İngiltere’de sınıf yapısına dair bir analiz Milliyet Gazetesinde adeta müjde verircesine kendine şöyle yer bulmuştu (Milliyet, 2013):
“Gelire bağlı sınıf sisteminin tarih boyunca sosyal hayatı etkilediği İngiltere’de özerk yayın kuruluşu BBC’nin yürüttüğü bir araştırma sınıf tanımını köklerinden sarstı. ‘Büyük Sınıf Araştırması’ başlığı altındaki soruları internet üzerinden yanıtlayan 161 bin kişiden toplanan veriler ışığında sosyologlar günümüz İngiltere’sinde yedi adet sosyal sınıfın bulunduğunu tespit etti. Gelirin yanı sıra ‘sosyal çevre’ ve ‘kültürel zevki’ de sosyal sınıfı belirlemede kriter olarak kabul eden araştırma klasik ‘üst, orta ve işçi sınıfı’ ayrımını yerle bir etti. Araştırma sosyal piramidin tepesine elitleri yerleştirdi.
“İşte yeni sınıflar:
“1. Elitler: Ülkenin en yüksek gelir grubuna mensup olup sosyal, kültürel ve ekonomik unsurlar açısında en yüksek imkanlara sahip olanlar.
“2. Prekarya: Sosyal piramidin en altında yer alan bu sınıfın mensupları; temizlik, ulaşım veya bakım gibi hizmet işlerinde çalışıyor.
“3. Yerleşik orta sınıf: Bu sınıf nüfusun yüzde 25’ini kapsıyor. Sıralamada, en zenginlerin bir altında gelen bu sınıf, idari ve geleneksel uzmanlık alanlarında çalışıyor.
“4. Teknik orta sınıf: Nüfusun yüzde 6’sını içeren sınıf; araştırma, bilim ve teknik görev alanlarında hizmet veriyor.
“5. Yeni zengin işçiler: Nüfusun yüzde 15’ini içeren…tüm diğer sınıfların ortasında yer alan bu grubun mensupları ekonomik olarak kendilerini güçlükle geçindirebiliyor.
“6. Geleneksel işçi sınıfı: Yaş ortalaması 66 olan bu sınıf nüfusun yüzde 14’lük dilimini içeriyor. Bu grubun genellikle devlet destekli ekonomik özgürlüğü bulunuyor.
“7. Yükselişteki servis işçileri: Yaş ortalaması 34 olan bu sınıf, nüfusun yüzde 19’unu kapsıyor. Ekonomik olarak güvenceden yoksun fakat sosyal ve kültürel birikimleri oldukça zengin.”
Sınıfları; üretim ve sömürü ilişkilerindeki varlık, oluşum ve hareketiyle değil, teknik koşullar, ‘tahakküm ilişkileri’ ve piyasadaki gelir gibi konumlarıyla ele alan Weberyan yaklaşımın örneklerinden birisi bu biçimde ifadesini buluyordu. Sınıflar; ne kadar insan o kadar ‘sınıf’ misali; bireylerin kendileri hakkındaki görüş, düşünce; gelir, yaşam tarzı, istek ve arzularına göre kategorilendirilince, tek tek insanları birbirine bağlayan, birleştiren ve karşıtlık kuran sosyo-ekonomik ilişkilerdeki nesnel konumlanış ve bütünlük rafa kaldırılıyor. Sonda söylenecek olan başta söylenirse: her derde bir ‘sınıf’ olmaz!
***
Modern çağda; sınıfın sosyal bilimlerdeki görünürlüğünün, gerçek yaşamdaki siyasal etkinliğiyle paralel olduğu söylenebilir. Kapitalizmin 19. yüzyıldaki serbest rekabetçi aşamasında, sınıf mücadelesinin tüm toplumu sardığı, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çatışmanın açık biçimler aldığı dönemde, ‘sınıf’, ‘sınıf mücadelesi’ karşılığını en net biçimde Marx ve Engels’in görüşlerinde buldu. Sınıflar, sadece Marksist literatürde değil, liberal-muhafazakar burjuva ekonomist ve sosyologlar açısından da görmezden gelinemeyecek bir toplumsal gerçeklikti.
Rusya’da Ekim Devrimi ve sosyalizmin inşası, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’da yükselen işçi hareketi, dünya genelindeki ulusal kurtuluş mücadelelerinin etkisiyle; 20. yüzyılın ilk üç çeyreğinde sınıflar sosyal araştırmaların temel odak noktalarından birisi, hatta başta geleniydi.
Sermayenin, işçi sınıfının iki yüzyıllık mücadele birikim ve kazanımlarını ortadan kaldırmak, piyasanın her alanda egemenliğini sağlamak üzere giriştiği neoliberal dönüşüm süreci, 20. yüzyılın son ve 21. yüzyılın ilk bölümüne damgasını vurdu. Toplumsal yaşamı metalaştırılması, üretim sürecindeki mekânsal parçalanma, çalışma yaşamındaki esneklik, kamu alanının neoliberal ilkeler etrafında yeniden örgütlenmesi ve daraltılması, bilim ve teknolojide gelişmeler, ideolojik alanda postmodern dalga, sınıfın hem toplumsal yaşamda hem de sosyal bilimlerdeki konumunda tartışmalara yol açtı.
Bu tartışmalar iki kategoriye ayrılabilir: Birincisi, sınıfın bir analiz birimi olarak etkinliğini ve belirleyiciliğini yitirdiği, toplumsal kimlikler dizisinde bir alt başlık haline geldiği, geleceğinin de giderek etkisini yitirme yönünde olduğu tezi etrafında sürdürülen tartışmalar. Bu eksende; sınıflar ve nesnellik ya yoktur ya da ideolojik ve söylemsel olarak kurulan ve dağılan olgulardır.
İkinci kategori ise; üretim sürecindeki parçalanma, teknolojik gelişmeler, yeni sektörler ve çalışma biçimleri ile sınıfların yapısında mevcut ya da olası değişikliklere dair tartışmalardır.
İşçi sınıfının güncel durumu, bileşimi, kapsamı, nitelikleri, yeni özellikleri bağlamında değerlendirdiğimiz ikinci kategoride birçok alt başlık ifade edilebilir. Örneğin en ‘popüler’ tartışmalardan birisi, ‘güvencesizlik’ vurgusuyla “prekarya” olarak isimlendirilen; geleneksel işçi sınıfının da altında olan yeni bir sınıfın geliştiği tezi. Diğer bir tartışma ise, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızla gelişen hizmet sektörü ve bu alanda çalışanların sınıfsal niteliği konusu.
Bunlar ve daha sonra vereceğimiz örneklerde, tartışmanın tarafları ve sınıf çalışmalarının genel kapsamına dair iki temel yaklaşımdan bahsedilebilir:
Birincisi; toplumsal yarılmanın; üretim sürecinden başlayarak tüm toplumu kapsayan, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve sömürü ilişkilerine dayanan sınıflar temelinde gerçekleştiğini savlayan Marksist yaklaşım. Marksizmde, sınıflar ve ona içkin olan sınıf mücadelesi, toplumsal hareketin temel dinamiği olmakla birlikte, diğer eşitsizlik biçimlerini şu veya bu ölçüde etkilemekte, güçler ilişkisi çerçevesinde bu mücadeleye bağımlı kılmaktadır.
İkincisi ise; özellikle ampirik sınıf çalışmaları alanında önemli ve geniş bir literatür oluşturmuş Weberyan yaklaşımdır. Bu geleneğin temel özelliği, sınıfı, üretim süreci ile değil, piyasadaki eşitsizlikler üzerinden tanımlamasıdır. Weberyan gelenekte sınıf, piyasadaki olanaklara sahip olma gücü çerçevesinde konumlandırılır. İlişkisellik, üretim sürecindeki sömürü ilişkileri dikkate alınmadan kurulduğunda, sınıfı belirleyen nitelikler ‘piyasada güce sahip olma’ açısından belirlenir hale gelir. Böylece Weberyan gelenek, esas olarak sınıf çalışmalarını, piyasadaki güce işaret eden gelir, eğitim, vasıflılık ve hizmetin niteliği çerçevesinde yoğunlaştırır. Dikkate değer bir diğer unsur ise, bu gelenek, sınıftan çok yaşam tarzına odaklanan statü ayrışmalarını dikkate alır.
Günümüzün sınıf araştırmalarının sorunsallarına ilişkin, bu iki düşünüş tarzının yöntem ve bakış açısının etkili olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Bunun hem sosyal bilimlerde hem de gündelik yaşamda karşılığını görmek mümkün.
Gezi Direnişi’nde, büro işçilerinin ve plaza çalışanlarının parklardaki varlığı ve görünürlüğü, direnişin “orta sınıf” ya da “beyaz yakalı” sınıf niteliğini kanıtlamak üzere kullanıldı (Keyder, 2013) (Lüküslü, 2013) (Fukuyama, 2013). Çünkü, egemen algıda büroda çalışmak, ayrı bir sınıfsal konumu belirtmek için yeterliydi. Bu yaklaşımın, Weber’in ‘çoklu sınıf yapısı’nda ayrı bir sınıf olarak yer alan “beyaz yakalı işçiler”e denk düştüğü açıktır.
Keza, Amerikan sosyoloji çalışmalarında, sınıfların piyasadaki tüketim gücü ve olanaklarına göre tanımlanması geleneksel bir yöntemdir. Buna göre; en yüksek gelir ve tüketim olanağına sahip olanlar “üst” sınıflar, en alttakiler “alt” sınıflar olarak tanımlanır. İki kategori arasında kalanlar ise, koca bir “orta sınıfı” oluşturur. Bizim gibi ülkelerde de, en azından resmiyette, ekonomik programlar, orta sınıfın geliştirilmesi hedefini taşır. Liberal aydınlarımızın hayali de, “orta sınıf”ın ekonomik ve siyasal olarak güçlü olduğu bir ülkedir. Bu sınıfsal kategorilendirmenin de, Weberyan geleneğin piyasa konumundan feyz aldığı söylenebilir.
Bir diğer örnek ise, Orhan Pamuk’un burjuvazi tanımlaması. Pamuk, burjuvaziyi; üretim ve dağıtım araçları üzerindeki mülkiyetten tamamen bağımsız bir yerde, laik, Batıcı, modernist yaşam tarzında arıyor, buradan tanımlıyordu (Pamuk, 2012). Bir edebiyatçı olarak Pamuk’un yaptığı tarifin; yaygın algıyı göstermesi bakımından önemi açıktır. Bunun da, Weberyan geleneğin sınıf çalışmalarında yaşam tarzına yaptığı vurguyla paralel olduğu söylenebilir.
