Halkın az çok yararlandığı ne kadar kurum ve uygulama varsa onları yıkmak için “reformlara” girişen hükümet, sağlıkta, sosyal güvenlikte, KİT’lerde vb. giriştiği reformdan sonra “Tarım Reformu”na da yöneldi.
Giriştiği “reformlar”la en çok IMF-Dünya Bankası yetkilileri ve onların Türkiye’deki işbirlikçilerinden alkış alan hükümet, işçilerin, emekçilerin, köylülerin (Bu yazı boyunca “köylü”den söz ettiğimizde, ayrıca belirtilmemişse, küçük ve orta üreticiler ile topraksız köylüleri kastedeceğiz) taleplerini duymamayı, emek ve emekçi düşmanlığını da bir “erdem” düzeyine çıkarmıştır. Öyle ki; “dünya küreselleşiyor” iddiası ne kadar yüksek perdeden seslendiriliyorsa, “reformlar” da o ölçüde zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumu artırmaktadır.
Çünkü dünya, bütün bu küreselleşme iddialarına karşın tam bir bölünme içindedir ve ABD, AB ülkeleri, Japonya, Kanada gibi emperyalist merkezler her gün daha da zenginleşirken geri kalmış ülkeler daha da yoksullaşıyor. En gelişmiş ülkeler de dâhil, birer birer ülkelerdeki zengin sınıflar (burjuvazi, rantçılar tefeciler, kara para babaları) servetlerine servet katarken, işçiler, emekçiler, halk her gün daha da yoksullaşmaktadır.
Ancak, ülkeleri yönetenler eğer ortada her şeyi çok açık biçimde ortaya çıkaran, borsa çökmeleri, sanayinin iflasa sürüklenmesi, devletin moratoryum ilan etmesi gibi bir durum yoksa; bu durumu ülkeleri yönetenler, “ekonomi iyiye gidiyor” diye ifade ediyorlar.
Gelişmiş ülkelerin, geri kalmış ülkeleri birer “tarım ülkesi” olmaktan da çıkarmaya yönelik politikaları dayatmış olmaları; tarımın temel dayanağı olan toprak, su ve atmosferin kirletilme boyutları, teknolojinin doğa aleyhine kullanımında varılan aşama; hibrit tohum, suni gübre ve sulama tekniklerinin kullanımında en çok ve en hızlı kârın yön verdiği tutum; geniş köylü yığınları ile emperyalizmi tarihte ilk kez bu ölçüde dolaysız ve “sofradaki ekmeği”, “elindeki toprağı” bakımından karşı karşıyla getirmiştir. Örneğin Türkiye’de; Kurtuluş Savaşı’ndan beri emperyalizm köylülük karşısında bu ölçüde açık, yakın ve somut bir tehdit olarak çıkmamıştı. Bu yüzden de; gerçekte “politik tercihleri” henüz çok değişmiş olmamasına karşın köylü yığınları; her protestolarında “Kahrolsun IMF, Bağımsız Türkiye” şiarıyla öne çıkmaktadır. Bu, taban fiyatı merkezli gösterilerde de, çevrenin korunması için girişilen eylemlerde de böyledir. GAP ise; köylülükle emperyalizmin, uluslararası tarım tekelleri şahsında “toprak” ve “ulus sorunu” (Kürt sorunu da dâhil) karşı karşıya gelmesi olarak ilerlemektedir. Dolayısıyla Kürt köylüler için de “tarım” ve “toprak” sorunu, yeni pek çok önemli unsurla karışarak gündemin başına doğru tırmanan bir seyir izlemektedir.
Kısacası; Türkiye’nin tarım sorunu emperyalizme karşı mücadele sorunuyla iç içe geçmiş olarak politik gündeme oturmuştur. Bu yüzden de taban fiyatlar, ürünün kaça alınıp kaça satıldığı gibi sorunlar; sadece bu temel sorunun yansımaları olarak ortaya çıkmaktadır ve emperyalizme karşı, Türkiye’nin bağımsızlığı ve elbette demokratikleşmesiyle bağlanmayan bir tarım-toprak sorunu, köylülük sorunu, düzen partilerinin istismar ettiği bir sorun olma ötesine geçemez.
IMF, DÜNYA BANKASI VE TARIM
Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde hızla yoksullaşan en önemli toplumsal kategorilerden birisi de geçimini tarım ve hayvancılıktan sağlayan emekçi köylü kesimlerdir. Küçük ve orta üreticiler ile topraksız köylüler olarak da ifade edilen bu kesim nüfusun önemli bir bölümünü oluşturuyor.
“Düzenin direği” ve düzenin en sadık partilerinin oy deposu olarak görülen bu kesim, son yüz yıl içinde “statüko” savunucularının, milliyetçi ve mukaddesatçı düzen partilerinin yedeğinde, onların politikasının dayanağı olan bu toplumsal kategori, ülke nüfusu içinde % 42,5 gibi önemli bir yoğunluğu oluşturmaktadır. Ve bu yüzden de “köylülük” olarak ifade edilen bu kesim, “Köylü milletin efendisidir” ninnisiyle uyutuldu.
Ancak, son yarım yüzyıl içinde küçük ve orta üretici yığınların desteği ile politika yapanlar, “köylüyü kalkındırıyoruz” propagandası yaparken, bugünkü durumun, küçük ve orta üreticilerin tarım alanından silinmesinin, ülke tarımının çökertilmesinin de yolunu açıyorlardı. Çünkü köye traktörün, biçerdöverin, suni gübrenin sokulmasının, tarımın desteklenmesi adı altında köylünün borçlandırılması ve “ihracata yönelik üretim” ve özelleştirmelerin amacı; uluslararası tarım tekellerinin ve emperyalist ülkelerinin ancak 1950-’60 ve 70’li yıllarındaki tarıma destek gibi görünen ve DP ve AP tarafından “mucizevî kalkınma” politikası olarak propaganda edilen Dünya Bankası kontrollü tarım ve tarıma dayanan hafif sanayi kredileri; aslında tarımı ilerletmek için değil, tam tersine emperyalizmin dünya hâkimiyeti ve tarımın bu hâkimiyete uygun yönlendirilmesi için kullanılmıştı. Çünkü o yıllarda dünya, tarım ülkeleri ve sanayi ülkeleri gibi bir bölünme içindeydi. Tarım ülkeleri, tarım ürünleri ve tarıma dayalı sanayi ile sınırlı olarak “kalkmıyordu.” Bu ülkelerde ağır sanayinin gelişmesi ve bu ülkelerin gelişmiş ülkelerin yarı sömürgesi, yeni sömürgesi olmaktan çıkmaları bu yolla engelleniyordu. Örneğin o yıllarda, Dünya Bankası, sadece tavukçuluk-balıkçılık gibi tarım alanlarında “program kredileri” sağlarken, ağır sanayi için hiçbir kredi imkânı (Bu yüzden o yıllarda kurulan başlıca sanayi işletmeleri SB kredisi ve teknolojik yardımıyla kuruldu) tanımıyordu. Çünkü sistem içinde Türkiye’ye biçilen rol buydu. Ve kredinin koşulu elbette ABD ve Avrupa’nın tarım ürünü ihtiyaçları ve ancak onların tarımda boşluk bıraktığı alanlara yönelikti.
