uluslararası marksist-leninist parti ve örgütler konferansı’nın 20. yılı deklarasyonu!

Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar, birleşin!

21. yüzyılda dünya hâlâ bölünmüş bir dünya olarak kalmaya devam ediyor!

Başlıca, emek ve sermayenin her alanda karşı karşıya gelişi olarak bu bölünme, emeğin ve üretimin artan toplumsallaşmasıyla giderek daha az elde toplanan mülkiyetin özel kapitalist niteliği arasındaki karşıtlığın sosyal yansımasıdır. Daha 50 sene önce insanın aklına bile gelmesi olanaksız bilimsel ve sınai güçler ortaya çıkmış, üretim olağanüstü makineleşmiş, iletişim teknolojisinde ve bilgisayarın toplumsal ve kişisel süreçlerde yaygın kullanımında büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Ama karşıt faktörler çoktandır artmakta; bir yandan umutsuzluk devasa boyutlar alırken, diğer yandan bu gelişmelere paralel olarak çürüme belirtileri üst üste yığılmakta. Adeta Bizans’ın sön dönemini hatırlatırcasına, 2008’de dünya ölçüsünde tanıklık ettiğimiz, bugün de birçok ülkenin yüz yüze olduğu krizinde, kapitalizmin, olağan dönemlerde gizlenebilen bir toplumsal “varlık içinde yokluk” örgütlenmesi olduğunu, sömürülen yığınlar kendi sırtlarına yıkılmaya çalışılan yükleriyle bir kez daha sınavdan geçirdiler. Bu “yükler” kapitalizmin tüm olumsuz sonuçlarının ağırlaşmasından ibarettir: Makineleşmenin çalışma süreçlerini kısaltması bir yana, işsizliğin yayılması, çalışmanın esnekleştirilmesi ve gerçek ücretlerde düşmeyi kapsayarak sömürünün yoğunlaşması, yoksulluk ve sefalet, düpedüz açlık, haksızlık ve adaletsizlikte patlama, dilencilik, uyuşturucu ve fuhşun artışı…

Dünyanın bu bölünmüşlüğünün görmezden gelinmesi de katlanılması da olanaksızlaşmakta, hoşnutsuzluk ve öfke birikimi, sömürülen yığınları bir dizi ülkede birbiri peşi sıra ayağa kalkmaya yöneltmektedir.

İşte Yunanistan ve Portekiz! İşte Tunus ve Mısır! İşte Türkiye ve Brezilya.

Üstelik emek-sermaye karşıtlığı, dünyayı bölen tek neden de değil. Yaşayarak görüyor ve biliyoruz ki, dünya, az sayıda zengin kapitalist emperyalist egemen büyük devletle büyük çoğunluğu oluşturan ülkelerin geri, bağımlı ve siyasi, ekonomik ya da mali bakımdan sömürgeleştirilmiş ezilen halkları arasında da bölünmüştür. Kendilerini, dünya halkları adına “uluslararası toplum” olarak tanımlayan, AB ve NAFTA, NATO, BM türü uluslararası örgütler kurmuş emperyalist büyük devletler, ezilen halkların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamakta ve kaderlerini kendilerinin belirlemelerine fırsat tanımayarak dikte etmektedirler.

İşte çoraklaştırdıkları Afrika ve yok etmeye giriştikleri Amazon Ormanları! İşte Afganistan ve Irak işgalleri; Libya ve Suriye…

Bir diğer karşıtlık ve bölünme, emperyalistler ve tekellerin kendi aralarındadır. Hangisinin nereyi egemenlik altına alıp yağmalayacağını kararlaştırmak üzere büyük emperyalist devletler ekonomik ve askeri bloklar oluşturarak hışımla yeniden, dünyanın beş kıtasında askeri üsler kurarak dalaşmaya başladılar. Rakipleriyle egemenlik yarışında ulusal karşıtlıkları tahrik edip kışkırtarak ezilen halkları yedeklemeye çalışıyorlar. İç çatışma, ve savaşları da kapsayarak, Suriye’nin ardından bir örneğini de Ukrayna’da gördüğümüz bu emperyalist dalaş şiddetlenecektir.

Oysa kapitalistler ve hizmetkarları “tarihin sonu”nu ve “kapitalizmin sonsuzluğu”nu ilan edeli birkaç on yıl oldu. “Kapitalizmin kendini yenilemesi”, “sınıflar ve sınıf karşıtlıklarının aşılması”yla ulaşılan “kapitalist küreselleşme” ve kurulduğunu ileri sürdükleri “Yeni Dünya Düzeni” krizsiz bir refah ve barış toplumu vaat etmekteydi! Refah yerine sefalet büyüdü! Barış yerine savaşlarla darbeleri ve ikiyüzlü diktatörlüklerin inandırıcılıklarını yitirmelerini yaşadık…

Hayır! Kapitalizm fabrikalar, işletmeler, toprak ve bürolarda çalışarak emeğiyle geçinen işçi, işsiz, kent ve kır yoksulu sömürülen yığınlara ne iyi bir iş ve insanca yaşayabilecekleri bir ücret, ne katlanılabilir çalışma koşulları, ne de barış, refah ve bir gelecek güvencesi sunar. Tersine bütün bunları elde edebilmek için işçi ve emekçileri kendine karşı çıkmaya ve sermayenin iktidarını devirmeye teşvik eder!

Kölelerin köle sahiplerine karşı mücadelelerinden başlayarak, sınıf mücadelelerine sahne olan tüm sınıflı toplumlarda, iktidar değişimi sömürücü sınıflardan biri yerine diğerinin geçmesiyle sonuçlanırken, yalnızca kapitalizm, üretici güçleri özel mülkiyet ilişkileri çerçevesine sığmayacak ölçüde geliştirip toplumsallaştırarak işçi sınıfını durmaksızın çoğalttığı için, sömürücü sınıfın iktidarının yerini sömürülenlerin iktidarının alabilmesinin koşullarını olgunlaştırdı. Bu tarihsel-toplumsal gelişme, işçi sınıfını, sınıfların kendileriyle birlikte sömürü ilişkilerini de ortadan kaldırmak üzere, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirileceği bir geçiş döneminde sosyalizmi inşa etme, ve bunun dayanağı olarak kendi sınıf iktidarını kurma tarihsel misyonuyla karşı karşıya getirdi.

Kapitalist zorbalık karşında işçi sınıfı, kendini ilk kez, 19. yüzyılda Avrupa kıtasına boydan boya yayılan ayaklanmalarda ortaya koydu ve 1871’de Paris’te kısa süreliğine iktidarını da kurdu. Ardından 1917 Ekim Devrimi ile kapitalist sınıfın iktidarını devirip Rusya’da egemen sınıf olarak örgütlenmeyi başaran işçi sınıfı, Sovyetler Birliği’ni kurarak, yarım asra yaklaşan bir süre, insanın insan tarafından köleleştirilmesine son verme yolunda ciddi adımlar attı.

Bizler, Uluslararası Konferans olarak birleşmiş dünyanın Marksist-Leninist parti ve örgütleri; birliğimizin 20. yılında, tüm ülkelerin işçi sınıfı, ezilen halkları ve gençliğini, uluslararası burjuvazi ve emperyalizm karşısında birleşmeye ve kurtuluş mücadelesini yeniden yükseltmeye çağırıyoruz.

Bütün ulusların işçileri, emekçi kardeşler;

Sömürücüler ve sömürülen yığınlar, emperyalist efendiler ve ezilen halklar olarak bölünmüş dünya, yeni bir alt-üst oluş ve devrimler dönemine doğru sürüklenmektedir.

Sömürülen yığınlara verecek hiçbir şeyi kalmayan kapitalizm bugün tarihte hiç olmadık ölçüde sosyalizmin ön koşullarını olgunlaştırmıştır. Bunların en başında, işçi sınıfının nicelik olarak çoğalması ve nitelik olarak olgunlaşması gelmektedir. Gerek sendikal gerek siyasal bakımdan kendi deneylerinden öğrenerek, üstelik birçok ülkede yığınsal mücadelelerden geçerek, işçi sınıfı ve emekçiler örgütlülüklerini ilerletip mevzilerini pekiştiriyorlar.

Gelecek; en ön safta çarpıştıkları Tunus ve Mısır gibi ülkelerde devrimleri ellerinden çalınmış olsa bile, küçümsenemez birikimleriyle dünya işçi ve emekçilerinindir.

Bilelim ki, iki büyük devrimci dalganın ve dünyanın hemen bütün ülkelerinin ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin kazanım ve dersleri, yeni, ve bu kez daha güvenle zafere gidebileceğimizi göstermiştir.

Farklı ülkelerde ulusal biçimler alarak her biri kendi yolundan gelişecek ve içeriği bakımından uluslararası nitelik taşıyacak ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerimiz, tek bir dünya proleter devrimi sürecinin bileşenleri olacaktır. Bu da bize; dünya ölçeğinde ve ulusal düzeyde birliğimiz ve örgütlülüğümüzü geliştirme ve güçlendirme sorumluluğu getirmektedir.

 

Sosyalizm kazanacak!

Yaşasın Enternasyonalizm!

Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar, birleşin!


Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı (CIPOML)

Koordinasyon Komitesi

Seçimler sonrası ekonomik görünüm

2014 yerel seçim sonuçları iktisadi kaygıların seçmen tercihi üzerindeki belirleyici rolünü bir kez daha doğruladı. Hükümetin 2001 öncesine referanslarla halk nezdinde pompalamaya çalıştığı “istikrarsızlık” endişesi fazlasıyla karşılık buldu.

1970’lerden bu yana hız kazanan finansallaşma süreci ile birlikte, ileri kapitalist ülkelerde, hane halkı borçlarının GSYH’ya oranında sert bir yükseliş yaşandı. Ülkemizde ise, bu süreç 2000’lerde hız kazandı. 2002 yılında AKP iş başına geldiğinde 6.3 milyar lira seviyesinde bulunan hane halkı borç yükü, geçen süre zarfında çığ gibi büyüdü. 2014 yılı itibariyle 333.6 milyar lira seviyesine ulaştı. Geçen süre zarfında, hane halkı borçlarının gelire oranı, yüzde 7’lerden yüzde 50’lere tırmandı. Maaşını aldığı gibi ATM’lerin başında borç ödemek için biriken bir toplum ortaya çıktı.

Bu durum, geçmişle kıyaslanamayacak kadar geniş bir halk kesiminin piyasalardaki sert dalgalanmalara duyarlılığını arttırdı. İşsizliğin hane halkına maliyetini tırmandırırken, tahammül gücünü geriletti. Aileler açısından, geçmişte eş, dost ve geniş aile çevresinin desteğiyle geçiştirilebilen iki, üç aylık işsizliğin dahi telafisi zor sonuçlar doğurmasına yol açtı. Bu koşullar altında, seçmenlerin önemli bir bölümünün, kısa vadede ekonomide belirsizliği derinleştirecek bir siyasi tablonun ortaya çıkmasından çekinerek siyasi tercihlerini belirlediğini gördük.

AKP iktidarının sırtını dayadığı sıcak paraya dayalı ekonomik büyüme modelinin uluslararası konjonktürdeki dalgalanmalara fazlasıyla duyarlı ve korunmasız olduğunu, geçtiğimiz dönemde de sıkça dile getirmiştik. Bugüne değin, siyasi iktidarın, ekonomideki olumsuzlukları “istikrarı” bozmak isteyen dış ve iç mihraklarla açıklamaya dönük komplo teorilerinin de toplum nezdinde karşılık bulduğu görülüyor. Gezi olaylarının, Mayıs ayında, ABD piyasasından gelen parasal genişlemenin sonlandırılacağı şeklindeki haberleri takiben patlak vermesi de, kamuoyunun bu iki gelişmenin etkilerini ayrıştırmakta zorlanmasına neden oldu. “Sıcak para”yla fonlanan Türkiye’nin de içinde bulunduğu “gelişmekte olan piyasalar”dan yüklü fon çıkışının yaşanmaya başladığı bir dönemde, hükümetin durumu “faiz lobisi” benzeri argümanlarla izaha yönelmesi, ekonomi çevrelerinde şaşkınlık yaratmıştı. Kurulan nedensellik, pek çok açıdan tutarsızlık içerse de, faizlerin oldukça yüksek seyrettiği 2000-2001 dönemi ve öncesine de göndermeler yaparak, halkın korkularını tetiklemeyi amaçlıyordu. Ve önemli ölçüde işlevini gördü. “Faiz lobisini” tespit etmeye yönelik SPK nezdinde açılan soruşturmaların ise, tıpkı meçhul “Kabataş saldırısı” gibi kamuoyu oluşturmak dışında bir amaç taşımadığı kısa sürede ortaya çıktı.

2014 YILINA DÖNÜK BEKLENTİLER

AKP’nin, şu ana değin, uluslararası konjonktüre sırtına yaslayıp, mevcut ekonomi modelini, 1990’larda birbiri ardına yaşadığı krizlerden bir türlü belini doğrultmaya fırsat bulamamış bir topluma güzel pazarladığı bir gerçek. Ne var ki, tarihte böylesi “merkez”den “çevre”ye dönük fon akışlarının yoğun yaşandığı dönemleri, genelde büyük borç krizleri izlemiştir. Bugün de, Türkiye’nin başını çektiği pek çok ülke için farklı bir senaryo çizmemiz mümkün görünmüyor. Ekonomiden az çok anlayan herkes piyasalardaki likidite bolluğunun sonsuza dek süremeyeceğinin farkında. Elbet bir noktada, sıkı olmasa dahi, kontrollü olarak niteleyebileceğimiz para politikaları devreye sokulacak, faizler yükseltilecek. Merak edilen, öngörülmeye çalışılan bu dönüşümün zamanlaması.

2008 Krizi sonrasında, ABD başta olmak üzere, “gelişmiş kapitalist ülkelerde” uygulamaya konan genişlemeci para politikaları, Türkiye gibi “gelişmekte olan” piyasalara dönük sermaye akımlarına hız kazandırmıştı. Bu durum, “gelişmekte olan piyasalarda”  büyümeyi hızlandırırken, diğer yandan bu ülkelerin dış borç stoğunun hızla büyümesine yol açmıştı. 2013 Mayıs ayından bu yana ise, ABD ekonomisinden gelen toparlanma sinyalleri ile birlikte para musluğunun kısılmaya başlandığını ve faizlerin tırmanışa geçtiğini izledik. Bu durum, Türkiye gibi ekonomisini “sıcak para” girişleriyle finanse eden ülkeler için kötü haber idi. Bu dönemden sonra, ABD’den gelen her olumlu haber, Türkiye ekonomisine olumsuz yansıdı.

AKP’nin “sıcak para”ya dayalı büyüme modelinin giderek tıkanmaya başladığı bir dönemde, imdadına Euro bölgesinden gelen olumsuz göstergeler yetişti. Mart ayı itibariyle bölgede enflasyonun yüzde 0.5 gibi 2009’dan bu yana en düşük seviyelere inerek, AMB’nın  (Avrupa Merkez Bankası) hedefi olan yüzde 2’nin oldukça altında kalması, AMB’nın da FED benzeri bir varlık alımı programı başlatması beklentisine yol açtı. Giderek büyüyen deflasyon riski karşısında henüz alınacak önlemler netleşmese de, küresel piyasalarda, faizlerin artacağı yönündeki beklentiyi kırdı. Sıcak paraya dayalı “gelişmekte” olan piyasaları en azından bir süreliğine rahatlattı.

Son verilere baktığımızda, ABD’de oldukça sert geçen kışın istihdamdaki toparlanmayı sınırladığı; sanayi üretimi, perakende satışlar ve konut sektörü verilerinin ise beklentilerin altında kalmasına neden olduğu görülüyor. Her ne olursa olsun, yüzde 6.7 seviyesine gerileyen işsizlik oranı önemli ölçüde bir toparlanmaya işaret ediyor. Hatırlanacağı gibi, FED, daha önceleri, yüzde 6.5 işsizlik seviyesini, faizlerin yükseltilmeye başlanacağı hedef işsizlik oranı olarak belirlemişti. Ne var ki, hedefe yaklaşılmasına rağmen, fiyatlarda beklenen yukarı yönlü hareketin görülmemesi ve diğer göstergelerde kırılganlıkların sürmesi üzerine, bu hedefi terk etmişti. Şu an için beklentiler, ağırlıklı olarak, faizlerin yükseltilmesinin 2015 yılını bulacağı yönünde. Diğer yandan, parasal genişlemede, varlık alımları, daha önce açıklandığı gibi sınırlandırılmaya devam ediyor. Aylık 85 milyar dolar seviyesinde başlayan varlık alımları, halihazırda 55 milyar dolar seviyesine çekilmiş durumda. Olağanüstü bir durum olmadığı takdirde, Nisan sonunda 10 milyar dolarlık ek bir kesinti gelecek gibi görünüyor.

Avro bölgesine döndüğümüzde ise, işsizlik oranlarının oldukça yüksek seyri göze çarpıyor.  Avro bölgesi genelinde yüzde 11.9 seviyesinde olan işsizlik oranı, İspanya’da yüzde 25.6, Yunanistan’da ise yüzde 27.5 dolayında. Avro bölgesinin dinamosu durumundaki Almanya’da ise, işsizliğin yüzde 5.1 seviyesinde olduğu göze çarpıyor. Daha önemlisi ise, Avro bölgesi genelinde (Almanya istisnası ile) işsizlik oranlarının geçtiğimiz yıla göre artış kaydetmesi. İşsizliğin en hızlı arttığı ülkeler arasında ise, Kıbrıs’ı (yüzde 2), Yunanistan ve İtalya (yüzde 1.2) takip ediyor. İstihdamdaki gelişmeler, yüzde 0.2’lik zayıf büyüme ve bölgedeki deflasyonist eğilimle birlikte okunduğunda, genişlemeci politika beklentileri artıyor. Avro bölgesinden gelen olumsuz haberler, son dönemde yeni “sıcak para” girişleri beklentisindeki Türk piyasalarında heyecan yaratsa da, bölgedeki yavaşlamanın, ülkedeki ihracatçı sektörlere olumsuz etkileri de göz ardı edilmemeli.

Genel tabloya baktığımızda, seçimlerin öncesi ve sonrasında Türkiye ekonomisi açısından değişen somut bir şey yok. Ülkeye dönük “sıcak para” girişleri sürdüğü müddetçe yapısal sorunların üzeri örtülecek. Uzun vadede ise, “balon” büyüdükçe kırılganlık artacak. Gerçek şu ki, “gelişmekte olan” piyasalara dönük “sıcak para” girişlerinin yoğun olarak yaşandığı bir dönemi Türkiye iyi değerlendiremedi.

Sabit sermaye yatırımlarının GSYH’ya payı düşük kalırken, dış borçlarla tüketici talebi pompalanmaya çalışıldı. Bu dönemde inşaat sektörü büyümenin temel dinamiğini oluştururken, katma değeri yüksek alanlarda uzmanlaşacak bir kalkınma stratejisi oluşturulamadı. Bunun en önemli sebebi ise, siyasi iktidarların başlıca manevra alanı olarak görülen eğitim sisteminin yap-boz tahtasına dönüşmesi, kamunun maddi olanaklarının böylesine genişlediği bir dönemde dahi eğitimde niteliksel bir dönüşüm kaydedilememesiydi. Yıllardır PISA test skorlarında OECD ortalamasının oldukça altında yer alan öğrencilerimizin durumu da, bunun açık bir kanıtı. Dünyada PISA test skorlarına bakıldığında ise, araştırmaya dahil edilen diğer İslam ülkelerinin Türkiye’nin de altında yer alıyor olması da, dikkat çekici bir ayrıntı. Nihayetinde, yaygınlaşan imam hatip okulları ve bilimsel akıldan uzaklaşan eğitim sisteminin farklı bir sonuç doğurması da beklenemezdi elbet.

Hükümete cephesine döndüğümüzde ise, çok daha kısa vadeli düşünüldüğünü, tüm hesapların Cumhurbaşkanlığı seçimini kazasız belasız atlatmak üzere yapıldığını görüyoruz. Bu açıdan, iç talebin desteklenmesi, özellikle de emlak piyasasındaki büyümenin en azından seçim sonrasına kadar sürdürülmesi fazlasıyla önemseniyor. Son dönemde Merkez Bankası üzerinde kurulmaya çalışılan faiz baskısı da, bu sebepten kaynaklanıyor. Tüm göstergeler ve raporlar hane halkı borcunun kritik seviyelere ulaştığını gösterse de, enflasyon hedefleri aşılsa da, Hükümet, faiz oranları düşük tutularak, uluslararası ekonomik konjonktürü iyi değerlendirmeyi amaçlıyor. Sonrasına dair bir plan, bir çıkış stratejisi ise, hiçbir bakan tarafından henüz telaffuz edilmemiş durumda. Hükümet seçimlere kadar ekonomideki “balon”un şişmesine müsaade eden, patladığı noktada ise, daha önce olduğu gibi içeride muhalefeti, dışarıda muhtelif lobileri suçlamayı öngören bir strateji izliyor.

Hiç kuşku yok ki, Türkiye ekonomisi giderek daha büyük bir açmazın içine sürükleniyor. Ekonominin mevcut borçluluk düzeyini göz önüne aldığımızda, ekonomide yaşanacak bir daralmanın geçmiş ekonomik krizlere göre çok daha yıkıcı sonuçlar doğuracağı aşikardır. Bu nedenle, mevcut ekonomik büyüme modelinin açmazlarını, uzun vadede sürdürülebilirliğini kamuoyu nezdinde sorgulamak, ifşa etmek; önümüzdeki dönemde, kitleleri, iktidarın bugüne kadar başarıyla uyguladığı algı yönetimi politikasından koparmak açısından büyük önem taşımaktadır. Ve unutulmamalıdır ki, böylesi bir dönemde kitlelerin önüne halkın somut taleplerine cevap verebilen alternatif bir ekonomi ve toplum modeli ile çıkılamadığı sürece sistem kendi alternatiflerini üretmeye devam edecektir.

 

Yalandan mite: AKP’nin ekonomi mucizesi

Yolsuzluk skandalları ve ses kayıtlarının damgasını vurduğu kampanya döneminin ardından, sandıkta şaibe iddialarıyla birlikte yerel seçimler geride kaldı. Seçim sonuçlarıyla ilgili tartışmalar ise, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim arifesinde devam ediyor. Seçimlerle ilgili, seçime katılan tüm aktörler, gazeteciler ve entelektüeller değerlendirme yapmaya devam ediyor. Değerlendirmelerin konuları ve buna bağlı olarak çıkartılan sonuçlar da değişkenlik gösteriyor. Öne çıkan açıklamalardan bir tanesi, seçim sonuçlarını ekonomideki gelişmelerle açıklamak. Bu açıklamanın en önemli dayanağı ise, AKP’nin 2002’den beri girdiği seçimler içerisinde ciddi bir oy kaybına uğradığı tek seçim olan 2009 yerel seçimleri öncesinde yaşanan negatif büyüme oranı. Grafik 1, seçim sonuçlarıyla büyüme oranlarının bir birine benzer bir biçimde seyrettiğini gösteriyor. Ancak bu ilişkinin bir döneme ilişkin bir gözlem mi, yoksa seçim sonuçlarını daha genel olarak açıklamakta kullanılabilecek bir araç mı olduğunun kontrol edilmesi için, veri aralığını büyütmeye ve Türkiye dışındaki ülkelerde iktidar partisinin oy oranının seyriyle büyüme oranının seyrini kıyaslamaya ihtiyaç olduğuna dikkat edilmeli.

Büyüme oranıyla kurulan bu ilişkiye benzer bir sonucu, Özgürlük Dünyası’nın 225. sayısında yer alan “Sermaye iktidarı ve sermaye ihtiyaçları” başlıklı makalesinde, Hakan Ongan da, imalat sektörü kâr oranları ve iktidarların değişimi arasındaki ilişki üzerinden ortaya koymuştu. Alttaki grafik ve Ongan’ın makalesi göz önüne alındığında, sermaye birikim rejiminin tıkandığı dönemlerde, sermayenin (birikim rejimindeki tıkanıklığın aşılması, sermaye iktidarının meşruiyetinin sağlanması gibi) ihtiyaçlarına cevap veremeyen partilerin seçimlerde oy kaybettikleri gibi bir sonuç çıkartılabilir.

 

Grafik 1. Büyüme oranları ve iktidar partisinin oy oranı arasındaki ilişki

 

 

Kaynak: Eğilmez, 2014

 

Seçim sonuçları ve büyüme oranı arasındaki ilişkiden hareketle, sadece AKP propagandacılarının değil, her türden muhalifin de “halk istikrarı seçti, ekonomideki başarıları nedeniyle yolsuzluk iddialarına rağmen Erdoğan’ı destekledi” diye başlayan ve AKP’nin ekonomi mucizesini, kimi hasetle, kimi hayranlıkla, kimi de çaresizlikle gündeme getiren açıklamalarını görüyoruz. Bu yazının amacı, Türkiye ekonomisinin AKP dönemindeki genel görünümüne, Türkiye’yi benzer ülkelerle kıyaslayarak bakmaktır. Bunun için öncelikle AKP öncesindeki durgunluk yılları ve bu dönem içerisinde Türkiye ekonomisinin yapısında meydana gelen değişiklikler kısaca özetlenecek ve ekonomiye ilişkin temel göstergeler olan büyüme, enflasyon, işsizlik ve cari açıkla ilgili istatistikler, TUİK, Dünya Bankası ve IMF’nin açıkladığı veriler kullanılarak, Türkiye’ye benzer ekonomilerin performansı ile birlikte tartışılacaktır.  Dönem içerisinde üretim yapısında kayda değer bir değişim olup olmadığını kontrol etmek için dış ticaret verilerine, AKP’nin “borçları sıfırladık” iddiasının kontrol edilmesi amacıyla dış borçlarla ilgili göstergelere bakılacaktır. Vergi politikasındaki gelişmeler ise, maliye politikasının incelenmesi için kullanılacaktır. Her arabaşlıkta, o başlığa ilişkin sonuçlar maddeler biçiminde özetlendikten sonra, sonuç kısmında ise, AKP döneminde bir ekonomi mucizesi var mıdır sorusu bu başlıklara ilişkin sonuçlar ışığında tartışılacaktır.

Girişte işaret edilen seçim sonuçları ve büyüme arasındaki ilişkinin incelenmesi ise, başka bir yazının konusu edilmek üzere, bu yazının kapsamı dışında bırakılmıştır. Ancak bu konuda cevaplanması gereken esas soru, eğer ekonomideki büyüme oranlarına bakarak seçim tercihlerini yapıyorsa, halkın, kişi başına milli gelirdeki büyümenin 1,9 olduğu 2008-2013 dönemine değil de, niye büyümenin daha yüksek olduğu 2002-2007 arasına bakarak oy kullandığıdır. Bu durumun, söz konusu önermeyi dile getirenlerce ayrıca açıklanması gerekir.

1998-2002 ARASI: ÇATIŞMA YILLARI VE EMEK HAREKETİNİN YENİLGİSİ

AKP’nin iktidar olduğu dönemin hemen öncesinde Türkiye ekonomisinin genel resmine bakarsak:

1998-2002 arasında, Türkiye ekonomisinde sermaye birikim süreci tıkanmış; ekonomi, durgun bir dönemden geçmiştir. Özelleştirme uygulamaları, emeklilik yaşının yükseltilmesi gibi düzenlemelerle, IMF ve DB başta olmak üzere, uluslarası sermayenin desteğiyle bu tıkantıklık aşılmaya çalışılmıştır. Dönemin ekonomi politikasına damgasını vuran çatışma, Emek Platformu etrafında bir araya gelmiş emekçi sınıfların örgütlü güçleri ve onların müttefikleri ile uluslararası sermayenin desteğiyle büyük sermaye arasında yaşanmıştır. Çatışmanın programatik karşılığı ise, emekten yana, kamucu, kalkınmacı bir iktisatçı grubu tarafından hazırlanan ve Emek Platformu tarafından sahiplenilen “Emek Programı” ile ulusal ve uluslararası sermayenin programının karşılığı olan IMF ve Dünya Bankası’yla yapılan stand-by anlaşmaları olarak görünmektedir. Emekçi sınıflar, tekel dışı burjuvazi da dahil olmak üzere, toplumun geniş kesiminin taleplerini içeren Emek Programı etrafında girdikleri mücadeleden yenilgiyle çıkmışlardır. Emek hareketinin yenilgisinin hemen gözlenen etkisi, dünya ekonomisindeki gelişmelerin de eklenmesiyle, sermaye birikimindeki (büyümedeki) tıkanıklığın aşılması ve ekonominin AKP döneminin başında toparlanma eğilimleri göstermesidir. Daha uzun dönemli sonuçlar açısından ise, emek piyasasının esnekleştirilmesi, emeklilik yaşının yükseltilmesi, eğitimin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden organize edilmesi, hizmet sektörü başta olmak üzere, güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşması gibi sınıflar arası güç ilişkisinin kristalize olduğu değişikliklere dikkat çekmek gerekir. Konuya ilişkin, son olarak, bu süreç, aynı zamanda ’89 Bahar Eylemleri’nin mirası üzerinden yükselen ve büyük kamu işyerlerine dayanan sendikal mücadele hattının bir iktidar stratejisiyle buluşmamasının da etkisiyle, dövüşe dövüşe geri çekilme sürecinin sonuna gelinmesi olmuştur. Özel olarak Türk-İş’in, ancak genelde sendikal hareketin bütünün AKP dönemindeki dönüşümünün anlaşılması bakımından, bu dönemin muhasebesinin yapılması gerekir. İşçi sınıfının genç kuşaklarını kapsayamayan, genç işçi kuşaklarının örgütlenme ve mücadele eğilimleri karşısında ise bürokratik korkularla sınıfa ihanet eden sendikaların beka stratejisi, AKP’ye en yakın olmaya dayanmaktadır. Bu yazının konusu olmamakla birlikte, işçi sınıfının “iyi bir okul” olan yenilgi yıllarından hangi dersleri alarak çıkacağının önümüzdeki dönem sınıflar arası güç ve iktidar kavgasında tayin edici olacağına dikkat etmek gerekir.

AKP öncesindeki dönemin bir başka önemli özelliği ise, “yapısal uyum programları”yla nüfusun kırdan kente göçünün hızlanmasıdır. Tarımsal destekleme politikalarında değişikliklerin etkisiyle, ’90’ların sonunda hemen hemen birbirine eşit olan kır-kent istihdamı, hızlı bir biçimde kent lehine değişmiştir.

 

Tablo1: İstihdamın Kır-Kent ayrımında dağılımı

Yıllar Kır (%) Kent (%)

2000 49

51

2004 36 64

2008 34

66

2013 34 66

Kaynak: TUİK, İşgücü İstatistikleri

 

1998-2002 arasında, “çevre ülkeler”in pek çoğu gibi, Türkiye ekonomisi de durgunluktan geçmiştir. Bu beş yıllık dönem içerisinde kişi başına milli gelir düşerken, ekonomide atıl kapasite oluşmuştur. Ülke içerisinde tarım kesimindeki çözülmenin etkisiyle kentlerde işgücü piyasasısında rekabet artar, dünya ekonomisinde de ABD başta olmak üzere gelişmiş ülkelerde faiz oranları düşerken, çevre ülkelere doğru kaynak akışı başlamıştır. Bu gelişmelerin sonucu olarak, “gelişmekte olan ülkeler”in çoğunda, 2008 Krizi öncesindeki dönemde, ekonomi hızlı bir şekilde büyümüştür.

 

AKP DÖNEMİNDE TÜRKİYE EKONOMİSİ

Büyüme rakamları, son dönemin en çok tartışma konusu olan noktalarından birini oluşturmaktadır. Kişi başı milli gelirin on bin doları aştığı söylemi, iktidarın en önemli dayanaklarından birini oluşturmaktadır. AKP sözcüleri ve Başbakan Erdoğan, Türkiye ekonomisinin AKP döneminde % 350 büyüdüğünü iddia ediyorlar. Açıkladıkları rakamlara göre, kişi başına düşen milli gelir de bu dönem içerisinde 3 kat büyüdü. Dolar cinsinden cari fiyatlarla yapılan bu hesapların çok etkileyici bir başarı öyküsü olduğu aşikar. Peki, gerçekten Türkiye ekonomisi dönem içerisinde ne kadar büyüdü?

12 yıllık AKP dönemini değerlendiren pek çok çalışmada, bu dönem, 2001 Krizi sonrasında IMF ve DB’nın direktifleri doğrultusunda hazırlanan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” (Derviş Programı) ve 2008 Krizi sonrası olarak ayrılarak değerlendirilmektedir. Derviş Programı’nın temel hedefinin Türkiye ekonomisinin uluslararası sisteme eklenmesi için finans sektörünün düzenlenmesi, kamu harcamalarının azaltılması, bütçe açığının azaltılması ve ulusararası sermayenin girişinin önündeki yasal engellerin kaldırılması olduğu söylenebilir. Kriz sonrasında kurulmuş olan yeni güç ilişkileri ve kurumsal altyapının üzerinde yükselen bu dönemin büyüme rakamlarına bakıldığında, 2002-2007 arasındaki beş yıllık ortalama büyümenin % 7,3 olduğu, kişi başına büyümenin ise, nüfustaki artışla birlikte % 5,5 olduğu görülmektedir (TUİK).  Bu dönem meydana gelen büyümenin yarısının kaynağı özel sektör yatırımları olurken, kamu yatırımlarının payı ise %1’in altında seyretmektedir.

