal değişim ve gelişmeyi; kapitalist gelişmenin toplumların, sınıfların, grupların ve kişilerin yaşamında neden olduğu değişim ve çatışmaları; yeni ulus devletlerin bu zemin üzerinde yükselişini “zaviye” dışı tutmakla açmaza düşüyor.
Fatih M. Şeker, “gaye”sine uygun düşer şekilde, saltanat, hilafet ve “millet”in “Yavuz Sultan Selim Han” tarafından “bir araya getirilişi sayesinde bütün Müslümanları(n) bu İslam devletinin esasını teşkil eden parçalar haline” geldiğini ileri sürerken de, tarihe ve “gerçek”e karşı inkar ve saptırma kürsüsündedir. Realist burjuva yazarların kaleme aldıkları tarih kitaplarında dahi, bütün Müslümanların Osmanlı devleti bünyesinde, onun parçalarını oluşturacak şekilde bir araya gelmedikleri, getirilemediklerine yer verilir. En önemli ve hemen ‘göze çarpar’ örnek Farslar-‘Acem’lerdir. Diğer yandan, İmparatorluk sınırları içindeki Rum, Ermeni “kavimleri”, Hıristiyan ve Musevi toplulukları, yazarın ileri sürdüğü üzere “bir Osmanlı milleti”nin unsurları olmamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu, içinde çok sayıda kavmin; “milliyet ve millet”in yer aldığı, “çok etnisiteli, çok dinli ve mezhepli” bir feodal-askeri imparatorluk olarak, Yunan, Bulgar, Arnavut, Arap, Kürt uluslarının üzerinde şekillenip ortaya çıktıkları topraklara hükmeden bir devlet olmuş, bu zemindeki çelişkili biraradalığın etkenlerden biri olarak rol oynaması nedeniyle de parçalanıp dağılmış ve Türkiye Cumhuriyeti, ancak imparatorluktan geride kalan topraklarda kurulabilmiştir.
Yazar, “Türklerin tamamı”nın “kavmiyet birliği” hesabıyla Osmanlı “hamuru”na katıldığından bahisle, Osmanlı’yı “etnik aidiyet bakımından Türk, dini aidiyet bakımından Müslüman” olarak ilan eder ve “Tefekkür etme tarzı ve dünya görüşü”nün bütün bu “karışımları kendiliğinden problem olmaktan çıkardığı”nı ileri sürerken, bir kez daha toplumsal-tarihsel gerçeği ters yüz edip, farklı dini inanç ve etnik aidiyetlerin esas olarak kendi “varlıkları” ile birlikte imparatorluk bünyesinde yer tuttukları ve herbiri açısından bir tür “otonom yapı” içinde bulundukları gerçeğine göz kapamaktadır. Osmanlı ve Türk “asabiyeti” kapsamında din ve soy birliğinin “çimento” özelliğine iman getirdiği anlaşılan Şeker, halkın “siyasi ve dini hususlarda” ve devlet hesabına “sevk edilmesi”nin dayanağını da buradan göstermektedir.  Ona göre, “Mülk ve asabiyet sahipleri tarafından istihdam edilen zümrelerin istihdam edenlerin nesepleriyle asabiyetleri içinde” yer almaları ve “eski nesepleri ve asabiyetlerinin ortadan kalk(ması)”; tüm bu kesimlerin “hanedanlıkla irtibatları” nedeniyle kazandıkları yeni “nesep ve asabiyet”le “hanedana boyun eğmeyi dini bir gereklilik, ilahi bir emir” olarak görmeleri, izaha ihtiyaç bırakmayacak kesinlikte gerekliliktir!
Yazar açısından, nesnel durum ile öznel niyet ve istekler arasındaki çelişki bir sorun oluşturmuyor. Olmasından yana olduğunu olmuş sayarak, çelişkileri, üstünden atlanacak “ufak tefek aksaklıklar” derekesine indirgiyor ve bir tür sek-sek oyununa baş vuruyor. Ancak, tüm bu eklektizmine rağmen, yazarın, Osmanlı Devleti’nin “kavmiyetlerin realitesini kabul ettiği”ni kabul ettiğini de belirtelim. “Türklerin tamamını” Osmanlı “hamuru” içinde değerlendiren yazarın, Türkmenlerin Osmanlı tarafından hakir görülmesi –ki onların Şii-Alevi ve göçer-konar bir “gelenekten oldukları”, Sünni ‘inancı’ geleneğine uyum göstermedikleri yönünde hayli yaygın bir düşünce vardır– gerçeğini gözardı etmesi de ayrı bir çelişkisidir.
Osmanlı İmparatorluğu’na kutsallık vehmeden ve devlete itaati “ilahi emir” olarak gösteren, bu biat felsefesinin dayanağını “gökler”e çıkaran Şeker’in, görüşlerine baş vurduğu E. Çelebi, Koçi Bey gibi gezgin ve yorumcuların Arnavut, Rum, Ermeni ve Kürtlere yönelik aşağılayıcı görüşlerine karşı herhangi bir itirazının olmayışı, aksine, bu türden görüşleri “devlet içinde erime” ve “hakana bağlılığı dini emir telakki etme” amaçlı olarak aktarması, farklı etnik kimliklerden ve dini-mezhebi inançlardan kesimlerin hak hukuk arayışını ve boyun eğmeme tutumunu ya da “eski nesep”lerine bağlılık gösterek kendi ulusal devlet(ler)ini kurma girişim ve mücadelelerini “soyu fena kısmından” olmaya delalet saydığını gösteriyor. Farklı toplumsal kesimlerin davranışlarının bu türden irdelenmesinin dinsel, mistik ve kaderci bir niyet sunumu ile bağı burada ve yazarın ortaya koşuş tarzında değil sadece, önermelerinin “ruhu”nda da yeşillenmiş durumdadır.

A-b) NUH’A VE ADEM’E BAĞLANAN “EZEL-EBED” TÜRKÇÜ GÖRÜŞ
Fatih M. Şeker, “Osmanlı asabiyetinin merkezi unsuru” olarak aldığı Türklerin tarihini rivayetler yolu ile Nuh’a ve Adem’e kadar geriye götürüyor; tüm insan soyunun “atası” kültünü besleyen hurafe ve söylenceleri kaynak göstererek, görüşünü sözüm ona doğrulamış oluyor. O, örneğin, Kaşgarlı Mahmud’u kaynak göstererek, ondan, Türk isminin “ilahi bir mahiyet taşıdığını, Nuh’un oğullarına Türk ismini Tanrı’nın verdiğini” söyleyecek kadar bilim ve us dışı bir yaklaşımı; bir hurafeyi “kanıt”ları arasına alarak, Türkçü-İslamcı tezi doğrulamaya çalışıyor. Bu “mana”da olmak üzere, yazarın, Yahya Kemal’e baş vurarak formüle ettiği şu satırlar, “fikriyatı ve hissiyatı”nı ortaya koymak açısından çarpıcı bir özellik taşıyor. Şöyle diyor yazar: “Bu manada modernleşme döneminde Yahya Kemal’in şahsında en iyi ifadesini bulan Türk eşittir Müslüman ifadesi, tarihi hakikatin aktüel ifadesinden başka bir şey değildir. Bütün bu mütefekkirler İslam tarih tecrübesini Türk varlığı ile aynileştirirler. Buna göre Türk, İslamın şartlarından birinin de cihad olduğuna inanan, zaman ve mekanın yaratıcısı olduğuna inanılan Sünni Müslümandır.”
Yazar Şeker, tarihsel gelişmelerin ve gerçeklerin hilafına olan değerlendirmelerini doğrulamak için “kanıtları”(!), ancak kendisi gibi nesnel gerçekleri gözardı eden yazarların tanıklığında bulabilirdi. Yahya Kemal, bu ‘minval üzre’ yardıma çağrılıyor. Ancak, yazarın saptırma dışında bir kanıtı yoktur: Türk ve Müslüman eşit ve özdeş alınamayacağı gibi, “İslam tarih tecrübesi” de Türk varlığı ile “aynı” olmamış; onun tecrübesiyle sınırlı kalmamıştır. Yazar, Türk ile Müslümanı; dahası Türk ile Sünni Müslümanı özdeş göstererek, Araplar ve Acemler başta olmak üzere, öteki Müslüman halkların varlığını İslam Türk’e indirgemekte; Cihad’ı “İslam’ın şartı” şeklinde Sünni Müslüman’ın önüne koşul koyarak, günümüzde El Kaide türü fanatik şeriatçı örgütlerin cinayet ve katliamlarının aklanmasına kapı açmaktadır. Atıf yaptığı görüş(ler)e karşı bir itiraz getirmeyen yazarın bunu amaçlayıp amaçlamadığı, üzerine niyet okuması yapılamayacak bir şey olmakla birlikte, yaklaşımı buna açıktır ve yazar şeriatçı bir Türk ajitatörü gibi konuşmaktadır.

A-c) ÇÖZÜM, TÜRK ŞOVENİZMİ VE SÜNNİ-HANEFİ İSLAM’DA MIDIR?

Bir cümleyle söylenirse, yazara göre, evet, çözümün anahtarı buradadır ve hükümet ona sıkı sıkıya sarılmakta “imtina ettiği” için “milli hissiyat”tan uzaklaşmaktadır! Fatih M. Şeker, Osmanlı devleti döneminde “vücud bulan tecrübe”nin “bugünü, haliyle geleceği tayin etmenin imkan ve sınırlarına kendiliğinden sahip” olduğunu söylüyor. “Bugünün ışığında maziyi görmek ne derece lüzumlu ise, mazinin ışığında bugünü görmek de aynı nispette kıymetlidir” diyerek, kendi meşrebince gelişmelerin tarihsel bağlamına işaret eden yazara göre, modernleşme döneminde “hayatın ayarı bozulmuş” ve bağlantılı olarak da, Cumhuriyet, “daha doğuştan bazı meselelere hazır bir tarafa sahip” olagelmiştir. Yazar, “hemen her türlü sesten oluşan dehşetli bir mahşer manzarasına bürünen” modernleşme döneminin, “gölgesinde nefes alınıp verilen ihtiyar çınar”ın devrilmesinin koşullarını hazırlaması, “içinden bir türlü çıkılamayan kuyular haline gelen Tanzimat dönemi” ve “meşruiyetini İlahi bir kaynaktan alan ve her şeye hükmeden hükümdar”ın bu iradesinin Kanun-i Esasi ile devredilmesi gibi gelişmelerle birlikte problemli Cumhuriyet dönemine gelindiğini hikaye ederek, bugüne gelmekte ve “bugün Osmanlılığa tekabül eden Türkiyelilik” ile “yeni bir Tanzimat arayışının eşiğine” gelindiğini belirterek, bugünün Türkiyesi’nin “son dönem Osmanlısı kadar coğrafi, siyasi ve iradi imkanlara ve cömertliğe sahip olup olmadığı” konusundaki ihtiyatını da, Osmanlı’dan yana ağırlıklı övgüyle ortaya koymaktadır.