Emperyalistler önce ihtiyaçları olan tarım ürünlerini ucuz temin edilmesi için Türkiye’yi arka bahçeleri gibi gördüler. Teknolojinin gelişmesi ve kendi ülkelerinde tarıma verdikleri olağanüstü destek sonucunda, artan ürün fazlalığını eritmek için daha sonraları iyi bir pazar olarak gördüler. Politikalarını da buna uygun olarak yürüttüler ve dayattılar.
Nitekim 1970’lerin sonlarından başlayarak, ülkemize tarım ürünlerine yönelik desteklemelerin kaldırılması için dayatmalarda bulunurken ABD ve AB ülkeleri kendi tarımlarını korumak için, ithalatı sınırladılar, gümrük duvarlarını yükselttiler, çiftçilere düşük faizli krediler verdiler (sübvansiyon ABD’de % 38, AB’de % 39 olarak uygulandı, hatta İsviçre’de çiftçinin eline geçen paranın % 54’ü doğrudan devlet tarafından karşılandı), bugün de yüzde 5 olan Türkiye’deki tarıma sübvansiyonu kaldırmayı IMF ile anlaşmanın ön şartı olarak öne sürerken kendi ülkelerinde bu sübvansiyonlar yüksek oranlı olarak sürmektedir.
Kısacası kendi ülkelerinde tarımı desteklemek için her yolu denediler ama Türkiye gibi ülkelere turizm ya da enerji kredisi vermek için bile, tarıma yönelik yeni tavizler istediler; sübvansiyonları ve ülke tarımını destekleyen gümrük uygulamalarını kaldırmayı koşul olarak dayattılar.
Patronluğunu ABD’nin yaptığı ama bütün uluslararası tekelci sermayenin finans merkezi olan IMF ve Dünya Bankası, 70’li yıllarda etkinliğini arttırarak, uluslararası finans kapitalin gerçek merkezleri haline geldiler. Yeni sömürge ülkeler, bu finans merkezlerinden yeşil ışık almadıkça kapitalist dünyada kredi bulmalarına olanak olmadığı gibi, IMF’nin pençesine bir kez düştükten sonra da onun dayattığı ekonomik politikaları uygulamaktan başka çıkar yolları yoktu.
Bilindiği gibi 24 Ocak Ekonomik Kararları Türkiye ekonomisinin “kurtuluşu” için IMF’nin 1975’ten itibaren dayattığı, işbirlikçi burjuvazinin de gönülden desteklediği kararlardı. Sözde, enflasyon önlenecekti. Enflasyonun nedeni olarak da her zaman olduğu gibi işçi ücretlerinin yüksekliği KİT’lerin verimsizliği bazen de aşırı tüketim eğilimi gösterilse de bunlar “kamu finansman açığına” bağlanıyordu. Kamu finansman açığı denilen de, KİT’lere açılan krediler, tarıma yapılan sübvansiyon ve destekleme alımlarıydı!
Aşırı silahlanma, bürokraside şişkinlik, emperyalizme bağımlı ekonomik sistem, patronlara devlet hazinesinin yağmalatılması, eşe dosta peşkeş, tüm bunlar gözlerden saklanmak isteniyordu. Bu programın sözcülüğünü, dolar maaşlı köşe yazarları, hükümetler, yazılı ve görsel medya ve sözde bilim adamları sürdürürken, programın asıl mimarları uluslararası finans merkezleriydi.
1970’li yıllardaki hükümetlerin emekçi yığınların tepkisinden çekindikleri için bir türlü uygulamaya cesaret edemediği bu kararlar, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasındaki baskı koşullarında uygulanmaya konulmuştu.
Ama bütün propagandalara rağmen alınan kredilerin yarattığı geçici bir rahatlamadan sonra ekonomi daha da kötüye gitti. Sosyal adalet daha da dengesizleşti. Emekçiler ve bu arada tarım kesimi gittikçe yoksullaştı.
Zaten amaç ekonominin düzelmesi değildi, düzelmezdi de. Amaç, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmalarıyla Türkiye’yi açık bir pazar haline getirmek, özellikle tarımı da çökertmekti. Çünkü artık dünya 1950’li, ’60’lı yıllardaki gibi tarım ülkeleri ve sanayi ülkeleri olarak bölünmüyor; sanayi ülkeleri aynı zamanda tarım ülkeleri olarak da geliştiği için (1950’den itibaren tarım ülkesi olan geri ülkeleri öyle yönlendirmişlerdi ki, kendi tarımları iyice semirirken, geri ülke tarımları onlar tarafından giderek nefesi kesilen bir kulvara sokulmuştu. Şimdi de onları, serbest piyasa koşullarına çekerek son darbeyi vurmayı hesaplıyorlardı) artık eski tarım ülkeleri, tarım ve hayvancılık, orman ve balıkçılık gibi alanlarda bile bu gelişmiş ülkelerin pazarı durumuna, onlara muhtaç duruma getirilmişti.
İşte, Türkiye tarımının ve hayvancılığının ’80 sonrası başına gelenler, emperyalist ülkelerin bu tarım politikalarının sonucudur.
Gerçi süreç istedikleri hızda yürütülemedi, üreticinin tepkisiyle (ve başka birçok etken nedeniyle) politikalarını istedikleri gibi uygulayamadılar. Ama bu arada; tarım girdileri (akaryakıt, gübre, ilaç, tohum, traktör vb.) sürekli zam gördü, maliyetler arttı. Uluslararası piyasada tarım ürünleri açısından rekabet etme şansı azaltılarak amaca varılmaya çalışıldı. Ancak asıl darbenin vurulması aşağı yukarı 20 yıl sonra hazırlanan ve bugün uygulamaya sokulan “tarım reformu” olarak lanse edilen ama aslında IMF-Dünya Bankası programından başka bir şey olmayan son saldırıya kaldı.
İLK SALDIRI TEKEL-TÜTÜN’DE BAŞLADI
Bugün uygulamaya sokulan programın kökleri aslında 1984 yılına kadar gider: Emperyalist tekellerin iştahını en çok kabartan sektörlerden biri olan tütün ve TEKEL, saldırının da ilk hedeflerinden biriydi. Emperyalist tütün ve sigara tekellerinin baskısıyla 1984 yılında Amerikan tipi harmanlanmış sigara ithaline imkân verildi. Türkiye’de yabancı sigara fabrikaları açılarak üretime başlandı. Cibali Sigara Fabrikası kapatıldı. Şark tipi tütün üretimine kota uygulaması başlatıldı. Destekleme politikalarının devletin kamburu olduğu ve vazgeçilmesi gerektiği söylendi.
29 Aralık 1996 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 8939 sayılı hükümet kararıyla, ’84 girişimi daha da ilerletildi: Amerikan tipi tütün üretiminin ve ithalatının, TEKEL aracılığıyla devlet tarafından destekleneceği açıklandı. Gelinen noktada TEKEL’in sigara, içki fabrikalarının ve tüm tesislerinin tamamen elden çıkarılmasının son hazırlıkları yapılıyor.
Tarım alanlarının ve tarıma dayalı sanayi alanlarının emperyalist sermayeye ardına kadar açılmasında ilk adımın tütün ve TEKEL’den başlanması, rastlantı değildir.
Emperyalizm öncelikle tarım sektöründeki en kârlı alana yönelmişti. Çünkü onlara göre Türkiye 65 milyon nüfusu ve 20 milyon sigara içicisiyle önemli bir pazardır.