2008 Krizi’yle birlikte yaşanan küçülme ve “Orta Vadeli Program”la birlikte sermaye kesimine transferler artarken, dünya ekonomisindeki “gelişmekte olan ülkeler”e fon akışının yavaşlamasıyla, büyüme, bir önceki beş yıla kıyasla hızlı bir biçimde düşmeye ve ekonomide daha düşük büyüme rakamları ortaya çıkmaya başladı. 2008-2013 arasında ortalama büyüme  % 3,7 olurken, kişi başına büyüme %1,9 oldu. 2002-2007 dönemiyle kıyaslandığında bir başka dikkat çeken gelişme ise, büyümede özel sektör yatırımlarının payı hızla düşerken, kamu yatırımlarının payının artması ve tüketime dayalı bir büyüme modelinin ortaya çıkması oldu.

AKP’nin iktidar olduğu dönemin ortalama büyüme rakamlarına bakıldığında ise, 1998 sabit fiyatlarıyla milli gelir 2002-2013 yıllık ortalama yüzde 5,1 olurken, kişi başına ortalama büyüme oranı yüzde 3,6 oldu. “Türkiye’nin 200 yıllık İktisadi Tarihi” adlı çalışmasında büyüme rakamlarını karşılaştıran iktisat tarihçisi Şevket Pamuk, AKP dönemi ortalamasıyla 200 yıllık veriler arasında dikkate değer bir farklılık olmadığına dikkat çekiyor: “AK Parti dönemi de büyüme açısından ortalamalara yakındır. Yani bir mucizeden söz edilemez. Bu veriler ekonominin ortalama büyüme oranlarından farklı değil (Pamuk, 2014).” Verileri Türkiye’yle benzer koşullardaki ülkelerle kıyasladığımızda ortaya çıkan tablo ise, epey dikkat çekici. Dönemin başında Türkiye gibi hızlı büyüyen Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin (BRIC) ile kıyaslandığında, ortalama büyümede Türkiye, BRIC ülkeleri ortalamasının altında kalırken, enflasyon, işşsizlik ve büyümede bu beşli içerisine en kötü durumda olan ülke oldu. IMF’nin hazırladığı 2013 yılı raporundaki verilere göre, ABD Merkez Bankası’nın parasal genişleme programını sone erdirmesinden en kötü etkilenecek beş ülkeden biri olan Türkiye, “kırılgan beşli”nin de en kötüsü olarak dikkat çekiyor.

 

TABLO 2: Kırılgan beşlinin ekonomik göstergeleri

Ortalama 2002 -2013 Ortalama 2002 -2013 Ortalama 2002 -2013

Büyüme Enflasyon İşsizlik

Brezilya 3,4 Brezilya 6,4 Brezilya 8,7

Endonezya 5,6 Endonezya 7,5 Endonezya 8,4

Hindistan 7,0 Hindistan 7,5 Hindistan 9,1

Güney Afrika 3,4 GüneyAfrika 6,0 GüneyAfrika 25,2

Türkiye 5,1 Türkiye 10,9 Türkiye 10,8

BütçeDengesi Cari  Denge

Brezilya -3,1 Brezilya -3,1

Endonezya -0,9 Endonezya 0,9

Hindistan -8,3 Hindistan -1,7

Güney Afrika -2,2 Güney Afrika -4,1

Türkiye -4,1 Türkiye -5,1

Kaynak: Eğilmez. 2014

 

Mahfi Eğilmez’in kapsamlı tablosundan sadece ortalamalar alınarak hazırlanan Tablo 2’ye göre, büyüme, bütçe dengesi, enflasyon, işsizlik, cari açık gibi temel göstergelerde, Türkiye, ekonomisi en kötü durumda olan ülkedir. Türkiye’yi 7 büyük “çevre” ekonomisiyle kıyaslayan Korkut Boratav ise, yatırımların milli gelir içindeki payına bakarak, IMF verilerinden şöyle bir sonuç çıkartıyor: “On bir yıllık ortalamalarda Türkiye yüzde 20,1 ile sadece (yüzde 19,7’lik) Filipinler’i geçmektedir. Diğer altı ülke de yatırımların milli gelire oranları yüzde 22,3 (Arjantin) ile yüzde 45,1 (Çin) arasında yer almaktadır. Büyüme hızları sıralamasının ikincisi olan Hindistan ise, yüzde 34,6’lık birikim oranı ile bu kategoride de ikinci sırada yer almaktadır.”

Tablo 2’nin de işaret ettiği en temel olgu, Türkiye ekonomisi bakımından sermaye birikiminin yeterli olmadığıdır. Bu durumun doğal sonucu ise, tasarrufların düşük olduğu ekonomide dışa bağımlılığın çok yüksek olmasıdır. Yüzde 20’lik yatırım oranı –ki bunun içinde son dönem kamunun yaptığı büyük altyapı yatırımları büyük pay tutmaktadır– işsizliğin mevcut düzeyde sürdürülmesine olanak sağlayacak bir büyüme rakamına yol açmazken –işgücüne her yıl eklenenlerin emek piyasasında kendilerine iş bulabilmeleri için Türkiye ekonomisinin yaklaşık yüzde 5 büyümesi gerekiyor–, tasarrufların GSYİH’ya oranı ise yüzde 15 civarında seyrediyor. Cumhuriyet tarihi boyunca da gözlemlenen yatırım-tasarruf dengesizliği, cari açığın artışıyla finanse edilmektedir. Bu nedenle de, dönem boyunca cari açık sürekli artmış ve bu yönüyle de Türkiye, kendisine benzeyen ülkelerden olumsuz anlamda ayrılmıştır. Ekonomideki büyüme temposunun düşmesinin ardından olması beklenen gelişme, cari açığın düşme eğilimi göstermesidir. AKP sözcülerinden önümüzdeki dönemde en sık duyacağımız övünme cümlesinin “cari açığı düşürdük” olması bu nedenle beklenir, ancak bu, bir başarının değil ekonominin yapısına ilişkin bir çarpıklığın göstergesidir. Türkiye ekonomisi bakımından makas çok açıktır: Üretim yapısında değişim olmadığına göre, hızlı büyürse cari açık artacak, ancak işsizlik yüzde 10’un biraz altında kontrol altında tutulacaktır; büyüme yüzde beşin altına düşerse ise, bu kez tersine cari açık düşerken işssizlik artacaktır. Son aylarda işsizliğin tekrar yüzde 10’un üzerine çıkması da bunun ispatıdır. Bu tablo nedeniyle, uluslararası finans kuruluşlarının raporlarında, Türkiye en kırılgan ülkeler listesinin başında yer alıyor.

Sonuç itibariyle, TUİK’in açıkladığı sabit fiyatlarla yapılan hesaplamalara göre, kişi başına gelirdeki artış üç kat falan değil, 1,46 kattır. Kişi başına milli gelir, dönem boyunca ortalama yüzde 3,6 büyüdü. Yüzde 350’lik büyüme rakamı da, üç katlık kişi başına milli gelir artışı da, istatistğin kötüye kullanımından başka bir şey değildir.

DIŞ TİCARET

2002-2013 arasında en dikkat çekici gelişmelerden biri, dış ticaret hacminin genişlemesidir. İhracatta kırılan rekorlar, Başbakan Erdoğan’ın en çok övündüğü rakamlar arasında yer aldı. Dönem boyunca cari fiyatlarla ihracat artışına yapılan vurgularla sürdürülen bu propagandanın doğruluğunu kontrol etmenin yolu, bir ülkede yapılan ihracatın ithalatı ne kadar karşıladığına bakmaktır. Tablo 3’te ihracatın ithalatı karşılama oranı, 2002 yılından 2013’e kadar gösterilmektedir. Bu tablo, bize, Türkiye’nin her yüz liralık ithalata karşılık ne kadar ihracat yaptığını göstermektedir. Güçlü TL politikası nedeniyle ekonominin büyüme dönemlerinde dış ticaret açığı artarken, ekonominin yavaşladığı ya da küçüldüğü 2002, 2009 gibi yıllarda ihracatın ithalatı karşılama oranında yükselme olduğu, Tablo 3’ten görülmektedir. 1980’den itibaren ihracatçı dışa açık bir büyüme modeline odaklanan ekonominin, dönem boyunca sürekli dış ticaret açığı vermesi, üretim yapısının sonucudur. Ara mallarında dışa bağımlı olan üretim yapısı nedeniyle, dış ticaret açığı sürekli büyümüştür. Dönem içerisinde dış ticaret hacmi büyürken, ihracatın itahalatı karşılama oranı düşmüştür.

TABLO: 3: İhracaatın ithalatı karşılama oranı

2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2009 2010 2011 2012 2013

75,7 69,9 68,1 64,8 62,9 61,3 63,1 65,1 72,5 61,4 56,0 64,5 60,3

Kaynak: TUİK. Dış Ticaret İstatistikleri

 

Dönem içerisinde Türkiye’nin dış ticaret yapısında olumlu sayılabilecek bir değişmenin olmadığının en açık göstergesi ise, ihracat içersinde yüksek teknoloji ürünlerinin payıdır. Yüksek teknoloji ürünlerinin Türkiye’nin ihracaatı içerisindeki payı, alt gelirli, orta gelirli ya da üst gelirli tüm ülke gruplarından, yani dünyanın bütününden olumsuz anlamda ayrışmaktadır. Hızlı büyüme dönemiyle birlikte üretim yapısında daha yüksek katma değerli ürünlerin üretimine geçildiğinin kanıtı olabilecek bu yüksek teknoloji ürünleri ihracatının payı yüzde 2’nin üzerine hiç çıkmazken, bu oran, dünya ortalamasında yüzde 20 civarında seyrediyor.

Kaynak: Dünya Bankası

 

Sonuç olarak, dönem içerisinde dış ticaret hacmi teşviklerle artmış olsa da, üretim yapısında köklü bir değişikliğin olmadığı açık bir biçimde görülmektedir. Üretim yapısında dışa bağımlı bir montaj sanayi görüntüsünde bir değişiklik olmadığı, ihracat ve ithalatın alt kalemleri incelendiğinde açıkça ortaya çıkmaktadır.

DIŞ BORÇ

“IMF’ye borçları kapattık” iddiası, Başbakan Erdoğan’ın seçim döneminde en çok kullandığı argümanlardan birisi oldu. Dış borcun azaldığı mesajı verilen bu söylemin tersine, 2002-2013 arasında, Hazine Müsteşarlığı verilerine göre, toplam dış borçlar üçe katlanmıştır. Tablo 4’te, dış borçlarla ilgili seçilmiş göstergelere yer verilmiştir. Kısa dönemli dış borç verileri, dönemin başında yüzde 12 seviyelerindedir. Oysa bunların, 2013 yılı itibariyle, toplam borçların üçte birine ulaştığını tablo göstermektedir. Kısa dönem dış borçların bileşimine bakıldığında ise, yüzde 85’ine yakınının özel sektöre ait olduğu ve yüzde 60’a yakınının özel bankaların borcu olduğu görünmektedir. Özellikle 2008 Krizi’nden sonra yaşanan artış, yurtdışından düşük faizle borçlanarak iç piyasaya yüksek faizle borç veren finans kesiminin fon bulmakta zorlandığını ve geri ödemesi daha kısa zamanda gerçekleşecek kredilere yöneldiğini göstermektedir.

 

Tablo 4: AKP Döneminde Dış Borç verileri (2002-2013

Kısa  Dönemli (%) Özel sektör (%) Kamu (%) Dış Borç artışı (%)

2002 12.67 33.22 66.78

2003 15.96 33.95 66.05 11.24

2004 19.98 39.77 60.23 11.81

2005 22.78 49.75 50.25 5.98

2006 20.57 58.11 41.89 21.96

2007 17.24 64.31 35.69 20.15

2008 18.68 67.15 32.85 12.33

2009 18.20 64.09 35.91 -4.28

2010 26.49 65.51 34.49 8.43

2011 26.93 65.90 34.10 4.14

2012 29.72 67.16 32.84 11.33

2013 33.25 68.78 31.22 14.76

Kaynak: TCMB, EVDS

 

Kamu kesimi dış borcunda yaşanan düşme karşısında, hem bankacılık sektörünün hem de reel sektörün dış borcunun hızlı bir biçimde artmaya devam etmesi, tasarruf açığının finanse edilmesinin yolu olarak, finans kesiminin de, reel kesimin de yurtdışından borçlanmaya yöneldiğini ortaya koymaktadır. Borç artış yüzdeleri ise, ekonominin, hızlı büyüme dönemlerinde yatırım için daha fazla dış kaynağa bağlandığını göstermektedir.

Dönemin dış borç verilerinden çıkartılabilecek genel sonuçlar:

1- Toplam dış borç 2002-2013 arasında üç kat artmıştır.

2- Dış borçların yapısı bozulmuş ve kısa dönemli dış borçların toplam dış borçlar içerisindeki oranı artarken, özellikle bankacılık sektörünün borçları ekonomideki kırılganlığı arttırmaktadır.

3- Reel sektör, “merkez ülkeler”de faiz oranlarının düşüklüğüyle beraber bankacılık kesimini by pass ederek, kendisi yurtdışından borçlanmaya başlamıştır. Bu durumun en önemli etkilerinden biri, bankaların ücretli çalışanlara (hane halklarına) yönelmesi ve tüketici ve konut kredilerindeki hızlı artış olmuştur. Emekçi sınıfları finans sisteminin içerisine çeken bu dönüşüm, ekonomideki yavaşlamayı takip edecek bir işten çıkartma dalgasında bu kredilerin geri ödenmemesi riskini barındırmaktadır. Bireysel tüketici kredileri ve kredi kartlarının bankaların kredi hacimleri içerisindeki payı %40’a yaklaşmıştır. 2001 yılında bireysel kredilerin milli gelire oranı sadece yüzde 2,3 iken, bu rakam, 2014 yılı itibariyle yüzde 25’i aşmıştır. Bu rakam, büyümeden payını alamayan emekçi sınıfların yaşamlarını sürdürmek için kredi sistemi içerisine çekildiğini göstermektedir.

VERGİ POLİTİKASI

Maliye politikasının en önemli ayaklarından biri olan vergi politikasında bir değişim olup olmadığı, iktidarın gelir dağılımıyla ilgili tercihinin göstergesi olarak okunabilir. Vergi politikası, gelir dağılımının önemli belirleyenlerinden birisi olarak, ekonomide bir dönemin anlaşılması için bakılması gereken temel göstergeler arasındadır. AKP döneminde, sermaye kesiminin ödediği temel vergi olan Kurumlar Vergisinin toplam vergiler içerisindeki payı azalırken, Türkiye’de daha çok kayıtlı çalışanların ödediği gelir ve kazanç vergisi ve iki temel dolaylı vergi olan KDV ile ÖTV’nin toplam vergiler içerisindeki payı sürekli artmıştır. KDV ve gelir vergisi dönem boyunca sürekli artarken, içki ve sigara başta olmak üzere, ÖTV artışlarıyla birlikte, özel tüketim vergisinin vergi gelirleri arasındaki payı üçüncü sıraya yükselmiştir. Vergiler, dolaylı vergiler ve doğrudan vergiler olarak ayrıştırıldığında da, dolaylı vergilerin payının dönem boyunca yüzde 70’e yakın bir noktada seyrettiği görülmektedir.

 

DOLAYLI VE DOLAYSIZ VERGİLERİN DAĞILIMI [2004-2012]

DOLAYLI DOLAYSIZ

2004 68.9 31.1

2005 69.4 30.6

2006 68.5 31.5

2007 66.1 33.9

2008 64.9 35.1

2009 64.5 35.5

2010 68.4 31.6

2011 67.7 32.3

2012 66.8 33,2

Kaynak: Maliye Bakanlığı

 

Kamu harcamalarının en önemli kaynağını oluşturan vergilerin toplanma biçiminden çıkartılacak sonuç ise, devletin 2002-2012 arasında da emekçilerden vergi toplayıp sermayeye gelir transfer ettiğidir. Dolaylı vergiler ve doğrudan vergiler arasındaki bu çarpıklık, teknik bir problem olmanın ötesinde, kamu harcamalarını vergileriyle finanse eden emekçi kesimlerin bütçeden daha fazla pay alma talebinin meşruiyetinin ispatıdır.

SONUÇ

Daha kapsamlı bir değerlendirme için sosyal politika, kredi piyasaları, ücret ve verimlilik göstergeleri gibi göstergelerin de incelenmesi gerekse de, baktığımız bu temel veriler, AKP döneminde bir “ekonomi mucizesi” var mıdır sorusuna cevap vermek için yeterlidir.

Yazı içerisinde işaret edilen sonuçları tekrar etmeden kısaca özetlemek gerekirse:

1-) Ortada bir büyüme mucizesi yoktur. Dönemin karakteri itibariyle hızlı büyüyen “çevre ülkeleri”ne kıyasla Türkiye ekonomisinin performansı daha kötü olduğu gibi, Türkiye’nin tarihsel büyüme ortalamalarından bir sapma görülmemektedir.

2-) Türkiye kendisi gibi ülkelerle kıyaslandığında, tüm ekonomik göstergelerde ortalamanın altında, çoğunda da listenin en sonundadır.

3-) Benzer ülkelerle kıyaslandığında, Türkiye ekonomisi, düşük yatırım oranları, yatırımdan daha da düşük tasarruf oranları ve son iki üç yıl içinde ise bir durgunluk eğilimi göstermektedir. Dolayısıyla rakamlara bakıldığında, AKP dönemi ekonomik performansı, dünyada Türkiye’ye benzeyen ülkelerden olumsuz anlamda ayrılmaktadır.

4-) Dünya ekonomisindeki para bolluğunun bitmesinin ardından, 2008 Krizi sırasında ABD ve Avrupa ülkeleri gibi kapitalizmin “merkez ülkeleri”nden “çevre”ye doğru akan fonlar gittikçe azalmaktadır. Dolayısıyla yatırım için para bulmak gittikçe zorlaşacaktır. Bu nedenle önümüzdeki birkaç yılın büyüme rakamlarının, daralma değilse bile, durgunluk eğilimi gösterecek olması kaçınılmazdır. Merkez Bankası da, hükümet sözcüleri de, bunu yavaş yavaş dile getirmeye başladılar.

5-) AKP döneminde üretim yapısındaki sorunlar çözülmediği gibi, ekonomideki büyümenin yavaşlaması, işsizlik ve bireysel kredilerin geri dönüşleriyle ilgili ciddi riskler içermektedir.  Toplam dış borçlardaki artış ve kısa vadeli dış borç düzeyi, dolar kurundaki bir değişimle birlikte finans kesiminde de, reel sektörde de iflasların ve büyük daralmaların nedeni olabilir.

6-) Düşük katma değerli üretim yapısı ve düşük tasarruf eğilimleri gibi yapısal sorunlarda bir değişiklik olmadığı için, ekonomik büyümenin en önemli belirleyicisi, Cumhuriyet tarihinin bütününde olduğu gibi, yatırımlar için kaynak bulmaktır. Dünya ekonomisindeki para bolluğunun sona erme eğilimiyle birlikte, yatırımları sürdürmek için gerekli yabancı sermaye girişinin sağlanmasının kolay olmadığı görülmektedir. Bu nedenle, Türkiye ekonomisi için “bahar ayları” sona ermiştir.

Bu tablodan çıkartılabilecek en önemli sonuç, 2001 Krizi’nin ardından “çevre ülkelere” doğru akan fonları kullanarak, emeğin, doğanın ve kentlerin talanı üzerine kurulmuş olan birikim rejimi tıkanmıştır. Bu nedenle, önümüzdeki günlerde bu tıkanıklığın aşılması için piyasaya açılmamış kamusal hizmetlerin piyasaya açılması da, kıdem tazminatının gasp edilmesi, kamu emekçilerinin iş güvencesinin ortadan kaldırılmasını hedefleyen 657 sayılı kanundaki değişiklikler de gündeme gelecektir. Bu döneme emekçi sınıflar ve onların örgütlerinin ne kadar hazırlıklı olacağı, bu yeni saldırı dalgasından nasıl çıkılacağını belirleyecektir.

AKP ve sonrası: “çözüm süreci”nde belirsizlik ve olanaklar

Gezi (Haziran) Direnişi ve 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarından sonra artık ülkeyi eskisi gibi yönetmekte zorlanan AKP, içine düştüğü bataktan kurtulmak için yerel seçimleri adeta bir “milli kurtuluş” mücadelesine dönüştürdü ve hiçbir meşruiyeti kalmamış iktidarını aklamak için sandığı kullanmaya çalıştı. Ülke tarihinin en şaibeli ve tartışmalı yerel seçimlerinden sonra, önceki seçimlere göre 6-7 puanlık düşüşe rağmen, AKP’nin görece gücünü korur görünmesinde, muhafazakâr tabanın kendi konumunu koruma kaygısından borç ve işsizlik kıskacındaki emekçilerin ekonomik kriz korkusuna, “çözüm süreci”ne dair beklentiden Cemaat-CHP-MHP ittifakının güven verici olmamasına kadar birçok nedenden söz edilebilir. Ancak kesin olan şey, seçimde oluşan bu tablonun AKP’nin ‘yönetememe krizi’*ne çözüm olmadığı/olamadığıdır. Üç seçimli sürecin ilk etabının hemen ardından AKP’deki iç çatışmanın ayak seslerinin cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül arasında yaşanan tartışmalarla duyulur hale gelmesi de, bu ‘yönetememe krizi’nin yeni bir boyuta doğru evrildiğinin habercisidir.

Yolsuzluk ve rüşvet operasyonları başta olmak üzere, kendisine yönelik operasyon/hamleleri “çözüm sürecine karşı darbe girişimi” olarak gösterip “çözüm süreci”ni kendine kalkan yapmaya çalışan AKP, bu sürecin devamı için atılması gereken adımlar içinse seçim sonrasını işaret etmişti. Oysa Başbakan Erdoğan, seçimlerden hemen sonra Bakü ziyareti öncesinde, “başmüzakereci”nin (Öcalan’ın) koşulları ve görüşmelerin yasal bir çerçeveye kavuşturulması konusunda “atacağımız herhangi bir adım yoktur” diyerek, sürecin devamı yönünde beklenilen adımları atmayacaklarının sinyalini vermiştir. AKP, bütün itirazlara rağmen MİT yasasını meclisten geçirerek, “çözüm süreci”ni değil, MİT’in yaptığı görüşmeleri yasal bir dayanağa kavuşturmanın ötesine geçmeyeceğini göstermiştir. Dahası, süreci ilerletmek bir tarafa, AKP, Öcalan ile yapılan görüşmeleri hala bir pazarlık konusu olarak görmektedir.

Sürecin muhatabı konumunda bulunan Kürt hareketi bakımından ise, söylenebilecek ilk şey, “çözüm süreci”nin iki uçlu bir süreç olarak değerlendirilmeye devam edildiğidir. Öcalan, 2014 Newroz mesajında, bugüne kadar İmralı’daki görüşmelerin yasal çerçevesi oluşturulmamış olsa da, AKP/devlet ile görüşmelerin devam ettirileceğini söylerken, KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık ise, AKP’nin çözüm sürecinin önündeki en önemli engel haline geldiğine ve bu engelin ancak halk güçlerinin mücadelesi ile aşılabileceğine dikkat çekmiştir. Gelinen yerde sorunun AKP ile çözülmesi olanağının büyük oranda ortadan kalkmış olması (bu durum AKP’nin bazı düzenlemeler yapamayacağı ya da mesela ihtiyaç duyduğunda KCK tutuklularını bırakamayacağı anlamına gelmemektedir), beraberinde yeni sorular/sorunlar getirmektedir. Burada akla gelen ilk soru, sorunun AKP ile çözüm olanakları ortada kalktıysa, Kürt ulusal hareketinin masada oturmaya devam etmesinin doğru bir tutum olup olmadığıdır. Devamında ise, AKP ile olmayacağına göre, çözümün yolunun nereden geçtiği sorulabilir. Bu sorularla ilişkili olarak, AKP’nin olmadığı koşullarda “çözüm süreci”nin devam edip etmeyeceği, AKP’yi artık bir ayak bağı olarak gören başını ABD’nin çektiği emperyalist güçlerin soruna nasıl yaklaştığı gibi sorular da sorulabilir. Bu soruların yanıtlarını bulmak için, AKP’yi/devleti görüşmelere zorlayan sürece, bölgesel gelişmelere ve bağlı olarak Kürt hareketinin kazandığı pozisyona, Erdoğan AKP’sinin Batılı emperyalistler ve uluslararası sermaye tarafından “üstünün çizilmesi”nin nedenlerine ve ülkede demokrasi güçlerinin durumuna bakmak gerekmektedir.

GÖRÜŞME SÜRECİNE NASIL GELİNMİŞTİ?

Daha önce defalarca belirttik; ABD, Irak’tan çekilme sürecinde enerji kaynakları ve bunların geçiş yollarının güvenliği için PKK’nin bölgede silahlı bir güç olarak varlığını tehdit olarak görüyor ve PKK’nin silahsızlandırılması için Türkiye ve Kürdistan Federe Yönetimi arasındaki ilişki ve işbirliğinin geliştirilmesini istiyordu (bkz. Irak Çalışma Grubu’nun hazırladığı ‘Baker-Hamilton Raporu’ ve Henri J. Barkey’in hazırladığı ‘Kürdistan’da Çatışmayı Önleme Raporu’ ). Bu temelde 2009’da’ açılım’ politikasının geliştirildiği ve Oslo’da KCK ile MİT arasında görüşmelerin yapıldığı biliniyor. 2011’e gelindiğinde, bu görüşmeler üzerinden Kürt sorununun çözümü için üç protokol hazırlanmış ve bu protokoller Başbakan Erdoğan’ın önüne gelmişti. Ancak Başbakan Erdoğan, 2011 Haziran genel seçimleri öncesinde çözüm yönünde atım atmak yerine, MHP lideri Bahçeli ile Öcalan’ın idamı tartışmaları üzerinden milliyetçilik yarışına girişmişti. Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmalarından sonra, emperyalistlerin bu ülkelerde gelişen halk hareketlerine müdahale ederek bu hareketleri yedeklemeye girişmelerine bağlı olarak üstlendiği rol, AKP’yi  Kürt sorununda yeniden geleneksel politikalara döndürmüştü. Önce İzmir Libya’ya müdahale eden NATO’nun komuta merkezi yapıldı, ardından AKP, Suriye’ye müdahalenin ‘koçbaşı’lığına soyundu. Esad rejimi, Katar ve S. Arabistan ile geliştirilen işbirliği ile yıkılacak, Türkiye egemenleri atalarının at koşturduğu topraklarda yeniden söz sahibi olacaktı. Bu politika ABD tarafından da desteklendi ve ABD’nin müdahalesiyle Suriye muhalefeti ‘Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu’ (SMDK) çatısı altında birleştirildi. Ancak Rusya ve Çin’in Suriye’ye müdahaleye karşı tutum almaları ve İran ile Lübnan Hizbullah’ının Esad rejimini açıktan desteklemeleri, Esad rejimini devirme girişimlerinin başarıya ulaşmasını engelledi. Türkiye, Katar ve S. Arabistan’ın Suriye’ye müdahale politikalarına İslam dünyasının Sünni çoğunluğunu yedeklemek için mezhepçi politikalara sarılmaları, Suriye’de muhalif güçler arasında askeri denetimin dünyanın her tarafından bölgeye gelen Selefi-Cihatçı güçlerin (el Kaide’nin)  eline geçmesine neden oldu. ABD, nasıl PKK’nin silahlı bir güç olarak varlığını istemiyorduysa, güvenilmez bulduğu el Kaide’nin de denetimi eline almasını istemiyordu. Üstelik bu Selefi gruplar İsrail’in güvenliği için de tehdit oluşturuyordu. Ancak AKP, hem Esad’a karşı tek dayanağı haline gelen ve hem de Rojava’da Kürtlerin yönetimi ele almasına karşı kullanabileceği bir güç olan el Kaide’ye (el Nusra Cephesi ve Irak-Şam İslam Devleti-IŞİD) desteğini ABD ile karşı karşıya gelme pahasına sürdürdü. En son Batı dünyasında büyük tepkilere yol açan bu çetelerin Yayladağı’ndan sınırın karşı tarafındaki Ermeni kasabası Keseb’e girmeleri de AKP’nin bu yönelimdeki ısrarını ortaya koymaktadır.

AKP’nin Esad rejimini devirmekle birlikte yaptığı bir diğer hesap da Rojava’da Kürtlerin güç kazanmasını engellemek ve ülkedeki Kürt hareketini askeri olarak kuşatacağı yeni cephe açmaktı. İran’ın PJAK (Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) ile ateşkes imzalaması ve Esad’ın Suriye Kürdistanı’nı (Rojava’yı) Kürtlere bırakmak zorunda kalması, bu hesapları bozdu. Kürtler, hem bölgesel çatışmanın seyrini değiştirebilecek önemli bir güç haline geldi, hem de Kürt ulusal hareketinin askeri kabiliyet ve gücü önemli oranda arttı. Sri Lanka’da Tamil gerillalarına yapılana benzer bir operasyonla Kandil’e girmeyi tartışan Türkiye egemenlerine karşı, PKK, ülke içinde cephe savaşı ve baskınlar yapar hale geldi. Öte yandan Kürdistan Federe Yönetimi üzerinden PKK ve Rojava’daki PYD’yi sıkıştırma girişimleriyle birlikte AKP Hükümeti’nin Irak’ta Maliki Hükümeti ve Barzani Yönetimi arasındaki çelişkileri kışkırtması, Irak’taki çıkarları bakımından Maliki Yönetimini desteklemeyi sürdüren ABD ile burada da karşı karşıya gelmesine neden oldu.

Suriye’ye müdahale ve Kürt hareketini etkisizleştirme girişimleri nedeniyle giderek daha fazla açmaza sürüklenen ve artık adım atamaz hale gelen AKP Hükümeti, bu süreçte yeniden İmralı’da Öcalan ile görüşmelere başlamak zorunda kaldı. AKP, bu sıkışmışlıktan kurtulmak için Kürtleri kendi yanına çekmek ya da en azından kendisine karşı mücadele eden bir güç olmaktan çıkarmak ve böylece yeniden kendine manevra alanı açmak istiyordu. Bu hamle ile AKP, hem müdahale politikalarının başarısı için zaman kazanmış olacak ve hem de bu politikanın başarısına bağlı olarak Kürt hareketini baskılayıp, kendi dayatacağı “çözüm”e razı etme olanağını elde edecekti.

2012 sonlarında İmralı’da Öcalan’la başlayan görüşmeler, 2013 başlarında BDP heyetinin adaya gidip Öcalan’la görüşmesiyle kamuoyuna duyurulmuş oldu. 2013 Newroz’unda, PKK, Öcalan’ın çağrısıyla çatışmasızlık ilan ederek, silahlı güçlerini geri çekmeye başladı. Ancak ‘merdiven stratejisi’ olarak adlandırılan ve tarafların karşılıklı adımlarıyla ilerletilmesi düşünülen süreç daha ilk adımda tökezledi. AKP, silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesi için gerekli yasal güvenceleri Meclis’ten geçirmeyi reddedince; PKK, önce geri çekilmeyi yavaşlattı ve ardından da durdurdu. Öcalan’la görüşmeler de, yasal bir çerçevede Kürtlerin taleplerinin müzakere edildiği ve bütün toplumun taraf yapıldığı bir “çözüm süreci”ne dönüştürülmek yerine, istihbarat örgütünün bir faaliyeti olmanın ötesine geçmedi. Demokratikleşme adına hazırlanan paketler de, çözümü kolaylaştıracak ve süreci güvenceye alacak talepler yerine, AKP’nin kendini güvenceye almaya yönelik düzenlemeleriyle sınırlı kaldı. Seçimlerden sonra Meclis’ten geçirilen MİT yasasında görüldüğü gibi, AKP, süreci değil; “MİT, terör örgütleriyle görüşebilir” düzenlemesi ile kendini/MİT’i güvenceye alma tutumu içinde oldu. Dolayısıyla süreç, 2013 Newroz’undan bugüne, çatışmasızlığın ötesine geçilemeden ve hiçbir yasal dayanağı oluşturulmadan geldi.