Daha genel bir düzeye taşıyacak olursak; tartışmanın özü; sınıfın nasıl kavranacağına dairdir. Sınıf; gelir, tüketim gücü, servet, vasıf gibi ekonomik ya da tüketim kalıpları, yaşam tarzı gibi kültürel kıstaslara göre toplumun kategorize edilmesi amacıyla kullanılan kavramsal bir araç mıdır? Çalışma ve araştırma konusuna göre kapsamı değişebilecek, sayısı buna göre artacak ya da azalacak araçsal bir analiz birimi midir? Toplumun yüzde 20’lik dilimlere ayrılıp sıralanması mıdır? Yoksa toplumsal yaşamın temelinden başlayarak tüm toplumu saran, mücadele ve çelişkileriyle kuşatan temel, tarihsel ve dönüştürücü bir toplumsal ilişki midir?
Bu makalede; tartışmanın geleneksel taraflarından birisi olan Weberyan sosyolojinin kurucusu Weber’le, özel olarak onun sınıf kavrayışıyla ilgiliyiz.
***
Weber’in sınıf kavrayışını bütünlüğü içinde anlamak için, onun sosyolojisine dair temel bir çerçeve çizmekte fayda var.
Bir Alman sosyologu olarak Max Weber’in düşünsel ilgi alanları Almanya’nın özgül konumuyla oldukça ilgiliydi. 19. yüzyılın ikinci yarısında Almanya, ekonomik olarak İngiltere ve Fransa’nın gerisinde, burjuvazisi zayıf, siyasal devrimini henüz gerçekleştirmemiş, Junkerlerin (toprak sahipleri) ‘egemenliği’ altında bir ülkeydi. Weber, Almanya’nın özgüllüğünü ve “kapitalizmin neden yeterince gelişmediğini” sorguluyordu. Bu nedenle, kapitalizmin hangi koşullarda gelişebileceğini, hangi yeter şartlara sahip olması gerektiğini, Doğu toplumlarıyla karşılaştırmalar yaparak anlamaya çalıştı. Weber’in ünlü “Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu” (Weber, 1993) kitabı gibi, bürokrasi ve “karizmatik otorite” analizleri de, hep bu özgül sorun çerçevesinde ele alınmıştı.
Weber’de “rasyonelleşme” vurgusu oldukça önemli bir yer tutar. Çünkü, Weber, Batı Avrupa’da kapitalist modern toplumun ortaya çıkışını; rasyonel aklın bir biçimi olarak ‘kapitalist ruh’un gelişimine ve günlük yaşamın temeli haline gelmesine bağlar. Weber’e göre; Doğu toplumları rasyonel düşünme biçimine sahip olmadıklarından modern kapitalizme geçemiyor. Batıda bu rasyonelleşme, dinin reforme edilmesiyle, yani Protestanlığın ortaya çıkışıyla gerçekleşiyor. Bu, bir çalışma etiği ve kapitalist ruh sağlıyor.
Weber’in kapitalizmin ortaya çıkışını; dinsel rasyonelleşmeyle, daha genel bir soyutlama ile ifade edilecek olursa, zihnin rasyonelleşmesiyle açıklaması; onun yöntemsel duruşunu da ifade eder. Weber’in düşünsel olana, zihnin tarihsel gelişim ve değişimine verdiği önem; onun sosyolojik yaklaşımının bir yansımasıdır.
Weber’in temel metodolojik sorunsalı, “bireyin toplumsal davranışını açıklamak”tır. Ona göre “Sosyoloji, toplumsal davranışı yorumlayarak anlamak ve bu yolla davranışı kendi akışı ve doğurduğu tesirlerle birlikte sebeplerini ortaya koyarak açıklamak isteyen bir bilimdir.” (Weber, 2012: 15).
Bunun için davranışın ardındaki sübjektif mananın anlaşılması gerekir. Yani, bireyin bir toplumsal davranış ya da eylemi, hangi amaç, güdü ya da hisle gerçekleştirdiği anlaşılmalıdır (Weber, 2012: 17). Bu nedenle sosyolojide Weberyan gelenek anlayıcı ya da yorumsamacı sosyoloji olarak isimlendirilir (Keat ve Urry, 2001: 231).
Weber, toplumsal davranışı, bireyin sadece rasyonel amaçları açısından ele almaz. Refleksif, hissi ve rasyonel olmayan davranışların yaşamda önemli bir yer tuttuğunu ifade eder. Bu çerçevede toplumsal davranışın dört ana sebebi olduğunu, her davranışta bu sebeplerin farklı oranlarda iç içe bulunduğunu belirtir (Weber, 2012: 46):
1. Davranışın gaye bilinciyle belirlenmesi: Belirli bir hedef ve amaç doğrultusundaki rasyonel davranışlar.
2. Davranışın değer bilinciyle belirlenmesi: Davranışın ahlaki, estetik ya da dini değerler nedeniyle sergilenmesi.
3. Davranışın hissi saiklerle belirlenmesi: Davranışın anlık hissi tutum ve heyecanlarla gerçekleşmesi.
4. Davranışın geleneksel saiklerle belirlenmesi: Kişinin davranışını yerleşik alışkanlıklarla sergilemesi.
Weber’in bireyin toplumsal davranış nedenlerini açıklarken ele aldığı başlıklar; davranışın sadece bireysel saiklerle belirlenmediği, toplumsal değer ve geleneklerle de ilişkilisinin bilincinde olduğunu gösteriyor. Zaten, Weber’in, hem kapitalizmin ortaya çıkışı, hem de kapitalizmin doğuşunun temeli olarak gördüğü kapitalist davranışın ortaya çıkışını anlamaya çalışırken; toplumsal kültürün bir parçası olarak dini ve dinin rasyonelleşmesini ele alması bu nedenledir.
Ancak, Weber’i, ele aldığı meselelerde ekonomik ve sosyal koşulların etkisini görmeyen “kör bir idealist” olarak tanımlamak doğru değildir. Birçok çalışmasında bu faktörlerin rolüne dikkat çekmiş, kimi zaman da belirleyici olduklarını ifade etmiştir. Böyle olmakla birlikte; genel olarak madde ve düşünce, daha özel olarak da ekonomik ve sosyal düzen arasındaki ilişkide idealizme eğilimli olduğunu söylemek mümkündür.
Weber’in metodolojik ilkelerine dair bu kısa bahis, oldukça eksik. Ancak; biz bu makalede; Weberyan sosyolojiyle, onun sınıf yaklaşımını ele almak üzere ilgiliyiz. İlerleyen bölümlerde, tabakalaşma kuramıyla ilişkisi ölçüsünde Weberyan paradigmanın temel meselelerine yeniden ve daha ayrıntılı olarak değineceğiz.
WEBER’İN SINIF ANLAYIŞI
Sermayenin neoliberal saldırı programının ideolojik bileşeni olarak desteklenen 1980 sonrası postmodern atmosfer; toplum, toplumsal bütünlük, kapitalizm, sosyalizm, devrim gibi olguları “yapısökümü”ne tabi tutarken, sınıfı da, çağı geçmiş bir kategori olarak damgaladı. Sınıfın toplumda belirleyici bir güç olmasının mümkün olmadığı fikri; postmodernizmin Marksizme yönelik “determinizm”, “özcülük” ve “indirgemecilik” eleştirisinin bir parçasıydı. Bu eleştirilerin tamamı, sınıf kavrayışı ve gerçekliğiyle ilgili olmakla birlikte, temelinde “üretim ilişkileri ve buradan yola çıkarak ekonomik ilişkilerin toplumsal yaşam içerisinde hiçbir özel konumu olmadığı; siyaset, kültür, ideoloji, din, yaşam tarzı vb. bütün alanlarla eşit konumda olduğu” önermesi bulunuyordu.
Bu çerçevede düşünüldüğünde; hem Marx hem de Weber, sınıfları, ekonomik ilişkiler temelinde tanımlamıştır. Hatta Weber’in sınıf yaklaşımının, diğer konulardaki fikirlerinin aksine, Marx’a oldukça yakın olduğu ileri sürülmüştür. Ancak, böyle değildir.
“Ekonomik” temel, sınıf yaklaşımları açısından oldukça genel ve soyut bir düzeydir. Bununla üretim ilişkilerindeki konum mu, piyasadaki güç mü, yoksa tüketim düzeyi mi kastediliyor; bu belirsiz kalmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Weberyan sınıf çalışmalarında güç, gelir düzeyi ve tüketim kalıpları, sınıfların belirlenmesinde önemli kıstaslar olarak ele alındı. Tüketim kalıpları, bir ölçüde kültürel, ama gelir düzeyiyle ilişkisi çerçevesinde oldukça ekonomik göstergelerdi.
Marx ve Weber’in sınıf anlayışları arasında, çok önemli farklılıklara yol açan temel ayrılık; Marx’ın sınıfları üretim ilişkileri içinde, Weber’in gelir ve piyasa konumunda kökleşmiş olarak görmesidir. Bu; ‘ayrıntı’ düzeyinde iki tercih değil, toplumsal gerçeklik ve yönteme dair bütünsel yaklaşımlardaki farklılığın ifadesidir.
Bu açıdan Weber’de sınıf; piyasa konumudur: “Piyasa’daki şansının türü, kişinin yazgısını belirleyen en önemli etmendir. ‘Sınıf konumu’ bu anlamda son kertede ‘piyasa konumu’dur.” (Weber, 2002: 271).
Weber, ‘piyasa konumu’ ile neyi ifade etmek istiyor?
Piyasa, metaların karşı karşıya geldikleri ve değerleri nispetinde değişildikleri toplumsal alandır. Piyasada güç; metalara sahip olabilme potansiyeli ya da olanağı ile ölçülür. Evrensel metaya (paraya) ne kadar sahip olunursa piyasada o ölçüde güçlü olunur, daha yüksek bir piyasa konumunda bulunulur.