Bu rastgele bir övgü değildir. Nedenleri, baştan beri aktarılan anlayış “vecheleri”nde görülebilir olan bu yaklaşımın, gidip bağlandığı değil yalnızca, gelip bağlandığı yer de, “yine gadre uğrayan hakim unsur Türkler”dir. Yazar, bu kadar çabayı, “Türkler”i bu “gadr”den kurtarmak “hissiyatı ve fikriyatı” ile göstermiştir. Osmanlı’da ve Cumhuriyet döneminde “vücud bulan tecrübe”ye işaretle, yazar, hakim millet anlayışının devamı için yürüttüğü ideolojik cihadı, Türklerin “gadre uğrayacağı” vaveylasıyla, bir siyasal teyakkuz durumuna çıkarma çabasındadır. “Gadre uğrama”yı, Kürtler ve Kürt sorunu bağlamında ele alan yazar, Kürtlerin, Türk ulusunun sahip olduğu haklarla eşit haklara kavuşmasını “gadr” nedeni sayıyor. Ona göre, “Hadiselere milli bir şekil vermesi gereken kudret, adeta fikirlerinden ve hislerinden vazgeçerek Türk kelimesini ağzından kaçırmamaya özen gösteriyor…” ve diğer yandan, “eşitlik diyenler, hem eşitlik diyorlar, hem de imtiyaz istiyorlar.”(!) Buna karşı yazar, Türk “milli hissiyatı”na çağrı çıkarmaktadır.
“Hadiselere milli bir şekil vermesi gereken kudret”, neredeyse her gün her saat, “tek millet, tek devlet, tek dil” diye nutuk atmayı “fikirleri ve hisleri”nin ölçüsü yapmışken, onu yetersiz görmek, olsa olsa, daha yaman bir şovenist gericilikten yana oluşa işaret eder. Diğer yandan  Fatih M. Şeker, ne türden imtiyaz istendiğini, –bu konuda hançeresini yırtarcasına nutuklar atan Bahçeli’nin, “Ülkü” ve “Alperen Ocakları” mensuplarının nakaratını yinelerken–, ortaya koyma yerine; imtiyaz bir yana; baskı ve boyunduruk altında tutulmasına son verilmesi ve kendi dilini-kültürünü serbestçe geliştirip kullanması önündeki yasakların ortadan kaldırılması istemi dahi kabul görmeyen Kürtlerin bu talebini “imtiyaz istemi” olarak gösterirken, fikri ve zikrini de daha net olarak sergiliyor. Akademisyen kimliğine de sahip olan yazar, “…insanın yaratılışı ve tarihin tam bir eşitliğe razı olamayacağını” düşünüyor ve söylüyor. Sözünü ettiği, her bir birey insanın diğerleriyle fiziki, biyolojik ve diğer bakımlardan “tam bir eşitliğe” sahip olup-olmadığı değildir. O, örneğin kapitalizm ve burjuva sınıf hakimiyeti koşullarında eşitlik ve özgürlüğün göreceli durumundan söz ediyor da değildir. Rekabetin ve tahakküm politikaları ve ayrıcalıklarının dersinden geçmiş birinin tepkisini göstererek, siyasal-hukuksal hak eşitliğini de olmaz ve kabullenilemez gösteriyor. Hükmü şudur ki, “Kürtlerle Türkler tam bir eşitliğe sahip olamazlar, olabileceklerini söyleyenler, tarihe ve insanın ‘yaratılışı’na karşı çıkıyorlar demektir!” Dini doğmaların belirlediği bir akıl yürütme tarzında dahi buna yer olmamak gerekir. Ama yazar Şeker, “beş parmağın beşi bir olmaz!” mekaniğiyle düşünenler gibi, ezilen ulusun ezen ulus burjuvazisinden hak eşitliği talebinde bulunmasıyla ilgili, “eşit olmayanların eşit olmamaları gerekir, aksi egemen olanın haksızlığa uğraması demektir!” kestiriminde bulunuyor.
Millet “kelimesi”ni “dini bir muhtevaya sahip” gören yazar, “Türk ve İslam kelimelerinin muhtevalarını siyasi endişelerle geri plana iten Osmanlılık ve Türkiyelilik” söylemi ve yaklaşımının “hayatiyeti ve mukavemeti artıran bir tılsım” olmaktan çıktığına, “Türk lafzının geriye itildiği”ne inanmakta; bu yaklaşımın devleti “zembereği kırılmış saat” haline getirdiğini; “geçmişten müstağni kalarak geleceği inşa etmeye çalışırken” esasın inkar edildiğini ileri sürmektedir. Yazarın en büyük endişesi ve kendi ifadesi ile “hepsinden daha da önemli” gördüğü gelişme ise, “devlet korkusunun ortadan kaldırılmış” olmasıdır(!)
Ulus(lar) sorunu ve tanımının din eksenli yapılmasının bilimsel olmadığı gibi, toplumsal gelişmelerin “ruhu”na da aykırı düştüğüne önceki bölümlerde değinilmişti. Bir kez daha belirtilirse, İslam dinini kabul eden farklı ulusların varlığı bunun kanıtıdır. Günümüz hükümetinin “çözüm süreci” söylemi etrafında “Türkiyelilik” kavramının gündeme getirilmiş olmasını, “Türk lafzının geriye itildiği”ne delil göstermek için ise, kişinin, Bahçeli türü bağnaz şovenlerin okulundan geçmiş olması gerekir. Türk “lafzının geriye itilmesi” bir yana, “herkesin Türk olduğu”nu buyuran bir “millet” tanımıyla aktüelleştirilmesi söz konusudur. Biat kültürü ve kültünün sürmesi için cansiperane cihada kalkışan yazarın, “devlet korkusunun ortadan kalkması” korkusu da dayanaksız ve boşunadır! Ol korku, bütün “hışmı” ve cismiyle hak talebinde bulunan yurttaşların tepesine yağdırılır ve böylece sinip boyun eğmeleri istenirken, yazarın erk korkusuna düşmüş olması, akla, Osmanlı padişahlarının, “devletin bekaası”(geleceği/devamı) için evlat-kardeş katlini “vacip” sayan düşünüş ve uygulayışlarını getiriyor. Sokakta ya da işyerinde, okulda ya da herhangi bir muhalif yayın organında “devlet”e-hükümete ve özellikle de herhangi diğer insan(lar)la farklılıkları, oturdukları koltuk, ele geçirdikleri siyasal, iktisadi, politik ayrıcalıklı konum olan ve elleri altında harekete geçirebildikleri silahlı-silahsız baskı güçleri bulunduran hükümet-devlet yöneticileriyle üst bürokrasiye karşı çıkanların anında saldırı ve cezalandırmalarla karşılandığı bir ülkede, devlet korkusunun ortadan kalktığını söylemek, bunun da hak isteyenlere taviz politikalarının ürünü olduğunu düşünmek, katmerli bir baskı ve terör yandaşlığına delalet eder.
Yazar, “bir devlet”in “geleneğine muhalif olarak diriltilemez”liğine dikkat çekmekte ve “gelenek”e dönülmesini istemektedir. Gelenek –yukarıda işaret edildiği üzere–, Türk ve Sünni-Hanefi Müslüman dışındaki her ayrı etnik ve dini-mezhebi “unsur”un devlet “içinde eritilmesi” idi ve yazar bunu devletin “asli unsuru olan Türk” için hak ve devletin “bekası” için koşul saymaktadır. Dikkate almadığı ise, baskı altında ve zor yoluyla eritilmek, asimile edilmek istenen her farklı “kimlik grubu”nun özgürlük ve eşitlik istemiyle ayağa kalkmasını, tüm başka etkenlerle bağı içinde bizzatihi kapitalizmin “su üstüne çıkardığı”dır. Zor ve yasak, baskıya dayalı eritme, karşıtlığı içinde zordan ve yasaktan arındırılmış, eşit koşullarda ve eşit haklara sahip olarak özgürce gelişmeyi, en azından bunun istemini ve eylemini gündeme getirmektedir. Hareketin ve gelişmelerin asıl yönü de buna doğrudur. “Osmanlıcılık” miadını çoktan doldurmuştur. Feodal askeri bir imparatorluk döneminde yaşamıyoruz. Türkiye’yi yönetenlerin Osmanlıcı  bir geleneği miras edinme istemleri ve bu yönlü ‘sağa-sola’ saldırı ve yayılma çabalarının da bir çıkar yolu yoktur.
“Türkiyelilik”e gelince, onu gündeme getirenlerin devlet katında oturanlarının “aklı”; devlet korkusunu ortadan kaldıran, Türk ulusu ve burjuva hakim sınıfının ayrıcalıklarına son veren, haliyle de günümüzün aktüel sorunu olan Kürt sorununda eşit haklara sahip olmayı içeren bir “akıl” ve politika değildir. Ancak, yazar daha katıdır ve herhangi türden “gevşeme”ye tahammülü yoktur. Türk ve Sunni-Hanefi İslam anlayışının kapitalist devlet şahsında taht kurmuş halinin devamını istemektedir. Ne var ki, –yazarın üslubunca söylenirse–, bütün melanet de buradadır! “Münafıkları harekete geçiren amil”, tam da bu bünye, bu zemin ve ilişkiler bütünü tarafından üretilmiştir ve üretilmeye devam edilmektedir.

A-d) “DÖL YATAĞINA DÖNÜŞ” MÜMKÜN OLMAKTAN ÇIKMIŞTIR
“Kadim fikriyat ve hissiyat”a bağlılık isteyen Fatih M. Şeker’e göre, en azından “hissen maziye bağlı” kalınmalıdır! “Tarih karşısında mevcut manzaranın hesabı” ile entelektüel endişe taşıyanların sorumluluğu arasında bağ kuran yazar, “Siyasi iradenin açılım etrafında dile getirdiği hususlar”ı bu bakımdan “sorunlu” görmekte ve “bugün yaşadığımız topraklarda insanların etrafında toplanabileceği esas unsur; zihniyet dünyamıza ve sosyal hayatımıza istikamet veren İslamiyet’tir” diye, İslam’ı, “etrafında toplanabilecek unsur” olarak göstermektedir. Bir Hilafet sorununun yine de olacağının yazar da bilincindedir ve “İslamiyet”i salık verirken, makalesinin başından itibaren işlediği üzere, bir Türk İslamı’nı işaret etmektedir. Araplar, Acemler kendi devletlerine ve İslami yorumlarına sahip olduklarına ve “münafık” Arnavutlar, Bulgarlar, Yunanlılar, Ermeniler hem bugün zaten ayrı ve hem de zaten “asli unsur”dan olmadıklarına göre, eski tür bir Osmanlı Hanedanlığı da “zaten” hayalden öteye geçmeyecektir. Geriye kala kala, “Osmanlı’da ve Osmanlı’nın çocuğu olan Cumhuriyet’te de asli unsur olan” Türk kimliğinde birleşmek ve erimek kalmaktadır! “Din ve milliyetin ırki bir vahdet halini alacak derecede iç içe girdiği Türk kelimesi”, çözüm anahtarını açan tılsım olarak bir kez daha sunuluyor. Böylece makara başa alınıyor, baştan sarılmaya çalışılıyor. Varılan yer, belirli bazı farklılıklarıyla İttihat ve Terakki Türkçülüğü; “bütün milletlerin atası Türk” anlayışı ve devamı olarak “Turan ülküsü”dür! “Kimlik sorunları”nda çelişki ve çatışma etkeni olarak rol oynayan bir anlayış, sorunun çözümü olarak gösterilmektedir. Yazar, “Türkiyelilik kelimesi”ni, “milliyeti inkar” ve böylece “dini inkar” ile eş anlamlandırırak, hükümeti ve Türk milliyetçisi İslamcılığı, “entelektüel sorumluluk” adına ve “Ayağa kalk ey ehli İslam!” nidalarıyla ayaklandırmaya ve “maziye dönme”ye çağırıyor. “Tarihte söz sahibi olan Türk devletlerinin cümlesinde” sınırların “din ve dil etrafında” oluştuğundan söz eden yazar, gerçek bir şovenistin ileri süreceği türden bir yaklaşımla, Yahya Kemal’e atıfla, “Türkçe’nin çekilmediği yerler vatandır, ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçe’dir” diye kestirip atıyor; böylece, Kürtçe dil serbestisini “vatandan çıkış”la irtibatlandırarak, bir “Alperen reis” postunda, şoven milliyetçiliği ayağa kaldırmaya çalışıyor. “Öz”e ilişkin olmayan, hak eşitliğini içermeyen “açılım fikri”ni dahi “öteden beri inanılan ve uğrunda mücadele edilen değerler dünyasından vazgeçme” ile ilişkilendiren yazar, “devletin her şeye nüfuz ve tahakküm eden iradesi”nin ortaya konmasını, güçlendirilerek sürdürülmesini istiyor.