Bu dönemde, AKP’nin çözüme mesafesini ortaya koyan önemli göstergelerden biri de, Rojava’ya karşı geliştirdiği politikalardı. Rojava’da PKK ile aynı çizgideki PYD’nin etkinliğinden rahatsız olan AKP, zaman zaman görüşmeler de yaptığı PYD’nin gücünü kırmak için, bir yandan sınırlarını el Kaideye sonuna kadar açarak, ona her türlü desteği verdi; öte yandan da kendi çizgisini benimsemeyen bir Kürt hareketinin etkinliğinden rahatsız olan Barzani’yi devreye soktu. Seçimlerden hemen önce kamuoyuna sızdırılan Dışişleri Bakanlığı’ndaki Suriye’ye müdahale senaryosu, AKP’nin IŞİD’in Süleyman Şah Türbesi’ne saldırma olasılığını Suriye ve Rojava’ya müdahale için bir fırsata çevirme hesabı yaptığını göstermiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, MİT Müsteşarı Fidan, Genelkurmay İkinci Başkanı Güler ile Dışişleri Müsteşarı Sinirlioğlu arasında geçen konuşmalarda, Dışişleri Bakanı Davutoğlu, açık açık saldırının müdahale için bir imkân olarak kullanılmasından söz etmekte; MİT Müsteşarı Fidan da, saldırı gerekçesi yaratmak için gerekirse MİT’in Suriye’den Türkiye’ye füze atabileceğini söylemektedir. Bu müdahale planının, AKP için artık bir ‘kader savaşı’ haline gelen Suriye’deki savaşın seyrini değiştirmek üzere, ‘tampon bölge’ oluşturma ve Rojava’daki kantonları denetim altına alma amacı taşıdığı açıktır. AKP müdahale hesapları yaparken, Federe Kürdistan’daki Barzani yönetimi de, Rojava’da denetimi elinde bulunduran PYD’yi abluka altına almak için sınıra hendek kazdırmıştır. Rojava’da PYD’nin varlığı, Barzani’nin Kürtlerin bölgesel kamplaşmada önemli bir güç haline gelmesini kendi egemenlik ve çıkar ilişkilerini pekiştirmek için kullanması önünde bir engel teşkil etmekte, dolayısıyla Barzani de AKP gibi bu engeli etkisizleştirmek için her yolu denemekten geri durmamaktadır. Nihayetinde Rojava’da Öcalan’ı önder olarak gören bir Kürt hareketinin etkinliğinin, ülkede Kürt hareketine kendi çözümünü dayatma olanaklarını önemli oranda ortadan kaldırdığını gören AKP’yi de, bölgedeki bütün gelişmelere Federe Kürdistan’daki Kürt egemen sınıfların çıkarları penceresinden bakan Barzani yönetimini de rahatsız etmeye devam etmektedir. Bu rahatsızlık nedeniyle, geçen bir yıllık süreç içinde çözüm yönünde herhangi bir adım atılmadığı gibi, Rojava’da Kürtlerin kendi yönetimlerini oluşturmalarını önlemeye yönelik politikada da bir değişiklik olmamıştır.

AKP’NİN ÜSTÜ NEDEN ÇİZİLDİ?

Emperyalistlerin (İngiliz ve Fransız) yüz yıl önce Kürt coğrafyasını dörde bölmesi, daha en başından Kürt sorununu uluslararası bir sorun haline getirmiş; uzun yıllar Kürtlerin yaşadıkları ülkelerin egemenleri (Türkiye, İran, Suriye ve Irak) Kürtlerin ulusal hak istemli hareketlerine karşı işbirliği içinde olmuştu. Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşma ve çatışma, hem bu ülke egemenlerinin karşı karşıya gelmesi (İran, Suriye ve Irak merkezi hükümeti bir tarafta, Türkiye ve Kürdistan Federe yönetimi bir tarafta) nedeniyle Kürtlerin önemli bir bölgesel güç haline gelmesine ve hem de her parçadaki gelişmenin diğer parçalardaki gelişmelere (en son örneği Rojava’dır) doğrudan etki ettiği bir siyasi ortam yaratmıştır. Dolayısıyla, giderek bölgesel/uluslaraarası yönü ağırlık kazanan bir Kürt sorununu artık bölgede adım atamaz hale gelen bir AKP’nin çözme olanakları da ortadan kalkmış olmaktadır.

Peki, AKP’nin bölgede adım atamaz hale gelmesine ve dolayısıyla Batılı emperyalistler ve uluslararası sermaye güçleri tarafından üstünün çizilmesine yol açan süreç nasıl gelişti?

Hatırlanırsa, ABD’nin Irak’a müdahaleye hazırlanırken Türkiye’de ‘savaş tezkeresi’nin Meclis’ten geçmemesi (2003 1 Mart), ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerde gerilime neden olmuş ve dönemin Başbakan Başdanışmanı Cüneyt Zapsu 2005’te ABD’li yetkililere Erdoğan için “onu deliğe süpürmeyin, kullanın” demişti. Bu temelde, 2007’deki Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra, Türkiye, ABD’nin “stratejik ortağı” ve “bölgesel lider” haline gelmişti. Ancak Suriye’de Esad rejimini devirme girişimlerindeki başarısızlık nedeniyle, AKP, giderek el Kaide’ye umut bağlar hale geldi. Oysa ABD, el Kaideyi (özellikle Libya’da büyükelçiliğine yapılan saldırıdan sonra) kendi çıkarları ve İsrail’in güvenliği için güvenilmez buluyordu.  Irak’ta merkezi hükümet (Maliki hükümeti) ile ülkedeki birçok terör saldırısından sorumlu tutulan Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi’nin Türkiye tarafından himaye altına alınmasından başlayarak, ilişkiler önemli oranda gerilmiş; ve Türkiye’nin Irak’a müdahalesi, Maliki hükümetini Irak’ın bütünlüğünü ve kendi çıkarlarına sürdürebilecek tek lider olarak gören ABD’yi rahatsız eder hale gelmişti. Yine, Mavi Marmara olayında olduğu gibi, MİT’in radikal İslamcı güçlerle ilişkisi, ABD ve müttefiklerini rahatsız eden bir diğer konuydu. Ve en son, Mısır’da ABD ve müttefiklerine (özellikle İsrail’e) yeterince güven vermeyen Mursi (Müslüman Kardeşler) yerine General Sisi’nin darbeyle başa getirilmesine yönelik itirazları, Türkiye’yi, bölgede ABD’nin ayağına dolanan bir güç haline getirmişti. Bu gelişmelerle iç içe geçmiş olarak, Türkiye’nin Kürdistan petrolleri için Barzani ile yine Maliki hükümetine rağmen yaptığı pazarlıklar, İran’a ambargonun delinmesi, NATO’ya rağmen füze savunma sistemleri ihalesinin Çin’e verilmesi, ‘Şangay Beşlisi’ne katılma yönünde söylem kullanılması, 12 yıl önce kendisini iktidara taşıyan uluslararası sermaye güçleri için AKP’nin artık güvenilmez olduğunu gösteren diğer gelişmelerdi.

AKP’nin dışarıda sıkıştıkça ülke içinde kendini kurtarmak için daha fazla baskı ve yasaklara sarılması, Gezi olayları ile başlayan Haziran Direnişi’nin patlak vermesine yol açmıştı. Ülke sınırlarını el Kaide’ye açan, toplumda mezhep ayrımını kışkırtan, kadınları ve gençliği baskı cenderesine almaya yönelik düzenlemeler yapan, her türlü demokratik hak ve eyleme şiddetle yanıt veren AKP’ye karşı toplumun geniş kesimlerinde biriken öfke patlamıştı. Haziran Direnişi, AKP’nin kendi yarattığı toplumsal kutuplaşma ve kamplaşma nedeniyle artık ülkeyi eskisi gibi yönetmekte ciddi biçimde zorlandığını bütün açıklığıyla gözler önüne sermişti. Dolayısıyla Haziran Direnişi, zaten Erdoğan AKP’sinden rahatsız olan uluslararası sermaye ve Batılı emperyalistlerin, Erdoğan’ın içeride ve dışarıdaTürkiye’yi bekledikleri gibi yönetmeyi beceremeyerek kendi çıkarlarını da tehlikeye atıyor olması nedeniyle yeni arayışlar içine girmelerini hızlandırdı. Erdoğan’ın kendi uyguladığı politikaların bir sonucu olan Haziran Direnişi’ni “dış güçlerin bir tezgâhı” olarak göstermesinin nedeni budur.

Uluslararası sermaye ve Batılı emperyalistlerin Erdoğan AKP’sine karşı bir arayış içine girmelerinin en somut ifadelerinden birisi de, 12 yıldır ülkeyi Erdoğan AKP’si ile adeta bir koalisyon gibi yöneten Gülen Cemaatinin Erdoğan’a açıktan tutum alır hale gelmesidir. Dolayısıyla bu güçlerin Erdoğan AKP’si ile çatışması, Gülen Cemaati üzerinden somutlaştı. 17 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonları, işte bu çatışmanın bir sonucu olarak ortaya çıktı ve “hak” “adalet” adına yola çıkan ve iktidarı boyunca dini referansları kullanan AKP’nin nasıl bir soygun, talan ve sömürü düzeni kurmuş olduğunu gösterdi.

ABD, AB’nin başını çeken Almanya, Fransa gibi emperyalist güçlerin ve TÜSİAD başta olmak üzere ülke içindeki destekçilerinin AKP’ye karşı alternatif haline getirmeye çalıştıkları Cemaat-CHP-MHP ittifakı, yerel seçimlerden başarılı çıkamamış olsa da (çünkü ortadaki tablo oyu düşen AKP’nin başarısından çok bu ittifakın başarısızlığının sonucudur), bugün için bu güçlerin AKP’ye yönelik tutumlarında ciddi bir değişiklik olduğundan söz edilemez. Ancak bu durum AKP’nin el Kaideye sarılması gibi, başka seçenekleri kalmadığında, bu emperyalist güçlerin de kendisini kurtarmak için her şeyi yapmaya hazır bir AKP’yi yeniden kullanabilme olasılığını bütünüyle ortadan kaldırmamaktadır.

Dün kendini iktidara getiren emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından üstü çizilen AKP, bugün içine düştüğü bataktan kurtulmak için özellikle “çözüm süreci”ni kendine kalkan yapmaya çalıştı, çalışıyor. Yapılan operasyonların ‘paralel devlet’ tarafından “çözüm sürecine karşı bir darbe girişimi” olduğu söylemi ile Kürt halkı ve demokrasi güçlerinin barış beklentisi istismar etmeye çalıştı, çalışıyor (burada yerel seçimlerde bu propagandanın etkisi ve özellikle Kürt hareketinin Kürdistan’da fiiliyatta ordu, polis türü resmi güçlerin yanında yargı ve polisi denetim altında tuttuğu ileri sürülen ‘Cemaat’le karşı karşıya gelmesinin bir sonucu olarak AKP’nin Kürtlerden aldığı desteği önemli oranda koruduğunu söylemek gerekiyor). ‘Paralel devlet’, Başbakan Erdoğan’ın PKK lideri Öcalan’dan ödünç aldığı bir kavramdır. Öcalan, bu kavramı, devlet içindeki gizli yapılanmaları ifade etmek için kullanıyordu. Ancak bu kavramın, Susurluk sürecinde kullanılan ‘derin devlet’ kavramı gibi, bu gizli yapılanmaların burjuva devlete karşı değil, aksine bu devletin bir parçası olarak halka, demokrasi ve özgürlük isteyen toplum kesimlerine karşı kullanıldığı gerçeğinin üstünü örttüğünü söylemek gerekmektedir. Başka bir deyişle, ‘paralel’ ya da ‘derin’ devlet denilen şey, burjuva devletin kendi güvenliğini tehlikede hissettiğinde devreye soktuğu gayrinizamî (kendi belirlediği hukuk düzeninin dışında oluşturulmuş) yapılarından başka bir şey değildir. Erdoğan ise, 12 yıldır, başta Kürt sorunu olmak üzere, her alanda, politik ortaklık içinde olduğu Gülen Cemaatini ‘paralel devlet’ kurmakla suçluyor. Oysa, ortada bir ‘paralel devlet’ değil; Başbakanın kendisinin “ne istedilerse vermedik mi?” diyerek sitem ettiği ve devletin çeşitli kurumlarını paylaştığı eski bir ‘koalisyon ortağı’ bulunuyor.

Operasyonların “çözüm sürecine karşı bir darbe girişimi” olduğu söylemine gelince, daha önce de belirtildiği gibi, AKP, bu söylemi, “süreci” değil; kendini güvenceye almak için kullanıyor. Eğer AKP’nin derdi süreci güvenceye almak olsaydı, yapılması gereken şey açıktı. Hem PKK gerillalarının çekilme süreci, hem de Öcalan’la yapılan görüşmeler yasal bir çerçeveye kavuşturulmalıydı. Oysa 2013 Newroz’undan bu yana –ki 2014 Newroz’unda da sürecin devam edebilmesi için aynı talebi yinelemiştir– Öcalan, görüşmelerin yasal dayanağı oluşturulmuş bir müzakereye dönüştürülmesini istiyor, ama Başbakan Erdoğan’ın “atacağımız başka bir adım yoktur” açıklaması, AKP Hükümeti’nin, şimdiye kadar olduğu gibi, bu talebi görmezden gelmeye devam edeceğini gösteriyor.

Bunun da ötesinde, “çözüm sürecine karşı darbe” söylemini kullanan AKP, Ergenekoncuları kurtarmaya yönelik adımlar atmıştır. Sadece AKP’ye karşı darbe girişimleri nedeniyle yargılanmış olsalar da, aralarında JİTEM’in kurucularının da yer aldığı ve büyük oranda Kürdistan’daki ‘özel savaş’ın yürütücüleri olan ordu mensupları Başbakan Erdoğan ve Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın “milli orduya kumpas yapıldığı” söyleminin ardından yapılan yasal düzenlemelerle art arda serbest bırakıldılar. Yani AKP, bir yandan “çözüm süreci”ni kullanıp Kürtleri yedeklemeye çalışırken, öte yandan da, kendini kurtarmak için Ergenekoncularla yeni bir ittifakın peşinde koşmaktan da geri durmuyor. Sadece bu da değil! Özellikle seçim sürecinde ülkenin birçok kentinde HDP’ye (Halkların Demokratik Partisi) yönelik devletin yetkilileri eliyle (polis amirleri, kaymakamlar, AKP’li yöneticiler) geliştirilen provokasyonlarla milliyetçi kışkırtmalar yapılmıştır. Bu kışkırtmaların, Kürt hareketi ve demokrasi güçlerini baskı altına almanın ve çözüm yönünde adım atmamanın dayanağı haline getirilmek istendiği açıktır.

SÜRECİN BELİRSİZLİĞİ VE DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN DURUMU

Yönetememe krizi yaşayan ve bu nedenle baskı politikalarına daha fazla sarılan AKP’nin ülkenin demokratikleşmesinin en öncelikli sorunlarından biri olan Kürt sorununu çözme olanağı yoktur. Ancak ciddi bir sıkışıklık ve baskılanma altındaki AKP’nin süreci sona erdirme koşulları da kalmamıştır. Yani AKP, bir yandan sürecin ilerletilmesi için adım atamaz, ama öte yandan da süreci geri/başa döndüremez bir noktada durmaktadır. Bu durumun süreci ciddi bir belirsizliğe sürüklediği açıktır.

Burada akla gelen ilk soru “Sorunun AKP ile çözülmesi olanakları ortadan kalktıysa, Kürtler niye masada oturmaya devam ediyor?” sorusudur. Savaş politikalarından beslenen milliyetçi çevreleri bir tarafa bırakırsak, bu ülkede kimi “sol”, “sosyalist” çevrelerin Kürt hareketinin AKP/devlet ile görüşmelerini bir “ittifak” gibi gördüğü/gösterdiği ve sürecin bitirilmesi beklentisi içinde olduğu biliniyor. Oysa şoven saldırganlığın yaygınlık kazandığı çatışmalı süreç, her şeyden önce bu çevrelerin kendi varlık ve mücadele alanlarını önemli oranda darlaştırıcı bir rol oynuyor. Silahların susması, Kürt hareketinin ve taleplerinin toplumun geniş çevreleri tarafından görülür/tartışılır hale gelmesini sağlamış; ötesinde ülkede emek ve demokrasi mücadelesinin olanaklarını arttırmıştır. Bugün emek ve demokrasi güçlerinin, ölümlerin yaşandığı süreçte kışkırtılan milliyetçilik ve şovenizmin etkisinde kalan  işçi-emekçilerle buluşma zemini önemli oranda genişlemiştir. Yoksa mesela Gezi sürecinde ulusalcılığın etkili olduğu yerlerde bile “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganlarının atılması mümkün olabilir miydi?

Meselenin bir diğer yönü de, “görüşme süreci”nin sadece AKP’nin iradesiyle belirlenmiş, AKP’ye bağlı bir süreç olmamasıdır. AKP’yi/devleti “görüşme süreci”ne zorlayan ve yukarıda ana hatlarıyla özetlediğimiz süreci (uluslararası gelişmeler ve ABD emperyalizminin bölge politikası) bir tarafa bırakırsak, bugün “çözüm süreci” yönünde adım atılıp atılmamasını belirleyen AKP iktidarı olsa da, görüşmeler devlet adına sürdürülmektedir. Dün generallerle görüşürken olduğu gibi, bugün MİT ile görüşürken de, Kürt hareketinin (Öcalan’ın) muhatabı devlettir. Dolayısıyla Kürt hareketinin barışçıl çözümü sonuna kadar zorlamasının yolu, masada kalma koşulları var oldukça, muhatabın kim olduğundan bağımsız olarak (mesela yarın MHP iktidara gelir ve çözüm için görüşmek isterse yok mu denecektir?) ve aslında her koşulda muhatabın devlet olduğunu bilerek görüşmelere devam etmesinden geçmektedir.

Burada, devlet cephesi bakımından, AKP giderse sürecin devam edip edemeyeceği sorusu gündeme gelmektedir. Demokrasi güçlerinin iktidar olma seçeneğini bir tarafa bırakırsak, egemenler/devlet cephesi bakımından sürecin geleceğinin ne olacağı sorusunun cevabının, büyük oranda, dün Erdoğan AKP’sini iktidara , ama bugün yollarını ayırma noktasında bulunan emperyalistlerin/uluslararası sermayenin tutumunun ne olacağına bağlı olduğunu söyleyebiliriz. CHP’nin, Batılı emperyalistlere kendini AKP’ye karşı ‘makul’ bir seçenek olarak göstermek üzere (Mısır ve Irak seferlerinden ABD ziyaretine ve Cemaatle ittifaka kadar) yaptığı hamleler, AKP’nin olası alternatifinin bu güçlerin politikalarıyla tam bir uyum içinde olacağını göstermek için yeterlidir.

PEKİ, ABD’NİN BAŞINI ÇEKTİĞİ EMPERYALİST GÜÇLERİN TUTUMU HANGİ YÖNDEDİR?

Elbette, bu konuda kesin bir cevap verilemezse de, bu güçlerin bölgesel çıkar ve yönelimleri yeterince fikir vericidir. Başını ABD’nin çektiği Batılı emperyalistlerin Suriye müdahalesinin hedefinin hem Ortadoğu’ya tam hâkim olup Kafkasya’ya açılmak ve hem de başını Rusya ve Çin’in çektiği rakiplerinin hâkimiyet alanlarını sınırlamak olduğu biliniyor. Ancak Suriye’ye müdahale sürecinde işlerin yolunda gitmeyip askeri denetimin el Kaideci güçlerin eline geçmesinin de bu güçler için stratejik önem taşıyan bölgenin enerji kaynaklarının ve geçiş yollarının güvenliği bakımından kaygı yarattığı bir başka gerçektir. Bu durum, bu güçleri AKP ile karşı karşıya getiren önemli sorunlardan biridir. ABD, bugün nasıl el Kaidenin etkinliğinden rahatsızlık duyuyorsa, Irak’tan çekilme sürecinin başından bu yana PKK’nin kendi çıkarları için sorun/istikrarsızlık yaratabilecek silahlı bir güç olarak varlığını da istememektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi, ‘açılım’ politikasının arkasındaki en önemli nedenlerden biri de buydu. Bugün PYD öncülüğünde Rojava’da ilan edilen kantonlar ve Kürtlerin bölgesel dengeler bakımından önemli bir güç haline gelmesi dikkate alındığında, emperyalistler için Kürt sorununda şiddete dayalı çözüm dünden çok daha büyük riskler yaratmaktadır. Dolayısıyla mevcut koşullarda bu güçlerin çıkarları gereği Kürt sorunundan kaynaklı çatışmaların yeniden başlamasını veya Öcalan’la görüşmelerin (“çözüm süreci”nin) sona erdirilmesini –ki bu çatışmalara davetiye çıkarmak anlamına gelir– istemesi akla yatkın görünmemektedir. Buna bağlı olarak, AKP’den sonra egemenler cephesinde oluşacak alternatife bağlı olarak sürecin devamı konusunda sıkıntılar yaşanması ihtimalini göz ardı etmemekle birlikte, şimdiden öngörülebilecek şey, başa kim gelirse gelsin yeniden çatışmalı sürece geri dönmenin kolay kolay göze alınamayacağıdır. Tabii burada emek ve demokrasi güçleri bakımından gözden kaçırılmaması gereken şey, ne emperyalistlerin, ne de AKP ya da olası alternatiflerinin derdinin demokratik bir çözüm olmadığı; aksine Kürt hareketinin etkisizleştirilip, ülkede ve bölgede kendi çıkarları (sömürü ve yağma politikaları) için sorun yaratabilecek bir güç olmaktan çıkartılması olduğudur.

Sürecin geleceğine dair egemenler cephesinin tutumundaki belirsizlik karşısında demokratik çözümün tek dayanağı vardır; o da Kürt hareketi ve ülkedeki demokrasi güçlerinin mücadelesidir. Çünkü son bir bir buçuk yılda yaşananlar, görüşme sürecinin aynı zamanda bir mücadele süreci olduğu gerçeğini bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Bugün bu mücadelenin Kürt hareketi ve ülkedeki demokrasi güçleri bakımından birkaç boyutundan söz edilebilir.

Öncelikle yerel seçimlerde kazanılan başarı, Kürt hareketi ve halkının çözüm iradesi olarak kendine olan güvenini arttırmıştır. Bu temelde başta elindeki 3 büyükşehir (Diyarbakır, Mardin, Van) olmak üzere fiili olarak özerklik uygulamaları yönünde adım atma koşulları dünden çok daha fazladır. Zaten Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Gülten Kışanak’ın “özerkliği inşa” yönünde yaptığı açıklamalar, bu konuda yeni bir tartışma başlatmış durumdadır. Bugün içinde bulunduğu açmazlar nasıl AKP’yi çözüm yönünde adım atma iradesinden uzaklaştırmışsa, Kürt hareketi cephesinden özerklik yönünde atılacak fiili adımları da engelleyememe durumuyla da karşı karşıya bırakmaktadır. Kürt hareketinden yapılan “özerkliği inşa”, “kendi çözümünü geliştirme” açıklamaları bu bağlamda anlam kazanmaktadır. Ancak her şeye rağmen bu yönde atılacak/atılabilecek fiili adımların sınırlı olduğunu/olacağını belirtmek de gerekiyor. Mesela Gülten Kışanak’ın dile getirdiği Kürdistan’da çıkarılan petrolden ya da herhangi bir yer altı-yer üstü kaynağından pay alınmasının tek taraflı fiili adımlarla sağlanması mümkün görünmemektedir. Nihayetinde ne kadar sınırlı olsa da, özerklik yönünde atılacak fiili adımlar, Kürt hareketinin kendi çözümünü örgütleme ve gündemleştirmesi bakımından önemli bir rol oynayacaktır.

Tüm belirsizliklerine rağmen bu süreç, Kürt hareketinin Rojava’da kendi yönetim sitemini kurma olanaklarını da arttırmıştır. Türkiye egemenlerinin her ne kadar rahatsız olsalar ve PYD’nin gücünü kırmak için el Kaide’ye destek verseler de, Rojava’ya doğrudan müdahale edebilir durumda olmamaları, Rojava’da Ocak ayında sırasıyla Cizîre, Kobanê ve Efrîn Kantonları’nın özerk yönetimlerini ilan etmelerine ortam sağlamıştır. Dolayısıyla “görüşme süreci” Kürtlerin Rojava’da kendi yönetimlerini kurmalarını ve Rojava’da özerk yönetimlerin kurulması da “çözüm süreci”ni etkilemekte ve mücadelenin bu iki alanı bileşke etkisi yaratarak, Kürt hareketinin etki alanı ve gücünü arttırmaktadır.

Bugün Kürt sorununun çözümünün, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesiyle iç içe geçmiş olması, Kürt hareketi ile ülkedeki emek ve demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesini bir ‘kader birliği’/ortaklığı haline getirmiştir. Kürt hareketi cephesinden yapılan açıklamalarda da bu mücadele birliğinin önemine vurgu yapılmakta ve bu birliğin platformu olarak HDK/HDP işaret edilmektedir. Yerel seçimlerde egemenlerin iki bloğu arasındaki kamplaşmanın baskısı ve gerici-ırkçı saldırılar nedeniyle yeterince görünür olamasa da, HDP, seçimlerden halk güçlerinin bu gerici kamplar karşısındaki tek alternatifi olarak çıkmıştır. Burada, HDP ile yan yana gelmemek için bin dereden su getiren ÖDP-TKP-Halkevleri gibi sol-sosyalist çevrelerin de sadece “AKP karşıtlığı” üzerine kurgulanmış seçim platformları nedeniyle siyaset dışına düştüklerini de belirtmek gerekiyor. Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimi, HDP’nin darlık ve eksikliklerini aşması için olduğu kadar, siyaset dışına düşmüş bu çevrelerin de yanlışlarından dönüp demokrasi-halk güçlerinin birliğini güçlendirecek bir hatta siyaset yapmaları için bir fırsat sunmaktadır.

Öte yandan bugün BDP’li vekillerin HDP’ye katılması ve HDK’nin seçim partisi olarak kurulan HDP’nin, BDP’nin katılımıyla bir ‘kitle partisi’ haline getirilmesi yönündeki adımlar, elbette halk güçlerinin mücadele birlikteliğinin doğru bir platform üzerinde inşa edilmesi ve darlaşma yerine halk güçlerinin en geniş kesimlerini kapsayacak bir anlayışın geliştirilmesi için tartışılması gereken adımlardır. Ancak ülke gericiliğinin ve Kürt milliyetçileri ile Türk ulusal solcularının HDP’ye karşı saldırgan tutumları ve bu tartışmalar üzerinden HDK-HDP’nin parçalanması beklentisi içine girmiş olmaları bile, bu seçeneğin Türkiye ve Kürdistan’daki emek ve demokrasi güçlerinin ortak mücadelesi için öneminin görülmesi için yeterlidir. Bu nedenle, devrimci sınıf partisi de, elbette bu tartışmayı halk güçlerinin en geniş kesimlerinin birliğini sağlayacak bir hatta ilerletme ve ezilen Kürt ulusu ile Türkiye’deki emek ve demokrasi güçlerinin mücadele birlikteliğini güncel-demokratik bir görev olarak görmenin sorumluluğuyla hareket edecektir.

Sonuç olarak, gelinen yerde, yönetememe krizindeki AKP’nin yerine egemenler cephesinden başka bir seçeneğin başa geçirilmesinin halk güçlerinin demokrasi, özgürlük ve insanca yaşam talepleri bakımından çözüm olamayacağı açıktır. Çözüm halk güçlerinin kendi iktidar seçeneklerini yaratmalarında, halkın demokratik iktidarındadır. Üstelik Kürt halkı ve ülkedeki emek-demokrasi güçlerinin kendi iktidar seçeneklerini yaratmaları, sadece Kürt sorununun çözümü ve ülkenin demokratikleşmesini sağlamayacak; aynı zamanda bölgede emperyalizm ve gericiliğin savaş politikaları tarafından kuşatılmış başta Rojava ve Suriye halkları olmak üzere bölgenin ezilen halklarına da güç verecektir. Şimdi görev; emek, demokrasi ve halk güçlerinin kendilerini bu ihtiyaca cevap verebilecek bir seçenek olarak örgütlemesidir.

Liberalizme karşı*

Bugün ideolojik cephede öne çıkan görevlerden biri parti içinde liberalizme karşı mücadele etmektir. Liberalizm, doğası gereği ideolojik mücadeleyi reddeder; sürekli ikincil karakterli gerekçeler ileri sürerek ya da dış nedenleri suçlayarak, hataları, yanlışları ve doğru olmayan tutumları aklamaya ve üzerlerini kapatmaya çalışır. Sorumlu bazı yoldaşlar, yoldaşlar arasında barış ve huzur hakim olması istek ve niyetiyle anlayışlı davranmak adına işi oluruna bırakmak gerektiğini düşünmekle liberalizmle işbirliği yaparlar.

Bazı durumlarda, liberalizm, bazı yoldaşların, parti görevlerine, parti sorumluluklarına, çevrelerindeki yoldaşların etkinliklerine, yani genelde tüm gidişata ilişkin liberal, küçük burjuva bir tutum takınmaları şeklinde ortaya çıkar. Bu, bazen bu yoldaşların, onların bu tutumlarının hem kendilerini hem de tüm partiyi olumsuz yönde etkileyeceğini bilmemelerinden; parti sorumlulukları, parti disiplini konusunda deneyimleri olmamasından kaynaklanır ve ciddi sonuçlar doğurur. Ancak liberalizm, sorumlu ve deneyim sahibi yoldaşlar durumunda ortaya çıktığında daha ciddi sorunlara yol açar. Bu ikinci durumda, parti disiplini aşınırak altı oyulur ve dolayısıyla ideolojik sapmalar ortaya çıkar. En iyi militanlar, görevleri konusunda sorumsuz, çalışmalarının her aşamasında karşılarına çıkan sorunlar karşısında aciz kalan kişilere dönüşür; kayıtsızlık tohumları ekilir ve parti görevlerinin gerektiği şekilde yerine getirilmesi engellenir.

Liberalizm, parti saflarında kendini sıklıkla, bir yoldaşın görevini savsakladığında ya da yarım yamalak yaptığında eleştirilmemesi; sorumlu bir yoldaşın, kendini aklamak için tatmin edici olmayan bir gerekçe ileri sürmesi, yönetim organlarının ilke ve talimatlarına uymayıp kendi kişisel fikirlerini ön plana çıkarması; parti görevlerinin ihmal edilmesi ya da olması gerektiği gibi yerine getirilmemesi durumlarında bir tepki gösterilmemesi ya da kaygı duyulmaması, planlanan görevlerin yerine getirilmesi ya da kontrol edilmesi için pratik ve somut önlemlerin benimsenmemesi ve bu görevler karşısında, somut ayrıntıları küçümsemekten ve parti eylem alanlarının tamamında titizlik ve hassasiyet göstermemekten kaynaklı “dur bakalım ne olacak” anlayışıyla davranılması şeklinde gösterir.

Aidatların düzenli olarak ödenmemesi, toplanmaması ve teslim edilmemesi ya da gülünç miktarda aidat verilmesini normal gören yoldaş ve örgütler var. Yine randevularına gitmeyen, mücadelenin her aşamasında parti politikasının, parti görevlerinin gereklilikleri ve atılacak adımları dikkate almadan yalnızca kendi kişisel eğilimleri doğrultusunda ve sorumsuz bir çalışma yöntemini haklı göstermek için gerekçeler ileri süren yoldaşlar söz konusu.

Politik alanda liberalizm, kendini, parti içinde ve parti dışında yanlış tutum ya da fikirlerin ileri sürülmesi şeklinde gösterir. Bu durumda, şu ya da bu sorun veya şu ya da bu yoldaş konusunda parti düşüncesi ve parti politikasından çok, parti dışından, üzerinde tartışılmamış, netleştirilmemiş fikirler ve dedikodulara itibar edilir.

Aslında liberalizm oportünizmin bir göstergesidir. Sıradan bir militanda görüldüğünde oldukça ciddi bir olumsuzluktur; ancak sorumlu kadrolarda söz konusu olduğunda çok daha ciddi bir sorundur.

Liberalizmle mücadele etmenin temel silahı, ideolojik mücadele ve disiplindir; sorunların analizinde, görevlerin yerine getirilmesinde, tüm parti yaşamında Marksist-Leninist tarz ve yöntemin uygulanmasıdır.

Kendilerinde liberal eğilimlerin olduğunu farkeden örgüt ve militanların derhal önüne görevler koyup, liberalizm ve liberalizmin tüm biçimlerine karşı  uyguladıkları yanlış yöntemleri samimi ve sıkı bir şekilde düzeltme girişiminde bulunmaları gerekir.

………………

(*) “Vanguardia Obrera” dergisinin 96. sayısında, EKİM 1974, M. Palencia takma adıyla yayınlandı. Aynı konuya ayrılmış bir dizi yazının ilki. İspanya Komünist Partisi – Marksist-Leninist (PCE M-L)’nin merkez yayın organı Octubre dergisinin Mart 2014 sayısından Hilal Ünlü tarafından çevrilmiştir.