Mülkiyet, servet, bilgi ve beceri eşitsizliğinden kaynaklanan bütün farklar, kişinin piyasadaki olanaklarını belirlemekte etkendir. Büyük servetler, daha az serveti olana göre piyasadaki olanakları arttırır. Yine çok önemli/stratejik bir bilgi ve beceri, buna sahip olmayanlara göre piyasadaki fırsatları yükseltir. Weber’in odak noktası budur… Piyasadaki fırsat ve olanaklarının ölçüsü neyse –ki bunları yukarda ifade edilen eşitsizlikler belirler– sınıf konumu da odur:
“Sınıf konumu, kişilerin mal, yaşam koşulları ve kişisel yaşantılar için sahip oldukları tipik olanaklar demektir. Bu olanaklar ise verili bir ekonomik düzen içinde gelir sağlamak üzere mal ya da beceri harcama gücünün derecesi ve türü ya da bu gücün yokluğu tarafından belirleniyor olmalıdır. ‘Sınıf’ terimi, aynı sınıf konumunda bulunan insan grubu anlamına gelir.” (Weber, 2002: 270)
Aynı olguyu Weber, başka bir biçimde şöyle tanımlar:
“(1) Bir grup insanın yaşam olanaklarının belli bir nedensel ögesi ortak ise, (2) bu ögeyi, mal sahibi olmak ve gelir sağlamak gibi salt ekonomik çıkarlar temsil ediyorsa, (3) bu öge, meta ve işgücü piyasalarının koşullarında temsil ediliyorsa, ‘sınıf’tan söz edilebilir.” (Weber, 2002: 269-270)
Weber’in sınıftan söz ederken ifade ettiği koşullar dikkate alındığında; piyasa koşullarında (3), belirli ölçülerde gelir ya da mal sahibi olmanın (2) yarattığı yaşam olanaklarının (1) sınıfı tanımladığı söylenebilir.
Weber’in yaşadığı dönemde bahsettiği dört temel sınıf; “piyasada olanaklara sahip olma” vurgusu ile paraleldir: 1. Bedensel emek sahipleri. 2. Küçük burjuvazi. 3. Mülksüz beyaz yakalı çalışanlar, teknisyenler ve aydın sınıf. 4. Eğitim fırsatlarına ayrıcalıklı olarak ulaşma imkanına sahip girişimci ve mülk sahibi-varlıklı sınıflar. (Dworkin, 2012: 70) (Giddens, 2013: 263)
Weber’in bu sınıflandırmayı piyasa konumu üzerinden yaptığı açıktır. Üretim ilişkileri üzerinden yapılan Marksist sınıf analizini andırmakla birlikte, Weber’in aklındaki piyasa konumudur. Örneğin Weber’de burjuvazi bir sınıf değildir. Üretim ve değişim sürecinde; işçi sınıfının ürettiği artı-değere el koyan sermaye sınıfı; Weber’in katmanlı modelinde iyi eğitim almış ve ayrıcalıklı varlıklı sınıfın yalnızca bir parçasıdır. Ayrıcalıklı varlıklı sınıfın, ayrı bir sınıf olmasındaki kriter; elde ettiği yüksek gelir ve servet düzeyidir. Yani ünlü bir şarkıcı da, şans oyunlarından servet kazanan bir talihli de, bir kapitalist de bu sınıfın üyesidir.
Marx, daha gençlik yazılarında, Kutsal Aile’de, sınıfsal bölünmede gelir ya da servet farkının belirleyici olmadığının altını çizmişti: “Kaba sağduyuya göre sınıf ayrımı, cüzdan şişikliğine bağlıdır. Oysa cüzdanın kabarıklığı, yalnızca niceliksel bir fark yaratır. Bu fark ise aynı sınıftan olan iki bireyi de pekala karşı karşıya getirebilir.” (Marx ve Engels’ten aktaran Duverger, 2002: 154)
Keza, “bedensel işçi sınıfı” ve “beyaz yakalı işçiler” ayrımı da, piyasa konumu açısından, Weberyan sınıf analizinin önemli bir bileşeni ve örneğidir. İşçileri “beyaz yakalı” işçiler ve “bedensel” işçi sınıfı olarak iki sınıfa ayırırken; kıstas, üretim ilişkilerindeki konumlanma değil; piyasaya sunulan bilgi ve beceri düzeyindeki farklılıktır. “Beyaz yakalı” işçiler; gerçekten de aldıkları eğitim, sundukları hizmetin niteliği ve bir ölçüde elde ettikleri gelir açısından, piyasada işçi sınıfının diğer katmanlarıyla nispeten farklı bir konumda bulunabilir. İşte Weber; piyasa konumundaki bu farklılığa odaklandığından, “beyaz yakalı” işçileri ayrı bir sınıf olarak tanımlıyor.
Weber, kendi döneminde dört temel sınıf belirlerken; vasıf, beceri ve gelir düzeylerindeki değişmeyle beraber toplumdaki sınıf sayısının da artacağı öngörüsünde bulunur. Sosyolog Anthony Giddens; Weber’in bu öngörüsünü iki örnekle açıklar: İlki, sendikaların belirli pazarlanabilir becerilere sahip işçilerin sayılarını sınırlama gücünün, işçi sınıfı içerisindeki bölünmeleri ürettiği, bunun da işçileri parçalanmaya götürdüğüydü. Yani, sendikalı ve çeşitli becerileri elinde tutan işçilerin, piyasada daha avantajlı bir konuma gelip yeni bir sınıf oluşturabileceğini düşünüyordu. Zaten “beyaz yakalı işçiler” sınıfı da, bu yaklaşımın sonucuydu. İkinci örnek: bürokrasiden yola çıkarak, bedensel işler yapmayan ücretlilerin, bedensel işçilerde çalışan emekçilerden ayrı bir sınıf oluşturacağı fikridir (Dworkin, 2012: 71).
***
Weber’in sınıfı; piyasa konumu ve durumu temelinde tanımladığı açık. Ancak Weber, sınıfı, zaman zaman mülkiyet ilişkileri ile de açıklar. Burada, iki açıklama biçimi arasında çelişki değil, uyum vardır.
Çünkü Weber’in sınıfı anlamada temel aldığı piyasa konumunun başlıca unsurlarından birisi mülkiyet düzeyidir (Weber, 2002: 270):
“Değişim amacıyla piyasada rekabet eden insanlardan oluşan bir toplulukta maddi mülkler üstündeki tasarruf hakkının dağılım biçiminin kendiliğinden belirli yaşam olanaklarını yarattığı, en temel ekonomik gerçeklerden birisidir. (…) Diğer her şeyin eşit olduğu varsayılırsa bu dağıtım biçimi kârlı iş fırsatlarını, mülk sahibi olan ve mallarını değişmek zorunda olmayan kişilerin tekeline bırakır. (…) ‘Mülkiyet’ ve ‘mülksüzlük’ bu nedenle bütün sınıf konumlarının temel kategorileridir.”
Weber, ‘mülkiyeti’ sınıf konumunun temel kategorisi olarak tanımlarken, üretim ilişkileri çerçevesinde değil, piyasa ilişkileri temelinde düşünüyor. Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin, toplumda önemli bir bölünmeye denk düştüğünün farkında. Ancak, kendisini bilinçli olarak Marx’tan ayıran Weber, mülkiyeti üretim sürecinin temel bir etmeni değil, piyasada sağladığı olanaklar açısından bir derecelendirme ölçütü, bir “piyasa konumu” olarak kullanıyor.
Meseleyi –karmaşıklaştırmayı göze alarak– derinleştirmek adına, Weber’in şu ifadeleri dikkate değerdir (Weber, 2002: 286):
“Biraz basitleştirerek diyebiliriz ki: ‘Sınıf’ tabakalaşması, üretim ve mülkiyet ilişkilerine, ‘statü’ tabakalaşması ise özel ‘hayat tarzları’nın temsil ettiği tüketim biçimlerine göre belirlenir.”
Bu alıntıda, Weber’in sınıfı, üretim ve mülkiyet ilişkilerine dayanarak tanımlamasıyla, piyasa konumu üzerinden tanımlaması arasında bir çelişki olduğu açıktır. Sınıf, piyasadaki, yani değişim ilişkileri alanındaki olanaklarla mı, yoksa üretim ilişkilerindeki mülkiyet karşıtlığıyla mı tanımlamaktadır? Çelişkili ifadelere rağmen bunun netleştirilmesi zorunludur.
Weber’in, sınıfı ‘ekonomik’ düzeyde tabakalaşma olarak tanımlarken; ‘ekonomi’nin farklı unsurları arasında yüzdüğü söylenebilir. Weber, ekonomik bir kategori olarak ‘mülkiyet’i vurgularken, bunun piyasada yarattığı olanaklara odaklanıyor. Oysa; Marx’ta, sınıflar, üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve sömürü ilişkileri ve bunun tüm toplumsal yaşamdaki sonuçlarıyla etkileşimi içerisinde oluşur.
Bu seyirde egemen ve kesin olan, Weber’de sınıf konumunun, üretimdeki konumla değil, piyasadaki konumla belirlenmesidir: “‘Sınıf konumu’ bu anlamda son kertede ‘piyasa konumu’dur.” (Weber, 2002: 271) Üretim düzeyindeki tanımlaması; piyasa fırsatlarıyla tarif edilen piyasa konumuna tabidir, onun bir bileşenidir. Yani Weber’de mülkiyet vurgusu; üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve sömürü ilişkilerinde kökleşmiş bir sınıf anlayışına yaklaşmaz. Piyasa konumundaki olanakları arttırdığı ölçüde Weber’i ilgilendirir. Tam da bu nedenle, Weber, ayrıcalıklı ve varlıklı sınıfı; üretim ilişkileri değil, zenginlik ve gelir temelinde tanımlar. (Weber, 2002: 271)
ÜRETİM SÜRECİ VE DEĞİŞİM ALANI
Marx’ta, toplumsal yaşamın bütünlüğü içerisinde üretim süreci özel bir konuma sahiptir. Toplumların varlığını devam ettirmesi, temel ve ‘temel olmayan’ ihtiyaçların karşılanabilmesi için, üretim, olmazsa olmazdır. İster farklı tarihsel aşamalardaki, ister aynı tarihsel dönemde ama çok farklı yapılardaki toplumları ele alalım; hepsinin ortak özelliği, üretimin zorunluluğudur. Elbette bu üretim süreci, yalnız ve soyut bir etkinlik alanında değil, siyasi, kültürel vb. bir toplumsal ilişkiler bütünlüğü içerisinde yer alır.