Bugün gelişmiş kapitalist ülkelerde sigara kullanma alışkanlığına karşı etkin kampanyalar yürütülmekte, akciğer kanserinden ölenlerin yakınları, sigara tekellerinden mahkeme kararıyla trilyonlarca lira tazminat almaktadırlar. Türkiye’de ise tam tersine yabancı sigara içimi teşvik edilmektedir.
Bütün bu propagandanın temelini, kalitenin artacağı bu alanda teknolojinin de gelişeceği iddiası oluşturuyordu.
Hâlbuki kendi yakın tarihimiz de göstermektedir ki; emperyalist kapitalist devletlerin sömürge ve yarı sömürge ülkelerde tarımın gelişmesine yönelik girişimlerinin ülke ekonomisinin gelişmesi amacına yönelik olması mümkün değildir.
Tam tersine;
— Sadece kendi hammadde ihtiyaçlarının karşılanmasına yöneliktir.
— Kendileri için kârlı olduğu sürece bu girişimleri ve ilişkilerini sürdürürler.
— En kısa zamanda en çok kâr elde edilmesi mümkünse, o ülkedeki bir tarım kolunu desteklerler.
— Kendi ülkelerinde o tarım kolunda (iklim, toprak, su özellikleri vb nedeniyle) faaliyet sürdürülmüyorsa ya da başka ülkelerde daha kârlı bir üretim yapmaları mümkün değilse geri ülkelerdeki tarıma destek vermeleri de mümkündür. GAP’a ilgileri bu kategoridendir.
— Tohum ve tarım teknikleri konusunda bilgiyi sadece kendilerine saklayarak, bu alanda tekelleşirler, yatırımı ihtiyaç duydukları ürüne yapıp, diğer ürünler aleyhine gelişmesini sağlayarak, ülke ekonomisinde istikrarsızlık ve dengesizliğin büyümesine yol açarlar.
Bu tek yanlı çıkar ilişkileri, 1885’lerden itibaren çöküş sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana böyle devam etmiştir (sadece Kurtuluş Savaşından sonra 1930’lara kadar olan dönemi ayrı tutabiliriz).
Osmanlı’nın çöküş sürecinde “Duyunu Umumîye” ile ekonomi, en başta hemen tek ciddi tarımsal ürün olan tütün üretimi tamamen kapitalist devletlerin vesayeti altına girer. Ekonomi her şeyi ile bu devletler tarafından yönetilir.
Aradan geçen bu kadar zamana rağmen bugünkü tablo ana hatlarıyla aynen, bazı bakımlarından ise Osmanlı’nın son zamanlarına bile rahmet okutacak denli denetim ve dayatmalarla karşımızdadır.
BUGÜN OLANLAR DÜNÜN DEVAMIDIR
Bugüne kendiliğinden gelinmemiştir.
II, Dünya Savaşı’ndan sonra. NATO’ya giren Türkiye, ABD’nin dünya politikalarının ve ekonomik çıkarlarının tam bir destekleyicisi durumundadır. Türkiye’nin konumu ABD karşısında tipik bir “yeni tarzda sömürge” konumudur.
ABD’nin başını çektiği emperyalist ülkeler 1950’li, ’60’lı yıllarda, kendi sanayilerini geliştirirken, geri ülkeleri tarım ve tarıma dayalı sanayi ülkeleri haline getirmek istemekteydiler. Bu nedenle o dönemde açılan krediler tarım alanına yöneliktir. Traktör, biçerdöver, pulluk, gübre, tohumluk vb. malların ithali için krediler açılmaktadır. Ülkede traktör sayısı artar, sulama ve gübrelemenin yanı sıra sanayi bitkilerinin yetiştirme alanları hızla genişler. Üreticilerin gelirlerinde artışlar olur.
Bu uygulanan politikanın görünen sonuçlarının bir yanıdır.
Diğer yanda ABD savaş sırasında, tarım alanındaki üretimini devasa boyutlarda büyütmüştür. Savaş sonrası pazarı daralınca büyük miktarlarda tarım ürünleri stokuyla karşı karşıya gelmiştir. Bir yandan stokları eritmek diğer yandan yeni pazarlar bulmak için yeni politikalar geliştirmiştir.
Yapılan ikili antlaşmalarla ABD, aynı zamanda dünyanın en büyük tarım ülkesi olarak, Türk tarım ürünlerinin ihracatını açıkça kısıtlar. Sadece kısıtlamakla kalmaz, Türkiye’nin tarım politikalarını doğrudan belirler.
ABD Senatosu elinde kalmış fazla tarım ürünlerini pazarlamak üzere PL 480 sayılı bir yasa çıkarır. Yasanın bir bölümünde kredi verme şartı şöyle açıklanmaktadır:
“… Yerli ve yabancı firmalara Amerikan tarım ürünlerinin pazarlanması ve tüketiminin arttırılması, dağıtılması ve kullanılmasına yardım edecek tesisler kurmak için verilir. Ancak Amerika’da üretilen veya imal edilen mallara rekabet maksadıyla ABD’ye ihraç edilmek için yahut Amerikan tarım malları veya imalatına dış pazarlarda Amerika ile rekabet edecek herhangi bir üretim veya imal için bu istikraz yapılmayacaktır.”
12 Kasım 1956 tarihinde ve daha sonra buna ek olarak yapılan 25 Ocak 1957 tarihli ABD ile Türkiye arasındaki tarım ürünleri ile ilgili anlaşmalar bu çerçevede yapılmış, ABD lehine birtakım yaptırımlarla doludur.
Örneğin Türkiye’nin yetiştirdiği ve anlaşmada adı geçen veya benzeri mahsullerin Türkiye’den yapılacak ihracatın Amerika tarafından kontrol edileceği açıkça anlaşmaya konmuştur: “… Türk ve Amerikan Hükümetleri Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini artırmak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf edeceklerdir…”
Açıkça anlaşılacağı gibi her şey ABD’nin çıkarlarına uygun olarak düzenlenmiştir. Ayrıca Türkiye’ye borç verilmeyen ve ABD’den ithal edilen tarım ürünleri karşılığında Merkez Bankası’nda biriken parayı, tamamen ABD’nin istediği gibi kullanabileceği bir hüküm getirilerek, hükümete karşı bir şantaj unsuru olarak öne çıkarılmıştır. İthal edilen malların listesi şöyledir: Buğday, arpa, mısır, konserve sığır eti, peynir, süttozu, pamuk tohumu, soya yağı.
Ürünlerin hepsi dikkat çekicidir. Tarımda özellikle bizim gibi ülkeler açısından üç önemli sektör vardır:
Hububat, Şeker Pancarı ve Hayvancılık.
Temel besin maddeleri olması dolayısıyla bu üç sektörün stratejik önemi vardır. İthal listesine baktığımızda hububat üretiminin bugün düştüğü durum, hayvancılığın iflas etmesinin koşullarının daha o zamanlar bilinçli ve planlı bir şekilde hazırlandığı görülür.
Aynı yıllarda Zeytinyağı Kararnamesi çıkarılarak, hem zeytinyağı ihracatı sınırlanmış hem de sabun yapımında zeytinyağı kullanımı yasaklanmıştır. Sabun yapımında ABD’den ithal edilen soya yağı ve don yağı kullanılmaya başlanmıştır. Yine bugünkü zeytin ve zeytinyağı üreticilerinin içinde bulunduğu perişan durumun arkasında kimlerin olduğunu ve saldırının ne zaman başladığını gösteren gerçeklerdir bunlar.