Venezuela sorunu*

Şu an Venezuela´da olanlar kuşkusuz bu ülkenin geleceğini belirleyecek tarihi bir anı ortaya koyuyor.

Bu ülkede yaşanan bugünkü olaylarda karşı karşıya olan iki Venezuela´nın varlığından söz edilebilir. Bunlardan birincisi, eski, geleneksel ve köhne, Adecos, Copelenos (Chavez´e karşı birleşen iki sağ parti) ve bunların ittifakının (elitlerin, hizmetinde devlet petrolü olan eski PDVSA aracılığıyla kanalize olan, ancak Komutan Hugo Chavez Frias´ın iktidara gelmesiyle birlikte kesilen petrol gelirleriyle yükselen burjuva kastların iktidarı) bulaṣtığı geleneksel ve parti demokrasisi (partilerin hükümeti) yolsuzluklarına karşı 1989´un Şubat´ında Karakas´ta yoğun protestoların patlak verdiği, “ahmakların” yürüyüşlerine sahne olan Venezueladır.

Diğeri, 1989´da Hugo Chavez Hükümeti ve bu hükümetin reformist hareketlerince, geçmişle ilişkilerini kesip yeni bir gerçeklik geliştirme, üst boyutlardaki eşitsizliği, derin yoksulluğu ve halkın çoğunluğunun dıştalanmasını ortadan kaldırma arayıṣıyla ilan edilen Bolivar Devrimi´nin Venezuela´sıdır.

Birbiriyle çatışan bu iki Venezuela´nın ikisinin de amacı net ve tek: Geleceğin sahibi olmak. Geleneksel olanı (ki, görüldüğü kadarıyla eski rejimin köklerini koruyor) pes etmiyor, geçmişteki itibarını tekrar ele geçirmek için mücadele ediyor ve savaşıyor. Diğeri, Chavist Venezuela, elde yapılacak ve yaygınlaştırılacak değişiklikler için yeterli ve tatmin edici düzenlemeler olmamasına rağmen, reformları sürdürmenin, geçmişe dönüşü engellemenin kavgasını veriyor.

İşte, Venezuela böylesi bir çatışma içinde. Hükümetçe uzaklaştırılmış eski burjuva güçler, görünen o ki hala korudukları, savundukları ve dişleriyle tırnaklarıyla da savunacak oldukları ekonomik gücü ellerinde bulunduruyorlar. Bu nedenle, amaçları, öncelikle üretim araçları mülkiyetinin, finans ve dış ticaret yönetiminin ellerinden gitmesini engellemek, ikinci olarak da, varlıklarını sürdürmelerini garantileyecek olan politik iktidarın kontrolünü tekrar ele geçirmek.

Demokrasi ve özgürlüklere ait kavramlar bozularak ve çarpıtılarak, halkların –esas olarak da gençlerin– adalet ve hukuk özlemi, burjuvazinin en gerici kesiminin çıkarları ve görüşleri doğrultusunda kullanıldı. Bolivar devriminin yaşadığı nesnel zorluk ve sınırları sürekli olarak kaçınılmaz başarısızlıklar şeklinde sunuldu ve sonuçta bu devrim sürecine karşı geneli orta sınıftan gelen gençlik kesimini seferber etmeyi başardılar.

Gerçekten de bu biçimde yön verilen özgürlük ve demokrasi talepleri, çatışmanın arka planında yer alan, kapitalist rejimin eski seyrine dönmek, politik iktidarın tam kontrolünü yeniden kazanmak olan gerçek amacın üzerinin örtülmesinde kullanıldı.

Öte yandan Bolivar devriminin, başta sağlık, eğitim olmak üzere toplumsal gelişimin diğer alanlarında da sosyal destek konularında başardığı ve gerçekleştirdiği –”esas olarak Bolivarcı Görevler adı altında gerçekleştirilen”– doğru şeyler var. Belli stratejik alanlar ve neo-liberal hükümetlerce özelleştirilen şirketler üzerinde devlet kontrolünü sağladılar; her ne kadar yaptıkları bu reformlar ekonomik, politik ve toplumsal sorunları önemli derecede etkileyen toplumsal üretim ilişkilerine temelde dokunmasa da, emekçilere önemli ölçüde haklarını verdiler.

Görünen o ki, komutan Hugo Chavez´in ölümünden bir yıl sonra, Bolivar devriminin Nicolas Maduro yönetimindeki Venezuela´sı en kritik ve en hassas dönemlerinden birini yaşıyor.

2013 yılı, dünyanın en yüksek yüzdesi olan % 56 enflasyonla kapandı; bu, ülkenin ciddi ekonomik zorluklar içinde olduğunun bir göstergesidir.

Denebilir ki, gelişiminde, şimdiye kadar mevcut kapitalist toplumu alt etmeyi bilimsel olarak tartışan yegane teoriyi inşa eden kavrayışın (Marksizmin) karşıtı olan bir dizi teorinin provasını yapan Bolivar Devrimi, yapısındaki mevcut sınırlamaların sonuçlarını ödemektedir.

“21. yy Sosyalizmi Teorisi” unsurlarını destekleyenlere göre, sözde, Marksizmin teorik temelinin zamanı dolmuştur ve bu nedenle yeni döneme uygun yeni kavrayışlar gereklidir. Fakat Venezuela´da yaşanan nesnel sorunlar karşısında, bu teoriyi savunanlar, kendi önermelerini kendileri redddettiler. Ancak, Venezuela ve Bolivya gibi gerçekten reformist, sol kimlik ve sol mücadele yörüngeli hükümetlerce ´tek beden´ (herkese uyan tek beden yaklaşımı) olarak görülen, “21. yy sosyalizmi” ve “yurttaş devrimi” sloganı altında, kapitalist devlet ve ekonominin modernizasyonunu teṣvik eden, sol güçlere ve halk hareketlerine karşı otoriter ve baskıcı bir politika uygulayan Rafael Correa gibi kalkınmacı ve sağcı hükümetlerce de gereksinim duyulan bir teoriden başka bir şey beklenemez.

Venezuela´ya dönersek, enflasyon sorunu, kötüye giden bir yığın durumdan yalnızca biridir. Döviz açığının, en temel ve en ciddi sorun olduğu söylenebilir. Çünkü bilindiği gibi, ekonomisi esas olarak petrol üretimi ve petrol gelirine dayalıdır.

Bazı sol güçler içindeki Venezuelalı uzmanlara göre, mali kaynaklar ahlaksızca yönetilmektedir. 2012 yılında yapılan ihracatın % 97´sini kamu sektörü, yalnızca % 3´ünü (2.7 milyar dolar) özel sektör gerçekleştirirken, özel sektörün yaptığı ithalat 43 milyar dolar olarak kaydedildi.

“Evet, Venezuela´da toplam ithalat yalnızca 9 yılda 4 kattan fazla arttı. Ulusal üretimde düşüş var, ancak bu düşüş çok az. Bu nedenle piyasada ithal ürünlerde taşma yaşanması, arz fazlası olması ve bu ürünlerin fiyatlarının düşmesi gerekir. Oysa Venezuela´da tersi gerçeklesmekte; ürün kıtlığı, kalitede düşüş ve aynı ürünlerde ciddi ölçüde çeşit azlığı yaşanmaktadır.”  Uzmanlara göre, Venezuela ekonomisine ilişkin bu acı gerçeğin tek açıklaması, burjuva seçkinlerin dışarıya ciddi miktarda sermaye kaçırılmasını olanaklı kılmaları ve petrol ihracatı kaynaklarını kurutmalarıdır. 2003-2013 yılları arasında, hileli ithalat ve mali spekülasyon yoluyla büyük bir kısmı petrol ihracatından gelen 111 milyar dolar yurtdışına kaçırıldı. Buna, bir de, borç hizmeti transferleri ve diğer “yükümlülükler” eklendiğinde, miktar 224.905 milyar dolar oluyor.

Özetle, görünüşe göre, Venezuela´nın başına bela olan ekonomik sorunların genelinin nedeni: döviz açığı, fiyatların yüksek olması ve temel ihtiyaç maddeleri kıtlığı, maaşların satın alma gücünün düşmesi vb. Bu nedenle, halkın bir kesiminin haklı hoşnutsuzluğunu şiddetlendiren son ekonomik önlemler, sorunun esas kaynağına dokunmamaktadır.

“Yeni ekonomik önlemler, beraberinde kısmi devalüasyonu ve spekülatif döviz kullanımına ilişkin sorunları çözmek için bir dizi kurumsal değişikliği de getirdi. Bu düşünceyle Bolivar hükümeti, iki fiyatlı yeni bir döviz sistemi oluşturdu. Birincisi, önceliği olan kalemleri (sağlık, gıda ve 11 alanda üretim malzemesi) kontrol edecek olan dolar başına 6.30 Bolivarlık bir tercihli oran; ikincisi ise, bilgisayar malzemeleri, turizm, uçak bileti vb. geriye kalan her şeyi satın almaya yarayacak olan Venezuela Merkez Bankası´nın (SICAD) değişken oranları (Şu anda 1 dolar 11.36 Bolivar). Bu ikincisi, alım gücünü ciddi oranda düşüren önemli sermaye yatırımlarında % 79´luk bir devalüasyonu temsil ediyor.”  Sutherland ısrarla bunu söyledikten sonra ekliyor: “Bu yeni sistem, maaşlı çalışanlar aleyhine, fakat kapitalist sınıfların yararına bir sistem; sabit gelirlilerin, maaşlı emekçilerin maaşlarını, yani satın alma güçlerini aşındıracak, ancak yalnızca emek gücünü sömürenler, çeşitli dallardan kapitalistler, ithalat maliyetlerindeki artışları son fiyata taşıyacak, böylece yaklaşık % 1000´lik kâr marjlarında hiçbir değişiklik olmayacak.”

Yani bu önlemler, tüm Venezuela toplumunun yaşamına yayılan ve kesilip atılması gereken kötü huylu tümöre benzeyen ekonomik sorunlar için yalnızca yatıştırıcı ilaç niteliğindedir.

Kısacası, Venezuela, bir yanda, uluslararası dev iletişim araçları çarkı yoluyla emperyalist koruma ve onun tezlerinin desteği altında Bolivar Hükümeti’ne karşı suikast düzenleyenleyerek, tüm iktidarın kontrolünü ele geçirmeye çalışan ve pastayı paylaşmak istemeyen zorba ve saldırgan burjuvazi ile; öte yanda, devrimi derinleştirmeye ya da kendi belirsizliklerinin kurbanı olarak ölmeye mahkum bir Bolivar süreci ile çıkmaza girmiş durumda.

Bu noktada ya Henrique Caprile ve yandaşları “ekonominin yeniden canlanması için tüm çabaları, emekçileri, sivil toplumu ve hükümeti bir araya getirin”  ve “Venezuela Ulusal Bolivarcı Silahlı Kuvvetleri (FANB) politikadan uzak tutulmalı ve Küba Hükümeti’yle ilişkisi kesilmeli” şeklindeki bilindik safsatalarıyla kazanacak ve iktidara gelecek ya da Bolivar Hükümeti, kapitalist sınıfın, petrol gelirlerimizi “ihraç etmek” ve “özelleştirmek” için kullandığı ve yurtdışındaki hesaplarına koyduğu dövizi, spekülatif ve hileli alandan çıkarmaya yönelik olarak “Devlet İthalat Merkezi ” (CEUI)” oluşturma konusunda iddialı olacak. Dolayısıyla yüz yüze olduğumuz ciddi ekonomik sorunların merkezi, yani kapitalist sınıfın proletaryaya işkence ettiği yer, Procusto´nun (Yunan mitolojisinde boylarını yatağına uydurmak için misafirlerinin kol ve bacaklarını çekip uzatan veya kırıp kısaltan efsanevi dev) yatağı burası.  Lara Eyaleti Bolivarcı Emekçiler Federasyonu, Jose Noboa´ya göre, “demokrasi karşıtı her türlü harekete karşı ülkeyi ve egemenliği savunmada birleşik devrimci halk birimlerine dayanarak” yol alacak.

Türkiye’de gençliğin durumu; sorunlar ve mücadele

Başbakan başta olmak üzere siyasal iktidarı ellerinde tutanlar, ülkenin uluslararası kapitalist sistem içindeki konumunu, olduğundan farklı şekilde, abartılmış güç ve büyüklükte göstererek, “iç ve dış güçlerin” Türkiye’nin gelişmesini engellemek için, gençlik kitleleri başta olmak üzere toplumun çeşitli  kesimlerini hükümete karşı kışkırtıp “komplolar” düzenlediklerini ileri sürüyor; dinsel-milliyetçi bir söylem üzerinden hükümetleri ve politikalarının sahiplenilmesi çağrısıyla özellikle genç kuşakları “kucaklama”ya (!) çalışıyorlar. Gençliğe dönük söylemi ve “söylevi”nde Erdoğan, eğitim reformlarından, hemen tüm kentlerde üniversite kurulmasından, devlet bağlantılı yurtlarda 400 bin gence barınma olanağı sağlanmasından, öğrencilere yardımın ve gençlere çalışma olanaklarının genişletilmesinden söz ederek, atılmış bazı somut adımların, gençlik kitlelerine yönelik devlet ve hükümet politikasının baskıcı olmakla kalmayıp çocuk ve gençlerin sömürü çarkına alınmaları gerçeğinin üzerini örtmeye özel bir önem veriyor. Ülkenin durumuna ve kaydedilen gelişmelere dair kimi veriler, kitlelerin ve özellikle de gençlik kitlelerinin dini ve milliyetçi ideoloji üzerinden sermaye düzenine ve burjuva iktidar politikalarına yedeklenmesi ve emperyalist ülkelerle işbirliğinin örtüsü yapılmak üzere abartılıyor ve istismar ediliyor. Özellikle Türk milliyetçiliği ve Sünni Müslümanlık üzerinden kitlelerin yedeklemesi için yürütülen bu propagandanın hedef kitlesi içinde, gençlik ilk sıralarda; denebilir ki, ilk sırada yer alıyor. Bu da, bu propagandanın hangi dayanaklara sahip olup neleri gizlediğini açığa çıkarmayı gerekli kılıyor. Bunun için, AKP yönetimindeki Türkiye’nin durumuna, içerdeki gelişmelerle birlikte uluslararası sermaye ve emperyalist güçler ile ilişkiler açısından kısaca da olsa bakmak gerekir. Toplumdan ve toplumsal gelişmelerden soyutlanmış bir gençlik olmayacağına ve olmadığına göre, gençlik kitlelerinin AKP yönetimi altındaki durumu, sorunları ve mücadelesinin anlaşılır bir açıklaması için, ancak, bu aynı dönemde gençliğin durumu açısından ne gibi değişikliklerin yaşandığı, gençlik kitlelerinin güncel durumlarının ne ve nasıl olduğu gibi daha spesifik bir alana bakmak gerekir. Gençlik kitlelerinin sosyal-ekonomik koşulları ve bu koşullarla bağlı olarak gençlik hareketinin durumu çünkü, bu daha yakın ve ‘aktüel’gelişmelerle daha doğrudan ilişkilidir. Demek ki, somut konuda az-çok belirgin sonuçlara varmak için, ilkin AKP yönetimindeki Türkiye’de gençliğin koşulları ve durumunu belirli bir yaklaşıklık içinde de olsa netleştirmek gerekir.

A- AKP PROPAGANDASINI BESLEYEN GELİŞMELER; HASSASİYET VE İSTİSMAR

Erdoğan ve AKP sözcülerinin ülkenin, halkın ve gençliğin durumunda “muazzam iyileştirmeler gerçekleştirildiği” iddialarına dayanak oluşturan gelişmelerin ne olup olmadığı, ancak onun iktidara geliş ve on iki yıllık hükümet(ler)i döneminin olgu ve özellikleri üzerinden anlaşılabilir. AKP, 2001 Krizi’nin Türkiye ekonomisini çok ciddi boyutlarda ‘vurduğu’ bir dönemin ardından, ekonominin yeniden toparlanıp büyümeye geçtiği bir dönemde işbaşına geldi. Önce Özal, sonra Çiller, ardından yeni tipte bir tür milliyetçi cephe görünümü veren koalisyon hükümetleri döneminde talepleri sürekli bastırılan kitlelerdeki tepki birikimini ikiyüzlüce sahiplenerek, “ülkenin adeletli bir kalkınma içinde demokratikleştirilmesi yoluyla refah ve huzurun artırılması” vaadi ve “muhafazakar demokrat”-Müslüman kimliğiyle “halkın huzuruna”(!) çıktı. Yükselişe geçen bir iktisadi gelişmenin ve kitlelerin demokratik taleplerindeki birikimin, yani baskıcı, “despot ve ceberrut devlet”e karşı duyulan birikmiş öfkenin denebilir ki üzerine oturarak kitle desteğini genişletmeye girişti. Politikalarını uygulamaya geçirirken, en önemli  avantajlarının başında bu hazır dayanaklar yer alıyordu. Devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, “kentleşme” adı altında girişilen uygulamalar ve TOKİ inşaatçılığı, hükümetin gelir ve rant kaynaklar arasında önemli bir yer tuttular.

İçerdeki ‘fırsat’, olanak ve desteğe, ABD başta olmak üzere, Batılı büyük emperyalist devletlerin stratejik çıkarlarına bağlanan dış politika üzerinden gördüğü uluslararası destek eklendi. Ortadoğu ve K. Afrika’da etki alanlarını genişletme politikaları izleyen ABD, Erdoğan yönetimindeki hükümetin “İslamist” ideolojik geleneğini ve Türk devletinin bölgeye yönelik güç olma ve “pastadan pay alma” politikalarını, “dudak bükerek”, ama aynı zamanda taşeronluk karşılığı kullanmak üzere körükledi. Bu işbirliği, uluslararası mali, diplomatik, askeri vb. desteği artırmanın yanı sıra, sermaye akışını da teşvik etti. Erdoğan hükümetleri ve partisi bundan çok büyük oranda yararlandılar. İç ve uluslararası sermaye ilişkileri genişledi; ülke pazarı ve kaynaklarının ‘dış sermaye’ye daha fazla açılması yönünde “ulusal mevzuat engelleri”nin kaldırılmasıyla ucuz işgücü ve rant olanakları genişleyen “sıcak para” ve  doğrudan yatırımlar şeklinde sermaye girişi artış gösterdi. Sünni İslamcı politika ve söylem ise, başlıca, Arap petrodolarlarının hükümete destek sağlamak üzere Türkiye ekonomisine “boca edilmesi”ne yol açtı vb.

Halk kitlelerine yönelik propagandaya malzeme edilen gelişmelerin ve “önemli işler başarma”nın maddi dayanakları bu ilişkiler üzerinden sağlanırken, görünür bazı işler de yapıldı: “Duble yol” inşaatçılığı hız kazandı. TOKİ tüm önemli büyük kentlerde yağma ve yeniden inşayı bir arada sürdürdü. Boğaz Tüneli ve İstanbul Metrosu, iktidar partisi propagandasının özel, itinalı ve gösterişli örnekleri oldular. Hemen tüm kentlere, eğitim düzeyi oldukça düşük, yetişmiş öğretim elamanı sıkıntısı çeken ve neredeyse lise düzeyinde üniversiteler açıldı. Öğrenci yurtlarınının sayısı ve kapasitesi artırılarak, 400 bin gibi bir rakama çıkarıldı. İhtiyaç duyan öğrencilere yardım, sadaka kültürüne bağlanarak genişletildi. “Dindar nesiller yetiştirme” amaç ve “projesi” uygulamaya geçirilerek, dinsel ideolojik etki altındaki geniş emekçi çoğunluğunun desteği de alınmak üzere, her düzeyde tüm okulların kapısı dini eğitim için açık hale getirildi vb. vb..

T. Erdoğan yönetimindeki AKP hükümet(ler)i, bu “gelişmeler uğruna”, denilebilir ki, at sırtında kılıç kuşandılar ve elleri altına “gelen” ya da elleri altında olan olanakları kitle desteğini “sağlamlaştırmak” ve artırmak için kullandılar.  Sözcülüğünü yaptıkları sermaye kesiminin palazlanmasının önündeki engelleri kaldırarak, onları devlet olanaklarıyla techiz ettiler. Bu sermaye gruplarından bazıları, Türkiye’nin en büyükleri arasına yükseldiler. Bu arada, yönetici görevlere getirilenlerin kendileri de “devlet malı”nı yemekle kalmayıp, olanaklarını kullanarak zenginleştiler. Erdoğan ve AKP yöneticileri başta olmak üzere, yönetim aygıtının üst bürokrasisinde yer alanların önemli bir kesimi, “sıradan devlet memuru” ya da bürokratlığından milyon, hatta milyar dolarlarla ölçülür servet ve sermaye sahipliğine yükseldiler.

Ancak, sorunlar da giderek yığınak oluşturuyordu: İçerde, halk kitlelerinin izlenen baskı ve saldırı politikalarına karşı artan tepkisi ve dış ilişkilerde baş gösterip artmakta olan gerilim başlıca iki en önemli sorundu. Erdoğan Hükümeti, içerde halk muhalefetine baskıyı yoğunlaştırarak, dışarıdan gelen eleştiri ve baskıları “iç ve dış komplo”; “ülkenin gelişmesinin önünü kesmeye yönelik baskı” propagandasıyla ve “milli ve dini hasasiyetler”e seslenerek püskürtme yolunu tuttu. “Milli irade” ve “sandık demokrasisi”, “hükmü ferman padişahımızındır” anlayışının örtüsü olarak kullanıldı. Erdoğan tarafından temsil edilen “İslamcı-Türkçü” politikanın Suriye ve Mısır’da en açık halleriyle tetiklediği ve Irak’ta devam eden “kendi hesabına iş görme” politikasının ABD ve AB ile ilişkilerde yol açtığı sorunları; onların devletlerin yöneticileri düzeyinde ve basın üzerinden iletişim-haberleşme ve basına yönelik sansür ve baskının açık eleştirisi ve “insan hakları sorunu” üzerinden getirdikleri “uyarılar”ı ise, halkın ve gençliğinin bazı duygu ve düşüncelerinin istismarıyla karşılamaya girişti.

Erdoğan’ı “bağırtan”; ona “komplo-komplo!” diye tempo tutturan, esasen bu durum ve gelişmelerdi. Bu ‘çelişkili durum’un, Türkiye’nin herhangi bir “kukla devlet” gibi bir ülke ve devlet olmaması, bölgesinde kendi adına işler yapma istem ve çabasıyla da bağlı olduğunu unutmamak gerekir. İşbirliği ve gerginlik-çıkar farklılığı bir arada devam etmektedir. ABD, Türkiye’yi “elinde tutma” ve kullanma politikasını hiçbir zaman gizlememiştir. Ekonomik bağlantıları bir yana; NATO karargahının Türkiye’ye taşınması, “füze kalkanı”nın yerleştirilmesi, çok sayıda askeri üssün Amerikan askeri faaliyetleri emrine verilmiş olması, işbirliğinin boyutlarını göstermesi açısından önemlidir.

Erdoğan ve partisinin “Türkiye’nin istiklal savaşı”, “Türkiye’ye karşı komplo”, “darbe” propagandası, geleneksel olarak güçlü olduğu bilinen halkın hassasiyetleriyle doğrudan bağlı olup, istismarın yanı sıra güçlü milliyetçi-mukadesatçı etki ve anlayışlardan beslenmekte ve tersinden de onu güçlendirmektedir. “Ülkenin gelişmesinin önünü kesmeye yönelik baskı” propagandası, halkın ve gençliğinin bazı duygu ve düşüncelerinin istismarıyla birlikte, somutta en çok ekonomik alandaki kimi gelişmelerin ‘yardıma çağrılması’yla sürdürülüyor. Yukarıda değinilen ve iktidar “kliği”nin özel ekonomik ve diğer ‘kirli ilişkiler’ini koruma ve savunma amaçlı destek arayışını da içeren bu propaganda ,  böylece istismar edilip mücadeleye yönelen ve yönelme eğilimi taşıyan halk kesimlerine karşı bir tür silah haline getirilmeye çalışılıyor.

B-) AKP HÜKÜMETİ VE GENÇLİK KİTLELERİNİN EĞİTİM, İŞ, BARINMA VB. DURUMU

Gençlik açısından son yıllarda giderek belirgin biçimler alarak dışa vuran mücadele eğilimi ve özellikle 2013 Haziran’ı boyunca ülke düzeyinde yaşanan halk direnişinde ana-ağırlıklı kitle olarak gençlerin yer alması, Kürt-Türk ve diğer milliyetlerden işçi, emekçi ve öğrenci gençlik kitlelerinin durumuna ilgiyi artırıcı rol oynadı. Son zamanlarda yapılan “toplumsal araştırmalar”ın çok sayıdaki örnekleri içinde gençlikle ilgili olanları ağırlıklı bir bölüm oluşturuyor. Gençliğin durumuna dair çok çeşitli ve çok sayıda araştırma –bazısı devlet kurumları, diğer bazılarıysa özel araştırma kuruluşları ya da bazı bilim insanları tarafından özel olarak– yapılmış olmakla birlikte, aralarında KONDA’nın 2006 yılında yaptığı “Biz kimiz?” araştırması, 2007’de E. Pultar’ın bu araştırmadan hareketle 18-28 yaş gurubu gençlere yönelik yaptığı uyarlama (2008), 2010 KONDA araştırması; Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) tarafından 2011’de gerçekleştirilen anket, TÜİK 2001-2011 dönemi verileri; UNİCEF ile Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı adına 2011-2012’de yapılan araştırmalar önemli veriler sunmaktadır. Bu araştırmaların her biri ve bir arada hepsi birlikte gençliğin durumunun mümkün olduğunca doğru şekilde belirlenmesi bakımından önemli veriler içeriyorlar.

Bu araştırmaların en önemlilerinden biri, KONDA Araştırma ve Danışmanlık Şirketi’nin,2006 yılında “Türkiye’nin toplumsal yapısını ortaya çıkarmak, ülkedeki etnik ve dinsel aidiyetleri ve bunların coğrafi dağılımlarını, nüfus hareketliliğini ve yarattığı toplumsal dinamiği belirlemek ve kamuoyunun toplumsal mutabakata dair görüşlerini almak” amacıyla Milliyet gazetesi için “Biz Kimiz?” adı altında,79 il, 2.685 mahalle ve köyde 47.958 kişi ile yüz yüze görüşme yöntemi ile yaptığı araştırmadır.

Araştırmacı E. Pultar, KONDA’nın bu araştırma verilerini genç nüfusa uyarlayarak bazı daha çarpıcı sonuçlara ulaşmıştır. Yazarın ifadesiyle “Araştırma kapsamında yaşları 18-28 aralığında bulunan 6.621 gençle yapılan görüşmelerde, gençlere gelir ve çalışma durumları, göç ve yerleşikliğe bakışları, kendilerini tanımlarken kullandıkları kimlikler, kimlik, devlet ve vatandaşlığa dair görüşleri, Güneydoğu ve Kürt sorununun nedenleri ve çözümleri hakkındaki görüşleri ve siyasi görüşleri ekseninde sorular sorul”muştur.

18-28 yaş grubu gençlerde işsizlik %15.32’ye yükseliyordu veTürkiye genelinde sigortasız çalışan işçilerin oranı % 18,19 iken, bu oran gençler arasında % 22,66 gibi daha yüksek bir düzeyde bulunuyordu. Araştırmaya göre, aynı yıl itibarıyla Türkiye genelinde gençlerin % 18’i 6 ile 8 kişilik ailelere mensup olup,  % 4’ü ise 9 veya daha kalabalık hanelerden geliyorlardı ve Kürt kentlerinde 6 ve üstü sayıda kişinin bulunduğu ‘hane’ oranı % 40’lara kadar çıkıyordu. Aile bireylerinin sayısı ile eğitim görme düzeyi arasında ters bir ilişki vardı; kalabalık alilerde eğitim görenlerin sayısı azalıyor, eğitim düzeyi düşüyordu. Pultar’ın araştırmasına katılan gençlerin yanıtlarına göre, “Kuzeydoğu Anadolu’da yaşayan gençlerin % 67’si, İç Anadolu’da yaşayan gençlerin % 79’u ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan gençlerin % 83’ü”, en alt ve alt-orta gelir düzeyindeki ailelere mensupturlar.

Kürtler ve Aleviler en çok baskı hisseden kesimler olarak öne çıkarken, bütün yaş grupları arasında “kimliklerini özgürce yaşabilme” konusunda en çok sorunla karşılaştıklarını belirtenler, % 76,81 oranıyla, 18-28 yaş gurubu kadınlar olmuştu. Gençlerin farklı kimlikten bireylerle evliliğe yaklaşımları, yaşlı kesime oranla daha olumluydu. 18-28 yaş arası gençlerin % 36,89’u, eşinin başka bir din veya mezhepten, %49,45’i ise, başka etnik kökenden olabileceğini söylemiştir. Bir genelleme yapabilmek açısından yeterli olmamakla birilkte, bu veriler, dinsel veya mezhepsel farklılığa oranla, farklı etnik kökeni sorun olarak görmeyenlerin daha yüksek oranda olduğunu gösteriyor.

2006-2012 dönemi verileri, genç nüfusun en önemli sorunları arasında, işsizlik, yoksulluk ve istenilen düzeyde eğitim olanağına sahip olamamanın ilk sırada yer aldığını gösteriyor. 2006 yılı itibariyle işsizlik oranı genelde % 13 iken, 20-24 yaş grubu gençlerde için % 23,8 olarak tespit edilmiştir. 20-24 yaş grubu tarım dışı genç işsizlerin % 18,5’i, üniversite mezunudur. Üniversite eğitimli işgücü oranı artarken, genç işgücü içinde üniversite mezunu işsiz oranı da yükselmektedir. Ankara Ticaret Odası’nın (ATO) 2006 verilerine göre, çalışma yaşamında yer alan 15-19 yaş grubu gençlerin % 82’si; 20-24 yaş grubundakilerin % 54’ü kayıt dışı çalışırlarken; çalışır durumdaki  gençlerin % 24’ü tarım sektöründe yer alıyor ve neredeyse tamamına yakını sosyal güvenceden yoksundur. 15-19 yaş grubundaki gençlerin % 22’si çalışırken, bunlar toplam çalışan gençlerin % 38’ini oluşturuyorlardı. Aynı yıl itibariyle, 15-24 yaş arası gençler toplam işgücünün % 18’ini oluşturuyor ve toplam işsizlerin % 35’i gençlerden meydana geliyordu. 2007 yılı nüfus sayım sonuçlarına göre, 15-24 yaşları arasında 12 milyon 400 bin genç bulunuyor ve bunların %23’ü ilkokul, % 18’i ortaokul mezunu olup, diğer bir kesimi meslek okulu, lise veya üniversite mezunlarıyla eğitim süreci çeşitli nedenlerle kesintiye uğrayanlardan oluşuyordu. TÜİK 2007 Ağustos ayı verileri, gençliğin durumu açısından fazla bir değişimin olmadığını gösterdi. Kayıt dışı istihdam %48.7 idi ve genç nüfusta işsizlik oranı %19.2’yi buluyordu.  2010 yılı Hanehalkı İşgücü İstatistiklerine (TÜİK) göre ise, genç nüfustaki işsizlik oranı kentlerde %27.5, kırsal alanlarda ise %22.2 idi. 2011 yılı Haziran-TÜİK verileri, toplam işgücüne katılma oranını %51.2 olarak gösteriyor. Bunun %17.3’ü 15-24 yaş grubu genç kesime denk düşmektedir. Genel işsizlik oranı %9.2, ve kentlerde %11.6 iken, genç nüufus grubundaki işsizlik yine oldukça yüksektir. UNİCEF tarafından TÜİK verilerine dayanarak 31.03.2012’de açıklanan rapora göre, 6-17 yaş grubundan çocuk ve gençlerin (nüfusun %5.9’u) 900 bin’i herhangi bir işte çalışıyor. Bunların üçte birini 6-14 yaş grubu çocuklar oluşturuyor. UNİCEF’in 2011 yıl sonu verileriyle yayınladığı Rapor’da, 74,7 milyon nüfusun 23 milyona yakınının 18 yaşından küçük olup, yaklaşık 12,5 milyonunun 15-24 yaş grubunda yer aldığı; bunların % 30’unun okula gittiği; %30’na yakınının çalıştığı; %40’lık bölümünü oluşturan 5 milyonluk kesimin ise okumadığı gibi çalışıyor da olmadığı bilgisi yer alıyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Nisan-2013 eğitim verileri ise, 5 milyon 913 bin kişinin yüksekokul ve fakülte mezunu olup bunların 416 bin 741’inin yüksek lisans, 122 bininin doktora sahibi olduğunu gösteriyor.