Bu istem, tutum ve ‘seçiş’, dünyanın, bölgenin ve ülkenin günümüz koşullarındaki somut sorunları ve gelişmelerin “girdabı” ile ilişkisinin mekanik, çözümsüzlüğe sürükleyici, çözümsüzlüğü çözüm gösteren, böylece derinleşerek çatışmaları ve hatta savaşları gündeme getirmiş olan toplumsal sorunları yok sayan, yok sayarken de, çözülmüş olabileceğini tahayyül eden, bir yanıyla mistisizmden beslenirken, diğer yönden ve asıl olarak gaddarca hak inkarını içeren bir istem ve tutumu ifade etmektedir. Yazar, “devletin kuvvet ve nüfuzu”nun iade edilmesini, “çözülen bağları”nın tekrardan kuvvetlendirilmesini istemektedir. Öncesi bir yana, ama son yüz yılın gelişmelerinden yazarın, “entelektüel sorumluluk” adına çıkardığı sonuç, bir ulusun diğerlerini ya da bir başkasını ezme, boyunduruk altında tutma politikalarının sürdürülmesi; hakim ve yazara göre asıl unsur “dil ve din”inin devlet eliyle ve “mazideki usüller”den yararlanılarak sürdürülmesi olmuştur. Yazara, “dünya dönüyor” ve toplumlar değişiyor; bütün eski hakim olma yöntem ve güçleri erozyondan geçiyor; uyanış içindeki ezilenler, sömürülenler ve baskı görenler hakları için dövüşe yöneliyor ve senin uğruna “cihad” önerdiğin sermaye devletini, eskisi gibi yönetemez duruma düşüren yöntemlere zorluyor demek, fazla bir yarar sağlamaz. O çünkü, “realist olma”nın, “hakikati olduğu gibi görme”nin bir manası olmadığına iman etmiştir. Ve bu itikadına uygun düşer şekilde –siyasi irade dediği hükümetin “açılım politikası ile kamuoyunu oyalama” taktiği izlediğini bilmesine ve söylemesine rağmen– devletin “ferahnaka geçmesi” için mücadele kılıcını çekiyor. Ona, “mazide kaldığı” söylenebilir, ama istediği ve önerdiği de zaten budur! Aşılmaya mahkum olana tutunma çabasının muhafazakar entelektüelliğin alameti farikası olduğu düşünülürse, yazarın durumu da anlaşılmış olur.

B) ŞENER AKTÜRK VE İHSAN BAL’IN “ÇÖZÜM” FORMÜLLERİ ÜZERİNE
Türkiye Günlüğü’nün burada ele alınacak iki diğer makalesi Doç. Dr. Şener Aktürk ile Prof. Dr. İhsan Bal’a aittir. Bu iki akademisyenin makaleleri F. M. Şeker’in kavmiyetçi-mistik ve Osmanlıcı-Türkçü görüşleriyle ortak paydaya sahip olmakla birlikte, bazı farklılıklara da sahiptirler. “Ortaklık”ları Türkçülük-İslamcılıkta; farklılıkları ise, kavramların ve bağıntılarının özellikle de yazar Bal tarafından “bilimsel kriterler” nispeten dikkate alınarak “gerçekliğe daha yakın” irdelenmeye çalışılmış olmasındadır. Makalemizin bu bölümünde, ilkin Doç. Dr. Şener Aktürk’ün, sonra da Prof. Dr. İhsan Bal’ın konu üzerine görüşlerini ele alacağız. Aktürk’ün ulus ve din anlayışı neyi içeriyor, önce ona bakalım.

B-a) “MİLLİ KİMLİK”İN  “DİNİ KİMLİK” ÜZERİNDEN TARİFİ VE DEVLET POLİTİKALARI
“Milli kimliklerin tanımlanmasında ve oluşturulmasında” devlet politikalarını “birincil derecede tayin edici” gören Şener Aktürk, Osmanlı’yı örneğin, “Müslüman, Ortodoks, Ermeni ve Musevi olarak sıralanan din temelinde tanımlanmış dört ana milletin birleşmesiyle oluşmuş, potansiyel olarak tüm dünyayı kuşatabilecek, cihanşumul, evrenselci bir kimlik”  olarak tarif ederken, dini “kimlik”i asıl belirleyen olarak almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin, “Osmanlı’nın dört ana milleti arasından yalnızca birinci millet olan Müslüman milletini kendi ulusu” saydığını ve “Osmanlı sisteminde Müslüman millet olarak kodlanan” bu halkı Türk olarak nitelediğini belirten Aktürk’e göre, “Türklük, etnik kökeni ne olursa olsun tüm Müslüman etnik grupların benimseyebileceği bir modern ulus kimliği olarak kurgulanmış, Türklüğün sınırları etnik kökenle değil, din ile çizilmiştir.” Aktürk, bu konuda, İslam’ı “yapıcı ve inşa edici” unsur olarak alan Fatih M. Şeker ile birleşmektedir. Yazar, Arap, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Kürt, Laz, Türkmen, Zaza gibi çok farklı etnik gruplardan gelenlerin Cumhuriyet “kurucuları” ve yöneticileri tarafından, “Türkçe konuşarak kendilerine Türk dedikleri sürece eşit vatandaş” olarak addedildiklerini ileri sürmekte; Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu ile girişilen mübadeleyi (etnik ve dini farklı kimlikli nüfus arasında girişilen yer değişimi) “Türk kimliğinin sınırlarının etnik mi, dini mi olduğu konusunda tam bir turnusol kağıdı görevi gören belirleyici bir tarihi fasıl” olarak değerlendirmektedir. Devletin belirleyici kimlik ‘kodu’nun din olarak belirlendiği düşüncesinde olan yazara göre, Karamanlı Türkmenlerin Hıristiyan olmaları nedeniyle Yunanistan’a gönderilmeleri; Giritli Müslümanların Türkiye’ye getirilmeleri; “etnik Oğuz Türkmen olmaları”na rağmen Hıristiyan Gagavuzlar’ın Türkiye’ye “göç etmelerine izin verilmemiş olması” ve fakat  sadece Müslüman olmaları nedeniyle Boşnak, Pomak, Arnavutların “Türkiye’ye kitlesel göçünün teşvik edilmesi” bu durumun göstergeleridirler.
Aktürk’ün  ve “İslamcı entelektüeller”in dini “milletlerin temel belirleyen unsurları”ndan biri olarak almaları, her şeyden önce,  Müslüman ve Ortodoks; ancak çok sayıdaki ayrı ulusal toplulukların bir tek millet olarak alınmaları olanaksızlığı nedeniyle dayanaksızdır. Müslüman Arap, Müslüman Acem, Müslüman Kürt, Müslüman Hind vb. örneğinde olduğu üzere, bir tek Müslüman “milleti” yoktur. Ya da örneğin Hırıstiyan Alman, İngiliz, Fransız, İspanyol vb. farklı ulusal kimliklere sahiptirler. Ortodoksluk da, yalnızca Slavları tanımlayan bir özellik olarak alınamaz. Ermeni bir ulusal kimliğe işaret eder ve Musevilik Yahudilerin dini inançlarını ifade etmekle diğerlerinden ayrışır.  Diğer yandan “dört milletli Osmanlı kimliği”, sadece din üzerinden tarif edilmesiyle değil, aynı ya da farklı dini benimseyen ve fakat farklı etnik kimlikli Kürtlerin durumunu “Müslüman ortak payda” nedenli olarak tanım dışı tutmasıyla da sorunludur. Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde Rum Ortodoksların önemli bir nüfus oluşturdukları gerçeği bir yana, “mübadele”ye (nüfus değişimi) rağmen, az da olsa bu milletten insanlar hala Türkiye’de bulunmaktadır. Üçüncü olarak, bu sav ya da iddia, tek tanrılı dinlerden olmayan çok sayıda ulusun “hangi sınıflamada yer alacağı” sorusunu yanıtsız bırakmakta; dil, toprak, tarih ve ruhi şekillenme birliği şeklinde sayılabilecek unsurları da gözardı etmektedir. Gerçek şu ki, ne tek başına aynı dinden oluş aynı ulustan oluşa işarettir, ne de aynı dili konuşmak. Bunlar kuşkusuz belirli bir “ortaklık” oluştururlar. Ancak üzerinde yaşanılan ortak topraklar (vatan), belirli bir iktisadi yaşam ve ruhi şekilenme birliği, aynı kültüre sahip olma vb. ile birleşmeksizin, yalnızca dil ve din ortaklığı, “bir ulus”tan olmayı sağlayamamıştır. Aynı dili konuşan İngilizler ve Amerikalılar; Almanlar ve Avusturyalılar bir tek ulus oluşturmuyorlar. Aynı dinden olan Kürtler, Araplar, Türkler de farklı uluslardandırlar.
Şener Aktürk, “dini kimliği” devletin ve Türk ulusal kimliğinin temel ögelerinden biri olarak değil, asıl belirleyeni gösterirken, sosyal bilimler alanı dışında ve gerçeklerin uzağındadır. Devletin ve onun hakim unsurunun “kimliği” söz konusu olduğunda, Türk milliyetçisi ve mukaddesatçı-muhafazakar yazarlar yönünden başlıca iki tutumdan söz edilebilir: İlki, Hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Latin Alfabesi’nin kabulünü ileri sürerek, onun laik olup, dine dayanmadığı iddiasıdır. Bunlar, devletin “Anasır-ı İslamiye” özelliğine vurguyu ve din işlerine yön verme amaçlı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması gibi dini tanım ve kurumlaşmaları görmezden gelir, azımsar ve Türk kimliğinin “dini kimlik” dışlanmaksızın belirlenmiş olmasından hareketle etnik-ırki kimliğin esas alındığını gösterir çok sayıdaki örneği yok sayarak, onun “etnik Türk olmadığını” ileri sürerler. İkincisi ise, Şeker’in de savunduğu türden, “dini kimliğin ihlali” iddiasıyla, buna geri dönüş savunusudur. İkincisine, makalenin ilk bölümünde kısaca da olsa değinilmişti. Birincisi ise, devletin Türk kimliği temelindeki kuruluşunu gizlemeyi esas almakta ve Kürt ulus sorunu başta olmak üzere, Türkiye’nin “etnik ve dini kimlikler”inin sorunlarının üstünü örterek, onları sözüm ona çözmüş olmaktadır. Bu ikincisine daha yakından bakmak üzere, a-) Ulusların oluşumu sürecine genel bir bakışa ve b-) Cumhuriyet’in kuruluş dönemi ve sonrasında izlenen “kimlik”ler politikasına biraz daha yakından bakmakta yarar vardır.