Bununla da kalınmamış yapılan anlaşmalarla ABD Türkiye’nin buğday ihraç etmesini de yasaklamıştır.
21 Şubat 1963 tarihli Zirai Maddeler Ticaretinin geliştirilmesi hakkındaki 161 milyon dolarlık anlaşma ile ilgili olarak ABD’nin verdiği nota 23 Eylül tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu “Nota”nın iki maddesinde:
1. Zeytinyağı ihracatı 10 bin ton ile sınırlandırılırken, eğer bu sınırlamayı TC Hükümeti aşarsa, “aştığı miktar kadar ABD’de nebati yağı kendi kaynaklarıyla ithal edecek”tir.
2. Buğdayla ilgili ihracat sınırlamaları sürmektedir.
Açıkça görüldüğü gibi dünya gericiliğinin merkezi ve mazlum ulusların ve halkların amansız düşmanı emperyalist ABD’nin Türkiye tarımının geleceğini karartan uygulama, yaptırım ve saldırıları 50 yıl önce başlamış planlı bir şekilde katmerleşerek bugüne kadar sürmüştür.
Bunun içindir ki partimiz, “ABD Emperyalizminin Türkiye tarımını desteklemek için yardım ettiği propagandalarının arkasında, ABD’nin dünya pazarlarında kendi tarım ürünlerini rakipsiz kılma politikası yatmaktadır” demektedir.
Çok açıkça görüldüğü gibi, Türkiye’ye hem tarım ülkesi rolü biçiliyor, hem de tarım üretimi engellenip, tarım ürünleri ihracı sınırlanıp baltalanıyor. Tarıma, ABD’nin çıkarlarına zarar vermeyecek şekilde gelişmesi için yön veriliyor. Dolayısıyla zaman içinde Türkiye’nin sadece bazı maddelerde değil, buğday gibi en stratejik ürünlerde bile ABD’nin pazarı olması için programlar geliştiriliyor. “Herkese sınırsız ticaret özgürlüğü” diyen ABD kendi tarımı, kendi ülkesinin çıkarları söz konusu olduğunda sadece ülke sınırları içinde değil, dünya pazarı içinde de koruyucu önlemler alıyor.
Öte yandan bugün gelinen noktada ABD ve AB ülkeleri kendileri için koruyucu önlemleri tarım ürünleri açısından ısrarla yürürlükte tutarlarken (AB ile ABD ve Kanada arasındaki en büyük kavga tarım ürünlerinin koruyuculuğu üstüne oluyor. AB ülkeleri, kendi tarımlarını ABD’ye karşı koruma önlemleri alırken ABD bu önlemleri serbest piyasa koşullarına aykırı bulup bu ülkelere karşı “yaptırımlar uygulayacağı” tehdidini savuruyor), Türkiye’ye koruyucu önlemleri kaldırmasını, gümrük duvarlarının düşürülmesini öneriyorlar, önermekten öte IMF anlaşmalarıyla bastırıyorlar, şart koşuyorlar.
En son ABD’nin Seattle kentindeki WHO (Dünya Ticaret Örgütü) toplantısında yaptığı konuşmanın bir bölümünde ABD temsilcisi zat; “Biz Amerikan çiftçisinin çıkarlarını savunmak durumundayız” diyor. AB ülkeleri anlaşmayı imzalamamasına rağmen, Türkiye’yi temsilen giden Tunca Toskay imzalıyor.
Anlaşma, tarımda “tam bir liberalizasyon” amaçlıyor. Taban fiyatı uygulamasının tamamen kaldırılmasını, tarım ürünleri ithalatına uygulanan vergilerin sıfırlanmasını içeriyor.
Burada amaç açıktır ve girdiği pazarda kendisine karşı direniş gücünü kırmaktır.
Örneğin Türkiye’de çiftçi; mazotu dünya fiyatlarının 3 katına, traktörü 2,6 katına almaktadır. Gübre, tohum, ilaç, yem gibi tarım girdilerinde de aynı durum yaşandığı için Türkiye çiftçisinin rekabet etme şansı tamamen ortadan kalkmaktadır. Bütün bunlarla taban fiyatlarının maliyetin altında belirlenmesi, devletin destekleme alımlarının kaldırılması, piyasanın tamamen tüccara terk edilmesi, ödemelerin uzun süreye yayılarak taksitlendirilmesi ve geciktirilmesi eklenince, her yıl büyük bir umutla ürününü eken çiftçi sonunda zarar etmekte, ülkede ekilemeyen arazi alanı hızla artmaktadır.
1960’lı yıllarda, hatta 70’li yılların başında, gıda maddeleri ihtiyacı yönünden dünyada kendi kendine yeten yedi ülkeden biri olmakla övünen Türkiye (Demirel, yandaşlarını motive etmek ve sistemi eleştirenlere yanıt vermek için bu iddiayı sıkça kullanırdı), artık tarım ürünleri yönünden de emperyalizmin açık pazarı haline gelmektedir.
Emperyalist ülkelerin istediği de budur.
Oyunun son perdesi 57. Hükümet döneminde IMF’ye verilen “Niyet Mektubu” ve sanki tarıma iyilik yapılıyormuş gibi sunulan “tarım reformu” çerçevesinde oynanmaya başlandı.
57. HÜKÜMET, IMF VE TARIM
Cumhuriyet tarihinde, işçi emekçi haklarına saldırı konusunda, “hangi hükümet en pervasızdır” diye bir soru sorulsa hemen herkesin aklına, “57. Hükümet” cevabı gelir.
AB’ye uyum ve sözde yeniden yapılanma programı çerçevesinde 57. Hükümet, sadece işçi ve emekçi hakları açısından değil, uluslararası sermayenin ve işbirlikçilerinin bütün öneri ve dayatmalarına boyun eğerek ülkenin geleceğinin ipotek altına girmesini sağlamıştır. Kapitülasyonlardan daha ağır koşullar içeren IMF dayatmalarına boyun eğildiği gibi, “Tahkim” bir gece yarısı operasyonu ile Meclis’ten geçirilip kabul edilmiştir.
Önceki hükümetlerin girdiği yolda ilerleyen 57. Hükümet’in IMF’ye verilen niyet mektubunda tarımla ilgili bölümde yapılacaklar özetle şöyleydi:
“2000 yılından itibaren desteklenen ürün sayısı azaltılacak, 2001 yılından itibaren destekleme uygulamasına son verilecek. Destek alımları yerine üreticiye doğrudan parasal destek verilecek, tarımda yapısal değişiklikler hızla gerçekleşecek (bunun adına reform dediler), özelleştirmeler hızla uygulanacak, ithalat serbest kalacak.”
Bu birkaç cümlenin Türkiye ekonomisi, orta ve küçük üreticiler için anlamı şudur: Türkiye tarımı çökertilecek, ülke 65 milyon nüfusuyla tarım ürünleri yönünden de emperyalizmin açık pazarı haline gelecektir!