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) tarafından “Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın katkılarıyla” gerçekleştirilip 2011 sonbaharında açıklanan “Türkiye’nin Gençlik Profili” araştırması, 15-29 yaş aralığındaki 10 bin 174 gencin katılımıyla yapılmış ve gençlerin “barınma, sosyal güvenlik, yabancı dil bilme ve yurtdışına çıkma durumları ile boş zaman etkinlikleri, beğenileri, zararlı alışkanlıkları, spor yapma durumları ve Gençlik ve Spor Bakanlığından beklentileri”ni konu edinmiştir. Buna göre, katılımcıların aynı yıl itibarıyla %63,7’si anne-babasıyla birlikte kalırlarken; %20,6’sı eşiyle kendi evinde; %5,1’i bekâr ve kendi evinde; %5,1’i bekâr ve arkadaşlarıyla birlikte kalmaktadır. Özel yurtlarda, KYK ve üniversite yurtlarında kalanlar yalnızca %3,5 civarındadır. SETA anketine katılan gençlerin %56,8’i “boş zaman”larını televizyon izleyerek ; %37,2’si internet aracıyla sosyal medya ağlarına katılarak geçirdiğini belirtmiştir. Katılımcıların beşte biri (%20,4) internet kullanmadığını ifade etmiş; internet kullandığını belirtenlerin %71,5’i evde; %12’si işyerinde, %14,8’i internet kafede, %2,1’i okulda erişim yaptığını söylemiştir. İnternet kullanımı, asıl olarak, iletişim, haberleşme ve eğlence amaçlı kullanılmaktadır.  Katılımcıların üçte birine yakını, “gazete okumadığını” belirtmiş ; %12’si, düzenli olarak takip ettikleri bir dergi bulunduğunu açıklamıştır. . “En çok okunan kitap türü”nde roman (%39,6), macera (%11,7), dini içerikli (%5,9), aşk (%5,8), ve tarihi olanlar (%5,2); en çok dinlenilen müzik türünde, “pop müzik” ( yerli -%52,4, yabancı -%22) ilk sırada yer alırken; bunu %21,9 ile arabesk, %21,8 ile Türk halk müziği izliyor.

C-) GENÇLİĞE DAYATILAN POLİTİKALAR VE GENÇLİĞİN ÇÖZÜM BEKLEYEN SORUNLARI

“Dünyanın on yedi büyük ekonomisinden biri haline gelme”nin; ekonomik büyüme ve gelişmenin toplumun ezici büyük çoğunluğu için yoksulluk, işsizlik, geçim sıkıntısı, eğitim ve sağlık sorunlarının büyümesi ve daha fazla hak kaybı anlamına geldiği, AKP Hükümeti’nin pratiğiyle yeniden kanıtlanmıştır.

Hükümetin ekonomi politikasının belirgin sonuçlarından biri de, gençlik kitlelerinin işsizlik, eğitim düşüklüğü, düşük gelir ve yoksulluk, baskı ve sosyal güvencesizlik olmuş; devlet işletmelerinin özel kapitalist şirketlere ve büyük holdinglere düşük fiyatlarla devredilmesi, bu işletmelerde çalışan işçilerin büyük bölümünün işini kaybetmesi ve diğerlerinin sosyal hakları ve ücretlerinde gerilemeye yol açmış; uluslararası sermayenin ülke içindeki dayanakları ve doğrudan varlığı güç kazanmıştır. Genç işçi kitlelerinin ve işsiz gençlik yığınlarının yaşam koşulları giderek ağırlaşmış, düşük ücretli işgücünün en kitlesel kesimi işçi gençlerden oluşmuş, sosyal haklardan ve sosyal güvenceden yoksun, milyonlarcası kayıtdışı ve düşük ücretli çalışan genç işçiler, ülkenin neredeyse her kentinde kurulu “organize sanayi bölgeleri”nde tekstil, metal, oto sanayi alanlarında ve diğer yandan da inşaatlarda ve otel-lokanta ve büro işlerinde en çok istihdam edilenler haline gelmişlerdir.  Birer ‘genç işçi deposu’ olan Organize Sanayi Bölgeleri’nde, bu işçilerin büyük kesimi sanayinin değişik sektörlerinde üretim yapan küçük ve ortaboy işletmelerde sosyal güvenceden yoksun, önemli kesimiyle kayıtdışı ve düşük ücretle çalıştırılıyorlar. Meslek liselerinin yaygınlığı, eğitimli işgücü oranını yükselttiği gibi, işsizlik ve rekabet koşulları nedeniyle fabrika ve işletmelerde yüksek öğrenim düzeyinde eğitimli işgücü giderek artmaktadır.

BM Kalkınma Programı(UNDP) 2007 Yılı Ulusal İnsani Gelişme Raporu’na göre, aynı yıl itibariyle nüfusunun %46’sı 24 yaş altı kesimlerden oluşan Türkiye’de, işsizlikten en çok etkilenen toplumsal kesim gençliktir ve genç işsizlerin toplam işsiz sayısı içindeki oranı giderek artmaktadır. 2011 TÜİK ve 2011-2012 UNİCEF verileri, işsizliğin eğitimli genç işgücü içinde artmakta olduğunu gösteriyor. Orta-orta altı ve yüksek okul düzeyinde eğitime bağlı değişkenlik göstermekle birlikte, işsizlik, genç nüfus açısından çok ciddi bir sorun oluşturmaktadır. 2001-2011 dönemi anket verilerine göre, istihdam edilen işgücünün üçte ikisi 35 ve altı yaş gruplarında yer almakta ve bunun da 5.5 milyonu 15-24 yaş grubunda bulunmaktadır.

Yoksulluk nedenli olarak çocuk yaşta dışarıda ya da ev işlerinde çalışma zorunluluğu ve  cinsiyet ayrımcılığı okullaşma oranını düşürmekte; bu da, örneğin gençlerin yaklaşık %30’unun okumadığı gibi, bir işte çalışıyor da olmaması gibi sonuçlar doğurmaktadır.  UNİCEF raporuna göre; 2011-2012 ders yılında, tüm Türkiye’deki ortaöğretim kurumlarına 940.268 “açık”ortaöğretim öğrencisi dâhil olmak üzere, 4.756.286 çocuk ve genç kayıt yaptırmıştır. Bunların %56’sı genel lise, %44’ü mesleki ve teknik lise öğrencisidir. Ülke nüfusu içinde 20-24 yaş grubundan 6,2 milyon; 15-19 yaş grubundan 6,3 milyon; 10-14 yaş grubundan da 6,6 milyon genç bulunmaktadır. 15-24 yaş grubunda olan gençler (%29,6), AB ortalamasının iki katından da fazla bir nüfusa denk düşmektedir. Kırsal alandan kentlerin kenar semtlerine ‘yığılan kalabalıklar’ın kendileri ve çocuklarıyla genç yaştaki mensupları, yoksulluk, işsizlik, düşük ücretli ve geçici çalıştırılma, sosyal güvencesizlik ve konut sorunu gibi sorunlarla boğuşmakta; bu durumları, çocuk ve gençlerin eğitim süreçlerinin kesintiye uğramasına veya tümüyle sona ermesine neden olmaktadır.

Eğitimin orta ve üstü okul düzeyinde sürdürülmesi, kız öğrenciler başta olmak üzere, başlıca, yoksulluk ve yoksulluk kaynaklı çalışma zorunluluğunun yanı sıra “muhafazakâr toplumsal normlar” nedeniyle sekteye uğramaktadır. Ortaöğretim düzeyinde okullaşmada, sosyo ekonomik durum ve cinsiyet farklılığı başta olmak üzere, bölgelere ve kent-kır ayrımına bağlı olarak ciddi dengesizlikler bulunuyor. Eğitim kalitesi; yöresel, bölgesel farklılıklar, sınav ve dersaneler sistemindeki bozukluklar, yarışmacı ezbercilik gibi nedenlerle düşük olup, toplumsal çözülme sonucu yozlaşma, uyuşturucu ve alkol kullanımı ve kız öğrencilerin taciz edilmesi  artış göstermiştir.

Tüm bu dönemler boyunca burjuva hükümetleri ve devlet yöneticilerince en çok suçlanan toplum kesimlerinden biri gençlik olmuştur. Siyasal istikrarsızlık ve gerilimlerin sorumluluğu gençliğe yıkılmaya çalışılmış; devlet ve hükümet politikalarını sorgulamasız benimsemeleri istenmiştir. Bu politika bugün de devam ediyor. Gençlik kitleleri yoğun idari ve devlet-hükümet baskısı altındadır. Okullar polis ve “özel güvenlik” adlı ‘lejyoner birlikleri’nin kuşatmasına alınmıştır. Genç işçilerin sendikalaşma, çalışma koşullarını iyileştirme, ücretlerini artırma girişimleri potronlarla birlikte polis ve jandarma gücüyle bastırılmaya çalışılmaktadır. Şiddet uygulamalarındaki yoğunlaşma ciddi oranda dışa vurmakta; resmi politika ve devlet “terbiyesi” öğretmenliği gençlere güvensizliği körüklemekte; bu da özellikle çocuklarda ve gençlerde kişisel sosyal ve fikri gelişime darbe vurmaktadır. Baskıcı eğitim sistemi öğrenci gençlik açısından en önemli sorunlardan birini oluşturuyor. Dini eğitime zorlama ve pozitif bilim dallarına karşı yönetim politikaları bu baskı ortamını daha da “koyulaştırıyor.” Gençlere bilimsel araştırma-düşünme-öğrenme ve bilme yerine, dinleme, inanma ve biat etme vaaz ediliyor. İşçi sınıfı ve emekçilerin sömürüye karşı mücadelesinde yer almak, toplumsal kurtuluş politikalarını benimsemek, zor yoluyla ve yasaklarla engellenmek isteniyor. Eğitim yetersizliğine ve kalite düşüklüğüne rağmen, bilimsel eğitimin gereği yatırımlara kaynak aktarılmaması politikası devam ediyor. 2011 yılında merkezi bütçeden eğitim için yapılan harcamalar “GSYH’nin yaklaşık %3,75’i” kadar olup, bunun büyük bölümü personel gideridir. Türkiye’nin “Batısı”ndaki ortaöğretimde “net okullaşma oranı” birçok ilde %80-90 düzeyinde olup, “doğudaki kimi illerde %30-40’a düşmektedir.”

Eğitimin en önemli sorunlarından biri olarak anadilde eğitim çözümsüzlüğü devam ediyor. Kürt, Arap, Roman ve diğer çeşitli azınlık ulusal topluluklardan çocuk ve gençler aynı nedenle çok ciddi sorunlar yaşıyorlar.

Dinsel ideoloji ve gelenekler kaynaklı anlayışlarla gençleri kuşatma tutumu, bölgelere göre değişmekle birlikte, özellikle kız öğrencilerin neredeyse sürekli bir kısıtlılık altında tutulmalarına dönüşmekte; erken ve gönülsüz evlendirmeler yaygın olarak yaşanmakta; bu durumda olanların küçümsenemez bölümü psikolojik ve biyolojik sağlık sorunlarıyla yüzyüze gelmektedir. Kürt kentleri başta olmak üzere, toplumun bazı bölümlerinde “töre” adına cinayetler işlenmekte; hukuk sisteminde bu cinayetlerin faillerini neredeyse koruyucu maddeler yer almaya devam etmekte; bazı savcı ve yargıçlar kadın cinsini tahkir edici/suçlayıcı anlayışlarını mahkeme salonlarına dek taşıyabilmektedirler.

D-) GENÇLİK, MÜCADELE VE POLİTİKA

Gençlik, bilindiği üzere, belirli yaş grupları arasındaki bir kitlesel kesim olarak çeşitli sınıflara mensuptur ve iktisadi sosyal durum ve gelişmelerden etkilenmesi, bu durumuna bağlı olarak, farklılık gösterir. Gençlik kitlelerinin kapitalist sisteme, burjuva devletine ve hükümetlerine, kapitalist parti fraksiyonlarına karşı tutumu, her şeyden önce bu nesnel durumu tarafından belirlenir. Çeşitli toplumsal aktivitelerdeki rolleri, yalnızca enerjik kuşak(lar) olmaları sebebiyle olmayıp, sosyal-ekonomik konum ve durumlarıyla da bağlıdır. Örneğin işçi gençliğin kapitalist patronlarına karşı hak mücadelesiyle son on yıllardaki işçi mücadelesinde öne çıkması, sömürü çarkında dolaysız sömürülenler olarak yer almasıyla ilgilidir. Kürt gençliğinin, Kürt ulusal direnişinin en devingen, en hızlı hareket eden ve cesaretle ileri atılan kitlesini oluşturması, dil ve kültür yasağı ve ulusal kimliğine yönelik  ihlallerin yarattığı sistematik baskıdan en dolaysız etkilenen kesim olması ve yanı sıra Kürt yoksul kitlelerinden, ezilen toplumsal kesimlerden geliyor olmasıyla ilişkilidir. Benzer bir tespit, “Alevi kimlikli gençlik” açısından da yapılabilir. 2013 Haziran Direnişi’ne dair veriler, Alevi halk kitleleri üzerindeki baskı ve özellikle de Erdoğan Hükümetinin bu baskı ve horgörüyü sistematik Sünni-İslam vurgusu, zorunlu din dersi vb. gibi dayatmalar ile sürdürmesinin, Alevi emekçileri ve gençliği açısından kitlesel katılımı ‘tetiklediği’ni gösteriyor. Öğrenci gençliğin en mücadeleci kesimlerinin önemlice bölümünün en çok ezilen, baskı gören ve sömürülen toplumsal kesimlerden gelenler olması bir diğer veridir. Gözaltına alınan, tutuklanan ve okullarla ilişkileri kesilen gençlere dair veriler, bu kanıtlar arasındadır. Örnekleri çoğaltabiliriz. Bu, ama, bize şunu gösterir: gençlik kitlelerinin sisteme, devlete ve sistem partilerine; ya da kapitalizme ve onun siyasal-iktisadi ve sosyal kurumlarına karşı mücadele eden sınıf, parti ve örgütlere ilişkin tutumları ile, geldikleri sosyal sınıf ve yaşam koşulları arasında, gözardı edilemeyecek temel ve nesnel bir bağ bulunuyor. Ancak, bu bağ örneğin varlıklı sınıflardan gençlerin işçi ve emekçilerin hakları ve kurtuluşları için mücadeleye katılmayacakları şeklinde, yanlış olarak mutlaklaştırılmamalıdır. Toplumlar tarihi ve bizim kendi yakın-orta zaman mücadele tarihimiz, küçükburjuva, burjuva sınıf kökenli ailelerden gelen çok sayıda, hatta kitlesel denilebilecek büyüklükte genç kuşak insanın sömürü ve baskı sistemine karşı, demokrasi ve sosyalizm için; özellikle de öğrenci gençlik içinde onların talepleri için yürüttükleri mücadelede yer aldıklarını gösteriyor. 2013 Haziran Direnişi bunun somut, en yakın ve en önemli örneklerinden biri oldu.

Sorun, “niyet” ya da “maceraseverlik”e ilişkin değildir. Toplumsal bölünmüşlük ve sosyal kategoriler asla değişkenlik göstermeyip hep aynı kalan oluşumlar olmayıp, birbirlerinin varlığında birbirlerini koşullayan ve bir sınıf, kesim ya da tabakadan diğerlerine geçişleri de içeren hareketli “topluluklar”, ‘birlikler’ ya da başka biçimde söylenirse “tümel toplumsal varlıklar”dır. Kapitalizm ve burjuva toplumunun bir özelliği de, sınıflar arası geçişleri olanaksız kılmamasıdır. Kapitalizm, gelişmesi sürecinde, sadece tarım emekçilerini, küçük köylüleri, küçük mülk sahiplerini mülksüzleştirerek proletaryanın saflarına sürüklemekle kalmaz;  rekabet ve büyüklerin küçükleri yutma ya da tekel gücüyle piyasadan silmeleri dahil olmak üzere, geçiş, asıl olarak mülk ve üretim aracı sahibi kesimlerden proletaryaya doğru gerçekleşir. Ancak, tikel ve istisnai durumlar oluşturmakla birlikte, işçilerin saflarından da burjuvaziye geçişler mümkündür. Bunun belirgin bir örneğini işçi aristokrasisi verir: kapitalistler ve burjuva kapitalist devlet ve hükümetler tarafından, işçi-emekçi mücadelesini zaafa uğratmak, bölüp etkisizleştirmek üzere, kapitalist artıdeğerden pay verilerek ayrıcalıklarıyla sisteme bağlanan bir işçi aristokrasi kesimi, bugün hemen tüm önemli kapitalist ülkelerde, sendikalar gibi işçi ve emekçilerin kitle örgütlerinin başını tutmak üzere, yaratılmıştır. İşten çıkış tazminatı alıp küçük bir işyeri açarak “sınıf atlama hayali kuran” işçi az değildir vb. gibi.

Sınıf çıkarları farklılığı, kaçınılmaz olarak politik gruplaşmalara yol açıp, farklı politik oluşumları ortaya çıkarır ve bunun bir yanı olarak, gençlik içinde farklı politik eğilim ve saflaşmalar yaşanır. Başka biçimde söylersek, gençlik kitleleri içindeki gruplaşma ve siyasal ayrılıklar, toplumsal sınıf bölünmesinin ve farklı çıkarlara dayalı oluşumların kaçınılamayacak sonuçları arasındadır. Bu temel –ve sonal– bağın, herkesin geldiği sosyal sınıf kökenine; onun çıkarlarına mutlak bağlılık göstereceği ve bunun değişmezliği şeklinde kesin ve keskin bir doğmaya dönüştürülemez ve buradan hareketle, farklı kesimlerden genç insanlara karşı önsel/önyargısal duvarlar örülemez. Gençlik, özellikle öğrenci gençlik, saflarında, farklı sınıfların çıkarlarına ve ‘davası’na bağlanma yönündeki geçişlerin en çok ve en hızlı yaşandığı toplumsal kesimi oluşturur. Ezilen ve sömürülen sınıf(lar)dan gelenler içinden burjuva egemen propagandadan da etkilenerek, geleceğini kapitalizmin devamında görenler ve bu doğrultuda politik-ideolojik tutum alanlar çıkacağı gibi, küçük-orta burjuva sınıflardan gelenler arasında proletarya ve emekçilerin sömürüden kurtuluş mücadelesine bağlananlar da olacaktır. Toplumun çok çeşitli sınıf ve tabakalarından gelen gençlerden oluşması nedeniyle, farklı sınıfsal çıkarlarla nesnel bağı farklı siyasal tutumların kaynaklarından biri olurken, diğer yandan genel bir özellik olarak eğitim aracıyla sağlanacak avantajlı toplumsal konumunu “tehlikeye atmama”(!) eğilim ve kaygısı, düzenle ilişkiler yönünden, onu tutuculuğa zorlar. Diğer yandan ama, eğitimli genç kuşaklar, doğa, dünya ve ülke gerçeklerinin algılanması/kavranması bakımından yine toplumun öteki çok büyük kesimlerine göre daha fazla olanaklara sahip kesimlerini oluştururlar. Yaş guruplarının atılganlık, cesaret, haksızlığa boyun eğmeme, hakkını savunma ve pozitif anlamıyla kişilik sahibi birey olma gibi özellikleriyle de birleştiğinde, bu durumları, onları, baskı sistemi ve sömürüye karşı başkaldırmaya yöneltir. Bilimsel eğitim görme olanaklarına sahip kesimler olarak işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu için mücadele saflarına katıldıkları oranda, geniş gençlik kitlelerinin  tekelci burjuvazi ve uluslararası sermayeye karşı seferber edilmesinde önemli rol üstelenebildikleri gibi, işçi-emekçi kitlelerinin bilimsel bilgiyle donanmının gerçekleştirilmesinde bir tür ‘taşıyıcı rol’ da oynarlar. Genç işçi ve işsiz kardeşleriyle yan yana durduklarında, işçi-emekçi ve öğrenci genç kuşakların muazzam enerjisinin ‘yaşlı’ işçi-emekçi kuşağın deneyimiyle birleşerek burjuva diktatörlüğüne karşı değiştirici güce dönüşmesinde pay sahibi olurlar.

Günümüzde bilimsel eğitim olanaklarını sınırlayan, darlaştıran ve zorlaştıran idari-bürokratik-gerici her tür dayatmaya karşı, eğitimin anadilde ve her düzeyde parasız, bilimsel ve demokratik ve herkes için yararlanılır hak olması için mücadele, bu zorluğun kendisi tarafından da, hem sermaye ve devletin dolaysız iktisadi-siyasal baskısıyla, hem de bununla daha fazla iç içe geçmiş olan eğitim kurumları yönetim organlarının tutumları nedeniyle daha geniş etki sahasına sahiptir. Kendilerini “politika dışı” gösteren ya da bazı çevreler tarafından “apolitik” diye yanlış şekilde isimlendirilen kesimler de dahil olmak üzere, bu politikadan etkilenmeyen azdır. Politika “dışılık” ya da “apolitiklik”in de bir çeşit politika olup, çoğu kez mevcut-egemen politika yönündeki bir davranışın edilgen biçimlerine denk düşmesi gerçeğine karşın, bu kesimler dahil, en atılgan dönemlerindeki insanların herhangi politik-mesleki ve akademik sorun karşısındaki tutumları değişmez değildir.

E-) GENÇLİK MÜCADELESİNİN GENİŞLEYEN OLANAKLARI

Toplumsal çözülme, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal çok çeşitli sonuçlar doğurmuştur. Kapitalizmin son on yıllarda hızlanan gelişmesiyle, kır nüfusunu çözüp kentlere akışı artırdığı, tarımsal nüfusu önemli oranda çözdüğü; kentli yeni ucuz işgücü kaynağının, önemli bölümüyle işçileşmeyi kültürel-iktisadi ve sosyal “bütünlüğü içinde” henüz denebilir ki tam yaşayamadığı, sınıflar arasındaki geçirgenlik de hesaba katıldığında ve sendika bürokrasisi aracıyla sendika konfederasyonları yönetim organları kullanılarak sermaye politikalarının işçiler içinde etkin hale getirildiği, ilerici-mücadeleci işçi ve sendikacıların önemli oranda güç kaybına uğradıkları; bütün bunlarla birlikte, işçi ve emekçilerin kendi içinde de belirgin-ciddi bölünme ve kamplaşmaların yaşandığı bir diğer sosyal-politik gerçekliktir ve sınıf mücadelesi yönünden başlıca sorunların denebilir ki başında gelmektedir. Bölünmüş, hatta aşırı bir söyleyiş şekliyle “atomize edilmiş” ezilen ve sömürülen sınıf ve kitlelerinin; onların işçi-işsiz, emekçi ve öğrenci genç kesimlerinin birleştirilmesi başlıca sorundur ve bu da, ancak, onların hem ayrı ayrı “özel hassasiyetleri” ve taleplerinin dikkate alınması ve küçümsenip aşağılanmamasını, hem de birleştirici ortak taleplerinin öne çıkarılmasını gerektirmektedir.

Kapitalist gelişme –makineleşme ve bilimsel teknik ileri düzeydeki gelişme–, daha az sayıda işçi ile daha çok üretim olanağı yaratmasına rağmen, işçi sınıfının saflarının özellikle genç kuşak işçilerin katılmasıyla büyümesine kaçınılmazlıkla yol açmıştır. Kapitalizme karşı sınıf mücadelesinin genç dayanağı giderek güçlenmektedir. Bilim ile iş ve üretim ilişkisi, yalnızca sermayenin olanakları ve sömürü etkeni olarak değerlendirilemez. Eğitimli genç işgücünün artışı/büyümesi, burjuvazinin artıdeğer sömürüsünü artırma hedefi ve iradesine karşın, işçi sınıfı ve kent-kır emekçilerinin burjuvaziye karşı sınıf savaşımının (iktisadi-politik ve ideolojik) olanakları yönünden bir ilerlemeyi de ifade eder. Gençlik kuşaklarının sosyo ekonomik koşullar ve sınıf ve iktidar ilişkilerinden etkilenmelerinin düzeyine bağlı olarak, mücadele ve örgütlenme eğilim ve tutumlarında hızlı ya da nispeten daha yavaş değişimler görülebilir. Bu demektir ki, farklı gençlik kuşaklarında farklı eğilim ve tutumların görülmesi, bu kuşakların yaşadıkları koşullar ve içinde bulundukları toplumsal ilişkilerle bağlıdır. Yoksul emekçi semtlerinde yaşayan işsiz bir genç ile zengin kesimlerden bir gençten her zaman ve her durumda aynı tepkiyi beklemek doğru olmayacağı gibi, işçi-çırak gençler ile maddi-toplumsal koşulları çalışmasını ihtiyaç olarak dayatmayan bir gencin tepkileri de farklı olacaktır. Öğrenci gençlik içinde akademik-demokratik hareketin genişletilmesi ve güçlendirilmesi çabasının toplumsal gerçeklerin; sınıf farklılıkları, sınıf sömürüsü ve sonuçlarının bilimsel sergilenmesi çalışmasıyla birleştirilmesi, bilimsel eğitim olanağına sahip ve en atılgan dönemlerindeki genç kuşaklar arasında karşılık bulmasıyla ve gerici burjuva parti fraksiyonlarının dinsel-milliyetçi ve kapitalizm yanlısı politik etkisi güçten düşürülebilir ve daha güçlü ve geniş devrimci gençlik muhalefeti oluşturulabilir. Akademik-demokratik talepler mücadelesi, bu durumda, daha fazla güç ve olanağa sahip olacaktır. Öğrenci gençliğin en geniş kesimlerinin kendilerini dolaysız etkileyen ve çözümünde yararlarının olduğu sorunlar etrafında birleşmesi –bu alandaki girişimlerin hangi politik gençlik grubu ya da kesimi veya “apolitikler”(!) tarafından başlatıldığına bakılmaksızın– için çaba ve materyalist tarihsel dünya görüşü ve açıklanmasıyla birlikte bilimsel sosyalizmin açıklanması çalışması; bu iki yan birbirini güçlendirmek üzere bir arada olacaktır.

Gençlik kitlelerinin sömürü ve baskı sistemine karşı mücaddele cephesine kazanılması sorunu, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve parasız, demokratik, anadilde eğitimin her düzeyde ve herkes için ulaşılabilir olmasından hareketle, işçi-emekçi-öğrenci gençlik içinde kesintisiz bir gençlik çalışmasını zorunlu kılar. Burada önemli olan, bilimsel bilgi ve deneyimin doğru değerlendirilmesi ve kullanılmasıdır. Gençliğe yaklaşımlar açısından başlıca iki alanda sorun yaşandığını söylemek mümkündür:  Gençliği “olağanüstü özellikler”le donanmış gören ve gösteren ütopik anlayışlarla, onun enerjik, çoşkulu, atak ve cesur olma özelliklerini gözden kaçıran ve sözcüğün gerçek anlamında  yaşlı ruh hali ve davranışıyla gençlik mücadelesi ve örgütlenmesinin geliştirilebileceği yanılgısı. İlki, koşulların, toplumsal-sınıfsal ilişkilerin ve gelişme seyrinin önemini gözardı ederken; ikincisi, gençleri –“ağaçtan düşme”ye yol almakta olan– fazlasıyla olgun ve “yanlış yapmaz” kısırlığa sokarak, tutuk bir tutumun “genç tutumu” sayılmasında rol oynamıştır. Gençliğin bu türden kalıplardan birine sıkıştırılması ve farklılıklarını gözetmeyen toptancı anlayışların hedefi olması, onun mücadelesine zarar vermiştir. Gençlik mücadelesi ve örgütlenmesine zararlı bir diğer anlayış ise, ya genç kuşakların enerjik, aktif ve girişken olma gibi bazı özelliklerinden ve özellikle öğrenci gençliğin eğitimli oluşundan hareketle gençliği “toplumu ileriye taşıyacak biricik aydın sosyal kesim” olarak ilan etmiş; ya da tersinden ve özellikle son on yıllarda dünya ölçeğinde meydana gelen değişmelerin etkisi altındaki savrulmalardan hareketle “yozluğu” ve “apolitik oluşu” üzerine söylemle enerjisini değerlendirememeye, hatta ondan uzak durmaya yol açmış; potansiyel mücadele gücü ve enerjisinin yararlı bir kucaklanmasına barikat örmüştür.

Bu toptancı görüş(ler), kapitalist sömürü temelinde farklılaşan ve bölünen toplumsal sınıf ve kesimlerin genç kuşaklarının, bu sınıf ve kesimlerle sıkı ya da gevşek bağlara sahip olduklarını; genç kuşakların politik-ideolojik ve kültürel düşünce ve davranışlarıyla sosyal-ekonomik durumlarının genel toplumsal duruma dışsal olmayıp onların çeşitli eğilim ve tutumlarının da başlıca etkeni olduğunu gözardı etmektedir. Gerçek o ki, ne gençlik, ne de toplumun herhangi bir diğer kesimi üretim sistemi ve ilişkilerinden; sosyal ekonomik koşullardan, sınıf mücadelesinin düzeyinden ve zaman ve mekandan soyutlanmış işlev ve özelliklerle donatılmış değildir.  Öğrenci gençliğin hetorojen yapısı ise, bu kesim içindeki farklı ideolojik-politik ve sınıfsal yaklaşımların değişkenlik etkenleri arasındadır. Genellikle görülen ise, ülke(ler)deki ve dünyadaki gelişmelerin genç kuşakları toplumun öteki kesimlerinden daha hızlı etkilendiği; yeniye açıklık, baskıyı ret, özgürlük istemi gibi belirli bazı kuşak özelliklerinin bunda rol oynadığıdır. Toplumsal sınıf ve kesimlerin sosyal ekonomik durumu ile gençlerin eğitim, iş, barınma, sosyal-kültürel aktivite, politik tutum, tercih ve beğenileri gibi hemen her alandaki düşünce, eğilim ve davranışları koparılamaz şekilde birbirlerine bağlıdır. Gençlik kitleleri içindeki çeşitli politik akımların varlık düzeyi ve gruplaşmaların gücü, gençlik ve onun da bir parçasını oluşturduğu toplum üzerindeki burjuva ideolojik-kültürel ve politik egemen etki ile bağlı olup, gençlerin öncelikleri, tepkileri, seçkileri, beğenileri açısından da işlevlidir.

Gençlik mücadelesi ve genç işçi, işsiz, emekçi, öğrenci kitlelerinin daha güçlü ve geniş bir örgütlenmesi için, öncelikle içinde bulundukları somut koşullardan hareketle temel önemdeki ortak taleplerinin ve yanı sıra sektörel-mesleki vb taleplerinin savunusu üzerinden kesintisiz bir çalışmaya ihtiyaç vardır.

 

Komün ve Enternasyonal

ENTERNASYONAL VE ALMAN-FRANSIZ SAVAŞI 1870-1871

Temmuz 1870’te dünya, Batı Avrupa’da yaşanan yeni bir savaş trajedisine tanık oluyordu. İki büyük devletin, Prusya ve ikinci Bonapartçı İmparatorluğun çok binlik orduları, Fransız toprakları üzerinde kanlı bir çarpışma için silah çattılar.

2 Eylül 1870’te Sedan’da Fransız Ordusunun bir bölümünün teslim olmasına, Bonapartçı rejimin yıkılışına, 4 Eylül’de cumhuriyetin ilanına, Paris’in Prusya birlikleri tarafından kuşatılmasına ve proleter devrim tehlikesini ulusal aşağılanma pahasına engellemek isteyen burjuva Milli Savunma Hükümetinin temsilcilerinin 28 Ocak 1871’de rezil bir geçici barış anlaşması imzalamalarına neden olan bir savaştı bu. Fransa’nın iki eyaletini, Alsas ve Loren’i kaybettiği ve Fransa’yı 5 milyar tazminat ödemek durumunda bırakan nihai barış, 10 Mayıs 1871’te Frankfurt’ta imzalandı. Daha savaş sona ermeden, 18 Ocak 1871’de, Versay’da Alman İmparatorluğu ilan edildi. Prusya Kralı Wilhelm, Alman Kaiseri oldu. Böylelikle “demir şansölye” Bismarck temel amaçlarından birine ulaşmış oldu: Almanya’nın junkerci-militarist Prusya himayesinde yukarıdan birleştirilmesi gerçekleşti.

Alman-Fransız savaşı iki aşama geçirdi. 4 Eylül 1870’e dek olan ilk aşamada bu savaş Almanya açısından bir savunma savaşı niteliği taşıyordu. Bu savaşın Almanya açısından nesnel amacı, ulusal birliğini sağlamanın önündeki engelleri ortadan kaldırmaktı. Bunların başında III. Napolyon’un saldırgan politikasıyla Avrupa’da hegemonya kurma iddiası ve sallantıya giren rejimini güçlendirme çabaları geliyordu. Ancak bu aşamada dahi, Prusya egemenleri, savaşın ileriki süreçlerinde kendi fetihçi planlarını gerçekleştirme umudu besliyordu. Onların askeri bir çarpışmayı provoke etmek için gösterdikleri gayretkeşlik Bonapartçı hükümetinkinden geri kalmıyordu. Bonapartizmin yıkılmasıyla birlikte Almanya’nın birleşmesi önündeki son engel de ortadan kalktıktan sonra, toprak fetihleri ve Fransa’nın yağmalanması, Almanya’nın egemen sınıflarının savaşı sürdürmelerindeki ana saik haline geldi.