M. Kemal yönetimindeki devletin başlattığı ırki arındırma girişimleri, Türk Tarih ve Dil Tezi; Türk’e, “bütün milletlerin atası” atfı ve Türk “entelektüelleri”nin buna paralel olarak kültürel-edebi poliitkası, Aktürk’ün iddialarını doğrulamamaktadır. Cumhuriyet’in kuruluş süreci ve hemen sonrasında yaşanan gelişmeler bu bakımdan yeterince kanıt sunmaktadır.

B-b) TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN “ETNİK- DİNİ KİMLİĞİ”
Şener Aktürk ve Fatih M. Şeker’in tarihi tersten okumaya işaret girişimlerinden biri de, “ümmet” ile “millet”; “kavmiyet” ile “ulus” arasındaki farklılıkları ortadan kaldıran bir bakış açısıyla, “Türklük”ü (Türk millet varlığı), ezelden-ebede bir devamlılık olarak göstermeye çalışırlarken, herhangi  kralın, padişahın veya askeri şefin yönetiminde biraraya gelen, ancak iktisadi ve diğer bakımlardan henüz kararlı ve birbirleriyle bağlı topluluklar haline gelememiş kavimleri ulus düzeyine çıkararak, tarihsel gelişmenin farklı uğraklarını altüst etmeye yönelmeleridir. Bir “Osmanlı milleti” ya da “İslam Milleti”nden söz edilmiş olması, bu anlayışı ifade eder. Şeker ve Aktürk bu yaklaşımlarıyla, ulus sorununu tarihsel gerçekliğinden kopararak, istem, duygu, kültür ve “ahlak” türü ikincil kategorilerle bağlı bir şekillenme düzeyine indirgemektedirler. Ulusların ortaya çıkışını/uluslar olarak oluşmaları ve ulusal devletlerin kuruluşunun gündeme gelişini kapitalizmin gelişme sürecinden koparan yazarlar, ulusal sorunların çözümüne ya da “farklı etnik kimliklerin aynı devlet sınırları içinde bulunmaları”nın koşul ve gerekliklerine de tek yanlı, tarihsel gelişmenin kaçınılmazlıklar haline getirdiği iktisadi-toplumsal  sorunlardan soyutlanmış tek düze bir hakim “kimlik” çıkarı doğrultusunda yaklaşmaktadırlar.
Oysa uluslaşma ve ulusal devletlerin toplum tarihinin gerçeklikleri arasında yer almaya başlamalarıyla kapitalist gelişme birbiriyle bağlı olmuştur. Ulus(lar) birden bire ortaya çıkmamış, tarihsel bir süreç içinde; ortak dil, toprak, iktisadi yaşam birliği ve kültürel birlik içinde ruhi şekillenme sonucu belirli bir istikrar kazanmış topluluklar olarak şekillenmişlerdir. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, İngiltere başta olmak üzere, Batı Avrupa’da burjuvazinin önderliği altında çeşitli ulus devletler kurulmuş; İngiliz, Fransız, İtalyan, Hollandalı ve Belçikalı burjuvaziler, ulusal pazarlarına hakim olmak üzere, devletlerin sınırlarını belirleyen bir kavganın içinde olmuşlardır. Batı’nın ulus devletleri kapitalizmin yükseliş döneminin ürünü olmuşlar; İrlanda gibi istisnai örnekler bir yana bırakıldığında, hemen tümü kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde şekillenmişler ve emperyalist aşamaya evrilmesiyle birlikte başka ülke ve ulusları bağımlılık altına alma, sömürgeleştirme, dünya pazarları ve topraklarını zaptetmeye yönelmişlerdir. Doğu Avrupa ve Asya’da ise, yine kapitalist gelişme sürecine bağlı olarak ve emperyalizm koşullarında, birden fazla ulusun yaşadığı topraklarda, daha gelişkin ulusun burjuvazisi devletin hakim unsuru olarak öne çıkmış, diğerlerini ulusal boyunduruk altına alarak, ulus devletini şekillendirmiştir. Ne var ki, bu durum, bir ulus oluşturmalarına rağmen, ulus devletlerini kuramayan ya da kapitalizmin gelişmesine “eşlik edecek” şekilde uluslaşma sürecine girenlerin ulusal kurtuluş mücadelesine atılmaları ve bu amaçla kendilerini boyunduruk altında tutan hakim ulus burjuvazisine karşı savaş başlatmalarını önleyememiştir.
Şener Aktürk’ün deyişi ile “Yeni Rejim”in ya da Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu, Batı Avrupa’da ortaya çıkıp kapitalist gelişmeye bağlı olarak dünyanın başkaca topraklarına yayılan bu “kendine uyanış” hareketinin devamında gerçekleşmiştir. Emperyalizme karşı ulusal mücadele içinde, ancak Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras geleneksel anlayışların da etkisi altında şekillenen Türkiye Cumhuriyeti, geç kapitalistleşme ve uluslaşmanın handikapıyla maluldü. Bunun belirgin özelliklerinden biri, emperyalizm koşullarında kurulmuş olması ve biçimsel politik bağımsızlığının iktisadi, mali vb. bağımlılık gölgesinde kalması, bağımlı bir devlet ve ülke olması idi. Bir diğer özelliği, birden fazla ulus ve çeşitli ulusal azınlıkların yaşadığı topraklarda bir tek ulusun (Türk ulusu) hakim konumda olması ve diğerlerini baskı ile kendine tabi kılması idi. Yeni devletin kurucu gücünü oluşturan Türk burjuvazisi (ticaret burjuvazisinin üst kesimi) ve büyük toprak ağaları/sahipleri, ilkin “İslam kardeşliği” ve “Türk ve Kürtlerin ortak vatanı” vb. söylemlerle ve hatta ilk Meclis’e Kürt toprak ve aşiret ağalarının bir kısmını da çağırarak (atama yoluyla), Türk ulus devletini şekillendirmeye giriştiler. Bu girişim ve “Türklük” anlayışının, Kürtler başta olmak üzere, Türk etnik kökenden olmayanlara karşı “devlet ve Türklük içinde eritme” politikasına evrilmesi, burjuva pazar hakimiyeti kavgası ve sınıf çıkarlarının sonuçları arasındaydı. Türk uluslaşması ve “Ne Mutlu Türküm Diyene” söylemiyle Türk etnik kökenden gelmeyenlere ve Türkleşmek istemeyenlere mutsuzluğun, kırım ve asimilasyonun hak görülmesi, “Türkçülük”ün ulusal belirleyeni oldu. Nitekim ulusal hak talebinde bulunan Kürtler’e karşı kısa zamanda sindirme ve imha politikaları yürürlüğe girdi.

B-c) TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN YA DA “TÜRKLÜĞÜN” “AZINLIKLAR”A BAKIŞI
Türk ulus devletinin Türk “etnik kimliği” dışındakilere yönelik politikasının ana özelliğinin etnik milliyetçilik olduğu, Kürtlere karşı izlenen inkar, asimilasyon ve katliamlar tarafından değil sadece, Ermeni ve Rumlara karşı girişilen katliamların “Türkiye’nin milli devlet olması”nın gereklilikleri arasında gösterilmesiyle de kanıtlanmıştır. Bir yandan devlet sınırları içinde yaşayan herkesi “Türk olma”ya zorlayan, diğer yandan “Türküm diyen herkes Türktür” kestirmeciliğiyle sorun “kavmiyet”ten “ümmet”e, “ümmet”ten “millet”e dizgeleri çerçevesinde ve İslam’ı da Türk’ün “milli harsı” göstererek, “Türk ve Sünni-Hanefi Müslüman” olma merkezli olarak tarif edilirken, uygulama da bu merkezli olageldi. Yeni devletin ilk icraatlarından biri, Rum ve Ermeni azınlıkların “mübadele”, sürgün ve yok etme yoluyla “eritilmesi” ve mülklerine el konulmasıydı. Bu baskı ve herkese Türk olmayı dayatan politika, tekelci kapitalizmin dal-budak salarak toplum yaşamına hakim olmasına “paralel” şekilde giderek daha sistematik biçimler kazandı. Kürtlere, Ermeni ve Rum azınlıklara, Araplara, Zazalara, Romanlara karşı inkar, baskı ve asimilasyon daha da ağırlaştırılırken, Türk halk kitlelerini emperyalizm ve uluslararası tekeller yararına ‘kontrol‘ ve baskı altında tutmayı görev edinen işbirlikçiliğin kurumsal yapısı giderek güçlendirildi.
İlk Meclis, İttihat ve Terakki yönetimi tarafından gerçekleştirilen Ermeni katliamını “mukaddes vatanın istikbali” gerekçesiyle sahiplenirken; yeni devletin ideolojik cephedeki savunuculuğunu üstlenen Kadro dergisi yazarları, Nazilerin Yahudi düşmanlığı politikasını emsal göstererek, Müslüman olmayan azınlıkların yanı sıra Kürtler başta olmak üzere Müslüman ama Türk etnik kökenden olmayanları da ya asimile olmayı kabul ya da “çekip gitmek”le tehdit ettiler. Türkçülüğün “fikir babaları”ndan biri olarak kabul edilen ve ideolojik-kültürel ‘inşa’nın “esasları” üzerinde çalışan ve Türkçülüğü, “Türk ulusunu yükseltmek” olarak da tarif eden Ziya Gökalp, “Türk Yurdu” dergisinde yayımladığı “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” başlıklı yazılarında “Türkçülük” ile “uygarlaşma”nın sentezi üzerinden ve “dilde Türkçülük” savunusuyla “Türkçülüğün bütün ülküleriyle, bütün programıyla ortaya” konmasını görev edinirken, “bugün –diye yazıyordu–, her hak Türkündür. Bu topraklardaki egemenlik Türk egemenliğidir. Siyasette, kültürde, iktisatta hep Türk ulusu egemendir. Bu denli kesin ve büyük devrimi yapan kişi Türkçülüğün en büyük adamıdır.”  Gökalp, “tümüyle Türk ve Müslüman kalmak koşulu ile Batı uygarlığına tam ve kesinlikle girmek” gerektiğini savunuyordu. “Demek ki –diyordu Z. Gökalp– yalnız bir tek sözcük, kutsal ve uğurlu Türk sözcüğüdür ki, bu karışıklık içinde doğru yolu görmemize neden oldu.”  Gökalp’in izaha çalıştığı “kuruluş” kültürü ve politikası Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “etnik kimliğe dayanmadığı” iddialarını geçersiz kılıyor. Bu politika, “Cumhuriyet”in azınlıklara uyguladığı “Varlık Vergisi” ve 6-7 Eylül 1955 saldırısıyla; 1960 ve 1982 Anayasaları ve hukuksal-politik karar ve uygulamalarla günümüze dek sürdürülmüştür.