Çünkü Türkiye’ye “tarımı destekleme”nin kaldırılmasını dayatanlar kendi ülkelerinde tam tersini yapıyorlar. ABD’de sübvansiyon % 38, AB ülkelerinde % 39’dur. İsviçre’de çiftçinin eline geçen paranın % 54’ü doğrudan devlet tarafından karşılanmaktadır. Yine IMF’nin dayattığı ve desteklemenin tamamen kaldırılmasının zeminini hazırlayan ve bir geçiş sistemi olan DGD sistemi (Doğrudan Gelir Destekleme) Türkiye’ye uygun bir sistem değildir ve bugünkü koşullarda sadece büyük çiftlik sahibi çiftçiler ve toprak ağaları DGD’den yararlanacak, asıl desteğe ihtiyacı olan küçük ve orta üreticiler ve topraksız 200 bin çiftçi ailesi yararlanamayacaktır.
Bu uygulamaya, Tarım KİT’lerinin özelleştirilmesi ve kamu bankalarının tarıma yönelik kredi faizlerinin “ticari faizler” düzeyine yükseltilmesi eklenince; tarımın itildiği çıkmazın anlamı daha iyi anlaşılacaktır.
Şöyle ki;
Türkiye’de tarım kesimine kredi aktaran organize kredi kaynakları 1. Ziraat Bankası, 2. Tarım Kredi Kooperatifleri, 3. Tarım Satış Kooperatifleri’dir.
55. Hükümet döneminde (Mesut Yılmaz Hükümeti) Ziraat Bankası’nın üreticiye verdiği kredilerin hem faiz oranları arttırılmış, hem de kredi almanın koşulları ağırlaştırılmıştır. 57. Hükümet döneminde aynı uygulama devam etmekte; Ziraat Bankası işlevsizleştirilerek özelleştirmenin önü açılmaktadır.
Ziraat Bankası’nın dışında diğer organize kredi kaynaklarının da faiz oranları arttırılmış işlev açısından çiftçiye destek veren rolleri iyice zayıflatılmıştır. Onun için bugün DPT’nin verilerine göre tarımda kullanılan kredinin Adana’da yüzde 45’i, Samsun Bafra’da yüzde 47’si, Denizli’de yüzde 45’i, Ankara’da yüzde 60’ı organize olmayan kaynaklardan (yani tefecilerden) sağlanmaktadır.
Desteklemenin kaldırılması ve kredi olanaklarının yok edilmesinin ardından tarım alanına yönelik en büyük saldırılardan biri özelleştirmelerdir. SEK (Süt Endüstrisi Kurumu), EBK (Et Balık Kurumu), Yem Sanayisi gibi kuruluşlar özelleştirmenin ilk hedefleri olmuşlardır. Böylece, tarım ve hayvancılığın en önemli dayanakları yıkılmıştır.
Şimdi sıra, Tarım Satış Kooperatifleri’nin tasfiyesine gelmiştir. 16 birlik 415 kadar kooperatifin önümüzdeki birkaç yıl içinde tasfiyesi planlanmaktadır. Oysa TARİŞ, ÇUKOBİRLİK, ANTBİRLİK, FİSKOBİRLİK, TRAKYABİRLİK gibi tarımsal kooperatif birlikleri ile TEKEL, Şeker Fabrikaları ve TMO gibi kuruluşlar tarımda sistemin temel taşlarıdır. Ama IMF’nin ve 57. Hükümetin, toplumsal kurum ve kuruluşlar ile tarımdaki emekçi kesimlere destek veren kuruluşlara tahammülü yoktur. Onun için hükümetin “Birlikler” ile ilgili yasayı da çıkarması IMF ve Dünya Bankası yetkilileri tarafından övgü ve alkışlarla karşılandı. Çünkü böylece, tarım üreticileri çok önemli bir destekten daha yoksun bırakılırken, üretici, tamamen serbest piyasa koşullarının ve dünya piyasasının kurtlarına teslim edilmiştir.
Sıra, bir milyon çay üreticisini ilgilendiren ÇAYKUR, üç milyon tütün üreticisini ilgilendiren TEKEL ve şeker fabrikalarının özelleştirilmesindedir.
Şeker fabrikalarını özelleştirmenin ortamını yaratmak için yıllardır bilinçli politikalar izlenmektedir. 1996 yılına kadar sürekli kâr eden Şeker Fabrikaları AŞ, 1997 yılını 4 Trilyon 500 Milyon TL zararla kapatmıştır. Bu açıkça bir sabotaj hareketidir. Ve tarımda çok temel bir sektör olan şeker pancarı üretimi ve hammadde sağladığı şeker fabrikaları işletmeleri açıkça IMF’nin istekleri doğrultusunda sabote edilmiştir.
Bu politikaların sonucu olarak, iki milyona yakın şeker pancarı üreticisinin önemli bir holümü, borçları yüzünden traktörlerini salmak zorunda kalmış, icra kaplarında sürünmektedir.
DÜZEN PARTİLERİNİN İKİYÜZLÜ POLİTİKALARI
Şimdi parlamentodaki muhalefet partileri DYP ve FP; 57. Hükümetin çiftçiyi düşürdüğü zor durumu kullanarak politika yapmakta, buradan siyasi rant sağlamaya çalışmaktadırlar. Hatta çiftçi mitinglerinde boy göstermekte, gelinen bu noktada kendilerinin sorumluluğu yokmuş gibi davranarak, çaresizliğe ve iflasa sürüklenmiş köylü yığınlarını kendi siyasetlerinin dolgu maddesi olarak kullanmayı amaçlamaktadırlar.
Hâlbuki şeker pancarındaki tahrip edici uygulamaların en somutu 1993 yılında Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde yaşandı. O dönemde pancara 1000 Lira gibi son derece düşük bir fiyat verildi. Çiller “gerekirse açığımızı ucuz ithal şeker ile kapatırız” gibi sözler söyledi. Aldığı parayla maliyetleri karşılayamayan çiftçi ertesi yıl şeker pancarı ekmedi. 4 Milyon 100 bin dekar olan pancar ekimi 2 milyon 300 bin dekara düştü. Üretim iç tüketimi karşılayamayınca, şekerde ithalat yolu açıldı, kara para aklayıcılarına ve vurgunculara gün doğdu. Çünkü Türkiye’de bir ton şekerin maliyeti 650 dolar civarındayken, ithal şeker nakliyesi, gümrük fonu ile 550 dolar civarındaydı, yurda kaçak sokulan şekerin maliyeti ise 300 doları geçmiyordu. İthalatçılar, kaçakçılar büyük paralar kazanırken, ülkede şeker bolluğu yaşandı. Bu durum PANKOBİRLİK fabrikalarında üretimi vurdu, Şeker Fabrikaları AŞ’nin günlük 6000 ton şeker satışı 2000 tona kadar düştü.
Fiyatlar tüketiciye yansımadı, üretici yoksullaştı, sefil oldu, şeker fabrikaları zarar etti. Ama kaçakçıların, vurguncuların, IMF’nin istediği oldu.
Şeker pancarının küspesi hayvan yemi olduğu için dolaylı olarak hayvancılık da bu tahribattan etkilendi.
23 Temmuz 2000 tarihinde FP lideri Kutan. Giresun’da çiftçilere dönük bir miting düzenledi ve çiftçiyi vuran politikaları, Hükümeti ve IMF-Dünya Bankası dayatmalarını eleştirdi. Hâlbuki 1996 yılında Refah-Yol döneminde “Birliklerin özerkleştirilmesi” kanun tasarısını meclise onun partisi ve diğer “çiftçi dostu” parti DYP sunmuştu. Bu tasarı ile birlikte, kooperatiflerin, fabrikalar ve tesisler diye ikiye ayrılıp satılmasının yolu açılmıştı.