4 Eylül ile birlikte savaşın ikinci aşaması başladı. Almanya açısından, bu, savaşın saldırgan bir fetih savaşına dönüştürülmesi, Fransa Cumhuriyeti açısından da ulusal bir özgürlük mücadelesine, bir savunma savaşına dönüşmesi anlamını taşıyordu.

Alman-Fransız Savaşı ve İşçi Sınıfı

Avrupa işçi sınıfı, bu büyük ve kanlı çarpışmayı engelleyebilecek durumda değildi. Ama bu sınıf, artık eskisi gibi, savaşan ülkelerde cephede öne sürülecek gönüllü yem olmak ve tarafsız kalan ülkelerde ise savaşın pasif seyircisi olmak istemiyordu.

Tarihte ilk kez, bu savaş esnasında işçi sınıfı, geniş bir antiemperalist hareket geliştirmeye başladı. İşçi sınıfı içerisindeki antiemperyalist eğilimler, çoğu yerde, geniş kesimlerin genel pasifist tutumundan yeni yeni ayrışmaya başlıyordu. Bazı ülkelerde radikal burjuvazi hareketin başına geçmeye çalışıyor ve hareketin sınıfsal yönünü belirsizleştiriyordu. Tek tük bazı durumlarda bu hareket anarşist maceracılar tarafından kendi amaçları doğrultusunda kullanıldı. Ama toplamına bakıldığında, proleter kitlelerin bu savaş karşıtı eylemleri, işçi sınıfının halklar arasındaki kanlı savaşlara karşı ilk büyük enternasyonal eylemleriydi. Tarihte ilk kez, Enternasyonal (Uluslararası İşçi Birliği) sayesinde, işçi sınıfının, barış mücadelesinde, saldırgan dış politikalara ve militarizme karşı mücadelesinde bir eylem birliği gerçekleşti.

Çeşitli ülkelerde farklı biçimlerde ifade bulan bu hareket, Uluslararası İşçi Birliği’nin (UİB) fikirlerinin zemin bulduğu tüm ülkelere yayıldı. Kimisinde bu saldırı savaşının kışkırtıcılarına karşı ve fetih savaşlarına karşı genel bir protesto yükseliyordu. Kimisinde Bonapartizm karşıtı eylemlerde ya da savaşan ülkelerin işçileriyle dayanışma gösterileri biçiminde, veyahut, özellikle de savaşın ikinci evresinde, gönüllü birliklere katılarak saldırganın geri püskürtülmesinde doğrudan yer alarak ifade buluyordu. Bir diğer ifadesi de, hükümetlerin dış politikadaki tutumlarını değiştirmelerine yönelik kapsamlı siyasi kampanyalardı.

UİB’in Genel Kurulu bu hareketin başlıca ilham kaynağını oluşturuyordu ve onun örgütleyici, harekete geçirici merkezi haline geldi. Genel Kurul, işçi sınıfını burjuva milliyetçiliğin ve şovenizmin etkisinden korumaya, proletaryanın aldığı tutumunun sınıfsal bağımsızlığını ve onun enternasyonal eylem birliğini savunmaya çalıştı. Bu sırada Genel Kurul, her şeyden önce savaşan ülkelerin işçi sınıfını ve İngiltere’nin proletaryasını etkisi altına almaya çalıştı. Çünkü trade unionlarda örgütlü ve sayıca güçlü olan İngiliz işçi sınıfı, politik geriliğine ve reformist eğilimlerine rağmen, uluslararası proleter bir hareket için elverişli bir yönelimle olayların seyrine etki edebilecek bir güç durumundaydı.

Bu hareket açısından, Alman ve Fransız işçilerinin savaş sırasındaki tutumu muazzam öneme sahipti. Genel Kurul’un birincil görevi, savaşan ülkelerin işçilerinin şovenist propagandaya kapılmalarını engellemek ve aralarında dayanışmayı kurmaktı.

Genel Kurul’un savaş üzerine yayınladığı ilk açıklama

Savaş 19 Temmuz’da başladığında Genel Kurul, savaşın karakterini teşhir eden bir açıklamayla birliğin Avrupa’daki bütün üyelerine ve tüm işçi sınıfına seslenmeye karar verdi ve John Hales’in önerisi üzerine Marx’ı bu belgeyi kaleme almakla görevlendirdi. Genel Kurul, 26 Temmuz’da onayladığı açıklamayı özel bir bildiri olarak tüm Avrupa dillerinde yaygınlaştırmayı kararlaştırdı. 2 Ağustos’ta yayınlanan açıklamada, bu savaşın Almanya açısından bir savunma savaşı olduğunu kanıtlayan Marx, aynı zamanda, Alman halkının ulusal çıkarları ile Prusya’nın egemenlerinin kliğinin ve Alman burjuvazisinin şovenist çevrelerinin bu savaşta izledikleri fetihçi çıkarlarını keskin bir biçimde birbirinden ayırt ediyordu.

Bonapartçı iktidarın yaklaşan çöküşünün öngörüsüyle, Marx, Genel Kurul adına, Alman işçilerini, savaşın Fransız halkına yönelik bir fetih saldırısına dönüşmesine izin vermemeye çağırıyordu. Böyle bir durumda, deniyordu bildiride, zafer ya da yenilgi aynı derece feci sonuçlara yol açacaktı.

Kabaran şovenizme, Fransız ve Alman işçilerinin enternasyonal dayanışması ve tüm dünya proletaryasının birliğinin pekiştirilmesiyle karşı çıkılacaktı: “Resmi Fransa ve resmi Almanya bir kardeş katliamında birbirlerinin üzerine çullanırken işçiler birbirine barış ve dostluk mesajları göndermektedir.”

Genel Kurul’un bildirisi işçi sınıfının bakış açısını açıklarken, ortaya çıkan askeri krizin koşullarını net olarak ortaya koyuyordu. 31 Temmuz 1870’te, Engels, bu belge hakkında şöyle yazıyordu: “Bu açıklama tüm sınıflardan Populus’a  şimdi yalnızca işçilerin gerçek bir Foreign policy’ye  sahip olduklarını gösterecek.”

Açıklama hızla yankı bulup yayıldı. İngiltere’de birçok büyük gazete tarafından, daha sonraları da birçok yerel gazete tarafından yayınlandı. UİB’in Avrupa ülkelerindeki tüm organlarında, ayrıca Rusça’da “Narodnoje Delo”da yayınlandı. Bildirinin birçok ülkede proleter ve demokrat çevrelerin savaş karşıtı eylemleri üzerinde büyük bir etkisi oldu.

Genel Kurul’un savaşa ilişkin ikinci açıklaması

Marx ve Engels’in öngörüleri tümüyle gerçekleşti. 4 Eylül 1870 günü ikinci Fransız imparatorluğu yıkıldı ve Alman-Fransız savaşında yeni bir aşama başladı. Bu durum değişikliği karşısında uluslararası işçi sınıfının bu aşamadaki görevlerinin de yeniden belirlenmesi gerekti.

6 Eylül 1870’te, Marx’ın eline, Enternasyonal’in Paris Federal Kurulu’nun bir üyesi olan Bachruch’un, Londra’daki Genel Kurul’undan savaş üzerine yeni bir açıklamanın yayınlanmasını talep eden mektubu ulaştı. Genel Kurul, söz konusu bildirinin yazılmasıyla Jung, Milner, Serrailler ve Marx’tan oluşan bir komisyonu görevlendirdi. Söz konusu açıklama 14 Eylül tarihinde yayınlandı ve hızla dağıtıldı. Genel Kurul, 20 Eylül günü, iki bildiriyi içeren ayrı bir broşür yayınlama kararı aldı.

Savaş üzerine ikinci açıklamada, Marx, Prusya jünkerciliğinin fetihçi politikasını teşhir etti ve Alsas-Loren ilhakının ve Fransa’nın yağmalanmasının, gelecekte büyük askeri çarpışmaların kaynağını oluşturacağını ortaya koydu. Marx, Bismarck’ın saldırganlığından kaynaklı olarak Avrupa’da gelecek 50 yıl için oluşan güçler dağılımını öngörülü bir biçimde karakterize etti: Bir Fransız-Rus ittifakının oluşması ve bunun sonucu olarak, kaçınılmaz olarak Almanya ve müttefikleriyle karşı karşıya gelinmesi. Bildiri, Almanya ve diğer ülkelerin işçilerine, Fransız eyaletlerinin gasp edilmesine karşı ve Fransız Cumhuriyeti ile yapılacak onurlu bir barış için mücadele etme göreviyle karşı karşıya olduklarını ilan ediyordu.

Fransa’da cumhuriyetin ilanını, Marx, işçi sınıfı açısından elverişli bir durum olarak niteledi. Cumhuriyetçi hükümet biçiminin eskisinden farkına işaret ederek, işçilerin sınıfsal örgütlenmesinin sağlamlaştırılması yönünde doğan olanaklardan faydalanmanın önemini vurguladı. Aynı zamanda, işçileri, burjuva cumhuriyetçi illüzyonlara kapılmamaları konusunda uyardı ve Milli Savunma hükümetinin karşı devrimci bileşimine dikkat çekti. Bu hükümetin emekçi kitlelerin aleyhine ve onlardan gizli olarak düşmanla işbirliği yapabileceği ihtimaline, egemenlerin İkinci İmparatorluktan arta kalanları olduğu gibi koruma gayretlerine işaret etti.

Genel Kurul, tüm ülkelerin işçilerini Fransa Cumhuriyeti’ne destek vermeye ve cumhuriyetin diplomatik olarak tanınmasını sağlama konusunda mücadele etmeye çağırıyordu: “İşçiler üstlerine düşen sorumluluğu unuturlarsa, pasif kalırlarsa şimdiki korkunç savaş, daha da korkunç uluslararası savaşların bir öncüsü olmaktan başka bir şey olmayacak ve her ülkede işçilerin, kılıçların, toprakların ve sermayenin efendileri eliyle uğratılacakları yeni yenilgilere yol açacak.”

Genel Kurul’un Alman-Fransız Savaşı üzerine yayınladığı ikinci bildiri, proletaryanın dış politika, savaş ve barış konularındaki enternasyonalist bakış açısı ve işçi sınıfının ilhaklar ve fetihler karşısındaki uzlaşmaz tutumunun geliştirilmesi bakımından olağanüstü büyük bir öneme sahipti. Bu belgenin işçiler üzerinde ilkinden daha az seferber edici bir etkisi olmadı.

SAVAŞ SIRASINDA ALMAN PROLETARYASININ ENTERNASYONAL ÇİZGİSİNİN GELİŞTİRİLMESİNDE GENEL KURULUN ETKİSİ

Alman-Fransız savaşı, Alman işçi sınıfı için özellikle ciddi bir sınavdı. Ortaya çıkan durum, onun son derece esnek bir taktik izlemesini, ulusal görevlerin çözümüne iliştkin tutarlı bir devrimci yaklaşım ortaya koyup, egemen sınıfların, özellikle de Prusya’nın daha savaşın ilk aşamasında ifadesini bulan fetihçi eğilimlerine karşı kararlı bir mücadele yürütülmesini gerektiriyordu. Doğru enternasyonalist bir tutum için bir dizi güçlüklerin aşılmasına ihtiyaç vardı. Bu güçlükler, yalnızca durumun karmaşıklağından doğmuş değildi; aynı zamanda Alman işçi hareketinin bölünmüşlüğünden, Lassallecılar ile Eisenachçılar arasında süren mücadeleden ve de taktik sorunlarda Eisenachçı partinin yönetimi içerisindeki fikir ayrışmalarından da kaynaklanıyordu. Söz konusu güçlüklerin aşılmasında, Enternasyonal’in Genel Kurulu’yla Marx ve Engels’in Alman sosyal demokratlarına kesintisiz olarak yardımcı olmaları büyük bir rol oynadı. İleri Alman işçilerinin toplamda proleter enternasyonalizme uygun bir tutum ortaya koymaları böyle mümkün olabildi.

Savaşın ilk aşamasında Sosyal Demokrat İşçi Partisi

Savaş başladığında, Almanya işçi sınıfının ileri unsurları arasında enternasyonalist ruh hali egemendi. Ancak işçilerin önemli bir kısmı, özellikle de kuzey Almanya’da yine de ulusal savaşa aktif katılım gösterme ile Prusya hükümetinin desteklenmesi arasındaki farkı görmekte zorlanıyorlardı. İşçilerin bir bölümü Prusya’nın zaferini Fransa’da bir devrim ihtimaliyle birleştiriyorlardı, ancak sorunun diğer yönünü, yani aynı zamanda böylesi bir zaferin Almanya’daki jünkerci militarist güçlerin mevzilerini de sağlamlaştıracağını yeterince açık kavrayamıyorlardı.

Alman işçileri açısından en büyük avantaj, Marksizmin ilkelerini benimsemiş olan ve Enternasyonal’in fikirlerini Almanya’da hayata geçiren bağımsız bir partiye sahip olmalarıydı. Fakat savaşın başlarında henüz bir yılını doldurmamış olan parti, ideolojik ve örgütsel olarak hala zayıf durumdaydı. Bunun göstergelerinden biri de parti çizgisini kimin belirleyeceğinin açıklığa kavuşmamış olmasıydı; o tarihlerde Braunschweig’ta bulunan Merkez Komitesi mi, yoksa Leipzig’te yayınlanan partinin yayın organı “Volksstaat”ın Yayın Kurulu mu. Braunschweig Komitesi’nin beş üyesinden üçü Lassalleci Genel Alman İşçi Derneği’nin eski yöneticilerindendi ve kendilerini henüz tam olarak bu gelenekten kurtarabilmiş değillerdi. Parti organının yöneticileri olan Wilhelm Liebknecht ve August Bebel’se, Prusya militarizmine karşı mücadele veren ateşli militanlar olarak haklı bir otoriteye sahiplerdi.

Ne Braunschweig Komitesi ne de “Volksstaat”ın Yayın Kurulu, savaşın birinci aşamasında hem Almanya’nın ulusal görevlerini dikkate alan hem de enternasyonal proleter dayanışmanın ilkelerine kesin olarak karşılık gelen bir taktiğin geliştirilmesi gibi karmaşık bir görevin üstesinden hemen ve hatasız gelebildi.

Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisinin devrimci tutumu ve liderlerinin zaman zaman gösterdiği tüm yalpalamalara rağmen, özellikle de önder kişiliklerinin Reichstag’taki duruşları dolayısıyla belirlenen enternasyonalist karakteri, işçi hareketinin reformist kanadının temsilcilerinin, Lassallecıların izlediği şovenist çizgiyle keskin bir ayrım içerisindeydi. Reichstag’ın 21 Temmuz’daki olağanüstü oturumunda Bebel ve Liebknecht, savaş kredileri sorununda “her türlü hanedancı savaşın ilkesel karşıtları olarak, sosyal cumhuriyetçiler ve ulus farkı gözetmeksizin her türlü ezene karşı, tüm ezilenleri büyük bir kardeşlik bağı ile birleştirmek için mücadele eden Uluslararası İşçi Birliği’nin üyeleri olarak” oy kullanmayacaklarını açıkladılar.

Tarihte ilk kez proletaryanın temsilcileri parlamentoda cesaretle Enternasyonal’in üyesi olduklarını ilan ediyor ve Enternasyonal’in hedeflerini açıklıyorlardı. Marx bu açıklamayı İngilizceye çevirerek, 26 Temmuz günü Genel Kurulu’nun onayına sundu. Genel Kurul, açıklamayı büyük bir destekle benimsedi. Marx, Paul ve Laura Lafargue’a Bebel ve Liebknecht’in “Reichstag’ta olağanüstü iyi bir duruş sergilediklerini” yazdı.

Savaşın arifesinde, Lassallecı sosyal demokrat gazete “Social-Demokrat” ise şu açıklamada bulunmuştu: “… Alman ulusu ve hatta devrimci Alman proletaryası Prusya hükümetinden yana tutum almak zorundadır…” Ve Lassallecıların Reichstag’daki temsilcileri, savaş kredileri lehine oy kullandılar. Lassallecılar savaş döneminde “Burgfrieden”  taktiğini savunuyorlardı. Aldıkları bu tutum, Almanya’nın ileri işçileri arasında büyük bir tepki görmelerine ve Eisenachçı partinin üyelerinin sert protestolarına yol açtı.

Alman işçilerinin antimilitarist eylemleri

Uluslararası İşçi Birliği’nin sayesinde Almanya’da derinlere kök salmış olan enternasyonalizmin fikirleri, Bebel ve Liebknecht’in Reichstag’taki cesur tutumları, çok çeşitli fikirleri savunan sosyal demokrasinin liderlerinin Fransız işçileriyle ortak dayanışma çağrıları; tüm bunlar işçi sınıfının ileri unsurlarının duygu ve düşüncelerine etkide bulunuyordu. Bu duygu ve düşünceler, Almanya’nın birçok kentinde şovenizm karşıtı, antimilitarist toplantı ve gösterilerde ifade buldu.

Prusya’nın Ren bölgesinde düzenlenen toplantıların katılımcıları savaş karşıtı kararlar alıyorlardı. Silezya’nın Breslau (Wroclaw) kentinde çok geniş katılımlı bir toplantı “Parisli kardeşlerini” selamlayan bir çağrı kabul etti. Birliğin Berslau seksiyonunun bir üyesi olan Max Neissner, bu mesajı 23 Temmuz’da Marx’a “onu güvenli yoldan Paris’e iletme” ricasıyla gönderirken şunları yazmıştı: “Bu mesaj, son derece kalabalık bir halk toplantısında oy birliğiyle kabul edildi ve burada egemen olan ruh halini tastamam yansıtıyor.”

Saksonya ve güney Almanya işçileri de savaşı sert bir şekilde protesto ediyor ve Fransız işçilerini selamlıyorlardı. Saksonya’nın başkenti Dresden’de bin işçinin katıldığı bir toplantı, Bebel ve Liebknecht’in Reichstag’ta aldığı tutumu onaylıyordu. Leipzig işçileriyse özellikle aktif bir tutum aldılar. Prusya yanlısı milliyetçi liberallerin etkisindeki üniversite öğrencileri “Volksstaat”ın yazıişleri bürosunu ve Liebknecht’in oturduğu evi basma girişiminde bulunduklarında, Leipizgli işçiler buraların güvenliğini üstlendiler.

Bavyera’da da savaşı protesto eden birçok toplantı düzenlendi. Nürnberg’te yapılan bir işçi toplantısında alınan bir karar “despotik yönetime sahip” her iki devleti, Prusya ve Fransa’yı, savaş çıkarmakla kınıyordu. Münih’teki bir halk toplantısı “Avrupa’nın bütün halklarına” başlığını taşıyan bir manifesto yayınladı. Bu manifestoda, halkların “ne Fransız ne de Prusyalı Sezar’dan yana tutum alabileceğini” söylüyordu. Augsburg’taki bir işçi toplantısı yayınladığı kararda “vatan toprağının savunulmasının sorumluğunun üstlenileceğini” ilan ederken, “bunun, Bismarck’ın ve Prusya kralının aynı şekilde özgürlükleri katleden heveslerine karşı mücadeleden vazgeçildiği anlamına gelmediğini” vurguluyordu.

Braunschweig Komitesinin Manifestosu

Parti yönetimindeki fikir ayrılıklarının bir an önce aşılması gerekiyordu, çünkü savaşta koşullar değişmişti ve Prusya zaferinden sonra savaşın Almanlar açısından bir fetih ve ilhak savaşına dönüşmesi tehlikesini günden güne artmaktaydı. Taktik konusunda birleşik bir tutum, kesinlik ve açıklık, o belirleyici anda özellikle önemli olduğundan, komite, Marx ve Engels’in yardımına başvurdu. Bracke, ileride bu konuda şunları yazacaktı: “Bebel, Liebknecht ve başka yoldaşlarla fikir ayrılıkları nedeniyle Enternasyonal Genel Kurulu’nda Almanya sekreteri olan, düşünsel üstünlüğü hepimizce tanınan Karl Marx’a çeşitli görüşleri açıklayan bir mektup göndermiştim. Birkaç gün sonra kendisinden Sedan ve Paris’teki büyük gelişmelerden hemen önce, siyasi durum üzerine ayrıntılı bir inceleme almıştım.” Bu mektup, Bracke’nin yazdığı gibi, Sosyal Demokrat İşçi Partisi Merkez Komitesi’nin “Tüm Alman İşçilerine” manifestosunun yayınlanması için aldığı “asıl itki” olmuştu.

Bracke tarafından kaleme alınan bu “Manifesto”, bir bildiri olarak yayınlandı. Bebel ve Liebknecht tarafından da onaylanarak, “Volksstaat”ta tam metin olarak basıldı. Bu belgede, Marx ve Engels’in mektubundan, Alsas-Loren’in ilhakının Almanya için doğuracağı ağır sonuçları ortaya koyan parçalar yer alıyordu. Alıntıların arasında, Marx ve Engels’in şu tespiti de yer alıyordu: “… bu savaş işçi hareketinin kıtadaki ağırlık merkezini Fransa’dan Almanya’ya kaydırmıştır. Böylelikle Alman işçi sınıfına daha büyük bir sorumluluk düşmektedir…”

Manifesto, Alsas-Loren’in ilhak planlarına karşı çıkıyor ve Fransız cumhuriyetiyle onurlu bir barışın imzalanmasını talep ediyordu. Manifesto, halk mitinglerine, toplantılarına ve sokak eylemlerine, ilhaka karşı mücadeleye çağırıyordu. Alman işçilerini, Almanya’nın birliğinden, Marx ve Engels’in deyimiyle “Prusya kışlalarında” kazanılmış olsa da, işçi hareketini daha da geliştirmek üzere, kendi çıkarları doğrultusunda faydalanmaya davet ediyordu.

Manifestonun yazarları parti adına şunu ilan ediyordu: “Ve ant içeriz ki, tüm uygar ülkelerdeki çalışan kardeşlerimizle birlikte tüm mücadelelerde ortak davamız için sadakatle bir arada duracağız! Yaşasın proletaryanın enternasyonal mücadelesi!”

Alman işçilerinin Fransız cumhuriyeti ile onurlu bir barış için mücadelesi

İleri Alman işçilerinin savaş karşıtı kampanyası savaşın ikinci aşamasında özellikle güçlü bir gelişim gösterdi. Kampanya, egemen sınıfların tüm siyasetine, Alman burjuvazisi tarafından desteklenen gerici junkerliğe ve Prusyalı askeri kliğe karşı devrimci bir protesto niteliği kazandı.

Hükümet, derhal, çeşitli baskı yöntemleriyle sosyal demokratların peşine düştü. Özellikle kuzey Almanya’daki parti örgütü ağır koşullar altında bulunuyordu. Burada Fransızların olası bir karaya çıkma operasyonu ihtimali gerekçesiyle sıkıyönetim ilan edilmiş, tüm yetki askeri makamlara devredilmişti. Onların talimatıyla 9 Eylül günü Braunschweig Komitesi’nin tamamı tutuklanıp “vatana ihanet” ile suçlandı. Komitenin görevleri Hamburg’taki denetim komitesine aktarıldı. Ancak bu kent de sıkıyönetim bölgesinin içindeydi. Birkaç gün sonra denetim komisyonunun iki üyesi tutuklandı, yazışmalarına el konuldu. Birçok kentte yerel örgütlerin yöneticileri tutuklandı.

Partinin savaşa karşı mücadelesinin merkezi baştan beri Saksonya’ydı. Dresden’de geçici bir komite oluşturuldu. Leipzig’te yayınlanmaya devam eden “Der Volksstaat” proleter enternasyonalizm ilkeleri doğrultusunda mücadelesini sürdürdü. 21 Eylül’den itibaren her sayısının sürmanşetinde “Fransız Cumhuriyetiyle ucuz bir barış! İlhaklara hayır! Bonaparte ve suç ortakları cezalandırılsın!” yazıyordu.

Sosyal demokratlar Bavyera’nın ve Saksonya’nın birkaç kentinde Eylül ayı boyunca ilhaklara karşı kararlar alan toplantılar düzenlediler. Bu eyaletler sıkıyönetim bölgesinin dışında bulunmalarına rağmen, bu amaçla düzenlenen toplantıların birçoğu yasaklandı ya da polis tarafından dağıtıldı. Tüm bunlara rağmen işçiler toplanma haklarına sahip çıkmayı ve antimilitarist kampanyayı yürütmeyi başarıyordu.

Polis, işçiler arasındaki devrimci ruh halini bastırmak ve liderlerini ellerinden almak istiyordu. Bu amaçla birçok kentte sosyal demokratlar, “kışkırtıcılık” yaptıkları gerekçesiyle sürgüne gönderildi. Mainz’in yerel parti örgütünün yöneticileri, Fransız savaş esirlerini kurtarmaya ve cumhuriyet ilan etmeye kalkıştıkları gerekçesiyle sınır dışı edildiler. Resmi ve burjuva gazetelerin tamamı, sosyal demokratlara yönelik yalan haberlerle dolup taşıyordu.

Enternasyonal’in Genel Kurulu, gergin bir dikkatle Almanya’da gelişen mücadeleyi takip ediyordu. Marx ve Engels, Bismarck rejiminin keyfi şiddet eylemlerini teşhir etmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyordu. Marx, Braunschweig Komitesi’nin tutuklanışı hakkında çok sayıda kısa makaleyi İngiliz gazetelerine gönderiyor, Enternasyonal’in diğer ülkelerdeki üyelerini Alman sosyal demokratlarının uğradıkları baskılar hakkında bilgilendiriyor ve burjuva demokrat dostu Beesly’yi Uluslararası İşçi Birliği üzerine bir makalede, polisin Almanya’da Enternasyonal’in üyelerine saldırılarını kınaması yönünde teşvik ediyordu.

Bebel ve Liebknecht Reichstag’ta militarizme ve polis rejimine karşı tutum alıyorlar

Baskılar ve kovuşturmalar partinin faaliyetini kıramadı, tam tersine mücadelesi daha da etkinleşti. Bu sırada Lassallecıların bir bölümünü, özellikle Bavyera’da kendi saflarına kattı. Bavyeralı Lassallecılar savaş karşıtı mitinglere katılıyor ve yayın organları “Proletarier” (Proleter), savaş meselesinde, sosyal demokrasinin tutumuna öylesine yakın bir duruş sergiliyordu ki, bu gazete “Volksstaat”ın yasaklandığı kuzey Almanya’da yayımlanmaya başladı.

Farklı görüşlerden işçiler arasında gelişen bu eylem birliği Lassallecı liderlerin yalnızlaşmasına ve kitlelerden kopmasına neden oldu ve Bismarck dostu tutumlarını solcu söylemlerle örtmeye çalışmak zorunda kaldılar. Alman işçilerini Fransız Cumhuriyeti’ni desteklemekten alıkoymaya çalışan Genel Alman İşçi Derneği başkanı Schweitzer, bu cumhuriyetin burjuva karakterini her yolla ortaya çıkarmaya çalışıyordu. “Ne yazık ki bu yalnızca ‘mavi’ bir cumhuriyettir bizim selamlayabileceğimiz ‘kızıl’ bir cumhuriyet değil” diyordu ve savaşın sürmesinden Fransa’nın sorumlu olduğunu ileri sürüyordu. Schweitzer, cumhuriyetin ilanından sonra yayınlanan Paris Federal Kurulu’nun çağrısında yer alan bazı milliyetçi motifleri cımbızlıyor ve bunun tüm sorumluluğunu Enternasyonal’e yıkmaya, Enternasyonal’in izlediği çizginin Alman işçileri nezdindeki saygınlığını kırmaya çalışıyordu.

Ancak işçiler arasındaki antimilitarist ruh –ki bu ruh Genel Alman İşçi Derneğinin sıradan üyeleri arasında da yaygındı– Lassallecı liderleri, 24 Kasım 1870’te toplanan kuzey Almanya Reichstag’ında ilhaklara karşı oy vermek zorunda bıraktı. Engels’in bu konuya ilişkin yazdığı gibi, Alman işçilerinin şahane tutumu “Schweitzer alçağını bile, … L[iebknecht] ve B[ebel]in önderliğine tabi olmak durumunda bıraktı.”

Bebel ve Liebknecht, bu oturumu, Prusya militarizmini ve onun ilhak planlarını teşhir ve mahkûm etmek için kullandılar. Yeni koşullar altında savaş kredilerinin oylanması karşısında çekimser kalma tutumu geçerliliğini yitirmişti. Şimdi bu kredilere karşı oy vermek gerekiyordu. Bebel parti adına savaş kredilerini reddetme gerekçelerini ortaya koyan bir açıklama okudu ve “Fransız ulusuyla derhal, her türlü ilhak talebinden vazgeçildiği bir barış anlaşması imzalanmasını” talep etti. Liebknecht, Bismarck hükümetini savaşın sürdürülmesinin sorumlusu olarak niteledi, “Alsas-Loren’in ilhakının Almanya’yı güçlendirmek bir yana, tam tersine Almanya ve Fransa arasında daimi düşmanlığının tohumlarını ekmek anlamına geleceğini” ilan etti ve “…İlhak bize barışı değil, savaşı getirir” dedi. Bebel ve Liebknecht’in konuşmaları burjuva vekillerin sıklıkla öfkeli bağırışlarıyla kesildi. Aralarından bazıları Bebel ve Liebknecht’e yumrukla saldırmaya ve onları salondan atmaya kalkıştı.

Bebel ve Liebknecht’in kurulmakta olan Alman İmparatorluğu’nun anayasa taslağına ilişkin yaptıkları konuşmalar da Reichstag çoğunluğu arasında özellikle büyük bir öfke dalgasına yol açtı. 7 Aralık’ta yaptığı konuşmada Bebel, lafını sakınmaksızın, “Alman halkının nihai hedefinin ancak ve ancak monarşinin ortadan kaldırılmasıyla cumhuriyetin kurulması olabileceğini ve olmak zorunda olduğunu” ilan etti.

Oturumun bitiminden sonra, Bebel, Liebkneceht ve “Volkstaat”ın ikinci başyazarı Hepner tutuklandı. Burjuva basın okurlarını onlara karşı kışkırtıyor, onları vatan hainleri olarak damgalıyordu. Bunun karşısında Leipzig, Augsburg, Münih, Bilefeld, Chemnitz, Glauchau, Meerane ve başka birçok kentte Bebel ve Liebknecht’in tutumunu destekleyen ve tutuklanmalarını protesto eden çok sayıda işçi toplantıları ve gösterileri düzenlendi. Diğer ülkelerdeki Enternasyonal üyeleri, işçi gazetelerinde Bebel ve Liebknecht’e sempatilerini ilan ediyor ve tutuklanmalarını protesto ediyordu. Genel Kurul, Bebel ve Liebknecht’in Reichstag’taki konuşmalarını alkışlıyor ve tutuklanmanın ardından zındana atılan yoldaşları ve aileleri için yardım kampanyaları düzenliyordu.

Acımasız saldırılara rağmen parti savaş döneminin sınavından eskisinden de güçlü bir şekilde çıktı, proleter ve demokratik çevrelerdeki otoritesi artmış, birçok yeni üye kazanmıştı. Parti, Uluslararası İşçi Birliği’nin bir seksiyonu olarak, proleter enternasyonalizmin ruhuyla hareket ettiği için yalnızca kendi proletaryasının öncüsü konumuna gelmekle kalmadı, aynı zamanda, Avrupa’daki işçi hareketinin tamamının da en ön saflarında yer almayı başardı. Paris Komünü’nün yenilgisinden sonra, bu öncü rol, uzun bir süreliğine devrimci Alman sosyal demokrasisine geçecekti.

SAVAŞ DÖNEMİNDE ENTERNASYONAL’İN FRANSA SEKSİYONLARI

Fransa’daki altı yıllık faaliyeti sırasında Uluslararası İşçi Birliği önemli başarılar ortaya koymuş bir durumdaydı. 1870 ilkbaharında, çeşitli akımların temsilcileri Enternasyonal platformu üzerinde Bonapartizm karşıtı bir birlik cephesi oluşturmuşlardı. Sol kanat Proudhoncular, Blanquiciler, sendika odalarının üyeleri ve cumhuriyetçilerin sosyalist düşüncelere sahip sol kesimleriydi bunlar. Paris’te ve Fransa’nın daha birçok kentinde kendini ortaya koyan güçlü birlik eğilimi, yeterli örgütsel sağlamlığa kavuşturulamadı ve Fransız proletaryasının bir partisinin kurulmasına yol açamadı.