B-d) “ETNİK DIŞLAMA OLMADI” İDDİASIYLA ETNİK DIŞLAMA VE SALDIRILARIN SAVUNUSU

“Etnik dışlama” ile asimilasyon arasındaki “ince hat” üzerinden kıyaslamalarla “Türklüğün sınırlarının etnik kökenle değil din ile çizildiği” tezini güçlendirmeye çalışan Doç. Dr. Şener Aktürk, Ermeni, Rum, Süryani ve Musevilere uygulanan baskı ve dışlamayı, Ermeniler ve Rumlar örneğinde olduğu üzere baskıyla kaçmaya zorlanma ve katledilmelerini “dini kimlik farkı”yla izah ederken de, dışlama politikasının dışladığı kimliklerde gördüğü farklılığın, aynı zamanda, etnik-ulusal farklılık olduğunu gözardı etmektedir. Dışlama ya da yok edilmeye yönelik politikaların; hakim unsur içinde zorla eritilmeye ya da “uyum”a zorlamanın, dini temelde olsa dahi, ayrımcı bir zorbalığı işaret etmesi gerçeğine göz kapayan bir tutumla Aktürk, “hangi etnik grubun üyeleri, Türkmen kökenli olmadıkları için topluca vatandaşlıktan çıkarılmıştır?”; “Örneğin yüz binlerce Türk vatandaşı Kürt, Irak’ın Türkmenleriyle etnik temelli bir mübadaleye mi tabi tutulmuştur?”  diye sorarken, Kürtlerin Osmanlı idaresinde ve Cumhuriyet dönemindeki  yerleşim, tarihsel gelişme ve nüfus yoğunluğu gibi açılardan durumunu yeterince göz önünde bulundurmamaktadır. Oysa, Cumhuriyet öncesi ve yine Türklük iddiası ile İttihat ve Terakki yönetimi 1915’te Ermeni katliamı ve sürgününü gerçekleştirerek Cumhuriyet’e bir “bakiye” bırakmış; kalan Ermeniler’e karşı “seni gidi Ermeni dölü” politikası, sadece dini temelde değil, etnik kimlik farklılığı üzerinden de yürütülmüştür. Kürtlerin, bin yıllardır yaşadıkları topraklardan, bu topraklar birkaç devlet arasında pay edildi diye yığınsal göç ettirilmesi ise, “Türk kimliğinin oluşturulması” ve devletin kuruluşu döneminde, içinde bulunulan uluslararası durumda, “Misak-ı Milli”yi koruma kaygısı nedeniyle de mümkün olmaktan uzaktı. M. Kemal’in İslam “ortak paydası”na vurguları ve Kürtlerin “sınır dışına atılmaması”nda, işgalden çıkış ve dış tehdidin devamı gibi etkenler rol oynamış; Türk devleti ve kimliğinin korunması esası oluşturmuştur. Aktürk’ün “yüz binlercesi başka yerlere gönderilmedi” diye, sözüm ona devletin “Türkçü olmadığı”na kanıt gösterdiği Kürtlerin bu yerleşik durumu ve zaten kendi yurtlarında yaşıyor olmaları, yığınsal “mübadele”lerini önlemiş, buna karşın, katliama uğramalarını ve sürgünlerini önlememiştir.
Doç. Dr. Aktürk, “Gürcülerin subay olması yasaklanmış, tek bir Laz vali atanmamış, Arapların ve Kürtlerin oy hakkı iptal mi edilmiştir?” diye sorarak, “eğer –diyor– bunların hiçbirisi olmadıysa, artık Türklüğün sınırlarının etnik kökenle değil, din ile çizildiğini, Türkiye’de devlet politikasının etnik dışlama değil asimilasyon olduğunu kabul etmek gerekir.”
Kürtleri, Arapları ve diğerlerini “devlet içinde” ve Türk kimliğinde baskıyla “eritme” –ki yazar da, asimilasyondan söz ederek, bunu kabul ediyor– politikası olmasaydı eğer, Aktürk bir yönüyle haklı olabilirdi. Çünkü evet, ne etnik nedenli oy hakkı iptali söz konusudur, ne de Gürcü, Çerkez, Laz ve Çeçenlerin devlet bürokrasisinde yükselmelerinin önü kapatılmıştır. Bu konuda, Osmanlı’dan devralınan devşirme/dönüştürme geleneği sürdürülmüş, buna aykırı davranmayanlara yollar açılmıştır. Kendi olmaktan çıkarak ya da çıkarılarak belirleyici etnik kimliğe benzeme/yani asimile olmaya itiraz etmeyenlere subay, vali, genel müdür olma yolu açık tutulmuştur. İtiraz eden, ulusal hak talebinde bulunan, bunun mücadelesine girişene ise, şiddetten şiddet, baskıdan baskı; “hangisini istemezsen o da dahil” hepsine hedefsin denilmiştir! Gönüllü asimilasyon ile zora dayalı asimilasyonun farkı burada; şiddetle bastırma, katletme, göçertme, baskı ve yasakla boyun eğdirme; dili ve kültürünü yasaklama ve böylece “dönüştürme” gibi bir “ayrıntı”dadır. “Gayrımüslimler”in “Türk sayılmamasının pekçok örneğini sıralayıp, bu örnekleri devlet tarafından Türklüğün ‘etnik’ kimlik olarak tanımlandığına kanıtmış gibi göstermek tutarsızlıktır” diye, tezini güçlendirmek üzere, Türk etnik kimlik temelli devlet politikası ve şekillenmesinden söz edenleri suçlamaya koyulurken, yazar da, çelişkinin –ve çelişkisinin– farkındadır. Birer “etnik kategori” olduklarını kabulle “Arap, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Gürcü, Hemşin, Kürt, Laz, Patriot, Pomak, Torbeş, Türkmen, Zaza ve sair kategorilerin” tamamının “eşit Türk vatandaşı” olduğunu ve “Türklüğün içerisinde” kabul edildiğini ileri sürerken de, “eşitlik” üzerine spekülasyon bir yana, bu çelişkiyi, en azından Kürt, Zaza, Araplar açısından yinelemektedir.
Şener Aktürk, “1920’lerin ortalarından bu yana Türkiye’de devlet eliyle gerçekleştirilen ulusçuluk projesi”nin tek bir etnik grubun, “yani Türkmenlerin” dil, kültür, gelenek, görenek ve inançlarının “toplumun Türkmen olmayan çoğunluğuna cebren benimsetilmesi süreci” olarak görülemeyeceği iddiasını, bu “yeni ulusculuğun”, Türkmenler dahil, “toplumdaki tüm etnik gruplar için yeni ve yabancı bir modern Türk dili ve kültürünü Batı medeniyeti dairesi içinde üretmiş ve Türkmenler dahil tüm vatandaşların, ülkedeki hiçbir etnik gruba ait olmayan  bu yeni Türk dil ve kültürüne asimile olmaları”nı talep etmiş olmasına dayandırmak istemektedir. Aktürk’e göre dilin böyle kurulmuş olması, “devletin benimsediği ve benimsettiği resmi Türk kimliğinin ‘etnik’ olduğu” iddiasını “somut gerçeklikle bağdaşmaz”  kılmaktadır! Bununla da yetinmeyen yazar, “etnik ulusçu politikaların hiçbiri Türkiye’de tatbik edilmemektedir”  diye, bugüne dek geniş zamanlı kestirimde bulunabilmiştir.
Aktürk’ün zorlayarak oluşturduğu gerekçesi, gerekçe teşkil etmeyecek kadar zayıf ve dayanaksızdır. Türk ulus kimliğinin “etnik kimlik” esas alınarak oluşturulmadığını “ispat” için, yazarın Türkmence ve Türkçe’nin, Türk kültürü ile Türkmen kültürünün farklılığına sığınmak zorunda kalması, açmazına işaret olup, gerekçesini geçersiz kılan bir durumdur. Dil’in, –arada çok çeşitli baskı ve diğer etkenlerle yok olup gidenleri dışında– hangisi olursa olsun süreç içinde ve öteki dillerden de alınan sözcüklerle ya da kendi fonotik yapısı ve etimolojik kökleri üzerinden yenilenen değişimi, sadece ulusların gelişimi süreçleriyle ilişkili olmayıp, insan ihtiyaçlarının çeşitlenmesi, üretimin gelişmesi ve yeni ürünlerle üretim araçlarının üretilmesi, kültürün bunlar üzerinden de zenginleşmesi gibi etken ve nedenlerle de mümkündür. Bu, anlaşılan yazarın “havsalası”na sığmıyor. Bundandır ki, “Latin alfabesiyle yazılan modern standart Türkçe”nin, “Türkmenler dahil tüm etnik gruplar için yeni ve yabancı olduğu ‘gayrı-etnik’ bir dil” ve benimsenen laik ulusal kültür ögelerinin de “gayrı-etnik bir kültür” olduğunu ileri sürebilmiştir.
Etnik ulusçuluk yapılmadığı iddiası, her şeyden önce, gerçek hayata, geçmiş dönemlerde yaşanmış gerçek olaylara ve günümüzün yaşanmakta olan gelişmelerine aykırıdır. Bu iddianın, Türk Devletinin Ortadoğu ve Orta Asya ülkelerinden Türkmen ithal etmediği gerekçesine dayandırılması gerçek durum ile zıtlık içindedir. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” çığlıkları, Bulgaristan, Makedonya, Yunanistan’dan nüfus göçü teşviki; Bulgar yönetimi “Türklerin isimlerini değiştiriyor” bağırışları, Irak’taki Türkmenler’e “hamilik” yapma girişimleri, yalnızca din bağı üzerinden değil, etnik kimlik üzerinden de izlenen politikanın göstergeleridir. Boşnakların, Çerkez ve Azerilerin Türkiye’ye yerleşmeleri özendirilmiş, “Afgan soydaşlar” söylemiyle nüfus göçünün yolu açılmıştır. Gelenlerin bir kısmı nüfus göçünü özendirici vaadlere uygun olarak belirli avantajlarla desteklenirken, diğerleri kapitalist piyasanın sömürü ağları arasına bırakılmış; bu politika, düşük dozajlı ya da nispeten daha üst perdeden bir söylemle günümüze dek sürdürülmüştür. Şener Aktürk, bu gerçeğin üzerinden atlayarak, Türkiye’de “etnik ulusçu politikaların tatbik edilmediği”ni ileri sürerken, bu politkayı yok sayma boş çabası içindedir. Bu, gerçeğin hilafına bir iddiadır. Başka örnekleri bir yana, Kürtlere on yıllarca “Kürt ve Kürtçe yoktur; devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür” dayatmasının yapılmış olması, Aktürk’ün iddiasını ve tezini boşa çıkarmaktadır. Diğer yandan, Türkmence ya da yeni Türkçe’nin devlet eliyle geliştirilip, farklı “kimlikler”den (Arnavut, Kürt, Arap, Zaza vb.) insanlara cebren dayatıldığı ve eğitim ve öğretimin buradan yapıldığı inkarı olanaksız somut bir gerçekliktir.
Asimilasyon politikalarına; Kürtlere, Rum ve Ermenilere karşı işletilen cani politikaya esaslı bir itiraz getirmeyen; bunu, üzerinde ciddi olarak durulacak bir sorun olarak almayan yazar, çok etnisiteli ve çok dinli Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunu ve buna bağlı olarak “Türk ulusu” anlayışı ve politikasının belirlenmesini de salt iradi ve isteğe dayalı “seçiş” sorunu kapsamında ele alıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist kapitalizm koşullarında ve kapitalizmin imparatorluk topraklarındaki gelişmesine de bağlı olarak farklı etnik-ulusal kökenli ‘topluluklar’ın kendi ulus devletlerini kurmaya yönelmeleriyle birlikte “İslam kimlikli Osmanlı”nın sürdürülmesi ve “Türk ulus”çuluğu temelinde “birlik”in koşullarının ortadan kalktığını gözardı ediyor; İslam ortak “kimliği”ne sahip farklı etnik kimlikli Arap, Kürt, Acem vb.’nin bir tek milleti değil birden çok milleti teşkil ettikleri gerçeğini örtbas ediyor.