Yani işin gerçeği, parlamentodaki bütün partiler tarımın çökertilmesi için adeta birbirleriyle yarış içine girmişlerdir. Yıllardır KİT’ler, KİK’ler ve Tarım Satış Kooperatifleri’ni halkın gözünden düşürmek, bunları yük gibi göstermek için ellerinden geleni yaptılar. Kasten zarara uğrattılar. Oysa gerçekler böyle değildi. Ne var ki emperyalizm, Türkiye tarımını, onu ayakta tutan temel taşları yok etmeye kararlıydı. Her geçen yıl küçükbaş ve büyükbaş hayvan sayısındaki azalma bu açığın azalmayacağını, daha da büyüyeceğini gösteriyor.
Türkiye’nin, tarımsal alandaki emperyalist tekellerin bir açık pazarı haline gelmesi için her şey yapılıyor.
En son buğdayda oynanan oyun çiftçileri isyan noktasına getirdi. Gübre fiyatları aşırı derece yükselirken buğdaya 102 bin TL fiyat verildi. Hâlbuki 1 kg buğdayın maliyeti 122 bin TL idi. Verileri fiyat maliyetin altında olduğu gibi bu miktar bile üreticinin eline geçmedi. Üretici buğdayı 75–80 bin TL’den satmak zorunda kaldı. Edirne Ziraat Odası Başkanı’nın dediği gibi “IMF ve Dünya Bankası’na çiftçi kurban edilmiştir. Bu fiyatlarla çiftçi ve tarım yaşayamaz.”
Buğday taban fiyatında da görüldü ki uluslararası tekeller, tarımı bütünüyle batırmaya yönelmiştir ve IMF ve Dünya Bankası bu batırma rolünü planlayan ve dayatan kurumlar olarak rol oynamaktadır.
Bu yüzden Türkiye’de “tarım sorunu”, emperyalizme karşı mücadeleye açık bir şekilde bağlanmıştır Böyle bir mücadelenin dayanaklarının tarımla uğraşan çok geniş bir kesim olduğu ortadadır. Yoksul toprak sız köylü, küçük toprak sahipleri, hatta orta köylülük, saldırı politikasından en fazla etkilenen kesimdir. Bunların tümü; bugün gelinen noktada, IMF ve onun tarım politikalarına karşı birleşmiş durumdadır. Bu yüzden bugün, köylülüğün emperyalist politikalardan zarar gören kesimlerinin emperyalizme karşı mücadelede birleştirilmesi bu alanda yakalanacak temel halka olarak görülmektedir.
Daha, yakın bir geçmişe kadar, üretici köylülük kesimi ve köylülük bu konuda gerçek düşmanlarını görebilmekten uzaktı. Sorunu A partisinin becerisine, B partisinin çiftçi düşmanı veya dostu olmasına bağlıyordu. Ama bugün artık üreticiler “Kahrolsun IMF Bağımsız Türkiye” diye haykırıyorlar. Cottarelli’yi hepsi tanıyor ve lanet okuyorlar. 14 Haziran’da Manisa’da yapılan kapalı salon toplantısına katılan üreticiler tepkileriyle bunu ortaya koyarak, daha büyük, daha yaygın, sonuç alıcı eylemlerin yapılması gerektiğini ifade etmişlerdir.
‘İŞÇİ-KÖYLÜ EL ELE’ EMPERYALİZME KARŞI
Geç kalındığını söyleyebileceğimiz bu ayağa kalkışın ilk mitingi 23 Haziran’da Tekirdağ Cengiz Topel Meydanı’nda yapıldı. 20 binin üzerinde çiftçinin katıldığı mitingde insanlar mücadele azim ve isteğiyle doluydu. Belki de Türkiye tarihinde çiftçiler ilk defa; “İşçi-çiftçi el ele genel greve” sloganları attılar.
Türkiye üreticisi yıllardır çektiği acılarla düşmanını görmeye başladı. Uluslararası sermaye, IMF ve işbirlikçi hükümetler bu öfkeden paylarına düşeni alacaklar.
Bölgedeki partili arkadaşlarla Tekirdağ köylerinde yaptığımız gezi ve ülkenin başka bölgelerinde gördüklerimiz, sermaye hükümetlerine, IMF’ye öfkeyi doğrular mahiyetteydi. Tekirdağ’ın “sosyal demokrat” gelenekli köylüleri sosyal demokratına da, demokratik solcusuna da, dincisine de, her tür istismarcı partiye ateş püskürüyordu.
Aynı tepki, 22 Temmuz tarihinde Petrol-İş’in Kütahya’da TÜGSAS ve İGSAŞ’ın satılmasını engellemek için yaptığı mitinge de yansıdı.
(Gübre sanayisinin tamamen özel sektörün eline geçmesinden en büyük zararı görecek olan kesim, fabrikada çalışan işçilerin yanında tarım kesimidir. Zaten aşırı fiyat artışları sonucunda yılda 20 milyon ton gübre kullanılması gerekirken, sadece 5 milyon ton gübre kullanmak zorunda kalan üreticiler, gübre fabrikalarının özel sektörün eline geçmesiyle birlikte bu ölçüde bile gübre kullanamayacaklarını düşünüyorlar.)
Bu nedenle Kütahya çiftçileri Petrol-İş’in düzenlediği mitinge aktif olarak katıldılar. Ve bu yine Türkiye tarihinde nadir gerçekleşmiş ortak işçi köylü eylemlerinden biridir. Böyle bir bilincin uyanmaya başlaması ise; partimiz ve ülkemizin tüm demokratları için son derece önemle dikkate alınması gereken bir gelişmedir.
Önümüzdeki günlerde, hem acımasızca uygulanan tarım politikalarına karşı, hem de uluslararası sermayenin her alandaki kapsamlı ve çok yönlü saldırılarına karşı işçi ve köylü birliğinin anti-emperyalist bir mücadele ekseninde kendini göstermesinin bütün koşullarının iyice olgunlaşacağı görülmektedir.
Bütün bir ’60’lı, ’70’ yılların mücadele günlerinin “İşçi köylü el ele” sloganı etrafında sürdürülen tahlil ve eylemlere sahne olduğu düşünülüp ve son 15 yıldır köylülüğün devrimci ve demokrat kesimlerin literatüründen çıkarılmış olduğu göz önüne alındığında bu gelişmeler; son derece önemlidir. Çünkü Türkiye’de köylü-tarım sorunu emperyalizme karşı mücadele ile çok açık bir biçimde iç içe geçmiş ve ona bağlanmıştır.
Partimizin 2. Kongre Kararları’nda belirtildiği gibi; “Ulusal tarım politikası emperyalizm ile çelişir.
Sermaye partilerinin hiçbiri emperyalizme karşı olan tarım politikalarını ortaya koyamazlar. Bu nedenle bu politikaları ortaya koymak, savunmak, ulusal sanayi programına bağlamak bugün partimize düşmektedir.”