Bu, bir yandan, Alman-Fransız savaşı gibi son derece önemli bir gelişmenin hemen arifesinde Fransa’nın işçi sınıfını öndersiz bırakan hükümetin acımasız baskı ve saldırıları nedeniyle gerçekleşemedi. Bir yandan da, Proudhoncu ideolojinin işçi sınıfının önemli kesimleri üzerindeki etkisinin henüz aşılamamış olmasından kaynaklanan bu durumda, Fransız proletaryasının güçlerinin parçalanmışlığı ve Blanquicilerin sekter anlayışla Enternasyonal’den giderek uzaklaşması da etkili olmuştu.

Ancak bu, Enternasyonal’in Fransa’daki üyelerini, Temmuz 1870’te, savaş tehlikesine karşı seslerini cesaretle yükseltmekten alıkoymadı. En deneyimli önderlerinin yokluğuna rağmen (Varlin Belçika’da sürgünde, Aubry ise cezaevindeydi), “Tüm ulusların işçilerine” başlıklı çağrılarında savaşa karşı çıkıyorlar ve sınıf kardeşlerine bölünmeme, Ren’in her iki yakasında da egemenlerin zaferine izin vermeme çağrısı yapıyorlardı.

Fransız imparatorluk ordusunun 6 Ağustos’ta Wörth ve Spichern’de uğradıkları ilk büyük yenilgiler, Paris ve taşrada belirgin bir Bonapartizm karşıtlığını ifade eden kargaşanın çıkmasına neden oldu. Hükümetin içine düştüğü müşkül durum ve halk kitlelerinin patlak veren öfkesi, imparatorluğun neredeyse yıkılmasına yol açan bir devrimci kriz doğurdu.

Paris’te sıkıyönetim ilan edildi. Hükümet başkanlığına gerici general Kont Palikao getirildi. 10 Ağustos’ta, resmi makamlar, geriye kalan son demokrat gazetelerin yayınlanmasını da yasakladı.

1 ve 2 Eylül 1870’te İmparatorluk ordusunun Sedan’da uğradığı hezimet ve teslim oluşu, halk arasında yeni bir isyan dalgasına yol açtı. 3 Eylül günü Paris’te işçilerin kitlesel gösterilerine üniversite öğrencileri, askerler ve ulusal muhafızlar katıldı. 4 Eylül’de imparatorluğun çöküşü, Fransa’da demokratik bir düzenin kurulması, emekçi kitlelerine kapsamlı hakların tanınması, saldırgana karşı gerçek bir halk direnişinin geliştirilmesi için yolu açmışa benziyordu. Fakat işçiler ile sol cumhuriyetçilerin Bonapartizm karşıtı bloğu, proleter unsurların örgütsel zayıflıkları ve küçük burjuva müttefiklerinin kararsızlıkları nedeniyle iktidara gelemedi.

Rochefort’un ve sağcı cumhuriyetçilerin yanı sıra Orlean hanedanlığının tanınmış yandaşlarının bulunduğu ve hükümet başkanı olarak general Trochu gibi isimlerin geçici hükümette yer alması, sol cumhuriyetçilerin proletarya karşıtı güçlerin tarafına geçişini ifade ediyordu.

Paris’in ileri işçileri, hükümetin bileşiminden dolayı büyük bir endişe içindeydi. 4 Eylül akşamı spontane bir biçimde Enternasyonal’in Paris Federal Kurulu’nun eski binasında toplanan sendika odaları delegeleriyle Enternasyonal üyelerinin aldığı kararlar da buna işaret ediyordu. Buraya, proletaryaya en yakın duran sosyalist yazar ve konuşmacılar da gelmişti. Katılımcılar, kararlı bir biçimde, hükümetin aldığı kararları gözlemleme ve denetleme hakkına etkin bir biçimde başvurma niyetlerini dile getirdiler. Ayrıca işçi topluluklarının komitelerinde sürekli görev yapan kimselerin olması gerektiğine karar verildi.

Enternasyonal temsilcileri, aynı zamanda, Parisli emekçilerin, sonraki aylarda devrimci hareket üzerinde önemli bir etkisi olan, bağımsız politik tutum alışının özgün bir biçimine de önayak olmuşlardı. 5 Eylül’de, Enternasyonal üyelerinden ve onlara bağ içindeki sendika odalarının temsilcilerinden oluşan 500 kişilik bir toplantıda Paris’in tüm 20 ilçesinde Cumhuriyetçi Gözetim Komiteleri kurmaya karar verdiler. 9 Eylül günü basın, 20 ilçenin geçici merkez komitesinin kuruluşunu bildiriyordu. Bu komitenin 7 üyesinin 5’i Enternasyonal üyesiydi.

Kısa bir süre sonra, 20 ilçenin MK’sının eylem programı ilan edildi. Temel amaç olarak, vatanın savunulması ve “kişisel inisiyatifi tüm halkla dayanışmayla birleştiren”, “gerçekten cumhuriyetçi bir hükümetin kurulması” ilan edildi. Planlanan önlemlerin başında, demokrasinin korunması ve etrafındaki ablukanın giderek daha da sıkılaştığı Paris’in savunulması geliyordu. Paris’teki durumun ve savaş döneminin zorluklarının kendisi, halk kitlelerinin akıbeti için endişelenen komitenin işçi üyelerinin sosyal nitelikte önlemler almalarına neden oldu. 20 ilçe MK’sının programı, gıda maddeleriyle yakıt stoklarına el konulmasını, tayinlere bağlanan bir dağıtım sisteminin kurulmasını, civar yerleşimlerden Paris’e sığınan halkın barındırılmasını vb. talep ediyordu. Afiş olarak basılan bu program kentin tüm sokaklarına asıldı.

Enternasyonal’in çok sayıdaki üyesi, başta da Varlin, Ulusal Muhafızların tabur komutanlıklarına seçildi. Eylül’ün ilk yarısında yapılan seçimlerdeki bu başarı politik bir gücü ifade ettiği gibi, olumsuz bir yönü de vardı, zira kitlelerin en çok benimsediği ve en yetenekli politikacılar hareketin genel yönetiminden alıkoyuyor, daha dar askeri, yer yer de salt ekonomik görevlerin boğucu ağırlığı altına sokuyordu.

 

Blanquicilerin hükümete karşı açık mücadeleye geçişi

İşgal altındaki başkentte kitleler, cepheden gelen her habere derhal tepki veriyordu. Metz kalesinin teslim oluşu haberi 31 Ekim 1870 ayaklanmasının patlak vermesine yol açtı. Ayaklanma hazırlığı yürüten Blanquiciler ve 20 ilçe MK’sı hareketin başına geçme fırsatı bulamamışlardı. “Ateşkese hayır!”, “Sonuna kadar savaş!”, “Komün seçimleri yapılsın!” sloganları altında kentin birçok yerinde insanlar toplandı. En büyük kalabalık Belediye binasının önünde birikti. Buraya Blanqui, Flourens ve Milliere de geldi. Ayaklananların arasında Serrailler gibi Enternasyonalin bazı önderleri de vardı. Ne var ki eski Federal Kurul’un çoğu üyesi ayaklanmaya katılmaktan imtina etti. Bu ayaklananları önemli ölçüde zayıflattı.

31 Ekim ayaklanması sırasında Blanquicilerin taktiğinin negatif yönleri kendini gösterdi. Kitleleri bu ayaklanmaya hazırlamamışlardı, belirli bir planları ve hedefleri konusunda net bir fikirleri yoktu. Bu durum, ilk anda hazırlıksız yakalanan ve Komün seçimleri için 2 Kasım tarihini ilan etmek durumunda kalan geçici hükümetin, Ulusal Muhafızların devrimci taburları zaferlerinden emin bir şekilde evlerinin yolunu tutmuşken, hükümet birliklerini belediyelerinin önüne yığmasına fırsat verdi. Ayaklanma bastırıldı. Demokratik güçlere doğrudan bir saldırı dalgası başlatıldı. Özel savaş mahkemeleri kuruldu, tabur komutanları arasında bir ayıklama furyası başlatıldı.

Komün seçimlerinin yapılması talebine karşılık, hükümet, Paris’in ilçe belediye başkanları seçimlerini devreye soktu. İşçi semtlerinde Enternasyonal üyelerinden Malon, Dereure, Blanquici Jaclard, Ranvier ve Flourens seçildi. Sağ Proudhonculardan Tolain, Murat ve Heligion ilçe belediye başkanı ve yardımcısı seçildiler.

Abluka altındaki başkentte açlık kol geziyordu, ışıklandırma gazı ve yakıt sıkıntısı vardı. Ocak 1871’de kente yönelik başlayan top ateşi yangınlara ve yıkımlara neden oluyordu; birçok yurttaş evsiz barksız kalmıştı. Bu koşullar altında kitlelerin inisiyatifleriyle oluşturdukları düzenleme ve mekanizmalar giderek daha büyük bir önem kazandı. Daha imparatorluk döneminde Enternasyonal üyeleri tarafından kurulan kooperatif kantinleri (Marmite) ve işsizler için atölyeler faaliyetlerini geliştirdiler. Buralarda kadın işçiler de son derece aktiftiler.

20 ilçe MK’sının “Kızıl İlan”ı ve 22 Ocak Ayaklanması

Hükümetin demokratik unsurlara karşı fütursuz saldırısı kitlelerin daha da hareketlenmesine yol açtı. 1870/71 kışında 20 ilçe MK’sı devrimci eğilimin odağı haline geldi. Komite, ayaklanma hazırlığı için kendi içinde 22 kişilik bir komisyon ve daha özel gizli bir beş kişilik komisyon seçti. Bu komite, 6 Ocak 1871’de yayınlanan 20 ilçe MK’sının Paris halkına yaptığı programatik çağrıyı, ünlü “Kızıl İlan”ı kaleme aldı. “Kızıl İlan” hükümetin tüm faaliyetini sert bir dille mahkum ediyordu. “İmparatorluğun devamı” olarak nitelenen mevcut rejimin milli savunma davasını beceremediğini söylüyor, görevden alınmasını talep ediyordu. Bu çağrı “Halka yol aç” “Komüne yol aç” sloganlarını formüle ediyordu. Çağrının altında Paris ilçelerinin 20 cumhuriyetçi komitesinin 140 delegesinin imzası vardı.

Bu çağrı bir ayaklanma davetiydi adeta; Fransa’nın karşıdevrimci burjuvazisi Paris’in savunulması kanlı komedisinin son perdesine hazırlanırken –başkentin teslim olması ve ateşkes– devrimci kampın sağlamlaşmasına katkıda bulundu. Ulusal Muhafızların işçi taburlarını kan kaybından dirençsiz ve moralsiz bırakmak için 19 ve 20 Ocak 1871’de Bouzonville yönüne bir saldırı planı hazırlanmıştı. İhanet içinde örgütlenen bu hücum girişimi, savaşçıların çaresizlik içinde kahramanca çarpışmasına rağmen yenilgiyle sonuçlanmış ve büyük kayıplar verilmişti.

Paris’in bu en iyi insanlarının bu şekilde yem edilmesi ve teslimiyet planlarına dair ortada dolaşan duyumlar 22 Ocak Ayaklanması’na yol açtı. Bu kez, “beşli komite”nin öncülüğündeki ayaklanma Enternasyonal’in Federal Kurulu tarafından desteklendi. Ayaklanmaya, yalnızca proleter değil, burjuva demokrat unsurlar da katıldı. Artık bir başarıdan ümidini kesmiş bulunan Blanqui ve Flourens bu gelişmelere aktif bir biçimde katılmadılar. Alanda toplanan Ulusal Muhafız taburları daha önce belediye binasını ablukaya alan hükümet birlikleri tarafından püskürtüldü. İşçi eylemlerinde devam eden tek tek eylemler de aynı şekilde hükümet güçleri tarafından bastırıldı. Ayaklanma bir kez daha yetersiz örgütlülükten dolayı yenilgiye uğradı. Bu kez, ek olarak, Parisli işçilerin açlık ve yokluktan dolayı aşırı bitkinliği de söz konusuydu.

Enternasyonalin Fransız üyeleri ve Ulusal Meclis seçimleri

28 Ocak’ta Fransız hükümeti Bismarck’la bir ateşkes anlaşması imzaladı. Savaş ve barış konusundaki nihai karar Ulusal Meclis tarafından alınacaktı ve bu meclis için yapılacak seçimlerin tarihi 8 Şubat olarak ilan edildi.

Paris Federal Kurulu, sendika odaları ve 20 ilçe MK’sıyla birlikte bir liste hazırladı. Bu listede F. Pyat dışında sözde devrimci politikacılardan kimse yoktu; aksine Paris proletaryasının gerçek önderleri Federal Kurul üyeleri, Genel Kurulun iki üyesi ve Blanquici grubun yer aldığı 44 aday vardı. Geri durumdaki işçilere bir taviz olarak Tolain de bu listeye dahil edildi.

Seçim sonuçları Federal Kurulun beklentilerini karşılamadı. Yalnıza iki aday (Malon ve Tolain) seçildi. 58 bin oy alan Varlin seçilemedi. İleri Parisli işçiler için taşradaki sonuçlar ağır bir darbe oldu. “taşranın seçim sandıklarından gericiliğin vahşi kükreyişi yükseliyordu” diye yazmıştı Lissagaray; bu olayların bir katılımcısı ve tarihinin yazarı.

12 Şubat’ta Bordeaux’da toplanan Ulusal Meclis, Prusya’yla yapılan rezil barışın geçici maddelerini onayladı ve monarşist bir gerici olan, demokrasinin ve işçi hareketinin azılı düşmanı Thiers’i hükümet başkanı olarak seçti. Thiers, dünkü düşmanı Bismarck’ın desteğini sağlama aldıktan sonra, Fransız burjuvazisinin kendisine verdiği görevi yerine getirmeye girişti: Paris’i dize getirmek. Bir ayaklanmayı provoke etmek ve onu kanda boğmak için bir dizi önlem aldı. Bu doğrultuda savaş boyunca biriken kira ve senet borçlarının ödenmesini talep etti, basılı tüm materyaller için damga vergisi yeniden yürürlüğe girdi, cumhuriyetçi gazeteler yasaklandı ve sıkıyönetim yenilendi.

Ateşkes sonrası koşullarda silahlarını teslim etmeyen ve burjuvazinin karşı devrimci planları açısından ciddi bir engel oluşturan Ulusal Muhafızlara özellikle ağır darbeler vurdu. Hükümet, Ulusal Muhafızlara tanınan asker maaşını kaldırdı. Ulusal Muhafızların Başkumandanı olarak Parislilerin nefret ettiği Bonapartist Vinoy atandı. Vinoy, Şubat sonlarında muhafızların tüm ağır silahlarını (toplamda 300’ten fazlaydı) kentin burjuva batı semtlerine nakletme emrini verdiğinde Muhafızlar buna itaat etmeyi reddetti ve emekçi halkın yardımıyla tüm topları Montmartre ve Chaumaunt tepelerinde topladı. Bu andan itibaren, proletarya ve demokrasinin, Paris işçilerini silahsızlandırmak isteyen karşı devrimci güçlere karşı verdiği savaş başlamış oldu. Thiers’in karşıdevrimci hükümetinin 18 Mart sabaha karşı bu topları zorla ele geçirme girişimi Proleter devrimine ve Paris Komünü’nün ilanına sebep oldu.

ENTERNASYONAL VE PARİS KOMÜNÜ

Paris işçileri, tarihte ilk kez işçi sınıfının iktidarını kurmanın kahramanca girişiminde bulunduğu sırada, Enternasyonal’in kongreleri ve işçi basınında açıklanıp işlenen Marksizmin birçok programatik ve örgütsel ilkeleri Avrupa ve Amerika’da işçi sınıfının bilincine sirayet eden bir yol kat etmiş bulunuyordu. Marx, yoldaşlarından oluşan çekirdeğe dayanarak, Enternasyonal’in Genel Kurulu ve Enternasyonal’in çeşitli ülkelerdeki seksiyonları üzerinde önemli bir etkide bulunabiliyordu.

Ne var ki, Paris’teki proleter devrim, ne Fransız seksiyonları ne de Genel Kurul tarafından “gerçekleştirildi”. Alman-Fransız savaşının başından itibaren ve Komün sürecinde Genel Kurul adına Enternasyonal’in Paris’teki üyelerine iletilebilen önerilerin kesinlikle bir talimat ya da direktif niteliği yoktu. “Fransa’da İçsavaş”ın taslağında, Marx, buna ilişkin şunları yazmıştı: “Bazı densizlerin zannettiği gibi Enternasyonal’in Paris ya da herhangi başka bir seksiyonunun bir merkezden doğru d’ordre  aldığı gibi bir durum söz konusu değil. Ancak tüm uygar ülkelerdeki işçi sınıfının en parlak kesimi Enternasyonal’e mensup olduğundan ve onun fikirlerini benimsediğinden, işçi sınıfının her yerdeki önderliğini ele alacağından kuşku yok.”  Keza Engels’in, Komün’ün “Enternasyonal onu yapmak için parmağını oynatmamış olsa da entelektüel olarak mutlak şekilde Enternasyonalin bir çocuğu” olduğuna ilişkin tespiti de aynı anlama geliyor.

Ulusal Muhafızların Merkez Komitesi ve Enternasyonal’in Paris Federal Kurulu

Şubat 1871’de Corderie’deki proleter sosyalist merkezin yanı sıra hızla devrimci kitlelerin ikinci bir merkezi ortaya çıktı. Bu, Ulusal Muhafızların Cumhuriyetçi Federasyonu ve onun MK’sıydı. Bu oluşumun da kuruluş amacı Ulusal Meclis seçimlerine hazırlıktı. Bu federasyonun kuruluşu, gerici subaylar kastının hareketi kendi nüfuzları altına alma girişimlerinden dolayı hızlandırılmıştı. Muhafızlardan silahlarını teslim etmemelerini ve yalnızca seçilmiş komutanlarının emirlerine uymalarını isteyen geçici bir merkez komite oluşturuldu. Bu süreçte Varlin önemli bir rol oynadı.

Federasyon nihai biçimine, Paris’teki devrimci krizin derinleştiği koşullarda, monarşi yandaşlarının saldırısına karşı cumhuriyetçi kitle hareketinin yükselişi sırasında kavuştu. 3 Mart günü yeni bir merkez komitesinin seçimi bunun ifadesiydi. Artık MK’nde aktif ve devrimci anlayışa sahip politikacılar bulunuyordu, aralarında, başta Varlin olmak üzere birçok Enternasyonal üyesi vardı.

Enternasyonal’in Paris Federal Kurulu gibi 20 ilçe MK’sı da ilk zamanlarda Ulusal Muhafızlar Federasyonu’na şüpheyle yaklaşıyordu. Paris Federal Kurulu’nun 1 Mart’ta gerçekleşen oturumunda, Varlin, ulusal muhafızlara mensup Enternasyonal üyelerinin merkez komite seçimlerine girmek için çaba göstermelerinin önemini vurguladı ve merkez komiteyle ilişkiyi sürdürecek bir komisyonun kurulmasını önerdi. Yürütülen tartışmanın sonucunda dört kişilik bir komisyonun Ulusal Muhafızların MK’sına gönderilmesi kararı alındı. Bunlar, MK çalışmalarına bireysel olarak katılacak ve alacakları kararlar Enternasyonal örgütü için bağlayıcı olmayacaktı. Enternasyonal üyelerinin katılımı Ulusal Muhafızlar MK’sının mevzilerini güçlendirdi. Karışıklıkların doğmaması için 20 ilçe MK’sı yeniden eski “20 ilçe delegasyonu” ismini aldı.

Ulusal muhafızlar MK’sı 300 bini aşkın neferden oluşan, örgütlü ve silahlı ulusal muhafız taburlarına dayanıyordu ve hızla otorite kazanan reel bir güçtü.  Bu, onun, 18 Mart’ta proleter ayaklanmanın önder merkezi olarak işleyebilmesini sağladı.

18 Mart 1871 Paris Devrimi

Ayaklanma, ev kadınları, sabah gün ağarırken gıda kuyruklarında yerlerini tutmak üzere sokağa çıktıklarında, hükümet birliklerini güvenceye alınmış toplara gizlice yanaşırken görüp ortalığı alarma vermeleriyle kendiliğinden patlak verdi. Büyük bir hızla toplanan MK, hükümet binasının ele geçirilmesi için bir plan hazırladı. Varlin, taburuyla kent merkezindeki Vendome meydanına gönderildi. Gece olduğunda, kentin en önemli noktaları isyancıların eline geçmiş bulunuyordu ve belediye binasında devrimci proleter hükümet olarak MK’nın ilk toplantısı yapıldı. “… Eski dünya, belediye binasının tepesinde dalgalanan kızıl bayrağın manzarası karşısında öfke nöbetleriyle çılgına dönmüştü.”

Yeni hükümet, ne sosyal bileşimi ne de siyasi görüşleri açısından homojen bir yapıya sahipti. Ulusal muhafız taburlarında yalnızca işçiler yoktu, küçük tüccarlar, memurlar, küçük işyeri sahipleri, üniversite öğrencileri, avukatlar ve doktorlar vardı. Onların MK’daki temsilcilerinin çoğu 1789 geleneklerini yücelten ve neojakobenler olarak adlandırılan küçük burjuva demokratlarıydı. MK’nın proleter üyelerinin bir kısmı Blanquiciydi. Ancak üyelerinin en az dörtte birlik kısmı Enternasyonal’e mensuptu. Fakat bunlar gerekli deneyim ve teorik donanımdan yoksundu. Buna karşın, MK’nın tüm üyeleri, halk karşısında duydukları sorumluluk duygusuyla ve üzerlerine düşen kamusal görevlerinin bilinciyle doluydu.

“Journal officiel”de şunları okumak mümkündü: “Parisin proleterleri, egemen sınıfların yenilgileri ve ihanetinin orta yerinde, kamusal meseleleri kendi ellerine almak suretiyle durumu kurtarmak zorunda oldukları anın gelip çattığını kavradılar… Kendilerini kendi kaderlerinin efendisi haline getirmenin ve hükümet erkini ellerine geçirmenin en yüce görevleri ve mutlak hakları olduğunu kavradılar.”  Hükümetin bu yayın organı tarihinde ilk kez böyle sözlere yer veriyordu.

MK’nın ilk işi, sıkıyönetimi, askeri mahkemeleri kaldırmak, tüm politik tutuklular için af çıkarmak oldu. MK, elindeki erkin tamamen geçici olduğunu öngörüyor ve Komün seçimlerini ilan etmek için acele ediyordu. Tüm bakanlıklara, yeni çalışma biçimlerini hayata geçirmek için devrimci hükümetin yetkilileri gönderildi. Bu çalışmada da Enternasyonal üyeleri en ileri saflarda yer alıyordu.

MK, yalnızca birkaç gün içinde proleter iktidar karakterini yansıtan bir dizi karar aldı. Polis ve düzenli ordu dağıtıldı; emanetçilere bırakılan eşyaların hiçbir karşılık alınmaksızın iade edileceği duyuruldu; senetlerin süresi uzatıldı, devlet memurlarının maaşları düşürüldü, açlık çeken ailelerin ihtiyaçlarının giderilmesine yönelik adımlar atıldı.

Ancak aynı zamanda MK, devrimci iktidarın sağlamlaştırılmasını güvenceye alacak en temel önlemleri almadı. Marx’ın tespit ettiği gibi, devrilen hükümetin üyelerinin Versay’a gitmelerine izin verilmişti ki, bu, onlara, orada karşıdevrim için güçlerini toparlama imkanı vermişti. “Devrimciler sayısız hata yaptı. Polis şeflerini etkisiz hale getirecekleri yerde onlara kapılar açıldı ve kurtarıcılar olarak selamlandıkları Versay’a gittiler; 43. alayın öylece gitmesine izin verildi; halk ile kardeşleşen tüm askerlerin evlerine gitmelerine izin verildi; gericiliğin Paris’in merkezinde örgütlenmesine fırsat tanındı, Versay rahat bırakıldı.”  Tüm bu hatalar, devrimin barışçıl bir şekilde sonuçlandırılabileceğine dair illüzyonlardan kaynaklanıyor, “yasalılığın” ihlal edilmesinden ve bir iç savaşa yol açmaktan duyulan korkudan besleniyordu.

Enternasyonal üyelerinin Paris Komünü’ne katılımı

Paris seksiyonlarından birçok önder ve sıradan üyesi 18 Mart Devrimi’ne son derece etkin bir şekilde katılmış olmasına karşın, Paris Federal Kurulu’nun kendisi, hareketin dışında kaldı. Çoğu üyesi hala reformist anlayışların etkisinden kurtulmuş değildi.

Paris Seksiyonları Federal Kurulu Komün seçimleri için bağımsız bir aday listesi oluşturmadı; ancak Enternasyonal üyeleri, ilçe örgütleri tarafından aday gösterilen, dürüst demokratlardan ve proleter devrimcilerden oluşan ve 20 İlçe Delegasyonu tarafından açıklanan 80 kişilik listede başköşeyi oluşturuyordu. 26 Mart’ta Komün’e seçilenlerin arasında Paris’te tanınan Enternasyonal üyesi 20 kişi bulunuyordu. Ve 16 Nisan’da yapılan ek seçimlerde bunlara daha fazlası eklendi.

Paris’in varlıklı sakinlerinin birçoğu ablukanın kaldırılmasından hemen sonra taşraya kaçtığı ve burjuvazi seçimleri kısmen boykot ettiğinden, Komüne seçilen üyelerin ezici çoğunluğu emekçi kitlelerin temsilcileriydi. Gerici burjuvazinin küçük bir temsilci grubunun böylesine plebyen bir bileşimin parçası olmayı reddetmesiyle de, Komün’ün sosyal bileşimi, nihai olarak, işçi sınıfıyla emekçi küçük burjuvazinin bir ittifakı olarak gerçekleşti. Parti politikaları bakımından bu durum üç ana grup olarak yansıma buldu ve Komün’ün çalışmalarının yönünü bunlar belirledi. Bunlar, Fransa’da işçi hareketinde belirleyici olan iki akım, Proudhoncular ile Blanquiciler ve küçük burjuva demokratları olan neojakobenlerdi.

Ekonomik kitle mücadelelerinin ve 60’lı yılların kooperatif ve sendikal hareketin katılımcıları olarak Enternasyonalin Paris seksiyonlarının üyelerinin çoğunun görüşleri, seksiyona 1870 ilkbaharında ya da kuşatma döneminde katılan daha genç üyeleri arasında Blanqui yandaşları olsa da, Komün’ün Proudhoncu fraksiyonuna yakındı.

Enternasyonal’in Parisli üyeleri sıkı bir birlik içindeki bir örgütlenmeye sahip olmayıp, bilimsel olarak temellenmiş bir program ve buna uygun bir taktik belirleyebilecek durumda olmasalar da, Paris Komünü’nün tüm faaliyeti üzerinde büyük bir etkiye sahiplerdi. Toplumun en ilerici kesiminin ileri temsilcileri olarak dönemlerinin en nitelikli insanları arasında yer alıyorlardı. Marx, daha sonraki işçi kuşaklarının kaçınması için onların hatalarını katı bir eleştiriye tabi tutuyor olsa da, Enternasyonal’e mensup Komünarların yüksek ahlaki düzeyi, düşüncelerine sadakatleri ve toplumsal çıkarlar uğruna kendilerini feda eden tutumları karşısında hep saygıyla eğiliyordu.

Enternasyonal sınıf dayanışmasının pratiği ile eğitilmiş olan Uluslararası İşçi Birliği üyeleri sayesinde, Komün, proleter enternasyonalizmin büyük fikirlerinin taşıyıcısı olarak hareket etti. Komün, yabancı uyrukluları saflarına kabul etmeyi kararlaştırdı.

Komün’ün ilk önlemlerinden biri, Enternasyonal’in birçok kongresinde karar altına alınan bir talep olan, halktan kopuk ve onun bastırılmasına hizmet eden düzenli ordunun dağıtılması oldu. Komün’ün kararı üzerine, I. Napolyon’un yağma savaşlarını ve militarizmi temsil eden ve Enternasyonal’in altı yıl boyunca yıkılması için mücadele ettiği Vendome sütünü yıkıldı.

Paris Komünü’nün sekreteri neredeyse ilk günden itibaren işçi Charles Amouroux idi. Bir Blanquici olan bu Enternasyonal üyesinin yüksek örgütçü yetenekleri ve büyük sorumluluk duygusu sayesinde, bu ilk proleter hükümetin 18 Nisan’dan itibaren hiç eksiksiz steno edilen tutanakları günümüze kadar ulaşabildi.

Enternayonal’in üyeleri, Komün’ün karşı devrimci Versay Hükümeti’ne karşı verdiği silahlı mücadelede büyük bir rol oynadılar. Varlin ve Emile Duval, Ulusal Muhafızların MK’sının, ilk günden itibaren Monarşistlere karşı kararlı önlemler alınmasını ve Versay’a bir sefer düzenlenmesini isteyen en etkin üyelerindendi. Askeri Komisyon’unun üyesi Flourens ve Komün’ün generali Duval, Versaylılara karşı verilen 3 ve 4 Nisan 1871’deki ilk çarpışmalarda şehit düştüler. Birçok enternasyonal üyesi karşıdevrimci güçlere karşı düzenlenen hücumlar sırasında ya da “kanlı hafta” sırasında son barikatlarda can verdi. Proletaryanın bu kahramanlarının birçoğunun ismi ne yazık ki tarihe kalamadı.

Ancak Komün’de Enternasyonal’in düşüncelerinin en derinlemesine nüfuz ettiği alan, alınan toplumsal tedbirlerdi; çalışma, sanayi ve takas komisyonunda gerçekleştirilen çalışmalardı. Bu komisyonun üyelerinin çoğu Enternasyonal mensubuydu. Komisyon üyelerinden Frankel, “…, eğer toplumsal ilişkilerde radikal bir dönüşüm yaratmayı başarabilirsek, 18 Mart Devrimi şimdiye kadar görülenlerin en dehşetlisi olarak tarihe geçecek” diye yazıyordu, 30 Mart 1871’de Marx’a.

Komisyon, çalışmalarına, görünürde ehemmiyetsiz, ama emekçi yurttaşların dolaysız ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik ertelenemez önlemlerle başlamak zorundaydı. Rehincilerde rehini kaldırılmamış eşyaların satışı yasaklandı ve kira ödemeleri ertelendi (29 Mart genelgesi). Kısa süre sonra (12 Nisan) karşılıksız senetlerin hukuksal takibi durduruldu. Marx, devrimci proletaryaya kentli küçük burjuvazinin desteğini sağlayan bu önlemler hakkında Genel Kurul’a bilgi verirken, bunları “iki ustaca hamle” olarak niteledi. Frankel, fırınlarda gece işçiliğini kaldıran, işçi ve memurların ücret ve maaşları üzerinde herhangi bir kesintiyi ve para cezasını yasaklayan kararların alınması için Komün’de etkin bir çalışma yürüttü.

Proleter devletin mülkiyet ilişkilerine müdahale ettiği ve sosyalist bir renk taşıyan önemli bir genelge de, Paris’i terk etmiş işletmecilerin başıboş bırakılmış işletmelerinin işçi kooperatiflerinin emrine verilmesi oldu. Bu genelgeyi hayata geçirmek için sendikaların yardımıyla boş bırakılmış binaların tespiti ve çalışmanın durduğu tesislerin envanterini çıkarmak için bir inceleme başlatıldı. Enternasyonal’in Paris Federal Kurulu, çalışma komisyonunu desteklemek için üyelerinden oluşan özel bir inisiyatif komisyonu oluşturdu. Ne var ki, bu çalışma komisyonu genelgenin metnini hazırlarken, terk edilmiş mülklere el konulmasına karar veremedi ve dönmeleri halinde sahiplerine iade edilmesini öngördü.

İşçi kitleleri içinde otorite sahibi olan Enternasyonal üyeleri, Komün’e, devlet kuruluşlarında Versay yandaşlarının sabotajlarını boşa çıkarmada başarılı bir şekilde yardımcı oldu. Komün’ün postadan sorumlu ve yetkili kıldığı Theisz; darphaneden sorumlu kılınan Camelinat, dolaylı ve dolaysız vergilerin idaresine seçilen Combault ve Bastelica çalışmalarında, cesaretle önemli görevlerde sorumluluk verdikleri işçilere ve alt kademe memurlarına dayandılar. Büyük ve sorumluluk isteyen bir çalışmayı Varlin gıda komisyonunda yerine getiriyordu. Burada olağanüstü örgütleme yetenekleri gün yüzüne çıktı. Bir süreliğine mali komisyona da atandı; burada muhasebeci François Jourde onun sağ kolu oldu. Varlin ve Jourde, Komün’ün maliyesini büyük bir dürüstlük ve tutumlulukla düzene soktular, ama burjuva “yasalılık” tasavvurlarını aşamadılar. Komün’ün Fransa Bankası’nı kamulaştırmamasının ve burada tutulan servetlere el koymamasının baş sorumlusu onlardı. Ki bu önlemler, gerek duyulduğunda, Versaylılar üzerinde baskı kurmaya olanak tanıyabilirdi.