Her toplumda insanlar, kendi istek ve temennilerinin dışında, belirli koşullarda dünyaya gelir; belirli tarihsel koşullar ve olanaklarla karşı karşıya kalırlar (Marx ve Engels, 2013: 46-47). Bu insanları kuşatan, onların iradesinden bir ölçüde bağımsız, ama bir ölçüde de ona müdahale olanaklarını göz ardı edemeyeceğimiz tarihsel-nesnel koşullardır. İşte bu tarihsellik; insanların belirli bir zaman ve mekanda; içinde bulundukları toplumun ilişki ağına uygun bir biçimde üretim sürecine katılmasını ya da başka bir ifadeyle, üretim sürecine göre/karşısında konumlanmasını gerektirir.
Sınıflar arasındaki ilişkilerin kurulduğu temel süreç de; bütün siyasal, ideolojik, kültürel yanları ve ögeleri de bünyesinde barındıran bu üretim sürecidir. İnsanlar; kendi iradelerinden bağımsız olarak, toplumsal üretim süreci; başka bir ifade ile sınıf ilişkileri içerisinde yer alırlar. Sınıflar, üretimden başlayarak, toplumsal yaşamın bütün alanlarını kapsayan, karşılıklı konumlanış, ilişkisellik ve mücadele sürecinin kendisidir.
Weber ise, üretim sürecinden başlayan bu sınıfsal yarılmaya değil, piyasadaki güce, sahip olunan olanaklara ve bu çerçevede alt alta dizilen insan gruplarına odaklanır. Odak noktası piyasa olunca; üretim sürecindeki burjuva özel mülkiyet ve sömürü ilişkileri ikincil; piyasadaki mülkiyet, gelir ve beceri niceliği birincil hale gelir.
Sınıfın üretim süreci yerine piyasada sahip olunan olanaklarla tarif edilmesi, sınıf analizi açısından neden bu kadar önemli?
Birkaç açıdan: Öncelikle piyasa ilişkileri, hele de piyasa ilişkilerinin belirleyici olması, toplumda egemenliğini sağlaması; meta üretiminin topluma egemen olduğu bir tarihselliği varsayar. İnsanlığın ilkel komünal aşamasındaki iç ilişkileri bir kenara bırakırsak , özel mülkiyetin tanındığı tüm toplumlarda, meta üretimi şu ya da bu düzeyde söz konudur. Üretilen metaların, değerleri ölçüsünde değişildiği piyasa da bu meta üretimiyle ilişkilidir. Ancak; Weber’in de kabul ettiği gibi; piyasa ilişkilerinin tali ve ayrıksı bir konumdan çıkıp egemen hale gelişi, ancak kapitalizm koşullarında söz konusu olmuştur.
Weber, sınıfları piyasadaki konumları temelinde ele aldığından, henüz piyasa ilişkilerinin gelişmediği toplumlardaki sınıf yapılarını açıklamakta zorluk çeker. Örneğin Antikite’nin köleci toplumlarında üretimin büyük kısmı köleler tarafından yapılmasına, köle sahipleri zenginliklerini köle emeğine borçlu olmalarına rağmen; sınıfsal yapılarını piyasa ilişkileri ile açıklamaya kalkınca zorluklar baş gösterir. Köleci toplumlarda, örneğin özgür köylülerin üretimlerinin ihtiyacı aşan bölümü pazara/piyasaya sunulur. Ancak köleler, kişisel ve bazı durumlarda ömür boyu bağımlılıklarından ötürü; bir bakıma piyasa-dışı bir topluluk oluşturmuşlardır. Weber; köleleri; üretim sürecinin temeli olduğu dönemlerde bile, sırf “piyasa konumu” tanımı gereğince sınıf olarak betimleyemez:
“Yazgıları ve hizmetleri piyasada kendileri için kullanma olanağı ile belirlenmeyenler, örneğin köleler, terimin teknik anlamında ‘sınıf’ değildirler. Ancak bir ‘statü grubu’ olabilirler.” (Weber, 2002: 272)
Yani, Weber’de piyasa olmadan, yeterince gelişmeden; piyasa konumu üzerinden tanımlanan sınıfların varlığı da mümkün olmuyor. ‘Terimin teknik anlamında’ diye ayırması, yaklaşımının temel kriterleri yönünden bir şey değiştirmiyor.
***
Piyasa; metaların değişim alanıdır. Belli bir değişim değerine sahip meta, başka bir meta ile doğrudan ya da esas olarak evrensel meta (para) aracılığıyla değişilir. Weber, sınıfı, bu değişim alanındaki ‘güce’ ve olanaklara bağlarken; bu güç ve fırsat sahipliğinin nedenlerine yeterince eğilmez.
Piyasadaki gücü sağlayan nedir?
Mülkiyet, servet… Evet, bunlar önemli bir güç sağlar… Gelir düzeyi… Bu da önemlidir. Büyük kâr gelirine sahip olan patronla, ay başında ücretini alan işçinin piyasadaki konumu ve olanaklarının eşit olması beklenemez. Bir bakıma da beceri… Çok istisnai yeteneklere sahip olan bir emekçinin piyasadaki olanakları, milyonlarcasıyla eşit düzeyde bir vasfa sahip emekçinin olanaklarıyla aynı değildir. Tabii, bu karşılaştırmalar henüz Weberyan çerçevenin içinde. Yani Weber’in akıl yürütmesinin sınırları içerisindeyiz.
Ancak, Weber, bize piyasa konumlarındaki eşitsizliğin sınıf konumlarını belirlediğini söylerken; biz bu piyasa konumlarını neyin belirlediğini sorguluyoruz. Çünkü piyasada olanaklara sahip olma, kendinden menkul bir sebep değil, –bu tartışma açısından değerlendirildiğinde– esas olarak sonuçtur.
İşte bu aşamada; piyasada, görüntüde metaların karşılaştığı, ama o metaların bir üretim ve sömürü sürecinin sonucu olduğu göz önünde bulundurulduğunda; insanlar arasındaki ilişkilerin ve bu ilişkilerin sonucu ortaya çıkan değerlerin değişildiği görülür.
Piyasadaki olanakların durumu; üretim sürecindeki ilişkilere kaçınılmaz bir biçimde bağlıdır. Üretim ve geçim araçlarının mülkiyetine sahip olmadan, emek gücünü satarak üretim sürecine katılan işçinin, piyasadaki konumunu belirleyen ücreti/geliri; onun üretim sürecindeki konumudur. Elindeki servetini, sermaye mallarına dönüştürerek üretim sürecine katılan ve emek gücünü belli bir süreliğine satın alarak işe süren patronun piyasadaki konumunu belirleyen geliri; üretim sürecinde elde ettiği ve işçiden sızdırdığı artı-değere bağlıdır. Dolayısıyla piyasa; üretim sürecinin, metanın üretildikten sonra değerinin gerçekleşmesi ve üretim döngüsünün tamamlanması açısından zorunlu bir parçası olmakla birlikte; piyasadaki konumlanma, varoluşsal ya da kendinden menkul değil; büyük ölçüde üretim süreci tarafından belirlenen ikincil düzeyde bir ilişkiselliktir.
Weber, üretim süreciyle kıyaslandığında, bu ikincil düzeydeki alanda; üretim düzeyinin çerçevesini çizdiği piyasa/değişim ilişkileri zemininde sınıfları tanımlarken, bu ikincilliğin karmaşasını sürekli olarak yineliyor.
Weber’in piyasa ilişkilerini esas alması; kapitalist üretim ilişkilerinin beslediği ideolojik yanılgılardan birisidir. Marx, bunu, Kapital’in birinci cildinde meta fetişizmi olarak tanımlamıştı (Marx, 2000: 81). Meta fetişizmi, piyasa kuralları doğrultusundaki ilişkilerin toplumsal yaşamın belirleyici rengi haline gelmesiyle; insan ilişkilerinin meta ilişkileri olarak görülmesiydi. Oysa metalar kendi kendilerine ilişki kurmuyor; hem üretim hem de değişim sürecinde metalar arasındaki ilişki, insanlar arasındaki ilişkilerinin üzerini örtüyordu. İşçi sınıfının, sınıfsal reflekslerinin zayıfladığı koşullarda, bu; toplumsal yaşamda metaya ‘tapma’, metanın/paranın toplumsal yaşamın aracı olmaktan çıkıp amacı haline gelmesi anlamına geliyordu.
Weber; sınıfın temel belirleyeni olarak piyasa olanaklarından bahsederken, aslında metalara sahip olabilme ve kontrol edebilme gücüne vurgu yapıyor. Dolayısıyla; bu yaklaşım, bir bakıma; insanların yaşamını da metaları elde etme uğraşına indirgeyen meta fetişizminin sınırlarını aşamıyor.
SÖMÜRÜNÜN GÖZ ARDI EDİLMESİ
Weber; sınıfları, eşit değerlerin değişildiği piyasalar ve piyasa konumu üzerinden tarif ettiğinde, tamamen ‘adil’ bir tablo karşımıza çıkıyor. Çünkü kendi emek gücünü satan emekçi, bunun karşılığında ücret alıyor ve bu ücret karşılığında belirli olanaklara sahip olarak, kendisi gibi işçilerle, ortak bir sınıf konumunu paylaşıyor. Patron da, yine kendi ‘çabası’, ‘zekası’ ve ‘kabiliyetleriyle’ yatırım yapıyor ve bunun karşılığında elde ettiği kâr geliri ile piyasada buna uygun fırsatlara sahip oluyor. Çok kazanan çok fırsata, az kazanan az fırsata sahip oluyor!
Weber; piyasanın görünüşteki bu eşit ilişkisinin arka planına gidip üretim ilişkilerini ele almadığı ya da çok yüzeysel ele aldığı için, hem gerçek sınıf konumlarını, hem de gerçek sömürü ilişkilerini göremiyor ya da gözardı ediyor.
Weber’in sınıfları bölüşüm alanına havale etmesi; temel bir sınıf ilişkisini göz ardı etmesine sebep oluyor: sömürü ilişkisi.
Üretim alanında karşı karşıya gelen ve varlıklarını bu karşı karşıya geliş ve etkileşime ‘borçlu’ olan sınıflar; kapitalist meta üretimi koşullarında, sadece metaları değil, artı-değer ve sömürü ilişkilerini de üretir. Başka bir deyişle, kapitalist toplumsal ilişkilerin temel bir bileşeni olarak sınıftan bahsedildiğinde; kaçınılmaz olarak üretim süreci ve toplumsal ilişkilerin ‘sömürücü’ niteliğinden bahsetmekteyiz.