Bu anlayışla, birçok il örgütümüzün bu alandaki temsilcilerinin katılımıyla, Ankara’da merkezi bir toplantı yapılmış; tarım sorunu tartışılarak, köylülük içinde bu eksende sabırlı, kesintisiz bir çalışma yürütülmesi, üreticilerle mutlaka buluşulması, tabanda yapılacak çalışmalarla “bölgesel üretici kurultayları” düzenlenmesi, daha sonra merkezi bir kurultayla, tarım sorunlarını tartışıp gerekli kararların alınması için girişimler yapılması kararı alınmıştır. Bugün birçok bölgede, tam istenildiği gibi olmasa da, bu çalışmalar yürütülürken, EMEP üreticilerin günlük mücadelesi içinde yer alması gerektiğinin, düne göre daha çok bilincinde olarak bir yandan köylülüğü kendi içinde birleştirme, işçilerle ve diğer emekçi kesimlerle köylülüğün birleştirilmesi vb. konularında çabalarını sürdürmektedir.
Hiç kuşkusuz, antiemperyalist tutumun köylülük içinde yaygınlaşmasına karşın; köylülerin mücadeleci örgütlere sahip olmaması (Köylü örgütü olarak ortaya koyan Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin (TZOB) yönetim ve denetim kurullarının zengin köylüler, büyük toprak sahipleri ve toprak ağalarının elinde olması köylü mücadelesinin en önemli sorunlarından birisidir) ve köylülük üstünde düzen partilerinin etkinliğinin sürmesi, bu alandaki mücadele açısından bundan sonrası için de handikap olmaya devam etmektedir. Bu yüzden Partimizin kurultay çalışmalarında, aynı zamanda köylülüğün örgütlenmesi için de TZOB’un aktifleşmesi ve mücadeleci köylü örgütlerinin ortaya çıkmasının yolunu açacak bir perspektifle yürütülmesi esas alınmıştır.
MÜCADELECİ, ANTİ-EMPERYALİST BİR KÖYLÜ HAREKETİ İÇİN
Özellikle son yirmi yılda, Gümrük Birliği ile koruma duvarları kaldırılır, tarım ürünleri alanında ithalat serbest bırakılırken, tarım girdilerine sürekli zam yapılmış, ürün fiyatları düşük tutulmuştur. Tarımsal KİT’ler ve KİK’lerin özelleştirilmesi ve “Tarım Reformu” vb. peş peşe yasalaştırılırdı, “birlik”lerin özelleştirilmesine başlandı; sübvansiyonlar kaldırıldı, temel ürünlere kota uygulaması her gün daha ilerletilirken “hayvancılığın çöküşü” bizzat Demirel tarafından “elbirliği ile hayvancılığı batırdık” diye ilan edildi. Bütün bu gelişmeler olup biterken, var olan üretici örgütleri, olup biten hakkında açıklama yapmak, kınamak, “protesto ediyoruz” demek ötesinde bir aktiviteye sahip olamamıştır. Protestocu bir mantığı aşamamışlardır.
Bugünlerde yapılan kurultay çalışmaları, Türkiye’nin her köşesinde, bu mantığı aşmanın, köylülüğü anti-emperyalist bir mücadelede birleştirmemin çabalarıdır.
Yürütülen çalışmalar partimizin 2. Kongre Kararları’nda belirtildiği gibi, şu taleplerin öne çıkarılması doğrultusunda ilerlemektedir:
1. IMF ve Dünya Bankası’nın tarım politikalarına son verilmeli, bu alanda yapılan ikili anlaşmalar (GATT, DTÖ, AT ve ABD ile anlaşmalar) iptal edilmelidir.
2. Türkiye tarımını yok eden, AB ülkelerine üstünlük sağlayan, koruma duvarlarını kaldıran Gümrük Birliği anlaşması feshedilmelidir.
3. AB’ye uyumlu tarım politikalarından vazgeçilmeli, AB’ye girilmemelidir.
4. Tarım ve hayvancılık sektöründeki tüm özelleştirme çalışmaları durdurulmalı, yapılanlar iptal edilmelidir.
5. TÜGSAŞ ve İGSAŞ’ın özelleştirilmesi çalışmaları durdurulmalı, yeni gübre fabrikaları açılmalıdır.
6. Yabancı sigara tekellerinin faaliyetleri ve TEKEL üzerindeki özelleştirme çalışmaları derhal durdurulmalı, kapatılan fabrikalar, modernize edilerek yeniden açılmalıdır.
7. Türkiye’deki toprak mülkiyeti eşitsiz dağılmıştır, adil bir toprak reformu mutlaka yapılmalıdır.
8. GAP’ın yerli ve yabancı tekellerin yağma alanları olarak kullanılması önlenmelidir. Bölgede köylülüğün yararına toprak reformu ve adil düzenlemeler yapılmalıdır.
9. Canlı hayvan ve et ithalatı yasaklanmalı, ucuz krediler ve bilimsel çalışmalarla hayvancılık desteklenmelidir.
10. Taban fiyatları, üretici birlikler kanalıyla üreticiler belirlemeli, ödemeler peşin yapılmalıdır.
11. Tüccarın egemenliğinde olan tarım borsaları, tarımda desteğin tamamen çekilmesi demek olan DGD (Doğrudan Gelir Destekleme) uygulamaları kaldırılmalıdır.
12. Ziraat Bankası üreticiye yeterli, ucuz ve kolay kredi vermeli, bankanın özelleştirme çalışmaları durdurulmalıdır. Tarım Birlikleri ve tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi durdurulmalı, özelleştirilenler yeniden kamulaştırılmalıdır.
13. Stratejik bölgelerde (iklim ve toprak yapısına göre) değişik amaçlı tarım işletmeleri genel müdürlükleri kurulmalı (TİGEM), bilimsel araştırma ve desteklemelerle, bunlar sektörün bölgedeki merkezi olmalı, işletmelerin yönetimine üretici temsilcileri seçimle gelmeli, yöneticilerin görevden alınma yetkisi de üreticilerde olmalıdır.
14. Üreticinin doğrudan söz sahibi olduğu tarım politikaları üzerinde söz söyleyebilen, fikir üretip onların belirlenmesinde dolaysız rol oynayan, taban fiyatlarını belirleyen, en geniş üreticiyi, onların talep ve çıkarları üzerinde bir araya getirebilen üretici birlikleri oluşturulmalıdır.
Bunlar tarım ve hayvancılıkla uğraşan insanların haklarını koruma ve emperyalist talana direnme temelinde meşru mücadele örgütleri olmalıdır.
ÜRETİCİLERİN ÖRGÜTLENME ZORUNLULUĞU
Tarımla ilgili olan herhangi bir kurum, kuruluş, dernek vb.nin, tarımda yaşanan emperyalist talan sürecine seyirci kalması, en hafif deyimiyle kendini inkâr etmek demektir.
Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi ilgili kurum ve kuruluşların yeterli tepkiyi gösterdiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü adı geçen bu örgütlerin hemen hepsi devlet eliyle kurulmuş olan (TZOB, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri, Tarım Kredi Kooperatifleri, Ziraat Bankası, TMO, TZDK, Şeker ve Tütün Şirketleri vb.) örgütlerdir.
Devlet eliyle kurulduğu gibi onun, denetiminde, yönlendirmesinde, desteğinde olan, demokratik olmayan yollardan ya da doğrudan “tayin”le gelen yöneticileri; sermayenin çıkarları doğrultusunda davranmayı bir gelenek haline getirmişlerdir.
Böyle olduğu, özerk ve demokratik olmadığı için de devletin kabullenip uygulamaya soktuğu, IMF ve Dünya Bankası etiketli emperyalist tarım politikalarına karşı, ulusal tarım politikalarını savunarak, olması gereken tepkiyi gösterememiştir.