Nisan-Mayıs 1871’de Paris Federal Kurulu  ve Komün içindeki bölünme

Komün, proleter devlet sisteminin yeni biçimi olarak güçlendiği ölçüde, önceki aşamalarda ortaya çıkan devrimci proleter toplumsal örgütlerde en çok öne çıkan temsilciler, giderek daha çok Komün’ün çeşitli organlarındaki çalışmaya çekildiler. Bunlar, 20 ilçe delegasyonları, Ulusal Muhafızlar MK’sı, Paris Federal Kurulu, federal sendikalar odasıydı. Onların yerine, semtlerdeki taban örgütlerinden, gözetim komisyonlarından, seksiyonlardan ve kulüplerden seçilip gönderilen ve sayıları her gün daha da artan yeni temsilciler geliyordu. Bu durum da kitlelerin artan etkinliğinin bir göstergesiydi. Buna uygun olarak da, yeni Enternasyonal seksiyonları ortaya çıkıyordu.

12 Nisan’da Federal Kurul, son derece önemli bir kararı, A. Tolain’in Enternasyonal’den ihracı kararını verdi. Zira Tolain, işçi sınıfının davasını savunması için Ulusal Meclis’e seçildikten sonra, en alçakça ve rezil bir biçimde saf değiştirerek ihanet etmişti.

Mayıs ayının başında Komün içerisindeki akımlar arasındaki mücadele sertleşti. Politik idare ve Versay’a karşı yürütülecek savaş meselelerinde yetkiyi ellerinde bulunduran Blanquiciler ve neojakobenler, tüm iktidar erkinin merkezileşmesi gerektiğine dair kanılarını güçlendirmişlerdi. Sayı üstünlükleri olduğundan, 1 Mayıs’ta, beş kişiden oluşacak ve tüm delegasyonlarla komisyonlar üzerinde sınırsız bir yetki tanıyan ve yalnızca Komün’e sorumlu olan bir kamu hizmetleri komitesinin kurulmasını sağladılar. Proudhonculardan oluşan azınlık, “diktatöryan bir karaktere” sahip bu organın kurulmasını protesto etti. Komünün imtiyazlarına titizlikle riayet edilmesi ve tartışma tutanaklarının tam metinlerinin yayınlanması taleplerinde ısrar ettiler. Ne var ki, bu arada proleter devletin yüz yüze bulunduğu tehlike ve Paris’in içinde dahi karşıdevrime (kente Thiers’in ajanları sızmıştı bile) karşı mücadele etme zorunluluğu, güçlü devrimci bir erkin oluşturulmasını gerektiriyordu. Eski legalci, burjuva demokrat illüzyonların yansıma bulduğu Proudhoncuların görüşleri, 18 Mart Devrimi’nin başarısını güvenceye alan Paris proletaryasıyla emekçi küçük burjuvazinin oluşturduğu bloğu böldü.

Bunun yanı sıra Proudhoncu “azınlık” ile “çoğunluk” üyelerinin ilişkileri, ayrı ayrı toplantılar düzenlemeye başlamalarıyla daha da kötüleşti. 15 Mayıs günü, “azınlık”, Komün’den ayrılma ve seçim çevrelerine dönme niyetlerini ifade eden hazır bir deklarasyonla Belediye binasına geldi. “Çoğunluk” üyelerinin o sırada orada bulunmamaları nedeniyle amaçladıkları toplantı gerçekleştirilemedi, ama deklarasyon doğrudan gazetelere verildi. Deklarasyonun altındaki 21 imzanın 15’i Enternasyonal üyesiydi. Ancak Enternasyonal’in birçok üyesi “çoğunluk” saflarındaydı.

Frankel ve Serrailler’in önerisiyle Paris Federal Kurulu, Komün’ün Enternasyonal’e mensup tüm üyelerinin katılacağı ve belediye binasındaki olayla ilgili hesap verilmek ve Komün içindeki bölünmeyi değerlendirmek üzere özel bir toplantı çağrısında bulundu. Bu toplantı 20 Mayıs’ta gerçekleşti. Üyelerin savunmalarının ardından, Kurul, gerekçelerin iyi niyetini kabul etmekle birlikte, işçi sınıfının çıkarlarının gözetimi pozisiyonundan ayrılmaması ve Versay hükümetine karşı zafer kazanılması açısından vazgeçilmez önemdeki birliğin zedelenmemesi için gereken her şeyin yapılması uyarısında bulundu. Kurul, aynı zamanda, Komün oturumlarının yayınlanması ve kamu hizmeti komitesinin çalışmalarını denetleyecek bir mekanizmanın oluşturulması talebini destekledi.

“Azınlık”ın deklarasyonu Paris basınında ayrıntılı olarak işlendi ve işçi gazeteleri ve işçi toplantıları tarafından sert bir biçimde mahkum edildi. Dördüncü bölge seçmenleri, deklarasyon imzacılarından, Komün’deki yerlerini derhal yeniden almaları talebinde bulundu. Birçoğu gerçekten de Komün’ün bir sonraki toplantısına katılım gösterdi. Ne var ki, Komün, o tarihten sonra fiilen sadece üç kez toplanabildi; 17, 19 ve 21 Mayıs 1871’de. Versaylılar Paris’e girdi ve “kanlı hafta” başladı. Paris işçi sınıfının birliği, “azınlık” üyelerinin “çoğunluk” üyeleriyle aynı kahramanlıkla çarpıştıkları barikatlarda yeniden sağlandı.

18 Mart Devrimi ve Paris Komünü’nün Genel Kurul tarafından değerlendirilmesi

Marx ve Engels, başından beri, Uluslararası İşçi Birliği’nin yönetici organının Paris’teki proleter devrime ilişkin doğru bir bakış açısı kazanması için çaba gösterdiler. Genel Kurul’un daha 21 Mart 1871’deki oturumunun büyük bir bölümü bu konuya ayrılmıştı. Serrailler, eline henüz yeni geçmiş mektuplara dayanan ve Londra gazetelerinin verdiği haberleri önemli oranda düzeltip ayrıntılandıran bir bilgilendirmede bulundu. Engels, olayların genel tablosunu çizip, devrimin, hükümet birlikleriyle ulusal muhafızların kardeşleşmelerinde ifadesini bulan halkçı karakterinin altını çizdi. Ulusal muhafızlar MK’sını, Paris’in emekçi kitlelerini temsil eden demokratik organı olarak tanımladı ve bu MK’ya enternasyonalin dört üyesinin dahil olduğunun altını çizdi. Durumun genel değerlendirmesinde, Engels, Prusya bu mücadeleden uzak tutulabilirse, başarı şansının artacağını söyledi. Kurul’da, Marx’ın, Genel Kurul’un Londra’nın işçi örgütlenmelerine Paris Devrimi’nin özünü anlatıp açıklamak ve onları “Paris hareketine desteklerini ifade etmeye” davet edecek delegasyonlar gönderilmesi önerisi kabul edildi. Genel Kurul üyeleri derhal çeşitli işçi toplantılarında konuşma yapmak üzere harekete geçtiler. İngiliz işçilerinin gelişmeleri doğru anlayıp değerlendirmelerinde Marx ve Engels’in açıklamalarının ne denli büyük katkı sağladığını, onların açıklamalarından anlamak mümkün. 27 Mart 1871’de bu toplantılardan biri, Paris hareketini, “devlet içinde hak ettikleri konumu almak isteyen işçilerin hareketi” olarak değerlendirmişti.

Devrimci hükümet ile Enternasyonal’in Paris Seksiyonlarının bağlarının güçlendirilmesi yolunda, Genel Kurul’un kararı üzerine, Serrailler yeniden Paris’e gönderildi. Gizlilik koşulları gereği karısına yazdığı mektuplar, Marx ve Engels için Komünarların durumu hakkında son derece önemli bir bilgi kaynağıydı.

Marx ve Engels, zaman zaman Parislilerin devrimci mücadelesinin taktiğinin analiziyle ilgilendiler. Thiers’in, bir yandan tetikteki ayaklanmacıları uyutmaya kalkarken, diğer yandan Bismarck ile irtibat halinde oluşunu gördüler. Böylesi bir işbirliğine varılacağından Marx’ın kuşkusu yoktu. Prusya ordusunun Fransa’daki varlığını hareketin gelişimi açısından son derece elverişsiz bir durum olarak değerlendirirken, Paris’te karşıdevrimin kararlılıkla bastırılması ve Versay’a saldırıya geçilmesinin, Parislilere taşradaki devrimci unsurların desteğini kazandırabileceği görüşündeydi. Bu arada, Parislilerin uyguladıkları savunma taktiği, başkenti yalıtılmışlığa mahkum etmişti. Bu hatanın vahim sonuçlarını Marx hemen tespit etmişti. 6 Nisan’da, Wilhelm Liebknecht’e şöyle yazdı: “Öyle görünüyor ki Parisliler yeniliyor. Bu kendi suçları; ama hakikaten de fazlasıyla iyi niyetten kaynaklanan bir suç. Merkez Komitesi ve daha sonraları da Komün, mischievous avorton  Thiers’e düşman güçlerini toplamak için zaman tanıdı. Çünkü; 1. akılsızca iç savaş başlatmak istemediler; sanki Thiers onu, Paris’in zorla silahsızlandırılması girişimiyle zaten başlatmamış gibi, sanki Ulusal Meclis yalnızca savaş ve barış meselesini Prusya’yla kararlaştırmak için toplanmış ve cumhuriyete derhal savaş ilan etmemiş gibi. 2. Darbeci şiddet izlenimini vermemek için, Komün seçimiyle –ki bu seçimlerin örgütlenmesi vb. ayrıca zaman gerektirdi– son derece değerli zamanlar kaçırdılar.”

1871 Mayıs ayının başlarında, Marx ve Engels, Komün’ün askeri durumundan dolayı endişelilerdi. 9 Mayıs’ta, Engels, Genel Kurul’da sokak çatışmalarının kaçınılmazlığından bahsediyordu. İstihkamlar ele geçirildiği taktirde, şimdiye dek görülmedik şiddette bir barikat savaşı yaşanacaktı. Tarihte ilk kez barikatlar topla, tüfekle ve gerçek anlamda düzenli birliklerce savunulacaktı. Versaylılar birliklerinin bir kısmını düzeni sağlamak üzere taşraya gönderdiğinden, güçler aşağı yukarı eşit olacaktı.

Uzunca süren bir rahatsızlığın ardından, Marx, 23 Mayıs’ta ilk kez yeniden bir Genel Kurul oturumuna katılabilmişti. Tartışmayı, Komün’ün sonunun yakın olduğunu saklamadığı uzun bir konuşmayla açtı. Ancak proletaryanın bu yenilgisinin geçici bir yenilgi olacağını söyleyen Marx, “Komün’ün ilkeleri ölümsüzdür ve yok edilemezler; işçi sınıfı kurtuluncaya kadar kendilerini hep yeniden ve yeniden kabul ettirecekler.” Bitirirken, Enternasyonal’in egemen sınıflara korku saldığını, dolayısıyla bundan böyle daha fazla takibata uğrayacağının altını çizdi.

Paris Komünüyle Dayanışma hareketinin örgütçüsü olarak Genel Kurul

Egemen sınıfların temsilcileri nefretlerinin tüm gücüyle Komün’e saldırmak için en başından itibaren Komün’ü Enternasyonal ile özdeşleştirirken, tüm ülkelerin işçileri içgüdüsel olarak Paris Devrimi’nin sınıf karakterini anlıyor ve onun savunmak için harekete geçiyordu. Asıl görev, proleter dayanışmanın bu hareketini örgütlemek, onu doğru şekilde kanalize ve koordine etmekten oluşuyordu. Marx ve Engels, bu nedenle, olabildiğince geniş kitleleri bu harekete katmaya çabalıyor ve yalnızca Enternasyonal’in seksiyonları aracılığıyla etkin olmakla kalmıyorlar, ilerici düşüncelere sahip aydınlarla ve burjuvazi saflarındaki bazı dürüst demokrasi savunucularıyla sahip oldukları çok sayıdaki ilişkiden de azami ölçüde yararlanıyorlardı.

Enternasyonal’in önderleri tüm ülkelerde Komün’ün desteklenmesine yönelik kapsamlı bir kampanyanın yürütülmesini sağlamayı başardılar. Genel Kurul’un çağrıları her yerde yankı buluyordu. Dünyadaki ilk proleter devletle dayanışma hareketi, daha önceki yıllarda işçilerin ekonomik ve politik talepleri uğruna gerçekleştirilmiş olan mücadeledeki eylem birliğinden doğuyordu. Ancak kapsam bakımından Enternasyonal’in bugüne kadar yürüttüğü tüm kampanyaları aşan bu hareket, nitelik olarak da diğerlerinden ayrılıyordu. Sınıf bilincinin daha yüksek bir düzeyini, proleter enternasyonalizmin daha derinlemesine kavranışını yansıtıyordu; bu hareket, işçi hareketinin devrimci eğilimini ortaya konulmasına katkıda bulunuyordu. İşçi sınıfının henüz ilk adımlarını attığı ekonomik olarak az gelişmiş ülkelerde Paris Komünü ile dayanışma mücadelesi ve onun kazanımlarının savunulması mücadelesi bağımsız bir işçi hareketinin doğumuna işaret ediyor ve işçilerin Enternasyonalist ruhla eğitilmesinin temellerini atıyordu.

Avrupa işçi sınıfının Paris Komünü ile dayanışma hareketindeki doruk noktalarından birini, Bebel’in 25 Mayıs 1871’te yaptığı Reichstag konuşması oluşturdu. Dünya proletaryasının ileri bir bölüğünün temsilcisi olarak, Bebel, Junkerciliğin ve burjuva gericiliğin tam kalbindeki kürsüye çıkıp, ilk proleter devleti savunmaktan çekinmedi. Sağcı vekillerin yuhalamalarına ve kopardıkları yaygaraya aldırış etmeden, şunları ilan etti: “Şundan emin olun ki, Avrupa proletaryasının tamamı ve bağrında özgürlük ve bağımsızlık adına hala bir duygu taşıyan herkes gözünü Paris’e dikmiş bulunuyor… Ve şu an Paris bastırılmış olsa dahi, size şunu hatırlatırım ki, Paris’teki mücadele yalnızca küçük bir öncü bölüğün çatışmasıdır ve Avrupa’daki asıl dava henüz görülmeyi bekliyor ve on yıllar geçmeden, Paris proletaryasının ‘Saraylara savaş, kulübelere barış; yoksulluğa ve aylaklığa ölüm!’ savaş çığlığı tüm Avrupa proletaryasının savaş çığlığı haline gelecektir.”

Komün mültecilerine yardımın örgütleyicisi olarak Genel Kurul

1871 Haziran’ının başında Versay’ın takibinden kurtulmayı başaran ilk Komünarlar Londra’ya geldiğinde, Genel Kurul, teknik ve örgütsel nitelikte ertelenemez görevlerle karşı karşıyaydı. Emekçi kesimlerden gelenler, Versay’a karşı çatışmalarda varlarını yoklarını kaybetmişler ve büyük bir yokluk içindeydiler. Birçoğu parklarda yatmak zorundaydı. Öncelikli iş, onlara en azından barınak ve iş bulmaya yardımcı olmaktı. Genel Kurul aylarca bu sorunları çözmek için büyük bir çaba gösterdi. Marx, Kugelmann’a yazdığı mektupta, o günlere dair şöyle yazıyordu: “Enternasyonal işleri başımızdan aşkın, Londra ilgilenmemiz gereken refugee’lerle  dolup taşıyor”. Mültecilerce işletilen bazı ucuz oteller adeta yurtlara dönüşmüştü; masraflarının bir kısmını üstlenen Genel Kurul buralara mülteciler yolluyordu. Sığınmacılar burjuva yardım severliğine bel bağlayamıyordu ve Genel Kurul kendisini “Yardım komitesi olarak … düzenlemek” zorunda kalmıştı.

Genel Kurul, İngiliz işçileri arasında en ufak katkıların bile kaydedildiği imza listeleriyle bağışlar alıyordu. Engels, iş çevrelerindeki eski arkadaşlarından önemli miktarlar toplamayı başardı. Marx Alman ve İngiliz demokratları arasında, Marx’ın kızları da bağları oldukları ilerici üniversite gençliği arasında bağış kampanyasına etkin bir biçimde katılıyorlardı. 27 Haziran’da bu işle görevli ve 29 Ağustos’a kadar etkin bir çalışma yürüten bir alt komite oluşturuldu.

Marx, Engels ve Genel Kurul, ayrıca, henüz Paris’te gizlenen Komünarların kurtarılmasıyla da yoğun bir biçimde ilgilendi. Bu, gizlilik gerektiren ve fazla sayıda kişinin dahil edilemeyeceği bir işti. Genellikle tamamen güvenilir kişiler aracılığıyla, Komünarlara, Fransa’yı terk edebilecekleri, İngiliz, Alman ya da başka ülke pasaportları gönderiliyordu.

Enternasyonal’e yönelik baskılar

Paris Komünü’nün yenilgisinden sonra neredeyse tüm ülkelerdeki politik durum keskin bir biçimde değişti. Egemen sınıflar, Komün’ün, iliklerine kadar işleyen korkusunun acısını proletaryadan çıkarmaya başladı. Enternasyonal üyeleri ve örgütlerine yönelik bir saldırı dalgası başladı. Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan, İspanya, İtalya, Belçika, Danimarka ve Çarlık Rusyası egemenlerinin eş zamanlı olarak Uluslararası İşçi Birliği’ne karşı giriştiği saldırılarda sömürücülerin sınıf dayanışması ifadesini buldu. Bismarck’ın iddia ettiği üzere, tüm ülkeler Enternasyonal tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

1872 yazı geldiğinde, Avrupa’nın neredeyse tüm ülkelerinde Enternasyonal şu ya da bu ölçüde yasaklanmış durumdaydı. İllegal faaliyete geçiş, böylesi mücadele biçimlerine uyum sağlamamış olan seksiyonlar için son derece zorluydu. Bazı yerlerde, Birliğin seksiyonlarının komplocu gruplara dönüşmesi ve bunlara ajan ve muhbirlerin sızması riski doğmuştu.

PARİS KOMÜNÜ DENEYİMLERİNİN GENELLEŞTİRİLMESİ “FRANSA’DA İÇ SAVAŞ” AÇIKLAMASI

18 Mart 1871 Paris’teki proleter devrim modern çağın tarihinde bir dönüm noktasıydı. Yeni bir dönem, “burjuvazinin tam egemenliği ve çöküşünün, ilerici burjuvazinin gerici ve aşırı gerici mali sermayeye dönüşümünün dönemi” başlıyordu.

Uluslararası işçi hareketi de yeni bir gelişim aşamasına girmişti. Paris Komünü’nün kapitalizme vurduğu bu ilk darbeyi, kapitalist devletlerin otuz yıllık görece “barışçıl” gelişim süreci izledi. Bu, tekel öncesi kapitalizmin emperyalizme adım adım geçiş yaptığı ve Lenin’in şöyle tarif ettiği bir dönemdi: “Batı, burjuva devrimleri dönemini kapattı. Doğu ise henüz bunları yaşayacak olgunluğa erişmedi.” İşçi sınıfı bundan böyle, devrimci güçleri toplama, sosyalist partiler kurma ve yeni devrimci mücadeleler için hazırlanma göreviyle karşı karşıyaydı.

Paris Komünü, çeşitli sosyalist öğretiler açısından büyük bir tarihsel sınama olarak gerçekleşti. Küçük burjuva doktrinerciliğin, sekterciliğin ve reformizmin verimsizliğini ve dayanaksızlığını kanıtladı. Paris Komünü, bilimsel komünizmin, Marksizm öncesi küçük burjuva sosyalizminin çeşitli biçimlerin karşısındaki kesin zaferini hızlandırdı. Yalnızca Marksizm, Komün’ün deneyimlerini derinlemesine genelleştirmeyi, Komün derslerinden işçi sınıfını düşünsel bakımdan zenginleştirecek materyali çıkarmayı, dolayısıyla da işçi sınıfını yeni son derece önemli bilimsel tezlerle donatmayı başardı. Bu durum, Marksist öğretinin, işçi hareketi içerisinde, sonrasında Marksist temel üzerinde yükselen proleter partilerin oluşumunu koşullayan mevziler kazanmasına yardımcı oldu.

Komün deneyimleri, Enternasyonal’in devrimci programının geliştirilmesine olanak vermişti. Proleter kitlelerin Komün’e duyduğu sempatinin, Parisli Komünarların başlattığı davayı sürdürüp sonuca götürmenin bilinçli çabasına tahvil edilmesi gerekiyordu. İşçi sınıfı içinde, burjuvazinin kaynaklık ettiği kadar sekter unsurların da kaynaklık ettiği Komün’ün özüne dair yanlış yorumların yayılmasına engel olmak elzemdi.

Anarşistlerin Komün’ü kendi ilkelerinin bir teyidi olarak ilan etmekte acele etmeleri bir tesadüf değildi. Paris Komünü’nün uluslararası proletarya tarafından nasıl anlaşıldığı, birçok bakımdan proleter devrimcilerle Bakuninci anarşizm arasında yaşanacak olan nihai mücadelenin sonucunu belirleyecekti.

Komün, egemen sınıflarda genel olarak nefrete ve öfkeli bir saldırganlığa neden olmuştu. Paris Komünarları üzerine boşaltılan yalan ve iftira seli karşısında, Enternasyonal bakımından, ideolojik bayrağını savunmak ve Komün davasının uluslararası işçi sınıfının tamamının çıkarlarıyla bozulmaz bütünlüğünü açıkça ilan etmek bir yükümlülük haline gelmişti. Engels daha sonraları şunları yazmıştı: “Uluslararası İşçi Birliği, ilk günden son gününe kadar Parisli ayaklanmacılarla ve bunun da ötesinde yenilgiye uğratılan proleterlerle kendini özdeşleştirme cesareti gösteren tek taraftı.”

Enternasyonal’in Genel Kurulu, Komünarların muazzam eyleminin tarihsel önemini bilimsel olarak ortaya koymak, deneyimlerini süzerek onları tüm mücadele halindeki proletaryanın kolektif mülkiyeti haline getirmek zorundaydı. Bu da, Marx’ın Genel Kurul adına kaleme aldığı “Fransa’da İç Savaş” açıklamasıyla gerçekleşti.

Bilimsel komünizmin parlak bir program belgesi olarak “Fransa’da İç Savaş”

Genel Kurul’un Paris’teki gelişmeler üzerine bir açıklamasını yazma çalışmalarına, Marx, Nisan 1871 ayı ortalarında başladı. İki ayrı taslak kaleme aldı, “Fransa’da İç Savaş”ın birinci ve ikinci taslağı. İlki 10 Mayıs 1871’de tamamlandı, ikincinin tamamlanması Mart ortalarına kadar sürdü.

Bu taslaklar, Marx’ın yaratıcı çalışma biçimini gözler önüne seriyor; Paris Komünü’nün deneyimlerini genelleştiren sonuçları formüle etmek için son derece önemli teorik ve tarihsel sorunları nasıl çok yönlü incelediğini gösteriyor. Ancak bu taslakların değeri bununla sınırlı değil. Birçok noktada sonuç metninden daha ayrıntılı bir argümantasyon sergiliyorlar. Marx, bir açıklamanın görece kısıtlı çerçevesine bağlı kalmak zorunda olduğundan, burada taslaklarda öne sürdüğü materyalin tümünü kullanamadı. Bu nedenle taslaklar, yer yer fragmanvari bir niteliğe sahip olsalar da, içerikleri bakımından açıklamayı önemli oranda tamamlıyorlar.

Açıklamaya kıyasla taslaklar, Komün’ün doğuşuna zemin hazırlayan tarihsel önkoşullara ve Komün öncesinde Fransa’daki devrimci harekete daha geniş yer ayırıyor. Keza proleter devletin sosyal önlemlerini ve köylülük ile kentli orta tabakalara yönelik yürüttüğü politikayı daha ayrıntılı olarak karakterize ediyor.

Marx’ın 30 Mayıs 1871 günkü Genel Kurul oturumunda onaylanmak üzere okuduğu ve mevcut üyelerin tamamının onayladığı “Fransa’da İç Savaş” açıklaması, yalnızca Uluslararası İşçi Birliği için değil, daha sonrasındaki proleter dünya hareketi için programatik bir öneme sahipti. Lenin bu eseri, proleter devrim mücadelesinde başvurulacak “en iyi kılavuz” olarak nitelemiştir.

Marx, hazırladığı açıklamayı, aynı zamanda, sekter akımlara karşı bir darbe olarak da tasarladı. “İşçiler sosyalist tarikatçılık döneminden çıkmıştır” diye saptıyordu. Bu eser, proletarya diktatörlüğüne, proleter partiye vb. dair –daha sonraları Londra ve Lahey’deki konferanslar tarafından kabul edilen– en temel tezlerinin teorik temellendirilmesini içeriyordu. Ayırt edici bir diğer nokta da, açıklamada komünist ilkelerin ilan edildiği devrimci gözü peklikti. Engels, 28 Haziran 1871’de Carlo Cafiero’ya yazdığı bir mektupta, Genel Kurul’un bu resmi belgeyle apaçık bir şekilde “komünizm lehine” görüş bildirdiğini söylüyordu.

Paris Komünü’nden sonra Enternasyonal tarihindeki yeni aşama

Paris Komünü, Uluslararası İşçi Birliği’nin etkinliğinde de bir dönüm noktasını oluşturuyordu. Birliğin fikirlerinin olağanüstü bir yaygınlaştırılmasına katkıda bulunmuş ve yeni bir üye akımına neden olmuştu. Bu konuda Lenin şunları aktarıyor: “Sosyal devrimin öncü savaşçısı olarak Komün proletaryanın acı çektiği ve mücadele ettiği her yerde sempati kazandı. Komün’ün yaşamı ve ölümü, bir dünya metropolüne ele geçirmiş ve iki aydan fazla bir süre elinde tutmuş bir işçi hükümetinin varoluşuna dair tablo, proletaryanın kahramanca mücadelesinin ve yenilgisinin ardından yaşadığı acılar; tüm bunlar milyonlarca işçinin cesaretini yükseltmiş, umudunu büyütmüş ve sempatisini sosyalizme yöneltmişti. Paris toplarının gümbürtüsü, proletaryanın en geri kesimlerini derin uykusundan uyandırmış ve devrimci sosyalist proletaryanın her yerde yoğunlaştırılmasına itilim oluşturmuştur.”

Paris Komünü’nün etkisiyle Enternasyonal örgütleri sayısal olarak büyüdü. Artık daha önceleri Birliğin hiç seksiyonunun bulunmadığı ya da kurulmasının daha ilk adımlarının atılmış olduğu ülkelerde de örgütler oluşmaya başladı (İtalya, İspanya, Portekiz, Danimarka, Latin Amerika vb.). Aynı zamanda işçi sınıfının burjuvazinin ideolojik etkisi altında bulunan ve Komün’ü burjuvazinin gözleriyle “sınıf barışı”nı bozan bir tehdit olarak gören kesimleri Enternasyonal’den uzaklaşmaya başladılar. Fransa’daki olaylar işçi hareketi içindeki güçlerin ayrışmasını hızlandırıyor, devrimci ile sekter reformist kanat arasındaki mücadeleyi keskinleştiriyordu. Reformist politikacıların bir bölümü açıkça devrim yoluna sırtını döndü. Komün devrimci çizgi ile yüzünü henüz Enternasyonal’e dönmüş işçiler arasında güçlü bir temsili olan ve proleter enternasyonalizm konusunda henüz eğitimsiz olan küçük burjuva anarşist eğilimler arasındaki çelişkilerin derinleşmesine yol açtı. Enternasyonal içerisinde proleter olmayan güçlerin tamamı, solcusu olduğu kadar da sağcılarıyla da, tek bir blok halinde bir araya geliyordu.

Paris Komünü’nün açtığı bu tarihsel süreçte, proleter hareketin örgütlenme biçimlerini değiştirmek ve geliştirmek ihtiyacı doğdu. Paris Komünü öncesinde sınıf mücadelesinin seyri yalnızca ileri işçilerin bir bölümünü tek tek ülkelerde proleter partilerin kurulması gerekliliği kavrayışına götürmüşse, Komün’den sonra, işçi sınıfını birleştiren bu türden partilerin kurulması, işçi hareketinin yeni gelişim koşullarından kaynaklanan kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmişti. İşçi sınıfının temel görevi, bundan böyle, gelecek devrimci mücadelelere hazırlanmak için güçlerin toplanması ve birleştirilmesiydi. Bu da, Enternasyonal’i ideolojik ve örgütsel olarak sağlamlaştırmayı gerektiriyordu.

Paris Komünü’nün ardından Enternasyonal içindeki ideolojik mücadelenin keskinleşmesi

Paris Komünü’nden sonra Enternasyonal seksiyonları içerisinde keskinleşen mücadele daha da karmaşık bir hale geldi. İdeolojik farklılıkların odağında, doğrudan Fransa’daki proleter devriminin sonuçlarından doğan sorunlar duruyordu: Politik iktidarın işçi sınıfı tarafından mücadeleyle ele geçirilmesi ve proletarya diktatörlüğünün kurulması; işçi sınıfının devlete yaklaşımı, proleter partinin rolü. Bu sorulara doğru bir yanıt verebilmek, ancak küçük burjuva anarşist görüşlerin üstesinden gelinmesiyle mümkündü. Bu arada, bu tarihlerde bazı ülkelerde Enternasyonal’e katılan işçi sınıfının yeni tabakaları, Bakuninci propagandaya özellikle açık olan yıkıma uğramış küçük üreticilerden oluşuyordu. Paris Komünarlarının kahramanca mücadelesinin dolaysız etkisi altında, anarşistlerin, “derhal” devrimci eyleme geçmeye ve “her türden devletin” yıkılmasına, genel demokratik harekete katılımdan feragat etmeye ilişkin ultra devrimci söylemlerinin çekiciliğine kapılıyorlardı. Anarşist propagandanın özellikle uygun bir zemin bulduğu ülkeler İspanya ve İtalya’ydı. Bunlar, bağımsız bir işçi hareketi için önkoşulların henüz oluşmaya başladığı ülkelerdi.

Anarşistler, Komün’ü proletaryanın diktatörlüğü olarak görmemekte direniyor, dolayısıyla bilimsel komünizmin teorik, taktik ve örgütsel ilkelerini reddediyorlardı. İşçi sınıfının, doğrudan anarşist “sosyal tasfiyeye yol açmayan” her türlü politik etkinlikten uzak durması gerektiğini savunuyorlardı. Bu ultra devrimci söylemin ardında, kapitalist sömürünün ve işçi sınıfının mücadelesinin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulların gerçek nedenlerinin görmezden gelinmesi ve kavranamaması bulunuyordu.

İşçi hareketinin bu gelişim aşamasında, yani sınıf mücadelesinin nesnel yasaları sonucu proletaryanın bağımsız politik partilerini kurma göreviyle karşı karşıya olduğu bir gelişim aşamasında, “işçilerin örgütlenmesinin ve eğitiminin rolünü kavramamak”, pratikte burjuvazinin egemenliğini korumak anlamına geliyordu. Anarşistlerin Enternasyonal’e dayatmak istediği teorik program, tüm Avrupa işçi hareketini yanlış bir yönelime savurabilirdi. Proleter partiler kurmak için, hem ideolojik hem de örgütsel bakımdan en temel engel durumuna gelmiş bulunan küçük burjuva devrimciliğinin temsilcilerinden, anarşistlerden ayrışmak gerekiyordu.

Nitekim, 1871 Londra Konferansı’nın sosyalist devrimin önkoşulu olarak bütün Avrupa ülkelerinde yasal işçi sınıfı partilerinin kurulması çağrısında bulunan kararı bu ayrışmayı belirginleştirdi. Marksizmin fikirlerinin Enternasyonal’de kesin üstünlük kazanması ise, 1872 Lahey Kongresiyle gerçekleşti. Bakuninci muhalefet Lahey’deki yenilgisinden hemen sonra Enternasyonal’den ayrılıp İsviçre’ye yerleşerek, ayrı bir Enternasyonal kurma girişiminde bulundu.

1872 Lahey Kongresi, modern Avrupa işçi sınıfı tarihinin ilk döneminin bitiminin de sinyalini verdi ve bir sonraki dönemin koşullarına işaret etti: Tüm Avrupa’da ulusal işçi sınıfı partilerinin inşası, İkinci Enternasyonal’de birleşmeleri ve sendikaların yükselişi. Enternasyonal işçi sınıfı partilerinin görevleri hakkındaki Londra Konferansı ve Lahey Kongresi kararlarında Avrupa işçi sınıfının yakın gelecekteki stratejisini çizmişti.

 

Kaynaklar:

“Die Erste Internationale” (Birinci Enternasyonal), cilt II, Dietz Verlag, Berlin1971, Alm.

Wolfgang Abendroth; “Avrupa işçi hareketleri tarihi” Belge Yayınları, Eylül 1992.

 

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