Weber; üretim sürecinden başlayan; değişim ve dolaşım alanına yayılan bu sömürü ilişkisini göz ardı ederken; sınıfları da bu sömürünün dışında, ‘eşitlerin ilişkisi’ ile tanımlayarak, onları birer konumsal ögeye indirgiyor.
***
Bu, Weber’in ekonomi politik yaklaşımıyla ilgilidir. Weber, artı-değer sömürüsünü kabul etmez; tersine liberal marjinalist teoriyi savunur (Weber, 2012: 36). Bu çerçevede işçilerin olduğu kadar, patronların da üretimden, katılımları ölçüsünde pay aldıklarını, dolayısıyla söz konusu olanın, eşitler arasında bir ilişki olduğunu tasavvur eder. Sömürü ilişkileri zemininde şekillenen sınıf mücadelesini, piyasa içi bir fiyat mücadelesine indirger (Weber, 2002: 276):
“Oldukça yaygın bir olgu olduğu için burada belirtmemiz gereken bir başka nokta da, piyasa koşullarınca belirlenen sınıf çelişkilerinin çoğu zaman en şiddetli örneklerinin, fiyat savaşlarına karşıtlar olarak fiilen ve doğrudan doğruya katılanlar arasında görüldüğüdür.”
Weber, sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkiyi üretim ve değişim sürecinin dışında tanımladığından, işçilerin, örneğin ücret mücadelesini; sömürüyü azaltma, insanca yaşama mücadelesi değil, piyasa fırsatlarını arttırmaya indirgenmiş bir fiyat mücadelesi olarak görür. Hatta patronları bu mücadelenin mağdurları olarak tanımlar (Weber, 2002: 276):
“İşçinin gazabına uğrayanlar rantiye, yarıcı ve banker değil, hemen her zaman işçilerin fiyat savaşlarındaki dolaysız karşıtları olan fabrikatörler ve iş yöneticileridir. ‘Emek karşılığı olmayan’ kazançların aktığı yer fabrikatörlerin ve iş yöneticilerinin cebine değil tam da rantiye, yarıcı ve bankerlerin para kasaları olduğu halde, yine bu böyledir.”
Weber, patronları; işçi sınıfının emeğini sızdıran, artı-değere el koyan sömürücü sınıfın üyesi değil, tersine; emek harcayan, dolayısıyla elde ettiği kârı kendi emeğinin karşılığı olarak kazanan bir sınıf olarak görüyor. Burada; patronlar ‘kendi emeklerinin karşılığı’ ötesinde bir kâr elde etmiyor iseler, nasıl oluyor da servetlerini ve sermayelerini artırabiliyorlar sorusunu Weber yanıtlamaktan uzaktır. Öyle ya, kazançların aktığı rantiye, banker ve yarıcı olduğuna göre, kapitalist işletmecinin işini sürdürmesi, hem de sermayesini ve servetini artırarak sürdürmesi için, yemeden-içmeden keserek yatırım yapması dışında bir yolu/oluru olmayacağına göre, bu “fukaralar”a kaynağı, Weber gibileri sağlamış olmalılar! Rantiye işlerinden ‘muaf’ kapitalist sorunu ise, ayrı bir tartışma konusunu oluşturur.
Weber’de emek karşılığı olmayan kazançlar faiz ve ranttır. Kâr, patronun emeğinin karşılığı olarak kabul edilir. Bu çerçevede patronlar, kendi emeklerinin karşılığını almalarına rağmen, işçi mücadelesinin doğrudan mağduru olur. Sınıf ilişkilerinden sömürüyü çıkarttığında, Weber için; işçi mücadeleleri anlamını yitirir; “emek sarf eden” patrona karşı bir haksızlığa dönüşür… Dolayısıyla Weber’de sınıflar, sömürüyü ve ontolojik bir sınıf mücadelesini içermez, onlar sadece farklı katmanları ve piyasadaki farklı olanakları temsil eder.
SINIF VE STATÜ
Weber için, sınıftan daha önemli, toplumsal eylem ve davranışta daha belirleyici olduğunu düşündüğü gruplaşma, statü tabakalaşmasıdır. Weber; sınıf ve statüyü birbirinden alabildiğine ayırır. Bu iki tabakalaşmanın, birinin ‘ekonomik düzen’, diğerinin ‘sosyal düzen’ olmak üzere iki farklı ontolojik zeminde yer aldığını, birbirini ancak dışsal olarak etkileyebildiğini savlar.
Weber, statüyle şunu kasteder (Weber, 2002: 277):
“Tümüyle ekonomi tarafından belirlenen ‘sınıf konumu’na karşı tanımlamak istediğimiz ‘statü konumu’ndan kasdımız insanların yaşam yazgısının somut, pozitif ya da negatif toplumsal onur ölçüsü tarafından belirlenen tüm tipik ögeleridir.”
Başka bir ifadeyle; “Statü onurunun özünü en iyi ifade eden şey, belli bir çevreye mensup olmak isteyen herkesten, her şeyden önce belirli bir hayat tarzına sahip olmasının beklendiğidir. Bu beklentinin yanısıra, ‘sosyal’ ilişkilere kısıtlamalar da getirilir. (Sosyal ilişkiden kasıt, ekonomik amaçlara ya da iş hayatının diğer herhangi bir işlevsel amacına bağlı olmayan ilişkidir) Bu kısıtlamalar normal evlilikleri statü grubunun sınırları içine hapsedebilir ve tümüyle endoğam içe kapanmalara yol açabilir. Birey, belli bir grubun hayat tarzının taklitçisi olmaktan çıkıp, o grubun kabul edilmiş içe dönük eylemlerine uyum göstermeye başladığı zaman, ‘statü’sü gelişmeye başlamış demektir.” (Weber, 2002: 278)
Demek ki, Weber’in statü grupları kavramı; sınıftan farklı, ekonomik alana karşı tanımlanan ve sosyal düzenin içinde “belirli bir hayat tarzına sahip olma” (Weber, 2002: 278) ile belirlenen, altı çizilecek olursa; hayat tarzının belirleyici olduğu gruplardır (Weber, 2002: 283).
Weber’in statü tanımını anlamak açısından, verdiği örneklerden birisine, ‘sosyete’ye daha yakından bakmakta fayda vardır (Weber, 2002: 279):
“Geleneksel hayat tarzlarına dayalı ‘statü grubu’ tabakalaşmasının tipik bir örneğinin, bugün Amerika’da geleneksel demokrasinin içinden gelişmeye başladığını görüyoruz. Örneğin ancak belirli bir sokakta (‘o sokak’) oturanlar ‘sosyete’ kabul edilir, sosyal ilişkilere hak kazanır, ziyaretlerine gidilir ve davetlere çağrılırlar. En önemlisi, bu farklılık öyle gelişir ki, belli bir zamanda toplumda egemen olan modaya kesinlikle uymayı da gerektirir. Modaya bu boyun eğiş Amerika’da erkekler arasında da, Almanya’da rastlamadığımız ölçüde, yaygındır. Bu uyum kişinin centilmenlik iddiasının bir göstergesi olarak kabul edilir ve hiç değilse başta kendisine de öyle davranılmasını sağlar. ‘Cakalı’ kuruluşlarda iş bulma şansını ve en önemlisi ‘saygıdeğer’ ailelerle sosyal ilişkiye ve evliliğe girişebilme olasılığını artırır, tıpkı Kayzer döneminde Almanların düello edebilme yeterliliği gibi.”
Weber’in statü kavramlaştırması; toplumda belirli koşulların sonucu olarak ortak bir hayat tarzını paylaşan gruplara işaret eder. Ancak, sorun, statünün kaynağının ne olduğu; sınıflarla ve toplumsal yaşamın diğer alanlarıyla ilişkisidir.
İşte Weberyan analize özgünlüğünü (ve temel hatalarından birisini) veren; bir yandan sınıfla statü arasındaki bağlantıya işaret ederken, esas olarak statü ve sınıfı kesin bir biçimde birbirinden ayırmasıdır. Bağlantı ve ayrılık… Çelişkili gibi gözüküyor, ama Weber’de sınıf ve statü, esas olarak birbirinden ayrılmış iki alandan, ekonomik ve sosyal düzenden kaynaklanır. Ve bu iki alan arasındaki ilişki, tıpkı sınıf ve statü ilişkisi gibi dışsaldır.
Weber’e göre; sınıf, statü gruplarında etkili olabilir, ama tamamen etkisiz de olabilir… Çünkü, statü kavramı; “sınıfa karşı” ve “ekonomik alan”ın dışındadır. Ondan etkilenmesine rağmen, kendi bağımsız belirleyenleri vardır (Weber, 2002: 278):
“Hem mülk sahipleri, hem de mülksüzler aynı statü grubuna mensup olabilirler; sık rastlanan bu durumun çok somut sonuçları vardır. … Örneğin Amerikan ‘centilmen’leri arasındaki statü ‘eşitliği’nin göstergelerinden biri, ‘iş hayatı’nın değişik işlevleri tarafından belirlenen alt-üst ilişkisinin dışında ‘patron’ların en zengininin bile kulüpte akşam üstü bilardo oynarken ‘memur’una karşı, her bakımda doğuştan kendi eşitiymişçesine davranmamasının kesinlikle kötü karşılanacağıdır.”
Yani, bir statü grubu olarak, ortak bir yaşam tarzının paylaşan Amerikan ‘centilmen’leri içinde hem patronlar hem de işçileri yer alabilir… Weber, bu örneği, statü gruplarının sınıflardan bağımsız, farklı sınıf konumlarından kişilerin katıldığı toplumsal kategoriler olduğunu göstermek üzere veriyor. Ancak, Weber, verdiği örnekten de epeyce kaygı duyuyor. Patronun memuruna “kendi eşitiymişçesine davranmamasının kesinlikle kötü karşılanacağını” belirtirken, eklemek zorunda kalıyor: “Hiç değilse eski geleneğin hâlâ egemen olduğu yerlerde.” Peki, yeni gelenek? Yeni gelenekte, örneğin bir banka sahibinin, banka veznesinde çalışanla haftada iki kere akşam yemeğinde buluşup, golf oynaması, bunun da bir statü grubu oluşturacak denli yaygın olması mümkün mü? Weber, örneğinde kaygılı. Çünkü, kapitalizmin ve sınıf ilişkilerinin koşulladığı kültürün ve birbirinden ayrılan hayat tarzlarının bir araya gelmesinin çok da kolay olmadığını kendisi de görüyor. Bu nedenle, örneğinin sonuna eklediği kaygıya, bir ek ‘kaygı’ daha koyuveriyor (Weber, 2002: 278):
“Ancak sosyal saygınlıktaki bu ‘eşitlik’ uzun vadede korunamayabilir.”