Bugünkü temel ihtiyaç, üreticilerin etkili bir biçimde örgütlenmesidir. Devlet bu alandaki koruyucu politikaları terk ederek, emperyalist politikalara tamamen teslim olmuştur.
Bu politikalara karşı koyup, kendi politikalarını oluşturmak, uygulama koşullarını belirlemek, yaptırım gücü olmak tarımın, ülkenin geleceğinin, ülke insanının geleceğinin savunulması zorunlu, kaçınılmaz bir görev olarak karşımızda durmaktadır.
En geniş üreticileri kendi talepleri etrafında birleştiren, meşru mücadele örgütleri, “Üretici Birlikleri”, yani örgütlü üreticiler bu zorlu görevin üstünden gelebilir.
Ülke nüfusunun % 42,5’ini doğrudan ilgilendiren bu kesimin örgütlenmesi demokrasi mücadelesi açısından da önemli bir kazanç olacaktır.
Bu birliklerin amacı ne olacaktır?
1. Üreticilerin çıkarlarını savunma.
2. Emperyalist tarım politikalarına karşı ulusal tarım politikalarını savunma (daha önce belirttiğimiz talepleri kararlı bir şekilde savunma).
3. Yenilik ve gelişmeleri izleme, onların yayılmasını ve benimsenmesini sağlama.
4. Üreticinin öz örgütü olarak politik baskı grubu oluşturma, kendi talepleri için verdiği mücadeleyi demokrasi mücadelesiyle birleştirme.
5. Verimlilik ve kalitenin arttırılması için gerekli girdi ve teknolojilerin sağlanması için mücadele edilmesi, bu amaçla, Ziraat Mühendisleri Odası ve öteki meslek kuruluşlarıyla ortaklıklar sağlama.
6. Kırsal kesimin ekonomideki etkinliğini arttırmak için mücadele.
7. Tarım üreticisinin gelir ve yaşam düzeyini yükseltmek için mücadele… Vb. olmalıdır.
Amaçlarını daha da genişletebileceğimiz bu örgütlerin yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarıya doğru kurulması esas alınmalı, üreticiler tartışma, geliştirme ve kuruluş sürecine doğrudan katılmalıdır. Birliklerin amaçları, talepleri yerel somut önerilerle zenginleştirilmelidir.
Dünyanın birçok ülkesinde, işçilerin, memurların sendikaları gibi örgütlenmeler, meşru mücadele örgütleri olarak tarım politikalarında doğrudan rol oynamaktadırlar.
Türkiye’de genel nüfusun yüzde 42,5’ini istihdam eden bu sektör, GSHM içinde ancak yüzde 15-16’lık bir pay alabilmektedir.
Partimiz; yukarıdaki perspektif doğrultusunda bir çalışmayı başlatmış ve sürdürmektedir. Ancak henüz çalışmanın çok başında bulunduğumuz ve önümüzde çetin görevler bulunduğu da bir gerçektir. Ancak üretici köylülük tarihinde hiç olmadığı kadar sorunlarının ve bu sorunların kaynağının farkındadır, bu da bizler için son derece önemli bir dayanaktır.
Çünkü hiçbir dönem köylülüğün mücadelesinin anti-emperyalist mücadeleyle birleştirilmesinin koşulları bu kadar uygun olmamıştı.
GAP VE EMPERYALİZM
Bugün GAP bölgesi binlerce dönüm bakir, dinlenmiş toprağıyla, 17 hidroelektrik santral, 22 milyar KW saat elektrik üretimi kapasitesi ile emperyalistlerin iştahını kabartmaktadır.
GAP’ta önümüzdeki yıllarda dünyanın en fazla ihtiyaç duyacağı üç önemli unsur vardır: Toprak, Su, Enerji.
Bu nedenle herkesin gözü burada, ABD’nin, AB emperyalistlerinin, İsrail’in gözü GAP’ta. IMF ve Tahkimle, MAl ve MIGA ile Türkiye’yi köşeye sıkıştırmışlar, pastadan nasıl pay alacaklarının hesabını yapıyorlar.
Çünkü tüm dünyada bilinçsiz ve aşırı kimyasal madde kullanımı topraklan öldürüyor, verimsizleştiriyor. Buna karşılık GAP bölgesi bu açıdan da bakir topraklara sahip.
Bilimsel verilere göre bugün, tüm dünyada kullanılan sudan yüzde 17 daha fazla tatlı suya ihtiyaç var.
17–22 Mart 2000 tarihlerinde Hollanda Lahey’de yapılan “Dünya İkinci Su Forumu” toplantısında yapılan tartışmalarda şu sonuçlar ortaya çıktı.
Dünyada temiz suyun en büyük müşterisinin tarım sektörü olduğu görülüyor ve dünyadaki temiz su kaynaklarının % 70’i bu amaçla kullanılıyor.
Yine dünyada 1,2 milyar insan temiz içme suyu kullanamıyor. 2,3 milyar insan yeterli temizlik olanaklarından yararlanamıyor. Her yıl 5 milyonu aşkın insan bu yüzden yaşamını yitiriyor.
1950’de dünyada birkaç ülke su sorunundan etkilenirken 20. yüzyılın sonlarında aynı sorundan 26 ülke etkileniyor. 2050 yılında etkilenen ülke sayısının 66’yı bulacağı, bunun da dünya nüfusunun üçte ikisi olduğu belirtiliyor.
Su kaynakları için yapılan yıllık yatırımın 70–80 milyar dolardan 180 milyar dolara çıkarılması gerektiği belirtiliyor.
Yoksa onlar Diyarbakır’ın arıtma tesisleri, Dicle’nin temizliği ile neden ilgilensinler? Kürt sorunu, demokrasi ve insan hakları ile neden ilgilensinler? Onları asıl ilgilendiren 21. yüzyılda en değerli olacağı açık olarak görülen Toprak, Su ve Enerji faktörüdür.
Bunun için bölgeye yabancı heyetlerin biri gitmeden öteki geliyor.
Özgürlük Dünyası’nın Temmuz sayısında Ayhan Özgür, bu konuyu geniş bir şekilde ele aldığı için burada daha fazla ayrıntıya girmeyeceğiz.
TEK ÇIKAR YOL ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELEDE BİRLEŞMEK
Yazıyı bilinen bir öyküyle bitirmek istiyorum.
Afrikalı Zenci lider anlatır:
“Beyazlar geldiğinde bizim geniş bereketli topraklarımız vardı. Elimize İncil’i tutuşturup gözlerimizi kapatarak bize dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda bir de baktık ki İncil bizim olmuş, bizim topraklarımız ise onların.”
Bu yöntem hiç değişmedi; sadece inceltildi ve başka “çok taraflı anlaşmalar”, “bölgesel paktlar” vb. ile örtüldü. Eğer topraklarımıza, tarımımıza, doğamıza sahip çıkmayı bilmezsek, Türkiye de Afrikalaşacak. Çünkü tekellerin yağmasına uğrayıp da ilerlemiş, mutluluğun çoğaldığı bir ülke daha tarihte görülmedi; bundan sonra görülmesini de kimse beklemesin. Çünkü kapitalizm her gün daha vahşileşiyor; yağma ve talan becerisi artıyor.
Türkiye için de tek çıkar yol, emperyalizme karşı mücadeleden, işçilerin, emekçilerin, köylülüğün birleşik mücadelesinden geçiyor.
Ağustos 2000