Kürt ulusunun, Arap ve Zaza ulusal topluluklarının, Rum ve Ermeni azınlıkların tabi tutulduğu baskı, inkar, asimilasyon ve özellikle son gruptakiler için zora dayalı dışarıya atma politikalarına rağmen, “Türkiye’de devlet eliyle halkın etnik kategorilere ayrılmamış ve bir (Türkmen) veya birkaç (örneğin Türkmen ve Laz) etnik grubun diğerleri üzerinde sistematik tahakkümünü sağlayacak yasal ve kurumsal yapı kurulmamıştır” diye yazabilmek için de, kişinin, Şener Aktürk gibi, yalnızca “dün” yaşanmakla kalmayıp günümüzde de devam etmekte olan şovenist asimilasyoncu ve hatta ırkçı devlet politikalarının potasından dışarı çıkmamayı kabullenmesi gerekir ki, böylesine iddiaların bilimsel bakış açısı ile herhangi bir yakınlığı dahi kurulamaz ve bu gibi iddialar, olsa olsa, “İslami” referanslar istismarcılığıyla şoven asimilasyonculuğu örtmeye hizmet ederler.
Şener Aktürk’ün de mensuplarından olduğu Türkiye Günlüğü dergisi ve “İslam milleti mefkuresi”ne iman etmiş “entelektüeller”, bir emperyalist dünya savaşı olan, ve başlıca pazarların ve toprakların yeniden paylaşımı amacıyla bağlı bulunan 1. Dünya Savaşı ve öncesinde ortaya çıkan ulusal kurtuluş hareketleriyle Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu ile sonuçlanan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı arasındaki tarihsel bağ(lar)ı görmemek için neredeyse özel bir çaba gösteriyorlar. Oysa, “İslam Milleti” olarak göstermeye çalıştıkları Osmanlı İmparatorluğu “bünyesi”nde bulunan Bulgar, Yunan ve Arnavutların örneğin Batı Avrupa’da gelişen burjuva devrimleri ve kapitalist ulus devletlerin kuruluşu sürecinden etkilenmelerinin de rol oynamasıyla, kendi ulusal devletlerini kurmak üzere ve yine uluslararası gelişmelerin yol açtığı koşullardan da yararlanarak ayrıldıkları, bu yazar ve çevrelerin de, olmuşu olmamış göstermeyeceklerse eğer, inkardan gelemeyecekleri “tarihsel vakıalar” arasındadır. Birinci Dünya Savaşı ve devamında yabancı işgal güçlerine karşı verilen savaş sonucunda kurulan Cumhuriyet’in, İmparatorluğun yıkılmasının ardından ve esas olarak “elde tutulabilen”/kalan Anadolu ve Mezopotamya topraklarının bir bölümü üzerinde kurulmuş olması, yeni devletin başlıca özelliklerinden biridir. “Cumhuriyet devleti”ni kuranların Türkçü, ancak evet, İslamcı olmadıkları bir ölçüde doğrudur. Yeni devletin “Müslüman kimlikli ama etnik Türkçü olmadığı” iddiasındaki Fatih Şeker’den farklı olarak, Aktürk, yeni “rejim” ve devletin Türkçü “etnik kimliği”ni görmezden gelmekte, daha doğrusu bilinçli şekilde ve yukarıdan beri çokça örneğini sergilediğimiz gerçeklere rağmen inkar etmektedir. Oysa M. Kemal başta olmak üzere, kurucu kadroların pragmatist bir politika ile işgale karşı savaşta yararlanılabilecek, seferber edilebilecek kim varsa, tüm etnik ve dini “kimlik”lerden yararlanıp, onları, başına geçtikleri savaşta seferber etmeye çalıştıkları, Türk, Kürt, Laz vb. “etnik kimlik”lerin bu savaşta, aynı zamanda “Anasır-ı İslam” olarak yer aldığı; İslamcılara göre, “küffara”, laisist Türkçülerin söylemiyle “bizi yutmak isteyen emperyalizme” karşı savaşta birlikte oldukları tarihin gerçekleri arasındadır.
Kurtuluşçu ve aynı zamanda pragmatist politikanın baş “aktörü” M. Kemal “Hilafeti ve sultanlığı kurtarmak için” içerikli ajitatif konuşmalarla İslamcıları, “Türk’ün asil kanı” söylemiyle de Türkçüleri harekete geçirmeyi başarmıştır. İlk Meclis’in (Meclis-i Mebusan) mensuplarının bir bölümünün “Kürdistan” ve “Lazistan” mebusu olarak belirlenmesi ve çağrılmasının da kanıtladığı üzere, vatandaşlığın etnik “kimlik” ve karakteri henüz herkesi “Türk ulus kimliği” içinde erimeye çağıran ve buna mecbur tutan bir daralmaya ya da tersinden söylenirse genişletilmeye doğru evrilmemişken, –açık ki, bu, kurucu kadronun ve “tasarımı”nın Türkçü etnik olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor– savaşın sona ermesiyle birlikte ve özellikle de Kürtlerin ulusal hak talebinde bulunmaları üzerine, Türk etnik milliyetçiliği öne çıkarılmış; yeni devletin “Cumhuriyet” olduğunun ilanı ve Lozan Antlaşması sonrasından başlayarak ise, Hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi uygulamalarla eski devlet (İmparotorluk)in “İslami” özelliği daha ileriden ilga edilmiş; Türk ve Sünni-Hanefi Müslüman olmak, “vatandaşlık” ve “ulusal kimlik”in başlıca kurucu unsuru haline gelmeye başlamıştır. Kamusal alanın “dini kimlik” üzerinden değil, ama burjuva aydınlanması ve modernizminden güç alan biçimsel bir laisizm ve asıl olarak da Türk etnik kimliği üzerinden tesis edilmesi, Sünni Müslüman kitlelerin saflarında huzursuzluklara yol açmakla birlikte, onların da “hissiyatları”nı gözeten ve dini “kimlik”in Sünni-Hanefi yorumunun hakim kılınmasına hizmet eden bir yapılaşmaya da gidilmiş ve “vatandaşların dini yönlenmeleri”ne şekil verme göreviyle de yüklü olan, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.
Toplumsal sorunların bilimsel irdelenmesi yerine, kasaba politikacılığının dar çıkarcı polemiklerine boğma yönteminin hayli yaygın ve güçlü olduğu ülkemizde, Kürtlerin ulusal haklarına sahip olma mücadelesinin sonucu olarak ve devletin, sorunu inkardan gelerek ve şiddetle bastırarak “çözme” politika ve taktiklerinin iflasla yüzyüze gelmesi nedeniyle “Türk vatandaşı” yerine “Türkiye vatandaşı” kullanmak gibi esasa ilişkin olmayan biçimsel değişikliklerle ötelemeye çalışmasından hareketle, “milletin isminin değiştirilmek istendiği” korkuluğunu sallamak, Kürt ulusunun Türk ulusundan ayrı, farklı bir ulus olduğu gerçeğini inkarda ısrar ifadesidir ve Aktürk bunda ısrarlı görünmektedir. Kaldı ki, ne “Türk milleti”nin ismini değiştirmeye çalışan bir devlet yönetimi vardır, ne de ırkçılık kusan bir “and”ın kaldırılması ve “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı”ndan söz edilmesi Kürt ve Türk uluslarının ulusal hak eşitliğinin kabulü anlamına gelmektedir. Aksine, bu yönlü makyajlamalarla örtülmek istenen, sorunun uluslar sorunu kapsamında görülmesi ve çözümünün oradan geliştirilmesi gerekliliğine set oluşturmaktır. Yazar Aktürk de, makalesinin sonuna doğru, bunca “ilmi” çabayı, “Türklük ve İslam gibi çok uzun yıllar içinde oluşmuş ve bugün için halk arasında büyük ölçüde yerleşmiş, sosyolojik karşılığı olan kimlikler”in savunusu için gösterdiğini daha vurgulu şekilde açık etmektedir!

B-d) “MEDENİYETLER” KIYASLAMASI ÜZERİNDEN “ÜSTÜN MEDENİYET” SAVUNUSU

Türk kimliğinin “İslami” temel üzerinden “payidar” kılınması ve “ebedi” sürdürülmesi ve mümkünse Osmanlı “kimliği”ne dönülmesi, Türkiye Günlüğü yazarlarının hayallerini süsleyen bir “arzu”dur! Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” adlı spekülatif, masalsı varsayımlarını okumuşlar mıdır, bilinmez, ama Şener Aktürk ve Fatih M. Şeker’in Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlayan yeni süreci, “gelenekten uzaklaşma”; “Türk milletinden Türk ulusuna” geçiş ve “Batı Medeniyetine” bağlanma süreci olarak gördükleri ve bu durumu “İslam-Türk milleti”ni “mazinin değerlerinden koparma”ya delil saydıkları, kendi açıklamalarıyla sabittir! Aktürk, Osmanlı İmparatorluğu’nu “İslami fakat sadece Müslümanlardan oluşmayan”; Türkiye Cumhuriyeti’ni ise, “resmi kimliği olarak ortaya konan Türklük sadece Müslüman fakat İslami olmayan bir kimlik” şeklinde tarif ediyor ve yeni devletin “İslam milletinin içinde barındırdığı olanca etnik çeşitliliği de Ankara’da yeni üretilen bir muasır ve muhayyel Türklüğe asimile ederek gidermeye çalış”makla eleştiriyor. Ona göre, bu yeni rejim, “Osmanlı’nın İslam milleti”ni “Türk milleti”ne daraltmış, ve “Türk olarak isimlendirdiği İslam milletinin dini içeriğini boşaltarak tamamen laik bir kamusal alan inşa etme”ye girişerek, “din temelli millet kelimesi” yerine “tamamen laik içerikli bir kültürel topluluk anlamında ‘ulus’ sözcüğünü ikame” ederek, “devletin sahibi olan ‘Türk ulusu’nu”, büyük tepki ve halk huzursuzluğuna rağmen ilan etmiştir.
Aktürk ve derginin öteki yazarlarının Suudi Krallığı’nı nasıl bir “millet” ve “idare biçimi” olarak gördüklerine dair bir bilgi, söz konusu makaleler kapsamında bulunmuyor. Ancak Aktürk’ün “din temelli millet” arayışı ve savunusu üzerinden Ortaçağ’ın en önemli belirleyen “değerleri”ne, Osmanlı idare biçimine dönüş “fikriyatı ve hissiyatı” oldukça açıktır. Yazar, Ortaçağcıl karanlığa karşı ve ilkin Batı Avrupa’da gelişen burjuva aydınlanmacı akımın özelliklerinden biri olan laisizme savaş açarak bu tutumunu ortaya koyuyor. Ona göre, yeni devletin neden olduğu “kötülükler”den biri de “laikleşme” yönünde attığı adımlar olmuş; “İslami terminolojiden tamamen arındırılmış ve daha önce kimsenin duymadığı yeni icad edilmiş sözcüklerle doldurulmuş ve Latin harfleriyle yazılan laik içerikli bir yeni Türkçe’nin tek resmi dil olarak benimsenmesi” maziden kopuşa neden olmuş; “İslam”dan uzaklaşılarak “Batı Medeniyeti”ne yaklaşılmış, “köksüz”lüğe yol alınmıştır!