Bu ne demek?
Farklı sınıflardan bireylerin aynı statü grubunun içerisinde bulunması, uzun vadede pek de “kolay olmaz”! Geçici olur! Geçici olmanın ötesinde, bu hiçbir zaman geneli, çoğunluğu bir yana küçük bir azınlığı bile kapsamaz. Olsa olsa, çok istisnai bir durumdur. Bu nedenle Weber’in örneği, özellikle günümüzde, bilimsel olarak üzerinde durulamayacak kadar geri bir tespittir.
Weber’in “farklı sınıflardan gelenlerin aynı statü grubunda birleşmesi”ne dair sınıf ve statü ilişkisini açıkladığı tezi ve örneğinin, bu kadar kaygı ve geçicilik eklendikten sonra, pek bir iddiasının kalmadığını söylemek mümkün. Çünkü asgari düzeyde sürekliliği olmayan ve sınıf ilişkileri tarafından sürekli olarak bozulup/yapılan bir gruplaşmanın kalıcı bir statü tabakalaşması olduğu iddia edilemez.
Weber’de sınıf ve statü, buna rağmen birbirinden ayrı faktörler tarafından belirlenmektedir. İlişkisi varsa bile, dışsaldır. Weber, bu iddiayı, ‘ekonomik düzen’in statü gruplarına etkisini ifade ederken, bir kez daha açıklıyor (Weber, 2002: 277):
“Statü onurunun mutlaka bir ‘sınıf konumu’yla bağlantılı olması gerekmez. Tersine, genellikle salt mülkiyetin gösterisinin tam karşısında yer alır.”
“Salt ekonomik varlık ve çıplak ekonomik güç, sahiplerine, belli bir hayat tarzının sağladığı aynı onuru sağlasaydı, statü düzeni temelden sarsılırdı. Statü onurunun eşit olduğu durumlarda, mülkiyet yalnızca ek bir güç verir, bu her zaman açıkça itiraf edilmese de.” (Weber, 2002: 284)
Yani, ekonomik düzen, sosyal düzendeki temel tabakalaşma olan statü grupları için olsa olsa ek bir ‘güç’ verebilir. Statü tabakalaşmasını belirleyen, ekonomik etkenler ve sınıflar değil, bireylerin hayat tarzlarının kendisidir. Peki, bu hayat tarzlarının olanakları nasıl ortaya çıkar? Mesela; bir işçi grubu, bir statü grubu olarak, ‘sosyete’nin bileşeni olabilir mi?
Bu sorunun cevabı açıktır: belli sınıfsal konumlar, statü gruplarının oluşumunda temeldir. Statü grupları, keyiflerince değil, esas olarak sınıfsal oluşum ve ilişkiler temelinde oluşur. Bu nedenle işçi sınıfı ya da bir işçi grubu hatta tek bir işçi bile “sosyete”nin bileşeni, bir parçası olamaz. Olması mümkün değildir. Yani statü grupları, sınıfların dışında ve bağımsız değil, sınıflara tabidir.
Evet, doğru; örneğin türedi zenginler ve yeni sınıf atlamış büyük patronlar, hemen sosyetenin bir parçası olamaz (Weber, 2002: 285). Ancak bu sınıf içerisindeki statü gruplarına işaret eder. Statü grubunun sınıftan ve ‘ekonomik düzen’den ayrı ve ona dışsal olduğuna değil. Yani, türedi zengin sosyeteye şimdilik mensup olmamakla birlikte, işçi hiçbir zaman mensup olmayacaktır.
***
Weber’de sınıf ve statü ilişkisinde, statünün ağırlığı hissedilir.
Makalenin ilk bölümünde Weber’in temel metodolojik sorunsalının “bireyin toplumsal davranışı/eylemi” olduğunu ifade etmiştik. Weber’in statüye verdiği bu ayrıcalıklı önemin arka planında, toplumsal ve sosyal olanı/eylemi; ekonomik olandan/eylemden ayırması yatar. Dolayısıyla ekonomik bir kategori olarak ‘sınıf’, ancak ekonomik alanın sınırları içerisinde anlamlı bir ortak konumdur. Sınıftan toplumsal bir eylemlilik ya beklenemez ya da istisnai olarak beklenebilir (Weber, 2002: 274-275):
“Bizim terminolojimizde ‘sınıf’ı yaratan etmen doğrudan doğruya ekonomik çıkardır, hatta sadece ‘piyasa’yla bağlantısı olan çıkardır. … Ortak sınıf konumundan toplumsal eylemin, hatta toplu eylemin doğması ise hiç de evrensel bir durum değildir.”
Weber’in sınıftan toplumsal eylem beklememesinin nedeni, sınıfı bir sosyal topluluk olarak görmemesidir (Weber, 2002: 269):
“Bizim terminolojimizde ‘sınıflar’, ‘sosyal topluluklar’ değildir, yalnızca toplumsal eylemin mümkün ve muhtemel temellerini temsil ederler.”
WEBER’DE SINIFLARIN SOSYAL TOPLULUK OLMAMASI NE ANLAMA GELİR?
Weber’e göre; ekonomik alanın dışında etkinliği olmayan, sosyal hayata müdahale yeteneği bulunmayan sınıflar, sosyal topluluklar değildir. Statünün aksine sınıflar, ortak bir yaşam tarzında buluşmadıklarından sosyal düzeni etkileyemezler. Bu nedenle de, “‘bir sınıf kendi içinde bir sosyal topluluk oluşturmaz. Sınıf’ı kavramsal olarak ‘sosyal’ toplulukla aynı değerde ele almak çarpıtmalara yol açar.” (Weber, 2002: 274)
Sosyal topluluk oluşturmayan ve oluşturması da mümkün olmayan sınıfların, hem eylem kapasitesi sınırlı, hem de toplumsal etkinliği zayıf ve ‘önemsiz’dir. Sınıfın eylemi, olsa olsa, ekonomik taleplerle yürütülebilir ve onun sınırları dışına çıkamaz. Bunun en yaygın biçimi ise, fiyat savaşlarıdır (Weber, 2002: 276):
“Sınıf konumlarının etkili olduğu mücadele, giderek tüketim kredisinden meta piyasasındaki rekabet mücadelelerine ve sonra da işgücü piyasasındaki fiyat savaşlarına doğru kaymıştır. …Oldukça yaygın bir olgu olduğu için burada belirtmemiz gereken bir başka nokta da, piyasa koşullarınca belirlenen sınıf çelişkilerinin çoğu zaman en şiddetli örneklerinin, fiyat savaşlarına karşıtlar olarak fiilen ve doğrudan doğruya katılanlar arasında görüldüğüdür.”
Weber, sınıf mücadelesini “fiyat savaşları”na indirgerken, Weberyan terminolojideki toplu eylemin ise, ancak sınıfların gündelik işleri olarak gerçekleşebileceğini söyler (Weber, 2002: 274-275):
“Sınıf durumlarına yol açan toplu eylem ise esas olarak aynı sınıfın üyeleri arasında bir ortak eylem değil, değişik sınıfların üyeleri arasında bir eylemdir. İşçinin ve girişimcinin sınıf konumunu doğrudan belirleyen toplu eylemler, iş gücü piyasası, meta piyasası ve kapitalist işletmedir.”
Weber; toplumsal bölünme ve çatışmada; sınıfı, toplumsal eyleme girişme gücü dahi pek mümkün gözükmeyen bir zemine indirger. Diğer alanlarda belirleyici olamayan, siyasal alanda etkisi ‘rastlantısal’ olarak değerlendirilen ‘sınıf’, ekonomik alana sıkıştırılmış durumdadır. Oysa, siyasetten, ‘sosyal düzen’den bu biçimiyle yalıtılmış bir ekonomi de, sınıf da mümkün değildir. Weber, ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkiyi yanlış bir biçimde ifade ederken, toplumsal ilişkileri de tersine çevirir.
Weber, ekonomik düzen-sosyal düzen ayrımında üretim ilişkilerinin nesnel ve koşullayıcı rolünü göz ardı ederken, siyasetin ve sosyal yaşamın sınıfsal-‘ekonomik’ temellerini bir kenara bırakıyor. Tarihte ve toplumsal yaşamda belirleyiciliği ve koşullayıcılığı, esas olarak düşünsel alana; bunun bir yansıması olarak, statü grupları ve partilerin etkinliğine, siyasal ve dinsel ideolojilere, ‘karizmatik otorite’ye veriyor. Toplumun nesnel koşullarından çok düşünsel alana yoğunlaşan Weberyan sosyoloji, sınıf ve sınıf mücadelesini hem ekonomik alana hapsediyor, hem de toplumsal yaşam üzerindeki etkisini göz ardı ederek ikincilleştiriyor.
WEBER’İN KAPİTALİZM ANALİZİNDE SINIFIN ‘YERİ’
Sınıfa, toplumsal yaşam ve harekette ikincil bir paye biçilmesi, Weber’in genel metodolojik yaklaşımıyla ilgilidir.
Bu metodoloji, birbiriyle ilişkili iki alt başlıkta incelenebilir:
Birincisi; Weber’de toplumun kuruluş ve hareketinde üretimin, üretim sürecinin, toplumsal yaşamın maddi üretim zorunluluğu olarak ifade edebileceğimiz nesnel zorunlulukların özel bir durumu yoktur. Üretim (Weber genel olarak ekonomi ile ifade eder) ve genel olarak ‘nesnel zorunluluklar’; tıpkı siyaset, dini inanış ya da kültürel etkenler gibidir. Weber’e göre; bazen biri, bazen diğeri tarihte etkili olmuştur. Weber, tarihsel materyalizme, üretim sürecinin toplumsal yaşamı koşullaması fikrine karşı durduğunu açıkça da belirtir (Gerth ve Mills, 2002: 89).
Sosyoloji geleneğinde, Weberyan yöntem, yorumlamacı sosyoloji olarak tanımlanır. Bu yaklaşımda bireylerin davranışlarındaki mananın anlaşılması hedeflenir. İşte Weber, bu ‘anlamacı’ tarzda, bireylerin davranışlarını ‘belirleyen’ düşüncelere, değer, gelenek ve alışkanlıklara özel bir önem verir. Bu da, tarihsel ve toplumsal metodoloji açısından değerlendirilecek olursa; bireyi kuşatan nesnel ilişki ve eğilimleri gözetmeyen, düşüncenin ortaya çıkış koşullarına gerektiği kadar odaklanmayan ve düşünceye kendinden menkul bir misyon biçen idealizmdir. Weberyan ‘anlamacı’ ya da ‘yorumlamacı’ sosyolojide temel olan, düşüncenin belirleyiciliğidir.
Weber, bu düşüncenin bir parçası olarak, tarihte bireylere, tarihsel toplumsal koşulların radikal değişiminde ‘önder’lere özel bir misyon biçer. Weber’in karizmatik otorite olarak tanımladığı bu ‘özel’ misyon; metodolojisindeki bireyci yöne işaret eder.
Weberyan yöntemin bu iki özelliği, sınıfları ve sınıf mücadelesini dıştalar. Toplumsal harekette, üretim sürecinden başlayarak, tüm toplumu saran sınıfsal ilişki ve mücadelelere değil, sonuca, yani düşünsel olana odaklanır.
Weber’in kapitalizmin ortaya çıkışına dair analizi, kapitalizmin egemen toplumsal formasyon haline gelişinde çok net olan sınıfların etkinliğini ve mücadelesini göz ardı etmesi açısından tipik bir örnektir.
Weber; İngiltere, Fransa, Hollanda’ya kıyasla ulusal birliğini geç sağlamış; burjuva devrimini kitlesel ve radikal bir dönüşümle gerçekleştirmemiş Alman topraklarının entelektüelidir. Almanya’da kapitalist ilişkilerin gelişimi, Alman toplumunun yapısal özellikleri, dinsel yapısı, bürokratizm gibi olgular Weber’in takıntı düzeyinde denilebilecek ilgi alanlarıdır (Giddens, 2000: 38).
İşte Weber, kapitalizmin ortaya çıkışı ve gelişiminde etkili ya da belirleyici olan etkenleri ararken; bunu, kapitalist ilişkilerin henüz egemen olmadığı Doğu toplumlarının yapılarıyla karşılaştırarak bulmaya çalışır. Weber, kapitalizmi ve onun belirleyici bileşenlerinden piyasayı, Batı’daki rasyonel düşüncenin gelişimine bağlar. Doğu toplumlarında da bulunmayan budur. Weber’e göre; modern toplumunun temeli, rasyonel aklın/düşüncenin toplumsal yaşamda egemen olmasıdır. Esas unsur, anlaşılacağı üzere düşünce, kilit kavram ise rasyonelleşmedir. Dolayısıyla Weber’de tarihsel hareket yani gerçek hayat ve hareket, özellikle de kapitalizmin doğuşu, düşüncenin hareketine indirgenir. Bu Marx’ın tam da Alman İdeolojisinde eleştirdiği Yeni Hegelcilerin gerçeklikten, gerçek tarih ve yaşamdan kopuk idealizmine uygundur.
Weber’de rasyonel düşünce; belirli amaçlara, uygun araçlarla ve ayrıntılı hesaplarla ulaşabilmeyi tanımlar. Weber, rasyonel düşüncenin ilk ve kapsamlı olarak günlük yaşama uygulanmasının Ortaçağ Avrupa’sındaki Manastırlarda olduğunu, buradaki rahiplerin ne zaman kalkacağı, çalışacağı, yemek yiyeceği, uyuyacağı, yani bütün bir yaşamının belirli zaman dilimleri çerçevesinde ayrıntılı olarak planlandığını ifade eder.
Hıristiyanlığın özellikle ilk dört yüzyıllık döneminde, Grek-Romen toplumunun ‘erdem’lerini yitirmesi ve bütünüyle dünyaya yüksünmesine tepki olarak, bazı Hıristiyanlar, Aziz Benedick (480-543) öncülüğünde karşıt bir eğilimle dünyaya sırtlarını çevirmiş, manastıra kapanmıştı. Nitekim, manastır hayatında egemen ideal, din uğruna dünyevi olanı feda etmektir (Torun, 2008: 24).
Batı Ortaçağ manastırlarında yaşayan rahipler, metodik (rasyonel ve planlı çalışma biçimi) olarak çalışır, amaçlarına, içeriğe dair olmasa bile biçime dair rasyonel araçlarla ulaşmaya gayret ederdi. Saatler sadece onlar için çalardı, ibadet için günün saatleri sadece onlar için dakikalara bölünmüştü. Manastır topluluğunun ekonomik etkinlikleri biçimde bütünüyle rasyoneldi. Rahipler, hayatını tamamen iradî bir eylemle, son derece disiplinli ve düzenli şekilde tanzim ediyor, milim milim bir yaşantı modunu esas prensip olarak benimsiyordu. Ortaçağ manastırları, döneminin metodik olarak yaşayan en önemli örgütü idi (Torun, 2008: 24).
Weber’e göre; Manastır içine sıkışmış halde bulunan bu metodik çalışma tarzının toplumsallaşması, yaygın kültürün parçası haline gelmesi, kapitalizmin gelişimi için gerekli kültürü ve günlük pratiği sağlıyordu.
Weber’e göre, Manastırdaki bu yaşam tarzı (hesaplılık, ölçülülük), insan yaradılışından ham, kaba sevk-i tabileri söküp atmaya yönelen, günün her dakikasına –ibadet niyetiyle de olsa– hakkını veren, metodik bir nefis murakabesi, rasyonel yaşama biçiminin bir çeşit prototipidir (Ülgener, 1991: 48).
Weber’in ‘hikaye’sine göre; dış dünyaya kapalı bu yaşam tarzı; Katolikliğe karşı tepki olarak ortaya çıkan Protestanlık mezhepleri ve bu mezheplerin halk tarafından benimsenmesiyle yaygın günlük yaşama da ulaştı. Protestanlık, Katolikliğin tersine, öbür dünya için içe dönük ibadet yerine, bu dünyada mesleğini iyi yapmayı ve çalışmayı ibadet olarak kabul etti. Dini inanış, rasyonel çalışma etiğini sağladı. Weber’e göre; kapitalist toplum; üretim süreci, ilişkileri ve sınıfsal konumlanıştaki değişimle değil; rasyonel yaşam tarzı ile kapitalist ruh ile ortaya çıktı.
Katolikliğin günah-tövbe ile tanrı temelli içe kapalı seyri, Protestanlıkta yerini, kendi kendinin rahibi bireye bıraktı. İyi kul olmak, çok çalışmaktan, işini iyi yapmaktan geçiyordu. Kapitalist değerlerle Protestanlığın ilkeleri hızla çakışıyor; Weber’e göre; kapitalizmin gelişmesi için gerekli koşullardan olan rasyonel ruh böyle ortaya çıkıyordu.
Eskiden de kâr dürtüsü vardı. Ama lüks ve ihtişam için kullanılırdı. Protestanlık ise (Luther kolu hariç; özellikle Kalvinizm ve Püritenlik) çalışmayı ibadet saydı ve lüks yerine ‘mesleki’ faaliyetler için harcama ve biriktirmeyi esas kıldı.
Bu açıdan, dinsel eylemin uhrevi neticeler için değil, dünyevi refah için yapılmasının hoş karşılanması, dünyevi bir verim üretme işlevinin onanmasıydı. Weber’in tezi bu minvaldedir: Ona göre, modern kapitalizm, asketik Hıristiyanlığın iktisadî gelişme için gerekli güdüleri temin etmesiyle ortaya çıkıyor. Bu sonucu yalnızca Batı’ya ve modern döneme özel kılan şey, aktif riyazetti. Kapitalizmin önemli bir niteliği olan metodik hayat, manastırın asketik (riyazi) yaşantısına dayanıyor.
Weber’in kapitalizmin ortaya çıkış analizinde görüldüğü üzere, rasyonel aklın dinsel düşünce içindeki gelişimi ve topluma yayılması belirleyici faktördür. Burada sınıflar, sınıf analizi, farklı sınıfların çıkar çatışması ve mücadelesi yoktur. Olduğu kadarıyla da ikincil ve etkisizdir. Üretim sürecindeki gelişmelerle giderek ekonomik ve dolayısıyla siyasi gücünü arttıran burjuvazinin, tasfiye yoluna girmiş ya da üretim temeli giderek zayıflayan feodal sınıflara karşı mücadelesi, toprak köleliğine karşı öfkeli serflerin bu mücadeleye desteği yoktur. Makinenin ortaya çıkışıyla aristokrasinin, feodal sınıfların zenginliğini sağladığı toprak temelli üretimin sanayi üretimi karşısında ikincilleşmesi söz konusu değildir. Burası baştan sona bir tarihsel-sosyolojik tartışma olmakla birlikte, şunu söylemek yeterlidir: Weber’in tarihsel analizinde, sınıflara hak ettiği yer bir yana; az da olsa etkili bir yer verilmemiştir. Weber’in yaklaşımında, sınıflar mücadelesi ve üretim ilişkileri değil, rasyonel aklın dinsel alandaki ilerleyişi belirleyici olmuştur.
Weber’in idealizminin ikinci yönü olarak “karizmatik otorite” kavramı da dikkate değerdir. Weber’de “karizmatik otorite”, sınıflar ve statülerden bağımsız, tersine onların içerisinde yer aldığı toplumsal yapıyı değiştirmek misyonuyla yüklüdür. Peki, bu “karizmatik otorite”, içinde meydana geldiği ve kendi gücünü aşan, örneğin tarihsel dönem özellikleri, toplumsal yapının temel belirleyenleri, parçası olduğu sınıfsal ilişkiler ağı; bütün bunlar tarafından bilfiil etkilenmiyor mu? Kendi ‘karizmatik’ kararları, belirli tarihsel ve toplumsal koşullara dair değil mi? Onları standart olanın dışında yorumlayıp karşı çıksa bile; karşı çıktığı ve değiştirdikleri belirli tarihsellikler değil midir?
Weber; “karizmatik otorite” kavramıyla bireyin değiştirici gücüne vurgu yaparken; bireyin içinde bulunduğu tarihsel toplumsal nesnelliği alabildiğine reddeder. Bu reddediş; sınıfları, sınıfsal yapısallığı ve sınıf mücadelesini kolayca bir kenara bırakmaya; bunun yerine liberal birey özgürlüğüne, metodolojik olarak da bireyciliğe yol açar.