Aktürk’ün toplumsal, siyasal ve kültürel sorunlara yaklaşımında bilimsel bakış açısı ya da mantığı aramak boşuna bir çaba olur. Eskil ve ezbere niteleme ve suçlamaları yan yana dizerek ve kıyaslamalı dahi olmayan düz mantık yürütmeyle, “Batı Medeniyeti”ni “İslam Medeniyeti”nin antitezi konumuna yerleştirip, “Batı Kültürü”ne karşı “İslam Kültürü” savunusuna girişiyor. Bu tutum, ilkin insan soyunun ya da “insanlığın” tarih boyunca gerçekleştirdiği ve kapitalizmin gelişmesiyle birlikte uluslararası özellikler de kazanan birikimin, insanın, nerede yaşıyor ve hangi ulus ve hangi dini-mezhebi ‘inanç’ grubundan olursa olsun, daha ileri bir yaşam düzeyine ulaşması için dayanak edinilmesine reddiyedir. Yazar ve aynı bakış açısıyla olayları irdeleyip yorumlayan diğerleri, ‘Batı’nın karşışına ‘Doğu’yu değil, İslam’ı yerleştiriyorlar. Oysa, dinsel merkezli bir kıyaslama yapılacaksa eğer, bunun “Hıristiyan” olarak belirlenmesi gerekirdi. Ama gerçek şu ki, ne ‘Batı’ Hıristiyan’dan ibaret, ne de ‘Doğu’ İslam’dan. Bu görüş ya da anlayış din temelli ayrımcılık ile malûl olup, aynı nedenle gericidir de. “Milli ve dini kültür ve medeniyet” içinde kalış savunusu, insan soyu yararına kat edilmiş ilerleme ve birikimden soyutlanma olarak alındığında –yazar Şeker örneğin bunu yapıyor–, geride kalanı, aşılmış olanı sınır olarak belirlemek olacaktır. “İslam Medeniyeti”ni Gazali’nin fikirleri ekseninde savunmaya çalışan yazar, ayakları yerden ve bu anlamında Doğa’dan kesik “göksel” kaderci felsefeden yana, İbni Haldun, İbni Sina gibi daha doğacı “alim”lerin de karşısında duran bir gerilik ve gericiliği sahipleniyor.
Oysa insan, sömürüye dayanan üretim ilişkilerinin ve egemen sınıfların tüm engelleyici barikatlarına karşın, bugünkü yaşam düzeyi ve düşünüş biçimleriyle yüz yüze gelmişse, bunda rol oynayan etkenlerden biri de, maddi yaşamının üretimi etkinliği içindeki insanın ‘Doğu’da ve ‘Batı’da yaşam kavgasının aynı zamanda, egemen sınıflara ve onların devletine itaatı vaaz eden dini ideolojinin dogmalarından kurtulma mücadelesi olduğunu görmüş ve anlamış olmasıdır. Onun içindir ki, geride olanın ve geri kültürün daha gelişkin kültüre; hurafeye dayalı dogmatik-metafizik düşüncenin bilim ve akli olan tarafından kanıtlanan gerçeğe karşı savunusu, tarihi boyunca baskıya ve fiziki ve zihni köleleştirmeye karşı mücadele içinde olmuş somut ve gerçek insana karşı bir tutumu da ifade eder. “Batı Medeniyeti” olarak isimlendirilenin, Batı’da örneğin “dinde yapılan reformları” da içermek üzere ve fakat esas olarak aydınlanma geleneği ve modern yaşam tarzına olanak sağlayan ilişki biçimleri ve yeni buluşların; bilim ve teknikteki gelişmelerin; bunları da içermek üzere kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz hale getirdiği sınıf farklılıkları ve mücadelelerinin ürünü demokratik kazanımların sağladığı bir gelişmeyi de ifade ettiği gözardı edilemez. Yazar Aktürk’ün “Batı Medeniyeti”ne yaklaşımı bu türden olup, dışlayıcı-kötüleyicidir.  Osmanlı “İslamı” arayışı içindeki yazar, eskinin, olduğu türden bir kez daha tezahür edişi olanaksızlığıyla çaresizdir. Yazarın hissiyatıyla söylenirse, buna “kader” de, “kadersizlik” de denebilir!

B-e) “ÜST KİMLİK” SAVUNUSUNDA KAYBOLAN “ETNİK VE DİNİ” KİMLİKLER
“Kimlik sorunu” ve “çözüm süreci” üzerine tartışmalara katılan diğer bir isim, USAK Bilim Kurulu Başkanı Prof. Dr. İhsan Bal’dır. Bal’ın “çözüm”e dair görüşlerinin ayrıntısına girmeden önce, “Türk üst kimliği” savunusunda birleştiği Aktürk’ün yukarıda özetlediğimiz “Türk”çü “çözüm” anlayışını anımsatmak, “daha ilmi” bir analizle görüşlerini anlaşılır kılmaya çalışan Prof. Bal’a “haksızlık etmemek” için de yararlı olacak. Şener Aktürk’ün “kimlik” algısı, Türk ve Sünni İslam merkezlidir. Aktürk, “Türk milli kimliğini Kürtler için de bir milli kimlik olarak önerme”nin “umutsuz bir çaba” olmayacağı “kanaatinde”dir ve “devlet eliyle yaratılmış kimlik sorunlarını çözmek için milletin ismini değiştiren ülke örneğine raslanmadığı”nı belirterek, Kürtlerin bazı “etnik kültür ve anadil hakları”nın tanınması yoluyla Türk milli kimliğine “entegre”sini savunmaktadır. Aktürk’ün bu görüşü, “Türk üst kimliği” savusu merkezli olarak, Prof. İhsan Bal tarafından da benimsenmektedir.
Ancak Bal’ın bir ‘farklılığı’ da var: “İkinci Çözüm Süreci” başlıklı makalesinde, Prof. Bal, “geleneksel”den modern kimlik değişimine işaretle, “kapitalist toplum yapısındaki yeni eşitsizlik formları” ile “kimliğin yeni üretim ve yeniden üretim modları temelinde değişim geçirmesi” arasında bağ kurarak, iktisadi-sosyal gelişmelerin “kimlik sorunu” üzerindeki etkilerini de bir biçimde hesaba katarak, ‘bilimsel etik’ açıdan, diğer iki yazardan kısmen de olsa ayrılıyor. “Sınıf, toplumsal cinsiyet, ırki/etnik ve dini ilişkiler bağlamında yeni kimliklerin oluşumu” ile kapitalizm ve kapitalist işbölümü arasında bağ kuran İhsan Bal, buradan hareketle “bireylerin ve toplumların kendilerini ifade etmek için kullandıkları birden fazla kimlikleri”nin bulunduğunu belirtmekte ve gelişmelere bağlı olarak “bazı kimliklerin öne çıkması”na, “baskın kimlik” haline gelmesine dikkat çekmekte; “kimlik sorunları” ile iktisadi-sosyal gelişme “gerçekliği” arasındaki bağı kabul ederek, “kimliğin tarihi süreç ve çoğrafi veriler, hatta göç ve karşılaşılan farklı durumlara göre değişkenlik gösterdiğini” belirtirken, toplumsal gelişme diyalektiğini kabullenir görünmektedir. Kimliklerin “asla statik ve tek taraflı bir oluşum” olmayıp, “çok taraflı etkileşim ve hareketliliğin ürünü” olduklarını belirtirken de, o, “kimlikler”in toplumsal gelişme ile dinamik bağını görmüş gibidir.
Ne var ki, kimliklerin toplumsal gelişmenin dinamiği ile bağını bir biçimde de olsa kuran Bal, iş somut duruma; etnik kimlik(ler) ve ulus(lar) sorununun Kürt sorunu bağlamında tartışılmasına gelince, doç. Şeker’in tariflediği “nesep”lere göre tutumuna ayar vererek, geleneğe uygun şekilde yerli yerine yerleşmekte ve “ilişkili olunan çoğrafi alan genişledikçe kimlik içinde bir hiyerarşik ilişki meydana gelir” diye, deyiş yerinde ise, ahkam kesmektedir. Ona göre de, “halihazırda içinde bulunduğumuz küresel dünyada, hepimizin sahip olduğu çoklu kimliklerden ‘en kapsayıcı olanı’ ön plana çıkarma eğiliminde olmamız, üst/çatı kimliklerin artan öneminin göstergelerinden” biridir.
Profesör Bal’ı bunca “bilimsel” çabaya yönelten asıl neden, öyle anlaşılıyor ki, Türk “üst/çatı kimliği”nin “kapsayıcılığı”na inanç getirilmesine yardımcı olmakmış. Osmanlı kimliğini, “içerisinde birçok farklı etnik ve dini grubu barındıran ve ulusal kavramından farklı olan ‘millet’ kavramını öne çıkaran bir ‘üst kimlik” olarak tarif eden Bal, “Türkiye Cumhuriyeti’nde de bu anlayışın devam ettiğini ve Türk kimliğinin anlam olarak tek bir etnik gruba indirgenmediğini” ileri sürüyor. Bu iddiasında yalnız olmadığını, “sol”cu Ataol Behramoğlu’ndan Başbakan Erdoğan’a, oradan da CHP’nin şoven Türkçüleriyle Taha Akyol gibi muhafazakar-liberal yazarlara kadar geniş bir cephede yer alanların aktüel olarak sürdürdükleri aynı merkezli vaazlara bakarak söyleyebiliriz. Bal, bu savunuyu, Şener Aktürk’ün makalesine atıfta bulunarak kanıtlamaya çalışarak da, onunla ve derginin aynı görüşteki diğer yazarlarıyla birleşmektedir. İhsan Bal’a göre, “Osmanlı çatı kimliği”nin “bir parçası olan gruplar”, “Türk çatı kimliği”ne de dahil edilmişlerdir ve bu da “kimlik algısında dini bağların (Müslümanlığın) etnik kökenin önüne geçtiğini göstermektedir.” İhsan Bal’ın kendi kurgusunu gerçek yerine ikame ederek vardığı sonuç ise; “Türk tanımının etnik bir kimlikle açıklanmaması”; Türkiye Cumhuriyetine “soy ve din farkı gözetmeksizin vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese Türk denir, Türk milleti farklı etnik, dinsel, mezhepsel ve diğer kimliklere sahip tüm vatandaşlardan oluşur” yönündeki geleneksel Türkçü görüşe uygun bir Anayasal tanımlanmanın yerinde olacağıdır! Bal, Türk kimliğinin “Arap, Arnavut, Boşnak, Kürt, Laz gibi alt kimlik ifade eden kategorilerle bir arada kullanma tutumu”nu da reddetmekte ve bunun Türk kimliğinin “bütün bu grupları kapsayan üst kimlik değil, onlarla birlikte Türkiye’de yaşayan bir etnik grubu kasteder” hale geleceğini; bunun ise kabul edilemeyeceğini belirtmektedir.
Türkiye’nin “kimlikler sorunu”na bu yaklaşım, savunu gerekçeleri ya da gerekçelendirilmesiyle hem farklı “etnik ve dini kimlikler”in gelişim süreci ve gerçekliğiyle, hem de gerçekleşebilir demokratik bir çözümle aykırılık içindedir. Osmanlı “çatı kimliği”nden Türk “çadır kimliği”ne/“baskın ya da üst kimliğe” geçişle bir çözüm olabilseydi, Cumhuriyet Türkiyesi’nin 80 yılı aşkın süredir uygulamakta olup gerçekleştirmeye çalıştığı eritme/asimilasyon politikası çözümü zaten sağlamış olurdu. Osmanlı İmparatorluğu’nun idari sistemini, isteyen(ler), Padişah otoritesine sığınarak ve “han”lık anlayışıyla bir tür “çatı kimlik” olarak alabilirler. Ama o günün koşulları yaşanıyormuş gibi, sözüm ona aynı anlayışla hareket ederek ve yine sözüm ona İslam kimliğinde birleşmeyi vaaz ederek, bugünün modern kapitalist Türkiyesi’ndeki Kürt ulus sorununu, Alevilerin baskıyla asimile edilmek istenmeleri politikasına çözüm bulduklarını sananlar, en hafifinden abesle iştigal ediyorlar. Prof. Bal’ın söylemi de, bu bakımdan haylice eskimiş, ancak varislerce yeni versiyonlar halinde süslenerek aktüelleştirilmek istenen bir spekülasyondan ibarettir.

B-f) ESKİMİŞ BİR SÖYLEM: “ÜST KİMLİK-ALT KİMLİK”
İhsan Bal, “üst kimlik/alt kimlik” söylemini yinelemekten başka bir şey söylemiş olmuyor. Bütün söylediğinden çıkan sonuç, Türk kimliğinin “tarihi ve kültürel bir alt yapıdan beslenen kapsayıcı bir çatı kimlik” olduğudur. Yazar, aile, okul, devlet kurumlarınca sürdürülen eğitimle sağlanan “baskın kimlik” bilincini de beslemek üzere sürdürülen ulusal baskı ve ayrımcılık politikasının yön verdiği burjuva araştırma kurumlarının yaptığı “anket verileri”nden hareketle, farklı etnik ve dini kimliklere mensup insanların “yüzde 80’i bir üst kimlik olarak Türklüğü benimsemektedir” iddiasıyla da bilimsel alanın dışına düşmekte, devletçi asimilasyon ve ayrımcılığın ürünlerini gerçeklerin yerine ikame etmektedir. Bu veri(ler) doğru kabul edilse dahi, ülkede kendini Türk olarak görmeyen, görmediğini de açıkça ilan etmekten kaçınmayan, dahası kendi ulusal kimliğinin ve bununla bağlı ulusal taleplerinin kabulü için mücadele yürüten Kürtler başta olmak üzere, farklı “gruplar”ın varlığı, ulusal-etnik kimlikler sorunu tartışmasında, görmezden gelinemeyecek kadar somut ve aktüeldir. Yazar, bu gerçeklere karşın ve farklı olanların, yüzde 20 gibi, gerçekte olduklarından çok çok daha düşük oranda olsalar bile, farklılıklarıyla hak mücadelesinde olduklarını görmezden gelerek, herkesi Türk “üst kimliği” içinde birleşmeye sözüm ona iknaya çalışırken, Kürtlere ve Alevilere yönelik asimilasyon politikalarının farkındadır ve bunun “ciddi bir takım sorunlara sebep olmuş” olduğundan bahisle, “etnik Türklük vurgusu”nun “Türk çatı kimliğine” tepki yönelmesine yol açtığını; bunun için de, bugün yapılması gerekenin “alt kimlikleri yok saymayan bir üst kimlik” tesisi olduğunu savunmaktadır. “Çerkez kökenli Türk ya da Makedon kökenli Türk tanımlanmasında, adı geçen etnisitelerin Türklüğü bir tehdit olarak görmemeleri”ni veri alan yazar, “Kürt kökenli Türk” tanımlanmasıyla da “Kürt vatandaşların kimliklerine zarar gelmeyeceğinden emin oldukları” bir zeminin yaratılmasını salık vermektedir! Bal’ın söyleminde, Başbakan’ın “hepimiz bir milletiz; ne dedik, Tek millet dedik” nakaratı dile geliyor gibidir!
“Kimlik sorunu”/sorunlarının çözümü için asgari gerekliliğin hakim sınıf ve politik-askeri ve diğer tüm temsilcilerinin siyasal baskı ve inkarcı-asimilasyoncu politikalarının son bulması; “tehditten arındırılmış demokratik zemin”in oluşturulması olduğu doğrudur. Bunun gerekliliği ise, ulusal tam hak eşitliğinin Kürtler için tüm unsurları ile tesis edilmesi, Arap, Zaza ulusal toplulukların dil, kültür ve diğer alanlardaki baskıdan arındırılmış bu zemin üzerinde serbestçe gelişiminin önündeki engellerin kaldırılması, devletin dinden, dini kurumların okuldan ellerini çekmesi; dinin devlet eliyle topluma dayatılmasına son verilmesi, eğitimin dini ideolojinin yaptırımlarının alanı olmaktan çıkarılarak, bilimsel, demokratik ve her kademede parasız hale getirilmesi şarttır. Ulusal baskı ve ayrımın tümden kaldırılması ise, kapitalist sömürü, rekabet ve baskının tasfiyesini gerektirmektedir. Bunların ise, işçi sınıfı ve halkların mücadelesiyle dolaysız bağlı olduğu, toplumlar tarihinin en öğretici dersidir.
Bu bakımdan, yukarıda ortaya konan ve  “çözüm sağlayacağı” varsayılan “çatı kimliği (Türklük)- alt kimlikler (Kürt, Arap, Zaza, Laz, vs)” yaklaşımı birçok açıdan sorunlu olup, başlıca iki yönden, toplumsal-siyasal ve kültürel gerçekliğe  aykırı düşmektedir. İlkin, Türkiye’de bir Çerkez ve Makedon sorunu yoktur. Ama bir Kürt sorunu vardır ve çözümü şart koşmaktadır. İkinci olarak, ‘etnik’ ya da ‘dini-mezhepsel köken’e işaretle Kürt ve Alevi sorununun çözümü mümkün olmayıp, bu iki ayrı sorun bir tek potaya konamaz farklılıklar göstermektedir. Ulusal sorun ile dinsel-mezhepsel sorunların Türkiye topraklarındaki birlikte ya da bir arada gündem oluşturmasının nedeni, bu her iki alanda da baskıyla sindirme, asimilasyon ve hak yoksunluğunun dayatılması; ulusal ve mezhepsel farklılıkların, “baskın/çatı kimlik” olarak tahakküm eden Türklük ve Sünni-Hanefi Müslümanlık tarafından ve devlet eliyle ilkin yok sayılmaları, sonra da asimile edilerek eritilmek istenmeleridir. Buna karşın, bu iki sorun farklıdır; Türk Alevi olduğu gibi, Kürt Alevi, Zaza Alevi de vardır ve uluslar, Şener Aktürk, Fatih Şeker ve İhsan Bal’ın ileri sürdükleri üzere, din ya da mezhep “ortaklığı”-aynılığı tarafından belirlenmezler. Bu yazarlar, kendilerinin “millet” tarifine uygun düşecek şekilde dini inancı temel “kimlik” belirleyeni düzeyine çıkarmaktadırlar. Türkiye Günlüğü yazarlarının, bu tanım gereği, sayıları günümüzde ve uluslararası alanda bir milyarın üzerine çıkan “ateistler”i hiçbir “millet”e/ulusa dahil görmemeleri gerekir ve bu da nesnel gerçeklere karşıt bir tutum olacaktır.
Profesör Bal, “en makul ve mümkün seçenek” olarak, “Türklüğün bir milli/ulusal kimlik” olarak benimsenmesi ve buna bağlanan ve fakat ayrı da olan “etnik, dini, bölgesel ve diğer kimlikler”in de olabileceğinin devletçe bilinmesiyle, buna uygun düşen bazı iyileştirmelerin yapılmasını göstermektedir. Ona göre, herkesin “Türklüğü ulusal kimlik olarak kabullendiği” koşullarda, “Arap Türk, Laz Türk, Kürt Türk, Zaza Türk” olarak anılmanın bir mahsuru bulunmayacak, sorun da böylece çözüm bulmuş olacaktır! Aktürk ve Bal, “üst kimlik-alt kimlik” durağına gelmiş, orada “çözüm”e bayrak sallamaktadırlar!
* * *
“Türk ulusal kimliği”nin, etnik köken (Türk) ve dini inanç (Müslüman, Sunni-Hanefi) temelinde tarif edilip “inşa edildiği” tarihsel bir vakıadır. Siyasi, kültürel, ırki açıdan dini-ırki bir tanımlama. M. Kemal’in Türk kurtuluş Savaşı bağlamında ve işgal güçlerine karşı pragmatik “Anasır-ı İslamiye” söylemine karşın, Türkiye Cumhuriyeti, “Türkçe konuşan ve Türk gibi davranan gayrimüslimleri içinde eritebilen kültürel bir Türklük tanımı”nı esas alıyordu.  Yukarıdaki bölümlerde, bu anlayışın Fatih Şeker tarafından farklı etnik kesimlerin “devletin içinde erime” istem ve davetini, İslami referanslara dayanarak ileri sürdüğünden söz etmiştik. Osmanlı ve Türk devletlerinin “İslam” esası üzerine şekillendiklerini ileri sürenler, Müslüman Kürtlerin ve Müslüman Arapların, nasıl oluyor da bu politikaların ve onu temsil eden devletlerin hedefine girdikleri, on yıllar boyu baskı ve asimilasyonla “devletin ve Türk ulus kimliği”nin içinde eritilmeye çalışıldığını açıklayamamışlardır. Bu konuda en ileriden söyledikleri, Türk ‚’unsur’ dışındakilerin asimile edilmeye çalışıldığıdır. Ama bu kadarı dahi “İslam milleti” söylem ve iddialarını yalanlamaya yeterlidir. Asimilasyon politikalarının Kürtler, Araplar, Zazalar şahsında başarısızlığı, o günden bugüne izlenen şovenist, Türk milliyetçi ve Sünni-Hanefi İslamcılığın devletin başlıca kültürel, politik ve sosyal “renklerini” oluşturduğu gerçeğini değiştirmiyor ve Türkiye Günlüğü yazarlarının da desteğini alan iktidardaki sermaye gücü AKP, Türk milliyetçiliğinin İslamist türünü çok daha derinlikli şekliyle sahiplenmiş bulunuyor. Bu tür bir milliyetçiliği, İslamist ya da popüler söylemde aktüel durumda tutulmaya özen gösterildiği üzere, Müslüman milliyetçiliği olarak nitelemek, gerçeğe aykırı düşmeyecektir.
Osmanlı millet sistemine onca övgünün nedeni, Müslüman olmayanların Müslüman olanlarla “eşit vatandaş olmaları” değil, “Millet-i hakime” çerçevesinde ümmeti oluşturanların diğerleriyle eşitsizliğine dayanan bir sistem olmasıydı.  Bugünün İslamist Türk milliyetçilerinin Kürtler ve Alevilere ilişkin politikalarının Sünni Türk muhafazakarlığını; “Türklük üst kimliği”nde “eritilme”yi bir çözüm olarak görüyor olmasının Osmanlı’yı referans alması, kapitalist Türkiye’nin, feodal askeri İmparatorluğun koşullarıyla kıyas kabul etmez gerçekliği nedeniyle de dayanaksızdır.
Osmanlı geçmişine özenen Müslüman Türk milliyetçiliği, uygulanan devlet-hükümet politikalarından da yararlanarak hızlı şekilde pazar payını genişleten ve üst sıralara yükselen, kozmopolit “İslami burjuvazi”den de güç alarak, Kürtler ve Aleviler gibi büyük nüfuslu ulusal ve dinsel-mezhepsel farklı “kimlikler”e ve çeşitli diğer azınlıklara yönelik ayrımcı-asimilasyonist politikayı, “Türk üst/çatı/çadır kimliği” formülasyonuyla sürdürmekten yanadır. Ulus(lar) ve dini-mezhebi “kimlikler” sorununa kavmiyetçi-ümmetçi “millet” anlayışı çerçevesinde getirdikleri sözüm ona “çözüm”ün bağlandığı hedef de aynıdır. “Türkiye vatandaşlığı” ve “Türk üst kimliği” formülasyonları ile yeniden başa dönmüş oluyoruz. Ama bu çözüme değil, çözümsüzlüğe varış noktasıdır ve “buhran”ın devamını kabullenmektir. Türkiye Günlüğü ve yazarları, “buhran” üreten kaynağın dışına çıkmış değillerdir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