İşte Weber’in bu bireyciliği, esas olarak da idealizmi; onun tarih ve toplumsal yaklaşımında sınıfları etkisiz ya da ikincil düzeyde etkili faktörler olarak görmesinin temelidir. Siyaset, dini inanç biçimleri, ‘rasyonel akıl’ toplumsal yaşamın şekillendirilmesinde belirleyici olunca, Weber’in ekonomik düzen ve çıkara hapsettiği sınıfları tarihsel akış içerisinde görmek mümkün değil. Bu açıdan Weber’in sınıfa yaklaşımı ve onu tanımlayışı, anlamacı sosyoloji olarak ifade edilen bireyci idealizmiyle oldukça uyumludur. Ancak yaşamla uyumlu değildir.
TABAKALAŞMA, İLİŞKİSELLİK VE SINIF
Sömürü, karşıtlık, mücadele ve tarihselliği dışarıda bırakan Weberyan toplumsal analizde sınıf olgusu ne işe yarar?
Toplumun gerçek ve bilimsel bir çözümlemesi mi? Toplumsal yapı ve işleyişin, onun tarihsel hareketinin anlaşılması mı?
Sömürüyü görmeyen, sınıfları “piyasa eşitliği”nde farklı derecelerdeki konumlara indirgeyen bir analiz biçiminin, toplumsal gerçekliği ve temelini anlama, kavrama ve onu dönüştürmeye değil, daha çok pragmatist amaçlara yöneldiği açıktır.
Bu amaçlar; yığınların seçimlerdeki “siyasi parti tercihleri”ni tespit etmek de, gelir gruplarına göre çeşitli tüketici tercihlerini belirlemek de olabilir. Ancak, toplumu sıralı katmanlara bölen bu yaklaşım, bu katmanlar arasında geçişleri öngörse bile, statik ve pragmatist bir ölçüm skalası olmayı aşamaz. Sınıf da, bu skala tablosunda kullanılan cetvelin ölçü birimi olarak kabul edilir.
Weberyan sınıf analizi açısından ilk sorun; piyasadaki hangi olanaklar üzerinden, hangi kriterlerle bir tabakalaşma tablosu çıkarılacağıdır. Örneğin piyasadaki fırsatları belirleyen, kişilerin servetleri ve mülkiyetleri olabilir. Gelirleri ya da eğitim düzeyleri de olabilir. Çünkü, bir biçimde yüksek gelir sahibi olan birisi “üst” sınıfın üyesi olabilir. Ya da önemli bir vasfa sahip olan bir kişi; piyasada bu vasfa sahip olmayanlardan daha fazla olanağa sahip olacaktır.
Öyleyse, Weberyan geleneğin sınıf analizinde; sınıflar, piyasadaki çeşitli kriterlere göre sahip olunan olanak düzeyleri çerçevesinde belirlenir. Weberyan geleneğin önemli temsilcisi Goldthorpe, yine Weberyan yaklaşımla Marksist sınıf analizini birleştirme iddiasındaki Wright, toplumdaki sınıf sayısını net olarak belirlemenin mümkün olmadığı görüşünde. Wright’a göre 2 ila 10 sınıf, Goldthorpe göre 3 ila 36 sınıf söz konusu olabilir.
SONUÇ OLARAK
Piyasada çeşitli vasıflar temelinde toplumun katmanlara ayrılması olarak, sınıf kavrayışı, sınıflar arasındaki ilişkileri büyük oranda göz ardı eder.
Sınıfların ortaya çıkışı ve seyri; katmanlaşma şeklinde değil, karşılıklı ilişkisellik ve mücadele pratiğiyledir. İşçi sınıfının varlığı, sermayenin ortaya çıkışı ile paraleldir. Sermayenin artı-değer sızdırmak üzere onun emeğini değerlendirmediği koşullarda pre-modern işçiler, ya köylerden kaçıp gelmiş kent ‘serserileri’ ve işsizler ya da kapalı lonca örgütünün çırak-kalfa-usta döngüsünde ilerleyen zanaatkarlardır. Dolayısıyla, sınıfların varlığı, kaçınılmaz bir biçimde ilişkiselliği bünyesinde barındırır.
Weberyan yaklaşım bile, esasında, bunu açıkça ifade etmeksizin, bir ilişkisellik öngörür. Örneğin toplumun gelir düzeylerine göre; yüzde 20’lik dilimler halinde beş sınıfa ayrılması; gelirler açısından bir karşılaştırma ve ilişkiselliği içerir. Ancak, buradaki ilişkisellik, sadece bir sıralamadan ibarettir. Kapitalist toplumun kuruluş ve varoluşu açısından, gerçek sınıf ilişkilerinden uzak bir toplumsal farklılaşma ölçütüdür.
Toplumsal farklılaşma/katmanlaşma teorileri; ilişkiselliği yok saydığı ya da çok zayıf bir biçimde ele aldığı gibi; bu yaklaşımının kaçınılmaz sonucu olarak sömürü ilişkilerini ve sınıf mücadelesini de yok sayar. Çünkü, piyasa ilişkisi, kapitalist anlamda eşitler arasındaki bir ilişkidir.
Ancak; hem artı-değer, hem de onun somut biçimleri açısından kâr, rant ve faiz, üretim sürecinde ve işçinin emeğiyle yaratılır. Üretim ve sömürü sürecini, “piyasa eşitliği” adına yok sayan Weberyan sınıf yaklaşımı; sömürü ilişkilerinin kaçınılmaz sonucu olarak sınıf mücadelesini de ikincilleştirir ya da yok sayar.
İşçi sınıfı ve sermaye arasında, üretim sürecinden başlayan sömürü ilişkisi; çeşitli belirlenimlerle ifadesini bulurken, tüm toplumsal yaşama damgasını vurur. Zenginlik, yoksulluk, statü, sağlık, eğitim, sosyal olanaklar vb. piyasa konumlarının tamamını büyük ölçüde işte bu sınıfsal sömürü ilişkisi belirler. Dolayısıyla; kapitalist sömürü ilişkileri, her an işçi sınıfı ve sermaye arasında düşmanca bir ilişkiselliği dayatır. İşçi sınıfı, bilinç düzeyinden bağımsız olarak, bu yapılaşmış nesnel ilişki ve dayatma nedeniyle sermayeye içsel bir düşmanlık içindedir. Bu; konjonktürel olarak eyleme dönüşen ya da dönüşmeyen bir tepkiyi sürekli kılar. Gün be gün karşımıza çıkan ücret mücadeleleri de, işyerinde işi yavaş yapmaktan kârı azaltacak rapor almaya kadar bütün iş dışı yaşamı genişletmeye dönük çabalar da, kapitalist sömürüye karşı varoluşsal tepkinin görünüm biçimlerinden bazılarıdır.
İşte, Weberyan analiz sömürüyü göz ardı edince, ortada ne sınıf mücadelesi, ne sömürü ilişkisi, ne de kapitalist toplumsal bütünlüğü parçalamaya dönük çatışmalar kalıyor. Bu büyük gerçeğe gözler kapanınca; toplum, farklılaşmış katmanların sıralanması derekesine indirgeniyor.
KAYNAKLAR
Duverger, Maurice (2002) Siyaset Sosyolojisi, Çeviren: Şirin Tekeli, İstanbul: Varlık Yayınları.
Dworkin, Dennis (2012) Sınıf Mücadeleleri, İstanbul: İletişim Yayınları.
Engels, Friedrich (1998) Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Ankara: Sol Yayınları.
Fukuyama, Francis (2013) “The Middle-Class Revolution”, The Wall Street Journal, http://online.wsj.com/news/articles/SB10001424127887323873904578571472700348086, 18.12.2013.
Gerth, H. H. ve Mills, C Wrights (2002) “Yazar ve Yapıtı”, Sosyoloji Yazıları (Yazar: Max Weber), İstanbul: İletişim Yayınları.
Giddens, Anthony (2000), Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori, (Çev. Tuncay Birkan), Metis Yayınları, İstanbul.
Giddens, Anthony (2013) Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori, Çeviren: Ümit Tatlıcan, İstanbul: İletişim Yayınları.
Keat, Russel ve Urry, John (2001) Bilim olarak sosyal teori, Çeviren: Nilgün Çelebi, Ankara: İmge Kitabevi.
Keyder, Çağlar (2013) “Gezi olaylarının seyrini Türkiye’de yükselmekte olan yeni orta sınıf değiştirmiştir”, T24, http://t24.com.tr/haber/keyder-gezi-olaylarinin-seyrini-turkiyede-yukselmekte-olan-yeni-orta-sinif-degistirmistir/238849, 18.12.2013.
Lüküslü, Demet (2013) “Gezi, bir orta sınıf laboratuvarı”, Akşam Gazetesi, http://www.aksam.com.tr/guncel/sosyolog-demet-lukuslu-gezi-bir-orta-sinif-laboratuvari/haber-215207, 18.12.2013.
Marx, Karl (2000) Kapital Birinci Cilt, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl ve Engels, Friedrich (2003) Kutsal Aile, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl ve Engels, Friedrich (2013) Alman İdeolojisi, İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
Milliyet (2013) “Sosyal sınıflar yediye bölündü”, 6 Nisan 2013, http://gundem.milliyet.com.tr/sosyal-siniflar-yediye-bolundu/gundem/gundemdetay/06.04.2013/1690051/default.htm, 18.12.2013.
Pamuk, Orhan (2012) “Burjuvazinin küstahlığından tiksiniyorum”, http://www.ntvmsnbc.com/id/25375016/, 18.12.2013.
Torun, İshak (2008) Max Weber’e Göre İktisadi Zihniyetin Rasyonalizasyonu, Selçuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 8 (15), 15-34.
Ülgener, S. F. (1991) Zihniyet ve din, İstanbul: Der Yayınları.
Weber, Max (1993) Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu, Ankara: Ayraç Yayınevi.
Weber, Max (2005), Bürokrasi ve Otorite, (Çev. Bahadır Akın), Adres Yayınları, Ankara.
Weber, Max (2002), Sosyoloji Yazıları, Çev: Taha Parla, İstanbul: İletişim Yayınları.
Weber, Max (2012), Sosyolojinin Temel Kavramları, Çev: Medeni Beyaztaş, İstanbul: Yarın Yayınları.